2071 YOLUNDA, ÇOCUK VE GENÇLİK STRATEJİLERİ Eser: 2071 Yolunda Çocuk ve Gençlik Stratejileri Yazar: Fehmi Demirbağ Editör: Sevim Meral Bilgisayar Uygulama: Ali Koca Matbaa: Matbaa: Çalış Ofset Matbaacılık Turizm San ve Tic. Ltd. Şti. Davutpaşa Cad. Yılanlı Ayazma Sok. No: 8 Davutpaşa-Topkapı/ İstanbul. Tel: (0212) 482 83 96 Baskı Tarihi: Temmuz 2014 ISBN: 978-605-62913-8-8 İletişim: 2071 MİLLİ GENÇLİK DERNEĞİ Tercüman Sitesi No: 9/A Giriş kat Cevizlibağ/Topkapı-İstanbul 2071 YOLUNDA, ÇOCUK VE GENÇLİK STRATEJİLERİ EFOR 4 KÜLTÜREL DÖNÜŞÜM “Kendi çocuklarına kıyan toplumlar, kendi çocuklarını iyi yetiştiren toplumların kölesi olurlar!” Hacı Bayram-ı Veli Suriye ile savaş mı? PKK ile mi yoksa? Sokakları işgal eden ahlaksızlığa ne buyurursunuz? Bonzai, Ensest, LBGT! Oluşan karşı cepheden haberdar mıyız? Vatikan yalnızca bir teolog makamı mı? Bir çırpıda yüzbinlerce soru sorabilirim. Cevabınız hazır mı asıl soruya; musalladan sonra! Yoksa muhteşem sülümanın cariyeleri ile ilgili gazve daha mı cazibeli? Animez tv Baby First Baby TV Cartoon Network Disney Channel Disney Junior Disney XD Duck TV JOJO KidsCoşı Kidz TV 5 Luli Minika ÇOCUK Minika GO Nickelodeon Nickelodeon HD Nick Jr. Planet Çocuk Smart Çocuk TRT Çocuk Yumurcak TV... ÜLKEMİZDE çocuklarımızı emanet ettiğimiz TV kanalları... Çoğu yabancı kanallar...kanal kurmaktalar, kendi kültürlerine Müslüman Türk çocuğunu kanalize etmek için...Yerliler mi? Tamamen yersizler... Maarif?! ve marifetli dershaneler! ... Sahi çocuklarımızı kim yetiştiriyor? Ya da bu çocuklar kimin? ... Adem varlık alanına sorumlu bir şahsiyetve yaratılmışların şereflisi olarak olarak sürüldüğünde, yanı başında‘sükun bulması’ için yaratılan eşini buldu. Meleklerin secdesi ile değerleri alemlere duyurulan bu aileye cennet mekanı ve tek istisna ile sınırsız nimetlersunuldu. Adem ve eşi sonsuzluk/doymazlık histerilerine kapılıp ‘yasak ağaca’ yaklaşınca ‘inin oradan’ (ihbitu) uyarısı/cezası ile mekan değişikliğine uğratıldılar. 6 Yeryüzünde şaşkın birer sürgün olarak dolaşırlarken vahyin klavuzluğu ile ikinci kez yerleşikliği öğrendiler. İnsanlığın ilk adresinde meskun hayatı başlattılar. Dağların ve taşların yabaniliğinden, denizlerin ve çöllerin ilkelliğinden eşyanın isimlerini öğrenerek fıtrata paralel davranışlar geliştirdiler. Ateş yakmayı, düğüm atmayı, sayı saymayı, toprağı eşmeyi öğrendiler. “Baharın, yazın, güzün, kışın sırrına erdiler. Cennetten yeryüzüne gölgeler düşürdüler.” Rablerinden aldıkları kelimeler ile eşyaya şekiller vermek ve eşyayı kullanmak gibi pratik ihtiyaçların ötesinde eşya ile bir, mana dili de geliştirdiler. Eşyanın bir amaca mebni tasarrufundan kaynaklanan bu ontolojik dil ete ve kemiğe bürünüp zamana ve mekana yayılınca da ‘şehir’ oldu. İnsan şehir adlı beşiğin kaldırımlarında emekleyen bir bebek; şehir ise insanın kucağında ninniler ile büyüyen bir insan oldu. İnsanın kadim yürüyüşü devam ettikçe şehirler isimsiz okullar gibi insanlar yetiştirdi, gökten yere yıldızlar buyur etti, medeniyetler biriktirdi. İnsan kendisine okul olacak şehirler kurdu; şehirler kendisine mimar olacak insanlar yetiştirdi. Şehirde farklı tarzı, davranışı, algısı ve aklı ile örnekler çoğaldıkça çoğaldı. Şehirler toplumsallaşmanın araçları olarak bir çağdan bir çağa nesiller yaratırken insan teki de hem cinslerinin arasında duyguyu, düşünceyi, eylemi öğrendi. Şehir akademiler, mektepler, medreseler ile insana bağrını açtı; insan ise bir gözü ile şehrin mürekkebini yudumlarken diğer gözü ile şehrin ana arterlerinden kılcallarına mürekkep taşıdı. İnsan şehir üzerinden mensubiyet şuuruna ait güven dalgaları ile aklını ve kalbini olgunlaştırdı. 7 Şehir üzerinden şubeleşen, farklılaşan, rengarenkleşen insan, şehrin yollarından başka şehirlere yollar tüketti. Bazen şehirlerden şehrine, heybesinde hayat yüklü kelimeler ile bazen de kılıcında kan lekeleri, yüzünde yabancı çizgiler, ağzında elfaz-ı küfr döndü. Şehir onu besliyor o şehri besliyordu. İnsan yasak ağacı yoklayıp ayıp yerleri ile ulu orta yerde dolandıkça şehir yapraklarını bedenine doluyor; ona bir biçem, bir içerik kazandırıyordu. Şehir insana takva elbiseleri giydiriyor, süs kazandırıyor ya da şehir insanın elbiselerini sıyırıp çirkin yerlerini göstererek cennetten uzaklaştıran belalar veriyordu. İnsan kah İbrahim ve İsmail oluyor, Kabe’nin duvarlarını yükseltiyor, ziraatsiz ölü bir vadiye şehir tadında can suyu akıtıyordu; kah fil ordularının sahibi oluyor, ya da Haccac oluyor Kabe’yi, kutsal şehri yağmalıyor, bombalıyordu. An oldu şehre uzak kaldı insan ya da şehirden uzaklaştırıldı. Sanki irfan ve hikmet yüklü bulutlar çekiliyor da üzerinden kupkuru dudakları kalbinden ve ruhundan akıp yüzünde birikiyordu. İlahi ruh dokununca çarşısına, mabedlerine ve sokaklarına, barış ve esenlik yurduna dönüşüyor, aziz bir belde oluyordu şehir. İblis ve karanlığı kollayan fesad şebekesi dolduğunda ise bulvarlarına şehrin, kan kokuyordu buhur yerine geceler, dikenli fısıltılar akıyordu çatılarından çok katlı evlerin. Şehir insanın yeteneklerini sunduğu bir platformdur, sahnedir. Mağaradan gölgeler yansır bazen şehrin perdelerine. Bazen sicim suretinde gözyaşları ıslatır şehrin elbiselerini, dekorunu. Bazen de onurlu okuyucular doluşur orta yerine zamanın ve ‘Ve La Ğalibe İlla Allah’ derler. Bir köşesinde şehrin günah çukurları ve arkaik zebunlar; diğer köşesinde şehrin gülden terazi tutan ve gülü gülle tartan gül adamlar vardır. 8 Camilerinde şehadetleri dinin temeli ezanlar, gökdelenlerinde ise kibrin ve tuğyanın silüetleri. Şehirler de insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. Göğsünde arzın derin nefesler ile vücut bulurlar. Yekinir yer tutarlar; tezler geliştirir, fırtınalar koparırlar; bağrından cemiyetin adam suretinde adanmışlar büyütür sonra da her canlı gibi ölürler. Şehirler yaşlanırlar; amansız beden sancılarına yenik düşerler; felaketler ile yerle bir olur ve ölürler. Ama en acısı, şehre gözyaşları döktüren, şehrin iniltilerini yedi kat semaya kavuşturan ihanet sonrası ölümlerdir… Şehrin naçizane kayıtları, evrakları, salnameleri vardır. Gözleri üzerindedir insanın, kulakları keskindir; makinalı gibi tararlar zamanı. Zerre kadar iyiliğe ve zerre kadar kötülüğe duyarlı gelişmiş aygıtları olmasa da bir hafızası, kalemleri, aziz yazıcıları ve arşivi vardır şehirlerin. Hakikate körleşen ve sağırlaşan insanın hallerini yazıp durmaktadırlar. Hakikatin kitabını terk edilmiş bırakanları ve hakikatin onurlu okuyucularını kıytırık beyaz yakalılara, teknokrat kırmalarına değişenleri satır satır yazmaktadırlar. Gözlerini din gününe çevirmiş, insanı adl-i ilahiye şikayete kilitlenmişlerdir. Gözlerine mil çekilmiş hüzünlerden ahirete uzanan inanç tadında bir bekleyiştir bu. Hakkı ve sabrı tavsiyeleşmekten uzaklaşan insanın yaşattığı bir kahır yüküdür bu. Şehrin bereketini bodrum katlarında, eğlence salonlarında, gece kulüplerinde tüketerek yıpranan, dahası, tüketerek adamlaşacağını zanneden insanın tereddi hallerine bir şikayettir bu. 9 Yakın geçmiş ve kirlenmiş günümüz Bazı kelimeleri zikrederken insanın içini ince bir sızı yoklar. Yan yana dizilen birkaç harften meydana gelen bu kelimeler yaşanmışlıklardan mütevellit hasreti, kederi, buruk bir sevinci ifade ederler. Modern yaşamın değirmeninde öğüttüğü mahalle hayatı ve kültürünü de ne yazık ki “eskiden” kelimesinin öncülük ettiği cümleler tarif eder. Eskiden İstanbul’da muhabbeti dışarı sızdıran ahşap evleri, sevgiliye el sallayan neşeli cumbaları, anahtar delikleri paslanmış tahta kapıları, billur sular akıtan cömert sebilleri, bir ok işareti gibi semayı gösteren haşmetli minareleri ile sabah-ı şerifleri tatlı bir telaşla karşılayan mahalleler vardı. Asude çınar ağaçlarının gölgelediği bu mahallelerde nikâh, ölüm gibi çeşitli sosyal halleri tanzim eden imamların yanı sıra veresiye tutmaktan erinmeyen emektar bakkallar, henüz ekmekleri bozulmayan hünerli fırınlar, kedisini ihmal etmeyen müşfik kasaplar, makasına altın bir bilezik gibi ehemmiyet veren mâcit berberler, tenhalardan perva etmeyen cesur bekçiler ve en nihayetinde “yârin yanağından gayrı ” emeği-ekmeği, neşeyi-kederi; hülasa koca bir hayatı paylaşan sadık komşular bulunurdu. Kendi söküğünü dikemeyen terzileri de unutmamak lazım. Terzisinden imamına kadar söz konusu mahalle sakinlerinin hayatları iç içeydi. Birbirinin sosyal ihtiyaçlarını alçakgönüllülükle karşılayan bu insanların komşuluk münasebetleri akrabalık bağlarının bir adım önündeydi. Mahalle hayatı ve kültürünün menbâsını oluşturan paylaşma, yardımlaşma, dayanışma gibi hasletlerden meydana gelen insani ilişkilere hayati bir zaruret atfedilirdi. Mahallelerin sokak dokusunu, çoğu zaman hoşgörü esasına dayanan mahalle münasebetleri tayin ederdi. Başkasını rahatsız etmediği sürece sokağın ortasında hane inşa etmeyi bile makul gören bu hoşgörü mahremiyeti muhafaza eden çıkmaz sokakları vücuda getirirdi. 10 Herkese geçiş hakkı tanıyan kavisli sokakların aksine çıkmaz sokaklar sadece bir veya birkaç haneye penâh olurdu. Genellikle bir veya iki kattan oluşan bu hanelerin yükseklikalçaklık bakımından birbirine paralel inşa edilmesi de tesadüf değildi. Bu paralellik hane içi hayatın ifşasını önleyecek bir tedbir niteliği taşırdı. Hanelerin dışarıya açılan kapılarının birbirine mukabil gelmemesi de bu mahremiyete gösterilen ehemmiyeti tezahür ederdi. Günümüzde, kendine mahsus bir kültür meydana getiren eski mahalle hayatının izlerine ne yazık ki sadece fiziki yapılarda rastlamak mümkündür. Buram buram hanımeli kokan kavisli sokaklardan yükselen zerzevatçı nidalarını, kapı eşiğinde yapılan ikindi sohbetlerini, misafir yolunu gözleyen aralıklı kapıları, düdük öttüren telaşlı bekçileri, birbirine yardım etmekten imtina etmeyen kadirşinas sakinleri tahassür eden İstanbul, mahalle hayatı ve kültürünü ancak eski zamanlarda tahayyül ederek teselli bulmaktadır. Mahalle sakinleri Mahalle hayatını oluşturan en önemli unsurlardan biri de sakinler arasındaki komşuluk ilişkileriydi. Herhangi bir mahalle sakininin karşılaştığı müspet ya da menfi bir olayın ceremesi veya semeresini bütün mahalle paylaşırdı. Ölüm, doğum, evlilik, sünnet gibi sosyal hadiselerin üstesinden hep birlikte gelinirdi. Ölüm olayı karşısında acıya ortak olunur, yas evine cenazenin kaldırılmasından ölü yemeğine kadar her türlü destek verilirdi. Biri mi evlendi, çeyiz dizmekten düğün alayına kadar imece usulü herkes üzerine düşen vazifeyi içtenlikle yapardı. Herhangi bir uygunsuzluk, usulsüzlük karşısında ortak tavır alınır, mahallenin dirliği, düzeni el birliğiyle sağlanırdı. İstanbul’da komşuluk ilişkilerinin en renkli motifini kadınlar oluştururdu. Zerzevatçı nidasını işittiklerinde merdivenleri telaşla inerek sokağa yönelirlerdi. Akşam sofraya oturtulacak sebzenin en iyisini seçmek için tablanın altını üstüne getirirlerdi. Sonra bir pa11 zarlık alır başını giderdi. Mutabakata varıldığında zerzevatçı, yükü hafiflemiş bahtiyar bir şekilde sokaktan ayrılırdı. Sıcak yaz günlerinde mahalle hanımları neredeyse her gün birbirlerine sabah kahvesine, beş çayına veya akşam sohbetine giderlerdi. Sabah namazından sonra kahvaltı saatine kadar ev işleri bitirilmiş olurdu. Hanımlar hayırlı işler dileyerek beylerini işe uğurladıktan sonra akşam yemeği için tencereyi ocağa koyarlardı. Zeynep, Ayşe, Fatma hanımlar varsa yanlarına genç kızlarını ve gergeflerini alarak onları bekleyen komşu haneye doğru yola koyulurlardı. Hane sahibesi tarafından kapı eşiğinde güler yüzle karşılanan komşular, kamelyanın gölgesinde dinlenen böreklerin başına buyur edilirlerdi. Böreklerden alınan lokmalar midelere bayram ettirirdi. Sonra desenli fincanlarda köpüklü kahveler ikram edilirdi. “Ayol duymadın mı!” diye başlardı lakırdılar. Anlatılan hadiseler, havadisler kahvenin de lezzetiyle keyiflere keyif katardı. Kahveler içildikten sonra da fincanlar “Neyse halin çıksın falin” ifadesiyle açılmak üzere çeşitli dileklerle kapatılırdı. Bahçenin başka bir köşesine öbeklenen genç kızların ise muhabbetlerini genellikle beyaz atlı prensleri süslerdi. Dantellere atılan her ilmik onları çeşitli hayallere sevk ederdi. Hanımların dillerinde yemek tarifleri, kızların ise “ bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya”. Mesaisini tamamlayan beyler ise eve gitmeden önce kahveye uğrar, tavlaya otururlardı. Kahvede demli çaylar ardı sıra servis edilir, gazete sütunlarını meşgul eden memleket meseleleri konuşulurdu. Çoğu zaman ateşli tartışmalara dönüşen memleket meselelerini boşluğa bırakılan zarlar tatlıya bağlardı. “ Du şeşşşş! ” . Sonra evli evine köylü köyüne… 12 Sıkıysa Avm’ den parasını sonra vereceğim diyerek bir ciklet isteyin! Mahallenin yerleşik unsuru olmasa da esnaflar mahalle hayatının önemli unsurlarını teşkil ederlerdi. Bakkallar, fırınlar, berberler, kasaplar, terziler… Her mahallede bulunan bu esnaflar mahalle sakinlerinin çeşitli ihtiyaçlarına cevap verirlerdi. Peynirinden sabununa kadar çeşitli ev gereklerini bulundurdukları için mahallenin en uğrak yerini bakkallar oluştururdu. Zeytinin etlisi, pirincin iyisi onlardan sorulurdu. Her geleni hoş karşılamaktan, gül güle uğurlamaktan hiç yorulmazlardı. Küçük çekmecelerinden veresiye defterlerini eksik etmeyen bakkallar, mahalle sakinleriyle aralarına maddi bir mesafe koymazlardı. İsteyen her mahalle sakinine bu defterlerde hesap açarlardı. Veresiye defterlerinin her bir nüshasını aybaşına kadar birer senet gibi muhafaza eder, aybaşı parası çıkışmayanları ise idare etmekten kaçınmazlardı. Mahallenin ikinci uğrak yeri ise fırınlardı. Yemek öncesi kapısı çalınan fırınlardan gramını hiç şaşırmayan baklava dilimli sıcak ekmekler alınırdı. Temizliğine ehemmiyet verilen fırınların bilhassa ramazan aylarında bacası sahur vaktine kadar tüterdi. İstanbul’da lezzetli yemeklerin yolu eli bıçaklı, beli peştamallı kasaplardan geçerdi. Sabahın erken saatlerinde dövülmüş, kıyılmış, kuşbaşı kesilmiş et sipariş eden mahalleliye kasaplar paket paket iyisinden sığır, keçi, kuzu yetiştirirlerdi. Aybaşlarında kasaplar pek çalışırdı. Zira mahalleli genellikle aybaşlarında maaş alırdı. Her kasabın bir de kedisi vardı. Diğer kedilerin imrendiği kasap kedileri önlerine atılan artık etlerle güzel bir ziyafet çeker, sağa sola yuvarlanıp keyif çatarlardı. Kendi söküğünü dikmeye fırsat bulamayan terzilerin ise ellerinden iğne ve iplikleri düşmezdi. Kadın ve erkek terzisi olmak üzere birbirinden ayrılan terziler, mahalle sakinlerine müzeyyen 13 kumaşlardan şahane elbiseler dikerlerdi. Bir elbise için bazen birkaç kez prova yapıldığı olurdu. Bu provalarda elbise diktiren kişiye henüz ana hatları dikilmiş kumaş giydirilir, elbisenin bir kusurunun olup olmadığına bakılırdı. Burun ucuna kaymış gözlükleriyle kumaşları inceleyen terziler bir kusur fark ettiklerinde iğnelerine sarılır, kumaşları iğnelerlerdi. Hasbıhalin ihmal edilmediği provalar bittiğinde ise iş başına geçilirdi. Dikiş makinesinin kolunu güçlü bir hamleyle çevirdikten sonra pedallara yüklenen terzilerin bedenleri yorgun düşünceye dek bir ileri bir geri sallanırdı. Osmanlı döneminde perukâr ismiyle anılan berberler mahalle erkeklerinin saç sakal tıraşından sorumluydu. Düğün, bayram gibi günlerde berber dükkânı hıncahınç dolardı. Herkes sırasıyla alınır, özenle tıraş edilirdi. Kolları sıvalı, elleri usturalı berberlerden önce sakallar nasibini alırdı. Bilenmiş usturalar marifetiyle sakal tıraşı yapılan yüzlere avuç avuç kolonya çarpılırdı. Kolonyayla sızlayan yanaklara sinek konsa kayardı. Sonra saçlar… Hünerli parmakların arasında tutulan saçlar tez canlı makaslarla kesilir, talep edildiğince kısaltılırdı. Berberler gün boyu ustura ve makası ellerinden “Sıhhatler olsun”u dillerinden düşürmezlerdi. Şehircilik anlayışımız, şehrin yalnızca beton yapısıyla mı ilgili olmalı, hasılı? Şehirlerimize insaniyet kimliği vermek hangi makamın işidir, peki? *** Bunun içindir ki önce çocuk dedik! Önce gençlik dedik! 2071 yakın geleceğimiz! “Yeniden Büyük Türkiye” hedefinde, başbakanımızın açtığı yolda sadakatle ve kararlılıkla yürürken yalnızca şehrin maddi yönünün (binalar-yollar vb) değil, şehrin insanlarının da yanında yer aldığımızı göstermek için ulusal bir tavır sergiliyor, “2071 yolunda çocuk ve gençlik açılımı”nı BİR TEKLİF OLARAK Türk Kamuoyunun takdirlerine arz ediyoruz. 14 YENİDEN BÜYÜK TÜRKİYE İnsanlık tarihi; husumet ve bu husumete bağlı sonu gelmez çatışmaların, kanlı savaşların yaşandığı acı dolu sayfalardan ibarettir. Bu savaş bir nevi; iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, hak ile batılın arasında cereyan ede gelmiştir. Zalim ve mazlum kavramlarını ortaya çıkarmıştır savaşlar ki; galip ile mağlubun dışında! Biz Türklerin İslam dairesine girdikten sonra batılının bizlere uyguladığı Haçlı Seferlerini unutmamız mümkün değildir. Her ne kadar günümüzde diyalog ve hoşgörü kavramları yerli yersiz, uluorta kullanılmaya başlandıysa da tarih bizlere karşı uygulanan zalimce sahifelerden ibarettir. Enson yitirdiğimiz devlet-i Osmaninin akıbeti ise ortadadır. Cumhuriyet tarihimiz ise batılının entrikaları ile kapkaranlıktır. 2. Dünya Savaşından sonra kapitalist ve komünist dünya arasında danışıklı oynanan soğuk savaş oyunları bittiğinde, dünya hükümranı olarak bir başına kalakalan kapitalist zihniyet, kendisine bu kez hasım olarak eskimeyen düşmanını yepyeni bir şekilde dünya kamuoyuna ve pazarına sunarak azılı düşman ilan etmiştir. 11 Eylül kurmacası ile bu oyunun startı verilmiştir. 15 Arkasından, yıllarca Kominist Rusların işgaline karşı destansı mücadele gösteren Afganistan fiilen bu kez batılı şer odaklarının ağabeyi tarafından haksızca talan edilmiştir.Uyuşturucu tarlasına dönen Mücahitlerin mevzii Hindikuş tarlası... Irak üzerinden fiili ve kültürel olarak Arap coğrafyası… Arap Baharı adı altında romantik bir tezgahtır aslında! Suriye halkı kanlı iç savaş trajedisini hala yaşamaktadır. IŞİD en yok! Türkiyem üzerinden oynanan oyunun oyuncusu Komünist bir terör örgütü olan PKK ya ise Kürdistan hayali üzerinden bir başka böl-parçala-yut senaryosu uygulanmaktadır. Arakan’da hunharca yakılan Müslümanların sızısı Batılının fast-food köfte kokularından AVM koridorlarında ılımlı İslama konuçlanan bizlere ise ulaşamamaktadır. Sokak yaşamlarımızda; dinimizde ve geleneğimizde olmayan kavramlar boy göstermektedir; Ensest ilişki, homoluk, lezbiyenlik, zina, alkol, faiz…Dedikodu, gıybet, iftira, yalan söylemek günah kabilinden değil sanki… Sokaklar dolusu ahlaksızlık terörü ile de günbegün vurulmaktayız. “Oku” ile başlayan bir dinin müdavimlerinin hayatında kitap okumak insan ihtiyaç sıralamasında 235. sırada! Batılının şer güçlerinin markalarınca hem ahlaken, hem iktisaden kuşatılmışız; birbirimizle dalaşmaktan fırsat bulup da bütün bu gerçekleri görmezden gelerek! Batılı şer güçler yeni düşmanını belirledi: İSLAM! Yani Bizler! Biz İslam mensubu kavimlerinde düşmanları ortada! Yani Bizler! Onlar dışarıdan, biz içerden birbirimizi kemirmekteyiz, tarihten ibret almadan! Müslümanlar laboratuarlara, kütüphanelere girmeli artık! “Müminler Kardeştir” düsturuyla asırlardır coğrafyaları şekillendirmedik mi? Nedir bu kavmiyetçilik hastalığı? Batı yalnızca bize düşman değil ki? İnsani olan bütün değerlerin düşmanıdır. Batılının günümüzdeki değerleri yeryüzünü talan etmedi mi? İki koca cihan harbine ne demeli? Teknoloji ile kendi ihtirasını biçimlendiren batılının bu batıl tavrı kendi insanlarını bile mutsuz kılmakta. New York’taki evsizlerin hali neden içini sızlatmaz şer güç16 lerin? “Yeni Dünya Düzeni” eskimeyen şeytani bir aldatmaca değil midir? Ya bu zalimin çizmesi altında onursuzca yalnızca sızlanarak yok olmayı bekleyeceğiz ya da yeniden İslam Medeniyetini ihya edeceğiz. İnanın İslam’ın şefkat eline Bolivya’nın, Şili’nin, Fransız’ın da çocuklarının ihtiyacı var! Bir cinnet çılgınlığındaki batıyı durdurmanın tek çaresi Medeniyetimizin dirilişini gerçekleştirmektir. Bunun yolu ise artık çocuklarımıza kendi kültürel kodlarımızı yüklemlemekten geçer. Kürt kardeşlerim! “Kürt sorunu” dediğiniz, Türkiye’nin olduğu kadar “Kürtler” adına konuşan birilerinin de sorunudur. “Kürtler” ne zaman kendilerini aşacaklar da 21. yüzyılda yaşadıklarının farkına varacaklar? Ne zaman ahlaken savunmaları mümkün olmayan önderlere ya da örgütlere bel bağlamaktan vazgeçecekler? Türk hükümetlerinin “resmi tarihi”nden yakınırken, PKK ve uzantılarının söylemlerine teslim olmaktan geri duracaklar? Ne zaman bizzat kendi aydınları tarafından ihmal edilmiş budunlarının acısını “Yeni Dünya Düzeni”nde var olabilmek için petrolsüz, doğalgazsız çabalayan kan kardeşleri Türklerden çıkarmaktan vazgeçecekler? Bütün bunlar bir süreç meselesidir, gayret meselesidir. Bunu çözüm süreci olarak mı göreceğiz, çözülme süreci mi? Kürt sorunu deyip duruyoruz. Türkiye’de nitelikli “eğitim sorunu” bahsedilen terör meselesinden çok daha tehlikeli bir sorundur. Biz ilkokul seviyesindeki soruların içinden çıkamayan üniversite mezunlarımızla geleceği nasıl kurgulayacağız, bunu sorgulayalım! Bu çocuklarımız, batının kültür değerleriyle yetiştirdiğimiz çocuklarımız Güneydoğu da dahil olmak üzere, hangi sorunla baş edecekler? Hangi milli ve evrensel reflekslere sahip olabilecekler ki? Türkiye’nin bir de 2023 hedefleri var. Evet… 2 trilyon dolarlık milli gelir öngörülüyor. Bunlar bizzat Sayın Başbakan tarafından dillendirilen fevkalade sevindirici hedefler. Velâkin, ulaşılabilir olmaları için işgücünün istihdam edilebilir nitelikte olması şart. Oysa, eğitim sistemimizin nitelik ve nicelik olarak ne denli yetersiz olduğunu sağır sultan duydu. Melbourne Enstitüsü’nün 2012 raporu Türk yükseköğretim sistemini 50 ülkelik listesinde 46. sıraya koydu. İran bile bizden daha iyi durumda. 17 Gençlerimiz hedeflediğimiz ligde rekabet edebilecek donanıma haiz değil. Astronomisiz kozmoloji, matematiksiz teknoloji, biyolojisiz çevrecilik, fiziksiz, kimyasız eskatologya, notasız müzik, tarihsiz siyaset… 21. yüzyılın “Türkiş” ütopyası. Barbyler, Bentenler, Spidermanler ve Mickey Mauslarla yetişen nesil! Ve bu uğurda dışarıya pompaladığımız yetim hakkı dövizlerimiz… Aklımızı başımıza toplamazsak terör filan değil, entel görünümlü cehaletimiz dağıtacak bizi! Dağılan bilyelerden son yuvarlakta siz olacaksınız kardeşlerim. Biz ortak yönlerimizi payda yapalım. Bu coğrafya dış dünya tarafından Müslüman Türk olarak bilinmektedir. Yurt dışına çıktığınızda bu ülkenin ateistide olsanız vasfınız Müslümandır. Çingene de olsanız, kürtte olsanız, çerkezde olsanız siz Türk vatandaşısınız. Bu coğrafyanın markası Müslüman Türk’tür. Bölünmek değil birleşmek kaderimiz olmalıdır. “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılmadıkça, parçalanırsınız!” diyen rabbimize kulak verelim. Birliğimiz dirliğimizdir prensibini unutmayalım! Evet, yeni kurulan devletimizin cumhuriyet hükümetleri çok büyük hatalar yaptılar. Jandarmanın dipçiği yalnızca sizin ensenize inmedi. Hepimiz zulümlerden nasiplendik. Bizim sonu gelmeyecek kavgamız kimin işine gelebilir ki, bir baksanıza! Bizler evlatlarımızı yitirirken kimlerin kurşunlarını sıkmaktayız birbirimize? Ve asla sizin sesiniz olamaz batılının taşeronu olan bir terör örgütü! Mezarlarımıza bir bakalım, yan yana yatmıyor mu ecdadımız? Aynı türkülerle büyümedik mi? Aynı sokaklarda kirletmiyor mu çocuklarımız kıyafetlerini? Aynı okul sıralarında çürütmüyorlar mı dirseklerini! Açılım diyorlar! Açılalım; birbirimiz olduğumuzu söyleyelim birbirimize! Hangi Akil adam söyleyecekse söylesin artık; “Müminler kardeştir!” Musalladan sonra nereyi yurt edineceğiz dostlar! Rabbimiz bizi ayrı ayrı yurtlara yerleştirmeyecek; Türkler şuraya, kürtler buraya! Ya cennetliğiz, ya cehennem! Ya iyiyiz ya da kötü aslında! Bir kavga vereceksek eğer, cehalete, yoksulluğa ve zulme karşı verelim; hep beraber! Uranyum, toryum, bor, demir, çinko, altın, manganez, poli18 üretan, bakır, kurşun, gümüş, molibden gibi kıymetli maden cevher yatakları BÜYÜK DESTAN KAHRAMANI Battal Gazimizin memleketi Malatya’mızın KULUNCAK ilçe sınırlarındaki mevcudiyeti ile, rezerv olarak ÜLKEMİZİN geleceğine umut vaad etmektedir. Hele ki toryum… Dünya rezervinin %78’i Kuluncak’ta…%8’ide Manisa Edes’de. Zararsız radyasyona haiz nükleer enerji kaynağı yani. Bir çuvalı ile bir şehrin tüm enerji ihtiyacını karşılayabilirsiniz. İşte bu bölgede konuşlandı Amerika’nın füzesavarları. Ya da Kuluncağın önemini örtbas eden dikkatsavarlar! Ki Kuluncak New Age Akil Adamlarımızın gaflet, delalet ya da ihanet içerisinde olarak biçimlendirecekleri Kürdistan sınırları içerisinde. Yani şimdilik gayri resmi başkenti Amed olan, Kürdistan’ın! İnanmayan Googleearht’ın map ine bakıversin! Bölgenin efsanesi ise yaşadığı çağda, çağının en büyük küresel gücüne kök söktürmekte mahir idi; Bizans’a… Battal Gazi! Eskişehir’de kıyameti bekleyen büyük mümtaz şahsiyet! Osmanlının yedi düvelle boğuşup, can çekiştiği günlerde Anadolu’nun bağrına Bağdat demiryolu döşenmiştir, Alamanlar tarafından. Biz tezek yakaduralım en büyük enerji kaynağı olarak, o günlerde; Osmanlımızın topraklarından olan Arapların yaşadığı bölgeye “neft” seferleri düzenlenmektedir “gavurlarca!”: Petrol! Şimdilerde kazık yiyerek İthal ettiğimiz doğalgaz enerji ihtiyacımızı daha ne kadar karşılar? Arap yöneticiler İngiliz’le işbirliği yaparken Anadolu’nun Bir milyon evladı Peygamber kucağı Medine’ye Serpuşlu çizmesi değmesin diye şehid olmuştur, kızgın çöllerde!: “Burası Muştur, yolu yokuştur” Türküsünde gidip te gelmeyenler acep kimlerdir? Aynen “hey onbeşli, onbeşli” isimli Tokat türküsündeki onbeş yaş ortalamasındaki gibi…Mersin, Sivas, Balıkesir, İstanbul liselerinin mezuniyet veremediği o günlerdeki gibi! Şimdinin lise mezuniyet törenlerindeki reşit dahi olmayan çocuklarımıza boca edilen içkili fuhuş partileri ise başka bir mevzuu! Ne diyordu Filistinli Bakan; “Osmanlıya ihanetimizin bedelini ödüyoruz!” O Filistin’deki çocuklar ise zalim İsrail yönetimini şeytan taşlar misali taşlarken, nasır tutmuş minicik elleri dedelerinden miras aldıkları baldıran şarabının etkisi ile bölgelerinden çıkan petrolden elde edilen naylondan çiçeklere da19 hi o kadar uzaktılar ki… Naylondan sevgilere ise bir o kadar aşina! Kimse soramadı PKK ya! Onların ihanet içindeki eli kanlı komünist, ahlaksız ve Allahsız yöneticilerine; Ya hu görmüyor musunuz Kürt halkının içine çekildiği berdel, kan davası, cehalet ve hatta ensest tuzağı? Yozlaşma bütün Ümmet-i Muhammed’in sorunu değil mi? 25 milyon nüfusumuz 12 yaş altındaki çocuklarımızdan ibaretken çocuklarımıza yönelik bir informal eğitim sistemimiz var mı? Düşman aynı değil mi? Bütün Evlad-ı Fatihan toprakları işgal altında değil mi, şirkin kültür değerleri ile! Ana dilde eğitim mi? Geçiniz Kürtçeyi… Ortalıkta Türkçe mi kaldı? Dilimize de, dinimize de PEPE değil miyiz? Müslüman Mücahit Afganlı kardeşim dünya eroin üretiminin %94’ünü bir başına üstlenirken öğrenci anlamındaki “Taliban” kimin öğrencisi? 100 dolarlık eroin Afgan dağlarından yola çıkınca, Pakistan’da 7000$… Şeriatçi İran’da, 12.000$, Çağdaş, laik Türkiyem’de ise 22.000$! Ya da kısaca 40.000 vatan evladı! Ya da kısaca PKK! Ardından da gelsin silah sektörü, ilaç sektörü! IŞİD edim artık gerçekleri! Peki ya toplamda 150 milyar $ olan 76 milyon nüfusumuzun ihracat rakamına ne demeli? Kar marjı ise % 4! Yani 6 milyar dolar ile geçinmekte, 76 milyonluk nüfus! Mevcut borcumuzdan bahsetmeyelim, IMF ye borcumuzu kapattığımız şu günlerde. Apple’nin 500 milyar $, Microsoft’un 250, Google’nin 150, Face’nin 100 ve Twitter’in 12 milyar$ olan büyüklüklerinden bahsetmenin ne gereği var şimdi? “Kültür Ekonomisi” desem siz el hafifliği ile bereketten mi bahsedeceksiniz? Peki, sizce; Arz-ı mevud uzantısından haberdar mıdır genişletilmiş Ortadoğu projesinin sevdalıları? Gelin bu kez hep beraber arayalım, Battal Gazi’yi! O Bizans’a kafa tutan yiğit adamı! Ya da; China malı seccadelerimizde kıldığımız namazlarımızda Allah’tan yardım isteyelim, “Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez” ilahi buyruğuna rağmen! Ki; “Onlar kıldıkları namazlardan gafildirler!” Fehmi Demirbağ / Temmuz 2014 20 ÖNSÖZ Sevgili dostum Süpermen ve diğer kahraman dostlarım! KAHRAMANIM! Nasılsın? İyi misin? Duydum ki, yine memleketi kurtaracakmışsın. Onunla da kalmayıp tüm dünyayı kötülerin elinden alacakmışsın. Sevgili arkadaşım, Seni çok sevdiğimi bilirsin. Bu konuda seni uyarmak istedim. Yüzüne söylesem belli ki darılacaksın; Mektup yazarsam daha rahat birbirimizi anlarız diye düşündüm. Memleket öyle kurtarılmaz. Ülkesini ve dünyayı kurtarmak isteyen insanların ajandalarında daimi yer alması gereken bazı unsurlar vardır. Eski Çin’de insanlar devlet işlerini yoluna koymak için önce cemiyet hayatını düzene koyarlarmış. Cemiyet hayatını düzene koymak için önce aile hayatlarını yoluna sokarlarmış. 21 Aile hayatlarına yoluna koymak içinse önce kendi özel hayatlarını düzene sokarlarmış. Bundan iki üç bin yıl önce Eski Çin’deki bu tespit ve işleyiş yaşlı dünyamız kadar kadim ve hâlâ günceldir. Vizyon sahibi insanlar olabilmek öyle kolay bir iş değildir. Kapasite ister, fedakarlık ister, çalışma ister, azim ister, aşk ister. Hayat bizden dünyayı kurtarmamızı değil, kendimizi kurtarmamızı ister. Yaşamakta olduğumuz ömür “bizim” ömrümüz. Doldurduğumuz saatler “bizim” saatlerimiz. Mahşer günü karşılaşacağımız ilk soru “Kendin için ne yaptın?” olacak. Kendini kurtarabildin mi? Namazlarını eksiksiz kıldın mı? Haramlardan kaçıp helallere tutundun mu? Gözünü dilini harama bulaştırdın mı? Gençliğini, sağlığını, boş vaktini ve paranı nereye harcadın? Allah’ın yeryüzüne dağıttığı ilimden ne kadar nasiplendin? Ne biliyorsun? Ne kadar biliyorsun? Uzun hayatın boyunca benim rızamı hak edebilmek için ne yaptın? Sıfır kilometre bir bedene, beyine ve kalbe neler yükledin? “Dünyayı kurtarabildin mi” sorusu kim bilir ne zaman gelir? Değerli Süpermen, “ya, bu millet adam olmaz” diyerek “adam olmayı” hep başkalarından beklediğin sürece “biz adam olamayız!” Değişmeyi, gelişmeyi, düzelmeyi, iyileşmeyi başkaları asla beceremez. “Ben” iyiysem, kaliteliysem toplum da iyidir, kalitelidir. “Biz” düzelmişsek, “millet” de düzelmiştir. 22 İki günü birbirine eşit olanı bırak, yıllarımız bile birbirine eşitse, “bu millet adam olmaz”. Eğer sen dahi anlattığın gerçekleri yaşamıyorsan, seni dinlemem için bir sebep gösteremezsin bana. İşinde yalan varsa, haram karışıyorsa, ibadetlerin aksıyorsa, gözün gönlün harama meylediyorsa, çocuklarınla aran bozuksa, ailende huzur yoksa, yolda giderken insanlar sana selam vermiyorsa veya “bu adam benim gibi değil” diye Allah’ın selamını insanlardan esirgiyorsan, en son okuduğun kitabın adını dahi hatırlamıyorsan, tirajını 100 binlere çıkarmak için uğraştığın cemaatinin gazetesini savunmayı cihad bellemişsen... Kur’an-ı Kerim hâlâ, ama hâlâ evinin en güzel köşesinde ilk aldığın günkü gibi duruyorsa, bu memleket adam olmaz canım Süpermenim. Sen kendi nefsini kurtaramazsan, bu memleket kurtulmaz. Senin çıtan yükselmezse Türkiye hep üçüncü ligde oynar. “Senin kaliten + Benin kalitem = Bizim kalitemiz = Türkiye’nin kalitesi”; bu denklem böyle kurulmuştur,böyle işler. Adam gibi adam olan üç ya da beş kişiyle yürümez yaptığın iş. Dünyayı kurtaracaksan 300 bin olmalısın, 500 bin olmalıyız. İlay-ı Kelimetullah hedefimiz olmalı! Emr-i bil maruf, nehy-i anil münkerde prensibimiz. Çünkü kıymetli Süpermenciğim, Allah hak etmeyene vermiyor. Yahudi’ye küfretmeden önce, ondan bazı dersler almayı da ihmal etme. Karanlığa küfredeceğine, üzerindeki tembellikten kurtul ve bir mum yak. Çok kızdığın yahudi, kendi batıl davası için kaç bin yıldır çalışıyor? Batıl bir davaya insan nasıl bu kadar bağlı kalabilir, hiç düşündün mü? 23 O da “Mesih” bekliyor, kendini kurtarsın, tekrar ana vatanına dönebilsin diye. Ama senin gibi, benim gibi yatmıyor. Lafla peynir gemisini yürütmüyor. O’nun gelişine hazırlık için yeryüzündeki şartları müsait hale getirebilme yolunda parayı kontrol ediyor; siyaseti, medyayı, yargıyı, sporu, sanatı, ulaşımı, tarımı. Bak, dünyanın dört bir yanını ateşe verdi bile. Her ocakta bir yangın başladı. Dünyayı kurtarmak için senin yapman gerekenleri o yapıyor, n’aber? Sen eli kolu bağlı küfrediyorsun sadece. Kendi ellerini kendin bağladın tembelliğinle. Bedenin tembel olsa neyse, zihninde de aynı uyuşukluk var. Kullanmazsan uyuşacaktır elbet. Büyüklerimiz bizim yerimize düşünüyorlar, deme bana. Sana ne lüzum var o zaman bu dünyada? Yahudi’nin yaptığı zulümlerde senin hiç mi payın yok? Mehdi gelecek, her şeyi düzeltecek diyorsun. Falanca kişi mehdidir, filanca değildir diyorsun. Aç tavuk kendini darı ambarında sanır. Mehdi sana ne yapsın? Nazım Kurtoğlu 2071 Milli Gençlik Derneği Yönetim Kurulu Bşk. 24 MARKALAR, EMPERYAL GÜÇLERİN İŞGALCİ KOLLUK KUVVETLERİDİR! -MANKURTLAŞMANIN AMENTÜSÜ- “Ne Kara Kuvvetleri, Ne Deniz Kuvvetleri, Ne Hava Kuvvetleri; En Büyük Güç; KÜLTÜR KUVVETLERİ!” Mankurt; Cengiz Aytmatov’un 1980 yılında yazdığı Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserinde Kırgız destanlarından yararlanarak güncelleştirdiği bir kişiliktir. Mankurt bazı işlemler sonucu öz benliğini yitirerek kendisini kimliksizleştiren düşmanının kuklası haline gelmiş bir zavallı insan tipidir. Mankut, “kut”unu (kutsalını) yitirmiş, bedbaht kişi anlamındadır. “Mankafa” olarakta argoda olsa aslında dilimizde yerini çoktan bulmuş bir kavramdır. “Önce tutsağın başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarılır. Yeni kesilmiş deve derisinin en kalın yeri olan boynundaki deri, tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sarılır. Zamanla kuruyan deri kafayı öyle bir sıkarmış ki insan acıdan kafayı yer, düşünemez. Bu dayanılmaz acıya bir yandan da kazınan saçların dışarı değilde içeriye doğru büyüyerek batması eklenince esir çılgına döner. Esir başını acıdan yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde 25 dört beş gün aç susuz bırakılır. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölür. Kalanlar ise belleklerini yitirir. Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlar. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan mankurt olur. Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmez. İnsan olduğunun bile farkında değildir. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmek olurmuş.” Aytmatov’un “Gün UzarYüzyıl Olur” adlı eseri pek çok Batı diline ve Türk lehçelerine çevrilip yaygınlaşırken “mankurt” kavramı da kabul görerek literatüre girmiş ve “mankurt” ve “mankurtlaştırma” temaları yaygınlaşmıştır. Fransa’da V. Lackhine tarafından “yılın kitabı” olarak gösterilen Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur” eserinden yapılan iktibasla “ Mankurtizm ” “sosyal kimlik değiştirme ve öz köküne yabancılaşma” temalarını karşılayan bir terim olarak sosyal psikoloji literatüründe yerini almıştır. Bizde “Avarlar“, Avrupa’da ise “Juan-Juan” olarak bilinen ve Kırgızistan Türkleri’nin baş düşmanı olan acımasız bir topluluk vardır. Bu topluluktaki insanlar, çevrelerindeki büyük küçük topluluklara, fırsat buldukları zaman saldırırlar, onların yerleşim yerlerini yakıp yıkarlar, insanları öldürdükten sonra çevrede ne varsa yağmalarlar ve bazı kişileri de tutsak ederlermiş. Tutsak ettikleri kişileri kendi bölgelerine götürüp incelerlermiş. Güçlü ve dayanıklı olanları , “mankurtlaştırmak” için ayırırlarmış. Geri kalan güçsüzleri ise başka yerlere satmaya çalışırlarmış. Satılanlar bir bakıma şanslı sayılırlarmış; çünkü onlar belki bir gün götürüldükleri yerlerden kaçıp yurtlarına dönebileceklerdir. Fakat geride kalanlar, mankurtlaştırılarak sonsuza dek köle olarak yaşayacaklardır. Mankurtlaştırılacak kişiler belirlendikten sonra bu kişinin önce diri diri kafa derisini yüzer, daha sonra da tek kıl kalmayacak biçimde 26 bütün saçlarını yolarlarmış. Kişinin kafasını tamamen temizledikten sonra bir deve kesilir ve bu devenin boyun tarafından alınacak bir deriyi, sıcak sıcak genç tutsağın kafasına geçirirlermiş. Zaten kafa derisi yüzülürken kafası kan içinde kalan tutsağın başına geçirilen deve derisi, hemen tutarmış kafatasını. Tıpkı bugün yüzücülerin saçları ıslanmasın diye taktıkları kauçuk başlıklara benzermiş bu. Kafatası deve derisiyle tamamen kaplandıktan sonra, hem daha çabuk kurusun hem de tutsağın çığlıkları duyulmasın diye tutsak bir çöle götürülürmüş. Kafasını yere sürüp deriyi çıkartmaması için de, tutsağın boyun kısmına kütüğe benzer bir şey geçirir, ellerini ayaklarını bağlar ve onu yere eğilemeyecek biçimde bir ağaçla sabitlerlermiş. Normalde tutsağın yakınları onu kurtarmak için bazen yola koyulurmuş; fakat kaçırılan yakının “mankurt” olacağını / olduğunu duyunca artık onu aramazlarmış. Çünkü mankurtlaştırılan birinin artık anne babasına bile bir hayrının olmayacağını biliyorlarmış. Fakat yine de tutsakların kaçırılma olasılığına karşı, onların yanına bir iki tane gözcü dikilirmiş. Neyse, tutsak günlerce kızgın güneşin altında beklediği için, deri kafasında kurumaya başlar, kurudukça büzülür, büzüldükçe de kafatasını aynen mengene ile sıkar gibi gerermiş. Bunun yanı sıra kökünden kazınan saçlar yeniden çıkmaya başlayınca, kafada kuruyan deriye çarpıp geri döner ve böylece kıllar üste doğru çıkamayınca alta doğru iner, beyne saplanmaya başlarmış. Hem kafatasının gerilmesi hem de kılların beyne batması tutsağa anlatılması çok güç bir acı yaşatırmış. Eğer tutsak çok güçlü ve dayanıklı değilse acıya dayanamayarak ölürmüş. Hatta mankurtlaştırılmak için çöle bırakılan beş tutsaktan en az biri ölmezse, bunları kaçıranlar kendilerini şanslı görüyorlarmış. Tutsak, eğer yaşamayı başarabilirse hem çektiği acılar hem de kılların beyne batması nedeniyle bilincini (hafızasını / şuurunu) kaybedermiş. Juan-juan‘lar onu çölden alıp getirir, boynundaki kalıbı çıkarır ve ona yemek verirlermiş. Annesini, babasını, boyunu, doğduğu yeri, adını… unutan tutsak, artık kendisini karnını 27 doyurmaya çalışan bir varlık olarak görmeye başlarmış. Tutsağın sahibi olarak gördüğü kişi, ona sıkça yemek verip onu kendine bağlarmış. Artık bir “mankurt” olan bu kişi, sahibinin sözünden çıkamayacak sadık bir “köpek“ten veya emirleri eksiksiz yerine getirecek bir “robot“tan farksızdır. Sahibi ne kadar zorlu, sıkıntı verici işler yapması için ona emir verse de, o onları yapmaktan çekinmezmiş. O dönemde mankurtlar, normal kölelerden daha değerliymiş. Bir mankurt, güçlü ve dayanıklı on tutsakla eş değermiş. Hatta bir olay sonucunda bir mankurt öldürülürse bunun için ödenecek bedel, hür bir kişinin ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş. Çünkü “Sarı-Özek“in kavurucu çöllerindeki sıcaklara, o çölde deve gütmek için günlerce sıcağa dayanabilmeye ancak bir mankurt dayanabilirmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyeceğini ve suyunu; donmaması için de üzerine yırtık pırtık birkaç parça giysi verince, başta kavurucu çöllerde deve gütmek olmak üzere bütün işleri çekinmeden yaparlarmış. İşte bunun için o dönemde bu vahşice eziyetler, sıkça görülürmüş. Mankurtlaştırma ile ilgili “Nayman Ana” adında bir kadının çocuğunu mankurt olmaktan kurtarması için yaptığı mücadelenin anlatıldığı bir söylence (efsane) de vardır. Bu söylenceye göre; Nayman Ana‘nın oğlu Juan-Juan’lar tarafından kaçırılmıştır. Nayman Ana, yetişkin oğlunu mankurt olmaktan kurtarabilmek için -diğer birçok annenin aksineçocuğunun peşine düşmüştür. Araya taraya oğlunu Juan-Juan’ların develerini gütmekle görevlendirdikleri bir yerde bulmuş ve gizlice oğlunun yanına kadar sokularak onun karşısına çıkmıştır. Fakat oğlunu bulduğunda, o çoktan “mankurt” olmuştur. Annesi oğluna her ne kadar kendi adını, babasının adını falan söylemişse de, artık her şey için geçtir. Çünkü oğlu, artık eskiye dair her şeyi unutmuş bir mankurttur. Annesi bunu bildiği hâlde bıkmadan, usanmadan oğluna her fırsatta “Senin atan (baban) Dönenbay‘dır. Sen Dönenbay‘ın oğlusun.” demiştir. Bir gün oğlunun efendisi sayılan Juan-Juanlar, bu durumdan kuş28 kulanmış ve köleye karşısına çıkacak her kim olursa olsun, onu oklayıp öldürmesini emretmişlerdir. Annesi yine oğlunun yanına gelip “Senin atan Dönenbay…” demek isteyince, köle hiç duraksamadan okunu çekip annesinin göğsüne saplamıştır. Söylenenlere göre zavallı Nayman Ana‘nın ruhu, bir kuş olup havalanmış ve oğlunun başının üstünde dönmeye başlamıştır. Havada dönerken bile oğluna “Senin atan Dönenbay, senin atan Dönenbay, senin atan…” diye seslenip durmuştur. Hatta bu olaydan ötürü, o kuşun adına “dönenbay kuşu“ demişlerdir. Sovyetler döneminde “komünist” düşüncenin dogmalar hâlinde Türkler’in beynine sokma çalışmalarını vurgulamak istemiştir Aytmatov adı geçen eserinde. Gerçekten bugün de bolca örneğine rastladığımız “mankurtlar“, ulus bilincinden uzaklaştırılmış birer “köle” durumuna sokulmuş durumdadırlar. Bilmedikleri bir amaç uğrunda, sırf “karınlarını doyurmak” için mankurtlaştırılmış binlerce insan, tanımadıkları varlıkların “köleliğini” yapıyorlar. İşte mankurtluğun en acı tarafı da burada ki, bu bilinçsiz insanlar ne durumda olduklarını bile bilmiyorlar. Kuşkusuz Aytmatov Ata, romanında yer verdiği bu söylence ile, sadece geçmiş dönemdeki olaylara değil; günümüzdeki olaylara da ışık tutmak istemiştir. Bugün Juan-Juanlar (Avarlar) gibi başka toplumlardan iş görür insanları kaçırıp mankurtlaştıran devletler yok mu dersiniz? 29 Başka bir mankurtlaştırma çeşidi Oryantalizm Bölgemiz coğrafyasının mankurtlaşmayla eşdeğer bir başka kavramı olan oryantalizm ise üzerinde konuşulması gereken başka bir sömürgeleştirme hareketinin bir diğer adıdır. Oryantalizm, çok eski yüzyıllardan beri değişik şekillerde Batı-Doğu arası ilişkileri ve etkileşimleri açıklamak için kullanılan terimlerden biridir. Batının kendisini merkeze alarak Doğuya dair bütün düşünce ve tasavvurlarının, tanım, tasnif, muhakeme ve mukayeselerinin toplamına oryantalizm deniyor. Oryantalizm, Batının Doğuyu nasıl gördüğüdür. Batı, uzun zamandan beri Doğunun kültürleri, ilimleri, dinleri, dilleri, tarihleri, coğrafyaları, siyasetleri ve değişik özellikleri hakkında bilimsel, sanatsal ve siyasi çalışmalar yapıyor. Bu çalışmalar bazen iyi niyetli bilimsel çalışma olarak karşımıza çıkıyor. Mesela bu bağlamda İslam kültür ve bilim tarihine ait pek çok eser gün yüzüne çıkmış, iyi niyetli ve vicdanlı bir kısım Batılı bilim adamları İslam’a dair özgün açılımlar getiren çalışmalar da yapmışlardır. Bazen Hristiyanlığın İslam’dan üstün, sahih, gerçek din olduğunu ispatlama amacına dönük olarak Oryantalist çalışmalar yapılmaktadır. Bu bağlamda İslam’ın temel metinleri ve inanışları hakkında zihinleri bulandırıcı, kuşkuya düşürücü, yanıltıcı, kandırıcı şeytanî bir takım fikirler, yaklaşımlar, analizler telkin edilmektedir. Bazen de oryantalist çalışmalar, ekonomik fayda amaçlı olarak Doğuyu kolayca sömürebilmek için yapılmaktadır. Buna göre Doğuya ait özellikler iyice biliniyor, araştırılıyor, Doğunun yer altı ve yer üstü zenginliklerinin nasıl yağmalanacağı hakkında projeler üretiliyor, hileler, planlar yapılmaktadır. 30 Değişik amaçlarla da olsa Batı, kendine göre bir Doğu tasarımı ortaya koymuştur. Oryantalizm, genel anlamda Batı emperyalizminin işini kolaylaştırmak için yapılan bilimsel, kültürel, sanatsal ve siyasi çalışmaların genel adıdır. Batı, kendisini merkeze alarak dinî, kültürel ve ekonomik menfaatleri doğrultusunda bir Doğu-İslamTürk tasarımı yapıp durmaktadır. Oryantalizme göre Batı merkezdir. Yani bütün iyi, olumlu, faydalı, güzel değerler Batı kaynaklıdır, Doğu ise kötü, olumsuz, zararlı, çirkin değerlerin vatanıdır. Dolayısıyla Doğulu insanlar, kendilerine ait olumsuz değerlerden arındırılmalı, bunlardan kendisi vazgeçmeli, her anlamda Batıyı taklit etmeli, Batıya bağımlı ve endeksli bir toplum olarak kendisini yeniden şekillendirmelidir. Oryantalizme göre Batı belirleyicidir, Doğu belirlenen. Yani kural ve norm koyucu, kurumsal yapılar inşa edici, ilkeler, kanunlar, yöntemler üretici Batıdır. Doğu ise kendini, kendisine ait yapıları ve değerleri, Batının belirlemiş, başlatmış ve üretmiş olduğu bu yapısal değerlere göre belirleyecektir, onlara göre ölçüp biçecektir. Oryantalizme göre Batı, hâkimdir Doğu mahkûm. Batı efendidir Doğu köle. Yani idare eden, hükmeden, siyaset kuran, kanun yapan Batıdır, Doğu ise Batının idaresine mahkûm olan bir köledir. Batı nasıl kanun yapılmasını isterse Doğu, o doğrultuda kanun yapmalıdır. Batı nasıl bir anayasa yapılmasını öngörüyorsa Doğu o doğrultuda bir anayasa yapmalıdır. Zinhar bağımsızlıkçı ve milliyetçi bir kafayla kafasına göre yerli, millî ve İslamî zihniyet ve değerlerden hareketle anayasa ve kanun yapmaya kalkmamalıdır. Oryantalizme göre Batı ilerlemeci, dinamik, canlı, var olan ve var olacak olan bir medeniyeti ve bir süreci yani geleceği karşılar. Doğu ise geri, durmuş bitmiş, ömrünü tamamlamış, eski bir medeniyeti temsil eder. Emperyalist Batı, son dönemlerde medeniyetler çatışması kuramını bunun için icat etmiştir. Buna göre iki medeniyet vardır: Hristiyan Batı medeniyeti ve Doğu İslam 31 medeniyeti. Hristiyan medeniyeti canlı, üretken, kendisini sürekli yenileyerek hayata hâkim olan, dünyayı, hayatı yönlendiren, toplumlarda yaşayan, geleceği tasarlayan dinamik, hareketli yani canlı bir medeniyeti temsil ediyor. İslam medeniyeti ise eski zamanlarda bir dönemler var olmuş, ama sonra bütünüyle hayattan çekilmiş, yok olmuş, bütün canlılığını, dinamizmini, hareketliliğini kaybetmiş, içinde bulunduğumuz hâle ve geleceğe dair bir tasarımı olmayan, çağdışı, geri, ölmüş bitmiş bir medeniyeti temsil ediyor. Oryantalizme göre Batı, dünyaya açıklığı, dünyevîliği, mutluluğu, neşeyi, iyi imkânlar içinde yaşamayı, insanlar arası medenî ilişkiler toplamını, demokrasiyi temsil eder. Doğu ise uhrevîliği, ölümü, karanlığı, ilkelliği, karamsarlığı, neşesizliği, içine kapanmayı, diktatörlüğü, ilkel insan ilişkilerini, mahalle baskısını temsil eder. Bu bağlamda Batı, dünya nimetlerinden sonuna kadar yararlanmayı, neşeli, mutlu, huzurlu, düzenli, onurlu bir hayatı temsil ediyor, Doğu ise kendisini sadece ahiret için hazırlayan, bu dünyayı ihmal eden ya da bu dünyanın nimetlerinden uzak olan, uzak duran, yaşamayı, eğlenmeyi, mutlu, sevinçli olmayı bilmeyen, onursuz, silik, ezik, karamsar, içine kapanık insanların yaşadığı bir dünyayı temsil eder. Oryantalizm, Doğu-İslam-Türk âleminde bağımlı, teslimiyetçi, ümitsiz, özgüveni olmayan, bütün atılım ve ilerleme hamlelerini tüketmiş, Batıya bağımlılıktan başka hiçbir çaresi olmadığına mutlak iman eden bir zihniyet inşa etmeyi amaçlar. Oryantalizm, 19. yüzyılda dışarıdan batılı temsilciler tarafından doğrudan iş görüyordu. Yani her anlamda bizzat batılı olan bilim adamı, sanatçı, ressam, yazar, siyasetçi, uzman vs unvanlı Batılılar, Doğuyu aşağı, geri, işlevsiz, anlamsız, itibarsız bir konuma indirgeyen çalışmalar yapıyorlardı. 18. ve 19. yüzyıllarda sömürge imparatorlukları da doğrudandı. Doğu-İslam dünyasına dönük çalışmalarını bizzat dışarıdan dayatıyorlardı. 20. Yüzyıldan itibaren ise Oryantalizm, taktik değiştirdi. Dışarıdan dayatmaların tepki 32 çektiğini anlayınca bu sefer, içerden temsilciler, sözcüler bulmaya, yetiştirmeye, üretmeye başladı. Değişik fonlarla besleyip semirttiği yerli romancılar, yazarlar, ressamlar, fotoğrafçılar, siyasetçiler, kendi ülkelerinde kendi vatandaşlarını Batının fikirleriyle, yaklaşımlarıyla, davranış biçimi ve yaşama tarzlarıyla, projeleriyle, şeytanî tezgâhlarıyla mankurtlaştırmaya, yani yerli, millî ve İslamî değerlerini bombardıman etmeye başladılar. Bugün ülkemizde dışarıdan bizzat batılı oryantalistlerin yanında mebzul miktarda yerli batıcı oryantalistler iş görüyor. Dışarıdan batılı, içerden batıcı yerli oryantalistler, Müslüman Türk milleti üzerinde yaptığı yoğun bombardımanlarla Türk milletinin iki temel değerini; millî ve İslamî değerlerini, dünya algısını, toplum yapılandırma anlayışını, siyasi anlayışını bozmaya, değiştirmeye, dönüştürmeye çaba harcıyorlar. Yerli oryantalistler, ülkemizin basın yayın organlarının neredeyse tamamını işgal etmiş durumdadırlar. Her gün gazete ve televizyonlarda emperyalist Batının siyasi, kültürel, ekonomik görüşlerini dillendiriyorlar, onlara tercüman oluyorlar. Bunlar, Batının ağzıyla konuşarak kendi vatandaşlarını Batının genel anlamda Doğu siyaset projeleri doğrultusunda şekillendirmeye, zihinlerini güdümlü, bağlı bir işleyiş yönünde inşa etmeye çalışıyorlar. Ülkemizde yerli oryantalist adı altında toplayabileceğimiz yazar çizer, siyasetçi, edebiyatçı makulesi, Türk milletini dinî ve millî değerlerini geçersizleştirici, boşa çıkarıcı, değersiz ve anlamsız kılıcı çalışmalarıyla mankurtlaştırıyorlar. Sonra ortaya çıkan boşluğu Batılı anlamda Hristiyanlık, kapitalizm, materyalizm değerleriyle doldurmaya çalışıyorlar. Batılı oryantalizm, Türk milletinin tarihsel değerlerini eğerek, bükerek, keserek, yontarak iğdiş edip dünya kamuoyuna oldukça çarpıtılmış bir Türk toplumsal tarihi sunuyor. Mesela Oryantalist bağlamdaki resimlere baktığımızda bunlar, genellikle iki kavram etrafında çoğaltılmış ürünler olarak karşımıza çıkıyor. Hem dışa33 rıdan Batılı hem de içerden Batıcı oryantalistler, şehvet ve şiddet merkezli resimler yapıyorlar. Bir bakıma Türk tarihini şehvetten ve şiddetten ibaret görüp göstermeye çalışıyorlar. Harem ve hamam hayatına ilişkin olarak şehveti tahrik edecek, gevşek, tembel, sadece eğlenmeyi seven, erkekleri tahrik ve tatmin etmekten başka yaşama amacı olmayan ya da böyle bir hayat kurgusuna mahkûm edilmiş zavallı, şanssız, esir, cariye kadınlar topluluğu resmi çiziyorlar. Bu resimlerden hareketle dünya kamuoyuna Türk kadını bunlardan ibarettir gibi bir izlenim veriliyor. Türk kadınının analık, çalışkanlık, asalet, dirayet, kifayet, masumiyet, fedakârlık gibi medenî ve insanî boyutları hemen hemen hiç görülmemektedir. Oryantalist sanat ve edebiyatta Türk kadını erkekler için salt eğlence ve eziyet nesnesi olarak sunulmaktadır. İtilip kakılan, köle, cariye olarak kullanılan, kamusal hayatta kendisine eşit ve insanî bir yer verilmeyen, eve hapsedilen, çarşaflara bürünmüş, hayattan tecrid edilmiş, kaderine mahkûm edilmiş, hiçbir özgürlüğü olmayan, erkeğinin iradesine mahkûm zavallı, çaresiz, Batı tarafından kurtarılmayı bekleyen mazlumlar olarak tasvir edilir. Mesela yerli oryantalistlerden Ermeni asıllı Ara Güler’in Arap harfleriyle dev bir Allah yazısının altında yere çömelmiş, kapkara çarşaflar içinde, yüzü gözü belli olmayan, karaltı halinde bir silüet olarak görülen iki kadın figürünün yer aldığı bir resmi vardır. Bu resim iyice incelendiğinde şunlar görülür: Allah yazısı bir bütün olarak İslam dinini temsil eder. Bu yazının altında ezilmiş vaziyette duran iki kadın ise Müslüman Türk toplumunu temsil eder. Bu görüntüyle verilmek istenen mesaj, İslam’ın Müslümanları ezdiği, sindirdiği, bastırdığı, iradelerini yok ettiği, şahsiyetlerini berhava ettiği, kimliksizleştirdiğidir. Zira resimde kadınların arkadan kara bir silüeti görülüyor. Yani kadınların yüzünün gözünün görünmemesi, şahsiyetlerinin silikleşmesi, belirsiz hâle gelmesi, hayatlarının, kişiliklerinin, bedenlerinin, ruhlarının karartılması demektir. Bu tamamen oryantalistçe bir bakıştır. Bu görüntüyle oldukça olumsuz özelliklere sahip bir İslam imajı çiziliyor. 34 Bugün Türk milletinin siyasetten ekonomiye, tarımdan kültüre kadar bütün sorunlarının temelinde dışardan batılı, içerden yerli Batıcıların birlikte uyguladıkları Türk milletini mankurtlaştırıcı oryantalist projelerin farkında olmamak yatar. Türk milleti oryantalist projelerle kendine yabancılaştırılmakta, millî ve dinî değerlerinden uzaklaştırılmakta, kendi yerli, millî, İslamî kimliğinden koparılmakta, kendine ait bütün değerleri değersizleştirilmekte, uyutulmakta, kandırılmakta, aldatılmaktadır. Uyumlu, ahenkli dayanışmacı bir millet olmak yerine atomize edilmiş, bireycileştirilmiş ve bencilleştirilmiş, bağımsız fertlerden meydana gelen kuru kalabalıklara dönüştürülmektedir. Bunun sonucu olarak da Batı emperyalizmi milletimizi kolayca teslim alabilmekte, yer altı ve yer üstü zenginliklerimizi kendi ellerimizle gâvura teslim etmekte, dinimizden ve milliyetimizden vazgeçmekte bir beis görmemekteyiz. Millî uyanış, silkiniş ve doğruluş, oryantalist projelerin farkına varmakla başlayacaktır. 35 Mankurtlaştırma sürecinde stratejik cepheler Şu ana kadar yazdıklarımızda, toplumun zihninin yeniden ve bize ait olmayan biçimde inşa edilerek nasıl mankurtlaştırıldığı, bunun sonucunda ulusal reflekslerin nasıl aşındırıldığı ve direncin neden ve nasıl kırılmak istendiği üzerinde duruldu. Anadolu, ilk uygarlıkların ortaya çıktığı bir yer ve biz Anadolu’da yaşıyoruz. Bu topraklar çeşitli uygarlıkların kurulup geliştiği bir alan üzerindedir. Burada kurulan devletlerin hemen hepsi dünyanın önemli olaylarında belirleyici olmuştur. Hitit, Lidya, Roma, Selçuklu, Osmanlı Devleti bunlar arasındadır. Bu topraklarda yaşayıp da yeterince etkin ve öncü rol oynayamayan devlet sadece biziz. Kuşkusuz, uygarlıkları yaratan topraklar değil, kültürümüzdür. Türkiye’nin hızlı bir kalkınma potansiyelinin olduğu bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla Türkiye’nin kendisinden önce gelenler gibi, bir süper devlet olmaması için her türlü çirkin girişim, entrika, terör, kriz ve her türlü iç ve dış sömürüyü yaşıyoruz. Bunlar, bize iç ve dış sömürünün sürmesi için özellikle Batılı müttefiklerimiz ve yerli işbirlikçileri tarafından yaşatılmaktadır. Toplum uyutulmakta ve uyuşturulmaktadır. Devletimiz, sağlam temellerine rağmen ciddi tehditler altındadır. Bunun neden ve nasıl olduğunu düşünmek zorunludur. Bir ülkenin geleceğinde eğitim ve kültür politikaları önemli bir belirleyicidir. Eğitim insan üretimidir ve geleceğin toplumunu imal eder. Eğitimine sahip çıkmayan, amaçları doğru belirlemeyen, yeterli kaynağı ayırmayan, üstelik eğitimden tasarruf yapan toplumlar bu üretimi sağlıklı yapamayacağından, geleceğe güvenle bakmaya hakları yoktur. Sorun sadece kaynak ayırma sorunu da değildir. Toplum, “nasıl bir insan tipi” yetiştirileceğini belirlemeli ve eğitim sisteminin o insan tipini yetiştirip yetiştirmediğini izlemelidir. 36 Millî eğitimin adı ve amaçlarına bakıldığında ulusal konuların işlendiğini ve kültürel mirasın aktarıldığı sanılır. Oysa giderek bir mankurtlar toplumu oluyoruz. “Millî” olan eğitim mankurtlaştırmaz. Mankurtlaştırılamayanları yetiştirmek eğitimin görevi ise bu kadar mankurt nereden ve nasıl çıktı? Acaba eğitimde insan imal ederken kendimizi mi kandırıyoruz? Türkiye yine çok cepheli bir ateş altındadır. Sürekli tehdit ve taciz altında tutuluyor, gerilim yaşıyoruz. Ulusal reflekslerimiz yavaşlatılmak ve ulusal direncimiz kırılmak isteniyor. Bu bölümde sürecin nasıl işlediği açıklanmaya çalışılacaktır. Bir şey yapmak için tehditlerin neler olduğunu bilmek gerek. Bilinirse, önlem alınır. Önce görmek ve tanımak gerekir. Görünen o ki, mankurtlaştırılıyoruz! Tekrarda fayda var; mankurtlaştırma, bir dış gücün içerideki egemen sınıfla işbirliği yaparak ülkenin eğitim ve kültür politikalarını milletin aleyhine değiştirerek, ulusal kimliğinden uzaklaştırma, kendi toplumuna ve kültürüne yabancılaştırma, bilinçsizleştirme ve sömürüye açık hale getirme, sonra da yardım ediyormuş kanaati yaratarak toplumun zihnini yeniden kurgulayıp sömürgecilerin zihinsel kölesi durumuna getirmek için milleti kendi değerlerine düşman etmeyi anlatan sosyokültürel bir kavramdır. Bu süreçten geçenlere mankurt denir. Zihni yeniden kurgulanarak mankurtlaştırılan kişi, düşmanını “efendi” kabul ederek kendi halkına ve değerlerine karşı savaşan bir köledir. Mankurt bir süre sonra mankurtlaştırıcı olmaya başlar. Kendisi gibi olmayanları efendileri adına mankurtlaştırır. Bununla o kadar ilgili ve içtendir ki efendilerini hayran bırakır. Toplumun okumuşları formal eğitimden dolayı daha kolay mankurtlaştırılabilirken, halk aynı kolaylıkla ve kısa zamanda mankurtlaştırılamaz. Geleneksel kültür kodları halkı kendi değerleriyle ayakta tutarken, okumuşlar ya da yöneticiler gerek arayış içinde olmaları, yeni değerlere kontrolsüz biçimde açık olmaları ve bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların önünde tutmaları yü37 zünden mankurtlaştırma sürecine girebilir ya da ulusal değerleri zayıfsa, bu süreçte hızla yol alarak mankurtlaşabilir. Küçük beyinler kişileri, ortalama beyinler olayları, büyük beyinler ise nedenleri sorgular diyerek bu konuda bizdeki mankurtlaştırma operasyonunun arkaplanını açmak istiyorum. İşgal başlıyor! “Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde... Çocuklar varmış gül gibi, çocuklar varmış güzel, çocuklar varmış dünya tatlısı. Öylesine bir enerjiye sahipmiş ki çocuklar, yerlerinde duramazlarmış. Her şeyi karıştırmak isterlermiş, büyük bir merakla. Ama; anneleri varmış, elleriyle tesis ettiği düzenin bozulmasından hoşlanmayan. Anneleri varmış, çocuklarının bir anda yetişkin olmalarını bekleyen. Babalar; ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü sayarmış kendini yalnızca. Önceleri evdeki düzeni karıştırırken, anne tarafından meraklarına yasak konan çocuklar; sonraları hem annelerini hem babalarını rahatsız eder olmuşlar. Kafalarını karıştırır, işlerini karıştırır olmuşlar. Ne görseler sorar olmuşlar o sıralar, ne düşünseler sorar olmuşlar. Tam da zamanında gelirmiş akıllarına bir şey sormak. Tam, anne komşuyla pek mühim bir şey konuşurken yada baba tam kestirecekken koltukta, sorular başlarmış birden. Ya “git şurdan” derlermiş çocuğa anne – baba ya da hiç alakası olmayan bir yanıt verirlermiş. Dönerlermiş uğraşlarına böylelikle yeniden. Bundan öte, en gerekli zamana gelmeden daha, merakın ne kadar gereksiz(!) ne kadar kötü(!) bir şey olduğunu keşfedermiş çocuklar. Her merak uyandığında içlerinde kendilerinde suçluluk hissederlermiş... Eş dost varmış o zamanlar da. Konuk geldiklerinde eve, çocuğun en ufak hareketinde annesine babasına yüklenirler, “çok şımartmışsınız siz bunu” derlermiş. Utanırmış 38 haliyle zavallı anne-babalar, rezil olurlarmış. Eş dost gidince evden, konuşurlarmış çocukla anlayacağı dilden! Adeta çocuktaki yüksek enerji, anne babada yüksek sinire dönüşürmüş haklı olarak (!) Anne baba çocuklarının en iyi olmalarını beklermiş. Zira, hata yapmazmış en iyi olanlar. Oturursa kalkmasını isterlermiş, kalksa oturmasını. Çünkü çocukmuş onlar ve onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş yaşamda. Çocuklar defalarca anlatmak istemişler kendilerini; ne dinleyen olmuş onları, ne anlayan. Çoğu kez “seni yaramaz” deyip gülüvermişler çocuğa. Ve çocuklar; bu kez de kendilerini anlatsalar bile birilerinin onları dinlemeyeceklerini, dinleseler de anlamayacaklarını öğrenmişler. Arada bir doğru bildiklerini söylemeye çalışmış çocuklar; “sus” denilmiş. Kendilerine “sen çocuksun, senin aklın ermez.” Komşunun çocuğu gelip, oyuncağını onunla paylaşmayınca da; “bak sen büyüksün, hadi ver oyuncağını kardeşine...” Böylelikle de büyüklük ve küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini öğrenmişler. Yaşayarak öğrenmişler(!) Eeeee daha ne istiyorlarmış ki çocuklar; aç değillermiş, açık değillermiş. Ve bunca şeyi öğreniyorlarmış anne babalarından. Büyüdükçe, öğrendikleriyle yaşar olmuşlar. Anne babaların merak ettiklerinin dışında bir şeyleri MERAK ETMEMEYİ kendilerini İFADE EDECEĞİM diye boşa zaman harcamamayı, büyüklükle küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini(!) yaşar olmuşlar. Her şeye hakim olmayı istemekle, bir hakim bulabilmenin çabası içerisinde MUTSUZ olmayı öğrenmiş çocuklar, çocukluklarında... İnsan kişiliğinin % 35’ini anne ve babasının kromozomlarından alır. %25’ ise henüz anne karnındayken yaşadıkları belirler. % 30’unu ise okul çağına kadar ki yaşadıkları olaylar belirler. Geriye kalan % 10’luk bölüm ise sonrası hayatına bırakılmıştır. Türkiye tüm kurum ve kuruluşlarıyla problem yumağı olmuş bir ülke konumunda. Herkesin, çözüm önerilerine dair nice görüşleri söz konusu. 39 Ancak bütün bu görüşlerin ortak özelliği “insan” merkezli olmayışı. Özellikle en temel yaklaşım “ekonomik insana” dair tezler üzerine kurulu. Bu ülkenin iki temel kaynağı söz konusu: birisi insan, diğeri toprak. Her ikisinin ortak özellikleri uzunca yıllardır nadasa bırakılmaları. Biz bu yazımızda “insan merkezli” bir yaklaşımla ülkenin problemlerine bir bakış açısı getirmeye çalıştık. “İnsan”a tanımlama getiremez isek de tüm iyi niyetine rağmen hayata dair yorumlarımızın haybeye olduğunu da vurgulamak zorundayız. O halde insan başarı denklemine, mutluluğa giden yol tarifini veremez isek yeni bir akıntıya karşı kürek çekme sınavından başka bir şey yapmamış olur, laf kalabalıklarından birini de biz üretmiş oluruz. İnsanımızı ıslah edici bir programa adım atamak zorundayız. Bunun için bireyi hedef alarak, toplumun en küçük nüvesi olan “Aile” kavramını yeniden imar etmekle işe başlamak durumundayız. İlk önce ailenin en hassas dengesi “anne”lik mesleğini ehilleştirmeliyiz. Hep dile getirilen “Türkiye’nin sorunu eğitim sorunudur” betimlemesinin mihenk noktasına “kadın ve anne” kavramlarını oturtmalıyız. Bireyin oluşa geldiği ilk kurum olan “Aile”nin imarı, sağlıklı bir toplum olmasının da ilk koşuludur. Aşağıda sıralayacağımız biline gelen hususlar temel prensiplerimizdir. Eğer bir çocuk ELEŞTİRİLMİŞSE, kınamayı ve AYIPLAMAYI öğrenir. Eğer bir çocuk KİN ORTAMINDA büyümüşse, KAVGA etmeyi öğrenir. Eğer bir çocuk ALAY edilip AŞAĞILANMIŞSA, SIKILIP UTANMAYI öğrenir. Eğer bir çocuk UTANÇ duygusuyla eğitilmişe,kendini SUÇLAMAYI ögrenir. 40 Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse,TAKTİR etmeyi öğrenir. Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyümüşse, ADİL olmayı öğrenir. Eğer bir çocuk güven ortamı içinde yetiştirilmişse, İNANÇLI olmayı öğrenir. Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse,KENDİNİ SEVMEYİ öğrenir. Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse, bu dünyada MUTLU olmayı öğrenir. Duygusal ve ruhsal yapısı sağlıklı olarak inşa olmuş birey akıl,inanç ve sezileriyle kendini geleceğe hazırlayan bir toplumun asil unsurudur. Türk insanı olarak hayatı yalnızca batı penceresinden yorumlama hastalığını üzerimizden atmamız gerekiyor. İnsanlık aleminin mensupları olarak yalızca tek yönlü yorumlarla değil de bir bütün olarak “gezegen insanı” olarak hayata, “emaneti üstelenmişler” noktasında yaklaşmalıyız. Rönesans’a kadar “medeniyet” kaşesini bizim düşünce iklimimiz üstlenmiştir Sonrasında diğer yitik medeniyetler arasına bizlerde dahil olduk. Ancak bir gerçeklik ifadesi olarak belirtelim ki bizim “medeniyet” anlayışımız “nur”un tamamlanması statüsünde olduğundan henüz söylenesi sözümüz vardır. İçinde bulunduğumuz ahval keyfimizi kaçırmasın. 18. yy. sonra “medeniyet” ile tanışan batı bunun keyfini bir müddet daha yaşasın. Rönasans devrinde, Copernic Dünya’nın Güneşin uydularından biri olduğunu anlatırken Ptoleme’ninde dünyasını karartmış oldu. Yeryüzünün, evrenin merkezi olduğu inanışı yeni tartışmaları getirdi. Galilee ile Coprnic’in iddiaları pekiştiren kilise ilk ciddi paniğini yaşamaya başlıyordu. Aristo’nun Saint Thomas D’aquin, Dante’nin dünyaları da kararıyordu. 41 Marco Polo Asya’nın kudretini Batı’ya aşılarken, Colomb, Gama yeni maceraların, havarilerin, fatihlerin sayısı artırıyordu. “ilim” tarihte ilk kez Hıristiyan “batı”nın damarlarında dolaşmaya başlamıştı. Gütenberg matbaasıyla ilmin “iletşimini” sağlıyor, Machiavel, Copernic, Luther aydınlanma çağının havarileri olarak “tanrı” melek ya da kutsiyet ifade den kavramları “batı”lı insanın gündeminden çıkartıyordu. Kilisenin otoritesinin bitişi “Avrupalı milletleri” tarih sahnesine alıyordu. Tanrı makamına “ modernite ve teknoloji” oturtulurken İsa ve Meryem ancak foklorik bir ritüel olarak kentin ara sokaklarında yada bir yerlerin sıkılmışlıklarında bir sığınak dokusu olarak anlam ifade ediyordu. Endüstriyel ekonomi insanı şekillendirirken “İsa inancı” dahi “üretim ve tüketim” sarmalında kendine yer bulabiliyordu. İnsan, felsefe ve bilim arasındaki tartışmalar bireyin huzursuzluğunun yeni sebebidir. İnsanlığın tesellisi yada avuntusu teknoloji ile eşyaya verilen yeni şekillendirmelerdir. Sanat şiir, fazilet ve güzelliğin önüne geçti. İrade faziletin unsurlarından sayılarak yalnızca “dünya nimetine” yöneldi. Makineleşmeyle birlikte insanı yeni bir “yeryüzü hakimiyeti”mücadelesi bir kez daha şekilleniyordu. İdeolojiler son yüzyılın yeni dinleriydi artık. Pascal ve Descartes’le birlikte, bir fikrin açıklığı onun doğruluğu için yeterli sayılıyordu İdeolojiler, zekanın fantezileri akla uygunluk çerçevesinde hayat tarzı için esas teşkil ediyordu. Oysa bir medeniyetin sürekliliği, felsefi prensipler üzerine değil iman ve çevresinin ilmi kavramları üzerine kurulması gereğine bağlıdır. Volteire ve ansiklopediciler akımı Adam Smith’in görüşleriyle yeniden tanımlanırken bir kısım insanların zenginliği insanlık aleminin hürriyet ve mutluluğun ön koşulu haline getiriliyordu. Küreselleşme dininin temelleri iyiden iyiye pekişiyor bu dinin peygamberleri olarak ta “iş adamları” statükolarını perçinliyorlardı. 42 Lavoisier modern kimyanın başlangıcını yaparak yeni bir “ferisiler” dönemi “modern illüzyon” ile betimliyordu. Bağımsızlık, refah, hürriyet, bilimsellik yeni dinin amentüsünü içeriyordu. Aristokrasi, burjuva ile askeri ve kilise feodolitesi ise yerini kapitalist feodileteyle yer değiştirdi. Ekonomik liberalizm ahlaki manipülosyonlara yol açıyor “uygar insan” terimi yeni dinin “müminlerinden” sayılıyordu. İyi ile kötüyü ayıran denge ideolojilerin, kaprislerin ve enaniyetin ihtirasları karşısında yitirildi. Bireysel dünyalarında iç disiplinleri kalktı. Vicdanın yerini kanunlar, polisler ve silahlı kuvvetler aldı. Doğruluk, şeref sorumluluk, saflık, kahramanlık, arkadaşlık gibi kavramlar ancak övgü içerip, gerçek hayatta anlam bulamayan terimlere dönüştü. Toplumsal çarelerin yetersiz arayışları bireyi kendi kabuğuna yöneltirken “ben merkezli” kişilikler gelecek nesiller içinde sağlıklı emareler taşımamaktadır. Modern devlet anlayışı ise yalnızca mülkün, banka, endüstri ve ticaretin koruyuculuğuna kilitlenince “vatandaş” ise yalnızca “tüketici” kimliği ile “istatistik” verileri açısından anlam ifade etmeye başladı. Yasama-yürütme-YargıileAskeri-SiyasiveEkonomikoluşumların tezatları bireyi hep “çarkın dişlisi” konumuna itekledi. “Global Kaosçu Düzen” bu yüzyılın genel adı oldu. “Demokratik Hürriyet”, hakları kutsanmışların genel insan kitlelerine empoze ettikleri kocaman bir yalandan ibarettir. Sosyal uçurumlar kurulu düzenlerin yaşama şartıdır. Fransız ihtilali, hem aristokratlara hem de proterlere karşı idi. Sonucunda ise burjuva bu kavganın gerçek hakimi olarak “galip” hanesine adını yazdırdı. Türkiye öncelikli olarak “psikolojik yaşı 10’u” geçmeyen insanların “oy”larıyla geleceğini yönlendirme hastalığından kurtulmalıdır. Yöneticilerini ilmen ahlaken rüştünü toplum nazarında belirlemiş yerel adaylarını bir takım üst kıstaslarla belirleyip meclisinin dokusunu öyle belirlemelidir. “kaosçu düzenin” kurmayları olan kendi burju43 vasının etkisinden kurtarmak istiyorsa önce “seçme ve seçilmenin” gerekleri üzerinde kafa yormalıdır. Gerçekte “insan hakları” denilen bir kavram yoktur. “insan ihtiyaçları” esas teşkil eder, insan haklarına. Önce bu ihtiyaçların akıl inanç bilim adamlarınca ortak platformda ele alınması gerekir. Türkiye olarak nasıl siyasi bir meclis oluşturuyorsak acilen “ilim meclislerini” de tesis etmek durumundayız. Çözüm siyasi değil, insani olmak durumundadır. Siyasilere düşen görev ise “insani” ile topluma “örnek” olmuşluklarında yer bulmaktadır. HayatyolundaTürkiyeolarakartıkpusulasızgitmemizsözkonusudeğildir.İçindebulunduğumuzbuhranlıgünlerdepanikyapmadan “tarihin muhasebesini” yeniden ve objektif olarak yapmamız gerekmektedir. Ve her şeyden öteye Türkiye yeniden tüm kurumlarıyla bir barış ortamı kurmalı öncelikli olarak da “Allah” ile barışmalıdır. Ya da nasıl bir “Allah”a inandığını tespitinde bulunmalıdır. Kozmik kanunların, kimyanın, fiziğin, hücrenin sahibi “yüce yaratan” ile onun yarattıklarından bir tanesi olan “insan”ı tekrar bir araya getiren “sulhun” ilk adımlarını atmakta biz Türk toplumuna önemli adımlar düşmektedir. Tarihi misyonumuz bize bu sorumluluğu haklı gerekçelerle yüklemektedir. Ordu, üniversite, idare, adliye çevrelerindeki, tehlikeli rakiplere karşı girişilen tavırlar bire bir anlatıma indergendiğinde mantıklı karşılanacak sosyal hadiseler değildir. Ancak “mayası bozulmuş” insan çekirdeği etmem yapılarda tehlikenin boyutlarını da göz önüne koymaktadır. Maalesef ki bir ideale bağlananlar, çıkarını gözetmeden çalışanlar, iki yüzlü yada deli olarak algılanmaktalar. İnsanların kalbinde iyilik yapmak, dürüst kazanarak çalışmak değil de maddi menfaat sağlama kaygısı yerleştirilmektedir. “Kar tutkusu” paranın iktidar sağladığı bir sürece sürüklenmiştir. İstenenler sıradanlaşmış, para ise araç statüsünden sıyrılarak amaç konumuna yüklenmiştir. Suç ve ceza oranındaki adaletsizlikler sosyal dokuyu zedelemiş, aile kurumu parçalanma aşamasına getirilmiştir. Türkiye’deki ceza evlerinin kontenjanı 60 bin kişidir. Oysa par44 çalanan dokusu sayesinde sokaklarda salınan kimsesiz çocuklarımızın sayısı 200bin civarındadır. Birer potansiyel suçlu konumundaki bu insanlarımız yarının ciddi tehlikelerinden birini oluşturmaktadır. Halbuki bu 200 bin çocuğu “geleneksel devşirme” ile silahlı kuvvetlerimizin alt yapısına indirgesek hem profesyonel orduya geçişi sağlayabiliriz, hem de şimdiden geleceğe yönelik bir tedbir zincirinin de ilk halkasını oluştururuz Bireysel yaşantımız amaçsız ve disiplinsiz olunca eğlence batağına akmaktadır. Bu ise bizleri tembellik, uyuşturucu ve alkol, fuhuş ortamına keyifli fakat bencil bir hayata yönlendirmektedir. Yaratılış kanunlarına ters olan bu yapılanma bizleri topyekün bir yok oluşa da sürüklemekte, insanlık bu girdabı savaşlarla çözmeye çalışırken dünya “uygar görünümlü, barbar insanların” dünyası olmaktadır. Moderndiyelanseedilentoplumilkönce“kadınınaslifonksiyonun un” ne olduğunu ortaya koymalıdır. Kadın tüketim toplumunun metası olmaktan kurtarılmalıdır. Kadının insan olarak zihni ve organik gelişiminin “annelik duygusuna” yönlendirilmesi gerekir. Burada kalitetif bir anlayışla “eş” ve “anne” kavramlarının altının doldurulması gerekir. Hedef sağlıklı nesiller olacağına göre, sağlıklı gelecek için konsessüsünüz olmalı. Burada sorgulamadan edemiyorum, başörtüsü yasağının arkasında yatan düşünceyi. Otomobil sahibi olmayı, hayvan yetiştirmeyi ciddiye alan modern toplum gelecek nesillerin taşıyıcısı olan genç kızlara karşı aynı özeni ne zama gösterecektir. Acaba okullarımızda “potansiyel anne ve babaların” eğitilme süresine ne zaman ihtiyaç duyacağız? İdeal eş, ideal anne, ideal baba sürecini ne zaman başlatacağız.? Bir eğitim ihtilali ile okulları kuru kuruya diploma ve sertifika üreten üzüntü fabrikaları olmaktan çıkartıp, ahlaki, entelektüel, estetik, mesleki ve ölüm sonrasına dair duygulara cevap veren vicdani müesseseler haline getirmek zorunda değil miyiz? İşte benzeri tarzdaki bir sorgulama mekanizmasının işletilme zamanını yaşamaktayız. Soru45 larımız ne kadar içten olursa cevaplarımız da o kadar berrak olacaktır. Her beyin Türkiye ve insanlık geleceği için üzerine düşeni yapmak durumundadır. Cizvit Papazları Bir atasözümüz der ki: “Bir adam yedisinde neyse, yetmişinde de odur.” Yine Cizvit papazları der ki: “Çocuğunuzu yedi yaşına kadar bize teslim edin; sonrasında sizin olsun.” . Şu ana kadarki yazı dizimizde toplumu, insanlığı ve tarihi geniş bir perspektifte elealacağımızın mesajlarını verdik! Aslında meselenin özü, bireydir. Tekil olarak insan; hatta bir ölçüde tüm 20. Yüzyıl ideolojilerinin açmazı da buradadüğümlenmektedir. Herkes toplumu tarif etmeye kalkışmıştır. Toplumunnüvesiolanb irey,gözardıedilmiştir.Çağdaş insanlığın konsensüsü, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi dahi (niyeti öyle olmasına rağmen) yine toplumcu bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Kavganın kökeninde aslında yaradılış, insanın kökeni, inancı veya felsefesi yatmaktadır. Tanrısalcı yaklaşım insanı bir kul olarak ele almakta, ödevler ve sorumluluklar yüklemekte; karşılığında ise dünya ve ahiret kavramlarıyla mutluluk ya da mutsuzluğa (cennet ve cehenneme) düçar kılmaktadır. Oysa Darwin’e dayalı düşüncenin ürünü olan manifestosu insanı sorumsuz kılmaktadır. Tabii bu arada hakim olan 20. Yüzyıl kültürünün kökenine temel teşkil eden Avrupa tarihini tüm açılımlarıyla görmek durumundayız. Örnek, bir Otuz Yıl Savaşları yalnızca Almanya’nın 24 milyon olan nüfusunu 4 milyona indirmiş; (O dönemde Osmanlının başındaki Avcı Mehmet samurpeşinde Edirne’nin derelerinde koşuşturmaktadır. Osmanlı’da içler acısı sonuna doğru pupa-yelken yol almaktadır.) Kral, derebeyi, din adamları üçgeninde bir kaos ortamı yaşanmıştır. O kaosun bugüne taşınan intikamı bir özlem uyandırmış, bu ise toplumsalcılığı ön plana çıkarmıştır. Empati denilen insanın bireyden toplum olmaya geçiş aşamasındaki 46 köprü, bir inanca dayalı olmak zorundadır. Bu ise kendini karşısındakinin yerine koymak demektir. Kendinden sonraki aşama toplumsalcılığı doğuracaktır. İnsan toplumsalcılık aşamasına geçerken doğa, toplum, zaman ve ego dörtlüsüyle bir kıskaç altındadır. Toplumun kuralları ve yaşanan zaman içinde bulunulan ortam tek başına dış etkiyi oluştururken yaradılışa dair bir kavram olan ego, bambaşka bir görünüm ortaya koymaktadır. Yani laboratuara sokulamayacak kavramlar insanın ruhaniyeti, maneviyatı, moral değerleri insanın gerçek şeklini ortaya koymaktadır. İşte 20. Yüzyıl düşünürleri bu soyut kavramları pozitivist amaçlarla es geçmişler; dolayısıyla 20. Yüzyıl kaosunu oluşturmuşlardır. Sonuçta insanın mutluluğuna dair olan topyekün arayış cinnete dayalı bir toplum yapılanmasını ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin yakın plan ve yakın tarih görüntüsündeki skalası şöyle belirlenebilir. Medeniyet yitirmiş bir toplumun şaşkınlığı, çareler arayan bir aydın açmazı, tamamen kimliksizliğin verdiği bir bedbinlik, güncel yaşamı etkisi altına almış genç Türkiye adeta felçli bir vücut haline dönüşmüştür. Bütün organlar mevcut; ancak birbirleriyle ilişiksiz. Herkes iyi niyetli, çözüm önerileri ortaya koymakta; ancak körlerin fil tanımı gibi gerçekten uzak. Türkiye, sorunların çözümü noktasında adeta bir toplum mühendisliği mantığıyla nasıl bir birey yetiştirmek istediğinin kararını vermek durumundadır. Somut bir örnek olarak, Tekel’i vasıtasıyla sigara üreten, üretilmiş olan sigaraya da Sağlık Bakanlığı aracılığıyla “Sağlığa Zararlıdır” ibaresi bir çelişki mantığındadır. Bunu toplumun hemen tüm katmanlarına yaygınlaştırabiliriz. Çocuğu yetiştirirken önce aile içi hukuk olan anne babanın çapı, kültürü, vasfı belirgin rol oynamakta; hemen peşinden gelenek ve görenekler devreye girmekte, sonrasında toplumun denilen denizin girdaplarına çocuk terk edilmektedir. Bilimsel hiçbir veri burada aktif rol oynamamaktadır. Bir din olgusu var ki tanımı bir türlü yapılamamıştır. Bir Diyanet mantığındaki resmi din anlayışı, hurafelerden örülü başka bir din anlayışı, Türkiye’deki tarikatlerin ve cemaatlerin algılamasıyla kendini gösteren bir başka din anlayışı, ilahi mesajlara dayalı gerçek din anlayışı arasında hakikatleri 47 arayan genç bir beyini düşünün. Şöyle ya da böyle dinin normlarına ayak uyduran, ya da onu kabullenen genç beyin bu kez dış olguda laiklik kavramıyla karşılaşmaktadır. Hoşgörüye dayalı bir laiklik, hemen peşinden despotluğa varan laikçi bir tutum insanımızı sendeletmektedir. Yine ayrıca bu toplumun Alevi, Sünni gibi tarihsel kökenlere dayalı arayışları yine devreye girmekte, insanımız bir kez daha bocalamaktadır. Adeta herkes “sahibinin sesi” konumuna düşmektedir. Bu arada oryantalistleri, Tapınak şövalyeleri’ni, Armageddoncuları, Masonları ve bilumum komplocuları “dahili ve harici bedhahları” devreye koyduğumuzda yine kafalar karışmaktadır. Devreye girmesi gereken bilim maalesef üniversitelerin çatı altlarında kendine yer bile bulamamaktadır. Herkes bir şeylerin bezirganı konumundadır. Ayrıca ülkenin yaşadığı ekonomik ve sosyal dengesizlikler insanımızı ya kaderciliğe ya da isyana itmektedir. New York Times muhabiri John F. Burns’a göre Kürtler yüz yıllık hayallerini gerçekleştirerek bağımsız devletlerini çoktan kurdular. Saddam ve Amerika kavramı arasında bocalayan Ortadoğu, bize “Misak-ı Milli”yi çoktan unutturmuş; adeta Türkler olarak Batı’ya çekilmeyi bir çözüm olarak göstermiştir. Başka bir gerçek daha yakın planda kapımızıçalmaküzere.Eğersonyüzyılsavaşlarınıntemelindepetrolün yattığı gerçeğini kabullenecek olursak bugün Orta Asya’nın Ortadoğu’ya alternatif yeni bir enerji merkezi olmasını bilmeliyizRusya, Orta Asya’da atağa geçmek için yeterli imkan ve stratejiye sahip değil. Amerika’nın stratejisi ise çok açık. Bölgeye yeni boru hatlarıdöşeyerekRusya’yıdevredışıbırakıpUzakdoğu’yaaçılmak. Bu ise oraların insan dolgusu olan islami kimlikler üzerinde yine birtakım hesapların yapılmasını zorunlu kılacaktır. Bir Türkmenistan doğalgazı belki de Afganistan’ın yasal işgalini gerektirecek On Bir Eylül’ü doğuran en önemli unsurdu. Her gün yaklaşık otuz bin kişinin susuzluktan öldüğü dünyamızda yepyeni hesaplar bir şekilde yavaş yavaş gündemimize girecektir. Petrol ve su bundan sonraki ilk yirmi yıla damgasını vuracak stratejik kavramlardır. Dünyada cadı kazanı kaynamaya devam ederken Türkiye’nin hala “tavuk 48 mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan” mantığındaki arayışları bu millete çok şey kaybettirmektedir. Yakın gelecek dört ayrı kıskaçta Türkiye’yi ciddi tehlikelere sürüklemektedir. Bunlardan birincisi ekolojik çevre kirlenmesi ve erozyon, ikincisi tarımda yetersizlik, üçüncüsü enerji açmazı ve son olarak su kaynaklarının yok olmasıdır Bugünleri Türk insanının kişisel becerileriyle atlatan politikacılarımız, acaba yarınlara karşı nasıl bir hesap içindedirler? Adeta bir ver kurtul mantığıyla kendimizi AB kapılarına atmamız bir teslimiyetçiliği gerektirmeyecek mi? Kopenhag’ın, Maastricht’in kriterleri olur da Türk’ün kriterleri olmaz mı? Evlatlarımızı yetiştirirken nasıl bir terbiyeyle yoğuracağımızı bir taratan ele alıp diğer taraftan ise insan hayatının sınırlı, insanlığın ise çok daha uzun sürelere ihtiyaç duyduğunu bilmeliyiz. Şu anda atalarımız diye nitelendirdiğimiz bir dönem yaşayan insanların bize bıraktıkları doğruların ve yanlışların birikimlerini yaşıyoruz. Bu şu demektir ki torunlarımız konumundaki yarının insanları bizlerin doğrularını ve yanlışlarını miras alacaklardır. O halde tarihsel misyonu olan Türk’ün kriterlerine rücu etmemiz gerekmektedir. Varlığımız ve geleceğimiz buna bağlıdır. Bizi bu zamana kadar oyalayan ve uğruna kavga ettiğimiz tüm lüzumsuz kavramları iğdiş edip kendimize yol açabilecek yeni ufuklar belirlememiz gerekiyor. Artık vicdanı olan, insafı olan, aklı olan herkesin ortak menfaatler hususunda Türkiye için bir araya gelmesi gerekiyor. Bir kısım aklı evveller bilmiyorlar mı ki kendi şahsi menfaatleri için sattıkları bu ülkenin değerleri yok olduğunda onlar o menfaatleriyle hangi topraklarda, hangi bayrak altında yaşayacaklar? Efendileri bir süre sonra kendi emellerini gerçekleştirdiklerinde onları el üstünde mi tutacak? O halde çok ciddi bir muhasebenin yapılma zamanı gelmiştir. Ya bağımsız bir Türkiye ya da tarihin derinlikleri. Ayrıca unutmayalım mezarlıklar vazgeçilmezlerle doludur. 49 Ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren örgütlenmelerden beklenen, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurulmasıdır. Paralel egemenlik demek, o ülkede yeni bir güç odagı olustururak, yeni ve etkili bir ortak yaratmak, erki anayasal sorumluluk tasımayanlara devretmek anlamını tasır. Vatandaslarda bu ikilemde büyük bir tenakuz yaşar. Kaos düzeninin filiz bulacağı ortamartıkhazırdır.Ye niegemenlik,nüfuzalanıiledevletinegemenlik alanına galebe çalmaya başlar. Özgürlük gibi kutsal betimlemelerin arkasına sığınan emperyal güçler ulusalcılık gibi kavramlarında naif sıfat kazanmalarına yol açar. Milli bir kompleks toplumun tüm bireylerini etkisi altına alır. Paralel yönetimin oluşturulma süreci, ülkeden ülkeye uygulamada küçük değişiklikler göstersede, ana program değişmiyor.İçine sızılan devlet bürokrasisinin de yardımıyla, yaygın bir “medyatik” ve “enteklektüel” yedek güç operasyonuyla, Amerikalılar’ın “manufacturing public perception” dedikleri “kamuoyunun algılama silsilesini üretme” sürecinde, aşamalar birbir geçilerek ülke insanları, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünce ya da eylemleri, bizzat kendilerine aitmişçesine algılayıpuygulamaya geçiyorlar. Beyin temizleme, beyne yeni algılama düzeneği yerleştirme, örgütleme, kimlik oluşturma ve eyleme geçirme süreci birbirini takip eden adımlarla gerçekleştiriliyor: Kamuoyu oluşturuculara (bizdeki adlandırmayla) aydınlara, yazarlara, bilim adamlarınayönelik içerde ve dışarda masrafları karşılayarak, konferanslar, toplantılar düzenlemek. Katılımcılarla doğrudan ilişki içinde, ilgili ülke hakkında bilgi almak ve “düşünce” ve “örgülenme” özgürlüğü başlığı altında yeniden yapılanma düşüncesini kabul ettirmek. Alt örgütler yoksa, hemen Helsinki Nihai Senedi kapsamında Helsinki Yurttaşlar ve Ortak Zemin Merkezleri örgütlemek ve koşullar olgunlaştıkça, uzatan yönlendirilebilecek bir ilişkiler ağı altında insan hakları dernekleri ve benzeri örgütlenmelerin kurulması, Yeni propaganda aygıtlarının (radyo, gazete, dergi, televizyon, video yayını) devreye sokulması. Bilimsel magazinsel içerikli, insan 50 hakları ilkeleri üstüne sürdürülen yayınların yoğunlaştırılması. İnsan hakları ihlallerinin yaratılmasıyla sürecin hızlandırılması. Casuslar yerine yayın muhabirleriyle yerinden bilgi elde etmek için yaygın bir yayıncı eğitim programının gerçekleştirilmesi, Bilimsel ve toplumsal konferansların çoğaltılması. Yerel vakıf ve “think tank” derneklerinin kurulması,( Genel manada yapılan bu değerlendirmelerden tamamen milli hassasiyet içinde kurulan, faaliyet gösteren yapılar asla kastımız dahilinde değildir. Ancak temkinli olmak adına ülkemizin geleceği için hassas olmamız gerektiğinin altına vurguda bulunmak istiyorum.) İşadamları derneklerinin, sendikaların kurulması, varolanların içine bilim danışmanlarıyla sızılması. Siyasi partilere eğitim programlarıyla, particilik dersleriyle yaklaşarak kadroların yönlendirilmesi gençliğin “düşünce özgürlüğü” ve “siyasi katılımcılık” propagandasıyla örgütlenmesi, Gizli ve yarı gizli istihbarat çalışmalarının azaltılması, buna karşılık medya muhabir ağıyla açık ve yaygın istihbarat toplanması, olanaklıysa Amerikan televizyonlarının yerli şubalerinden yayına geçilmesi, eksik-yanlış bilgilendirmeyle kitlelerin yönlendirilmesi, yerel medya ile eğitim-konferans-gezi düzenleyerek kalıcı bağlar oluşturulması, -Etniklik kışkırtıcılık:Etnikayrılıklarıgüçlendirmeküzerekültüran ımsatmaprogramlarınabaşlanarakyereltoplantılardan uluslar arasıtoplantılaraadamtaşınması, ulusal-bölgeseltarihinbütünleştirici özelliklerinin anımsanılarak, yerel tarih, yerel kültür araştırması adı altında en eskiye özlem yaratılması, -Yanlış ve eksik bilgilendirme: Kitlelerin akıl denetimlerini ele geçirmek üzere yoğun propaganda ve yanlış bilgilendirmeyle tarihsel devlet kurumlarının ve etnik sürtüşmeleri önleyen geleneksel kurumların yıpratılması, toplumsal kimliği karıştırmak için tarihsel ve toplumsal gelişim gerçeklerini bozarak yeni kimlikli topluluklar oluşturulması. “Dinlerarası diyalog” “hoşgörü” gibi programlarla egemen devletin seküler yaklaşımı ile mevcut dindarlar arasında polemikler oluşturulması, çatışmalar yaratılması... 51 - Yolsuzluk kampanyaları: Yerinden yönetim talepleri ile merkezi yönetim arasında ayrışmalar tesis edip, yolsuzluk olayları ile de topluma aşağılık duygusu yerleştirilip çaresizlik boyutunu yükseltmek. - İktisadi ortamı denetleme: Para piyasalarının uluslar arası spekülatör ve tefecilere borç ekonomisinin gereği olarak açılması, - Merkezi yönetime güvensizlik yaratımı: Kritik dönemlerde iktisadi bunalıma düşürülen sanayici ve üreticilerin konferans ve sempozyumlarla güvensizliklerinin artırımı, - İşadamlarının örgütlenmesi:Serbest Pazar veya serbest ekonomi söylemlerinin işadamları örgütlenmeleriyle kamuoyuna maledilmesi, - Ulusal sanayinin yıkımı: Ulusal iktisadın çökertilmesi için, ulusal sanayileşmenin ve enerji kaynaklarının yıkıma uğratılması...Çevreci akımların üzerinden ulusal madenciliğin, doğal yakıt üretim kaynaklarının ulusal egemenlik sınırlarının dışına çıkartılması, -Orduları ulusal kimliğinden koparma: Ordunun profesyonelleştirilmesi, ordunun günlük siyasi konuların içine çekilmesi, orduyu halkın hassas olduğu konularda taraf kılmak, -İnanmış örgüt liderlerinin yetiştirilmesi:Yeni ultra liberal önderlerle yeni partilerin kurulması; parti programlarının kışkırtmaya yönelik içerikte olması, Ulusal bunalımlar yaratılarak,güven ortamının zedelenmesi:Sık sık iktisadi krizlerle bunalım aralarının azaltılması. Devletin gücünün gözüktüğü kaynakların yabancı sermayeye geçirilmesi.Yabancı sermayenin devletin imtiyazlı noktalarına yerleşmesi, -Ulusal üretim birimlerinin ele geçirilmesi: Ağır sanayi, enerji, iletişim kurumlarının özelleştirme programlarıyla terki, büyük projelerin ihlali... - Silahlı gücün zayıflatılması: Ulusal silah sanayini engelleyip, iktisadi bunalım bahane edilerek ordunun yenilenme alımlarının yapılmayışı, ulusal sınırların gevşetilmesi, - Devlet yönetiminin kargaşayla ele geçirilmesi: Seçim darbesiy52 le egemen devletin ele geçirilmesi. Merkezi direniş durumunda kitle gösterileri düzenlenmesi. Etnik ya da mezhepsel kışkırtma ve çatışmaların körüklenmesi. - Belediye hizmetlerinin yabancı şirketlere devri: Toplumsal hizmetlerin karlılık adına devri; su-elektrik gibi kentsel işletmelerin devri içinde düşünsel altyapının oluşturulması, - Kültürel kaynaşmanın yıkımı:”Çok kültürlülük” propagandasıyla ortak kültürün batının değerlerine açık edilmesi. Batının dinsel kurumlarının ulusal egemenlikten pay talep etmesi. Federatif yapı için yasal düzenlemelerin alt yapısı hazırlanacak, bunun içinde şiddet olayları tertip edilerek gerekli ortam tesis olunacak; “dirty work” un bütün kuralları itina ile uygulanacaktır. Ülke içinde benzeri faaliyetler yürütülürken insan hakları gibi kavramlar dışarıdan empoze edilip uluslar arası kamuoyunun edinim şartlarından da istifade olunacaktır. Etnik ve dinsel ayrışımların sermayesi ise parasal ve siyasal olarak müttefiklerden temin edilecektir. Küllenmiş tarihsel acılar, çatışmalar temcit pilavı misali halkın gündeminde taze tutulurken, halkın milli benliği yabancı kültür ve düzenine özenme eğilimleri kışkırtılır. İşin kaos boyutuna yakın komşu ülkeler çekilirken ülke yalnızlaştırılır. Yıllardır birlik ve beraberlik içinde yaşayan toplumlar önce ayrışır sonra da çatışır. SONUÇ: Batı kartellerinin eline geçmiş, enerji kaynakları, hertürden iç korunması kaldırılarak açık pazarlaştırılmış ve güvenliği Batı’nın ordularına terkedilmiş koloni halk! Ekonomisi yabancıların eline geçmiş, zayıflamış merkezi egemenliğiyle dış politikada karar yetkinliği bitmiş, dış dayatım kurallarına mahkum bir devlet, tarihsel ve kültürel egemenliğini yitirmiş, Batı’nın alt dereceli bir hizmetkarına dönüşmüş bir halk yığını... 53 Türk toplumu mankurtlaştırılıyor! İnsanlarımızın ahvalini değerlendirirken, yani ülkemizde olup bitenleri, özellikle eğitim ve kültür politikalarımızı eleştirirken “Türk toplumu mankurtlaştırılıyor” şeklinde tanımlamak durumunda olmalı mıyız? Yoksa durumu olduğundan fazla mı abartıyoruz? Aksine!.. İddia ediyoruz; Ulusal kimliğimiz, kişiliğimiz, onurumuz yozlaştırılıyor, aşağılanıyor. Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor. Azar azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp yapay gündemlerle oyalanıp mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların beşiği olmuş bu ülkenin insanları mankurtlaştırılıyor! Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor. Başta artık çoğu bizim olmaktan çıkmış kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor. Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz silinip yeniden inşa ediliyor! Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor. Görünüşe bakıldığında epeyde yol alındığı anlaşılıyor. Kitle iletişim araçlarında yer alan kimi okumuşları okuyup, dinleyince bunların mankurtlaştırıldıklarını ve tüm toplumu da mankurtlaştırmak için görevlendirildikleri gibi bir kanıya ulaşılıyor. Uygarlıkların rahmi ya da beşiği olmuş. Anadolu topraklarında nasıl ortaya çıkar bu uğursuzluk? Modernleşmek yerine Batılılaşmaya çalıştığımız için mi? Tanımı yapılamamış tartışma konusu olan bir Atatürkçülükle insanları oyaladığımız için mi? Dindarlıkla dinciliği karıştırdığımız için mi? Yurttaşlarımıza ulusal bir tarih bilinci kazandıramadığımız için mi? Sakın aydınlarımız ve yöneticilerimiz bize ihanet ediyor olmasınlar? Ya da gaflet mi, dalalet mi? 54 Mankurtlaştırılmak istenen bu halk, tarihte onlarca devlet kurmuş, sonuncusu dünyanın dörtte üçüne egemen olmuş, şunun şurasında doksan yıl öncesinde en kötü durumunda bile dünyanın ilk beşinde yer alan Osmanlı’nın sahibi; ardından emperyalizme karşı zafer kazanmış bir halktır. Uygarlığa büyük katkıları olmuştur. Bu halk, emperyal duyguları tatmış ve dünyaya düzen vermiştir. Feth ettiği yerleri işgal etmemiş oraları yurt edinmiştir. Şimdilerde emperyalizmin aracı olarak birilerinin Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Balkanlarda ve başka yerlerde jandarması olarak kullanılmak isteniyor. Bir şekilde başa geçenlerin yaptıkları nasıl açıklanabilir? Topluma yerleştirilmeye çalışılan aktarma “tüketim kültürü”nün “kullan-at” ilkesi geleneksel kültürel ögeler yanında düşünceyi, geçmişi, kısaca her şeyi kullanıp atmayla sonuçlanmıştır. Geçmişin unutulması, geçmişteki çözümlerden yararlanmama sonucunu da ortaya çıkarmıştır. Toplum giderek geçmişi daha az anımsıyor, düşünce modaya teslim oluyor. Öte yandan geçmiş, tam da unutulduğu içindir ki, itirazla karşılaşmadan hüküm sürüyor. Bunun aşılması için öncelikle anımsanması gerekir. Geçmişteki çözümler unutulunca hatalar da tekrarlanıyor! Yeni adına eskiyi rafa kaldıran günümüz eleştiri tarzı, devrin zihniyetinin bir parçasını oluşturur; unutarak temize çıkmaya ve savunmaya yarar. Kısacası, toplum belleğini ve onunla birlikte aklını yitirir. Geçmişi düşünme yeteneksizliğinin ya da gönülsüzlüğünün bedeli düşünememektir. Bellek yitimi, geçmiş düşünceyi fazladan bir “entelektüel çöplük” gibi sırtından atan “radikal” ampirisizm ve pozitivizmden, geçmişin devlerine ve dehalarına çok erken doğma talihsizliğine uğradıkları için selam duran açıkgöz kuramlara kadar çeşitli biçimler alır. Sözü edilen durum çağın gerektirdiği kültürel değişme ya da gelişme değil, bilinçli bir yozlaştırmadır. 55 Teksas, tommiks iş başında Marifet, düşmanı savaşmadan yenmektir noktasındaki algısı da güçlü olan Batılılar Amerika’yı keşif ettiklerinde (keşif değil, işgal!) onlar gibi silahlanmamış ve daha da önemlisi açgözlü, barbar davranışlara sahip olmayan yerli halkı sistemli biçimde katletmişlerdi. Kimini kılıçtan geçirerek, kimini yerlilerin bağışıklığı bulunmayan hastalık mikropları bulaştırarak, kimini de barınma ve beslenme ortamlarını ortadan kaldırarak yok ettiler. Örneğin Kızılderililerin temel besin ve geçim kaynağı olan bufaloları yok ederek onları aç bıraktılar. Kısırlaştırdılar. Amerika’da sadece katliamlarda doksan milyon insan soykırıma uğramış ve katledilmiştir. Bu güne değin Batı (Avrupa, Amerika) tarihiyle yüzleşip Kızılderili katliamlarının hesabını vermemiştir. İnsanlıktan özür dilemediği gibi sömürü ve talana hâlâ devam etmektedir. Şimdilerde açıkça Afganistan ve Irak’ta, öteden beri ise örtülü olarak birçok yerdedirler. Batılılar tüm yöntemlere rağmen yok edemediği Kızılderilileri ise “ateş suyu” ile uyuşturmuşlardır. “Ateş suyu” Kızılderililerin viskiye verdikleri addır. Yani alkol! Ateş suyu (alkol) bugün yaşamaya çalışan Kızılderilileri sindirmiştir. Alkole alıştırılan, uyuşturulan Kızılderili, Kızılderili olmaktan çıkmıştır. Kızılderili, kendisi olmak için savaşımı bir tarafa bırakıp “ateş suyu” elde etmek için beyaz adamın kölesi olmuştur. Kızılderililer şimdilerde Amerikan toplumunda müzelik bir eşya muamelesi görmektedir. Unutulmuş geçmiş, unutturulmuş katliamlar, unutturulduğu için az bir kısmı kalmış kültürle turistlere Kızılderili dansları sergileyerek bahşiş toplayan, onu da ateş suyuna harcayan bir kitle! 56 Kızılderilileri bu hale sadece viski getirmemiştir. Eğitim de bu amaçla kullanılmıştır. Sömürgen güç, pragmatik düşünmektedir: Pahalı bir bedelle Kızılderili ile dövüşmektense onu eğitimle mankurtlaştırarak bertaraf etmek daha ucuzdur. Kızılderililer Amerikan okullarında “beyaz adamın” değerleriyle eğitilmişlerdir. Kızılderililer mankurtlaştırılmıştır. Türkiye de böyle yapılmak isteniyor. Batılılarla uygarlıkta yarışacak bir Türkiye değil, onları eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi; zorla sömürgeleştirmek, hırsızlık ve gasp yapmak istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri olmamızı istiyorlar. Buna “evet” demek için bizim mankurtlaştırılmamız gerek! Bu arada kitleleri uyuşturmak için ateş suyunu sadece Amerikalılar kullanmadı. Rusların da benzer politikalar izlediği Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan devletlerde görüldü. Aytmatov, tam da bunu gördüğü için mankurtlaştırma kavramını açıkladı. Elbette bunu kendi kültür kodlarından birini oluşturan Manas Destanını bildiği için yapabildi. Emperyalizm, ateş suyu etkisi yaratan birçok araç geliştirmiştir. Aşağıda bunların bir kısmı açıklanmıştır. Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı Emperyalizm ateş suyu politikasını her sömürgeleştirmek istediği ülkede uygulamaktadır. Kendi mantığınca tutarlıdır. Meşrulaştırılan şey yani alkol ve uyuşturucu, emperyalizmin toplumları/kitleleri uyuşturmada, düşündürmemekte kullandığı bir araçtır. İçer unutursunuz. Sizi şaşırtan, alışamadığınız şeyleri zamana yayar ve alışırsınız. Alıştırılırsınız ve uyum sağlarsınız. Sömürgeleştiğinizin, malınızın çalındığının, çocuklarınızın zihninin istemediğiniz şekilde geliştirildiğinin farkına bile varmazsınız. Böylece tehdit olmaktan çıkarsınız. Oysa bilişim devrimi sürecinden geçmekte olan dünyada, dünya entelektüellerini izlemek, yeni haritaların çizildiği coğrafyaları en azından anlamak, AB ve ABD köleliği arasında tercihe zorla57 nan, birileri tarafından yol haritası belirlenmekte olan insanların uyuşturulmaya değil, ayık kalmaya gereksinimi vardır! Kitleler/toplumlar/uluslar ne kadar uyuşturulur ve düşünmekten uzaklaştırılırsa sömürgeleştirme politikası o kadar başarılı olur. Uyuşturulup bireysel zevklerin peşinde koşan, “anını yaşayan” gelecek kaygısı taşımayan kişi ve toplumlar emperyalizmin kendilerine hangi oyunu, nasıl oynadığının da farkına varamazlar. İstenen de budur çünkü sömürü ancak böyle devam eder. Kültürsüzleştirmek Anne tavşan yavru tavşanla ormandaki evlerinde mutlu bir şekilde yaşardı. Günlerden bir gün, anne tavşan yavru tavşana der ki “bak yavrucuğum, benim çıkıp yiyecek getirmem gerek. Sen evde otur. Sakın dışarı çıkma, ortalığı karıştırma ve beni evde bekle.” Anne tavşan çıkıp gider. Derken yavru tavşan evde sıkılır. O sırada kapı önünde bir kelebek görür. Merakla kelebeğin peşinden koşarak çıkar ve epeyce dolaşır. Yorulup eve girmek isteyince kaybolduğunu anlar. Korkar ve ağlar. Derken bir ağacın dibinde uyuya kalır. Gözlerini korkunç bir hırlamayla açar. O da ne? Kurt değil mi? “Seni şimdi yiyeceğim” demektedir. Yavru tavşan yalvar yakar olurken, komşu “Ayı Amca” oralardan geçmez mi? Ayı Amca kötü kurdu kovalar ve yavru tavşanın elinden tutarak annesine getirir. Yolda da büyüklerinin sözünden çıkma, onların “yap” dediklerini yap, “yapma” dediklerini yapma kabilinden öğütler verir. Derken evlerine gelirler. Yavru tavşan ile annenin dokunaklı sarılmalarının ardından yavru tavşan “bir daha onun sözünden çıkmayacağına, yapma dediklerini yapmayacağına...” yemin billah eder. Ancak anne tavşanla yavru tavşanın unuttukları bir şey vardır. Yavru tavşanı zalim kurt’ un elinden kurtaran Ayı’da bir etçildir. Ayı kurnazlık yapmış yalnızca yavru tavşanla yetinmek istememiş iyilik maske58 si altında tavşan ailesinin evlerine kadar girebilmiştir. Masalın sonu sizce nasıl bitmiştir? Masalın ana fikri nedir? Okuyucu bundan ne öğrenir? Araştırma, karıştırma, kurcalama, merak etme! Dur, otur, bekle, yap denilirse yap mı! Her iyilik yapan iyi midir? Biliyoruz ki, merak duygusu insanı araştırmaya, araştırma da öğrenmeye götürür. Biz yakın dönemimizde, yıllardır çocuklarımıza merak etme, araştırma, sadece “yap” denilenleri yapmayı öğretmişiz! İnisiyatif alamayan, girişken olamayan, deneyim edinme kaygısı olmayan, aklını kullanmayan, korkak, pısırık, edilgen yani “ödlek tavşan yavruları” yetiştirmişiz. Oysa sıradan geleneksel bir Keloğlan masalı incelendiğinizde Keloğlan aracılığıyla çocuklara tam tersi mesajların verildiği görülür: Keloğlan anasını dinler ama sorunu kendi bildiği gibi çözer; üstelik kendisini korumaya çalıştığını bilerek genellikle anasının öğüdünün tersini yapar. İddialıdır, araştırır, karıştırır, büyük oynar ve büyük ödülü kazanır. Bu masallarla çocuklara Keloğlanın o kel-kötürüm haliyle neleri nasıl başarmış olduğu anlatılır ve dinleyen çocuğa âdeta “sen ondan daha iyi durumdasın, hadi, ne duruyorsun” denilir. Hele Köroğlu! Köroğlu, bir ozandır, bir düşünürdür, bir müzisyendir, yavuklusu olan, sevdayı bilendir. Köroğlu kötü yöneticilere ve haksızlığa karşı direnme hakkını kullanan “birey”dir. Unutturuldu. Üniversiteli gençlere dahi sorsanız, “Köroğlu kimdir, nedir?” diye, çok cılız yanıtlar alabilirsiniz. Yanıt verenler de Cüneyt Arkın’ın filminden kazara öğrenmişlerdir. Ama Köroğlu’nun kötü kopyası olan İngiliz eşkıyası Robin Hud herkes tarafından biliniyor! İnsanımız okumuyor ama televizyon izliyor. Televizyonda ise Köroğlu dizilerine yer yok. Dünyada onlarca ülkenin, kültür ve sineması varken, televizyon kanallarımızın sadece ve sadece Holywood’un, dolayısıyla Amerikan kültürünün acenteliğini/pazarlamasını yaptığı dikkati çekmektedir. Ya da batı özentisi hikayelerin işlendiği diziler… 59 Sineması çok gelişmiş Batı dışı ülkeler de var ve bunların bir kısmı, kültürel olarak benzer kültür kodları taşıdıkları için, Türk kültürünün beslenme kaynakları arasında da yer alır. Örneğin Azerbaycan, İran, Hindistan hatta Rus sineması bunlar arasındadır. Bunlar bir yana, sinema ve televizyon kanallarımız Fransız, Alman, Bulgar, Yunan, Arap, İskandinav filmlerine bile neredeyse ambargo koymuşlardır. Türk sineması aşağılanarak etkisizleştirilmiştir. Alay edilen ve defalarca izlendiği için milletin aptallığı üzerine yorum yapılan Kemal Sunal filmlerinde, halk Keloğlanı görmekteydi. Deli Yürek dizisinde Köroğlu’nu görür gibiydi. Bu yapımların izleyici rekorları kırmasının nedeni izleyicinin kendi kültüründen parçalar bulmasıydı. Bu durum yapımcılara bir fikir vermez mi de, Holywood taklidi diziler, sinema filmleri yapılır ve insanlar izlemek zorunda bırakılırlar? Konu sıkıntısı mı çekiyorlar? Etraflarına neden bakmazlar… Neredeyse her sokak, cadde, mahalle ve okul bir kahramanın adını taşıyor! Bu adlara kimin gözüyle bakıyorlar? Bu durumu en iyimser biçimde mankurtlaştırılmış okumuşlarımızın ne yapacağını bilememeleri olarak yorumlamak isabetli olacaktır. Subaşlarını onlar tuttuğu için kültürümüzü biçimlendiren temel kültür kodlarımızdan kopuyor, mankurtlaşıyoruz. Bunların sonucunda ülke olarak müttefik ya da komşu olduğumuz bazı devletlerin Türkiye’deki terör örgütlerini desteklediği, teröre yataklık ettiği ve finansman sağladığı ortaya çıkmasına rağmen konu kapatıldı. Birçok ülkenin savaş sebebi sayacağı durum sineye çekildi! 30 bin evladı yok edildi, milyarlarca lira bu uğurda harcandığı için ekonomik krizler uğradı, ülkenin bir kısmında devlet ve toplum hizmetleri felce uğradı, toplumsal doku zedelendi. Yataklık edenlere meydanlar dar edilemedi, sadece bazılarına diplomatik protestolarla yetinildi. Bugün bile bankalar dolandırılmış, bizim paralarımız çalınmış, yapay ekonomik krizlerle sanayimize el konmuş, özelleştirme adı altında yapılan yabancılaştırma ortadayken, kimsede en doğal demokratik tepki60 yi verecek mecal bırakılmamıştır. Uluslararası ilişkilerde AB ya da ABD’nin en azından diplomatik nezaketle bağdaşmayacak, saygısız tavır ve isteklerine boyun eğmeyi normal sayar hale gelmişiz. Ödlek tavşanlar toplumu olup çıkmışız. Mankurtlaşıyoruz! Yabancı dilde eğitim Hiçbir ülke çocuklarını başka bir ülkenin dili ile eğitmez, başka kültürlere dönükleştirmez. Biz yabancı dilde eğitim yapan okullarımızda bunu yapıyoruz. Üstelik bunu savunanlarımız var. Yükseköğretim sisteminin en üst kademelerinde görev yapan ve Kemalist bir çizgi izlediğini iddia eden Kemal Gürüz, “Türkçe bilim dili değildir, Türkçe ile bilim yapılamaz” diyerek hem yabancı dille eğitime haklı olmayan bir gerekçe uydurmuş hem de nasıl bir Kemalizm kavrayışı içinde olduğunu göstermişti. Şimdilerde Anadolu Liseleri, Kolejler, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi, Bilkent ve başkaları gibi seçerek öğrenci gönderdiğimiz yerlerde yabancı dillerde eğitim verdiriyor, kendi dilindeki kavramlarla düşünmesini engelliyor, çocuklarımızı kendi elimizle başka kültürlere sempati duyar hale getiriyoruz. Bunu azaltacağımıza yaygınlaştırıyoruz. Gerekçe, “veliler böyle istiyor”. Velilerin isteğini doğru anlamak gerekir. Veliler çocuklarının iyi bir yabancı dil öğrenmesini istiyor, yabancı dilde eğitim değil! En seçme öğrencilerimizi en iyi okullarımızda yetiştirip, bedavadan başka ülkelerin hizmetine veriyoruz. Aldıkları eğitim onların ulusal duyarlıklarını zayıflatıp mankurtlaştırıyor ve “Batı dostu” olup çıkıyorlar. Seçkin üniversitelerimiz kendi ülkelerinden utanıp, bir Batı ülkesine gitmek için çırpınan öğrencilerle dolu. Devlet bürokrasisi, bilim ve sanatta üst kademelere yükselmek için sanki Robert Kolej ve Galatasaray Lisesi’ni bitirmek temel koşuldur. Politikacı, sanatçı, gazeteci ve bürokratlar arasında bu okulların mezunlarının sayı ve oranı o kadar çoktur ki, sanki 61 ülkede başka okul yoktur ya da bu okullar dâhileri alıp, akıllarına akıl, zekâlarına zekâ katmaktadır! Elbette bu okul mezunlarının ezici çoğunluğu Batıcı. Osmanlıdaki Enderun mektebinin yerini almışlardır. Fark şuradadır; Osmanlı Türk ve Müslüman olmayanların zeki çocuklarını devşirip Osmanlılaştırarak onlardan yararlanıyordu. Biz ise kendi çocuklarımızı Batıcı yaparak yabancılara devşirme yetiştiriyoruz. Yabancı dil (İngilizce) takıntısı üniversitelerdeki yükselmelerde de kendini göstermektedir. Yabancı dil baraj haline getirilmiştir. Lisansüstü çalışmalar için bilim aşkı, düşünebilme, yaratıcılık değil, yabancı dil hatta İngiliz kültürüne hâkimiyet ölçülmektedir. KPDS ya da ÜDS gibi sınavlar sanki yabancı dil becerisini ölçmekten çok, kolej eğitimi almamış (Batı’ya dönükleşmemiş diye de anlaşılabilir) olanların sisteme girmesini ve yükselmesini önlemeye yönelik! Sömürgelerde yabancı dil, sosyal tabakalaşmanın bir mekanizması haline gelir. Bir Avrupa dilini kullanabilenler, mesleki sektöre ve modern iş dünyasına girebilir; bundan yoksun olanlar ise daha üst mevkilerden mahrum edilirler. Böylece yabancı dil egemenin iktidar üzerindeki tekelini korumasına yardımcı olur. 62 Cinselliğin yozlaştırılması Uyuşturma etkisi yapan her şey Kızılderililerin ateş suyu dediği şeydir. Bunlardan biri de, izlenen kültür politikasının yozlaştırdığı cinsiyetler arası ilişkilerdir. Değer yargılarından arındırılmış cinsellik genel geçer hale sokulmaya çalışılmaktadır. Edebiyat, sinema, televizyon, gazete ve dergilerde cinsel açlık duygusu yaratmak için her türlü yöntem ve teknik kullanılmaktadır. Renkli dünyalara kanat açmanın, bedensel hazzın duyumsatılması ve aranması sağlanmaktadır. Egemen güç ve onun ürettiği genel geçer pop kültür, kadınlarda köksüz, zarafet ve asaletten yoksun, kalça-göğüs standardizasyonuna indirgenmiş bir güzellik anlayışı üretmiştir. Kişi, sinema ve televizyonda Holywood’un “ölçü budur” dediklerine ne kadar benziyor ve onu ne kadar taklit ediyorsa güzeldir/yakışıklıdır! ”Açık saçıklığı” bazı mankurtlar “çağdaşlık” sayıyor. Kadınların itici kılıklar içine sokulmasını ise diğer mankurtlar “değerlere bağlılık” olarak anlıyor. Kültürel bölünmeler yaşanıyor, akıntıya kürek çekmeye devam ediliyor. Hiçbir erkeksi ilkeye uymayan maço/maganda erkek tipi üretiliyor. Sokakta yalnız bir kadın gördüğünde “yağmalanması gereken bir mal” gibi algılayan, elle, dille taciz eden, kaba, korkak, duygusuz, duyarsız tipler yetiştiriliyor. 63 Aşkta sadakat artık “romantik tekerleme” işlevi bile görmüyor. “Aradığım özellikler sadece bir erkekte/kadında yok, herkesten alacağın var” anlayışı yerleştiriliyor. Sevgili koleksiyonu ve onlardan alınan hediyeler aşkta kariyer geliştiren, kısmet, itibar artıran şeyler haline getiriliyor. Duygular yalama ediliyor; ne dikiş tutuyor ne fren!.. Eşcinsellik teşvik ediliyor. Bunun bir “tercih meselesi” olduğu anlatılıyor. Eşcinsel olmadan sanatçı olunamazmış yargısı yerleştiriliyor. Televizyonlarda, hangi cinsiyetten olduğu belli olmayan tipler sunuluyor; cinsel rol davranışı arayan gençlere. Eşcinseller hep neşeli, şen şakrak, sempatik, iyi ve zararsız karakterler olarak takdim ediliyor. “Tercih”lerinden dolayı sanki hiç pişmanlıkları, sorunları yok! Erkek çocuklara cinsiyeti belli olmayan ama kadınsı davranışlar sergileyen karakterleri olan çizgi filmler izlettiriliyor. Çocuk ve gençlere böylesi tipler örnek alınası “modeller” olarak sunuluyor. Ne idüğü belirsiz özgürlük modası var ya, seçenekler de sunuluyor elbette; “eşcinsel olamıyorsan/değilsen uniseks de olabilirsin!” Açık propaganda kitaplarının etkisi azaldığından, şimdilerde edebiyat, özellikle romanlar bir silah olarak kullanılmaktadır. Milan Kundera, sosyalist düzeni yıkabilmek için sadece “ihanet özgürlüğü” istiyordu. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı ünlü kitabında başta cinsel ve duygusal olmak üzere her türlü ihaneti yüceltiyordu. İnsan, öğrenme yeteneği çok yüksek olan bir varlıktır. Öğrenmelerimizin önemli kısmı da bildiklerimizi başka alanlara transfer etmekle olur. Sevgilisini, eşini aldatmakla başlayan ihanet duygusu, onu taşıyanı ideolojisine, içinde bulunduğu gruba, kader arkadaşlarına ve nihayet ülkesine ihanete kadar götürebilir. Milan Kundera bunu başarmıştı. Ahmet Altan, “Günaha Çağrı” adlı yazısında şöyle yazıyor: “Günahlar işleyelim, günahlarımız için mabetler kuralım, kendi günahlarımıza tapalım. Yasak aşklar peşinden gidelim. 64 Yasak düşüncelerle oynaşalım.” ... “Eğer masumsanız, bir günah ve bir suç işlemediyseniz, eğer siz korkaksanız, kendi kendinize ihanet ediyorsunuz, kendi zevklerinizi, isteklerinizi, fikirlerinizi kendiniz buduyorsunuz.” ... “Masumiyeti korkaklara ve yeteneksizlere bırakın. Bir günah mabedi kurmak isterdim, her saat başı sizi günaha çağıran. Günah, kendine ibadettir... Sizi kendinize ibadete çağıran bir mabet. Kendinize ibadet edin.” “Her akşam yatarken “bugün kendim için nasıl bir günah işledim” diye sorun kendinize, eğer bir günah işlememişseniz kalkıp bir günah işleyin, geceler günahlar için en uygun zamandır.” Toplumları sarsmak için değerler aşındırılmakta, onu ayakta tutan en önemli kurum olan aileye saldırılmaktadır. Romanlarda “aldatma hakkınızı kullanmalısınız” önerisi ikna edici biçimde yapılır. İhanet etmek bir “hak” olarak sunulur. Edebiyatımızda bunun misyonerliğini yapan “Türkiyeli” romancılar bulunmaktadır (bunlar Türkiye’yi aşağıladıkça dışarıda ödüllendirilirler). Kültürel değerlerimizin en aşağılık şey olarak gördüğü “ihanet ve aldatma” yazılarında meşrulaştırılır, “aşağılık olan yüceltilerek” değer haline getirilir. “İhanet” romanlarında öyle sahneler ve duygu durumlar ortaya konur ve aldatma öyle meşrulaştırılıp doğallaştırılır ki, okur onu âdeta yaşar, ilginç bulur ve gerçekleştirmek için çareler arar. Romanı okurken, kahramanla özdeşleşen, olaya onun penceresinden bakan okur, zaten olayı yaşamaktadır. Okuyucu aldatma duygusunu zihninde kurgulamış, yaşamıştır. Artık tabu yıkılmıştır. Eşler birbirine “acaba?” diye bakmaya başlar. Evliliği ayakta tutan “eşine güven” duygusu ise ve bu da yoksa evlilik ve aile aslında 65 yoktur. Bunun bir adım sonrası aldatma “hakkını” kullanan ya da kuşkunun pençesinde kıvranan eşlerin parçaladıkları ailelerdir. Edebiyatta bu tema, insanî bir durum olarak pekâlâ değerlendirilebilir ve sanatçının bakışı olarak yorumlanabilir. Ancak bunun diğer araçlarla da desteklendiğini görünce, büyük bir kampanyanın parçalarından biri olduğu anlaşılır. Pop denilen müzik türü de aynı amaçla kullanılmaktadır: Şarkılarda “sana bir ihanet borcum var, ödedim sonunda...” söylenir, güzel nağmelerle.. “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe, sırf sana benziyor diye, usulca sokulup merhaba dedim” der, saf saf... Sinemalarda bunca kültür zengini olan ülkede yeni kavram ve düşünüş biçimleri ile açılımlar yapmak varken, “aldatma” en basit biçimiyle işlenir. Holywood sinemasının aynı temayı işleyen filmleri günlerce televizyonlarda tanıtılır. Bir kadın/ erkek neden aldatır, aldatılır? Bunu tartışmak üzere açık oturumlar düzenlenir... İnsanları televizyon ile oyalamakla görevli bazı meddahlar edep sınırlarını zorlayan cinsel çağrışımlı güya esprileriyle izleyicilerinin beyinlerine değil, ilkel dürtülerine seslenirler. Espri yapmak zekâ gerektirir. Bunların düzeyine bakarak, toplumun kültürel düzeyini düşürme işlevi yüklendiklerini söylemek mümkündür. Televizyondaki “muhabbet” programlarında ya da kadına yönelik yapımlarda âdeta klişe haline gelen bir söz vardır: “Aldatmayan erkek yoktur!” Defalarca, durup dururken bile söylenmektedir. Artık genel geçer hale gelmiş ama bilimsel olmayan bir sözdür... Tersini kabul ettiremezsiniz. Ne yapılmak isteniyor? Acaba bu söz, karakterini eğiterek sadakat duygusunu geliştirmiş, arzularını kontrol eden, aile kavramına saygı duyan aldatmamış erkekleri nasıl etkiler? Bu iddiadan evli kadınlar nasıl etkilenir? Böyle bir ortamda sağlıklı ve güvenli toplumsal ilişkiler düzeni olabilir, aile korunabilir mi? Evlilik kurumunun ilkelliği dile dolanıyor. Evliliğin aşkı öldürdüğü ballandıra ballandıra anlatılıyor. En ufak şeyler boşanma 66 gerekçesi haline getirilerek, aileyi parçalayıcı politika, program, yayın ve uygulamalarla aile güçsüzleştiriliyor, yok edilmeye çalışılıyor. Birlikte yaşama, gecelik, mevsimlik “aşk”lar seçenek olarak sunuluyor! Bütün bunlar aileyi çökertme programının parçalarını oluşturuyor. Neden aileye saldırılmaktadır? Aile toplumun temelidir de ondan. Toplumu o ayakta tutar. Aile bireyi vatanına bağlar. Aile bozuksa toplum zayıftır. O toplum artık ateş suyu içmiştir. İflah olmaz! Bir topluma ateş suyu içirmek için, ateş suyu cilalı bir kap içinde, güzel nitelemelerle alıştırılarak verilir. Örneğin içerseniz “çağdaş, modern, Batılı...” olursunuz. Rezaleti “skandal” olarak adlandırır, hafifletirsiniz. Zinanın adı “çapkınlık”, yapılan şey ise “kaçamak” olur. “Düzeyli” birliktelikler yaşanır. Bu kadar masum! Bu mantığa karşı çıkarsanız ya köylü olursunuz ya da gerici. Gericiliği tercih eder ya da bir yere ait olmak için oraya katılmak zorunda kalırsınız. Yoksa mankurtlar sizi “ot” bile sayar. Utanma, arlanma, hayâ gibi kavramlar silinmeye ya da etkisizleştirilmeye çalışılır. Oysa utanma duygusu insanı yanlışlar yapmaktan alıkoyar. Bireyin vicdan bekçisi gibidir. Bu duygu yoksa insanlar sadece polis ve savcı ile kontrol edilebilir. Herkesin başına polis dikmek mümkün müdür? Küreselleşme sürecinde beden, bir tüketim nesnesi durumuna gelmiş, özellikle başkalarını kışkırtıcı bir hâl almıştır. Beden, bir nesne olarak eklemlenmiş parçalardan oluşan bir yapı durumuna getirilmiştir. Bazen arızalı olan parçası değiştirilerek, ötekinin erotik bakışına sunulan ve maddi değeri olan bir nesneye dönüştürülmüş, neredeyse bireyin bütün sermayesi haline gelmiştir. Burada amaç, bedenlerinden başka sermayesi olmayan insan tipi yaratmaktır. Emperyalizm ve kapitalizm, bireylerde cinsel açlık duygusu yaratarak kendini ayakta tutmaya çalışır. Bunun için bireyin bedenine odaklanması sağlanır. Sağlıklı olmaktan çok alımlı görünmek biricik hedef olur. Tek derdi çekici olmak olan birinin yurt ve dün67 ya sorunlarıyla ilgilenmesi, sömürüye, işgallere, soygunlara ilgisi, açları, işsizleri, evsizleri, mutsuzları düşünmesi ne kadar beklenir? Kendi bedeninin derdine düşmüştür ve tensel zevklerin peşindedir. Artık insanlık umursanmaz, sömürü bilinmezdir. Birey yalnızdır oysa kapitalizm örgütlüdür. Açlar, işsizler çeşitli biçimlerde direnir ama düzen onları bir şekilde meşruiyet dışına iter ve yok eder. Düzen, insan olma sorumluluğunu unutturur. İnsan olmanın ne olduğunu düşünecek hâl bırakmaz. Kişi mankurtlaşmıştır. Egemen gücün istediği de zaten budur; yağmalamaya devam eder. Kitlelerin kontrolü için cinsel “aklı başındalığa” karşı yürütülen savaş bugün de birçok toplumda devam ediyor. Davranışlar kitle iletişimi aracılığıyla değiştiriliyor; böylece erdem, özdenetim, kamusal idare reddediliyor, değerlerden arınmış cinsellik teşvik ediliyor. 68 İdeoloji ve kavramların saptırılması İdeoloji, herhangi bir toplumsal kümenin yaşamına yön veren ve kendi içinde uyumlu bir düzen oluşturan düşünce, inanç ve düşünüş biçimlerinin tümüdür. Egemen güç, zihinsel üretimi kendisi yapar ve bilinçli bir bilinçsizleştirme süreci gerçekleştirir. Olaylara bütüncü açıklamalar getirerek bireyi bilinçlendiren, ilkeler koyan ve hedef gösteren ideolojileri tersi bir işleve büründürerek insanları mankurtlaştırmak için kullanılır. Sorunlara doğru saptama yapanların sesi kısılıp, yanlış amaçlar peşinden koşan ideolojiler oluşturulur. Samimi insanlar ülke sorunlarını çözebilmek için bu yapay ve sonu belirsiz ideolojilerle beyhude uğraşır. İşler daha kötüye gider. Sorunlar daha da büyür. Bu yapay akımlar, toplumu temel sorunlarından, uygarlık mücadelesinden uzaklaştırmak ve dikkati yapay sorun ve çözümlere çekmek için araç işlevi görür. Bazen toplum bir fırsatını bulup sorunları üzerine düşünmeye ve çözüm bulmaya başladığında, bu güçler kışkırtıcı ajanlarla çözümü baltalamaya çalışırlar. Fraksiyonlara/ cemaatlere bölünür, ne için uğraşmaya başladıklarını unutur, birbirlerine düşer ve kendilerini emperyalizmin hizmetinde bulurlar! Dünya görüşü, insanın çevresindeki dünyaya karşı oluşturduğu görüşlerin, anlayışların ve kavramların tümüdür. Dünya görüşlerimizi oluşturan, insanlığa mal olmuş saygın kavramların içerikleri boşaltılıp, egemen gücün amaçlarına uygun biçim69 de dolduruluyor. İnsan hakları, demokrasi, laiklik, özgürlük hatta bilim ve üniversite kavramlarının içleri boşaltıldığı için anlamları kaybolmuştur. Örneğin “evrensellik” çarpıtılarak, “emperyalist merkezlere bağımlılık”la eşanlamlı hale getirilmiştir. Başka bir deyişle, evrensellik Batı, o da ABD olarak anlatılmaktadır. Şimdilerde birçok kavramın içi özünden ve tarihsel seyri bağlamından koparılarak yanlış biçimde doldurulmaktadır. İnsan hakları ve demokrasi etnikçilik, cemaatçilik ve mezhepçilik olarak anlatılıyor. Kavramlar yanlış anlaşılınca, doğru düşünmek ve iletişim kurmak olanaksızdır. Aydınlar, toplumun “her türlü düşünceye açık olması” ilkeleriyle “kaleyi saldırganlara teslim etmek” arasındaki farkı göremiyor, bu iki kavramı birbirine karıştırıyor. Böylece ülkenin düşünce dünyası karmaşıklaşıyor, belirsizlik her şeye siniyor. Kimse önünü göremeyince amaçlar belirsizleşiyor. Toplum nereye gideceğini, kime güveneceğini şaşırıyor! 70 Bilimsel bilgiden uzaklaştırma “En gerçek yol gösterici” olan bilim, yeterince ilgi ve iltifat görememektedir. Eğitim ve Araştırma-Geliştirme için zaten az kaynak ayrılan ülkede, krizlerden sonra ilk tasarruf yapılan alanların başında eğitim ve bilim gelmektedir. Siyasal iktidarlar üniversitenin sorunlarını çözebilecek arayışlar içinde olmaktan çok, üniversiteyi kendi evlerinin bir “arka bahçesi” haline getirme uğraşındadır. Bilgi türleri karıştırılarak mantık bulandırılmakta, kafalar karıştırılmaktadır. Bilimsel bilgiye yöneltilen postpozitivist eleştiriler, sadece bilim çevrelerini değil, zaten yeterince bilimsel bilgi kullanmayan toplumu da derinden etkilemektedir. Bilimsel bilginin yerini bilimdışı, gündelik, dinsel ya da örgütlenmemiş bilgiler almaktadır. İnsanlar dünyayı ve olguları açıklamada geleneksel ya da kulaktan dolma bilgileri, falcılar, medyumlar ya da şarlatanlardan edindiklerini veri olarak kullanmaktadırlar. Bilgi kaynağı bu olunca, (bilginin nasıl işlendiği bir yana) aldığı kararların isabeti de azalmaktadır. Darbe dönemlerinde aydınlar ve aydınlık yok edilmek istenmiş, eğitim ve bilim önemsizleştirilmiştir. Bilime ve aydınlanmaya değer vermeyen bir kültür oluşturulmuş ve hâkim kılınmıştır. Nitelikli okuyan ve yazan bir toplumun neden oluşturulamadığı konusunda ileri sürülen gerekçeler ikna edici değildir. Âdeta okumayan yazmayan bir toplum istenmektedir. 71 Bilimin ulusal ve toplumsal işlevini önemsemeyen, sadece evrensel işlevini dikkate alan ölçütler geçerli hale getirilmiştir. Bilimde araştırma gündemleri, emperyalist merkezlerin gereksinimleri doğrultusunda oluşturulup, bütün dünyaya evrensel gündem diye dayatılmaktadır. Artık “bedenler göçmeden beyinlerin göçmesi”nin etkili bir mekanizması oluşturulmuştur. Dünyanın her tarafındaki araştırmacıları, üstelik kendi ülkelerinin kaynaklarını kullanarak, merkezin belirlediği araştırma gündemi çerçevesinde çalıştırmanın yolu keşfedilmiş durumdadır. Bilim, ülke sorunlarının çözümüne değil, “merkez”lerin istediği yayınları yapacak biçimde araştırma ve yayınlara odaklanmıştır. Ülkenin ciddi sorunları karşısında bilim ve bilginler kayıtsız kalmışlardır. Güneydoğuda yıllarca devam eden terör ve sonuçları konusunda ciddi araştırmalar yapılmamıştır. Laiklik, öğretim birliği, yabancı dilde eğitim, Avrupa Birliği gibi konularda özellikle eğitim alanında yapılmış ciddi araştırmalar bulunmamaktadır. Üniversiteler sanki suya sabuna dokunmak istememektedir. Bilimin bıraktığı boşluk başka bilgi türleri hatta bilgisizlik tarafından doldurulmakta, eleştirel düşünemeyen insanlar kolayca yönlendirilebilmekte ve mankurtlaşmaktadırlar. Araştırmaların kaynak ya da referanslarına bakınca da tuhaflık görünüyor. Türkiye’nin bilimde iyi olduğu bir alanda yazılan araştırma ve kitapların kaynakçalarına bakınca neredeyse tamamının İngilizce kaynak olduğu görülüyor. Aynı konuda Türkçe yapılmış onlarca araştırma olduğu halde alıntı yapılmıyor, görmezden geliniyor. Sanki ne kadar çok Batılı kaynak kullanılırsa o kadar kaliteli yayın yapmış olunuyor! Bazı eğitim bilimi kitaplarının kaynakçasında Türkiye’den bir tane bile kaynak bulunmaz; olmadığından değil, var ama tenezzül edilmiyor. Bu ülkenin çocuğunu yetiştirmek için yazılan bir kitapta ülkenin tarihi, kültürü, edebiyatı ve etik anlayışından söz edilmez mi? Haklarını yemeyelim; söz ediyorlar ama onu bile Batılı kaynaklardan alıntılıyorlar. 72 Aktarmacı, Avrupa-merkezli bir bilim anlayışı yerleşmiş, kendi toplumuna bile Batının gözlükleriyle bakan bilginler türemiştir. Örneğin Batıcı cinsiyetçilik anlayışıyla “töre cinayetleri”ne bakmak, sorunu çözmeyeceği gibi, ancak cehaleti ele verir. Tipik devşirme aydın tavrıdır. Tarım toplumu değerleriyle büyümüş ve o ortamda yaşayan birinin “töre” kavrayışı da tarım toplumunun değerleri olması doğal değil midir? “Dünyaya sömürgecinin gözüyle bakan” yerli elit; beyinleri Avrupa-merkezli ideolojik safsatalar tarafından dağlanmış, kendi gerçekliğine, kendi toplumuna külliyen yabancılaşmış yerli azınlıklar, hep emperyalizmin, sömürge ve yarı-sömürgelerde, şimdilerde Üçüncü Dünyadaki adamları-ajanları oldular. Üçüncü dünya ülkelerinde yer alan üniversitelerin hemen hemen tam anlamıyla yabancı bir model üzerine kurulmuş olmalarından ve yabancı kurumların değerlerini ve kurumsal örneklerini yansıtmalarından dolayı sömürgeci kurumlar olduğu gerçeğini ıskalayamayız. Bu üniversiteler araştırma ve yaratıcı entelektüel çabaya ağırlık vermemişlerdir. Böylece yüksek eğitimin çoğunluğu Avrupa modellerini ve akademik normlarını yansıtır; fakat modern Batı standartları seviyesine çıkarılmadan. Ülkede bilimsel bilgi üretimi âdeta yabancılar için yapılmaktadır. Yabancı dille (İngilizce) öğretim yapan üniversite ve fakültelerde yapılan bilim uzmanlığı ve doktora tezleri başta olmak üzere, neredeyse bütün yayınlar yabancı dilde yazılmakta, Türkçe bilen okur için değil, yabancılar için bilgi sağlanmaktadır. Ülkemizin kaynaklarıyla üretilen bilginin bu ülkede yaygın olarak dağıtılamaması ve kullanılamaması düşündürücüdür. Eğitimin yabancı dilde olmadığı üniversitelerde de birçok dalda yükselmek için yabancı dillerde yayın yapma zorunluluğu bulunmaktadır. Genellikle yüksek standartta olan bu yayınlar da Türk bilgi kullanıcısına sunulamamaktadır. 73 Dincilik ve sahte din anlayışı Doğuda, İslam’ın sahipleri, hakikat aşkından uzak, böyle bir anlayışla sevgiden mahrum bulunuyorlar. Kendilerini sadece bir takım dinî örflerin teknikçisi sayan bu zümre, gerçek dinî vazifelerini yapmamaktadır. Din, toplumsal yaşamda önemli ve gerekli sosyal bir kurumdur. Toplumları etkileme ve bireyleri yönlendirme etkisine sahiptir. Ancak, din adına hareket ettiğini iddia edenler siyasal bir amaç gütmeye ve iktidar mücadelesi vermeye kalkınca, toplumsal sorunlara da yol açabilmektedir. Kuşkusuz, bu dinden değil, dinciden kaynaklanır. Dindar ile dinciyi iyi ayırt etmek gerekir. Dindar ile kimsenin bir sorunu olamaz. Din üzerinden siyaset ve ticaret yapanlar, dinsel değerleri ve inanan insanları sömürmekte, sorunlara yanlış teşhislerin konulmasına yol açmaktadır. Din konusu, farklı çıkarları olan başka ülkelerin de ilgi alanına girer. Ilımlı İslam projesinden sonra halkı Müslüman olan ülkelerde İslamcılar artarken dindar Müslümanların azaldığının gözlenmesi ilginç bir durumdur. Emperyalizmin sahte şeyh, mezhep ve tarikatlar oluşturması da yeni bir uygulama değildir. Afganistan ve Arabistan’da şeyh kılıklı Amerikan ve İngiliz ajanları yüzyıldır faaliyetlerine devam ediyorlar. Bunu İslam’a iyilik için mi yapıyorlar? Bunlarla hem din anlayışı değişir, din saptırılır, itici bir din ve gelişmeye kapalı bir toplum düzeni oluş74 turulur hem de yeni tarikat ve cemaatlerle bölücülüğe yol açılarak toplumsal çözülme sağlanır. İnsanlar gerçek sorunlar üzerinde düşünmekten alı konulur. Hatta ülkeler işgal edilir. Cezayir’de 1840 yılında egemen olan dinsel güç, Ticani tarikatı ve şeyhi de Muhammed Es Sağir’dir. O sırada Fransa tarafından Cezayir’e gönderilen ajan Rosch, Müslümanlığı kabul etmiş görünerek önce Es Sağir ile işbirliği içinde, yerel İslam ulemasına başvurmuş ve arkasından Mısır’ın ünlü El Ezher medresesinin ve en sonunda da Mekke ulemasına başvurarak onlara yönelttiği “İslami itikada halel gelmeden, geçici süre, Hıristiyanlara boyun eğmek caiz midir” sorusuna karşı “elcevap: caizdir” yanıtını almıştır. Hıristiyanlara geçici tutsaklığın süresi ise yüz yılı aşmıştır. İslamcılar (dindarlar değil) aracılığıyla farklı kültürel anlayışlar sanki “İslam buymuş gibi” topluma dayatılmaktadır. Müslüman olmak ile ortaçağdaki Arap geleneklerini sürdürmek birbirine karıştırılmaktadır. Yıllardır başörtüsü ve İmam Hatip Liseleri üzerinden kıyametler koparılmaktadır. Körüklenen bunun gibi yapay sorunlar âdeta bir “sis bombası” etkisi yaratarak, asıl sorunların görünmesini engellemiştir. Dinsizleştirmecilik de bir ateş suyu haline gelmektedir. Din, toplumsal yapıyı ayakta tutan sosyal yapıştırıcılardan biridir. Birçok kültür kodu dinsel değerlere ilişiktir ve din toplumsal ve bireysel birçok işlev görür. Din, manevi olduğu kadar stratejik bir güçtür. Onu dışlar ya da ilgisiz kalırsanız başkaları ilgilenir ve size karşı kullanır. Yanınızda olması gereken bir gücü karşınıza almış olursunuz. Bir kısım laiklik savunucularının bilerek ya da bilmeyerek, laiklik savunusu değil, dinsizleştirmecilik yaptığı görülmeye başladı. Oysa laiklik, dinin olmadığı bir yerde anlamsızdır. Laiklik din ile birlikte vardır. Laiklik bir barış antlaşmasıdır. Yeni ayrışmalara meydan vermemesi gerekir. Böylesi kişiler, laiklikle hiçbir sorunu olmayan dindar kişileri karşılarına almakta, iletişimi koparmakta ve toplumsal parçalanmaya yol açmaktadırlar. 75 Din duygusu; insana fedakârlık, sabır, ölürse şehit kalırsa gazi olma anlayışı gibi savaş gücünde çok değerli olan manevi bir dayanak verir. Bir toplumda bu değerlerin zayıflaması demek, yaşam enerjisinin kaybedilmesi demektir. Din ve dinsel alanda önemli kavram ya da simgelerin alaya alınması, küçük düşürülmesi ve önemsizleştirilmesi de dikkati çekiyor. Edebiyatta, sinema ve “bir kısım” medyada din adamlarımız küçük hesaplar peşinde koşan, çağdışı, yobaz ve aşağılık birçok niteliği kendinde toplayan karakterler olarak sunuluyor. Anadolu’da taşlayarak öldürme (recm) hiç olmadığı halde “vurun kahpeye” sahnelerini sık sık izliyoruz. Oysa engizisyon ve endüljans süreçlerinden geçen Batı toplumlarında din adamları medya ve sanatta âdeta evliya olarak sunuluyor. İslam’daki dinsel simgeleri aşağılamak laiklikle açıklanamaz. Olsa olsa din düşmanlığı, özellikle de İslam düşmanlığıdır. Zira laikliğin karşı olduğu din değil, yobazlıktır. Laikliği savunanların insan haklarının bir gereği olarak bu savunuya devam etmekle birlikte, son tahlilde bu toplumun Müslüman bir toplum olduğunu unutmamaları gerekir. Modernleşme adına Batılı davranışlar beklemek kimsenin hakkı değildir, doğru da değildir. Toplumu yönettiği/yönlendirdiği iddiasında olanların öncelikleri iyi belirlemesi gerekir. Ülkeye yönelik “görünen ve açık bir emperyalist tehdit” hatta saldırı varken, tarafların incir çekirdeğini doldurmayacak konuları bir tarafa bırakmaları gerekir. Bu durum evleri yanarken yorgan kavgasına tutuşan karı-kocanın durumuna benzemeye başladı. Laiklik tartışmalarında kimilerinin geldiği nokta burasıdır. Sağduyu geliştikçe bunların da kaybetmeleri kaçınılmazdır. Dindar, dinini uygulamaya ve yaşamaya çalışan, imanı güçlü olan kimse, dinci ise dinini yaşama kaygısı olmadığı halde diğer insanlara kendi anladığı biçimiyle dini dayatan veya çıkarları için dindar görünmeye çalışan kimsedir. Dindarın eylemleri Allah’ın rızasını kazanıp sevap almak, dincininki rant (para, makam, statü, oy) elde etmekle kendini gösterir. 76 Yapay gündemle oyalamak “Bir kısım” medya toplumu bilgilendirme değil, biçimlendirme görevi üstlenmiş, böylelikle görevinin dışına çıkmıştır. Basındaki zihin inşa mühendisleri, çeşitli yapay gündemler oluşturarak halkın gerçek sorunlarını tartışmasını engellemekte, gerçekleri gizleyip üzerinde düşünmemeyi sağlamaktadırlar. Bu durum özellikle ülkenin başına çorap örüldüğü zamanlarda daha da artmaktadır. Hava puslandırılır ve kurtlar ortaya salınır. Dikkatler başka tarafa çekilerek asıl yapılacak olanlar yapılır. Bazı olaylar kendi bağlamından cımbızla çıkarılarak başka biçimlerde sunulur. Dinleyici/izleyici/okuyucu yönlendirildiği sonuçlara ulaşır. Böylece zihinler yeniden inşa edilir. Gündemimizin yoğunlaştığı konularla kitleler bunlarla oyalandırılıyor. Bu tür işe yarar sonucu olmayan konuları konuştuğumuz için neleri konuşamadığımızın farkında mıyız? Toplumun gündemi ve konuştuğu konular aynı zamanda bunları izleyen çocuklarımızı eğittiğimiz konulardır. Çocuk ve gençlerimizi bunlarla eğitmek istediğimizden emin miyiz? Onlara öğreteceğimiz, haberdar edeceğimiz başka derdimiz, davamız, hedefimiz yok mudur? Yapay gündem demokratik gelişmenin de önünde bir engeldir. Demokrasi eğer “halkın, kaynakları adilce paylaşma sürecini yönetmesi” ise, yönetim de karar almak ise ve karar almak da bilgiye dayalı ise bilgiden uzaklaştırılan bir toplum demokratik olabilir mi? Ancak mankurtlar, seçimden seçime oy kullanmanın demokrasi olduğuna inanabilirler! “Bilgi sahibi olmadan fikir sahi77 bi olunmaz.” Bilgi sahibi olmak için de ilgi sahibi olmak gerek. İlgiyi medya yaratmalıdır. Bunu da sorumlu biçimde yapmalıdır. İzlenen kültür politikalarıyla ülkenin geçmişte varolan manevi dinamiklerini gözden düşürmek ve toplumu başkasının manevi ve kültürel değerlerine hayran bırakmak amaçlanır. Bunu yapmak için önce toplumsal aşağılık duygusu uyandırılır, toplumsal özgüven ortadan kaldırılır. “Bir Amerikalı, bir Alman ve bir Türk” diye başlar fıkra ve en salakça eylemi Türk olan yapar! Oysa aynı durumlar Amerikalı için de, Alman için de söylenebilir. “Burası Türkiye, burada her türlü yanlış olağandır!” ifadeleri klişe haline gelmiştir. “Türklerin zekâsının düşük olduğu” safsataları manşetlere çekilir. Basın yayın yoluyla toplumun kusurları ön plana çıkarılır. Ahlâk, inanç, yurtseverlik, kahramanlık gibi değerler gözden düşürülür. Cinsel özgürlük, ilericililik gibi sloganlar devamlı ve sık kullanılarak var olan eğlence kültürü değiştirilir. Batı ülkeleri karşısında aşağılık duygusu uyandırılır. Kendine güveni azalmış topluluklar, başarılı toplulukları taklit etmek ve onlar gibi yaşamak isterler. 30-60 yıllık bir sürecin sonunda toplumun kültürel kimliği değişebildiği için amaca ulaşılır. Eğer eleştirici düşünmeye sahipseniz ve bu salyangozların neden bu mahallede satıldığını biliyorsanız, bundan etkilenmezsiniz. Bunun farkında değilseniz emperyalizm ve işbirlikçi kapitalizmin tuzağına düşmüşsünüz demektir. Türkiye’deki egemen sınıf ya da güç, yukarıda sıralanan birçok hususta etkili ve bazen belirleyici olmaktadır. Hepimiz için çalıştığı varsayılan bazı kurum, kuruluş ya da bunların içindeki bazı kişilerin aslında başkalarına fayda sağladığını çok sonradan fark etmek düşündürücü olmalıdır. Kemal Tahir, “Emperyalizm o kadar açık bir namussuzluktur ki ancak yerli alçakların aldatma ve saklama ustalığıyla yutturulabilir. Bunu en iyi uygulayan emperyalist ajanların en yamanları da bizdedir diye haklı olarak öğünebiliriz” demekteydi. 78 Tarihi çarpıtmak Birisine kırk gün “delisin” de, deli olur misali palavraların ardı arkası kesilmez. Göçebeymişiz. Uygarlığa neredeyse hiç katkımız olmamışmış. Her şeyimizi Batı’ya borçluymuşuz. Tarihle yüzleşmemiz gerekiyormuş… Sanki kimimizin Osmanlı ile kimimizin Cumhuriyetle ve Atatürk’le bırakın yüzleşmeyi, hesaplaşmadığımız gün varmış gibi. Geçmişi konuşmaktan geleceği düşünmeye vaktimiz kalmıyor. Çocuklarımıza Avrupa merkezli bir tarih öğretiyoruz. Bütün uygarlık onların eseriymiş. Kendimize Batılıların bize baktığı gibi bakıyor, çocuklarımıza da bunu böyle öğretiyoruz. Batıcı tarihçi ve sosyologlarımız “biz eskiden de etkisiz bir toplum idik” düşüncesini yerleştiriyor. Müfredatını dışarıdan ithal eden, aydınlarının çoğunu dışarıda yetiştiren ve kendi değerlerini aktaramayan bir ülkede ne beklenebilir ki? Millet kendini kahraman olarak algılıyorsa mankurtlara göre bu değiştirilmelidir. Tarihteki kahramanlık örnekleri unutturulmalı, korkaklık, çekingenlik ve ihanet halleri öne çıkarılmalıdır. Bir bakarsınız ki zaferleri unutmuş, hezimetleri öne çıkarmışsınız. Böylece Kutül Amare zaferini toplumun gündemine bile getirmezken, Sarıkamış felâketini “kutlarsınız!” Kahramanları unutur, unutturursunuz. Sonradan görme bir kişinin “pot kırarlar” diye akrabalarını saklaması gibi mankurt okumuşlar da kendi kültü79 rel değerlerini, tarihini, kahramanlarını saklayarak efendilerine şirin görünmeye çalışırlar. Osmanlı’dan gurur duyan kitleler mi var, “Osmanlı Anaları” diye bir kitap yazar, onların aslında yabancı olduklarını yüklersiniz beyinlerine. Tarihimizin çocuklarımızda bağımsızlık bilinci yeşertecek sayfaları mı var, gizlersiniz, gündeme getirmezsiniz. Ne okul ne de medya onlardan bahseder. Yine de silemiyorsanız geçmişte kalan kavramları kirletirsiniz. Yakın bir zamanda siyasi entrika çevirdikleri iddiasıyla tutuklanan bir grup insanın davasına “Ergenekon Terör Örgütü” kod adı verildi. Emniyet birimleri bu ad altında bir örgüt kaydının olmadığını açıklıyor, yargılananlar bu örgütü kabul etmiyor ama ısrarla bir kısım medya bu adlandırmayı kullanıyor! “Ergenekon” ve “terör” kelimelerini yan yana kullanarak ne yapmaya çalışıyorlar? Velev ki böyle bir oluşum var, toplumun ortak bir kavramını hınçla kullanmak ırkçı bir tavır değil midir? Toplumun hafızasında yer alan ve kimseye zararı olmayan “Ergenekon” adının neden seçildiği, kimin adına kime ne anlatılmak istendiğini kaç kişi sorguladı? Tarihimize Batılıların baktığı gibi bakıyor bazı mankurt okumuşlar. Peki, Batı Türkiye’yi nasıl görüyor? Batı Türkiye’yi bulduğu ilk fırsatta büyük bir devlet olarak karşısına dikilecek iflah olmaz bir rakip, güvenilmez ama yedekte tutulması gereken, müttefiklikle kandırılması gereken bir ülke olarak görüyor. Büyümemesi için sürekli budanması gereken, yoluna engeller konulması, kontrol altında tutulması gereken bir ülke! Batı bizi ne kadar ve hangi niyetle tanıyor? Türkoloji araştırmalarının Batı’da başladığı bir gerçektir. Başladığı dönem ise aynı zamanda Osmanlı ve Türk coğrafyasının yağmalandığı dönemdir ve âdeta bu yağmalamayı meşru kılacak şekilde bir Türkoloji ortaya konmuştur. Ancak zamanla mızrak çuvala sığmamıştır. Gerek öntürk tarihi araştırmaları, gerekse İslamiyet sonrası düşünürlerin eserleri, tarihte Türklerin Batılıların öğrettiği gibi etkisiz bir toplum olmadı80 ğını gösteriyor. Aslında bunun için büyük araştırmalara gerek yok. Tarihte en çok devlet kuran bir toplumdan söz ediyoruz. Devlet kurabilmek üst düzeyde örgütlenme yeteneği ve bu da iyi işleyen bir eğitim geleneğini gerektirir. Örgütlenme üst düzey bir soyutlamanın ürünüdür. Bunu başarmış bir toplum tarih yapmada etkisiz olamaz. Mankurtlaşan bireyler mankurt bir toplumu oluşturur. Böyle bir toplum tarihsel özgörevini kaybetmiştir. Tarihin bir öznesi değil, nesnesidir. Tarihe nasıl katılacağını bilmez, unutturulmuştur. Tarih yapan bir aktör olarak tarihe katılmak gibi bir derdi de yoktur. Efendilerinin müttefiki olarak onlara hizmette bulunmak ve sadakatini her fırsatta kanıtlamak onlara gereken mutluluğu sağlamaktadır. Aydınlardan söz ediyoruz, halktan değil. Halk hala kendinde, şimdilik! Tarihimize Batının gözlükleriyle bakınca ne mi olur? Kısa yanıt; ulusal benliğimiz aşınır ve değişir. Bir masal daha Bir zamanlar muzip bir Kızılderili bir kartalın yuvasından aşırdığı yumurtayı kuluçkaya yatan yaban tavuğunun yumurtaları arasına katmış. Zamanı geldiğinde yumurtanın içindeki kartal yavrusu kabuğunu kırmış ve dünyaya gelmiş. Kendisinin biraz farklı olsa da çevredeki yüzlerce tavuktan biri olduğunu düşünmüş. Oradaki tavuklarla birlikte, bir tavuk gibi büyümeye başlamış. Sadece o değil, etraftaki tüm tavuklar da onu bir tavuk olarak görüyor ve ona bir tavukmuş gibi davranıyormuş. Zaman zaman içinden; “ben çevremdeki tavuklara benzemiyorum... Acaba ben kimim?” diye soruyormuş. Bir gün öteki tavuklarla birlikte eşelenirken, yukarılardan birkaç kartalın uçtuğunu görmüş. Kendini tutamamış, yüreğinde bir anda oluşan coşkuyla haykırmış: “Ne kadar güzel uçuyorlar. Ben de onlar gibi uçmak istiyorum.” Tavuklar, onun bu sözlerine hep birlikte gülmüşler. 81 “Sen bir tavuksun ve tavuklar asla kartal gibi uçamaz.” Kendini yaban tavuğu sanan kartal her gün: “Ah tanrım, ne olur, ben de onlar gibi uçabilsem... Ben de onlar gibi özgürce kanat açabilsem göklerde.” O böyle konuştukça çevresindeki tüm tavuklar her zaman söyledikleri sözleri bir kez daha, bir kez daha yineliyorlarmış: “Vazgeç düşlerinden. Sen tavuksun ve hep tavuk olarak kalacaksın.” Küçük kartal, çevresindeki tavukların her gün birkaç kez yineledikleri bu sözlerinden öylesine etkilenmiş ki sonunda bir kartal gibi göklerde özgürce kanat açmak düşünden vazgeçmiş, hayatını bir tavuk gibi sürdürmüş ve bir tavuk gibi ölmüş. 82 “Ben” olabilmek Benlik bireyin kendisiyle ilgili algısıdır. Benlik, çeşitli deneyimler sonunda öğrenilen ve sürekli olarak gelişen, bireyi kendi içinden gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve davranışlar üzerinde düzenleyici ve yönetici bir etkisi olan olgu ve süreçtir. İdeal benlik ile algılanan benlik birbiriyle çakıştığı ölçüde birey kendisiyle barışık, tutarlı ve bağımsızdır. Tersi durumda ise birey huzursuz ve kaygılı olur. Benlik “ben akıllıyım, çalışkanım, çekiciyim, büyük hedeflerim var ve bunları gerçekleştirecek güçteyim, herkes tarafından beğenilen ve saygı duyulan biriyim vb” gibi kişinin kendine ilişkin tanımlamasıdır. Bu ifadeleri hisseden kişinin olumlu bir benlik kavrayışı olduğu söylenebilir. Benlik kavrayışı olumsuz da olabilir. “Ben aptalım, tembelim, iticiyim, hiçbir şeyi başaramam vb”. Bireyler benliklerini çevreden aldıkları dönütlere dayanarak etkileşim halinde biçimlendirirler. Kişi akıllı, çalışkan, başarılı ve çekici olduğu halde çevreden bunları destekleyecek veri alamıyor, takdir ve teşvik göremiyor hatta sürekli tersleniyorsa kendi benliğini olumsuz olarak tasarlayacak ve olumsuz benlik kavramına ulaşacaktır. Yukarıdaki açıklamada birey yerine ulus konulduğu zaman ulusal benlik kavramı açıklanmış olur. Ulus, güçlü ve zayıf yönlerini, yeterliklerini, yapabileceklerini ve geliştirmesi gereken yanlarını, geçmişte neleri başarıp neleri başaramadığını, diğer uluslar karşısındaki durumunu değerlendirerek kim olduğunu belirler. Bu 83 belirleme olumlu, olumsuz ya da gerçekçi olabileceği gibi olumluluk veya olumsuzlukları abartılı biçimde de algılayabilir. Abartılı olumluluk ırkçılığa götürebileceği gibi abartılı olumsuzluk da ulusu edilgen, silik ve sömürge durumuna düşürebilir. Ulusun kendini kavrayışı ne kadar gerçeğe yakın ise gelecek tasarımında o kadar isabetli kararlar verir. Türkiye’de gözlenen durum gerçekçi olmayan biçimde topluma olumsuz bir benlik tasarımı yüklenmesidir. Bunun sakıncası yukarıda aktarılan Kızılderili masalındaki kendini yaban tavuğu sanan kartalın durumuna düşmektir. Ulusun kendini olumlu olarak tanımlaması kendisiyle barışık olmasını sağlayacağı gibi özgüveni olan bir ulus olarak geleceği daha iyi kurmasına yol açacaktır. İzlenen mankurtlaştırıcı eğitim ve kültür politikalarıyla Türk ulusu yakışıklı, çalışkan, onurlu ve başarılı olduğu halde sarhoş babası tarafından sürekli aşağılanan ve horlanan delikanlının durumuna düşürülmüştür. Bu delikanlı olumsuz bir benlik tasarlayacağı için özgüveni olmayacak ve girişim gücü bulamayacaktır. Mankurtlaştırma süreci buna hizmet etmektedir. Batıdan ithal edilen eğitim ve kültür politikaları ve mankurt okumuşlarla olumlu benliğe sahip insan imal etmek mümkün değildir. *** Başka ateş suyu etkisi yapan şeyler de sıralanabilir. Dikkat edilirse, bütün bunlar toplumu belleksizleştirmek, kimliksizleştirmek, kişiliksizleştirmek ve oyalamak sonucuna yol açmaktadır. Küresel sömürge haline getirmek istedikleri ülkemizde, zihnimiz yeniden inşa ediliyor. Oluşturulmaya çalışılan kimlik, bizim olmayan, yapay, emperyalizmle dost veya ona hizmet eden dolayısıyla onun uşağı bir kimliktir. 84 Neden mankurtlaştırıyorlar? Mankurtlaştırma işini mankurtlaştırıcılar yapar. Mankurtlaştırıcı olabilmek politika belirleme gücünü gerektirir. Mankurtlaştırma eğitim ve kültür politikalarını belirleyebilenlerin yapabileceği bir ahlâksızlık ve insanlık suçudur. Sorumluları sözü geçen ve sesi çıkanlar arasında aramak gerek. Mankurtlaştırmanın hangi araçlarla ve nasıl yapıldığının bir kısmı yukarıda açıklandı. Ama neden? Neden birileri ötekilerini mankurtlaştırır? Kısa cevabı şu: Etkisiz hale getirip sömürmek için! Bunu biraz daha açıklamak gerekirse şu sınıflama yapılabilir: Sebeplerden ilki uluslararası rekabettir. Daha etkili olan devletler (emperyalist devletler de denilebilir) sömürge haline getirmek istedikleri ülkelerin eğitim ve kültür politikalarını bir şekilde tahrif veya tahrip ederek onları etkisizleştirir. Böylece hem muhtemel bir rakipten kurtulur hem de zihnini sömürgeleştirdiği insanların aslında sömürge olduklarının farkına varması engellendiğinden sömürü süreklilik kazanır, toplumlar kurtulma çabasına giremez. Mankurtlaştırma sebeplerinden ikincisi sınıflar arası rekabetten kaynaklanır. Ülke içinde ekonomiye hâkim olan sınıf büyük ölçüde sosyal politikaların belirlenmesinde de etkilidir. Etki ve gücünü sürdürmesi diğer sınıfların mankurtlaşmış olmasına bağ85 lıdır. Bu hâkim sınıf komprador olduğundan mankurtlaştırmayı işbirliği halinde olduğu emperyalist merkezlerle birlikte yapar. Bir başka sebep toplum tasarımı mühendisliği yapanların cehaleti ya da yanlış bilgi kullanımıdır. Bu mühendisler bir çeşit ‘köprübaşlarıdır.’ Bu köprübaşları (yerine göre aydınlar, bir kısım bürokrasi, yönetici kadrolar vs) başka türlü olmasının mümkün olmadığına inandıklarından bilinçli veya başka bir akla hizmet ettiklerinin bilinçsizliği içinde ama bilim adına, vatan millet adına bu işe koşulurlar. Neticede Batı ile sürdürmek zorunda olduğumuz ilişkiler çerçevesinde bir sistem oturtulmak istenir.” Genellikle az gelişmiş aydınlardan kaynaklanır. Bunlar ya aydın olma niteliklerini taşımadıkları halde o sıfatı edinmiş ya da devşirilmişlerdir. İyi niyetli olanları yarı cahildir. Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki bağlardan habersizdirler ve çağın ortaya çıkardığı gelişmeleri ülke çıkarları açısından irdeleyemezler. Ötekiler ise zaten içinde bulundukları ülkeye hizmet etmek gibi bir dertleri yoktur hatta yıkmaya çalışırlar. Bu aydın (!) grubu ekonomi, siyaset, toplumsal hayat vb konularda düzenlemelerin nasıl yapılması gerektiğini tasarlayıp toplumun geleceğini biçimlendirirler. Niyet bozuk ya da yetenek yoksa yanlış planlamalarla insanları yanlış yönlendirirler. Bir de gayretkeş mankurtlar vardır ve bunlar da toplumun geri kalanını mankurtlaştırma çırpınışındadır. Mankurtlaştığının farkında değildir ve herkesin kendisi gibi olması için elinden geleni yapar. Ne yazık ki ülkemizde yukarıda anlatılanların hepsinden bol miktarda bulunmaktadır. 86 Mankurtlaşmamak için ne yapmalı? Aytmatov’un anlattığı mankurtlaştırma öyküsünde insanlar zorla mankurtlaştırılmaktadır. Mankurtlaştırmaya dayanamayanlar ölmektedirler. Günümüzde eğitim ve kültür politikaları öyküdeki devenin boyun derisi halini alabilmektedir. Mankurtlaşmaya direnenler meşruiyet dışına çıkarılarak yok edilmektedir. 68’li Devrimciler önce meşruiyetleri kaybedilip sonra dağıtılmışlardır. Aynı şey Ülkücüler ve İslamcılar için de uygulanmış mankurtlaşmaya direnenler yok edilmiş, fidanlarımız budanmıştır. Mankurtlaşmayı önlemek millî bir eğitimle mümkündür. “Millî bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Doğudan ve Batıdan gelen yabancı tesirlerden uzak ve millî karakterimizle orantılı bir kültür kastediyorum... Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım.” Bu ise ancak HEROTÜRK projesiyle mümkün olabilecektir. Ülkemizde yaşanan olumsuzluklara, aydın tipine ya da gündemimizi işgal eden konulara baktığımızda, ideal ve bağımsız insan 87 tipini ne kadar yetiştirdiğimiz tartışmalıdır. Toplumun geleneksel eğitim (terbiye) müfredatıyla onun doğrultusunda olması gereken “millî” eğitimin amaç ve uygulamaları birçok yönden farklılaşmış hatta ters düşen uygulamalar yürürlüğe sokulmuştur. Millî bir eğitim, aile ve toplumun değerleri üzerine ulusal hedefler ve çağın yeni değerlerinin sentezinde ortaya çıkar. Süregelen süreçte ise ulusal/ millî olmayan, ithal eğitim ve kültür politikaları kültür kodlarını zedelediğinden toplum zihnen teslim alınmaktadır. Kültürel yönden teslim alınan bir ulusun bağımsız yaşama iradesi de yok olmaktadır. Eğitim, sadece okulların ve öğretmenlerin görevi değildir. Millî Eğitim Temel Kanunu sadece okul ve öğretmenleri bağlamaz. Kanunun 17. maddesi “millî eğitimin amaçları yalnız resmi ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, işyerlerinde, her yerde ve her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır” demektedir. Toplumda herkes herkesin öğretmenidir ve yapıp etmelerini millî eğitimin amaçlarına uygun olarak sürdürmelidir. Her millet, bir “futbol takımı” gibidir. Takımdakiler eşgüdüm halinde takımın başarısı için mücadele ederler. Birey ve kurumlar görevlerini doğru ve eksiksiz yaparsa ancak o zaman ulusal hedeflere ulaşılır. Birinin yapmaya çalıştığını diğeri bozarsa elde bir şey kalmaz. Kitle iletişim araçları, aileler, sokaktaki insanlar, demokratik kitle örgütleri, siyasal partiler, kamu görevlileri... Her kurum ve herkes yapıp etmelerinde “millî eğitimin genel amaç ve temel ilkelerini” dikkate almak zorundadır. Bu amaç ve ilkelerden birçok kesimin bihaber olduğu da bir gerçektir. Bir toplumdaki eğitim, hukuk, siyaset, yönetim, dernekler ve basın gibi tüm sistemler, eğitim başta gelmek kaydıyla, millî hedefler söz konusu olduğunda birbirini desteklemelidir. Öte yandan medya ve internet, kültürün yeniden üretilip aktarılmasında okullar kadar etkili olmaya başladığı gözden kaçmamalıdır. Çocuk aile, okul ve çevrenin ürünüdür. Medyanın bunların hepsini etkilemede üstünlükleri vardır. 88 Akla dayalı bilimsel bir eğitimle kültür kodları bireylere tüm eğitim süreçlerinde öğretilmelidir. Bütün bunları toplumca tartışıp doğru kararlara varabilmek için de sağlıklı bilgi verecek kitle iletişim araçları ve ortamlarına gereksinim duyulmaktadır. Medyamızın önemli kısmı bu konuda iyi bir sınav vermemektedir. Kurbağa Bilinen öyküdür: İçi su dolu bir tencereye bir kurbağa atar ve ocağı yakarsanız kurbağa yavaş yavaş ısındığından dolayı haşlanacağını düşünemez. Sıcaklık rahatsız edici boyuta ulaşınca, o kadar gevşemiş ve mayışmıştır ki, tencereden çıkacak gücü kendinde bulamaz ve ölür. Oysa kaynayan bir tencereye bir kurbağayı atarsanız tüm gücünü toplar, oradan sıçrar ve hemen kurtulur. Kurbağanın çıkamayışı hayatına yönelen tehdidi algılayan iç düzeneğin kurbağanın çevresindeki ani değişikliklere göre programlanmış olmasındandır, alıştıra alıştıra olan değişime göre değil. Bu öykü, insanlara azar azar zehir bile içirilebileceğini anlatmaktadır; şu sıralarda Türk toplumuna içirildiği gibi! Her toplum zaman zaman rehavete kapılabilir. Uçurumun eşiğine de gelebilir. Biz uçurumun kenarına gelmiş ama rehaveti üstünden atarak İstiklal Savaşında destanlar yaratmış bir toplumun çocuklarıyız. Türkiye genç ve eğitimli nüfusu, köklü devlet geleneği, üstün coğrafyası, zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarıyla geleceği parlak olan bir ülkedir. Bunu bilerek, mankurtlaştırma araçlarına karşı uyanık kalarak tarihsel rolümüzü oynayabiliriz. Gerçekten millî olan bir eğitim ve kültür politikası geliştirilmelidir. Mankurtluktan kurtulmak ve mankurtlaştırılamayanları yetiştirmekle işe başlanabilir. Bu görev, başta devlet, eğitim kurumu ve öğretmenler olmak üzere tüm toplumundur. Görev sadece bir kesime (eğitimcilere) yüklenmemelidir. Savaşlar sadece cephede askerler arasında olmaz. Kültürel yayılmaya karşı da mücade89 le yürütmek gerek. Asıl savaş zihinlere karşı açılmış durumdadır. Ulusal bilinci yükseltmek, emperyalist sömürüye karşı acil bir insanlık görevidir. Son olarak eklemek gerekir ki, yukarıda yazılanlardan toplumun dünyayla ilişkisini kesmesi, kendi kabuğuna çekilmesi ve atalarını taklit etmesi gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. Toplumlar başka toplumlardan kültür aktarma ve sentez yapma yoluyla gelişir. Her şeyin sürekli değiştiği bir dünyada değişmeden kalınmaz. Bu bölümün önerisi kendi ayakları üzerinde durarak değişmek ve gelişmektir. Bir masal daha La Fontaine Fransız edebiyatının önemli bir fabl yazarıdır. İnsanla, toplumla ilgili bazı durumları, zaafları, kusurları hayvanlar arasında geçen olaylarla simgesel olarak açıklamaya, dersler vermeye, insanları uyarmaya çalışır. Bu bağlamda milletlerin mankurtlaşma durumlarını açıklamada kendisinden faydalanabileceğimiz “Kırlangıç ve Küçük Kuşlar” adında çok güzel bir fablı var. Hikâye özetle şöyle: Bilge bir kırlangıç varmış. Bir gün bu kırlangıç, köylünün birinin tarlasına kenevir tohumu ektiğini görmüş. Kırlangıç, küçük kuşları çağırıp “bakın bu adam sizin kuyunuzu kazıyor, size tuzak hazırlıyor” demiş. “Bu adamın ektiği tohumlar başınıza çorap örecek. Bunlardan yapışkan macun yapılacak, ip, sicim, kafes yapılacak ve bununla sizi birer birer avlayacak. Kiminiz kafese, kiminiz tencereye girecek. Sizin sonunuzu hazırlayacak olan şu kenevir tohumlarını bitmeden, büyümeden yeyin” demiş. Ama küçük kuşlar, bilge kırlangıcı dinlememişler. Kenevirler büyümeye başlamış. Kırlangıç küçük kuşları gene uyarmış. “İş işten geçmeden, başınıza belâ gelmeden şu körpe kenevir yapraklarını yeyin bitirin, tehlikenin önünü alın” demiş. Bilge kırlangıcın 90 sözünü tutacaklarına ona kızmışlar. “Ne şom ağızlısın” demişler. Bu arada kenevirler büyümüş. Kırlangıç, kuşları bir kez daha uyarmış. Demiş ki “kötü tohum yurdunuzda aldı yürüdü. Bugüne kadar bana inanmadınız. Fakat insanlar sizi avlamak için dağda bayırda ağlarını kurmuş. Ya yuvanızdan hiç çıkmayın, ya da başka yere göç edin. Ama siz küçüksünüz, çölleri denizleri geçemezsiniz. Yeni dünyalar aramak size göre değil. Yapabileceğiniz tek şey, duvar deliklerine saklanmak.” Kuşlar kırlangıcı dinlemekten yorulmuş, cıvıl cıvıl ötüşüp durmaya başlamışlar. Sonunda kafesler kuşlarla dolmuş. La Fontaine’in hikâyesi böyle. Şimdi bunu günümüz Türk toplumuna, ülkemize, hâlimize uyarlayalım: Bilge kırlangıcın karşılığı, sahih münevver gerçek Türk aydınlarıdır. Gerçek aydın, milletini tehlikelere karşı uyaran, olumsuz, kötü gidişatı haber verip tedbir alınmasını isteyen millet vicdanıdır, milletin önderidir, kılavuzudur, uyarıcısıdır, yol ve yön gösterenidir. Tarihin her döneminde böyle gerçek Türk aydınları var olagelmiştir. Bugün de çok şükür bol miktarda Türk aydını vardır. Vatanına, bayrağına, Türkçesine, Türk kültürüne, İslam dinine, tarihine, atalarına, topraklarına, madenlerine, bankalarına, limanlarına, madenlerine, ordusuna, örfüne âdetine sahip çıkan, bu millî ve dinî değerlerimizi yabancılara peşkeş çekmeyen, emperyalizmin yağmalamasına izin vermeyen, vatanımızda yabancı hâkimiyetine karşı çıkan adam, gerçek Türk aydınıdır. Köylünün tarlasına kenevir tohumu ekmesinin karşılığı da özellikle Tanzimat’tan beri Türk tarlasına yani Türk vatanına, Türk milletini avlayacak fitne fesat, kötülük, ayrılıkçılık, dinsizlik, gâvura taparlık, gâvurun aklıyla hareket etme, misyonerlik tohumlarının atılmasıdır. Tanzimat’tan beri ülkemizin tarlasına, milletimizin içine Türk’ü avlayıp kıskıvrak yakalayıp yok edecek tuzak tohumları atılıp durmaktadır. Dışardan batılı Haçlılar, içerden onların sözcüleri, işbirlikçileri, Türk milletini tasfiye taşeronları yoğun propagandalarla Türk’ün millî ve dinî kimliğini yok edecek kenevir tuzakları kurup duruyorlar. Alafrangalılık, garplılaşma, ko91 münizm, liberalizm, kapitalizm, materyalizm, globalizm, dinsizlik, Sorosçuluk, Amerikancılık, Avrupa Birlikçiliği, Türk düşmanlığına dayalı etnik siyaset, Kürtçülük, Ermencilik gibi daha bir sürü tuzakların kenevir tohumları ekildi. Bunlar büyüdü, sicim oldu, kafes oldu ve Türk milleti bu kafeslere hasedildi. Milyonlarca vatan evladı gâvurun kurduğu tuzaklarla avlandı. Bu tuzaklarla avlanıp mankurtlaştırılan Türk, Türklüğünü ve Müslümanlığını unuttu; hatta bunlara düşman oldu, kendi kimliğine düşman edildi. Kendini “Müslüman Türk” olarak tanımlamak varken ruh kökümüze tamamen yabancı, ithal malı “dünya vatandaşı”, “liberal”, “Komünist”, “global”, “enternasyonalist”, “halklara özgürlükçü demokrat” falan gibi ucube kavramlarla tanımlamaya başladı. Küçük kuşların kırlangıcı dinlememesi: Mankurtlaştırılmış bir kısım insanımız, dışarıdan ve içerden bize tuzak kuran hain karanlık aydınların, Türk düşmanı etnik siyasetçilerin, Sorosçuların, Amerikancıların, liberal faşistlerin, şunların bunların Türk’e kurdukları tuzakları hatırlatan Türk aydınlarını dinlememekte ısrar ediyorlar. Atatürk’ün kurduğu millî Türk Devleti bütün kurumları ve değerleriyle tasfiye ediliyor, Türkiye’de, Türk vatanında, Türk devletinde, Türk’ün devleti, siyasî iradesi, malı mülkü, tarlası, bankası, madeni, işletmesi, kültürü, dini, dili, ruhu her şeyi elinden alınıyor dikkat edin, uyanık olun, tedbir alın diye uyaran gerçek milliyetçi Türk aydınlarını dinlemiyorlar. Dinlemedikleri gibi dönüp bir de küçük kuşların kırlangıca “ne şom ağızlı adamsın!” dedikleri gibi, bu mankurtlaşmış bir kısım ahali, Türk aydınlarına “sen paranoyaksın, korkular üretiyorsun” diye alay etmeye kalkıyorlar. Kendilerini avlayacak tuzak kenevirlerin büyümeye devam etmesi sırasında cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar gibi bir kısım mankurt Türk ahali “oh her şey ne güzel, her şey çok iyiye gidiyor, Türkiye gittikçe gelişiyor, ilerliyor, ekonomi artıyor, şu oluyor bu oluyor” diye vur patlasın çal oynasın, ye iç eğlen, gez toz havasında gidiyor. Kötü tohumlar vatanımızın her tarafını sardı, büyüdü, tuzak oldu. Emperyalizmin örümcek ağları vatanımızı kıskıvrak sardı. 92 Emperyalizm; -Sıcak parayla, özelleştirmelerle, satın almalarla, ipoteklerle büyük ekonomik kaynaklarımız ve paramız, -Avrupa Birliği ve Amerika baskıları kanalıyla siyasetimiz, -Misyonerlik faaliyetleriyle dinimiz, -Basın yayın, sinema, müzik yoluyla millî kültürümüz, -Hazırlattıkları, dayattıkları eğitim programları ve gelecek kırk bin İngilizce öğretmeni adı altındaki ajanlar ve misyonerlerle eğitimimiz, -Türkçenin dışında değişik eğitim ve resmî diller dayatmasıyla dilimiz üzerinde kafesler örmüştür. Emperyalizm, MüslümanTürk’ü avlamak için dağda bayırda; her yerde tuzak avlarını kurmuştur. Emperyalistlerin hesabına göre kapana sıkıştırılmış, tuzağa hapsedilmiş Müslüman Türk, bu durumda ya evinden hiç çıkmayacak, mağarasına gömülecek, ya da başka yere göç edecektir. Ama hiçbir yere gidemez. Hiçbir yere gidemeyecek kadar güçsüz, bilgisiz, dayanaksız, parasız, donanımsız bırakılmıştır. Yeni dünyalar arayacak takatte ve donanımda değildir. Dış ve iç emperyalist odaklar Türk’ü böyle çaresizlik tuzağı içine hapsettiklerini zannedebilirler. Ama gerçek öyle değildir. Müslüman Türk, iki temel değerine; Müslümanlığına ve Türklüğüne sımsıkı sarıldıkça, dinî ve millî kimliğini yeniden kazandıkça, kendisi için örülen emperyalist oyunların farkına 93 vardıkça bütün bu tuzakları paramparça edebilecektir. Bütün örümcek ağlarını söküp atacak, kendisini hapseden bütün demirden sarp Ergenekon dağlarını ateşte eriterek kendisine özgürlük yolu bulabilecek ve tekrar özgür vatanında kendi millî toplumunu ve kurumlarını inşa edebilecek potansiyele sahiptir. Yeter ki bizim için çalışan, fikir üreten, siyaset yapan gerçek Türk aydınlarını ve Türk beylerini yani bilge kırlangıçlarımızı dinleyelim, onların uyarılarına kulak asalım. Aymaz, vurdumduymaz, gafil küçük kuşlar gibi olmayalım. Üretim ve Tüketimde Mankurtlaşmak Üretim , iktisadi malların kıtlık derecelerini azaltmanın ve ihtiyaçlarla kaynaklar arasındaki gerginliği hafifletmenin tek yolu, insan ihtiyaçlarını karşılama niteliği olan malların çoğaltılması, yani yeni üretimde bulunulmasıdır. Tüketim, toplumdaki tüm bireylerin doğrudan doğruya ihtiyaçlarını karşılayan mal ve hizmetleri kullanma eylemidir. Tüketim harcamaları, bu eylemi gerçekleştirebilmek için yapılan parasal ödemelerin veya eşdeğer bedellerin toplamından oluşmaktadır. Bir harcamanın tüketim harcaması mı yoksa yatırım harcaması mı olduğu konusunda bazen tereddüde düşülebilir. Örneğin bir bilgisayarın veya otomobilin satın alınması evde kullanma amacı taşıyor, bunlardan piyasaya belli bir fiyatla mal üretip arz etmede yararlanma amacı söz konusu değilse dayanıklı tüketim malları satın alınmış demektir. Dolayısıyla tüketim harcaması yapılmıştır. Şüphesiz aynı mallar bir firma tarafından üretimde kullanılmak amacı ile satın alınmış olsaydı, yapılan harcama yatırım harcaması olarak değerlendirilecektir. 94 Üretim ve Tüketim Dengesi Üretim ve tüketim birbirini asgari koşullarda dengede tutmak zorunda olan iki parametredir. Sanayi, tarım, hizmet gibi bir çok alanda söz konusu olan üretim ile bireysel ihtiyaçlar, toplumun genel ihtiyaçları, gelişen teknoloji ve değişen hayat koşullarından etkilenen tüketim arasında kaynakların yeterliliği açısından ya üretim yönünde bir pozitiflik, ya da ikisi arasında en azından bir dengenin olması gerekmektedir. Üreten birey, tüketme ihtiyacını giderebilmek için toplumda meta olarak belirlenmiş parayı aracı olarak kullanmaktadır. Ülkelerin ekonomik durumuna, ürettiği hizmet veyahut ürüne göre belli bir maddi gelir elde eden birey, kısıtlı maddi kaynaklarıyla mümkün olan tüm ihtiyaçlarını karşılama çabasına girmektedir. Bu çaba, iktisadi bir çabadır. İktisadi bir çaba olmaktan çıkıp zevklerin sonsuz bir şekilde karşılanması isteğine dönüştüğü anda önce bireysel ekonomik sıkıntılar, daha sonrasında ise toplumsal ekonomik çöküşler ortaya çıkar. Üreten toplum özelliğinden çıkılıp, tüketen toplum özelliğine geçilmesi; zevklerin ve ihtiyaçların sonsuz bir şekilde karşılanması olgusunun olaya dönüşmüş halidir. Tüketim toplumu nasıl yaratılır? Tüketimde mankurtlaşma ne demektir? Tüketim toplumları nasıl yaratılır sorusuna gelecek olursak, tüketim toplumları önce filmler afişler ve reklamlarla insanlarda talebin oluşması sağlanarak yaratılır. Modern ve çağdaş olmanın gereğinin bu reklam ve filmlerdeki ürünlere sahip olmaktan, onları satın almaktan geçtiğine toplum zamanla inandırılır. Filmlerde, başarılı ve mutlu film kahramanlarının cep telefonu , araba markası , evi sürekli bizlere gösterilir , çizilen başarılı ve mutlu insan rolünü hepimizin benimsemesi istenir. Bu ürünlere sahip isen mutlusundur ve başarılısındır artık. 95 Geçmişten günümüze doğru kendi toplumumuzdan yola çıkarak bir örnek verelim isterseniz. Hollywood filmlerinde süper lüks evlerde küvet gören Türk halkı, 1990’larda lüks bir ev yaptırmanın banyoya bir küvet konulmasıyla mümkün olduğuna inanmıştır. Daha sonralarında, filmlerde duşakabinde ( jakuzi) şarkı söyleyerek banyo yapan aktrisleri gören halk, küvetin bir konfor yaratmadığına inanmış, evlerindeki küveti söküp yerine duşakabin taktırmak için sıraya girmiştir. Sorgulamayan bir tüketim toplumunu ve tüketim mankurtlarını yaratmak, ihtiyaçlarını düşünmeden gideren, yeni alternatiflerin ortaya çıkması ile bir anda yeniden tüketim arzusu taşıyan, hep en iyiyi en pahalıyı kullanmak isteyen bireyleri var edebilmekten, en iyi ve en pahalısına sahip olma arzusunun sorgulanmamasını sağlamaktan geçer. 96 Bireysel iktisat neden önemlidir? Bireysel iktisat şu bakımdan önemlidir. Kişilerin de devletler gibi , gelir ve gider bütçeleri vardır. Devletlerde gelir bütçesi, gider bütçesinden fazla olduğu durumlarda devletin hazinesi (birikimi ) oluşmaya başlar. Bu süreç içerisinde oluşan devlet hazinesinden yatırımlar yapılır; iskan , sağlık, üretim ve hizmet politikaları finanse edilir. Ekonomik anlamda gelişen ve büyüyen bir devlet olmanın en büyük şartı , bu gelir gider dengesinin gelir yönüne doğru kaydırılması , hazinenin güçlendirilmesi ve yatırımın arttırılmasıdır.Zor zamanlarda ise ekonomide başabaş bir dengenin kurulması için uğraşılmasıdır. Bireyler de gider ve gelirlerini bu benzer örnek üzerinden gerçekleştirmek zorundadır. Günlük bütçeleri aşan ihtiyaçlar (ev, araba, arazi vs) geçmişten bu zamana kadar var edilen hazinenin ( birikimlerin) elverdiği ölçüde karşılanmalıdır. Peki kredi çekilmesi yanlış mı, ihtiyaç olanın daha önce alınabilmesi için kredi kullanılması mantıksız mı ? Aslında bu konu iktisadi olarak değerlendirildiğinde mevcut ürünün zamanından önce alınabilmesi için bir ürüne değerinden daha fazla meblanın ödenmesi durumunu doğurmaktadır. Satın alınan ürünler bir yatırım aracı ise , kredi borcundan daha fazla bir satış geliri getirmediği her durumda kişi ekonomisi bu durumdan zarar görür. 97 Uzun vadelere yayılan kredi borçları kişinin ekonomik özgürlüğünü kısıtlamakta, ekonomik sıkıntılarını daha da şiddetlendirmektedir. Günlük elzem olan ihtiyaçlar , uzun vadeli ödemeler yüzünden ertelenmektedir. Kişisel bunalımlar ve toplumsal çöküşler baş göstermektedir ki bizim toplumumuzda bu sıkıntı son 5 yıl içinde katlanarak büyümüştür.2005 yılında kredi borcu olan yüzde %20’lik bir kesim var iken şu an bu yüzde %70’ler seviyesindedir. Cebimizde yeterli para olmaz iken güzel arabalara binip, şahane evlerde oturmaktayız. Bizim olduğunu sandığımız bir çok şeye aslında biz değil , kredi kullandığımız bankalar sahip bulunmaktadır. Ne yapmalıyız? Toplum olarak geçmişten bu yana, ekonomik buhranlar ve kıtlıklar sayesinde(!) kazandığımız aza kanaat ve hamd etme yeteneğimizi kaybetmiş bulunmaktayız. Lüks yaşama olan isteğimiz artmış, sınırlarımızı aşan tüketimleri yapmaktan geri durmamaktayız. Üretim yapmadan daha çok kazanma ve daha refah içinde yaşama arzusunu taşıyoruz. Peki ne yapmalıyız , üzerimize düşen görev nedir? Ülke olarak üretimi yeniden canlandırıp, memleketin hiçbir verimli arazisini boş bırakmamak ,ham maddeye yakın sanayi hamleleriyle üreten , ürettiklerinde kalite standardını yakalayarak ihracat yapan , dışa bağımlılığı azalmış öz kaynaklarıyla ihtiyacını karşılayabilen bir ülke olmak için devlet ve toplum olarak üzerimize düşen görevleri yerine getirmeliyiz. Siyasi politikaları eleştirirsek buradan bir tez konusu rahatlıkla çıkar.Fakat toplum olarak ekonomiyi konuşmalı ,ekonomi üzerine kafa yormalı ve ortak aklın ürününü ortaya koymalıyız. 98 Çözüm önerilerimize en çok değer veren siyasi yapıları desteklemeli , ekonomi politikalarına ortak olabilmeliyiz. Kıssadan hisse, bireysel iktisadımıza dikkat etmemiz, isteklerimizi ve arzularımızı gereklilik sırasıyla karşılama çabasında ve kendi imkanlarımızın farkında olmamız gerektiğidir. Bu güzel, verimli Anadolu ve Rumeli topraklarında kurulmuş ülkemizin, ekonomi konusunda hepimizin faydasına olacak daha iyi politikaları hak ettiği gerçeğini de aklımızdan çıkarmamalıyız. Yoksa ekonomik çöküntü ve esaret kapımızda beklemektedir. Tüketimde mankurtlaşma aracı olarak televizyon ve medya “Batılar vardır, bir de Doğulular vardır. Birinciler hükmederler ötekiler hüküm altında olmalıdırlar” . Bu sözler İngiliz Parlementer A. J. Balfour’a ait. Ama maalesef herkes böyle açık sözlü olamıyor. Batının hayat felsefesini açıklaması bakımından oldukça enteresan ifadeler bunlar ve Batı, sistemini bunun üzerine bina etmiş. Sisteminin propaganda aracı olan medyaları da teknolojik üstünlüğü sayesinde elinde tutarak bir fikir tekeli oluşturmuş. Bugün onların elinde bulunan dört büyük haber ajansı tarafında geçilen haberler, içinde gizlenmiş yorumları ve yalanları ile birlikte bütün dünyaya ulaşmakta ve yığınların beyinlerinde urlar oluşturmakta. Öte yandan beyinleri bombardımana maruz kalan bu zavallı kitlelerin, kanalın tek yönlü ve “geri besleme”ye (feed-back) elverişsizliği sebebiyle itirazını yükseltmesine imkanı da yok. Çoğu kimse bunları okuduğunda abartmalı olduğunu söyleyecek ama söylediklerimizin doğruluğunu kendilerinden dinleyelim; English Times gazetesi baş editörü, “Başarılı gazeteci kimdir?” sorusuna verdiği cevapta şöyle demektedir: 99 “Gazeteci, kapalı bir kapı önünde durur ve önemli bir toplantının bitmesini bekler. Aradan altı saat geçer ve kapı açılır. Resmi sözcü kapıda arz-ı endam eder ve sadece iki kelime söyler: ‘no comment yorum yok’ . Sonra odaya geri döner ve kapıyı arkasından kapatır. Gazeteciye gelince, o, gazetedeki bürosuna döner. Bu toplantı ile İlgili haberlerini hazırlamaya başlar. Söz konusu toplantı ile alakalı yazacağı haber 600 kelimeden oluşan bir haber olmak zorundadır.” Yine itiraflara devam edelim. Bakın ne diyor Le Monde Diplamatque gazetesi yayın müdürü, Iqnacio Ramonet: “Artık televizyon haberlerini kuşku, inanmazlık ve ihtiyat duyguları içinde izliyoruz. Çünkü televizyon haber veren bir araç olmaktan çıktı, televizyon artık sadece gösteriyor. Ve akla değil, duygulara hitap ederek gösteriyor. Yalan yanlış da olsa çarpıcı görüntüler vermek peşinde... Körfez savaşı boyunca peş peşe olmadık yalanlar ve amatörce monte edilmiş görüntüler, sahneler yaydı televizyon. Örnek mi istiyorsunuz? Vereyim: ‘Irak, dünyanın dördüncü büyük ordusu dedi’ yalandı bu, yoktu böyle birşey. Denize dökülen petrol için ‘yüzyılın deniz kirlenmesi’ dedi ve petrole bulanmış zavallı bir karabatağın görüntülerini getirdi. O bölgede böyle bir kuş yok oysa. Bu kuş Fransa’nın kuzeyinde on yıl önce meydana gelen bir deniz kirlenmesi olayından alınmıştı.” Konuşmasının sonunda: “Ekoloji yalnız nehirlerin kirlenmesi değildir. Beyinler de bu enformasyon kirliliğinden temizlenmelidir.” diyen Ramonet, yalan yanlış enformasyon bombardımanı karşısında korumasız durumda olan izleyiciye tek bir çözüm gösteriyor: Okumak... Bunları okuduktan sonra varın gerisini siz düşünün. Biz değil kendileri bile medyalarına inanmıyorlar. “Gülün adı” adlı romanın sahibi Umberto Eco, bu güvensizliğini şöyle dile getiriyor: “Bütün gördüklerimden şüphe ediyorum. Amerikalılar acaba gerçekten aya ayak bastılar mı, yoksa bu bir T.V. oyunu mu idi?” Batı’nın bu albenili yalan makinalarına karşı günümüzün ina100 nan insanına çok şey düşüyor. Bu çok başlı yılanlara karşı sokulacak yeri kalmadı müminin ve artık zehirletmemeli kendini. Uyanık olmak bir vecibe. Bir büyük mütefekkirimizin şu ırgalayıcı sözleri kulağımıza küpe olmalı: “Bugün Batılılar kendilerine daha ciddi şekilde alternatif olabilecek kitlelere, demokrasi, yeni dünya düzeni v.s. gibi özellikle bu tür düşünceleri lanse ediyorlar. İnsanlık yavaş yavaş Batı şokundan kurtulup kendine gelmek üzere. Asırlardır süren Batı zulmüne karşı ciddi bir reaksiyon söz konusu, içe atılıp duran ve sineye çekilen bunca mezalim barajları taşıracak durumda. Onlar da akibetlerinin farkındalar ve onun için insanlığın önüne yeni yeni teklifler getiriyorlar. Tâ ki insanımız kendine dönüşü unutup, Batı’nın gündeminde tutmak istediği şeylerle meşgûl olsunlar. Bunu da ağırlıklı olarak medyalarla yapıyorlar. Batı bize kabul ettirmeye çalıştığı düşüncelerin huzur ve saadet vaadedeceğine katiyyen inanmamaktadır. Onların demokrasi adına söyledikleri şeyler kendi istismarlarını kolaylaştırmaya yöneliktir. Dolayısı ile bize telkin edilen ve birçoğunu da tesir altına alan Batı kaynaklı düşünceler sadece bir aldatmacadan ibarettir. Bize kazandıracağı bir şey yoktur.” Batı’nın bu propagandaları karşısında müdafanın nasıl olması gerektiği konusunda da Bediüzzaman şöyle buyuruyor: “Propaganda sabıkan beyan ettiğim zalim cerbezenin (mübalağalı yalanın) veled-i nameşru’udur. Ona mukabele, o yalancı silahla olmamalı. Belki sıdk ve hak ile olmalı. Bir tane sıdk bir harman yalanı yakar. “ 101 102 İTİNA İLE BEYİNLERİNİZ YIKANIR! Her çeşit bilgiyi bireye ve topluluklara aktaran, eğlendirme, bilgilendirme, ve eğitme gibi 3 temel sorumluluğa sahip görsel, işitsel ve hem görsel, hem işitsel araçların tümüne medya diyoruz. Kişiler günlük yaşamlarında sürekli iletişim kurarlar. Çağdaş dünyadaki yaşam türü, kişileri iletişimin teknik araçlarına daha çok bağımlı kılmaktadır. Çünkü haberleri , düşünceleri, duyguları bildirir. Düşünceleri paylaşma , ya da karşılıklı alışveriştir. Görsel sanatları, müziği, tiyatroyu, baleyi, tüm insan davranışlarını kapsar. Bilgiyi yayar, eğitir, eğlendirir ya da bilgiye yönelik davranışlardır. Bunun sayesinde insanlar görerek, duyarak, okuyarak edindikleri bilgileri çevresindekilere de yansıtırlar. Bir kısmı destekler, bir kısmı tepki gösterirler. O medya aracına gösterdikleri güven oranında tutum ve tavırlarını değiştirirler. Seçilen bilgileri belleklerinde saklayıp daha sonra bunlara başvurabilirler. Görsel kanallar, yazılı araçlardan daha etkilidir. İnsanların çoğu televizyon karşısında haftada en az 15 saat oturuyorsa, yazılı basın için günde 15 dakika bile oturmuyor. Çoğu TV programları yönlendirici, paylaşımcı, katılımcı işler. Bunlar daha çok sayıda alıcı veya hedef kitleye iletilir. 103 Çoğunlukla “beyin yıkama” gerçekleşir. Gazetelerin yerini televizyon alırken , yerel haberler için gazeteler en önemli kanal görevini üstlenirler. Oysa medya’nın temel görevi şunlar olmalıdır: Bilgilendirme, yönlendirme, eğitme, duyguları dile getirme, toplumsal ilişki kurma , eğlendirme, uyarma . Deneyimlerin, düşüncelerin , tepkilerin, duyguların paylaşılmasını sağlayan bu medya araçları, bireyler arasındaki iletişimin temelidir.İletişim kuran kaynak kişiyi istediği biçimde etkileyebilir. Kişi de bunları algılayıp , yorumladıktan sonra yanıt verir, yani belirli bir tepki gösterir. Bu iletişim kişinin kendini tanımasına , kendisini bulmasına da yardımcı olur . İletişim kurarken kişi kendi inançlarını , duygularını da daha iyi çözümleyebilir. Dinleyerek, izleyerek , okuyarak kazandığı bilgilerle de seçim yapma olanağı doğar. Bunları bir başkasına iletir, bunlar paylaşılır ve birbirlerinin davranışlarından etkilenebilirler. Çünkü kişiler çevreden yalıtılmış , özerk bireyler olarak davranamazlar. Kişiler içinde bulundukları ortamı biçimlendirir. Kişiler arası ilişkiler özellikle az gelişmiş ülkelerde Batı’dakinden daha önemlidir. Bu iletişim olağanüstü durumlarda, siyasal ya da toplumsal değişim dönemlerinde de büyük önem kazanır. Toplumun yapısında sürekliliği sağlayan da , değişimi yaratan da iletişimdir. Günümüzde medya, ister olumlu ister olumsuz yönde olsun, toplumu, tartışmasız bir etkileme gücüne sahiptir. Medyanın günümüz toplumlarının zihinsel hayatına hükmeden bir konumu vardır. Medyanın tarihsel gelişimi içinde, toplumsal sorunların çözümü, toplumun eğitilmesi ve bilgilendirilmesi, kültürün geliştirilmesi, bireyler arasında sağlıklı iletişimin kurulması, toplumda huzur ve daha insani bir düzenin sağlanması gibi işlevlerle ortaya çıkmasına rağmen, günümüzde bir çok sorumluluğu ve ahlaksal ilkeleri 104 yerine getirmediği, tam tersine bir çok toplumsal soruna kaynaklık ettiği görülmektedir. Bugün, medyanın kendisinin, toplumsal sorunların çözümüne katkıda bulunmaktan çok, temel bir toplumsal sorun haline geldiğini söyleyebiliriz. Şöyle ki: Kısaca Medya, İnsanların hayatın gerçekliğine, doğaya, topluma yabancılaşmasına, Toplum içindeki bireylerin kendi kendilerine yabancılaşmasına, Bireyler arasında şiddetin ve saldırganlığın daha da yaygınlaşmasına, Toplumsal olayların oluşumunu, provake ve manipule etmesine, Savaşların oluşumuna ve desteklenmesine zemin hazırlamasına, Psikolojik sorunlarının artmasına ve bunların toplumsal sorun haline gelmesine, Bencilleşip tekilleşerek toplumsal duyarsızlaşmaya, Çıkarcılığın, güvensizliğin ve kuşkuculuğun artmasına, İnsanların adalet kavramına olan güvenlerinin yitirilmesine, Toplumda ahlaki dejenerasyonun meşrulaşmasına, Toplumsal ve kültürel değerlerin (din, milliyetçilik, ailesel değerler gibi), bireylerin üzerinde, sömürü malzemesi olarak kullanılmasına, Şiddet, seks ve cinselliğin aşırı imajinasyonla ön plana çıkartılarak, sömürü ve tüketim malzemesi haline getirilmesine, Bireylerin, duygu ve düşünce dünyalarına müdahale edilmesine, sömürülmesine ve bir mübadele aracı olarak bunun üzerinden çıkar sağlanmasına, Toplumda gruplaşmalar, kamplaşmalar; ideolojik, siyasi, dinsel önyargılar oluşturulmasına, Toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin meşrulaştırılmasına, İnsanların yanlış bilgilendirilmesine ve cehaletin artmasına, Ve genel olarak, kültürel kirliliğin her alanda artmasına neden olmaktadır. 105 Bu bağlamda, medyayı ciddi sorgulamalara, analizlere tabi tutmak gerekir. Günümüzde, medyaya karşı eleştiriler bulunmasına rağmen, bu eleştirilerin çoğunun çözüm üretmekten ve ciddiyetten uzak oldukları görülüyor. Çünkü eleştirilerin kaynağını, bizzat medyanın kendisi olmakla birlikte, genel olarak, ekonomik bağımlılık ilişkisi içinde iletişim sektörü oluşturmaktadır. Medya yapılan bir çok eleştiriyi, kendisini düzeltmek için değil, varolan konumunu yeniden üretmek ve yaşatmak için kullanmaktadır. Medyayı, gerçek anlamda eleştiriye tabi tutup sorgulayan ciddi bir muhalif gücün en azından şimdilik ortalıkta görünmediği açıktır. Medyayı oluşturan güçlerden en önemlisi kuşkusuz televizyondur. Televizyonu, medyayı oluşturan diğer araçlardan daha önemli kılan, bünyesinde bir çok etkileme unsurunu (görüntü, ses, müzik, hareketlilik ) bir arada barındırıyor olmasıdır. Televizyon için yapılan bir çok tanımın, artık günümüzde geçerliliğini yitirdiğini söylemek mümkündür. Televizyon için yeni ve gerçekçi tanımların yapılması gerekmektedir. Günümüzde televizyon, tüm insanlığın toplumsal hayatını etkileyen, belirleyen en güçlü aygıttır. Televizyon, artık, gerçek bilginin iletim aracı değildir İlk televizyon kurumlarının ortaya çıktığı İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana iletişim teknolojisi korkunç bir ilerleme kaydederek akıl almaz buudlara ulaşmıştır. Gelişmenin çapını göstermesi bakımından, Stanford Ünv. Öğretim üyelerinden Edward Steinmüller şöyle bir kıyaslama yapmaktadır: “Eğer uçak teknolojisi de mikro-elektronik teknolojisi kadar hızlı gelişseydi, bugün Concord yarım milyon insanı, saatte yirmi milyon mil taşıma şansına sahip olurdu.” Kitap kültürünün terkedilerek görüntü kültürü ağırlıklı bir medeniyetin yaygınlaştığı günümüzde bu kültürün taşıyıcıları olan iletişim sanayii, ağırlıklı olarak Amerikalı dev uluslararası kitle iletişim ve telekominikasyon şirketlerin ellerinde bulunmaktadır. 106 A.B.D.’nin bu güç egzersizi ve gövde gösterisini daha net görebilmek için şu açıklamalar bir fikir verir kanaatindeyim: “NBC, CBS ve ABC gibi üç büyük televizyon şirketinin sahipleri Amerika’nın en büyük on mâli kuruluşudur. Bu kuruluşlar bu üç T.V. kanalının yanısıra ülkede 35 bağlı televizyon istasyonunu, 200 kablolu televizyon şirketini, 65 radyo istasyonunu, 20 plak şirketinin yanısıra Time, Newsweek gibi haftalık dergilerin bulunduğu 60 dergisi, New York Times, Washington Post, Wall Street Journal ve Los Angeles Times dahil 60 gazeteyi, 40 kitabevini ve Twentieth Century Fax ile Colombia Pictures gibi büyük şirketlerin dahil olduğu pek çok film şirketlerini ellerinde bulunduruyorlar. Bu kuruluşların en büyük hissedarları ise Chase Mahatton, Morgan Guorantee Turist, Citybank ve Bank of Amerika gibi bankalardır. “ Bu şirketler, esrarengiz, görünmeyen Batılı siyasî, ideolojik ve ekonomik seçkin sınıfların denetimindedir. Bu seçkin sınıflar ellerinde bulundurdukları iletişim sanayiini, şuurlu veya şuursuz bir şekilde kendilerini tepede tutan ürünlerin, zevklerin, değerlerin, davranışların ve kültürlerin yaygınlaşarak ebedileşmesi İçin kullanmaktadır. Sadece ideolojileri taşıyan bir araç değil, bizzat kendisi birer ideoloji olan kitle iletişim araçları ağırlıklı olarak Amerikan kültürünün istilasını sağlamaktadır. Bugün bütün dünya, Amerikan televizyonunu ve filmlerini seyrediyor, Amerikan müziğini dinliyor, Amerikan dergilerini okuyor, Amerikan eşyasına sahip olmak istiyor ve Amerikan modasını takip ediyor. Maalesef tarihte hiçbir millet böylesine bir kültürel darbe yapmamıştır. Amerikan televizyon istilası karşısında Avrupa Topluluğu Parlementosu bile kendini korumaya almak zorunda kalmış ve televizyonlarında % 60 oranında Avrupa programlarına yer vermeyi önermiştir. Çeşitli tartışmalardan sonra her ülkenin kendi imkanları ölçüsünde bunu gerçekleştirmeye çalışması kararlaştırılmıştır. 107 Bu karar dahi Avrupa ülkelerinde büyük tepkilere ve gösterilere yol açmıştır. Bir yazar bu kararı daha doğrusu gevşekliği: “Molyer’in torunlarını Coca Cola’nın çocukları yapmak istiyorlar” diye tepkisini dile getirir. *** Televizyon haberciliğinin güvenilir bir haber iletme sistemi olduğu konusu artık şüphelidir. Hakim sınıfın çıkarları doğrultusunda ve sınıfsal çıkarlarının gelişimiyle eşzamanlı yayınlar yapan medya kuruluşları, gelişen olayları yorumlama tarzlarıyla yönlendirerek, konserve hazırlanmış ya da gündelik toplumsal, politik, diplomatik kaygılarla oluşturulmuş yapay haberlerle kitleleri etkilemektedir. Çünkü medya organları yeryüzünü bir ahtapot gibi sarmış olan global kapitalizmin uzantılarıdır. Bugün haber iletim sistemlerinin teknik olarak nasıl geliştiği, bir o kadar da nasıl kirlendiğini ortaya koymak gerekmektedir. “Çağlar boyunca ulaşılması zor, öğrenilmesi zahmetli olan bilgi, bugün her yerde kaynayan bir bolluk içinde; akış hızı arttığı ölçüde de maliyeti düşmekte, ne var ki bir yandan da giderek daha fazla kirlenmekte. İletişim grupları arasındaki köprüler, dallanmalar ve birleşmeler acımasız bir rekabet ortamında günden güne çoğalırken bir medyanın bize ulaştırdığı bilginin, doğrudan ya da dolaylı olarak, yurttaşın çıkarı yerine üyesi olduğu büyük grubun çıkarlarını savunmayı amaçlamadığından nasıl emin olabileceğiz” Burada, emin olduğumuz tek şey büyük toplumsal çıkarlara hizmet eden sözleşmenin yıkıldığı, ona temel teşkil eden argümanların artık çürüdüğüdür. Uzman televizyoncular, işinin ehli kurtlar, karizmatik şahsiyetler! İlgi ve yaşayış ve toplumsal arzu tarzına ilişkin programlar (reklamlar, haberler, diziler eğlence ve şov programları) hazırlayarak yap boz oyunu gibi üretilen popüler kültürle bir de kitlenin hayranlığını kazanırlar. Televizyon artık bir kitle iletişim aracı olmaktan çıkmış, 108 kitlelerin beynini yıkama aracına dönüşmüştür. “Televizyon, nüfusunun çok büyük bir bölümünün beyinlerinin oluşturulmasında bir tür fiili tekele sahiptir” Televizyonda insanlar birbirileriyle iletişimde bulunmazlar. İletimin olabilmesi için, birbirinden haberdar olan, karşılıklı tarafların olması gerekir. Televizyonda ise izleyicinin dinlemesine dayalı, tek taraflı bir iletim vardır. Kitle iletişim araçları olarak nitelendirilen aygıtların gerçek anlamda bir iletişim işlevi yerine getirmediği, aynı şekilde bu araçların, başka hedeflerinin olduğu konusu tartışılmamaktadır, bile. “Kitle iletim araçlarının birincil amacı çoğu kez ne belirli bir enformasyon iletmek ne de kamuoyunu bir kültür, inanç veya değer yargısının ifadesinde birleştirmektir. Amaç çok basit olarak izleyicinin görsel veya işitsel olarak ilgisini çekmek ve bunu sürdürmektir. Bunu yaparken kitle iletişimin dolaysız tek bir ekonomik amacı vardır: bu da izleyicisinden kar kazanmaktır. Bir de dolaylı amaç vardır, o da izleyicisinin ilgisini reklamcılara satmaktır. Kitle iletişimi düzenlenmiş anlamın transferi bağlamında çoğu kez iletişim bile değildir. Kitle iletişim daha çok izleyiciliktir ve kitle iletişim izleyicisi katılımcıdan veya enformasyon alıcısı olmaktan çok bir grup izleyicidir”. Medya kuruluşu sahiplerinin, ideolojik ekonomik ve kültürel çıkarları doğrultusunda, olaylar ve bilgiler şekillendirilir, oluşturulur, yorumlanır ve halkın tüketimine sunulur. Medya kuruluşu sahipleriyle halkın çıkarlarının bu anlamda çakışmadığı görülmektedir. Televizyonun, bu durumda, halkın çıkarını ön planda tutmadığı, medya kuruluşu sahiplerinin çıkarları doğrultusunda halkı yönlendirdiği görülür. Televizyonda enforme edilen ekonomik ve politik iletinin gerçeği çarpıttığı ve bu çarpıklığı kitlelerin bilincinde zamanla hakim kıldığı kolaylıkla analiz edilebilir. Televizyonun tarafsız olmadığı, insanların bilgisini artırmadığı, tam tersine arka arkaya birbirinden kopuk iletilerin, insanlar tarafından olayların öneminin yitirilmesini sağlarken analitik dü109 şünme yeteneğini ortadan kaldırır.“Televizyon yanlılık gerektiren bir medya aracıdır; dolayısıyla, yapılan her aşırı bilgilendirme, neredeyse otomatik olarak o konuda bilgi yoksunluğunu da getirir. “Anında” aktarılan ve bir çağlayan gibi boşalan –çoğu kez içi boşhaberler, televizyon izleyicisini aşırı uyarır, onda haber aldığı, bilgilendiği duygusu uyandırır. Ne var ki araya mesafe konduğunda, bunun pratikte bir aldanma olduğu her defasında ortaya çıkar”. Haberlerin sunumunda doğruluğun, güvenilirliğin ne derecede olduğu artık ortadadır.“Bir haberin doğruluğu bundan böyle, nesnel kesin ölçütlere uygunluğu ve kaynağından aktarılmasıyla değil, öteki medyanın da aynı bilgileri tekrarlayıp onu “doğrulamasıyla” doğruluk kazanıyor… tekrarlama kanıtlamanın yerini almış durumda. Haberin yerini doğrulama aldı. Televizyon (ajanstan gelen bir mesajı ya da görüntüyü temel alarak) bir haber sunuyor, aynı haberi basın, ardından da radyo verirse bu, o haberin doğruluğunun bir kanıtı sayılıyor”. “Bir bilgi toplumunda yaşadığımızı sanırız. Oysa bilgi, bizi gerçek olandan kaçınılmaz olarak uzaklaştıran ayartma taktikleriyle biçimlendirir. Gazeteciler birbirini tekrarlar, taklit eder, kopya çeker, birbirlerine karşılık cevap vererek ve birbiriyle o kadar benzeşirler ki, tüm medya tek bir iletişim sistemi oluşturdukları izlenimini bırakır; tek başına ele alınan bir medyanın ötekilerle arasındaki farkları ayırt etmek giderek çok daha zor hale gelir”. Çağımızı bilgi çağı diye adlandıranlar, bununla, kitle iletişim araçlarının geliştiğini, yaygınlaştığını, bunun sonucu olarak da, gittikçe daha çok sayıda insanın daha çok şeyden haberdar olduğunu söylemek istiyorlar. Ne var ki biraz düşününce, bir şeylerden haberdar olmakla, bir şeyleri bilmenin aynı şey olmadığını kolaylıkla anlayabiliriz… bu dünya, bizim yaşadığımız dünya değil, haberdar olduğumuz bir dünyadır. Salonundaki koltuğuna rahat biçimde yerleşip, ekranda kendisine sunulan, çoğu etkili, şiddet içeren insanın yüreğini ağzına getiren imgelerden oluşmuş olaylar çağlayanını izleyen 110 vatandaşların çoğu, dış dünyada olup bitenlerin kendisine ciddi biçimde aktarıldığını düşünür. Bu bütünüyle yanlış. Bu yanılgının üç nedeni vardır: bunlardan ilki, kurgu olarak hazırlanan televizyon haber programlarının insanlara haber sunmak için değil, onları eğlendirmek için yapılmış olması. İkincisi, kısa ve parçalar halinde sunulan haberlerin ( her haber programında yirmi dolayında haber yer alır ) birbiri ardından hızla geçişi, iki yönlü, yani aşırı ölçüde bilgilendirirken insanı bilgiden yoksun kılan olumsuz etki yaratması( gereğinden çok haber sunulurken, her birini üzerinde yeteri kadar durulmaz). Üçüncü olarak, da, hiçbir çaba harcamadan bilgi edinmeyi düşünmenin, uygarlık yolunda seferber olmaktan çok, basının yarattığı mitten kaynaklanan bir yanılgı olması. Bilgi edinmek yorucu bir iştir; vatandaş ancak bu yorucu çabayı gösterdiğinde demokratik yaşama bilinçli olarak katılma hakkını elde eder. İletişim zincirini bütünüyle egemenlik altına alanlar, bilgi endüstrilerinin yeni tutkusu; bunu gerçekleştirmek içinde birleşmeleri, satın almaları ve gruplaşmaları sürdürürler. Bu şirketlerin mantığına göre, iletişim öncelikle, çok büyük miktarlarda üretilmesi gereken bir mal ve bu malın miktarı kalitesinden önce gelir. Televizyondaki program biçimleri, dikkat çekmenin sözde yaratıcılık yoluyla tüm psikolojik mekanizmasını kullanır. İkinci adımda ürün tanıtımına ve tüketime yönelik harekete geçirme tekniğine başvurur. Bu arada, dikkati canlı tutmak için, cinsellik, seks, ölüm ve şiddete sürekli vurgu yapar. 111 Şimdi Haberler Yapımcıların tüm programlar içerisinde en çok üzerinde durdukları, öncelikle haber programlarıdır. Özellikle, süresi açısından akşam haberleri, tüm aile bireylerinin bir araya geldiği saatlerde yayınlanır. Ve izlenme oranının en yüksek olduğu programlarının başında yer alır. Haberler, en çok satan üründür. Haber programları konularını politika, (politikacıların gündem için söyledikleri sözler, politikacıların nereye gittikleri ne yedikleri) magazin, eğlence, (mankenlerin, şarkıcıların, futbolcuların özel hayatları,bu kişilerin ne giydikleri ne yedikleri ne söyledikleri, sosyetenin nasıl yaşadığı, kimin kiminle çıktığı,) moda, defile, skandal, yolsuzluk, dolandırıcılık, cinsel taciz, savaş, cinayet, intihar, trafik kazaları, katliam, ölüm, hırsızlık, yangın, sel, deprem, silahlı saldırı, kavga, hayvanlar gibi olaylardan seçer. Buradaki sorun, televizyon haber uzmanlarının insanın içini karartan, bunaltan konuları seçmelerinden de öte, soruna yaklaşım tarzları, niyetleri, yorumlarıdır. Medya tarafından insanların her gün özeline taşınan felaket, cinayet, toplu ölüm haberleri şiddetin sıradanlaşmasına, bu da insanların duyarlılıklarını yitirmesine, insanın insana karşı yabancılaşmasına neden olmaktadır. Özellikle dizi ve yabancı filmlerde eğlenceli bir oyun gibi yer verilen şiddet, seks ve saldırganlık temaları insanların bu yönde eğilimlerinin artmasına neden olmak112 tadır. Dizi ve yabancı filmlerde hayat, gerçek olmayan fantastik bir eğlence, bir oyun gibi sunulmaktadır. Bu da insanların hayatın gerçekliğine yabancılaşmasına neden olmaktadır. Haberciler polislerle birlikte operasyonlara katılıp olay konusu olan insanları ‘izleyici’ karşısında aşağılayıp, yargılayabilmektedir. İnsanlara suçlu olup olmadıkları kesinleşmeden, görüntüleri teşhir edilmekte suçlu damgası vurulmaktadır. Haber konusu edilen olayların olduğu yerde, kameralar olay öncesinden hazır bulunmakta, olayın konusu edilen insanların özel hayatları işgal edilmekte ve özel hakları ihlal edilmektedir. Televizyon habercilerinin mağdurları, bu pervasızlık karşısında ‘özel’in ve ‘genel’in daha insani bir tanımlamasının hukuksal yetersizliğiyle haklarını alamamaktadırlar. Haber programlarında, insanların yaşadıkları olayları müzik ve diğer tekniklerle dramatize etme, gözyaşları içeren görüntülerin sıkça kullanılması, acıma duygusu verme, bunu dışlaştırma özellikle bilinçli bir planlamanın sonucudur. Gözyaşları içinde çırpınan insanların feryatları, çığlıkları televizyon haberleri için vazgeçilmez görüntülerdendir. Trafik kazalarında araca sıkışmış ve her tarafı kan içindeki insan görüntüleri, parçalanan arabaların tekrar tekrar görüntüleri; aynı şekilde gecekondu yıkımlarında zabıtalarla ev sahipleri arasındaki kovalamacalar, kavga, ağlama çığlıkları ve feryatları; bir yangında evi yanan insanların bilinçsiz ve çaresizce koşuşturma hareketlerinin görüntüleri; mahkeme salonlarında insanların birbirlerini nasıl dövüp bıçakladıklarını, öldürdüklerini; cinayet ve intihar olaylarının görüntüleri; gösteri ve eylemlerde insanların polislerce kovalanmaları ve dayak yeme sahneleri, izleyicileri heyecan ve etki altında tutmak için habercilerin başvurdukları görüntülerin en çekicilerini oluşturmaktadır. Haber seçme ve inşa etme bir sürecin sonucudur. Haber programları, bir araya getirilen insan yapımı şeylerdir. Aslında anlam bunların içinde inşa edilmiştir. Anlamlar öylece ortaya çıkmaz, oradadırlar, çünkü birisi onları oluşturur. İletişimin ne kadar bilinçli 113 bir şekilde yapıldığını açığa vuran, haber yapımıyla ilgili çeşitli görüşleri vardır. Örneğin muhabir yada sunucu olayları bizim için yorumlarlar. Karşı karşıya gelme, sözü kullandıkları andan itibaren aslında onları yorumlamaya başlarlar. Yazılı metinin ya da haber metninin ya da haber görüntülerinin tüm kurgulanma sürecinin, özgün olayla ilgili bakış açısının inşa edilmesinin aracı olduğu açıktır. Sonuçta inşa etme kavramı dikkatleri iletişimin yaratıldığı gerçeğine çeker. Haber makinesi genel olarak kötü haberlerin dramatik etkisine değer verir. Kötü haber iyi haberdir. Borsada hızlı bir düşüşün yaşanması ya da ölümlerin olduğu bir kaza gibi olaylar oturmuş bir piyasadan mükemmel güvenlik verilerinden daha değerlidir. Haber üreticisinin kültürüne ve coğrafyasına en yakın olan haberler en değerlidir. Yakın zamanda meydana gelen olaylar daha öncekinden değerlidir, bu nedenle habere önce ulaşmak yarışı vardır. İnsanlar bütün haberlerin çok taze olduğuna inanır. Bu çok ilginçtir, çünkü sunulan olayların sadece önemlileri yakın zamanda meydana gelmiştir. Özgün öykü ortaya çıktığında devamı geleceği açıkça belli olan konular değerlidir. Depremler ya da savaşlar gibi konularla ilgilenmek çekicidir, çünkü sonuçta bu devam eden bir dram haline gelecektir. Görüntü öyküleri değerlidir. Öykülerin ele alış biçimi olarak dramatize edilmesi değerlidir, çatışma değerlidir. Örneğin felaketlerle ilgili haberlerin, yalın gerçekleri hemen ortaya çıkaracak olsa bile, bu yönde ele alındığını kazazede ve yakınlarıyla yapılan röportajların izleyiciyi cezbettiğini fark etmişizdir. Gerçeklik değerlidir. Haberciler olayın geçtiği yere, mekan çok sıkıcı da olsa bir muhabir gönderilir” . Televizyonun bilgiyi nasıl manipüle ettiği, gösterge ve imgelerle iletilmek istenilen iletileri nasıl seçerek şekillendirdiği konusunda şu hususu görmezden gelemeyiz. Televizyonun tuhaf bir şekilde, yapılması gereken şeyin,yani bilgilendirme işinin yapılması için gösterilmesi gerekenden daha başka şeyler göstererek ; ya da yine,gösterilmesi gerekeni gösterirken,bunu göstermeyecek ya 114 da anlamsızlaştıracak bir tarzda yaparak, ya da onu gerçekle hiçbir şekilde uyuşmayan bir anlam kazanacak tarzda kurarak nasıl gizleyebildiğini göstermek suretiyle….” Medya menajerleri imajların ve haberlerin yaratılması işlenmesi, rafine edilmesi ve bunlara riayet edilmesi; dolaysıyla inançlarımızı ve tutumlarımızı, sonuç itibariyle davranışlarımızı belirleme işini kendilerine iş edinmişlerdir. Sosyal mevcudiyetin gerçeklerine tekabül etmeyen mesajları kasıtlı olarak ürettiklerinde medya menajerleri zihin menejerleri olup çıkarlar. Realitenin kusurlu olarak algılanmasına, hayatın gerçeklerini kavrama gücünden yoksun bırakılmış bir şuurun oluşmasına sebebiyet veren mesajlar, zihin menajerleri tarafından kasıtlı olarak üretilmiş manipülasyon amaçlı mesajlardır”. Örneğin, televizyonda, eşitsizlik kanıksanmış, meşrulaştırılmış ve rasyonalize edilmiştir. Bu durum özellikle dizilerde ve sinema filmlerinde belirgin bir şekilde görülmektedir. Zenginlik ve fakirlik iç içe geçmiş, adeta sorgulanamaz bir duruma dönüşmüştür. 115 Şimdi reklamlar Haberler gibi ön plana çıkan bir başka program türü de reklamlar olmaktadır. Aslında tüm programları bir reklam türü olarak düşünmek de mümkündür. Ama gene de reklamlar en özel kategoridir. Reklamın temel amacı, ürünlerin tanıtılması ve tüketimine yönelik talebin artırılmasıdır. Ürünlerin tüketilmesi, beraberinde sosyo-ekonomik sistemin devamlılığını, ekonomik ve siyasal gücünü olağanüstü ölçüde artırır. Reklamlar, insanları etkileyerek insanları ikna etmeye çalışırlar. Reklamların günümüzde insanları etkileme ve yönlendirme, arzularını belirleme yöntemleri, büyük boyutlarda gelişmiştir. -Bu noktada, insan bilimlerinin rasyonel sonuçlarını kullanır ve bu bilgi türlerini üretimin yapısı içerisine hapsederek işlevsiz hale getirir.İzleyicinin reklamlardan bir şekilde etkilenmemesi imkansızlaşmıştır. Reklamcılar, hedef kitlenin demografik ve psikografik özelliklerini (yaş, cinsiyet, meslek, sosyo ekonomik konum, ilgi, harekete geçme sebepleri vs.) gibi ölçütlerle, kategorilere ayırarak, stratejik ürün mesajını, tüketiciye ulaşabilmesi için reklam yayın saatlerini belirlerler. Reklamcılar tüketici kitlenin dikkatini çekmek için dil, gelenek, görenek, milli ve dini duygular, otantik değerler, cinsel ahlaki, karşı ahlaki değerler gibi kültürün tüm unsurlarından tüketimi koşullamak üzere yararlanırlar. 116 Reklamcılar bize tanıttıkları ürünlere sahip olmamız durumunda mutlu olacağımız mesajını verirler. Gerçekte reklam bir vaad üzerine kuruludur ve mutluluk satar. Reklamlar neden kitle açısından çekicidir? Reklamların sürelerinin kısa olmaları, ürünlerin bir ödül gibi sunulması, sahip olunan ürünle toplumsal bir statüye terfi edileceğini düşündürmesi, yinelemelere dayalı ses, efekt ve imaj bombardımanı yapılması; bu yolla, izleyicinin hipnotize edilmesi, reklamları çekici hale getirmektedir. Ve sinema Televizyonların vazgeçemediği diğer program türlerinin başında sinema filmleri gelir. Sinema filmleri deyince de, akla ilk gelen Hollywood filmleridir. Bugün Amerika, tüm dünyaya emperyal ideolojisini Hollywood filmleriyle ihraç etmektedir Hollywood filmleri, Amerika halkının yaşam tarzının diğer uluslarınkinden üstünlüğünü, zenginliğini, değerlerinin yüceliğini, sözde özgürlükçülüğünü, askeri gücünün ihtişamlığını vurgulayıp, ön plan çıkarır. Bir sistemi dayattığından ideolojiktir. Bu anlamda Hollywood filmlerinin ırkçı, milliyetçi ve militarist bir yaklaşım sergilediği görülür. Öte yandan, bu filmler, insanların tüketime olan taleplerinin artmasında yeni tüketim alışkanlıkları ve davranış kalıpları geliştirdiğinden, büyük ekonomik bir sektör oluşturmaktadır. Bu filmler aracılığıyla Amerikan yaşam tarzı, tüketim kültürü, başka uluslara dayatılmakta, bu durum, başka ulusların kültürlerinin ve yaşam tarzlarının derinden etkilenmesine, kültürel çatışma ve kültürel çelişkilerinin artmasına, yerel kültürlerin yok olmasına ön ayak olmaktadır. Hollywood filmleri, insanların hayata bakış açılarının, gelenek ve göreneklerinin, davranış ve ilişki biçimlerinin değişmesinde baş rol oynadığı gibi, insanlar arasında tüketim çılgınlığını körükleyerek sistemin bir iç dinamiği olarak görevini yerine getirir. 117 Hollywood filmleri, Amerikan toplumunun toplumsal gerçekliğini yansıtmadığı gibi başka toplumların ve insanların gerçekliğini de yansıtmamaktadır. Filmler, fantastik öğelerle yoğrulmuş, hayatın gerçekliğiyle örtüşmeyen, yapılandırılmış bir kurgusallıktan ibaret olmaktadır. Hollywood film yapımcıları, insanlar üzerinde, etki dozunu artırmak için, ölüm, seks, şiddet, eğlence, oyun gibi temalardan çok yararlanırlar. Aynı şekilde bu uzmanların, gelişmiş teknolojik imkanlardan, özel efektlerden ve büyük parasal kaynaklardan yoğun bir şekilde yararlanarak, insan doğasına müdahale edilmesi ve şekillendirilmesinde büyük başarı sağladıkları görülmektedir. Gerçeklik, abartılı bir şekilde taklit edilerek, gerçek ötesi bir gerçeklik (hiper-gerçeklik) ile sunulurlar. Patlamalar, araba kovalamacaları, insanların kurşunlara dizilmesi, arka arkaya bindirilmiş saniyelik görüntüler, şiddetli müzik, oyuncuların rollerinde uzmanlaşmış olmaları, filmlerin insanları etkileme derecesini artıran faktörler arasındadır. Hollywood filmleri, genellikle, polisiye, cinayet, intihar, askeri operasyon, uçak kaçırma, uyuşturucu kaçakçılığı, uzaylı ya da canavar yaratıklar gibi kurgusal, fantastik gerçekliğe ilişkin çarpık bilgi içeren, salt eğlenceye dönük, insanları kendilerine ve hayata yabancılaştıran konuları malzeme edinir. Bu konuları işlerken yönetmenler bir olayın tarafı şeklinde filmin kurgusunu örer. Klasik iyi-kötü çatışması iyinin manipule edilmesi ile son bulur. Hollywood filmleri insanları eğlendirirken aynı zamanda karmaşık olmayan, insanların beyinlerine yerleştirilen kültürel kodlarla, belirli mesajlar verir. Bunlardan en çok ön plana çıkan iyikötü ayırımıdır. Bu kavramlarla bazı keskin yargılar verilir. Şablon hep aynıdır. İyi ile kötünün savaşımında, iyiler hep olağan üstü özelliklerle donatılan Amerikalı kahramanlar, kötüler ise Amerikan halkından olmayanlardır, ötekilerdir. İyiler, kahraman Amerikalı polisler, kötüler ise; sürekli suç işleyen, katiller, uyuşturucu 118 bağımlıları, fahişeler, silah kaçakçıları ve ölümcül Çinliler, pis zenciler, sorunlu göçmenler, Ortadoğulu teröristler, Ruslar ve doğuştan patolojik olarak nitelendirilen insanlardır. İyiler, savaş oyununda hep kazanırlar, kötüler ise hep kaybederler, olayın sonunda cezalandırılırlar ve öldürülürler. İyiler, güzel, çekici, seksi ve yakışıklıdırlar, kötüler hep kaba ve küfürlü konuşurlar, çirkindirler. Beyaz Saray’ın kullandığı filmler ABD Başkanları sinemayı, halkı politik kararlara hazırlamak ve ABD sempatizanlığı oluşturmak için bir araç olarak kullandı... İşte ABD’nin propagandasında kullanılan o filmler... Yönetmen Barry Levinson’ın Türkiye’de ‘Başkan’ın Adamları’ ismiyle gösterilen Wag the Dog (1997) filminde, Beyaz Saray danışmanlarından Robert De Niro, Başkan’ın adının karıştığı seks skandalını, seçimlere kısa bir süre kala medyanın ve Amerikan halkının gündeminden çıkarmak için ilginç bir yönteme başvurur. Hollywood yapımcısı rolündeki Dustin Hoffman ile bir araya gelerek, dikkatleri hayali bir savaş senaryosuna yönlendiren De Niro, tüm dünyayı ilgilendiren krizi yönetmek için bir beyin takımı kurar ve kitleleri meşgul etmeyi başarır. Levinson’ın Amerikan siyaseti ve medya ahlakı üzerine ince eleştiriler yönelten filmi, Beyaz Saray ile Hollywood arasında uzun bir geçmişe dayanan koalisyonun şifrelerini ilk kez gün yüzüne çıkarıyordu. Beyaz Saray’ın, sıkıntılı günlerde ülke içinde moral yükseltmek için film endüstrisiyle işbirliğine ihtiyaç duyduğu görülüyor. ABD başkanları için sinema, politik kararlarına halkı hazırlamak ve uluslararası kamuoyunda Amerikan sempatizanlığı oluşturmak için ikna gücü yüksek bir propaganda aracı oldu. Mesajlar, kimi zaman politik kimi zaman da komedi ve aksiyon türünde yapımlarla verildi. Bir filmle kazanılan savaş 119 1930’lu yıllar boyunca tüm dünyayı etkileyen ekonomik buhranda umutları yıkılan kitlelerin trajediden kaçış olarak sinemalara akın etmesi Başkan Franklin D. Roosevelt’in dikkatinden kaçmadı. Roosevelt, beyazperdenin, topluma yön verebilecek etkili bir politik araç olabileceğini o sırada keşfetti. Roosevelt, 1933’te hükümetin film yapımına doğrudan müdahalesini yasalaştırdı ve bunun karşılığında stüdyo sahiplerine sınırsız yetkiler verdi. Başkan Roosevelt, Amerika Birleşik Devletleri’nin 1. Dünya Savaşı sonrasında dünyada aktif bir rol oynaması konusunda kararlıydı. Ama kendisi gibi düşünmeyen Amerikan kamuoyunu buna hazırlamak için büyük çaba sarf ediyordu. Çoğu Amerikalı, Avrupa’da devam eden 2. Dünya Savaşı’na tamamen ilgisiz kalmayı tercih ediyordu. Pearl Harbor saldırısı, bölünmüş Amerikalıları birleştirmişti; ancak savaşa karşı olan azımsanmayacak bir kesim vardı. Hollywood stüdyolarının kapılarını çalan Roosevelt’in imdadına Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ı bir araya getiren 1942 yapımı Kazablanka (Casablanca) filmi yetişti. Gişe rekoru kıran filmde, Alman toplama kamplarından kaçarak Kazablanka’ya gelen direnişçilerin Lizbon üzerinden ABD’ye iltica etmeleri, romantik bir aşk hikâyesi ekseninde gösteriliyordu. Konu, tarihi gerçeklerle hiç örtüşmese de Kazablanka, dikkatleri Pasifik’in öte kıyısında yaşananlara dikkat çekmeyi başarmıştı. Filmin ilk gösterimi bu yüzden, 1943 Kasım’ında General Dwight Eisenhower komutasında Kuzey Afrika’daki Alman birliklerini yenerek Kazablanka’ya giren İngiliz ve Amerikan askerlerine yapıldı. Kazablanka’nın hemen ardından Savaş Bilgilendirme Ofisi (OWI) bünyesinde kurulan Sinema Dairesi’ne, milliyetçilik duygularını yükseltmek ve Amerikan ordusunun güçlü imajını yükseltmeyi amaçlayan propaganda filmleri üretme görevi verildi. Savaş yıllarında Paramount hariç film stüdyoları, OWI’nin tüm senaryoları çekim öncesinde okumasına ve rötuşlar yapmasına izin verdi. 120 “Amerikan milliyetçiliğini anlatmak için propaganda enjekte etmenin en kolay yolu filmlerin içerisine orta şiddetli propaganda katmaktır.” diyen dönemin OWI Müdürü Elmer Davis, önüne gelen senaryolar için sadece şu soruyu soruyordu: “Bu film, savaşı kazanmamıza yardımcı olacak mı?” Sığır Çobanı Kovboylar Kazablanka’nın yapımcısı Warner Bross, Franklin D. Roosevelt’in sadık bir destekçisi oldu. Bunun karşılığında sinema, savaş yıllarında Avrupa kıtasında çalışmasına müsaade edilen ve kazancını artıran tek sektör oldu. II. Dünya Savaşı’nda Frank Capra, John Ford ve William Wyler gibi yönetmenler vatanseverlik duygularını okşayan Nazizm karşıtı filmlerle Amerikan kamuoyuna moral verdi. Capra, Savaşa Giriş (1942), Nazilere Darbe (1942), Britanya Savaşı (1943), Bölmek ve Fethetmek (1943), Düşmanın Japon’u Tanı (1945), Tunus Zaferi (1945) ve Neden Savaşıyoruz? (Why We Fight?) adlı propaganda amaçlı savaş belgeseli serileri yaptı. Kapalı gişe oynayan, Olmak Ya da Olmamak (To Be or Not To Be 1942) isimli komedi filminde Hitler alaya alındı. Soğuk Savaş’ın etkili olduğu 1950’li yıllarda, ABD’de Senatör McCharty ve arkadaşlarının başını çektiği komünist avında işe Hollywood’dan başlanması anlamlıydı. ‘Komünistler geliyor’ paranoyasının hâkim olduğu bu dönemde, yüzlerce senarist, oyuncu ve yönetmen baskılara maruz kaldı, işten çıkartıldı; hapse atıldı. Kara listede ismi olan senaristlere, kazanmalarına rağmen Oscar’ları verilmedi. OWI, 1945’te kapatıldı; fakat Beyaz Saray’ın Hollywood’la kurduğu örtülü koalisyon format değiştirerek devam etti. Sovyet rejiminin yayılma politikasına karşı sinema büyüsünü kullanan Beyaz Saray, kovboy filmleriyle ustaca düşünülmüş bir propaganda yolu 121 izledi. Başkan Harry Truman ve Eisenhower dönemlerinde seri üretimle çekilen western filmlerinde, çitlerle çevrili özel mülkünde özgürce yaşayan ve pazar günleri kiliseyi aksatmayan muhafazakâr değerlere sahip aile modeli özendirilerek, komünizmin ‘ortak mülkiyet’ ve din konusundaki söylemlerine karşı bir model geliştirildi. Frank Capra, filmleriyle Amerikan Rüyası’nın ilham kaynağı oldu. Kovboyların amansız düşmanı ise halka korku salan, gerçekte Kızılordu’yu temsil eden ‘Kızıl’derililerdi… Posta Arabası (Stagecoach 1939) ve Çöl Aslanı (The Searchers 1956) gibi türün önemli filmlerine imza atan John Ford, propaganda içerikli kovboy filmleriyle özdeşleşti. Stalin, kovboy filmleriyle beyazperdede Amerikan ikonu haline gelen ve sıkı bir anti-komünist olan John Wayne için KGB’ye ölüm emri verdi. Hollywood, Vietnam Savaşı’nın seslerinin duyulduğu 1962 yılında, 2. Dünya Savaşı’nda Amerikan askerlerinin kahramanlıklarını anlatan savaş filmlerinin seri üretimine başladı. Normandiya çıkarmasını anlatan 2 Oskar ödüllü En Uzun Gün (The Longest Day) filminde Richard Burton, John Wayne, Henry Fonda ve Robert Mitchum gibi dönemin ünlü yıldızları düşük ücretlerle oynadı. Film, Vietnam öncesinde, ‘insanlığın güveni için çarpıştık, gerekirse yine yaparız.’ mesajını veriyordu. Ne var ki Vietnam Savaşı’nda işler Beyaz Saray’ın planladığı gibi yolunda gitmedi. Warner Bross, bu kez Vietnam’dan gelen kötü haberleri perdelemek için çıkış yolu arayan Başkan Lyndon Johnson’ın tutunacağı bir can simidi oldu. Cepheden ulaşan iç karartıcı haberlere rağmen Vietnam’dan çekilmeyi politik çıkarları için göze alamayan Başkan Johnson, karşı propaganda için düğmeye bastı. Amerikan ordusunun ‘Ezileni kurtarmak’ sloganıyla kurulan özel gücü Yeşil Bereliler’in Vietnam’da ‘kahramanca mücadelesi’ni konu alan The Green Berets (1968) filmi çekildi. Başrolde John Wayne’nin oynadığı filmde ‘Vietnam’da her şey yolunda’ mesajı verildi. Oysa Yeşil Bereliler gösterimde olduğu sırada Pentagon, Vietnam’da tarihinin en büyük kayıplarını verdiğini rapor ediyordu. 122 Politikacı Holywood Aktörleri Aktörlükten ABD Başkanlığı’na geçiş yapan Ronald Reagan da politikaları için sinemayı profesyonelce kullandı. Beyaz Saray, 1980’li yıllarda bir yandan Soğuk Savaş’ta galip taraf olmayı, diğer yandan da Vietnam yenilgisinin toplumda oluşturduğu ezikliği telafi etmeyi, gündeminin ilk sırasına aldı. Reagan’ın, özgürlüğünden taviz vermeyen, ‘güçlü ve muhafazakâr Amerikalı’ hayali kısa sürede yapımcıların elinde ete kemiğe büründü. Sylvester Stallone, Arnold Schwarzenegger, Chuck Norris ve Bruce Willis gibi oyuncular korkusuz kovboyların yerini alarak güçlü kaslarıyla kötülere hadlerini bildirdi. Stallone, Rambo 2’de (1985) Vietnam’da esir tutulan Amerikalı askerleri tek başına komünistlerin elinden kurtararak Vietnam yenilgisinin intikamını alır. Rambo 3’te (1988) Ruslara karşı özgürlük mücadelesi veren Afganlılara katılır ve onlara beyazperdede zafer kazandırır. Rocky 4’te (1985) ise Amerikan bayraklı şortuyla Rus rakibi Ivan Drago’yu kendi ülkesinde ve Sovyet yöneticilerinin hazır bulunduğu salonda ringe seren Stallone, finalde “herkes değişebilir” tiradıyla komünist dünyaya çağrıda bulunur. Reagan döneminde, Vietnam Savaşı ve Watergate skandalıyla sarsılan Amerikan halkını birbirine kenetlemek için, ülkenin kuruluş yıllarında yaşanan İç Savaş ve sonrasını konu alan diziler üretildi. Kuzey ve Güney (North and South 1985), Şefler (Chiefs 1983), Mavi ve Gri (The Blue and The Gray 1982) gibi tarihi dizi filmlerde milliyetçilik duyguları kabartıldı. İlk Kan (First Blood-1982) filmiyle toplum dışına itilen Vietnam gazilerine ‘sizi anlıyoruz’ denildi. Amerikan Savunma bakanlığının 54milyon dolarla sübvanse ettiği Top Gun (1986) filminde donanma pilotu Tom Cruise, Sovyetler’e ait MiG uçaklarıyla havada yaptığı mücadeleyi kazanır. 123 Rakibi SSCB’nin kıtalar arası balistik füzelerinin uzaydan kontrol edilmesini öngören savunma programına Yıldız Savaşları (Star Wars) adını veren Reagan, medyanın desteğiyle kısa sürede ülkesini süper güç yapan kahraman bir başkomutan figürüne büründü. Time dergisi Reagan’ı ‘Yılın Adamı’ seçerken, Hollywood ‘Süper Başkan’ figürüne göndermeler yapan kahraman filmlerine ağırlık verdi. Superman (1983/1987), Robocop (1987), Batman (1989), Cehennem Silahı (Lethal Weapon (1987), American Ninja (1985) filmleri gerçekte Reagan döneminin felsefesini parlatan yapımlar olarak dikkat çekti. Oliver Stone, Müfreze (Platoon 1986) filminde savaşın acımasızlığına vurgu yapsa da alt metinde ‘onlar savaştılar; ama kahramanca öldüler’ mesajını vererek Vietnam’da zedelenen ulusal onuru onarma gayretine girişti. Stone’un, eleştirmenlerce en iyi işi kabul edilen Salvador (1986) filmi, ABD’nin Latin Amerika ülkelerindeki uygulamalarını iğneleyen bir akış izlese de arka fonda, ‘bu coğrafyada yaşananlar Beyaz Saray’ın sistemli politikası değil, kişi ve kurumların kişisel hatası’ düşüncesi aşılanır. Harbi mi harbi, delikanlı mı delikanlı; James Bond Ian Fleming’in romanlarından sinemaya uyarlanan İngiliz ajan 007 James Bond, Soğuk Savaş döneminde kapitalist NATO ülkelerinin üstün teknolojisini de kullanarak dünyayı ‘kötü Ruslar’dan kurtaran politik bir sembol oldu. MI6 ajanı İngiliz olsa da tüm James Bond filmleri Hollywood desteğiyle çekildi. Küba krizinin dünyayı yeni bir savaşın eşiğine getirdiği 1963’te tamamlanan ‘Rusya’dan Sevgilerle’de (From Russia with Love) James Bond, komünist Ruslar karşısında zekâsı ve yüksek teknoloji sayesinde yüzü gülen taraf olur. 1967 yapımı İnsan İki Kere Yaşar (You Only Live Twice) filminde ise bu kez dünyayı tehdit eden ‘kötü’, komünist Çin’dir. 1983 yapımı ‘Ahtapot’ (Octopussy) filminde kötü adam Sov124 yet Generali Orlov’un amacı, çaldığı nükleer savaş başlıklarını Batı Almanya sınırları içindeki bir ABD hava üssünde patlatarak, Batı Avrupa ülkelerinin silahsızlanma politikasına yönelmelerini sağlayarak bu ülkelerin Sovyet yayılması için kolay lokma olmasıydı. Filmde Sovyetler, diğer Bond filmlerinin aksine ‘iyi’ yanlarıyla da temsil edilir. Yaşayan Gün Işıkları (The Living Daylights1987) filminde ise Bond ülkesinden kaçan bir Rus generale yardım ederken, NATO ülkelerinin amansız düşmanı Sovyet gizli servisi, ilk kez sakıncasız olarak resmedilir. Serinin 19. filmi ‘Dünya Yetmez’ (1999) filminde Bond, Sovyetlerin dağılmasının ardından bağımsızlıklarını ilan eden Kazakistan ve Azerbaycan’da uluslararası bir teröristin izini sürer. Artık ne ideolojik düşman vardır ne de KGB… Bond ezeli rakibi Ruslarla giderek yakınlaşırken, SSCB lideri Mihail Gorbaçov, ‘ekim devrimi’nin 70. yıldönümündeki konuşmasında Stalin ve Troçki’yi eleştiriyor, Avrupa ve Asya’da yerleştirilmiş olan orta ve kısa menzilli füzelerin imha edilmesini kabul ederek yeni dönemin sinyalini veriyordu. Düşman algısının kısmen değişmesinin sebebi, Soğuk Savaş’ta yaşanan yeni süreçle yakından ilgiliydi. Sovyet lideri Gorbaçov, 1985 yılından itibaren ABD Başkanı Reagan ile Cenevre ve Reykjavik’te art arda zirve toplantıları yapmış, silahsızlanma, silahların denetimi, bilim, kültür, eğitim alanlarında bilgi alışverişi konuları ilk kez telaffuz edilmişti. Gorbaçov’un Soğuk Savaş’ı bitiren Perestroika (yeniden yapılanma) ve Glasnost (açıklık) adını verdiği reform çalışmaları sonunda Reagan, 1987’de orta menzilli füzelerin imhası için antlaşma imzaladı. Soğuk Savaş’ta esen ılık rüzgârlar çok geçmeden Hollywood’da da etkisini gösterdi. Kaslarıyla ‘güçlü Amerikalı’ projesinin prototipi olan Arnold Schwarzenegger, Kızıl Ateş (Red Heat 1988) filminde bu kez ABD’ye kaçan bir uyuşturucu kaçakçısını kovalayan disiplinli Rus polisini canlandırdı. Schwarzenegger’in, ‘Ivan Danko’ rolünü canlandırdığı Kızıl Ateş, Kızıl Meydan’da çekilen ilk ABD 125 filmi oldu. Böylece kamuoyu, Beyaz Saray ile Kremlin arasında başlayan yakınlaşmaya hazırlatıldı. SSCB’nin dağılmasından sonra ABD’nin süper güç olduğu tek kutuplu dünyada, Washington imajını parlatırken masal dünyasının büyüsüne ihtiyaç duydu. Bill Clinton’ın başkanlığı döneminde (1993-2001) ise başkanları sempatik ya da kahraman gösteren yapımlara ağırlık verilerek sempatik başkan algısı oluşturulmaya çalışıldı. Michael Douglas (The American President 1995), Kevin Klein (Dave 1993), Harrison Ford (Air Force One 1996), Bill Pullman (Independence Day 1996) Amerikalıların sevgi ve güvenini kazanan başkan figürünü canlandırdı. İslami Terör ve Müslüman teröristler Soğuk Savaş’ın ardından Hollywood kahramanlarının yeni düşmanı Arap teröristler oldu. Arnold Schwarzenegger, ‘Gerçek Yalanlar’da (True Lies 1994) ülkesini bir grup Arap teröristten kurtarır. Denzel Washington’ı, ‘Kuşatma’ (The Siege 1998) filminde New York’ta bombalama eylemleri yapan Arap teröristlerin izini süren FBI ajanı rolünde görürüz. George W. Bush, başkanlığının ilk yılında yaşanan 11 Eylül saldırılarının ardından ABD güvenliğini tehdit eden İran, Irak ve Kuzey Kore gibi ülkeler için önleyici savaş doktrinini açıkladı. Afganistan müdahalesi ve Irak’ın işgalini takip eden Guantanamo ve Ebu Gureyb Hapishanesi gibi uygulamalar dünya kamuoyunda Amerikan karşıtı sivil eylemlerin artmasına sebep olunca, Hollywood tekrar göreve çağrıldı. Leonardo DiCaprio, ‘Yalanlar Üstüne’ (Body of Lies 2008) filminde Ortadoğulu terörist bir liderin dünyanın çeşitli yerlerinde bombalama eylemi yapmasını engeller. Filmde Arap coğrafyası, güven vermeyen bir yer olarak gösterilir. 6 Oscar kazanan ‘Ölümcül Tuzak’ (The Hurt Locker 2008) filminde Amerikan askerlerinin kahramanlığı anlatılırken alt metinde ‘Irak’ta herkesin potansiyel bir düşman’ olduğu izleyiciye empoze edilir. 126 Green Zone (2010) filminde CIA, Irak’ın bölünmemesi için uğraş veren ama başaramayan bir örgüt olarak gösterilir. Irak Savaşı’nı konu alan filmlerde, ABD’nin, gerçekte çıkarları için değil, bölge halkının özgürleştirilmesi için orada olduğu mesajı verilir. George Clooney, birinci Körfez Savaşı’nı konu alan ‘Üç Kral’da (Three Kings 1999) Irak ordusunun zulmüne uğrayan yerel halkı koruyarak, gerçekte ABD ordusunun neden çölde olduğunun cevabını verir. Ridley Scott’ın propaganda filmi ‘Kara Şahin Düştü’de (Black Hawk Down 2001) 1993’te Birleşmiş Milletler gücüne bağlı olarak kötü adamları yakalamak için Somali’ye gönderilen bir grup Amerikan askerinin hikâyesi etkileyici bir görsellikle anlatılır. Alt metinde, ‘yerel halkın özgürlüğü için buradayız’ mesajı dikkat çeker. ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılında gösterime giren Güneş’in Gözyaşları (Tears of The Sun) filminde, orduya bağlı özel kuvvetlerde görev yapan Bruce Willis, emrindeki mangayla, bir grup mülteciyi Nijerya’daki diktatörün elinden kurtarmaya çalışır. Film, Irak’taki varlığı tartışılan Amerikan askerleri için iyi bir propaganda olur. Michael Bay’ın, Transformers (2007) filminde Amerikan ordusu, doğal kaynakları ele geçirmek için başka bir gezegenden gelen kötü robotlardan Dünya’yı kurtarır. Bay, Armageddon (1998) filminde de ‘dünyayı kurtaran Amerikalı’ temasını merkezine alır ve Dünya’ya çarpmak üzere olan bir astreoidi, petrol sondaj uzmanı Bruce Willis hayatını feda ederek yok eder. Bir anlamda ‘biz iyi adamız’ mesajı alttan alta verilir. Wag the Dog filminin gösterime girdiği 1998 yılında ilginç bir olay yaşandı. ABD Başkanı Bill Clinton ile Beyaz Saray stajyerlerinden Monica Lewinsky arasında Beyaz Saray’da yaşanan seks skandalı Clinton’ı başkanlığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Clinton, Kongre’de bir konuşma yaparak Irak Devlet Başka127 nı Saddam Hüseyin’in nükleer silah yapımına göz yumduğunu öne sürdü ve Kongre’de Bağdat’a saldırı tehdidinde bulundu. Aralık ayında dört gün süren Çöl Tilkisi Operasyonu’nda Irak’ın farklı yerleri bombalanarak gözdağı verildi. Televizyon insanlar üzerinde etki etme gücünü nereden almaktadır? Medya kuruluşları, uzun süreden beri, yayınları aracılığı ile biriktirdikleri büyük bir sermaye ile güçlendiler ve güçlerine güç kattılar. Bugün dünyadaki bir çok ülkede medya, devleti yönlendirebilecek güce ulaşmıştır. Hatta devletten daha güçlü olduğunu söylememiz mümkündür. Medya kuruluşları, artık denetlemeleri, uymak zorunda oldukları ilkeleri pek ciddiye almaz oldular. Toplum sağlığını koruma adına denetleme kurulları oluşturulmasına rağmen, insanların düşünsel ve ruh sağlıklarını bozan yayınlarına bir şekilde devam etmektedirler. Televizyon, ortalama insanın kavrayamayacağı, algılama gücünü aşan, karmaşık, organize ve gelişmiş bir yapıya sahiptir. Bu gelişmişlik düzeyini, yüzyıllar boyu biriken teknik gelişmişlikten ve insan doğasına ilişkin bilgilerin birikiminden ve bunların kullanmasından alır. Medya çalışanlarının çoğu eğitilmiş, uzman kişilerden oluşmaktadır. Bu donanımlı insanlar, insan doğasını ve yapısını araştıran bir çok bilim alanından (sosyoloji, psikoloji, tıp, sanat, edebiyat, felsefe ) yararlanmaktadırlar. Televizyon programlarını hazırlayan uzmanlar; aşırı heyecan, şok korku, tehlike, panik, patlama gibi heyecan uyandıran duygu durumlarından yararlanarak, kitleler üzerinde dikkat uyandırmayı başarmaktadırlar. Televizyon haberleri gücünü, (düzensizlik, kargaşa, yıkım, savaş, ölüm, hırsızlık, intihar, kaza, dolandırıcılık, cinayet, dedikodu...) gibi kötü olaylardan alarak beslenir. Bu olayları meydana gelmemesi televizyon habercilerinin işsiz kalması demektir. Televiz128 yondaki haberler, yaşama kaynağını, insanlarda dehşet uyandıran olayların meydana gelmiş olmasından alır. Televizyon gücünü görüntüden ve halkın kullandığı dilden alır. Televizyonun dili basit, yalın, sıradan, kurnaz ve iki yüzlüdür. Televizyon, cemaatinin mantığına değil kalbi ve duygularına seslenir. Televizyon haber sunucuları, tebaasına seslenirken bir vaiz gibi konuşurlar, ses değişimleriyle, müzikle, kendine güveniyle hipnoz etkisi yaratarak, cemaatlerine seslenirler. Televizyon izleyicileri, hem kurban hem de bir çok çirkin olayın suç ortaklarıdırlar. Televizyon demagoji üretir, aşırı heyecanlar yaratarak duygu şokları yaratır. Televizyon için haber peşinde olan gazeteciler, her türlü ahlaksızlığı ve ilkesizliği, yalan, kurnazlık, rezalet, düzmece ilkeler edinerek, skandallar ve trajik olaylar peşinde koşuşturup duran insanlardır. Haber peşinde koşan televizyon çalışanları, tam bir linç çetesini andırmaktadırlar. 129 Televizyon insanlar üzerinde, bilginin manipüle edilmesini nasıl sağlamaktadır? Televizyonun insanlara gönderdiği iletilerin kimler tarafından nasıl seçildiğini, gündemlerin nasıl oluşturulduğunu, mesajların hangi teknik ve yöntemler aracılığıyla kitleye ulaştırıldığını, iletilerle insanların profesyonelce nasıl kandırılıp ikna edildiğini çok iyi bilmek gerekmektedir. Aynı şekilde televizyon habercilerinin olaylar karşısında taraf tutmadıkları, tarafsız oldukları fikrini sorgulamak gerekir. Bugün, habercilerin seçtikleri olaylar karşısında taraf tuttuklarını söylememiz mümkün. Haberciler olayları kendi inançları, ideolojileri doğrultusunda direkt değil de örtük bir şekilde yorumlayarak yansıtırlar. Televizyonun yazı işleri müdürü haberleri seçer, bu seçim işleminde de konulardan bir gündem oluşturur ve bu, toplumun o günkü gündemi olur. Televizyon haberlerindeki iletileri nasıl söylendiklerine göre anlamak gerekmektedir. Haberciler, haber konusu edindiği konuya bir anlam yükler. Bir olaya ilişkin bir görüntünün, bir çok insanda farklı anlam yüklemesi mümkündür. Ancak televizyon çalışanları, niyetli bir şekilde, seçtikleri olay üzerinden, kendisinin yüklediği anlamla insanları düşünmeye yönlendirmeyi sağlamaktadır. Televizyonlardaki sunucular bir çeşit anlatıcıdır. Anlatılacak 130 şey ekrana çıkmadan önce düzenlenmektedir. Anlatının yaptığı çok önemli bir şey, materyali mekan ve zaman açısından şekillendirmektir. Yani olayların nerede, ne zaman ve ne hızda meydana geldiğini tanımlamaktır. Canlı televizyon yayınında bile anlatı bu yönlendirmeyi başarabilir. Tekrarlar gösterim süresini uzatmak için bir hiledir. İzleyicinin gerilimini yükseltmek için uzun uzun çekimler kullanılmaktadır. Televizyondaki anlatı zaman ve mekana dair farkındalığımızı yönlendirmek için sınırsız bir yeteneğe sahiptir. Bu da anlatımın bir başka şekilde yönlendirilmesidir İkna süreci her şeyden önce bir öğrenme ve öğretme etkinliğidir. İkna edici mesajın amacı, bir sözcüğe olumlu ya da olumsuz bir tepki verilmesini sağlayarak öğrenmeyi sağlamaktır. İletişimin etkinliği, öğrenmenin düzeyi ile de bağlantılıdır. Öğrenme pekiştirme, hatırlama ve öğrenmede koşullu öğretme yöntemi simgelerle yapılır. Simgesel uyaranlar hatırlamayı harekete geçirmekte kullanılmaktadır. İnsanlar koşullandırma yoluyla alışkanlıklar biçiminde bazı davranışlarının kazandırılmasının, ancak bu alışkanlıklarının bireyi o anda etkileyen bilinçli ve bazı bilinç dışı bazı gereksinimleri karşılayan bir işlev yapmaları halinde mümkündür. Kaynaktan alıcıya mesaj iletimi her toplumda ve her bireyde farklılık gösterebilen sosyal ve geleneksel bir ortam içersinde seyreder. Bireyin hayat karşısında konumlanışı, temsil ettiği görüş ve grubun özellikleri, beklentiler, bilinçsel işleyiş gibi farklı etmenler tarafından örülmüş bir ağ içersinde gerçekleşir. Bunlar alıcının hangi mesajı ne ölçüde ve ne biçimde algılayacağını ve zihinsel değerlendirmesini biçimlendiren etkenlerdir. Varolan tutumları destekleyici bilgilerde, alıcının algılama yeteneğini daha yükseltir”. Herhangi bir konudaki görüşün, konunun uzmanı tarafından iddia edilmesi, sıradan kişilerin iddiasından daha yüksek güvenirlik taşımaktadır. Bu mesajın içeriğinin kabul edildiğini tek başına artıran bir etkendir. Bunun yanında bir futbol yıldızı, siyasal lider gibi bazı kurgusal katkılar da kullanılmaktadır. 131 Algılama ve öğrenme işlevini hazırlamada, tekrar yönteminin etkili olduğu kuşkusuzdur. Enformasyon kanallarının ve mesaj miktarının artmasına rağmen, bunun kişilerin bilgi ve bilinç düzeylerini artırma düzeyine yansımadığı anlaşılmaktadır. İletişim etkinliğini artırma yolları: a) Mesaj dilinin, alıcının dili ve kavrayış düzeyinin uygun olması ilk kuraldır. b) İletişimde mevcut tutum ve davranışı değiştirilmesi çok dirençli olmayan noktalarda hareket etmesiyle başarılabilir. c) Mesaj içeriğinin herkes böyle düşünüyor şeklinde sunulması olarak bilinir. Bu yöntem alıcının mevcut tutumlarıyla çok çelişkili olmamak koşuluyla sağlayabilir. Bunun yanında mesaj sunumunda yönlendirme amacı taşıyan bazı yöntemlerle küçültücü dizayn resimler kullanmak, bazı cümlelere gereğinden fazla önem verilerek ya da tanımlamalarla bir zayıflığı belirginleştirmek de etkileme amacıyla kullanılan yollardandır. Ortak sembollerin bütünü olan dil, ikna uzmanları için en temel hammaddedir. Ses önemli mesaj ileticisidir. Müzik ve görüntü bu dili tamamlayıcı öğelerdir. Kişinin etkilenebilmesi için, dil kodlarının ortak olması gerekir. Dil ve iletişim ayrılmaz bütünlerdir. Haberin kaynağından çıkan mesajın anlamı ile alıcının algıladığı anlam yakınlık derecesi, haber dilinin başarı düzeyini gösterir. Buna göre medya standart dili kullanmaya özen gösterir ve dildeki standartlaşma eğilimini de hızlandırır. Televizyondaki söylem büyük oranda görsel imajla yansıtılır. Televizyon konuşması sözcük ağırlıklı değil, görüntü ağırlıklı olarak aktarılır. Haberler drama üretmek eğilimindedir. Drama izleyicinin ilgisini toplama aracı olarak kullanılır. Materyallerin dramatik gerilimde önemli anlar yarattığını kabul ederiz. Heyecanlı anlar dediğimiz şeyleri görmeye alışkınızdır. Haber programı ilerde bir felaket görüntüleri vereceğini haber saati boyunca sık sık duyurur. Kurgu, drama, kullanılan dil, bu öğelerin hepsi bir araya geldiğinde artık “Televizyon sunucuları daha çok verili bir programın belki de kendi kararımızı özgürce vermemizi engellemek için bize 132 onun ne anlama geldiğini anlatma işi kalır.” İnsanlar neden televizyon izlerler? İnsanları televizyon izlemeye yönelten şey nedir? Televizyon, hazırladığı programlarla insanların duygu dünyasına direkt müdahale eder. İnsan doğasında duygulara ilişkin ne varsa, onları ön plana çıkarır, kullanır ve sömürür. İnsanlar bunun farkında olmazlar. Gündelik hayat da (iş hayatı, aile hayatı, sosyal hayat) insanların televizyon izlemesine göre düzenlenmiştir. Gündelik hayatın sıkıntı ve gerilimleri, televizyona kaçmak için yeterli sebebi oluşturuyor gibi görünüyor. Televizyona yönelme, sonuçta kolaya kaçma eylemidir. Televizyon izleme, insanların gündelik iş hayatının verdiği gerilimden, stresinden kaçmak için sığındıkları bir eylemdir. İnsanları televizyona yönelten diğer bir sebep de, küçük yaştan beri alışkanlık haline gelen bir davranış olmasıdır. Televizyon izleme böylece farkında olunmayan otomatik bir davranış şekline dönüşür. Televizyon, toplumun yaşayış tarzından (dini inançlar, gelenek, görenek, milli değerler, cinsellik) kesitler gösterdiği için dikkat çekicidir. Bir çok program toplum yaşayışına uygun basit bir dil kullandığından izleyiciler açısından dikkat çekicidir Programların çoğu düşünsel etkinliği içermemektedir, yorucu değildir. Televizyondan kaçış kitle açısından neredeyse imkansızdır. Her nerede olunursa olunsun televizyon onları bir şekilde bulacaktır. Televizyon insanlara eğlence sunar. Eğlendirirken de izlemeyi teşvik etmek için ödüller( para, araba tatil, hediyeler vb.) dağıtır. Televizyonun, yarattığı bağımlılık ve insanların hayatlarındaki vazgeçilmezliği Televizyon günümüzde insanların yaşayış şekli üzerinde güçlü bir belirleyiciliğe sahiptir. Televizyon, insanların gündelik hayatta neyi sorun edinmeleri gerektiğini, olaylara bakış açılarını, hatta 133 neyi konuşmaları gerektiğini bile belirlemektedir. Tüm yaşam alanlarımıza sızmış olan televizyon kültürü, toplumsal hayatın içinde neredeyse hiç ‘dışarısı’ bırakmamıştır. İzleyen biz miyiz, yoksa ‘o’ mu? Televizyon bu anlamda, izlemeyi ve izlenmeyi arzu nesnesi haline getirmiştir. İnsanların hareketleri, konuşma biçimleri, giyim tarzları ve inançları genel olarak bütün davranış biçimleri ‘çalış-tüket’ mantığı çerçevesinde şekillenir. Elektronik medya sembolik ortamımızın niteliğini kesinkes ve geri dönüşümü olmayan biçimde değiştirdiğine göre eminim biz de kritik bir büyüklüğe ulaşmış durumdayız. Şu anda enformasyonları, fikirleri ve epistemolojisi basılı sözlerle değil, televizyonla şekillenen bir kültürüz.”. Televizyon iletişim ortamlarımız, başka hiçbir iletişim aracının gücünün yetmeyeceği tarzlarda bizim adımıza düzenler… televizyon,dünyaya ilişkin bilgimizi değil, aynı zamanda bilme yollarına ilişkin bilgimizi de yönlendiren bir araç statüsüne yükselmiştir. Televizyonun hakikat, bilgi ve gerçeklik tanımlarını o kadar gözü kapalı kabul etmekteyiz ki ilgisizlik bize anlamlı görünmekte, tutarsızlık ise özellikle akıllıca davranmak gibi gelmektedir.” Televizyon günümüz insanlarının adeta tanrısıdır. Emir ve yasakların menbaıdır. İnsanların artık televizyon izlemedikleri gün nerdeyse yok gibidir. Televizyon insanlarda, öylesine bir bağımlılık yaratmış ki, televizyon izlememek neredeyse imkansız bir hal almıştır. Televizyonun girmediği yer kalmamıştır. Akşam saatlerinde, milyonlarca insan televizyon ekranının karşısına oturup ayine katılırlar. Bebekler, artık anne babalarının ninnileriyle değil, reklamlar ve televizyon şarkılarıyla dinlendiriliyorlar ve uyutuluyorlar. Anne ve babaların kendileri de birer televizyon bağımlısı ve kurbanı durumuna gelmişlerdir. Televizyon en önemli zaman öldürme ve eğlence kaynağı haline gelmiştir. Aynı şekilde eğitmenler de televizyonun kurbanlarındandır. 134 Çocukların zihin yapısı eskiden daha çok aile tarafından şekillendirilirken, günümüzde artık çocuklar daha okul çağına bile gelmeden, televizyon tarafından şekillendirilmektedir. Dolayısıyla, devletin en küçük birimi olarak aile ile televizyon arasında tarihsel, sosyolojik bağ kurulmuştur. İktidar artık günümüzde kitleleri daha rahat gözetlemekte, denetlemekte ve kontrol etmektedir. Röntgenciliğin ve teşhirciliğin benimsemesi, denetim ve kontrol mekanizmasını arzu edilir kılınmasını, aynı zamanda desteklemesini sağlamaktadır.Yığınlar artık televizyonun teşvikiyle pornografik olarak kendilerini ortaya koymaktan ve gözetlemekten rahatsızlık duymamakta, tam tersine şiddeti bile pornografik düzeyde algılayarak haz duymaktadırlar. Televizyon bir bütün olarak kendi kurallarıyla, kendine özgü kültürüyle hayata hükmediyor. Televizyon kendine özgü dayatmacı kültürü ile geliyor ve insanların hayatlarını derinden etkiliyor. Hiç kimse, onun karşısında direnemiyor. Eğitimsiz, cahil yığınlar üretiyor. Yanılsamalı bir hayatla gerçeğin karşısına dikiliyor. Hiç kimse farkında bile olmadan bir sürü şey olup bitiveriyor. Gerçek ellerimizden kayıp gidiyor. 135 Televizyon kitle kültürü üretme aracıdır. Televizyonun yarattığı, kitle insanının özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Rahat ve doğal değildir. Kendi doğasına yabancılaşmıştır. Kurallarla ve sınırlamalarla yaşar. Kimlik ve kişilik çatışmaları yaşar. Anlık heyecan ve zevkler peşinde koşuşturur. Bir nesneye sahip olduğu sürece, alışveriş yaptığı sürece, seks yaptığı sürece mutludur. Hayatın sorunlarına karşı güçsüz ve zayıftır. Hayata karşı bir belirleyiciliği yoktur, sorunları çözmekte acizdir. Kendi hayatının yönlendiricisi değildir başkaları (medya sahipleri, reklamcılar ve politikacılar) onu yönlendirir. Başkaları onun adına kararlar verir. Kendi yazgısının kurbanıdır. Çaresizlik içerisinde bir kabullenişi yaşar. Sistemi, hayatı, olayları ve varlığını sorgulayamaz. İtaatkardır, ehlileştirilmiştir. Sistem için bilinçsizce seri çocuk üretir. Özgür olduğunu sanır ama, bedensel, düşünsel ve ruhsal olarak tutsaktır. 136 Kültür düzeyi düşüktür. Düşünsel sistematiği gelişmemiştir. Geçmiş ve gelecek zamanı yaşamaz, sadece şimdiki zamanın içinde kayıptır. İdeolojilere, fala ve büyüye inanır. Dili kullanma becerisi gelişmemiştir. Kendisi gibi olmayan insanları bir tehlike olarak görür. Hayatını, paranın yasaları ve kuralları şekillendirir. Böylesi bir insan türüne hükmedip sömürmek yönetici sınıf açısından son derece kolaylaşmıştır. Televizyonun, günümüzde yarattığı insan (televizyon insanı), ruhsal ve düşünsel olarak özürlüdür. Televizyonun ortaya çıkardığı insan, şekil ve form olarak insan özelliklerini göstermekle beraber deforme olmuş Frankestein’ı andıran bir yaratığı haline gelmiştir. Televizyonun yarattığı insan, yönlendirilen bir canavardır. Örneğin, televizyon insanı savaşı kanıksamıştır ve savaşı doğal bir şey olarak görür ve ona katılır. Dizi film ve sinema filmlerinde öylesine çok ölüm sahneleri var ki; ölüm, dizilerde filmlerde ve haberlerde gerçek olmayan eğlenceli bir oyun gibi sunulmaktadır. Fantastik bir eğlence olarak sunulan ölüm oyunu, bir süre sonra gerçekliğin yerini almaya başladığında, ‘televizyon insanı’ gerçek hayattaki ölümleri, gerçek olmayan filmlerdeki bir oyun gibi görür ve hayata duyarsızlaşır. Böylelikle, ortaya çıkan bu yaratığın şiddet eğilimleri belirli bir yöne kanalize edilebilir ve tarihin tekerrüründe vahşet çağı yeniden yaşanır. Böylece, üretimin yapısından bağımsız olmayan kültürel yeniden üretim, gittikçe insanı kendi özüne yabancılaştırır. Televizyonun yarattığı insan paylaşımcı değildir. Bencildir, kuşkucudur. Diğer insanlar güvenilmemesi gereken, tehlikeli yaratıklardır. ‘Televizyon insanı’ ciddi bir yanılsamayı yaşamaktadır. Onda, gerçeklik ile fantastik dünya yer değiştirmiştir. ‘Televizyon insanı’ Yaşanmış ciddi olayları, gerçek olmayan fantastik bir film gibi algılanır137 ken; rasyonel dünyada fantezi, akıl sağlığını bozan en büyük hastalık haline gelmiştir. Özellikle genç kuşak arasında fazlaca görülen özdeşleşme; ölümsüzlük isteği, davranış ve giyim tarzlarının taklidi (ve bunun tüketimi koşullaması); yani özdeşleşilen starla hayatını değiştirme arzusu gerçek hayatla asla çakışmayan bir yanılsamadır. Televizyon insanının’ kültür düzeyi düşüktür. ‘Televizyon insanı’, soyut düşünme yeteneği gelişmemiş, yalnızca görünenler üzerinde konuşan insandır. Televizyonda saniyelerle değişen görüntü bombardımanı altında olan televizyon insanı, görüntüyü düşünebilme, sorgulama, değerlendirme, analiz etme yetisini kaybetmiştir. Televizyon insanının geçmişe ilişkin belleği ve geleceğe yönelik öngörüsü zayıftır. Konular üzerinde derinlemesine düşünme yetisini yitirmiştir. Sadece şimdiki zaman içerisinde anlık bellek ile yaşayan bir insandır. Televizyon ayrıca okuma yazma kültürünü geliştirmez, tam tersine mevcut olanı köreltir. ‘Televizyon insanının’ konuştuğu konuları, genellikle, kendi yaşam alanındaki mikro sorunlar oluşturmaktadır. Televizyon, politik ekonomik kültürünü geliştirmez. Çünkü, dünya olayları onun için dışsaldır. Olayları sorgulamaz. Hayatın geneline ve hayata hükmeden güçlere ilişkin bütünsel bir bilgisi yoktur. Bu konuları, onun adına, yöneticiler, reklamcılar, politikacılar, akademisyenler ve din adamları düşünür, karar verir. Televizyon yöneticileri için tüm insanlar, yürüyen, hareket eden, yakalanması gereken banknotlardır. Çünkü izleyici sayısını parayla değiştirir. Programlar çoğunlukla kültür düzeyi düşük geniş bir kitleyi hedef alır. En kolay da onlar avlanır. Uzmanlar bunun için özellikle psikoloji ve sosyolojinin ve de diğer bilim alanlarının sonuçlarından ustalıkla yararlanır. Bu uzmanlık karşısında hedef kitlenin televizyon ağından kaçış şansı nerdeyse hiç yoktur. 138 Televizyon, alışveriş çılgınlığının artmasına neden olmaktadır. Televizyon kültüründe insan, hem bir ürün, hem de ürünü tüketendir. İlerleme ve gelişme yanılsamasıyla tüketimi devamlılığını sağlar. Teknolojik gelişim, toplumun ilerlemesinin bir ölçütü ve göstergesi olamaz. Televizyon insanları kendisine uyuşturucu madde gibi bağımlı kılar. Sonuçta tüm programlar tüketim amacına hizmet eder. Arada ortaya çıkan, birbirleriyle yarışan, birbirini ezen, ezdikçe beğeni kazanan, insan tipleridir. Bu yarışı kazanmanın tek yolu, üretim ve tüketimin sorgusuz içinde olmak, yaşadığımız dünyayı daha fazla kirletmektir. Televizyon kültüründe bireye empoze edilen değerler tüketimle ilgili değerlerdir. Tele-kültürde, hedef kitlenin niteliği önemli değildir. Kim olursan ol, önemli olan iyi bir tüketici olmandır. Televizyonda, özellikle güç ve haz peşinde koşan insana ‘ne kadar sahipse o kadar güçlüsü ve hükmedici olabileceği’ mesajı verilir. Ancak gerçekte güç ve haz peşinde olan insan, asla bu gücü ve mutluluğu yakalayamaz. Televizyon bugün tüketici kitle üreten bir fabrika merkezi konumundadır. 139 Televizyondan nasıl korunabiliriz? Televizyon göründüğü gibi, hiç de masum değildir. Televizyon getirdiği sonuçları itibariyle, toplumsal kültürde bir enkaz, insanların kişiliğinde onarılması zor tahribatlar yaratmaktadır. Televizyon izlemenin alternatiflerinden birisi de sağlıklı, metodik kitap okumaktır. Her şeyden önce, televizyon izliyorsak, ciddi bir ruhsal ve zihinsel hasara maruz kalmamak için, iyi bir kültürel donanıma sahip olmak gerekir. Yoksa televizyon bizi sel suları gibi önüne katarak alıp götürür. Televizyon, asıl gücünü insanların cehaletinden ve bilgisizliğinden alır. Kitap okumak en azından, insanlarda körelmiş olan düş gücü, soyut düşünme yeteneği, kavramsal düşünme sistematiğini ve insani duyarlılığı geliştirir. Çağın insanı gözünü dünyaya açtığından beri televizyon izliyor. Uyku dışında yaşadığı saatlerin neredeyse yarısını televizyon başında geçiriyor. Bunun içindir ki, televizyondan kopması, imkansız gibi görünmektedir. kişisel olarak, televizyon izleme saatlerinin en aza indirilmesi, kanserli bir hayattan kurtulmaya ve bir özgürlük alanı açmayı mümkün kılar. Sorunun bilinçli bir şekilde tespiti ve çözüm yollarının araştırılması, insanın kendisine ilişkin yolculuğunda bir kazanım olacaktır. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, bütünüyle Batı’yı temsil etmekte olan bu teknoloji robotunun (T.V.), dünya çapındaki satranç oyununda maalesef bizler piyon rolünü oynuyoruz. Oyundaki Batılı şahlar ve vezirler kaleler inşa edip, harcanmak üzere biz zavallı piyonları öne sürüyorlar. 140 Bize yaratılış gayemizi unutturan, kendimiz olmaya bırakmayan ve kendi varlığımıza düşman yapan bu korkunç silahın esiri değil de neyiz? Üzerimizdeki kıyafetten, kursağımıza giren lokmaya ve kafamızdaki düşüncelere kadar Batılı efendilerimizin (!) tesiri altındayız. Ayağımızda blue jeansımız, midemizde Mc donald’s mamulleri ve beynimizde de çeşit çeşit batıl izm’ler... Yarı aydınları dini “İZM” ler! “İzm” İngilizce’de -ism sonekidir. Türkçe’de -cilik, -culuk, -lıkçılık şeklinde bir kelimenin sonuna gelir. Sonu -ism ile bitmesine rağmen Türkçe’de birçoğu aynıyla kullanılıp -izm sesiyle kullanılır. Bu kelimeler bir doktrine, akıma, teoriye, politik yapılara, sanat ve meslek akımlarına, devlet kavramlarına, din ve mezheplere ait olabilir. Kominizm, kapitalizm, realizm gibi… Eski Yunanca “ismos”tan gelen ektir. Esas kökü itibariyle “doktrin” manasına gelmektedir. Cemil Meriç’e göre; ‘anlama kabiliyetimize giydirilmiş deli gömlekleridir’; bütün izm’ler! Aslında insanların, insanlar tarafından yapılan ve yapılacak olan ayrımcılığını kolaylaştıran basmakalıp felsefi terimlerdir. Bir grubun ya da topluluğun diğerlerinden farkını belirtir. Yirminci yüzyıl beşeri ideolojilerinin yaftasıdır. Yaftalamanın kısa yolu, uzlaşma ve anlaşmanın önündeki settir. Yarı aydınların dinidir “izm”. Aslında kullanımı sokağa nüfuz etmiş kaypaklık bildiren bir son ektir. Bir kitleyi mi sömürmek istiyorsunuz? O kitlenin inanışının ya da hayatı algılama biçiminin sonuna “izm” koyun, “ben sizin bunalımlarınıza son vermek için geldim”ler eşliğinde hangi “izm”den yana olduğunuzu söyleyin ve karşı “izm”lere de mutlaka .ok atın. Çatışma ortamlarının bakteriel unsurudur “izm” ler! Ya da insanları etrafınıza toplayıp güç kazanmak ya da gücünüze güç katmak mı istiyorsunuz; neden bir izm sahibi olmuyorsunuz? 141 Gelin biraz biz de dalgamızı geçelim! Herkesin bir izm i var ise buyrun bir de benden bir izm! FEHMİNİZM! Tarafgirlerimin ismi Fehministlerdir! Ne demekti, Fehmi? Anlayışlı olan! Anlayış! Nedir anlayışın dayanağı? Kendini karşıdakinin yerine koymak! Yani; empati! Empati veya eşduyum, bir başkasının duyguları, içinde bulunduğu durum ya da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmek demektir. Kendi duygularını başka nesnelere yansıtmak anlamında da kullanılır. Empatinin zıt anlamlısı antipatidir Yani; 1- Bir insanın kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak, olaylara onun bakış açısıyla bakmak. 2- Karşıdakinin duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlamak ve hissetmek. 3- O kişiyi anladığını ona ifade etmek. Empati kaynağını nerden alır peki? Tabiki de İnsani Değerlerden! Peki Nedir İnsani değerler?! İnsani değerler, bir başkasının insani varlığı için içimizde hissettiğimiz ve başkalarına göstermek istediğimiz kendi özümüz üzerine bina edilmiş birbirinden farklı müspet his ve duygularımızdır. Beşeri varlığı esas özüne ulaştıran ve o varlıktan gerçek anlamında bir insan meydana getiren duygu, düşünce ve davranışlardır. Bu değerlerle beşeri münasebetlerimizi geliştirebilir, çalışmalarımızı verimli hale getirebilir ve insani hayatımızı idame ettirebiliriz. İnsanlığa kasteden şiddeti bunlarla önleyebilir, adâleti bunlarla gerçekleştirebilir ve insani huzuru bunlarla temin edebiliriz. Sadece insani değerlerle kendimizi bulabilir ve toplum halinde huzur ve güven içinde mutlu bir halde yaşabiliriz. İnsani değerlerin kişilere yeniden öğretilmesi ve yaşatılması ile farklı din, dil, kültür ve cinslerle insanlar arası bağlar kurmak mümkün olacaktır. 142 İnsan benliğinin, heva ve heveslerinin, bencilliğin aksine etik değerlerin belirttiği, insanlara ve diğer bütün varlıklara saygı gösterilmesi ve haksızlık yapılmaması, onlara âdil davranılması demektir ki, ahlaki değerlerin evrensel emirlerindendir. “İnsanlık”, insan yapan değerleri içerir. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk ve dayanışma insana özgü ve bütün insanlar için ortak sayılabilecek üstün değerlerdir. İnsan her şeye bu değerlerin penceresinden bakar. İnsanın tavır ve davranışlarında kendini gösteren bu güzel ve doğru nitelikler herkes tarafından kabul görür. Medenileşmiş demokratik tüm toplumlarda bu tür üstün değerler onaylanır ve erdem olarak kabul edilir. Örneğin bir insanın hayatını kurtarmak için organ bağışında bulunmak erdemli bir davranış olur. Adaletli davranma ve diğer insanlarla paylaşabilme, affetme affedici olabilme, ahde vefa (sözünde durma), akrabalara iyilik, ahlak sınırlarını aşmama, anlaşmalara riayet, barışçı olma, cömertlik, dargınları barıştırma, emanete riayet, fakirlere iyilik yapma, kırıcı olmadan insanların rahatsız olmayacağı şekilde konuşmak, güzelce tartışma, hilm sahibi olma, insanlara ve haklarına karşı saygılı olma, iyilikte yarışma, kendisi için istediğini başkası içinde isteme, kötülüğü iyilikle savma, selamlaşma, tevazu sahibi olma, varlıkları olduğu gibi görme ve varlığı değerli görme, Irkçı egoist olmama, gibi daha yüzlerce değeri sayabiliriz. Şefkatli olmak, alçakgönüllük, hoşgörü ve anlayışlı olmak, başkalarını kendi çıkarı ve amacı için kullanmamak, gerçek sevgiyi varedebilmek, açgözlülüğünü yenmiş olmak, sabırlı ve cesur olmak, dürüstçe ve yüreklice yaşamak vb... Bir insan, diğer insanların, onlara ait özellikleri, niyetleri ve istekleri, davranışları hakkında hüküm verirken, kendisine ait olan değerler penceresinden bakar. Bu pencereden gördükleri, çerçeve içerisinde kalıyorsa onaylar aksi taktirde yadırgar ve reddeder. Değer kelimesine toplumsal açıdan baktığımızda, çeşitli olaylar, olgular ve fikirler karşısında bireylerin tepki ve fikir birliği olarak tanımlayabiliriz. 143 Anlaşılacağı üzere, kişi, çevresini sahip olduğu değerlere göre yargılar. Aynı zamanda, kişi çevre tarafından, toplum değerlerine göre yargılanır. Bu karşılıklı yargılamaların, toplum bireyleri arasında bir istikrara kavuşması noktasında, toplumsal bir kültür değerleri bütününün oluştuğu görülür. Fakat oluşan her kültür, sahip olunması gereken değerleri ihtiva etmeyebilir. Psikolojik olarak sağlıksız insanlar mevcudiyeti nasıl doğal ise, sosyolojik olarak hasta toplumlar bulunabilir. İnsani değerler ile evrensal değerler karıştırılmamalıdır! Evrensal değerler ile de evrensel kültür! Evrensel değerler kavramı da, bu düşünce ışığında ortaya çıkmıştır. Evrensel değer olarak nitelendirilen bir olgunun, uluslararası bir nitelik kazanmış olduğu bütün insanlığı ilgilendirdiği insanın doğasında mevcut olduğu varsayılır. Günümüzde, evrensel değerler denilince genel olarak, insanın doğuştan sahip olduğu hak ve özgürlükler, belli kriterlere bağlı olarak yaşamasını garanti altına almayı hedefleyen fikri, ahlaki ve sosyal değer yargıları anlaşılmaktadır. Kültürleşme sürecinde tüm dünya milletlerinin paylaşmaları gereken ortak kültür öğeleridir. Evrensel değerler konusuna girmeden önce değer kelimesi üzerinde duralım: “Değer” kelimesinin sözlük anlamı “Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet, bir şeyin ya da şahsın taşıdığı yüksek ve yararlı nitelik ya da kıymet “ olarak verilmiştir. Değer kelimesini, psikolojik açıdan ele aldığımızda, düşünce, eylem işlem yada nesnenin insan için taşıdığı önemi belirleyen, niteliğe ve niceliğe ilişkin inançlardır şeklinde tanımlayabiliriz. Bir insan, diğer insanların, onlara ait özellikleri, niyetleri ve istekleri, davranışları hakkında hüküm verirken, kendisine ait olan değerler penceresinden bakar. Bu pencereden gördükleri, çerçeve içerisinde kalıyorsa onaylar aksi taktirde yadırgar ve reddeder. 144 Kişisel ve toplumsal, yani kültürel değerlerin ne olduğunu netletleştirdikten sonra, “Evrensel Değerler” ifadesi ile neyin işaret edildiğini anlamaya çalışalım. Doğaya baktığımızda, onun her bir parçasının kusursuzluğunu ve sayılamayacak kadar çok parçanın, inanılmayacak kadar mükemmel uyumunu görürüz. Bunu, keşfedilmiş en büyük astronomik sistemlerden, gözümüzle görebildiğimiz en küçük parçasına kadar gözlemlemek mümkündür. Bunun sonucunda ise, söyleyebiliriz ki; doğa belli doğrular, gerçekler, kurallara göre işler ve bu kurallar, gerçekler ve doğrular tüm evren için geçerli olacaktır. İnsan oğlunun da, bu evrenin içerisinde, onun bir parçası olarak varlığını sürdüğünü, düşündüğümüzde, insanoğlu için de, evrende değişmez doğrular, gerçekler ve kurallar olması gerektiği sonucuna varırız. Evrensel değerler kavramı da, bu düşünce ışığında ortaya çıkmıştır. Evrensel değer olarak nitelendirilen bir olgunun, uluslararası bir nitelik kazanmış olduğu bütün insanlığı ilgilendirdiği insanın doğasında mevcut olduğu varsayılır. Günümüzde, evrensel değerler denilince genel olarak, insanın doğuştan sahip olduğu hak ve özgürlükler, belli kriterlere bağlı olarak yaşamasını garanti altına almayı hedefleyen fikri, ahlaki ve sosyal değer yargıları anlaşılmaktadır. Kültürleşme sürecinde tüm dünya milletlerinin paylaşmaları gereken ortak kültür öğeleridir. Uluslar arası düzeyde insan hakları, hayvan hakları, çocuk hakları, kadın hakları, işçi hakları, hasta hakları ve azınlık hakları olarak algılanmakta ve uygulama alanı bulmaktadır. Evrensel değerleri, doğanın içinde kendiğilinden var olan değerler olarak tanımlamıştık. Öte yandan, doğa kanunları ile uyumlu olan canlıların güçlendiği, uyumu yakalayamayanların zayıfladığı ve zayıf olanların yine tabiat tarafından elendiği, kanıtlanmış bir gerçektir. Bu gerçek “Doğal Seleksiyon” olarak adlandırılmaktadır. 145 Kültürün de toplumsal ve canlı bir olgu olduğunu göz önüne alarak, sahip olduğu değerlerin evrensel değerlerle taban tabana zıt olduğu bir kültür düşündüğümüzde bu kültürün dolayısıyla toplumun doğal seleksiyona tabi tutularak, doğa tarafından yok edileceği sonucuna varmak yanlış olmaz. Tarihte yaşamış üç yüz kadar uygarlığı incelediğimizde bu uygarlıklar içerisinde kültürleri evrensel değerlerden yoksun olanların zaman içinde yok olduğu sonucunu görürüz. Kültürel değerler ve evresel değerler arasındaki ilişkinin ne kadar önemli olduğu görülmektedir. Bütün bunların ışığında, tarih öncesi çağlardan beri varlığını sürdürmekte olan Türk Milletinin, sahip olduğu kültürel değerlerin evrensel değerler ile büyük oranda örtüştüğü, değişimini ve gelişimini evrensel değerler doğrultusunda devam ettirdiği sonucuna varabiliriz. Binlerce yıllık sağlam kültürel kökümüze rağmen Türk Milletinin kültürü de çağımızdaki baş döndürücü bilimsel ve teknolojik gelişmelerle, tüm dünyanın yaşadığı değişim atağı içerisinde payına düşen değişimi yaşamaktadır. Bu hızlı değişimin, tarihimizde yaşanmış olan üstün değerleri kayba uğratmadan, bir gelişim şeklinde yaşatmak ise, değişim istikametinin evrensel değerler doğrultusunda gerçekleşmesiyle mümkün olacaktır. Halkımızın düşük eğitim seviyesi göz önüne alındığında evrensel değerler ile emperyal değerlerin arasında bir metamorforda olduğunuda unutmayalım. Her birimiz düşünerek ya da hislerimize başvurarak pek çok değerin evrensel olduğuna hükmedebiliriz. Bu değerlerin insan ve toplum için zararlı olduğu ispatlanmadıkça, bunun yanlışlığı da iddia edilemez. Günümüzde en çok kullanılan kültürel kavramlardan biri de evrensel kültürdür. Buna bazen küresel kültür denmektedir. Küreselleşme toplumların yönetimi ve yönetim politikaları, ideolojisi ve kültürleri üzerinde uluslararası sermayenin ekono146 mik politikası, kültürü ve ideolojisinin egemenliğini kurması ve geliştirmesini anlatır. Küreselleşme yeni-sömürgeciliğe geçişi büyük ölçüde tamamlamayan emperyalizmin kendi için koyduğu yeni isimdir. Küreselleşmede esnek üretim, yerellik, bürokrasinin küçültülmesi, yapısal uyarlamalar, özelleştirme, deregülasyon, gümrüklerin kaldırılması, uluslararası şirketlere garantiler, teşvikler ve teşviki kolaylaştıran yasalar gibi küresel sermayenin ve ortaklarının işini kolaylaştıran, karını artıran ve ona güvenli pazar ortamı yaratan kurumsallaşma ve ilişkinin doğasını biçimlendirme vardır. Bilinç yönetimiyle ilgili meşrulaştırıcı gerekçe ise bu şirketlerin gittikleri yerlerde iş alanı açtığı, istihdamı artırdığı, standartları yükselttiği, demokratikleşmeyi getirdiği gibi iddialardır. Dolayısıyla, ekonomik küreselleşmenin başarısı bilinçsel, bilişsel, davranışsal ve kültürel küreselleşmenin yaygınlık kazanmasına bağlıdır. Bu ikinci türle küreselleşme desteklenerek tamamlanır. Emperyalizm küreselleşme olarak satılmaya başlandığından beri küresel pazarın kültürü, yani kültürel emperyalizm de evrensel kültür olarak dönüşüme uğratıldı. Küresel kültür çıktığı yerin çok ötesinde işler. Menşeiyle hiç bir gerçek bağ tutmaz; bağlamsızdır, başka yerlerden (ve hiç bir yerden) gelen ayrı elemanlara sahiptir. Ortak bir geçmişle bir bağ kurmaz ve tutmaz; ulusal kültürden farklı olarak “hafızasızdır” veya çok kısa bir hafızaya sahiptir. Aslında küresel kültür teknolojiyle üretilmiş, bilinç yönetimi yapıları içinde hesaplanmış bir kültürdür. Görünüşte bir yere, dine, inanca, dünya görüşüne bağlı değildir, kopmuştur ve yansızdır. Varlığı önce teknolojik kitle üretimine ve uluslararası dağıtıma bağlıdır; sonra da tüketen kitlelere. Sürekliliği uluslararası pazar yapısı ve iletişim sistemlerine bağlıdır. İnsanın toplumsal yaşamında hiç bir şey her insanı kapsayan evrenselliğe sahip olamaz. Doğum, ölüm, üretim, yemek, içmek, barınmak ve iletişim gibi evrensel gerçekler vardır, fakat evrensel gerçekler somut insanın somut yaşam koşullarında evrenselliğini yitirir. Kadınların doğurduğu evrensel bir gerçektir, çünkü dün147 yanın her yerinde kadınlar doğurur. Fakat dünyanın her yerinde kadınlar aynı şekilde doğurmaz, aynı şekilde çocuk yetiştirmez. Dolayısıyla evrensel gerçek ile kültürü karıştırmamak gerekir. Evrensel gerçek somut sosyal üretimin kültürel pratiğinde evrensel karakterini yitirir. Niceliksel çoklukla evrenselliği de karıştırmamak gerekir. Evrensel olanı belirleyen nicel çokluk değil, nitel karakterdir. İnsanların susadığı ve su içtiği evrensel bir gerçektir. Suyun ne tür olduğu, nasıl içildiği ve suyun içilmesinden ne tür doyumlar elde edildiği kültüreldir. Herkesin Coca Cola içmesi, Coca Cola kültürünün evrenselliğini anlatmaz; bir tüketim kültürünün diğer kültürler üzerindeki egemenliğini anlatır. Herkesin Coca Cola içmesi evrensellik için yeterli bir koşul değildir, o kültürel pratiğin her yerde yeniden üretilmesi ve anlamlandırılmasında ortaklık olmalıdır: Her yerde herkes Coca Colayı aynı nedenlerle, aynı doyumlarla ve aynı atıflarla içmezler. Mal tüketiminin nicel yaygınlığının nedenleri, sağladığı psikolojik doyumlar ve giderdiği gereksinimler aynı değildir. Dolayısıyla, tüketim her yerde olsa bile, evrensel kültürden bahsedilemez. Dönerin her yerde yenmesi döner kültürünü evrensel bir kültür yapmaz. Marlboro içen biri Amerikanın bir parçasına sahip olamaz. Aslında evrensel kültür imkansız bir düştür! Global köyün insanları, özellikle Batılıların dışındakiler, 1980’den beri elektronik medyanın haber, hayal ve imaj dünyasının içine kitleler halinde atılmışlardır, fakat küreselcilerin iddiasının aksine, globalleşme ve dönüşüm siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel farklılıklar ötesine geçerek insanları egemen bir dünya cemiyetinin üyesi yapmamıştır. Üyelik ile kölelik ve sömürü karıştırılmamalıdır. Zincire vurulanın zincirine üyeliği, zincirine vurgunluğunu (sahte bilinci) anlatır ve bu üyelik zincire vurulmanın (örneğin ücret köleliğinin) ortadan kalktığını (veya emperyalizmin olmadığını) anlatmaz Evrensellik ve küresellik; baskınlığı, boyun sunmayı, boyun sundurmayı ve mücadeleyi içinde taşıyan bir öznelliği anlatır. 148 Evrensel kültür: Farklı ırkları, farklı dilleri içine alan kültürdür. Bütün kültürleri içeren bir kültür çeşididir.Tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan her türlü değerlerle bunları kullanmada sonraki kuşaklara iletmede kullanılan insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların tümüdür. Günümüzde en çok kullanılan kültürel kavramlardan biri de evrensel kültürdür Buna bazen küresel kültür denmektedir Küreselleşme toplumların yönetimi ve yönetim politikaları, ideolojisi ve kültürleri üzerinde uluslararası sermayenin ekonomik politikası, kültürü ve ideolojisinin egemenliğini kurması ve geliştirmesini anlatır. Küreselleşme yeni-sömürgeciliğe geçişi büyük ölçüde tamamlamayan emperyalizmin kendi için koyduğu yeni isimdir. Küreselleşmede esnek üretim, yerellik, bürokrasinin küçültülmesi, yapısal uyarlamalar, özelleştirme, deregülasyon, gümrüklerin kaldırılması, uluslararası şirketlere garantiler, teşvikler ve teşviki kolaylaştıran yasalar gibi küresel sermayenin ve ortaklarının işini kolaylaştıran, karını artıran ve ona güvenli pazar ortamı yaratan kurumsallaşma ve ilişkinin doğasını biçimlendirme vardır Bilinç yönetimiyle ilgili meşrulaştırıcı gerekçe ise bu şirketlerin gittikleri yerlerde iş alanı açtığı, istihdamı artırdığı, standartları yükselttiği, demokratikleşmeyi getirdiği gibi iddialardır Dolayısıyla, ekonomik küreselleşmenin başarısı bilinçsel, bilişsel, davranışsal ve kültürel küreselleşmenin yaygınlık kazanmasına bağlıdır Bu ikinci türle küreselleşme desteklenerek tamamlanır Ulusal kültür: Ulusal (milli) kültür, bir millete kimlik kazandıran, diğer milletlerle arasındaki farkı belirlemeye yarayan, tarih boyunca meydana getirilen o millete ait maddî ve manevî değerlerin uyumlu bir bütünüdür. Bir toplumu millet yapan ve onun bütünlüğünü sağlayan ulusal (milli)kültürdür. Bir millete özgü bilgi, inanç ve davranışlar bütünü ile bu bütünün parçası olan maddi nesneler.Bir milletteki toplumsal yaşamın dil, düşünce, gelenek, işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler, sanat yapıtları gibi her türlü maddi ve tinsel ürününü kapsamına alır. 149 Milletlerin, tarih boyunca geçirdikleri pek çok sarsıntılı anlardan bile hiç elden bırakmadıkları bir takım değerleri vardır. Bu değerler, fert fert olduğu kadar toplumun bütün katlarında da aynı şevk ve heyecan kaynağı olur. Çünkü bu değerler o milleti meydana getiren bütün kişilerin ve zümrelerin ortak var oluş kaynakları, var oluş sebepleridir. Devletler, başka devlet ve milletlerle olan münasebetlerine hep bu millî değerleri açısından bakmak zorundadırlar. Yeni ortaya çıkan durumları da milletler ve millî değerler çerçevesinde değerlendirip yollarını ona göre çizmek durumundadırlar. Bu millî değerlerin bir kısmı ortaktır. Yani diğer milletler ve devletler de aynı değerlere sahip olmak arzusu besleyebilirler. O değerlerin yanında bir takım millîlik vasfı taşıyan pek çok özel değerler vardır. Türk milleti olarak bizim millî değerlerimiz, vatan sevgisi, bayrak, millî marş, istiklal, dinî inançlarımız, gelenek ve göreneklerimiz, yakın tarihimizde geçirmiş olduğumuz mücadeleler, devlet ve millet büyüklerimiz, tarihî kişiliklerimiz vb. sayılabilir. 150 Hakikaten ne oldu bize... Yoksa biz mankutlaştık mı? Herhalde dünya tarihi hiçbir çağda bu kadar mankuta (köleye) sahip olmamıştır. Çünkü kitlelerin duygu ve düşünceleri hiçbir zaman bu kadar telkin ve propagandanın açık imkanlarıyla zincire vurulmamıştı. Bu çağdaş köleliğin boyutları kadim kölelikten çok daha büyük... İşin en vahim yönü de; zincirlerini kolye, kafeslerini saray zanneden günümüzün çağdaş köleleri eskiler kadar şanslı da değil. Çünkü şimdikileri köle olduklarına inandırmak hayli zor. Ekranda ard arda geçiveren anlık imaj ve görüntüler uzun vadede yavaş yavaş tesirini gösterdiği için seyredilen haber, filim ve dizilerdeki hayat tarzlarının, kültürlerin, ekonomik ve siyasi mesajların tuzağına düşen insanımız tehlikenin büyüklüğünün farkında değil. Belki çoğumuz kalbimizin nokta nokta siyahlandığını hissediyoruz. Ama sisteme öyle narkozlanmışız ki. Bu fasit dairenin dışına bir türlü çıkamıyoruz. Yine çoğumuz pişmanlıklar kuşağı içinde bocalamakta ve vicdanındaki sessiz çığlıkları suçluluk psikolojisi içinde bastırmakta. İşte size kazanma kuşağından kaybetme noktasına gelmiş binlerce ebeveynin feryadından sadece biri: “Ben tam 25 sene ailemle Almanya’da yaşadım. Çocuklarımı onların çarpık kültüründen korumak için de ülkeme döndüm. Fakat burada beş sene içinde televizyon sayesinde oralarda dahi gö151 remediğimiz bir yabancı kültür bombardımanına tutulduk. Şimdi çocuklarımın durumunu endişe ile seyrediyorum. Hergün bizden biraz daha uzaklaşıyorlar. Kısacası yağmurdan kaçarken doluya tutulduk. Yetkililer buna çare bulsunlar. “ Bir mütefekkirimizin: “İnsanlar ne kadar garip! Yabancı girmesin diye evlerinin kapılarını kilitliyorlar, sonra da televizyonlarını açıyorlar” ifadesiyle anlattığı modern çağ insanının bu yeni aile reisi olan televizyonu değişik bir perspektiften ele alacağız. Terörist televizyon Ünlü antropolog ve İletişim Bilimci Arthur Asa Berger, televizyonu bir “terör aygıtı “ olarak nitelendirmekte sanırım haksız sayılmaz. Beyaz camın icadıyla birlikte hızla değişikliğe uğrayan dünyamızda, siyasî terör yerini ruhî ve diğer terör tiplerine ittiği bir gerçek. Ülkeler, hava alanlarında uçak kaçırmaya teşebbüs edecek teröristlere karşı çok sıkı tedbir almalarına mukabil, kültür teröristleri dünyanın dörtbir yanında ceza korkusu duymadan, manevî değerleri çökerten silahlarını rahatça kullanabiliyorlar. Bu teröristlerin başında da Batı ve özellikle A.B.D. gelmektedir. Yıkımları o kadar korkunç ki, kendisi de aynı millete mensup olmasına rağmen yazar John Holford bile yapılanları itiraftan kendini alamıyor: “Amerika ve İngiltere başlarına ne gelirse hak etmiş olacaklardır. Zira bütün dünya onların ekranlarından, artistlerin cinayet, zina, ‘.. ırza geçme hadiselerini sergilemelerini seyrediyor; şarkıcıları ise müstehcen şarkıları haykırarak insanlarının milli günahlarını artırıyorlar. “ Bütün dünyayı tesiri altına alan Amerikan gösteri sanatları (eğlence endüstrisi), ürettiği; şiddet müstehcenlik ve cinsi sapıklık dolu filmlerini, birçoğu kendi ülkesinde yayın yasağına konu olmasına karşın üçüncü dünya ülkelerine pazarlanmakta oldukça mahir davranmaktadır. 152 Hatta bu ustalığını Avrupa ülkelerine karşı da göstermekte ve AB sözcülerinden Jacques Delors bir konuşmasında şöyle yakınmaktadır. “Avrupa Topluluğu televizyonlarında yayınlanan kurgu programlarının % 70’i topluluğa üye olmayan ülkelerden gelmektedir. Bunların yarısı da Amerikan üretimidir.” Delors yakınmakta haklıdır. Çünkü haftalık Le point dergisinin bir araştırmasına göre: Fransa’nın altı televizyon kanalından bir hafta içinde 670 cinayet. 848 kavga, 15 ırza geçme. 419 silahlı saldın, 14 adam kaçırma. 11 soygun, 8 intihar, 32 rehin alma, 27 işkence, 18 uyuşturucu kullanma, 13 boğmaya teşebbüs. 11 savaş, 20 seks sahnesi gösteriliyor.” Sadece Fransa’da değil diğer Avrupa ülkelerinde de durum bundan farklı değildir. Düşünen bazı Batılı kafalar da bundan oldukça şikayetçi. Gençleri saldırgan, cinsi sapık ve cani haline getiren filimlerin yasaklanmasını istiyorlar. Çünkü bu sahneleri seyreden gençlerin kafalarına güçlü olan üstündür felsefesi işlendiği için kuvvetperestlik, hakperestliğe tercih edilmekte ve sonuçta gençler gayri meşru yollarla güçlü olmanın yollarını aramaktalar. Sonuçta da, ya çete ve mafyalara adam yetişmekte veya hapishaneleri suçlular almamakta. Ahlak bozucu filmlerin sonucu da, sefih hayatın iştah kabartan görüntüleri tasvir edilerek şehvet kamçılanmakta ve akıldan çok hislerine hitap edilen gençlerin kendilerine hakim olmaları mümkün olmamakta. Bunun akıbeti de ar ve namus duyguları kurumuş, hissiz ve vicdansız canavarlaşmış yığınlar… Wisconsın ve Manitoba Üniversiteleri’nde yapılan iki araştırma yukarıdaki tespitlerimizi pekiştirici mahiyettedir; “Filme alınmış cinsî şiddeti izleyenlerin, bihassa kadınlara karşı, daha fazla saldırgan davranışlara kışkırtıldıklarını ortaya koydu. Manituba Ünv. araştırmasınca da; bu artmış saldırganlığın en az bir hafta devam ettiğini göstermektedir.” 153 Bütün bu objektif sonuçlara rağmen kapitalizmin acımasız çarkları içinde pazar kapma savaşı veren televizyon şirketleri “şiddet iyi televizyon üretir” felsefelerini menfaatleri gereği bırakmamaktalar. Onlara göre başarılı bir yayın; azamî heyecan, yoğun duygu ve eğlence ihtiva eden bir yayın olmalıdır. Uzun yıllar BBC’de vazife yapmış Martin Esslin’ın şiddet konusundaki tesbitleri oldukça düşündürücü: “... Ne var ki heyecan konusunda azalan verim kanunu işlenmektedir. Seyirciler şiddete alıştıkça, şiddet tesir uyandırabilmesi için daha şiddetli olması gerekir. Bu ana yayın kuşağındaki dramatik diziler için olduğu kadar, haberler için de geçerlidir. Ve haber programlarının editörleri şiddet hangi haber programında olursa olsun seyirci kazanabilmek için merkezi bir yere koymaktadırlar. Terörizm, bombalamalar. suikastler, adam kaçırmalar ve rehin almalardaki artışın televizyonun mahiyetiyle ve onun dünyadaki birinci bilgi kaynağı durumuna yükselmesiyle yakından ve organik bağlantısı olduğu çok açık. Çağdaş suçluların T.V. ‘ye çıkma talebine alışır olduk.” T.V.’deki cinselliğin ve şiddetin çoğalması uzun dönemde zararlı bir tesir gösterecektir, ama sadece T. V. izleyicileri tarafından şiddete daha fazla dayalı eylemlerin teşvik edilmesinde değil, aynı zamanda bu malzemelere (görüntülere) maruz kalanların duyarlılıklarının adım adım köreltilmesinde tesirli olacaktır. Çağın nimeti ya da vebası internet Öyle bir dönemde yaşıyor, öyle teknolojik gelişimlere şahit oluyoruz ki, adeta baş döndürmekte. Gaz lambalarının kullanımını da gördük, teknolojinin – özellikle bilgisayar ve internet alanındaki – gelinen son noktasını da gördük. Bilmiyorum bu denli hızlı teknolojik gelişmelere şahit olacak başka bir kuşak gelir mi? “Bilgi otobanı” olarak da adlandırılan internet, bilgi çağının en anlamlı teknik ve toplumsal kazanımlarından biridir. Tüm dünyada milyonlarca ana bilgisayarı birbirine bağlayarak olağanüs154 tü büyük bir ağ oluşturmaktadır. Yaklaşık 160 ülke bu ağa bağlanmış durumdadır. Bir iletişim ağı olan internet aracılığı ile dünyanın herhangi bir yerindeki bir bilgisayarla bağlantı kurarak karşılıklı bilgi alışverişi sağlamak mümkündür. Yine internet aracılığı ile dünyanın herhangi bir yerindeki bir kütüphaneden yararlanmak, ya da bilimsel bir toplantıya katılmak da mümkündür. Yerinden alışveriş, yerinden bankacılık, hatta işe gitmeden evden çalışma vb gibi kullanımlar insanın sosyal yaşamını etkileyebilecek unsurlardır. Artık evlerimizdeki her eşya da internetle etkileşimli olacak. Yani internetin kullanım alanları her geçen gün genişleyecek. Belki de gelecekte hava ve su insanlık için neyse internet de öyle olacaktır. Ancak teknolojik gelişmeler insana her zaman arzu ettiği huzuru vermeyebilir. Vaktiyle bir köye çok geç de olsa elektrik bağlanır. Bütün köylü bunun sevinciyle köy meydanında toplanarak ellerindeki tüm gaz lambalarını kırarlar. Ancak köyde elektrik kesintisi başlar. Tüm gaz lambalarını da kırmış olan köylünün durumu daha da kötüdür artık. İnternet’in sundukları çok geniştir ve bu kadar bilgi arasında, bilinçsiz bir kullanımla, insan yolunu çok kolay kaybedebilir. İnternet’in, şu an için, çok fazla güvenli olduğu söylenemez. Nadiren de olsa, kişisel iletiler (e-posta, e-mail) kötü amaçlı kişiler tarafından yasal olmayan yollarla ele geçirilebilir. Özellikle – çok güvenli olduğu söylense de – internet bankacılığı sebebiyle insanlar büyük maddî zarara da uğrayabilmektedir. Yine uluslar arası dolandırıcılar, internet kullanıcılarının telefon hatlarını çeşitli numaralara yönlendirerek büyük vurgunlar yapmakta. Ayrıca henüz yeterince bilinçlenmemiş çocuk ve gençlerimizin adeta internetin kucağına itilmesi, belki de doğabilecek zararların en büyüğü olacaktır. Çünkü internet, yararlarının yanı sıra pek 155 çok tuzaklarla da doludur. Bu tuzaklar maddî zararlara sevk eden tuzaklar olabileceği gibi, manevî zararlara sevk eden tuzaklar da olabilmektedir. Tamamen ahlaksızlığı çağrıştıran kimi reklâm sayfalarının peşine düşen insan kendisini büyük bir rezilliğin içerisinde bulabilir. Bilgisayar ortamındaki sohbet ise, gerçekte tam bir kör dövüşüdür. Konuşan ve dinleyenin yerini, yazan ve okuyan aldığında, aradaki ilişki yalnızca ekranda beliren standart harf dizileriyle gerçekleşir. Chat, geleneksel sohbetin temel şartı olan tanışıklığı da ortadan kaldırmaktadır. Birbirlerini hiç tanımayan ve hatta tanımayacak olan insanlar bile, bir tanışıklık yanılgısı içinde bu sanal sohbeti gerçekleştirebilir. Uzaklık kavramı internet kullanıcıları için hiçbir anlam ifade etmez; ancak söz konusu olan chat yapmaksa, bu kez insanlar çevrelerindeki sayısız ihtimali görmezden gelerek, önlerine pek çok elektronik donanım ve kilometrelerce aralar koyarlar. Bu durum gerçekten de çok trajik bir çelişkiyi gözler önüne sermektedir. İnternet, kişiler arasındaki mesafe, yaş, cinsiyet, ırk, kültür vb gibi gerçek dünyada önemli olabilecek pek çok özelliği de ortadan kaldırmaktadır. Bilinen adıyla chat’leşmek, aslında “yabancı olmanın” en belirgin ve belirleyici seviyesidir. Reklâmların etkisiyle internet sözcüğünü duyan kimse doğal olarak internetin bir tür eğlence aracı olduğunu düşünecektir. Kimi çevrelere göre internet bir eğlenme ve özgürleşme aracıdır. Aslında eğlence ve özgürleşme, modernliğin bir telkini olmakla birlikte, bu kavramlar çerçevesindeki yaşam alışkanlığının sürekli özendirilmesi de ideolojik bir söylemdir. İnternet kullanıcısı eğer eğlendikçe özgürleştiğini düşünecekse, gerçekte internetin sınırsızlığını hiçbir zaman kavrayamayacak demektir, çünkü eğlence, internetin en popüler yanıdır ve kullanım amacına yönelik olarak ne kadar büyük bir oran teşkil etse de, gerçekte internetin imkânları göz önünde bu156 lundurulduğunda, bu imkânların çok küçük bir kısmına karşılık geldiği tartışılmazdır. Buna bağlı olarak öncelikli sorumluluklarımız- dan artakalan boş zamanlar, günümüzde büyük oranda medya tarafından işgal edilmişken, medyanın interneti tanıtma ve pazarlamalarında benimsedikleri yöntemle kendi işgal alanlarına interneti de ortak etmeleri dikkat çekicidir. Çevremizle olan ilişkimizi düzenleyen, belirleyen ve bu anlamda da sınırlayan, günümüz için vazgeçilmez bir önemi olan, sahip olduğu boyutlarıyla şimdiye kadar hiç şahit olmadığımız bir dünyanın kapılarını açan ve bir ‘vazgeçilmez’ olarak hayatımıza giren yeni bir aygıt olan internetin sunduğu imkânlardan yararlanmak hakkına sahip olan çağımız insanı, millî ve manevî değerlerimizden asla taviz vermeden onunla yaşamasını da öğrenmesi gerekmektedir. Şu hususu asla akıldan çıkarmayalım ki; “Bir bıçak cerrahın elinde olursa can kurtarır, caninin elinde olursa da can alır.” Bilgisayar kullanımı okul öncesi çağlara kadar inmiştir ve çocuklar tıpkı yetişkinler gibi internetin her türlü olanaklarından yararlanmaktadırlar. Çocuklar, adeta bilgisayar oyunlarının içine hapsolmakta, sanal dünyanın içinden çıkamaz halde saatlerce ekran karşısında durmaktadırlar. Bilgisayar kullanımının dozunu tutturamayan kullanıcılar Bilgisayar kullanıcıları, tüm gün ve gece bilgisayar başından kalkmadan oyundaki karakterini yöneten, hayattan kopuk kişiler haline geliyor. Çocuklar odadan çıkmaya, hatta su, tuvalet gibi ihtiyaçlarını bile karşılamaya gerek duymuyor. Yarattığı sanal dünya içinde kendine yer edinmeye çalışıyor. Yüz yüze iletişim yerine sanal dünyayı tercih ediyor. Çekingen ve sosyal ortamdan uzak duran bu çocuklar, sosyal anksiyete rahatsızlığına sahip olmakta, internet ve online oyunları bağımlılık halinde kullanmaktadır. 157 Ortaya Çıkabilecek Başlıca Problemler Hiperaktivite davranışlar: Saatlerce bilgisayar başında hareketsiz kalan çocuklar enerjilerini boşaltamamaktadırlar. Enerjilerini boşaltamamaları ve oyunlardaki bir takım öğeler çocukların daha çok saldırgan ve hırçın olmasına sebep olmaktadır. Şiddeti Normal Görme: Oyunlardaki şiddet, çocuğun gerçek yaşamda da bunu normal görmesine sebep olmaktadır. Son zamanlarda çocuk suçlu sayısının artmasında bu oyunların etkisi dikkate alınmalıdır. Epilepsi Nöbetleri: Ekranda yayılan radyasyon, epilepsi (sara) nöbetlerine sebep olabilir. Bilgisayarın bu zararı çok da dikkate alınmamaktadır. Oyunların yararları derken zararlarını da ıskalamayalım Dünya çapında bir çok fakültede bu konuda araştırmalar yapılmış ve sonuç olarak aşırıya kaçılmadığı takdirde bilgisayar oyunlarının özellikle zeka konusunda çok yararlı olduğu keşfedilmiştir. Bilgisayar oyunlarının, çocuğun sembolik kodları çözme yeteneğini ve analitik düşünmesini geliştirdiğini ortaya koymuştur Bilgisayar oyunları oynayan çocukların teoriyi pratiğe dönüştürmekte çok daha başarılı olduklarını bazı sorunlarda da diğer yaşıtlarından daha zeki oldukları saptanmıştır. Sosyal etkinliklerde ise oyunların bir sohbet konusu olduğunu ve arkadaş bulmakta bir araç olarak kullanıldığı, bu sayede 158 sosyal bir çevre edinildiği, zira oyunların bazı sosyal çevrelere adapte olmakta kişiye zorluklar çıkardığı ve kimi kişiliklerde içedönüklük yarattığı saptanmıştır. Kültürel özelliklerine gelince, bilgisayar oyunlarının büyük bir çoğunluğunun İngilizce olması kuşkusuz kişinin bu dile merakını arttırır, pratiği ve telaffuzu geliştirir. Ancak tüm bu olumlu kazanımlar aşırıya kaçılmadığı takdirde geçerlidir. Aileler işi ciddiye almalı Bazı oyunların içerdikleri şiddet ve cinsellik nedeniyle ailelerin bu konunun üstünde çok daha fazla durmaları gerekiyor. Oyunların üzerinde alıcıları uyaran yazılar bulunuyor ancak ailelerin bunları çok fazla önemsemiyor. Satıcılar, satılması yasak ürünleri satıyor. Satıcılar da, çocukların almaları yasaklanmış oyunları satmak konusunda özensiz davranıyor. Ne yapmalı? En önemli çözüm, “ilgi”dir. Yeterince ilgilenilmeyen çocuklar daha çok bilgisayar başındadır… Anne babalar, “aile birliği”ne önem vermelidir. Eşler, çocuklarına ve birbirine zaman ayırmalıdır. Eğer aile üyeleri saatlerce televizyona, dizilere dalmakta veya tüm zamanını gece ziyaretlerine ayırıyorsa çok büyük bir sorun var demektir. Televizyonun başından ayrılmayan ebeveynler, çocuklarına ders çalışma alışkanlığı kazandıramazlar. Ne kadar çalışılması gerektiğini anlatırlarsa anlatsınlar, anlattıkları adeta masal gibi gelecektir çocuklar için. Önce anne baba televizyon ve bilgisayarın başından ayrılmalı ve örnek olmalıdır. 159 Anne babalar emir-komut vermemeli; çocuklarını dinlemeli, onlara sevgisini söz ve davranışla göstermeli, kaygılarını, korkularını, sorunlarını dinlemeli, birlikte çözüm bulmalıdır. Ailelerin belli bir ölçüde bu tip oyunlara kısıtlama getirmesi, çocukların sosyal aktivitelere motive edilmesi bilgisayardan uzaklaşmanın en önemli yoludur. Çocukların grup olarak yapacakları spor oyunları çözüm olabilir. Böylece hem çocuk sosyalleşecek ve yeni arkadaşlar edinecek hem de zamanını bilgisayar ve televizyona ayırmayacaktır. Sorun aslında tahmin edilenden daha büyük. “İnternet bağımlılığı” adıyla yeni bir hastalık literatüre girmiştir. Sırf bu bağımlılıktan boşanan eşler, parçalanan aileler var. Lütfen çok geç olmadan çocuklarınıza gerekli ilgiyi gösterin. Bu konuda okul rehberliklerinden ve psikolojik danışma merkezlerinden yardım alın. Akıllara hemen şu soru gelmektedir: nedir bu “İnternet Bağımlılığı”? İşte bu soruya cevap verebilmek ve bu rahatsızlığı daha iyi anlayabilmek için ilk önce bu bağımlılık çeşidinin belirtilerinin açıklanması gerekmektedir. Daha sonra bu konu ile ilgili yapılmış olan önemli araştırmaların sonuçlarına bakılacak ve kimlerin bu tip bir bağımlılığa mehilli olduğu veya bir başka deyişle risk grubunu oluşturan kişiler açıklanacak ve son olarak ise internette yoğun olarak kullanılan chat (sohbet) odaları inceleme altına alınacaktır. “İnternet Bağımlılığı”nın nasıl bir rahatsızlık olduğunun net bir şekilde anlaşılması açısından bu rahatsızlığın belirtilerinin açıklanması gerekmektedir. Eğer bir birey 12 ay boyunca aşağıdaki belirtilerin 4 veya daha fazlasını gösteriyor ise bu kişide İnternet Bağımlılığı olduğu düşünülmektedir. İnternete bağlı değilken bile internet hakkında olan düşünceler *Tatmine ulaşılması için giderek artan bir şekilde İnternet kullanımı, *İnternet kullanımını kontrol edememe, 160 *İnternet kullanımını kesmeye veya harcadığı zamanı düşürmeye çalıştığında kişinin huzursuz hissetmesi ve daha çabuk sinirlenmesi, *İnternet kullanımını gerçek hayat problemlerinden bir kaçış gibi görmesi, *İnternette daha fazla zaman geçirmek için ailesine ve arkadaşlarına yalan söylemesi, *İnternet kullanımı yüzünden eğitim, iş veya kariyer fırsatını riske atması, *İnternet erişimi için harcanan olağandışı ücretlere rağmen kullanıma devam edilmesi, *İnternete bağlı olmadığı zamanlarda kişinin sosyal yaşamdan geri çekilmesi veya içine kapanması, *İnterneti ilk kullanmaya başladığı zaman ile karşılaştırıldığında şu anki kullanım süresinin uzaması, Eğer birey yukarıda açıklanmış olan belirtileri 12 aydan kısa bir süre için gösteriyorsa bu kişi internete bağımlı değil diye adlandırılmaktadır. Ayrıca yukarıdaki belirtileri gösteren bireylerin eğitim, meslek, sosyal ve finansal alanlarda güçlük çektiği açıkça görülmektedir. Modern hayatın olmazsa olmazları” listesinin başında bilgisayar geliyor. Bilgisayarlar pek çok alanda işleri kolaylaştırmanın yanısıra oyunlarla eğlence aracı olarak da kullanılıyor. Ancak uzmanlar, bilgisayar oyunlarının, çocukları daha saldırgan, daha saygısız ve hantal hale getirdiği konusunda aileleri uyarıyor. Oyunlar, çocukları saldırgan, hantal ve saygısız hale getiriyor Başta ABD olmak üzere aileler, bilgisayar oyunlarındaki şiddet konusunda ne kadar endişelenseler de, meselenin ciddiyetini kavramaktan çok uzaklar. Çocukları saatlerce bilgisayar başında tutan şiddet içerikli oyunlara dikkat çeken uzmanlar, bu oyunların çocukları şiddete 161 sevk ettiğini ve sosyalleşmelerine engel olduğunu ifade ederek ebeveynleri dikkatli olmaya çağırmaktadırlar. Bilgisayarla birlikte hayatımıza giren oyunlar, akıl sağlığını tehdit eder hale geldi. Önceleri birkaç saatte biten bilgisayar oyunları artık 8-10 saati buluyor. Yeni nesil oyunlarda adeta sanal bir dünya kuruluyor. Kişi oyunlarda çok iyi korunan bir bankayı soymaya çalışıyor, bir dizi olumsuz koşul altında şirket kuruyor, bir şehri yapılandırıyor ya da saatler süren stratejik savaşlara giriyor. Üstelik bağımlılık yaratan bu oyunların art arda yeni sürümleri piyasaya çıkıyor. İnternet üzerinden binlerce kişinin aynı anda oynadıkları oyunlar bile var. Sektörün cirosu, Hollwyood gibi devi barındıran sinema sektörünü ve aynı büyüklükteki müzik endüstrisini geçmiş durumda. Türkiye’de 3 oyun dergisinin tirajı 30 bini buldu. Uzmanlar, bu oyunların kontrollü oynanmasını istiyor. Aksi takdirde psikolojik sorunların ortaya çıkacağına dikkat çekiyor. Oyun sektörü dünyada 25 milyar dolarlık bir ciroya ulaştı. Bir oyun için milyon dolarlar harcanıyor. Türkiye’de legal olarak senede yaklaşık 40 bin adet oyun satılıyor. Oyunların yüzde 90’ından fazlasının korsan olarak satıldığınıda unutmamak gerekir. Oyunlar bilgisayarla gelişti. Birkaç dakika süren atari türü oyunlar zamanla yerini daha kapsamlı oyunlara bıraktı. Şimdi saatler alan, haftalar süren oyunlar revaçta. İmparatorluklar kurduğunuz, kentler inşa ettiğiniz veya futbol takımı yönettiğiniz oyunlar olduğu gibi mafya üyesi olduğunuz, cinayet işleyip banka soyduğunuz oyunlar da mevcut. Bu oyunlar şiddet içerikli olmakla beraber bir insanın günlük hayatta yaptığı hemen hemen bütün aktiviteleri içeriyor. Sözgelimi GTA San Andreas adlı oyunda polis katili bir karakter oyuncu tarafından yönlendiriliyor. Karakter sadece çatışmalara girmekle kalmıyor bunun dışında arkadaş ediniyor. Yemek yiyor ve hatta yediği yemeğe göre kilo alıp veriyor. Spor yapıyor. Bu aktiviteler oyunda karakterin fiziksel hareketlerini de etkiliyor. Mafia adlı bir diğer oyunda ise adından anlaşılacağı gibi bir maf162 ya üyesisiniz. Polisle çatışmaya girdiğiniz, diğer yasadışı örgütler ile mücadele ettiğiniz oyunda size verilen görevleri yerine getirmeye çalışıyorsunuz. Silent Hill adlı oyunda ise korku dolu bir macera geçiriyorsunuz. Bilim-kurgu ürünü yaratıklardan kaçmaya çalışıyorsunuz. GTA San Andreas adlı oyun minimum 150 saatte bitiyor. Oyunlar ne kadar tehlikeli? Video ve bilgisayar oyunlarındaki ışık efektleri, ender durumlarda çocuk ve gençlerde baş dönmesine ve mide bulantısına yol açabilir. Uzmanlar, bu konuda yapılan uyarılara pek dikkat edilmediğini söylüyorlar. 1993 yılından bu yana ABD’de satılan bilgisayar ve video oyunlarının kullanma kılavuzunda, bu oyunların epilepsiye yol açabileceği uyarısı yapılıyor. Oyun sırasında ara vermek ve aşırıya kaçmamak gerekiyor. Oyun sırasında başağrısı, görme bozukluğu, baş dönmesi, mide bulantısı, bilinçte kayma, yön bulma bozukluğu, kramp gibi sağlık şikayetleri oluşursa doktora başvurun. Bilgisayar oyunları şiddete yöneltiyor Bilgisayar oyunlarının “yaşamak için yok et” düşüncesini çocuklara aşıladığını ifade eden Akbaş, çocukların hoşgörüden uzak, insan bedenini parçalayan oyun kahramanlarını kendilerine örnek aldıklarını bunun kişilik gelişimleri için çok tehlikeli olduğunu bilmeliyiz. Şiddet içerikli oyun ve filmleri izleyen çocuklar, olayların sebep ve neticesini sorgulamamakta, hayatı bir oyun gibi algılamakta, bu durum çocukların sosyal-ailevi ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir. Bilgisayar oyunlarında genellikle yabancı kültür ve değerlerin reklamlarının yapıldığı, zararlı akımların, farklı inanışların sembollerinin kullanıldığını unutmamalıyız. Bu oyunları oynayan çocuklarımız, kendi kültür dünyamıza yabancılaşmakta, farkında olmadan zararlı akımların etkisi altında kalabilmektedir. 163 Çocuklarınızı takip edin! Şiddet ve saldırganlığın çocukluk dönemlerinde öğrenildiğinin hatırlatıldığı yazıda, anne ve babalara “çocuklarınıza şiddet uygulamayın”, “onlara zaman ayırın”, “değer verin”, “çocuklarınızın ne tür bilgisayar oyunları oynadıklarını ve ne tür filmler izlediklerini kontrol edin” ve “şiddetin insan ilişkilerine acı verdiğini ikna edici biçimde anlatın. Bu oyunlara alternatif olarak, çocukların derslerine yardımcı olacak, eğlendirerek eğiten, dini ve ahlaki milli değerlerimizi aşılayan, güzellik, iyilik şefkat, yardımseverlik ve başkalarını düşünme gibi olumlu niteliklere sahip ürünler üretilmelidir. Irkçı grupların silahı bilgisayar oyunu Irkçı gruplar gençleri kendi yanlarına çekmek için bilgisayar oyunlarını kullanıyor. “Etnik Temizlik”, “Siyahlara Ölüm”, “Toplama Kampında Av” gibi isimleri bulunan ırkçı oyunlarda, oyunun baş karakterin hedefi beyaz ırktan olmayanları öldürmek. “Beyazların güç oyunları” olarak adlandırılan bu tür oyunlar ırkçı grupların internet sitelerinden satın alınabiliyor ya da ücretsiz download ediliyor. Irkçı mesajlar veren oyunların en yenisi olan Etnik Temizlik’in kahramanı, siyahları, Yahudileri ve Latin Amerikalıları bulup öldürmek için şehrin sokaklarında dolaşıyor. Beyaz olmayan kurbanlar öldürüldükçe, oyuncunun puanları artıyor. Bir Neo-Nazi grubunun hazırladığı “Toplama Kampında Av” adlı oyun ise, II. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin toplandığı Auschwitz’de geçiyor. Avrupa’da bu tür sitelerin faaliyetleri yeni çıkarılan birtakım yasalarla engellenmeye çalışılıyor ancak ABD’de ırkçı siteler üzerinde bir denetim bulunmuyor. 164 Kişiye özel Kişiye özel bilgisayar oyunu çağına merhaba. Her yaşa ve düzeye hitap eden bilgisayar oyunları son günlerin en gözde eğlence araçları. Yıllardır çocuklarla özdeşleşen bilgisayar oyunlarının gerçek meraklıları ise yetişkinler. Gökyüzünde, yaşadıkları stresi yeryüzünde bilgisayar oyunlarıyla atan pilotlar genellikle II. Dünya Savaşı’nı konu alan oyunlarda Nazi ordusuna karşı savaşıyor. Pilotların uçak savaşları dışında tercih ettikleri oyunlar ise şehir ve ülkelerin kurulduğu stratejik oyunlar. Üst düzey şirket yöneticileri ise genellikle NBA liginde basket oynuyorlar. Büyük şirket sahipleri ise genellikle stratejik oyunları tercih ediyorlar. Bankacıların tercihi ise genellikle kumar oyunları. Her yaştan insanın gittiği oyun salonlarında erkeklerin tercih ettiği oyunlar futbol, araba ve motor yarışları olurken İstanbul’un dur-kalk trafiğinde hız yapamayan ve eğlenmek isteyen çoğu taksi şoförü birçok kimse de hız tutkusunu bilgisayar oyunlarında gidermeye çalışıyor. Sürdüğü motoru ya da otomobili dev ekrandan izleyebilen oyuncu motorunun üzerinde çocuklar gibi eğlenebiliyor. Oyunlar da virüs bulaştırıyor Bilgisayarları tehdit eden virüsler artık, sadece e-mail ya da web siteleriyle değil oyunlarla da bulaşıyor. Sega’nın Dreamcast oyun konsolu için piyasaya çıkarılan “Atelier Marie” adlı “role-playing” oyun CD’sinin çok tehlikeli bir virüs yaydığı açıklandı. Oyun CD’sinin içinde bir ekran koruyucu bulunduğu ve bu ekran koruyucu, bilgisayara yüklendiğinde sisteme “Kriz” virüsü bulaştırdığı belirtildi. Oyunu Ekim ayında piyasaya dağıtan Japon şirketi Kool Kizz’e, oyunla ilgili çok sayıda şikayet geldi, bunun üzerine Kasım ayı ortalarında oyun piyasadan çekildi. Uzmanlar, Kriz virüsünün bulaştığı bilgisayarda, 25 Aralık günü aktif hale geçerek CMOS kurulumu ve BIOS’a zarar verebileceği 165 uyarısında bulunuyor. BIOS, bilgisayarın en önemli fonksiyonlarını yerine getirmesini sağlıyor, eğer BIOS cipi zarar görürse kullanıcı bilgisayar giremiyor ve sorun ancak çipin yenilenmesiyle çözülebiliyor. Virüs, bilgisayardaki dosyaların yanısıra hard diske de zarar verebiliyor. Anti-virüs şirketi Sophos, virüsün bilgisayarı kullanılamaz hale getirebilecek kadar tehlikeli olduğuna dikkat çekiyor. Kool Kizz şirketi virüs bulaştıran “Atelier Marie” oyunu nedeniyle kullanıcılardan özür diledi ve CD’ye virüsün, yetkili olmayan bir personel tarafından kazayla bulaştırıldığını açıkladı. Virüs bulaşan oyunun sadece Japonya’da piyasaya çıktığı ancak oyun meraklılarının aracılığıyla ülke dışına çıkmış olabileceği belirtiliyor. Bilgisayar çocuğunun hastalığı “Nintendonitis” Bilgisayar oyunları ile televizyonlara bağlanarak oynanan konsol oyunlarının, çocukların vücut ve ruh sağlığını bozduğu belirlendi. Doktorlar bu hastalığı “Nintendonitis” olarak adlandırdılar. Çocuklar ve gençler arasında hızla yayılan bilgisayar oyunları, adı yeni konulan bir hastalığa yol açıyor. Doktorlar ilk örnekleriyle karşılaştıkları bilgisayar çağının bu yeni hastalığına ‘Nintendonitis’ adını verdiler. En çok el kaslarını etkiliyor Amerika’da 11 yaşında bir çocuk geçen yıl Noel hediyesi olarak aldığı konsol setinde oyun oynayarak saatler geçirdiği için elini kullanamaz duruma geldi. Elinde ve omzundaki ağrılar nedeniyle tedavi gören çocuğa ancak sınırlı saatlerde yeni oyuncağıyla oynamasına izin veriliyor. Amerika’da anne ve babalar, çocuklarının bilgisayar ve konsol oyunları nedeniyle bozulan sağlıkları nedeniyle uyarılıyor. Çocuklara, evde ve okulda el bakım egzersizleri yaptırılması isteniyor. Nintendo firması, bu yeni hastalığa karşı bir ‘yardım hattı’ kur166 du. Buraya başvuranlara, bedava koruyucu eldivenler dağıtılıyor. Amerika’da ise okullarda bilgisayar derslerinden önce ve sonra zorunlu el egzersizleri yapılıyor. Strese neden oluyor Çocukların vazgeçilmezleri arasına giren bilgisayar oyunlar, ruh sağlığı açısından da ciddi tehlike yaratıyor. Oyunlarda aynı sahnenin saatler boyunca tekrar tekrar yaşanmasının çocuklarda strese neden olduğu belirtiliyor. Hekimler, Nintendonitis’in stres boyutunu engellemenin tek yolunun ise bu oyunların sınırlı saatlerde oynanması olduğunun altını çiziyor. Oyun, bilgisayar piyasasının lokomotifi Sanal oyunların hedef kitlesi olan gençlerin, bilgisayar piyasasının lokomotifi konumundadır. Son yıllarda internet kafelere giden ve evine bilgisayar alan gençlerin önemli bölümünün oyunlara ilgi gösterdiği, hayal gücünün sınırlarını zorlayan moda oyunların internet kullanımının da önüne geçtiğini görmezden gelemeyiz. Son dönemde piyasaya çıkan üç boyutlu oyunların eski donanıma sahip bilgisayarları zorladığından dolayı, bilgisayarın ana işlem merkezinde verilerin hızlı işlenerek ekrana yansıması, dolayısıyla oyundan keyif alınması için bilgisayarın değiştirilmesi de gerekebiliyor. Bu da keyifli ve oynayanı içine çeken bir oyun için en az bin dolarlık maliyeti gözden çıkarmak anlamına geliyor. Oyunun özelliğine göre bilgisayar bazı ek donanımlarla da güçlendirilebiliyor. Yüksek kapasiteli bir ekran kartı için 80 ile 300 dolar arasında bir harcama yapılabiliyor. Üstelik, bilgisayarın bütün birimleri arasındaki kapasitenin eş düzeyde yenilenmesi de performansın artırılması için şart. Yeni oyunlar için yüksek donanımlı bilgisayarlara ihtiyaç duyulmasının üretim ve satış planlaması olduğu, yazılım ve donanım 167 şirketlerinin yeni ürünleri, satışlarını artırmak için birbirine paralel geliştirdikleride bir başka gerçekliktir. Firmaların birçoğunun ortak ticari ilişkilerinin bulunduğunu ve anlaşmalı olduğuna işaret etmeliyiz. Bilgisayar oyunları eğitici olmalı Piyasada çocuklara yönelik çok sayıda bilgisayar oyun programları var. Bu bilgisayar oyunlarının çocuğun gelişmesinde büyük önemi olduğu vurgulanarak ailelerin eğitici ve öğretici oyunları tercih etmeleri gerektiği bildirildi. Keyfî, şakacı, muhakeme istemeyen savaş oyunları çocuklar için çok caziptir. Bunu dikkate alan üreticiler çeşitli oyunlar üretiyorlar ve bunların halka sunulduğu oyun salonları açıyorlar. İnsanların parasını alıp enerjisini ve zamanını boşa kullandırmanın, onları bu salonlarda uyuşturucu tüccarlarının hizmetine sunmanın dışında başka bir hizmet vermemektedir. Halbuki çocukların muhakeme ve öğrenme kabiliyetini geliştirme yönünde yapılmış olan oyun programları var. Çocuk, oyundaki elemanları kullanarak problem çözer ve bu konuda cesaret kazanır. Hayata çok yönlü katkıları bulunan bilgisayarlar, eğitim ve öğretim aracı olmaktan çıkıp sosyal yönü tahrip eden, boşa zaman kaybettiren bir kutuda ileri gidemeyecektir. 168 Bilgisayarla gelen hastalıklara dikkat! Bilgisayar iş hayatında büyük kolaylıklar sağlıyor kuşkusuz. Ancak göz yorgunluğu, nefes alma meseleleri ve bilgisayar koltuğunda oturmaktan kaynaklanan sırt ağrıları gibi rahatsızlıklara yolaçtığı ve bu yüzden bilgisayarla çalışırken, dikkatli olunması gerektiği uzmanlar tarafından söyleniyor. Bilgisayarın yaydığı zararlı ışınlardan gözü kesinlikle korumak gereklidir. Bunun için bilgisayarın önüne anti-refleks bir cam koyulmalıdır. Bilgisayarı kullanan kişi de polaroit gözlük camları kullanabilir. Ayrıca yarım saatte bir gözü beşon dakika dinlendirmekte fayda vardır. Bilgisayarın uzun ömürlü olması için nemsiz ve tozsuz bir ortama ihtiyacı vardır. Bu yüzden kapalı bir ortamda olması gerekir. Ancak havalandırma sistemi yapılmadığı takdirde değişik hastalıklara yuvalık yapabilir. Bunu önleyebilmenin tek yolu özel havalandırma isteminin yapılmasıdır. Havanın kurumaması için, kalorifer borularının bulunduğu yerlere tas içerisinde su konulmasının da faydası olabilir. Ayrıca bilgisayarın filtrelerinin sürekli kontrol edilmesi ve tozlarının alınması gerekmektedir. Bilgisayar karşısında dik oturmaya da özen gösterilmelidir. Bilgisayarın, iş hayatında büyük kolaylıklar sağladığı herkes tarafından bilinen bir gerçek. Saymakla bitmeyecek olan kolaylıklarının yanısıra, göz yorgunluğundan tutun da, nefes alma meselelerine ve bilgisayar koltuğunda oturmaktan kaynaklanan sırt ağrılarına kadar pek çok rahatsızlıklara yolaçtığı da uzmanlar tarafından belirtiliyor. Bu yüzden bilgisayarlarla çalışırken, çalışma ortamına, oturma şekline ve ekranla olan diyaloğa çok dikkat etmek gerekiyor. 169 170 BİRAZDA KOMPLO TEORİLERİ EŞLİĞİNDE MANKURTLAŞMA Beyin Kontrolü Nedir, Ne Elde Edilmek İsteniyor? Dünya istihbarat örgütlerinin karşı tarafı yönlendirmek için psikolojik operasyon yapabilmeleri en önemli hedefleridir. İstihbarat örgütleri özellikle CIA ve MOSSAD bu konuya büyük önem vermektedirler. Bir Çin atasözü vardır, “Yüz savaş kazanmak hüner değil, hüner savaşmadan güvenliği sağlamaktır.” İstihbarat örgütleri bu konuya bilimsel olarak eğilmektedirler. Sürekli çalışmalarla yeni yollar araştırmaktadırlar. Bugün MOSSAD’ın CIA’dan daha başarılı operasyonlar yapmasının iki nedeni vardır. Birincisi, Tevrat’ta Musa Peygamber’e Kenan ilinde casusluk yapmasının emredilmesi. İkincisi de, ideallerinin yüksek fakat güçlerinin az olması ve dünya bilim çevresinde önemli etkinliklerinin olmasıdır. Bilinen ilk ve en önemli psikolojik operasyon örneği Hasan Sabbah’tır. Haşhaşi tarikatı da denilen bu örgütlenmede kişiler Haşhaşın etkin maddesi eroinle keyif duygusuna ve cennet inancına şartlandırılıyor. Hasan Sabbah’a itaat ederlerse hep böyle yaşayacaklarına inandırılıyorlardı. Böylece intihar saldırılarını zevkle yapıyorlardı. Günümüzde işadamından öğrenci, bilim insanından politikacısına herkes için “bağımlılığa yol açan bir tüketim maddesi” yaratılıyor. 171 Bağımlılık yaratıcı maddeler, insanların düşünme şekillerini, cinselliklerinin doğasını, topluluk şekillerini ve kimliklerini değiştiriyorlar. Küreselleşmenin ideolojik saldırısına alet olabiliyorlar. Fikirlerin ve fantezilerin aktarılmasına yardımcı bir araç işlevi görüyorlar. Bağımlılık uzun zaman ruhsal ve fiziksel bağımlılık olarak ikiye ayrılmışsa da günümüzde bu iki tanım, kişide hem ruhsal hem de fiziksel bağımlılığın aynı zamanda görülebilmesi nedeniyle birbirlerinden ayrı değerlendirilmemektedir. Fiziksel bağımlılık, maddenin varlığına karşı duyulan fizyolojik bir istektir. Ruhsal bağımlılık. “alışkanlık”, “itiyat” gibi diğer bazı terimlerle açıklanır. Bağımlılık bir davranış biçimini içeren hastalıktır. Kendine özel seyri ve tedavisi vardır. Bağımlılık yaratan maddelerin bir aydan fazla kullanılmaları halinde; iradenin yok olması, unutkanlıkların artması, olaylar arasında ilişki ve sentez kurma zorluğu, düşünce ve davranış bozuklukları, ahlaki değerlerin kaybolması, bedensel ruhsal çöküntü gibi belirtiler kişiden kişiye değişik boyutlar da ortaya çıkar.Bağımlılığın kişisel nedenleri içinde, psikolojik gelişim, katılımsal etkenler, biyolojik etkenler yer alır. Ailesel nedenler arasında ayrı anne baba, anne baskısı ve babanın duygusal itmesi, sosyopot baba, ailenin çocuğu yetiştirme biçimi gibi etkenleri sayabiliriz. Günümüzde kapitalist yabancılaşmanın aldığı boyut öyle ki,ne çocuklar sorunları anne babalarına açabiliyor, ne de anne babalar çocuklarına yardım edebiliyorlar. Gençler sorunlarını daha çok kendileri gibi bilgisiz ve deneyimsiz olan arkadaşlarıyla tartışıyorlar. Bu da bir yandan da anne babalarının uzaklaşmalarına,hatta sürtüşme ve çatışmalara yol açıyor. Günümüzde ailenin toplumsallaştırıcı işlevi nitelik değiştiriyor. Arabesk kültür ile Emperyalist kültür arasındaki çelişki “globalleşmenin” getirdi kültürsüzleşmenin kültür şoku, aile içi ilişkilerde büyük sarsıntılara neden oluyor. Bunlar, kimi ailelerde eşler arası boşanmalara neden olurken kimi 172 ailelerde de çocuklar ve anne babalar arası büyük uçurumlara yol açıyor. Kapitalizm aile kurumuna bile parayı, piyasayı, yabancılaşmayı sokmuş ve böylece aileyi, sevginin bunlar tarafından tutsak edildiği bir şirkete dönüştürmüştür. Toplumsal etkenlerin içinde, sosyokültürel etkenler, sosyoekonomik düzey, şehirleşme sorunları gibi çeşitli sorunlar ele alınıyor. 1937’de Stalin’in Halk mahkemelerinde dâvâlıların îtiraflarında bazı kimyasallar kullandığı bilinmektedir. Hatta Macaristan Kardinalinin de bulunduğu bir dâvâda dâvâlılar devlete karşı bir tutum aldıklarını birden itiraf etmişlerdi. Bu durum kesinlikle ahlaki değildir. Mamafih, Dünya Af Örgütü 1992 yılında bir rapor neşretti. Bu durum “İnsanın zihni yetilerini bozmayı, yok etmeyi, değiştirmeyi hedefleyen sorgulama prosedürü ahlâki suçtur denildi. Fiziksel işkence sınıflandırması kadar insanlık dışıdır.” düşüncesi benimsendi. Hangi yöntemler uygulanıyor? Klasik yöntem; psikolojik faaliyet, propaganda ve beyin yıkama yöntemidir. En sık kullanılan yöntem; kimyasal maddeler kullanılarak kişinin düşüncesini etkilemektir. Son yıllarda üzerinde çalışan ve durulan yöntem ise elektronik implantlar yerleştirilerek kişinin beynini uzaktan kumanda ile yönetme çabalarıdır. Zihin kontrolü deneylerinde ilk kullanılan madde LSD idi. LSD psikokimyasal bir maddedir. Alan kişide olağanüstü psikolojik değişimler olur. Halüsinasyonlar görür, canlı, neşeli, güçlü duygu, düşünme ve davranışlar içerisine girer. Bu madde beynin ön bölgesinde DOPAMİN isimli zevk maddesini aşırı salgılamaktadır. Bu maddeyi alan bir kişi inandığı konuda olağanüstü eylemler gerçekleştirebilmektedir. İkinci Dünya Savaşında hem Hitler hem Amerikan ordusu “Amphetamin” isimli uyarıcı kimyasalı kullanarak askerlerin 173 savaş gücünü arttırmayı hedeflemişlerdir. Hatta Hitlerin milyonlarca psikoaktif madde kullanarak ordusunun hareket kabiliyetini çok hızlı hâle getirdiği bilinmektedir. İçkisine LSD veya uyuşturucu katan kişilerin kolay intihar ettikleri ve kolay insan öldürdükleri bilinen gerçeklerdir. Bu konu da ABD’de gönüllüler, siyahlar ve eşcinseller üzerinde ilginç deneyler yapılmıştır. Deney yapılan kişilerde akıl hastalıkları, yaşayanlarda da erken bunama, erken yaşlanma gözlemlenmiştir. Psikiyatride tedavi amacıyla kullanılıyor mu? Psikiyatrik uygulamada tanı ve tedavi yöntemi olarak kullanılmaktadır. Narkoanaliz olarak tanımlanan bu yöntemde kişiye damardan kısa süre etkili barbibüratlar verilir. Kişi uyku uyanıklık arası bir boyuttadır. Bilinçaltının üstündeki baskılar aralanır. Kişiyle güven ilişkisi içinde psikoterapödik ilişki kurulabilirse bilinçaltı duygular, eğilimler, hatıralar, şartlanmalar ortaya çıkarılır. İlaçlı hipnoz da denilebilen bu yöntem kişinin bilinçaltı çatışmalarını analiz edip onun tedavisini gerçekleştirmek için kullanılır. Hipnozla beyin yıkamak mümkün müdür? Hipnoz bilimsel bir yöntemdir. Kişi hipnotik uykuya geçtiğinde vücut ve beyin uyur, fakat terapistle, kişi arasında seçici bir algılama alışverişi kanalı açılır. Böylece kişi yönlendirilir, düşünceleri, duyguları değiştirilebilir. Psikiyatride hastalıklı düşünceleri yok etmek, sağlıklı düşünceler kazandırmak, ego gücünü arttırmak için bu yöntemi kullanıyoruz. Her bilimsel yöntem gibi hipnozda gösteri malzemesi veya siyâsî amaçla kullanılabilir. Hipnozda ilk şart iki tarafın birbirine güvenmesidir. Daha sonra konsantrasyon gücü artırılır, uygun telkinde bulunulan kişi geçmişine götürülebilir, beyni yıkanabilir, yanlış şeylere inandırılabilir. 174 Ancak kişiye hipnozda istemediği şeyi yaptıramazsınız. Bazı kişiler telkine çok yatkındır, kolaylıkla girerler. Fakat obsesif ve paranoid denilen güvensiz özelliği fazla olan kişileri hipnotik transa geçirmek çok güçtür. Elektromanyetik etkileme mümkün müdür? Evren “Radiant Enerji” denilen yayılan bir enerjiden oluşur, gözümüzle gördüğümüz spektrum bir dalga boyudur. Morötesi ve kızılötesi dalga boyları gözümüzle görülmez. Ancak röntgen filmlerinden, termal kameralara, yeraltı su havza haritalarına kadar bir çok alanda kullanılır. Her elektrik kaynağı bir radyasyon neşreder. Bazı radyasyonlar iyonlama yaparak hücre ölümlerine yol açar. Hidrojen atomu frekansına uygun mikrodalga ile MR gibi beyin tomografileri çekilir. Mikrodalga fırınlarda ışınların camı geçerek tabak içindeki suyu buharlaştırdığını biliyoruz. Mikrodalga ile beyin kontrolü nasıl olur? Mikrodalga ile uzaktan gürültü hissi oluşturmak mümkündür. Elektromanyetik ritmik vuruşlar kişinin başını elektrikli matkapla oyulduğu hissi uyandırabilir. Çok düşük frekans da (VLF), iyonlamanın olmadığı bir radyoaktivite ile baş ağrısı, çınlama, sinirlilik, depresyon, hâfıza kaybı hatta panik duygusu oluşturulabilir. Radyasyonun diş dökülmesi, kan kanseri, sakat doğumlara neden olduğu yaptığı bilinmektedir. İyonlanmanın olduğu radyasyonlar X ışınları Radyum gibi kanser tedavisinde kanserli hücreleri öldürmek için kullanılır. Bu ışınları uzaktan yönetmek mümkün olmamakta, fakat mikrodalga kaynağını 1-2 km. uzaktan bir hedefe yöneltmek mümkün olabilmektedir. Kötü niyetli kişilerin elinde korkunç bir silah haline dönebilen bir teknoloji insanlık dışı amaçlarla kullanılırsa insanlığın sonu başlar. 175 Elektronik parça yerleştirmek mümkün mü? İnsan davranışını kontrol etmek isteyenler hayvan deneylerinde bunu gerçekleştirmişlerdir. FM radyo kanalı ile sinyaller alabilen ve nakledebilen minyatür elektrotlar hayvan kafasına yerleştiriliyor. Maymunda cinsel saldırganlık, boğada âniden durma komutu verme deneyleri başarılı oldu. Yunus balıkları yönetilebildi. ABD’de beynin elektronik uyarılması zihinsel özürlülerde ve eşcinsellerde araştırılmıştır. James Olds isimli araştırmacı beynin hipotalamuş bölgesine elektronik implant yerleştirerek eşcinselleri kontrol etmeyi başardı. Hastalarda korku, heyecan, halüsinasyon oluşturarak davranışlarını ödüllendirdi veya cezalandırdı. Zihin özürlülere de benzer deneyler yapıldı. Bu çalışmalar çok tartışıldı. Bilimin iyiliği değil hastanın iyiliği ön planda tutulması etik kuralına göre çalışmalar durduruldu. FM radyo kanalında sinyaller alabilen ve nakledebilen bu uzaktan beyin elektronik uyarılması ateşli tartışmalara konu oldu. Hatta Fransa’da her doğan çocuğa kimliğini belirtir elektronik parça yerleştirerek ömür boyu nerede olup olmadığını izleyebiliriz tezi bile ortaya atıldı. İnsanın robot gibi tuşlarla kontrol edilmesi çok tehlikeli bir gelişmeydi. Elektronik implantı (Stimoreceiver) bulan Dr. Delgado beynin amigdal ve hipokampus gibi alanlarını canlandırarak neşe, tuhaf duygu, renkli görüntü gözlemlediğini kayıt ederek kitabında açıkladı. Radyohipnotik beyinlerarası kontrol projesi elektronik hipnoz yapmayı amaçlamaktadır. Bu projede kişiye istemediği şeyler yaptırmak mümkün hale gelecektir. Tuşlarla kontrol edilen insana ne yaptırılmaz ki! Elektromanyetik enerjinin biyolojik bilimlerde kullanılması yeni bir gelişme midir? Bugün psikiyatride beynin ürettiği sinyalleri kaydederek beyin fonksiyonel görüntülemesi yapılabilmektedir. Klasik EEG’nin bilgisayar devriminden sonra analog sinyallerin sayısallaştırılması ile beyin haritası çıkarılıyor. Beynin hastalıklı çalışan alanlarını görüntüleyebiliyoruz. Tanı ve tedaviyi güçlendirmek için işe yarayan bir yöntemdir. Hatta ilaç tedavisinin biyoyararlılığını hasta izlerken görselleştirmiş 176 oluyoruz. Elektromanyetik enerjinin tedâvide kullanımı yeni gelişmelerdendir. TMS denilen bir yöntem ile ilgili araştırmalar hâlen sürmektedir. Beynin ön bölgesine elektromanyetik uyarı vererek depresyonu tedâvi etme projesi Elektroşok tedavisine alternatif olarak işe yarayacak gibi görünmektedir. Bir de duyu ötesi algı nedir? Birleşik Devletler parapiskolojik araştırmalara büyük bütçeler ayırmaktadır. Beş duyuyu kullanmada insanın geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman hakkında bilgi edinmesi çok ilgi çeken bir konudur. Telepati, Durugörü (Clair-voyance), Altıncı his de denilen bu algılama biçimi hakkında şu anda bilimsel çalışmalarda sağlam deliller yoktur. Sesin, elektromanyetik frekansın, lazerin varlığı başka dalga boylarının varlığına kanıt olabilmektedirler. Zihni kontrol etmenin, ikizlerin, anne-çocuk arasındaki uzaktan duygusal etkilenmelerin nasıl olduğu henüz çözülemedi. Rüya laboratuarlarında telepati yolu ile kavram ve imaj uyandırıldığının gözlemlenmesi elektronik psikiyatri açısından devrim niteliğindeki çalışmalardır. Durugörü veya beden dışı sezgi denilen bir yöntemde de bazı denekler odada gizlenmiş nesnelerin yerini tespit etmeyi başarabiliyorlar. “Remote Viewing, remote sensing” denilen uzaktan görme ve hissetme özelliği olan insanların bunu nasıl başardıkları bilimsel ilgi alanına girmektedir. Uzaktan görüşün elektromanyetik işleyişi çözülebilirse insanlığın kaderi etkilenecektir. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz insanın zihninin uzaktan kontrol edilmesi dünya için sosyal ve politik etkileri çok fazla oluşacağı gelişmeleri getirecektir. Elektromanyetik silahlar tehdit ediyor Takip edildiğinizi, gözetlendiğinizi hissettiğiniz oldu mu hiç? Kimsenin duymadıklarını duyup, görmediklerini mi görüyorsunuz? Hareketlerinizi kontrol edemeyip istemediğiniz şeyleri mi yapıyorsunuz? 177 Hafızanızı kaybettiğiniz oldu mu? Çok mu unutkansınız? Ya da insanların özellikle üzerinize üzerinize gelip sizi şiddet, gürültü, kaba muamele vs. gibi yöntemlerle taciz ettiklerini mi düşünüyorsunuz? Belki de kasıtlı olarak tecrit edildiğinizi ve mali açıdan yoksullaştırıldığınıza inanıyorsunuz... Muhakkak ki bu ve bunun gibi pek çok soruya farklı cevaplar verilebilir ve bunlar çok çeşitli şekillerde yorumlanabilir. Fakat en sivri yorumlar “delisin” veya “beynin kontrol ediliyor” olurdu herhalde. İki yüzü keskin bıçak yani. Bir bakıma ikisi de paranoyaklık... Zaten ikinci şık eninde sonunda insanı paronayak eder gibi geliyor bana. Belki bu sebepten “zihin kontrol operasyonları” son birkaç aydır iyiden iyiye girdi gündemimize. Ardı ardına bu konuyla ilgili kitaplar basılıyor, televizyon ve radyo programları yapılıyor. Duyuyoruz ama duyduklarımıza inanamıyoruz. İddialar oldukça ciddi. Hal böyle olunca insan sormadan duramıyor “gerçekten de beyin kontrolü mümkün mü?” diye. Birilerinin bizim bilgimiz ve istemimiz dışında beynimizi kontrol edip bilgi yüklediğini, hatta bu yöntemle cinayet bile işletilebileceğini düşünmek bile korkunç. Hatta bir insanlık suçu. Bu suçun baş failleri ise ABD ve Rusya... ABD’nin baş yardakçıları ise İngiltere ve Kanada. Çin ve Kuzey Kore’nin de masum olduğunu söyleyemeyiz.Aslında beyin kontrol çalışmalarının kökleri Hitler Almanyasına kadar uzanıyor. Öyle anlaşılıyor ki 2. Dünya savaşını müteakip Almanya’dan kaçan bilim adamlarına kucak açan ABD ve Rusya cereyan eden soğuk savaş esnasında boş durmamış ve birer fantaziden öteye gitmemesi gereken düşüncelerini hayata geçirmişler. Zihin kontrolü alanındaki gelişmelerin ilk ipuçlarını, 1969 yılında Dr. Delgado’nun kaleme aldığı “Beynin fiziksel kontrolü-Psiko-medeni bir topluma doğru” adlı kitapta buluyoruz. Delgado beynin içine soktuğu tellerle (elektrot) beynin muayyen bölgelerini uyarıyordu. Örneğin beyninin bir noktasını uyara178 rak parmaklarının büzülmesini sağladığı hastasına parmaklarını aç dediğinde hastasından “Doktor, sanırım sizin elektriğiniz benim irademden daha güçlü” cevabını alıyordu. Çalışmalar dört bir koldan devam ediyordu. Tarihler 16 Temmuz 1977’yi gösterdiğinde ise New York Times gazetesinde akıllara durgunluk veren bir haber yayınlanıyordu: “ABD insanlığın esir edilebileceği görünmez silahlar geliştiriyor.” Bu haberden sadece bir yıl sonra yayınlanan Walter Boward imzalı Beyin Kontrol Harekatı kitabı ise gelinen noktayı bir nebze olsun aydınlatıyordu. Boward aynen şunları yazıyordu: “Bu araştırmalar; hipnoz tekniği, narkotik-hipnoz, elektronik olarak beyinin uyarılması, ultrasonik, mikrodalgalar, alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi ve davranış değişiklikleri terapisidir. CIA psikolojik silah stoklarını, psişik silahların değişik tiplerini geliştirmeyi başararak artırmıştır. Şimdi bu kabiliyetleriyle yeni tip bir harbe girişmesi mümkündür. Bu harp görünmez, muharebe sahası ise insan zihinleridir.” Diğer bir deyişle kan dökmeden zafer kazandıracak görünmez silahlar. İz yok, delil yok, dolayısıyla suç yok... Kirli emelleri için ne kadar da uygun bir yöntem. Bir komplo teorisi midir, subliminal mesajlar? Kısaca bilinçaltını fark ettirmeden etkileme yöntemidir. Gözümüzle göremediğimiz, kulağımızla duyamadığımız fakat beynimizle algılayabildiğimiz mesajlarla karşı kayşıya kalma durumudur. Göz gördüğüne inanır diye bir söz vardır. Bu söz her zaman için geçerli mi acaba? Çünkü gözümüz gördüğü birçok bilgiyi beyne gönderir. Bizim bir anlık bile gördüğümüz her türlü bilgi bir yerlerde daha sonra karşımıza çıkabileceğini hiç düşündünüz mü?. 179 Bilinci Çalınan toplumlar Her ne kadar ülkemizde bilinmese de yabancı ülkelerde Subliminal mesaj kavramı birçok kişi tarafından bilinir. Subliminal mesajı kısaca kişinin bilinçaltına gönderilen gizli mesaj olarak tanımlayabiliriz. Kişinin bilinçaltına subliminal mesaj göndermenin bir çok yolu var. Bunları sesli, görsel ve yazı olarak aktarabiliriz. Bunlardan en çok kullanılanı dijital ses dosyalarına gömülen mesajlardır. Üzerinde oynanabilirliği ve işlenilmesi ve yayılması daha kolay olduğundan MP3 dosyaları gizli mesaj için biçilmiş kaftandır diyebiliriz. İnsan kulağı belirli frekans aralıklarındaki sesleri duyabilir. Ama çeşitli hayvanlar köpekler ve atlar örneğinde olduğu gibi bu sesler verilerek hayvanları çılgına çevirmek mümkün. Eğer siz bir müzik parçasını rahatça duyabiliyorsanız bu sizin duyabileceğiniz frekans aralığında olduğunu gösterir. İnsan beynini algısı ise daha düşük ya da daha yüksek frekansları algılayabilecek kapasitededir. Subliminal mesaj içeren bir MP3`ü kulağınızla dinlersiniz, ancak içindeki gizli mesajı beyniniz dinler. Bu esnada kulağınız hiçbir şey duymaz. Bu tür mesajlarında daha çok heavy metal müziklerde verildiği iddia edilmektedir. Yine bu iddiaya göre de bu müziklerde satan (şeytan) kavramı 180 çokça işleniyormuş. Subliminal mesaj göndermenin bir yolu da görüntülü mesajlaşmadır. Siz ekrana bakarken gözünüzün yalnızca göz kırpma hızında bir görüntü ekrana gelip kaybolur. Gözünüz hiçbir şey görmez ancak bilinçaltınız bu mesajı çoktan almıştır. Bir dönem sinemalarda bir kola firmasının ambleminin anlık olarak gelip kaybolduğunu savunan kişiler bazı iddialar ortaya attılar. Daha sonradan bu şirketin subliminal mesaj tekniği ile reklam yaptığı ortaya çıktı. Buda gizli reklam olarak çok defa kullanılmıştır. Gerçek, görmediklerimiz mi? Konunun uzmanlarına göre şu an Türkiye`de Kızılötesi ışınlar ve düşük frekanslı reklamlarla tüketiciye gizli propaganda yapılıyor. Bunu özellikle büyük markalar ticari kaygılar ile yapıyorlar. Büyük marketlerde insanlara alışveriş yapma isteği empoze edilmesinden tutunda terörist gösterilmek istenen kişiyi terörist olarak algılanmasına kadar tam bir yönlendirme yapmak mümkün bu teknoloji ile. Subliminal teknik anlamı ile insanın bilinç altını etkileyen, insanın duyu organlarının algısı dışında olan sesler ve görüntülerdir. 1964`te İngiltere, 1974`te ABD olmak üzere dünyadaki 55 ülke insanlarını bu tekniklere karşı korumaya almıştır. O zaman ortaya ciddi bir sorun çıkıyor. Subliminal teknikle insanlar etkileniyorsa, o zaman insanların doğal olarak kanun yapıcılar tarafından korunması gerekiyor. Subliminal mesajlar bir film seansında saliselik görüntüler halinde verilebildiği gibi afişlere de gizlenebiliyor. Ayrıca müzik de etkili bir araç. Hızlı müziğin insanları alışverişe yönlendirdiği söyleniyor. Hatta psikologların yaptığı bir deneyde çalan müziğin milliyetinin alışverişinde ülke tercihini değiştirebildiği tespit edilmiş durumda.Siyasi arana da ise bu teknoloji çok fazlası ile kullanılıyor. Bu teknoloji ile bir siyasi parti rakip partiyi halkın gözünde kötü gösterebiliyor. 181 Yine reklamcılar Subliminal teknolojisi deyince akla ilk gelen reklamcılık sektörü oluyor. Elli beş ülkede yasaklandığını bildiğimiz bu teknoloji zihne onun izni olmadan ne düşüneceğini, nasıl bir karar vermesi gerektiğini öğretiyor. Bir çeşit hipnoz diyebiliriz belki bu teknolojiye. Mesela siz sinemada bir film seyrediyorsunuz ve filmin arasında birden canınız kola içmek istiyor. Bunu sizin o beylik keyfinizin karar verdiğini sanıyorsunuz ama olay o kadar masum değil ne yazık ki. Filmin ilk yarısında sizin beyninize filmi seyrederken gönderilen mesajlardan ötürü canınız buz gibi kolayı içmek istiyor. Size gidip kola içmenizi söyleyen bir hayalet var ortada yani. Sanırım bu teknolojiyi yani bilinci yönlendirmeyi konu alan filmler de hem de Hollywood filmleriolmuştur. Bunlardan biri de hem Amerika`nın simgesi olmuş hem de Amerika`yla dalga geçen Simsons isimli çizgi filmin bir bölümüydü. Çizgi filmin bahsettiğimiz bölümünde insanlar çok popüler olan bir şarkıyı dinliyorlar ve ardından da askere yazılıyorlardı. Şarkı televizyon kanallarında radyolarda sürekli çalıyordu. Ve dinlerken kişinin bilinçli bir şekilde algılamadığı ama zihnin idrak ettiği savaş fikri dinlenen kulaklarca benimseniyordu. Asıl hedef çocuklar Subliminal teknolojisi maalesef çizgi filmlerde, şarkılarda, reklam panolarında, filmlerde yasal olmayan bir şekilde kullanılıyor. Çocuklara sevgiyi kardeşliği öğütleyen masum zannettiğimizçizgi filmlerin arasına pornografik resimler, şiddet unsuru içeren görüntüler bu teknolojiyle saklanıyor. Çocuğunuz fark etmeden o görüntüleri beynine konuk ediyor ve kişiliğinin o182 luştuğu o en önemli yaş dilimde (sıfır yedi yaş arası) bu görüntüler içeride hapis oluyor. Artık sizi siz olun her gördüğünüz ve duyduğunuza çok dikkat edin. İnternette oyun oynarken keyifli keyifli gazete okurken herşeyi zihninizin kopyalayıp karakterinizi oluşturduğunu ve bu karakterinizin fikirlerinizin aslında bir kurguya bağlı olduğunu düşünmek ürkütücü değil mi? Elektromanyetik dalgalar Artık teknolojinin, çip veya beyne sokulmuş elektrotlara ihtiyaç duymadan beyne müdahale edebilecek noktaya geldiği iddia ediliyor. Belli merkezlerden gönderilen elektromanyetik dalgaların beyne yöneltilmesi sayesinde kurbanın beyin fonksiyonlarına müdahale edilebiliyor. ‘Sinyal istihbaratı’ denilen teknik içinde elektrik akımı bulunan her şey çevresine elektromanyetik dalga yayar prensibine dayanıyor. Tekniğin ilk ayağı da insanın EEG’sinin (elektroencephologram) yani beynin işleyişi sırasında yaydığı e.m. dalgalarının manyetometreler vasıtası ile ölçülmesi. 3-50 herz arasında değişen beyin dalgaları aynı parmak izleri gibi her insanda farklılık gösteriyor. Beyin dalgaları ölçülüp bilgisayara kaydedilen herkes uydular ve yerleşik aygıtlar sayesinde dünyanın her yerinde 24 saat takip edilebiliyor. İddialar bununla da bitmiyor. Çok gelişmiş bilgisayarlar yardımıyla kişinin öfke, acı, endişe, küçümseme, ümitsizlik, dehşet, sıkıntı, kıskançlık, korku, uyku, terör... hallerinde beynin yaydığı radyasyon frekansları kaydediliyor ve daha sonra istenilen psikolojiye uygun frekanstaki elektromanyetik dalga dışarıdan beyne gönderilerek oluşturulabiliyor. Yani bu elektromanyetik dalgalar sayesinde kişinin düşünceleri ve davranışları kontrol altına alınabiliyor. Teknolojinin aynı yöntemle kişinin sözlerini ve gördüklerini de saptayabilecek duruma geldiği öne sürülüyor. Bu elektromanyetik silahların beyin kontrolünden başka depremlere neden olabileceği, uçakları düşürebileceği... de ifade ediliyor. 183 Beyaz ses İnsan beynini kontrol altına almayı kafalarına koyan mihraklar elektromanyetik dalgaların yanı sıra birçok masum(!) yöntemi de kullanıyor. Bunlardan en çok bilineni göz ve kulağın algı alt ve üst sınırlarına göre yapılan yayınlar. Bilindiği gibi duyabildiğimiz tüm ses, en düşük bastan en yüksek tize kadar 16 ilâ 20000 hz arasında. Yani bütün ses dalgaları arasında iğne ucu kadar bir aralık. Bu değerlerin altındaki ve üstündeki sesler insan kulağı tarafından pas geçiliyor fakat beyin tarafından algılanıyor. Taa 1974 yılında Amerikalı bilim adamı Joseph Sharp bir askerî hastanede bir kişinin beynine başkaları duymadan ses göndermeyi başardı. Bu yöntemde hasta mesajı gönderene karşı koyamıyor çünkü beyninin algıladığı sesleri kulakları duymuyor. Bu yöntem gizli telkinlerde çok kullanılıyor. Şuuraltı telkin için en iyi yöntem ise müziğin gerisine psiko-akustik denilen özel metodlarla telkin mesajları kaydedilmesi. Velhasıl sesler gaibden değil özel cihazlardan geliyor. Aynı şekilde gizli görüntülerle telkiner de yapılabiliyor. Bunun sırrı ise 25. karede yatıyor. Televizyon veya sinema seyrettiğimiz bir görüntü 24 kareden oluşuyor. Gözlerimiz 25. kareyi göremiyor ama beynimiz algılıyor. İşte bu 25. kareye çeşitli telkin mesajları, ideolojik fikirler yerleştirilebiliyor. 184 MKULTRA Bu gün ortaya çıkan belgeler de gösteriyor ki zihin kontrol operasyonları aman tanımaz, etikten yoksun ve işkence boyutlarına ulaşan bir deneme sürecinden geçmiş halende deneylerin sürdüğü ifade ediliyor. Bu öyle bir deney ki kobayları bütün insanlık. Tanıkların ifadeleri ve belgeler ışığında CIA’nın yüzlerce insan üzerinde 1950’lerden bu yana denemeler yaptığı bugün artık bir sır değil. Zihin kontrol deneylerinde insanların kobay olarak kullanıldığı söz konusu programların kod isimleri “MKULTRA, MKSEARCHE, ARTICHOKE VE BLUEBIRD” idi. Deneyler esnasında birçok deneğin dengesini kaybettiği, birçoğunun öldüğü ve büyük bir kısmının da intihara teşebbüs ettiği iddia ediliyor. Dr. Armen Victorian Beyin kontrolü-İnsan davranışlarının manipülasyonu adlı kitabında MKULTRA’yı şöyle tarif ediyor: “MKULTRA programı kimyasal, biyolojik ve radyolojik maddelerin insan davranışlarını kontrol etme hedefli gizli operasyonlarda kullanılmasına yönelik bir seri araştırma ve geliştirme projesinin adıydı. Vurguyla ifade edilirse, CIA belgelerinden biri, bariz bir şekilde insan davranışlarını kontrol etme deneylerinde, radyasyon, elektrik şoku, psikolojinin çok sayıda dalı, toplumbilimi, antropoloji gibi ek yöntemlerin yanısıra askeri araç gereçlerin kullanıldığını göstermektedir.” 185 ABD’de zihin kontrol deneyleri sadece CIA tarafından değil ABD Ordu Haber Alma Dairesi ve Ordu Kimyasal silahlar ofisi tarafından da yürütüldü. Askerlere bir kağıt imzalatarak gönüllü olarak kobay olmaları sağlandı. Ordu daha çok halüsinasyon etkisi yapan uyuşturucu maddelerin kullanıldığı özellikle de LSD’nin kullanıldığı deneyler yaptı. LSD aldıklarından haberi olmayan askerler zihin kontrol operasyonları ile ilgili bilgiler açıklandıkça nasıl bir deneye kurban verildiklerini anladılar. Aynı deneyde görevli arkadaşlarının ani ölümleri olayları aydınlatıyordu. İş rayından çıkınca NSA aleyhine davalar ardı sıra açılmaya başlandı. Bunlardan biri istihbarat ajanları tarafından uzaktan beyin kontrolü deneylerinde kullanıldığını iddia eden George Farguhar. 1984 yılından bu yana uzaktan monitörlerle takip edildiğini 1997 yılından beri de mikrodalga radyasyon saldırılarına ve beyin kontrol deneylerine maruz kaldığını öne süren Farguar beyin kontrol polisleri adını verdiği ajanlarla Project Freedom/ özgürlük projesi adını verdiği web sitesinde mücadele etmeye çalışıyor. ABD’nin insanlık dışı deneyleri Ortadoğu’yu kimyasal silah üretmekle suçlayan ABD, anayasasına göre yurttaşlar üzerinde gizli askeri deney yapılması yasal oldundan bakın ne insanlık dışı deneyler gerçekleştirdi. ‘Kitle imha silahları geliştirmekle’ suçladığı Irak’ı işgal eden, ardından da benzer nedenlerle Suriye, İran ve Kuzey Kore’yi hedef göstermeye başlayan ABD, yıllardır kimyasal ve biyolojik silah geliştirmek uğruna yaptığı sayısız deneyde kendi yurttaşlarını kullandı. Üstelik Amerikan anayasasına göre yurttaşlar üzerinde gizli askeri deneyler yapılması yasaldı. 1977 yılından itibaren yirmi yıl süreyle yürürlükte kalan bu madde, Körfez Savaşı’ndan sonra bazı sivil örgütlerin girişimiyle böyle bir yasadan haberdar olan halkın tepkisi üzerine 1997 yılında geri çekildi. Amerikan istihbaratı ile Savunma 186 Bakanlığı’nın çoğu zaman ortaklaşa gerçekleştirdiği bu deneylerin başlangıç tarihi, 1930’lara kadar uzanıyor. II. Dünya Savaşı’nın ardından Almanların ve Japonların bu konudaki deneyiminden de yararlanan ABD, Soğuk Savaş sırasında dünyanın en korkunç biyolojik silah deposu haline geldi. Nazi savaş suçluları çalıştırıldı ABD’nin 34. başkanı General Dwight D. Eisenhower ‘ın Nazi savaş suçlularına çalışmalarını Amerika’da devam etmeleri karşılığında dokunulmazlık verdiği biliniyor. Almanların sayısız insan hayatı ve hayal bile edilemeyecek işkenceler karşılığında elde ettikleri bilgileri edinmek isteyen Eisenhower, Nazi toplama kamplarında gerçekleştirilen araştırmalardan ‘’yararlanılması’’ emrini vermişti. Daça toplama kampında Yahudiler üzerinde gerçekleştirdiği korkunç deneylerle tanınan Dr Hubertus Strughold ve onun gibi 34 Nazi ‘’bilim adamı’’ uzay tıbbı çalışmalarına Amerikan topraklarında devam edebilmeleri için Teksas, San Antonio’daki Randolph Hava Kuvvetleri Üssü’ne getirildi. Ataç Projesi kapsamında toplam 3 bin kadar Nazi savaş suçlusuna ABD ve Kanada topraklarında çalışma izni verildiği tahmin ediliyor. Tarihçiler ve bilim adamları, CIA tarafından Amerikan ve Kanada (başta MKULTRA projesi olmak üzere ABD’de yapılan bazı deneylerin bir ayağı da Kanada’da sürdürülmüştür) vatandaşları üzerinde gerçekleştirilen deneylerin çoğunun Nazi ölüm kamplarında yapılan insanlık dışı deneylerin bir devamı olduğunu ortaya koymuşlardır. Zihin kontrol deneyleri Soğuk Savaş’la birlikte Rusların zihnin kontrolü alanında kaydettikleri ilerlemelere karşılık CIA da zihin kontrol tekniklerine olan ilgisini ve bu konudaki araştırmalarını yoğunlaştırdı. Dehşet veren araştırmalarda, psikotropik ilaçlar kullanılarak beyin yıkama ve insan zihnini kontrol etme deneyleri yapıldı. Vietnam 187 Savaşı sırasında sorgulanan insanları itirafa zorlamak için aynı yöntemler kullanıldı. Belki de tüm bunlar arasında en rahatsız edici olanı, belgelerin büyük bölümü sonradan CIA tarafından yok edildiği için ve ilgili kişilere ulaşılamadığı için insan kobaylar üzerinde yapılan deneylerin gerçek boyutlarının bilinmiyor olması. Zihin kontrolü deneyleri arasında en acımasız ve en geniş kapsamlı olanı 50’li yıllarda başlayıp 70’lere kadar süren ünlü MKULTRA projesiydi. Üniversitelerde, hapishanelerde, akıl hastanelerinde, yetimhanelerde ve uyuşturucu bağımlıları rehabilitasyon merkezlerinde yürütülen deneylerin yanı sıra kentlerin olası bir saldırıya karşı ne kadar dirençli olduğunu ölçmek için kalabalık yerleşim birimleri de kimyasal ve biyolojik maddelere maruz bırakıldı. 188 Gizli deneyler kronolojisi 1931 Dr. Cornelius Rhoads , Rockefeller Tıbbi Araştırmalar Enstitüsü’nün gözetiminde insan deneklere kanser hücreleri aşıladı. Daha sonra Maryland, Utah ve Panama’da ABD Ordusu Biyolojik Silah tesislerini kurdu ve ABD Atom Enerjisi Komisyonu’na tayin edildi. Buradaki görevi sırasında Amerikan askerlerine ve hastanelerde yatan sivil hastalara radyoaktif madde verilmesini içeren bir dizi deneye başladı. 1932 Tuskegee Frengi Araştırmaları başladı. Frengi teşhisi konulmuş ancak hastalıkları kendilerine bildirilmemiş 200 siyah erkek tedavi edilmek yerine hastalığın seyrini ve belirtilerini izlemek amacıyla kobay olarak kullanıldı. Sonuçta hepsi frengiden ölen bu insanların ailelerine onların aslında tedavi edilebilecekleri asla söylenmedi. 1935 Pelagra Olayı: Milyonlarca insan 20 yıl içinde Pelagra’dan (vitaminsizlikten kaynaklanan bir hastalık) öldükten sonra ABD Kamu Sağlığı Hizmetleri Ajansı nihayet hastalığın kökenine inmek için harekete geçti. Ajansın müdürü en az 20 yıldır Pelagra’nın niasin eksikliğinden kaynaklandığını bildiklerini, ancak ölümlerin büyük kısmı yoksul siyah halk arasında gerçekleştiğinden harekete geçmediklerini itiraf etti. 189 1940 Chicago’daki 400 tutukluya yeni ve deneysel ilaçların etkilerinin araştırılması amacıyla sıtma mikrobu enjekte edildi. Daha sonra Nürmberg’de yargılanan Nazi doktorlar, Soykırım sırasında kendi yaptıklarını savunmak için bu Amerikan araştırmasını örnek gösterdiler. 1943 Japonya’nın tam kapsamlı biyolojik silah programına karşılık ABD de Fort Detrick askeri üssünde biyolojik silahlarla ilgili araştırmalar başlattı. 1944 Amerikan Donanması gaz maskelerini ve koruyucu kıyafetleri denemek için insan kobaylar kullandı. Gaz odasına kapatılan bu denekler hardal gazı ve levisit’e maruz bırakıldı. 1945 Ataç Projesi başlatıldı. Nazi bilim adamlarını işe alan ABD Dışişleri Bakanlığı, Ordu İstihbarat ve CIA, onlara ABD’de çok gizli hükümet projelerinde çalışmaları karşılığında dokunulmazlık ve yeni kimlikler verdi. ‘’Program F’’ , ABD Atom Enerjisi Komisyonu tarafından başlatıldı. Bu program, atom bombası üretimindeki en önemli kimyasal maddelerden biri olan ‘florid’ in insan sağlığı üzerindeki etkilerini araştıran en geniş kapsamlı çalışmaydı. Araştırma sırasında floridin insanoğlunun bildiği en zehirli kimyasallardan biri olduğu ve merkezi sinir sistemi üzerinde büyük hasara yol açtığı anlaşıldı; ancak elde edilen bilgilerin büyük bölümü atom bombalarının yapımının engelleneceği korkusuyla ulusal güvenlik adına gizli tutuldu. 1946 Savaş gazilerine hizmet veren hastanelerdeki hastalar, tıbbi deneylerde kobay olarak kullanıldı. Kuşkuları ortadan kaldırmak için ne zaman böyle bir hastanede gerçekleştirilen bir çalışmay190 la ilgili rapor hazırlansa, ‘’deney’’ sözcüğü yerine ‘’araştırma’’ ya da ‘’inceleme’’ sözcüklerinin kullanılması emredildi. 1947 1947 ABD Atom Enerjisi Komisyonu, insan deneklere damardan radyoaktif maddelerin verileceği deneylere başlayacağını bildiren gizli bir belge yayımladı. CIA, Amerikan istihbaratı tarafından silah (zihin kontrol, beyin yıkama aracı) olarak kullanılabilmesi için LSD araştırmalarına başladı. Hem sivil hem asker denekler haber verilerek ya da verilmeyerek bu deneylerde kullanıldı. 1950 Savunma Bakanlığı, nükleer silahların çöllerde denenmesi ve bombanın etki alanı içinde kalan insanların sağlık problemlerinin ve ölüm oranlarının gözlenmesi için planlar yapmaya başladı. Amerikan kentlerinin bir biyolojik saldırı durumunda ne ölçüde zarar göreceğini belirlemek için ABD donanmasına bağlı gemiler San Francisco kentine bakteriden oluşan bir bulut püskürttü. Çok sayıda insan zatürree benzeri belirtiler göstererek hastalandı. 1951 Savunma Bakanlığı hastalığa neden olan bakteri ve virüslerin kullanıldığı açık hava deneyleri başlattı. 1969 yılına kadar süren bu deneylerde geniş kitlelerin bu bakterilere maruz kaldığından kuşkulanılıyor. Sentetik virüsle hastalık ürettiler 1953 ABD ordusu, kimyasal maddeleri dağıtmak konusunda ne kadar etkin olduklarını belirlemek amacıyla Fort Wayne, Minneapolis, Winnipeg, St Louis ve Leesburg, Virginia’da çinko kadmiyum sülfür gazıyla yüklü bulutlar saldı. Ordu, Donanma ve CIA’nın ortaklaşa gerçekleştirdiği deneylerde New York ve San Francisco’da yaşayan on binlerce kişi solunum yoluyla bulaşan mikroplara maruz bırakıldı. CIA, MKULTRA projesini başlattı. Resmi olarak 11 yıl süren 191 bu araştırma programı, zihin kontrolünde kullanılabilecek ilaçların ve biyolojik silahların üretimi ve denenmesi için tasarlanmıştı. 1955 Geniş kitlelere biyolojik maddeleri bulaştırabilme yeteneğini ölçmek isteyen CIA, ordunun biyolojik silah cephaneliğinden alınmış bir bakteriyi Florida’daki Tampa Körfezi’ne saldı. 1956 Amerikan ordusu, sıtma mikrobu taşıyan sivrisinekleri Georgia’nın Savannah ve Florida’nın Avon Park bölgelerine bıraktı. Her deneyin ardından kendilerini kamu sağlığı görevlileri olarak tanıtan ordu ajanları mikrobun kurbanlar üzerindeki etkilerini inceledi. 1960 Savunma Bakanlığı, Avrupa ve Uzakdoğu’daki halklar üzerinde LSD’yle ilgili saha denemeleri yapılması için onay verdi. MKULTRA kapsamında Avrupa’da yapılan deneyin kod adı Üçüncü Şans Projesi, Asya’dakine de Derbi Şapkası Projesi denildi. 1964 CIA ve Savunma Bakanlığı, ortaklaşa, zihin kontrol tekniklerinin araştırıldığı MKSEARCH Projesi’ni başlattı. Aynı yıl resmen sona erdirilmiş gözüken MKULTRA Projesi aslında MKSEARCH Projesi’yle birleştirilmişti. MKSEARCH Projesi, davranış ve algı bozukluklarına yol açan kimyasallar (uyuşturucular) yoluyla insan davranışlarını yönlendirme çalışmalarına verilen ad. 1965 Philadelphia’daki Holmesburg Eyalet Cezaevi’ndeki tutuklulara, ABD’nin Vietnam Savaşı’nda bitki örtüsünü ve ormanları yok etmekte kullandığı yüksek oranda zehire sahip Portakal Gazı’nın kimyasal bileşeni olan dioksin verildi. Tutukluların daha sonra kanser taramasından geçirilmeleri, Portakal Gazı’nın başından beri kanserojen bir madde olduğundan kuşkulanıldığını gösterdi. 1966 192 CIA, yine MKULTRA’nın devamı olan Proje MKOFTEN’ı başlattı. Bu, belli kimyasalların insanlar ve hayvanlar üzerindeki zehirleyici etkilerini araştıran bir projeydi. ABD ordusu tarafından New York kenti metrosuna Bacillus subtilis mikrobu verildi. Ordu bilim adamlarının bakteriyle dolu ampulleri havalandırma ızgaralarına atmaları sonucu bir milyonun üzerinde insan bu zehirli havayı soludu. 1967 CIA ve Savunma Bakanlığı, yine biyolojik ve kimyasal silahları denemeyi amaçlayan MKNAOMI Projesi’ni hayata geçirdi. 1969 Savunma Bakanlığı’ndan Dr. Robert MacMahan , 5-10 yıl içerisinde, ‘’insanın bağışıklık sistemine saldıran ve hiçbir ilaçla tedavi edilemeyen sentetik bir virüs geliştirmek için’’ Amerikan Kongresi’nden 10 milyon dolar ödenek talep etti. 1970 Ödeneğin sağlanmasının ardından CIA gözlemi altında yürütülen proje, ordunun çok gizli biyolojik silah tesisi olarak bilinen Fort Detrick’teki Gizli Operasyonlar Bölümü’nde başlatıldı. Burada, AIDS benzeri virüsleri ayrıştırmak için moleküler biyoloji teknikleri kullanıldığı yolunda spekülasyonlar giderek arttı. ABD, DNA’larındaki genetik değişiklikler ve varyasyonlar nedeniyle hassas olan belli etnik grupları hedef almak ve yok etmek amacıyla tasarlanmış ‘’etnik silahları’’ geliştirme çalışmalarını yoğunlaştırdı. 1975 Fort Detrick’deki Biyolojik Silah Merkezi’nin virüs bölümüne Fredrick Kanser Araştırma Tesisleri adı verilerek Ulusal Kanser Enstitüsü’nün (NCI) denetimine verilir. ABD Donanma sı’nın burada kansere neden olan virüsleri geliştirmek amacıyla özel bir virüs kanser programı başlattığı tahmin ediliyor. Bilim adamla193 rı burada, aynı zamanda, hiçbir bağışıklığın bulunmadığı bir virüs ayrıştırdılar. Bu virüse sonradan HTLV (İnsan Thücresi Lösemi Virüsü) adı verildi. 1977 Senato’da yapılan oturumlarda 239 yerleşim bölgesinin 1949-1969 yılları arasında biyolojik maddelerle zehirlendiği doğrulandı. San Francisco, başkent Washington, Key West, Panama Kenti, Minneapolis ve St. Louis bu bölgelerden sadece birkaçı. 1978 Salgın Önleme Merkezi (CDC) tarafından gerçekleştirilen deneysel Hepatit B aşılama çalışmaları New York, Los Angeles ve San Francisco kentlerinde başladı. Araştırma denekleri bulmak için verilen ilanlarda özellikle çok eşli eşcinsel erkekler arandığı vurgulandı. 1981 İlk AIDS vakalarının New York, Los Angeles ve San Francisco’daki eşcinsel erkekler arasından çıktığı doğrulandı. Bu vakaların ortaya çıkması AIDS’in Hepatit B aşısı yoluyla bulaştığı yönünde spekülasyonların da yayılmasına neden oldu. 1985 Öldürücü bir koyun virüsü olan VISNA HTLV’ye (İnsan Thücresi Lösemi Virüsü) çok benzediği ortaya çıktı. Bu benzerlik, iki virüsün ortak evrimsel ilişkisine işaret etmekteydi. 1986 Ulusal Bilimler Akademisi Tutanakları’na (83: 4007-4011) göre HIV ve VISNA virüsleri, HTLV ile neredeyse aynıydı (ufak bir kısım hariç yüksek oranda benzerlik taşıyordu). Bu bilgi, HTLV ve VISNA virüslerinin, doğada hiçbir bağışıklığı bulunmayan yeni bir virüs ayrıştırmak amacıyla birleştirilmiş olabileceği spekülasyonlarını doğurdu. Kongre’ye sunulan bir rapor, ABD hükümetinin ürettiği bu yeni virüslerin, aralarında dünyada bilinen hiçbir te194 davisinin bulunmayacağı şekilde genetik mühendislik yoluyla üzerlerinde oynanmış virüslerin ve kimyasal maddelerin bulunduğu gerçeğini ortaya koydu. 1987 Savunma Bakanlığı, biyolojik silah geliştirilmesini yasaklayan uluslararası bir sözleşme bulunmasına karşın, ülke çapında 127 tesiste ve üniversitede araştırma çalışmalarını sürdürdüğünü kabul etti. 1994 Houston’daki MD Anderson Kanser Merkezi’nden Dr. Garth Nicholson, ‘’gen izleme’’ adı verilen bir teknikle, Çöl Fırtınası Operasyonu’ndan dönen askerlerin birçoğunda, biyolojik silah yapımında kullanılan bir mikrop olan mycoplasma incognitus’un değiştirilmiş bir cinsini keşfetti. Moleküler yapısının yüzde 40’ına HIV protein tabakası katılmış olması mikrobun insan yapımı olduğunu göstermektedir. Senatör John D. Rockefeller , Savunma Bakanlığı’nın en az 50 yıldır yüz binlerce askeri personeli deneylerde kobay olarak kullandığını ve bilinçli olarak tehlikeli maddelere maruz bıraktığını açıklayan bir rapor yayımladı. Bu maddelerin arasında, hardal gazı, sinir gazı, radyasyon ve Körfez Şavaşı sırasında kullanılan kimyasallar bulunuyor. 1995 ABD Hükümeti, insanlar üzerinde tıbbi deneyler gerçekleştirmiş Japon savaş suçlularına ve bilim adamlarına biyolojik silah araştırmalarıyla ilgili bilgi karşılığında maaş ve dokunulmazlık teklif ettiğini kabul etti. Dr. Garth Nicolson , Körfez Şavaşı’nda kullanılan biyolojik silahların Houston, Teksas ve Boca Raton Florida’da üretildiğini ve Teksas Cezaevi’ndeki tutuklular üzerinde denendiğini gösteren kanıtları ortaya serdi. 195 1996 Savunma Bakanlığı, Çöl Fırtınası’na katılan askerlerin kimyasal maddelere maruz kaldığını kabul etti. 1997 Seksen sekiz Kongre üyesi, biyolojik silah kullanımı ve Körfez Savaşı Sendromu ile ilgili soruşturma açılmasını talep eden bir mektup imzaladı. Manhattan Projesi Nagasaki’yi yerle bir etti Almanya’da Adolf Hitler’in iktidara gelmesiyle Yahudi kökenlilere yapılan baskılar sonucu, aralarında dünyaca ünlü Nobel ödüllü fizikçi Albert Einstein’ın da olduğu çok sayıda değerli bilim adamı çareyi ABD’ye sığınmakta buldu. İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken, Başkan Franklin Roosevelt’e mektup yazan ünlü fizikçi, Nazi rejiminin yakında atom bombası yapabileceği uyarısında bulundu. Roosevelt, Einstein’ın uyarısını dikkate alarak, atom bombası geliştirilmesini öngören ‘Manhattan Projesi’ni devreye soktu. Ne var ki Einstein, atom bombasının yapımında rol almadığı gibi, buna açık bir dille de karşı çıkmıştı. Ancak Almanya’nın 7 Mayıs 1945’te teslim olmasının ardından atom bombası yapma işinde korkulduğu kadar ciddiyetle uğraşmadıkları ortaya çıktı. Bu proje çalışmaları sonunda ABD, yaptığı atom bombalarını, Japonya’yı teslim olmaya zorlamak için, Hiroşima ve Nagazaki’ye attı. Kendi canavarlarından korkuyorlar ABD, 10 bin kişinin katılımıyla yakın zamanda tarihinin en büyük terör tatbikatlarından birisini daha yaptığında, planlanan tatbikatta, biyolojik ve kimyasal silahlarla düzenlenen saldırılarda neler yapılacağı gözden geçiriliyor. Tatbikatın ilk gününde New Jersey’e biyolojik saldırı, Connecticut kıyısındaki bir limana da kimyasal saldırı düzenlendi. 16 milyon dolara malolan ABD İç Güvenlik Bakanlığı’nca düzenlenen tatbikata İngiltere ve Kanada’dan da yetkililer katılmışlardır. ABD, denek olarak kullandığı insanlara LSD dahil birçok kimyasal verdi 196 Amaç beyin kontrolü Sovyetler’in geliştirdiği düşünülen biyolojik silahları ve beyin yıkama yöntemlerini örnek alan ABD, 1947 yılında CIA’nın kurulmasıyla bir dizi zihin kontrol projesinin ilkini başlattı. ABD’ye getirilen Nazi doktorlar da bu projelerde yer alacaktı. Manhattan Projesi adı altında atom bombasını geliştiren hükümet gizli projeler konusunda büyük tecrübe kazanmıştı. Zihin kontrol deneylerinde insanların kullanıldığı bu programların kod adları, ‘’CHATTER, BLUEBIRD, ARTICHOKE, MKULTRA, MKSEARCH ve MKDELTA’’ idi. Neredeyse tüm ülkeyi sarmış olmasına karşın yıllarca büyük gizlilikle sürdürülen bu deneylerde olan bitenden habersiz insanların, küçük çocukların, akıl hastalarının, tutukluların kullanıldığı belirlendi. Deneyler sırasında ölümlerin meydana geldiği; birçok deneğin dengesini kaybettiği ve bazılarının intihara kalkıştıkları bugün artık kesin olarak biliniyor. CHATTER (gevezelik) Projesi, Sovyetler’in casusları, esirleri itiraf ettirmek için kullandıkları ilaçların ‘başarısına’ karşılık olarak geliştirilmişti. Araştırma, casusların sorguları sırasında kullanılabilecek ilaçların belirlenmesi ve denenmesi üzerine odaklanmıştı. CHATTER Projesi, 1953 yılında resmen sonlandırıldı. Çalışmalarını insan davranışlarını kontrol yönünde genişletmek isteyen CIA, teşkilatın başı Allen Dulles ‘ın onayıyla 1950 yılında BLUEBIRD (bir tür muhabbet kuşu) Projesi’ne başladı. Bu programın hedefleri şöyle sıralanıyordu: 1) Personelden izinsiz bilgi sızdırılmasını önleyecek bir yöntem geliştirmek, 2) Özel sorgulama teknikleri yoluyla bireyin kontrol edilmesinin mümkün olup olmadığının araştırılması, 3) Hafıza geliştirme yöntemlerinin araştırılması, 4) CIA personelinin düşman kontrolüne geçmesini önlemek için savunma teknikleri geliştirmek. BLUEBIRD Projesi’nin kod adı, 1951 Ağustos’unda ARTICHOKE (enginar) Projesi olarak değiştirildi. Bu projenin hedefi de hipnoz ve çeşitli kimyasalla197 rın kullanımı yoluyla sorgulama tekniklerinin araştırılmasıydı. Bu program da 1956’da noktalandı. Ancak ARTICHOKE Projesi’nin durdurulmasından 3 yıl önce, yani 13 Nisan 1953’te CIA Başkan Yardımcısı Richard Helms ‘in önerileri doğrultusunda MKULTRA Projesi başlatıldı. MK harflerinin Mind Kontrolle (zihin kontrolü, kontrolle kelimesi İngilizce ‘control’ ün Almanca karşılığı) kelimelerinin kısaltması olduğu tahmin ediliyor. MKULTRA Projesi kapsamında insan davranışlarını kontrol etmek amacıyla kullanılan yöntemler arasında radyasyon, elektroşok, hipnoz, başta LSD olmak üzere çeşitli kimyasallar, askeri araç gereçler, işkence aletleri, psikoloji, psikiyatri, sosyoloji, antropoloji gibi sosyal bilimler vardı. MKULTRA’nın yurtdışı için geliştirilenine de MKDELTA adı verilmişti. MKULTRA şemsiyesi altında tanımlanan 150 kadar projeden en ünlüsü olan MONARCH Projesi, resmi olarak 1960’ların başlarında Amerikan ordusu tarafından başlatıldı. (Gayri resmi olarak çok daha önceden başladığı biliniyor.) MONARCH Projesi halen ulusal güvenlik nedenlerinden ötürü ‘çok gizli’ olarak sınıflandırılmış durumda. Bu korkunç deneylerin gerçekleştirildiği yerler arasında 44 üniversite, 15 bilim vakfı, 12 hastane, 3 hapishane ve ilaç şirketleri bulunuyordu. Araştırmalarda dünyaca ünlü psikiyatrlar, psikologlar ve beyin cerrahları yer alıyordu. Zihin kontrol çalışmalarında CIA ile işbirliği yapanlar arasında Amerikan Psikoloji Derneği, Amerikan Psikiyatri Deneği’nin eski başkanları, Biyolojik Psikiyatri Topluluğu ve ödüllü psikiyatrlar vardı. ABD’de zihin kontrol deneyleri sadece CIA tarafından değil ABD Ordu Haber Alma Dairesi ve Ordu Kimyasal Silahlar Ofisi tarafından da yürütüldü. Askerlere birer kâğıt imzalatarak kobay olmaları sağlandı. MKULTRA belgelerinin büyük bölümü yine programı başlatan kişi olan CIA Başkanı Richard Helms’in emriyle 1972’de yok edildiği için insanlar üzerinde zihin kontrol deneylerinin gerçek boyutu belki de asla bilinemeyecek. 198 Tüyler ürperten ifadeler Biyolojik saldırı korkusuyla yaşayan ABD’de hastalalıklara karşı her türlü önlemi alınıyor. ABD’nin işgal ettiği ülkelerde ise çocuklardahil birçok kişi kullanılan silahlardan dolayı çaresiz durumda kalıyor. MKULTRA Projesi’nin ilk olarak 1975 yılında başkanlığa bağlı Rockefeller Komisyonu tarafından gün ışığına çıkartılmasının ardından Senato’nun sağlıktan sorumlu alt komitesi, CIA’nın insanlar üzerinde yaptığı deneylerle ilgili tüyler ürperten ifadeler dinledi. Günümüze kalan belgeler ve tarihçiler, bilim adamları ve gazeteciler tarafından yapılan araştırmalar, CIA’nın MKULTRA kapsamında özellikle radyasyon ve LSD’nin kullanıldığı deneylere ağırlık verdiğini gösteriyor. Bu deneyler, CIA personeline, askerlere, casuslara, fahişelere, akıl hastalarına ve sıradan insanlara tepkilerini ölçmek için, çoğu durumda deneğin haberi olmadan LSD verilmesini içeriyordu. Bu tür deneylerde eroin, meskalin, skopolamin, marihuana, alkol ve sodyum pentatol gibi maddeler de kullanıldı. MKULTRA Projesi’nde görevli biyolojik silah uzmanı Dr. Frank Olson, 28 Kasım 1953 tarihinde, kendisinden habersiz içkisine karıştırılan LSD’nin etkisi altındayken Manhattan’da bir otelin 13. katından atladı. Ailesi Dr. Olson’un gerçek ölüm nedenini 22 yıl sonra MKULTRA ile ilgili bilgiler ilk ortaya çıkmaya başladığında öğrendi. Harold Blauer adında bir profesyonel tenis oyuncusunun da gizli bir meskalin deneyi sırasında öldüğü sonradan ortaya çıktı. ABD Donanması’ndan emekli Wayne Ritchie , 1957’de katıldığı bir Noel partisinde kendisine gizlice LSD vermekle suçladığı CIA aleyhine geçen yıl 12 milyon dolarlık bir tazminat davası açtı. 199 Biyolojik silah çalışmaları sürüyor Başkan George W. Bush , kitle imha silahları üreterek uluslararası sözleşmeleri ihlal etmekle suçladığı Irak’a harekât emri verdiği sıralarda ABD’nin, İngiliz ordusunun da yardımıyla yeni nesil biyolojik ve kimyasal silahlar geliştirme çalışmalarını sürdürdüğü iddia ediliyor. Bundan üç yıl önce İngiliz The Guardian gazetesine demeç veren ABD’li mikrobiyoloji profesörü Mark Wheelis ile İngiliz uluslararası savunma profesörü Malcolm Dando , ABD’nin biyolojik misket bombaları, antraks ve kalabalık insan gruplarının söz konusu olduğu durumlarda kullanılacak öldürücü olmayan silahlar üzerinde çalıştığını iddia etmişlerdi. CIA’NIN ABD dışındaki projeleri CIA projeleri arasında yurtdışında da gerçekleştirilenler vardı. Özellikle yurtdışı için tasarlanan MKDELTA programı Avrupa ve Asya ayağı olarak ayrılmış ve bunlara Üçüncü Şans ve Derbi Şapkası projeleri adı verilmişti. Ancak bu konuda belgeye ulaşılamamıştır. Senato’da yapılan oturumlarda da bu projeler hakkında bilgi sahibi olan tanığa rastlanmadı. Ancak Kanada’da MKULTRA kapsamında çok çeşitli deneyler yürütüldüğünü kanıtlayan belgeler bulunuyor. Bunlardan en iyi bilineni Dr. Ewen Cameron tarafından 19501965 yılları arasında Montreal’deki Allen Memorial Enstitüsü’ndeki hastalara elektroşok ve deneysel ilaçlar verilmesini kapsayan deneylerdir. 1992 yılında bu deneyler ortaya çıktığında Dr. Cameron da hastalarının çoğu da ölmüştü. ‘Mançuryalı Aday’ gerçekti Kişilik bölünmesi konusunda uzman olan ABD’li psikiyatr Colin A. Ross , günümüze kalan belgeler üzerinde yaptığı uzun süreli araştırmalardan sonra kaleme aldığı ‘’Bluebird: Psikiyatrlar Tarafından Kasıtlı Olarak Yaratılan Bölünmüş Kişilik’’ adlı kitabında şöyle yazıyor: ‘’BLUEBIRD Projesi’nde CIA, kasıtlı olarak kişilik 200 bölünmesi yarattığı deneklerini gizli operasyonlarda kullanmaya çalışmıştır. Belgelerin incelenmesi sonucu bu inanılmaz deneylerde, 11 yaşındaki çocukların beyinlerine elektrodlar yerleştirildiği, 7-11 yaşları arasındaki çocuklara haftalarca, her gün, günde 150 mg LSD verildiği ve elektroşok yoluyla deneklerin hafızalarının silindiği, hayvanların beyinlerine elektrod yerleştirerek kimyasal ya da biyolojik saldırılarda kullanma çalışmaları yapıldığı biliniyor. ‘Mançuryalı Aday’ (orijinali 1962 yılında çekilen ve beyin yıkama yöntemlerini konu alan bir film) kurgu değil gerçektir ve CIA tarafından 1950’lerde BLUEBIRD ve ARTICHOKE zihin kontrol programlarında yaratılmıştır.’’ Aytunç Altındal, Araştırmacı Yazar Frekansla herhangi bir kimsenin beynine bir duyum (mesaj) gönderme teknolojik olarak mümkündür. Bu konu üzerinde gerek CIA gerekse KGB uzun zamandan beri çalışıyorlar. SSCB’de Komünist Parti’ye muhalif bazı kişiler, KGB’nin dalga harekatı yayınları sonucu ya intihar etmiş ya da delirmişlerdir… Onkolog Doktor-Haluk Nurbaki CIA tarafından uyuşturucu ilaçlarla yapılan deneyler, ABD hükümetinin uyguladığı çok gizli zihin kontrol projesinin yalnızca bir kısmıdır. Bu deneyler binlerce kişi üzerinde 35 yıl devam etmiştir. Bu araştırmalar narkotik, hipnoz, elektronik olarak beynin uyarılması, alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi ve davranış değişiklikleri terapisidir. Devletler parapsikolojik silahları, vatandaşlarını kendi ideolojik ve politik sistemleri içinde tutmak için veya diğer ülke insanlarının zihinlerini etkileyerek değiştirmek ve kendi gayelerini uygun yönlendirmek için kullanacaklardır... - Walter Boward, Gazeteci Yazar Radyohipnotik beyinler arası kontrol projesi, elektronik hipnoz yapmayı amaçlamaktır. Bu projede kişiye istemediği şeyleri 201 yaptırmak mümkün hale gelecektir. Tuşlarla kontrol edilen insana neler yaptırılmaz ki! - E. Kurmay Albay Nevzat Tahran CIA’da senelerdir, ‘Uyuyan Güzel’ kod adlı bir araştırma operasyonu yürütülüyor. Amaç, insan beyninin uzaktan kumandası, yönetilmesi ve yönlendirilmesi... Pentagon, bu operasyon hakkında hiç ama hiçbir teknik bilgi vermiyor. Açıklama şu: ‘Bugün eski bir CIA patronu olan Başkan Bush bile bu araştırmalarla ilgili bilgi alamaz.’ - Sıtkı Uluç, AA Brüksel Temsilcisi “EMF sinyalleri ile insanlar uzaktan tespit edildiği gibi öldürülebiliyor. Psikotronik silah 320 kilometre mesafeden insan üzerinde etki yapabiliyor, metabolizmayı etkileyerek ölüme yol açıyor.” KÜPE Hepimizi ciddi bir tehdit altinda birakan küresel psikolojik saldiri ortaminda “beynimize sahip olabilmek için; yeterli ve dogru bilgilerle donanmis, sadece maddeyi degil, beraberinde milli suuru da özümsemis nesiller yetistirmek mecburiyetindeyiz. Aksi halde, eski de olsa gelisen teknoloji ile sinirsiz güce ulasan psikolojik savas ve onun en güçlü silahi olarak bilinen propagandanin hedefi ve magduru olmaktan kurtulamayiz. ABD’nin Ulusları yok etme silahı : GENOM Kendilerini seçilmiş insanlar olarak gören Amerikalı’lar, dünya egemeliğini ellerine geçirmek için Türkler gibi diğer ulusları da toptan yok etmeyi planlıyor. Bu amaçla başlatılan GENOM projesine göre önce toplumların milli değerleri ortadan kaldırılıp bölünmeleri sağlanacak,sonra tarihin sayfalarına gömülecektir. Geçmiş yıllarda bütün Töton ırkları içinde Amerikan halkı, “sonunda dünyanın dinçleştirilmesine öncülük etmek üzere” seçilmiş ulus olarak görülürdü. Amerika’nın yüce görevi buydu. Tanrı Amerikan 202 halkını, “dünyanın gelişmesini emanet ettiği halk, hakça bir barışın koruyucuları olarak atamıştı . 1910’ların ABD’sinde Beveridge bu görüşleri dile getirmişti. Bugünün ABD Başkanı Bush, “Birliğin Durumu” adlı konuşmasında “Kendisinin yıldızların ötesinden aldığı ilhamla dünyayı demokratikleştirme ve özgürleştirme” görevi olduğunu söylemiştir. Genetik silah 6 Mayıs 2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nin haberine göre dünyadaki ırkların genetik geçmişini aydınlatmak üzere “National Geographic” Derneği ve IBM şirketinin sponsorluğu ile “Genografi” adlı bir proje başlatılmıştır. Bu proje ile Genetik yapısı nispeten saf olan yerli topluluklardan en az yüz bin DNA örneği toplamayı hedeflemektedir. Bu projeye, dünyanın her yanından genetik geçmişini bilmek isteyenler de katılabileceklerdi. Bu noktada öteden beri Türkiye’de çeşitli isimler altında ortaya konulan birkaç somut olayı hatırlamak gerekir. Bunlardan en popüleri ünlü Dr.Babuna olayıdır. Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un Tespiti Kan kanseri olan ve ABD’de tedavi gören Dr.Babuna’ya uygun kemik iliğinin bulunması için Türkiye’nin belirli bir bölgesinden büyük bir “kan toplama” kampanyası düzenlenmiş ve analiz için binlerce kan örneği ABD’ye gönderilmişti. Kimliklerden kuşku duymak Türkiye’de yaşayan insanların kimlikleri konusunda kafalarının karıştırılarak; insanların mevcut aidiyetlerinden kuşku duyar hale getirmek isteyebilirler. Azınlıkların kışkırtılması Bu projenin Türkiye yönünden etnik ve mezheple ilgili yapıları abartıp, kışkırtarak mikro milliyetçi akımların gelişmesini sağlamak gibi gizli bir amaca hizmet ettiği açıktır. Son zamanlarda AB’nin Alevilerin ve Kürtlerin azınlık olarak kabul edilmesini talep 203 etmesiyle sözü edilen gen projesi arasında gizli bir bağlantı bile söz konusu olabilir. Genom projesiyle AB’nin Türkiye’de suni azınlık yaratmayı esas alan uçuk taleplerine bilimsel gerekçe üretilmiş olabilecektir. Sosyal çözülmeler yaratmak Toplumların benzerliklerini perdeleyerek farklı yanlarını ve ayrıntıları ön plana çıkarıp sosyal çözülmelerin önünü açmakta bu tür projelerin bir başka amacı olabilir. Kitleleri birbiren düşürmek Barış içinde bir arada yaşayan kitleleri birbirine düşürmek, ulusal sınırların laboratuarda üretilmiş ırkı ve etnik yapılar doğrultusunda yeniden çizilmesini sağlamak. Ülkeler’in kendi içlerine kapanmasını sağlamak Özellikle imparatorluk mirasçısı olan Türkiye gibi ülkeleri etnik/ırki çelişkilerle uğraştırarak kendi içine kapanmasını sağlamak ve hatta ayrıştırma başarılı olursa kontrol edilebilir etnik temelli küçük devletçiklere dönüştürmek. “Genom” milli değerleri yıkma sürecinin son aşamasıdır. Türkiye’de son zamanda milli olan her şeye şuursuzca saldıran sayısız yazar/ gazeteci ve düşünür türemiştir. Bunlar Türkiye için değerli, kutsal, milli, etik bulunan her şeye saldırarak halkta moral bunalımına neden olmaktadırlar. Gerçekte yapılan psikolojik bir savaştır. Bu savaşı klasik savaştan ayıran askerle ve silahla değil kavramlarla yapılmış olmasıdır. Örneğin Türklerin meşhur “Oğuz Kağan Destanı”ndan bugüne, nesillerin nesillere aktararak getirdikleri bir “vatan”ın kutsallığı algısı vardır. Bunun için Türkün olduğu her yerde önce yüreklere sonra da dağa bayıra her yere “Önce vatan” yazılmıştır. Vatan uğruna ölen evladının ardından bir baba çıkar ve “oğlumu uğruna kaybettim. Vatan sağ olsun” der. Bu duyguyu yenmek ve halkın nezdinde gözden düşürmek için sureti haktan görünen türlü çeşit gayret sarf edilmektedir. Bir gazete yazarı vatana ihanetin sağlayacağı yararları bir İspanyol yazardan alıntı yaparak şöyle ifade eder: 204 “Vatan tüm kötü alışkanlıkların anasıdır: İlletten tedavi olmanın en hızlı ve etkin yolu onu satmak, ihanet etmektir; nasıl mı satmak? İster pahalı ister bedavaya; kime mi? En yüksek peyi kim sürerse ona; ya da, verip kurtulmak ağulu armağanı, onu hiç bilmeyene, bilmek de istemeyene; ister zengine ister yoksula, umursamazın tekine ya da bir aşığa; salt ihanet zevki yeter; bizi belirleyen, bizi tanımlayan, istemeden bizi bir şeyin sözcüsüne dönüştüren; üstümüze bir yafta yapıştıran, bize bir maske yakıştıran ne varsa ondan sıyrılma zevki uğruna… Haraç mezat satmak her şeyi; tarih, inanışlar, dil; çocukluk, manzaralar, aile; fırlatıp atmak kimliğini, sıfırdan başlamak; Sisyphos olmak, aynı zamanda, kendi küllerinden yeniden doğan Anka kuşu”. Bu yazar aktardığı bu sözlerden sonra “önce vatan” ilkesini sistemimizden dışarı atıp atamayacağımızın ne kadar önemli olduğunu altını çiziyor. Vatan seni seviyor mu? Bir başka meşhur düşünürümüz (!) de şöyle diyor; “İnsanı zorla askere alıyorlar, Afganistan’a yolluyorlar. ‘Vatanını seviyorsan’ diyorlar. ‘Sevmiyorum’ derse ne olacak? Siz vatanı seviyor musunuz? Ben yaptığım işi seviyorum. İnsan yaptığı işi seviyorsa, bir de ‘vatanı sevmek’ diye ayrıca bir meslek çıkmaz ortaya. Vatan sevmek bir meslek midir Allah aşkına? Bir de ‘Vatan seni seviyor mu?’ diye sorarlar adama”. Bu düşünür (!)bir mülakatta sorulan “Milliyetçilik ne demektir?” sorusuna Oscar Wilde’dan şu alıntıyı yaparak cevaplandırmıştır: “Her alçağın son sığındığı yer milliyetçiliktir”. Bu anlı şanlı (!) yazar ülke ve millet sevgisiyle dolu, zamanını üretmekle geçiren, kütüphane ve laborotuvarları mesken edinmiş, ecdatının mirasına saygılı, diline ve inanç değerlerine bağlı olmayı milliyetçilik olarak algılayan insanlara bile dolaylı da olsa “alçak” deme hakkını kendinde görebilmektedir. 205 Milletçiliğe karşı dünya vatandaşlığı “Millet herhangi bir insan kümesinden neden daha değerli olsun?” diye sorarken bir diğeri “milliyetçiliğin iyisi yoktur” diye yazar. Milliyet, milliyete bağlılık bilinci, milli devlet ve milli egemenlik aşağılanırken onun yerine konulması gerekenler üzerinde de kafa yoran bir başka aydınımız erkekçe (!) bir çıkışla “milliyetçiliğe karşı dünya vatandaşlığı”nı önerir. Birisi çıkıp da kendi ülkesinin vatandaşı olmayı beceremeyen birisinin dünya vatandaşı olmayı nasıl becereceğini soracağını ise hiç aklına getirmez. Kuşkusuz bütün bu çabalar entelektüel egzersiz olsun diye yapılmamaktadır. Millet, milliyet, milliyetçilik, vatan vb. kavramların tahribinin ardından son aşama olarak Genom Projesi ile de “Türk diye bir soy yoktur” siz “kendinizi yanlış tanıyorsunuz, aslında siz Afrika’dan Mao Mao ya da Hutu kabilesinin ilk reisinin torunlarısınız” demeye getireceklerdir. Ardından da vatanınız dünya, milletiniz bütün insanlıktır; bulunduğunuz topraklara gelince işte oralar bulunmanız gerekli olan topraklar değil! Nitekim Genom ve benzeri projelerle eş zamanlı olarak Türkiye’de Türklerin yüzdesi de verilmeye başlanmış, milliyetçilik sözü edilen projenin varsayımlarına göre yeniden Türklük’ün tanımlanması ortaya atılıp önerilmeye başlanmıştır.Türk’lüğe vurarak Bu cağrafyanın umum ismi olan “Türk milleti” ninde itibarı zedelenmek istenmektedir. Ki bizim Türklük anlayışımız Mimar Sinan’ın Türklüğüdür. Etnik köken farklı bir şeydir. Milliyetçilik başka, milletçilik başka bir şeydir. 206 GENOM Projesi neyi amaçlar? Genom, ABD’nin dünyadaki en büyük güç olma savaşının en büyük silahıdır. Yakın geçmişte SSCB’nin evrensel iddialarından ve kapitalizmin lideri ABD’yle rekabetten çekilmesiyle dünya tek kutupluluğa mahkûm hale gelmiştir. Neredeyse bütün ülkelerinin günümüzde egemenlikleri, meşruiyetleri, etkinlikleri ve varlıkları tek küresel güç olan ABD’ye bağımlıdır. ABD’ de tarihin kendisine sunduğu bu eşsiz tek güç olma fırsatını sürekli kılabilmek için elinden geleni yapmaktadır. Bu bağlamda tek küresel güç olmanın sağladığı stratejik, askeri ve politik üstünlüğünü dünyanın herhangi bir köşesinde tehdit edecek bir bloklaşmanın ya da bütünleşmenin ortaya çıkmasını engellemeyi birinci stratejik hedef olarak almıştır. Bu bakımdan bölgesel güç olabilecek ülkeleri etnik, soy, dil, mezhep, ideoloji vb. yönlerden ayrıştırarak güçsüzleştirmektir. İşte “Genom” bu amacı gerçekleştirecek çok güçlü ve bir o kadar da tehlikeli stratejik bir saldırı projesidir .Bir başka deyişle Milli Devletler’e yönelik ırkçı saldırıların başlangıç aşamasıdır. Türkiye kendi genlerini AB/ABD/Yunan/Ermeniperest olmayan, kendisini “Dünya Vatandaşı” değil Türk vatandaşı olarak gören fikir namusuna sahip bilim adamlarına emanet etmelidir. Gen araştırmalarını Türkiye’ye karşı silah olarak kullanmak isteyenlere karşı kendi argümanlarını bizzat kendi bilim adamlarına hazırlatmalıdır. Artık birileri bu konuda da “Değmesin mabedimin göğsüne namehrem eli” demek cüretini göstermelidir. 207 İnsan Genomu Projesi Organizmayı oluşturmak için gerekli bilgilerin toplamına genom diyoruz. Bir diğer tarifle, bir hücredeki genetik materyalin tamamı o organizmanın genomunu oluşturur. Resmi olarak Ekim 1990’da başlamış olan insan genom projesi (İGP), uluslararası niteliğe sahip olup insan kromozomlarının fiziksel haritasının çıkarılmasını, sayısı yaklaşık 100.000 adet olarak tahmin edilen insan genlerinin keşfedilmesini ve bu sayede bu genlerin daha ileri biyolojik çalışmalar için ulaşılır kılınmasını amaçlamaktadır. Günümüzde, tedavisi henüz olanaksız 3000’den fazla genetik hastalık milyonlarca insanın yaşamını etkilemektedir. Bu tip hastalıklardan sorumlu genlerin yapısının aydınlatılması ile “işlevi bozuk” genler için “düzeltmelerin” yapılabileceği, hastalıkların önceden teşhisi ve tedavisinin mümkün hale geleceği tartışmaları, bu projenin başlatılmasındaki en önemli etken olmuştur. İyiniyetli çalışmaların dışında biyolojik silahlarında gündem oluşturması bu proje ile ayrıca gündeme girmiştir. Sadece genetik tespit değil, aynı zamanda kan dokusundan hareketle, özel ilaçlar çıkarılıp hastalıklar üretilebilir. özel hastalıklardan yola çıkılarak ırkî anlamda tespite yardımcı olacak sonuçlara ulaşmanın mümkün olabileceğini vurguluyor. Örneğin, ailevi Akdeniz ateşi Araplar, Ermeniler, Yahudiler ve Türklerde ağırlıklı olarak görülüyor. HLA B5 Behçet hastalığı, B8 diyabet hastalığı taşıyan doku gruplarından. 208 Ezoterik bilgilerden parapsikolojiye Tibet Budizmi, Zen Budizmi, Sufizm ve Yoga gibi öğretilerin içerikleri, Batı da tam anlamıyla bilinmiyor. Bugün, zihnimizin normal çalışmasının dışında, sezgiye dayanan bilince sahip olduğumuz kabul ediliyor ve insanın akıl ile sezgiye dayanan kabiliyetleri arasındaki fark inceleniyor. Dini ve mistik batıni sistemlerdeki meditasyon ve vecd ise batıda yeterince bilinmiyor. Bugün modern bilimin ortaya koyduğu madde ve enerji kanunları, medeniyetimizi oluşturuyor. Ancak bu kanunlar yalnızca maddeye ilişkin ve canlıların duyumlar dışı yeteneklerine cevap bulamıyor. Bu nedenle, bir grup bilim insanı metafizik ve mistik öğretilerden yola çıkarak, dünya yaşantısının bir hayalden ibaret, bir rüya hali olduğundan yola çıkarak sezgileri inceliyor. Yeni bir bilim dalı olarak kabul edilen ve giderek gelişen Parapsikoloji, eskinin batıni öğretileri ve bilgilerini, modernteknolojik cihaz ve vasıtalarla inceliyor. Londra Üniversitesi King´s College Matematik Profesörü John G. Taylor, şöyle diyor; ´Zihin ihtilalinin yarı yolunda bulunduğumuz anlaşılıyor. Daha parlak gelişmeler olacak. Zihnin yeni anlayışı; insanın hislerini, hareket tarzlarını yahut zekasını kontrolde güçlü metotlar meydana getirdi. Biz şimdi birçok zihin halini, hemen hemen bütünüyle, fiziki vasıtalarla kontrol edebiliyoruz.´ Günümüzde insanların zihnine çeşitli araçlarla (gazete, kitap, radyo, internet ve televizyon) ulaşma imkanı sınırsız ve kontrolsüz 209 bir halde. İnsan denilen biyolojik varlık, çok kolay programlanabilmekte. Okült (batıni, gizli) bir bilgi olan teknomaji´nin (teknik büyü) sırları da son 300 yıl içinde insanlar tarafından çözülmüş durumda. Bu bilgi yığını korkunç silahları da beraberinde getirdi. Teknokrat, bilim adamı ve askerlerden oluşan bir grup, bu güçlerin kontrolünü şimdi elinde bulundurmakta. Son 25 yıl, parapsikoloji ve psikotronik gibi adlar altında psikomaji´nin (ruhsal büyü) uygulama alanına konulduğu yıllar oldu. Hedef insan zihinlerini kontroldür. Geleceğin insanının-hatta günümüzün-kaderini; psikologlar, psikiyatristler, nörologlar, nörobiyologlar, biyokimyacılar, kuantum fizikçileri çiziyor.´ İllaki uyuşturucu ABD’nin Nikaragua’da, El Salvador’da Guatemala’da Orta Amerika’nın diğer ülkelerinde. Ortadoğu’da ve Afganistan’da çok ciddi örgütlenme çalışmaları olduğu artık bilinen bir gerçek. Özellikle Vietnam savaşından itibaren bu gerçek daha da açığa çıktı. Yani ABD’nin dünyanın uyuşturucu şebekelerini örgütlemesi, bunun yani sıra Afganistan’da SSCB’ye yönelik savaş döneminde oradaki örtülü mücadeleyi uyuşturucu parasıyla finanse etmesi, bu doğrultuda Pakistan istihbarat örgütünü de kullanması, bilinen gerçeklerdir. Ülkemizin bulunduğu coğrafya üzerinde yasadışı uyuşturucu madde trafiğinin ana hatlarıyla tek yönlü bir seyir izlemediği görülmektedir. Ülkemizin doğrudan etkilendiği Avrasya uyuşturucu trafiği, kendi aralarında kollara ayrılmış, Balkan Rotası, Kuzey Karadeniz Rotası ve Doğu Akdeniz Rotası olarak şekillenmiştir. Türkiye, sözü edilen uyuşturucu yollarının tam ortasındadır. Bütün bu uyuşturucu trafiğinin olduğu hatların ise aynı zamanda terör bölgeleri olmaları ise manidardır. Heleki ülkemizin belası Pkk’yı bu noktada hatırlamakta fayda görüyorum. 210 Çözüm yolu üzerine Soğuk toplumsal gerçeklik içinde, sevginin sıcaklığını yitirmemek için verilen bir mücadelenin anlamı olduğunu düşünüyorum. İnsanları kendilerine yabancılaşmaktan kurtarmalı ve insanların gerçek anlamda insani bir öze dönmeleri sağlanmalıdır. Yok edici kapitalist tüketime, verilecek en güzel yanıt böylesi mücadeledir. Bağımlılık yaratan maddelerden ve bu maddelerin gençlerimize olan etkilerinden kurtulmak, insanlık dışı eşitsizlik ve haksızlıkları ortadan kaldırmakla mümkündür. Kapitalist üretim ve paylaşım sisteminin artık olmadığı, insanın insanı sömürüsünün yok olduğu zaman insanlık için tarih öncesi dönem kapanmış olacaktır. Kapitalizmi ve emperyalizmi aşmaya yönelik mücadelenin başarısı, sadece barbarlığa son vermek için değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak için de gereklidir. Ve Herotürk! Yaş ortalaması 50’li yaşlarda bulunanlar arasında sanırım amerikan çizgi romanlarından dilimize uyarlanan çizgi kahramanlarının maceralarını okumayanımız yoktur. Özellikle 70’ li yıllarda hepimizin birer model çizgi kahramanı vardı. İletişim araçlarının henüz ülkemize gelmediği o yıllarda, birçoğumuz okumayı dahi o sözde kahramanların maceralarıyla öğrenmişti. Texas, Tommiks, Zagor, Swing vs gibi çizgi roman kahramanlarıyla yatıp, yine onlarla kalkıyorduk. Her geçen onlu yıllar dönemin çocuk ve gençlerini etkileyen kahramanlarla kendini yineledi durdu. Haryy Potter’li günlere uzandık geldik. Böylece çocukluk günlerimizde bir taraftan eğlenirken, diğer taraftan da o ülkelerin kültürü, bakışı açısı ve düşünce şekli bilinçaltımıza işleniyordu. Zaman içerisinde kültür dayatılmış etmenin şekli veyapısı değişti. O zaman çizgi romanlarla empoze edilen yabancı kültür, bugün iletişimin gelişi211 mine bağlı olarak başka başka araçlar aracılığıyla empoze edilmeye çalışılmaktadır. Kültür emperyalizmi aynı zamanda kültür endüstrisine kilitlenerek bu uğurda ülkenin ciddi orandaki dövizini de alıp götürmektedir. Ancak bugün dahi, özellikle çocuklar için çizgi roman ve filmlerin etkisi gözardı edilemez. Bugün dahi 3 yaşına gelen çocukların ilk izledikleri çizgi filmler ile beyinlerde oluşturulan rol model tiplemeleri daha ileriki yaşlarda ise diğer ürünler ile pekiştirilmektedir. Günümüzde de çocukların yeni nesil çizgi kahramanları vardır. Bu kahramanların sadece adları ve işlevleri değişmiştir. O zaman da, bugün de sözde çizgi kahramanlar ile kültürümüze sızma ve dejenere etme çabaları sürmektedir. Batı kökenli çalışmalara salt karşı çıkmak adına itiraz etmiyor; tek yanlı kültürel beslenmenin çocuklar üzerindeki olumsuz etkisinden bahsediyoruz. Biz de bu arenada yer alarak kendi çocuklarımıza, onların üzerinden de tüm dünya çocuklarına bizimde söylenecek sözlerimiz var demek istiyoruz. B u gerçekten yola çıkarak çocuklarımız için; HeroTürk Çizgi Romanı, HeroTürk Romanı, ve HeroTürk Tiyatro Oyunu’nun hazırlıkları tamamlanmış bir yandan da çizgi film çalışmalarını sürdürmekteyiz. Söz konusu eserlerle ilgili tanıtım ve kamuoyunun bilgilendirilmesi de devam etmektedir. Bu noktada “Duyan duymayana söylesin” tercih ettiğimiz yöntemdir. Burada kısaca HeroTürk Projesi’nde izlenen amaç, yöntem ve karakterlerden de kısaca söz etmek istiyorum. Bu projedeki amacımız, Ülkemizin birlik ve beraberliğe, dünyanın barış ve adalete ihtiyaç duyduğu günümüzde; yüreğinde ecdadının hissiyatını, aklında evrensel değerleri, batının ilim refleksiyle bir tutup, onları bir haznede harmanlandıran, kısaca milli-manevi değerlere sahip, yeni nesil bir kahramanın çocuklarımızca rol-model olarak benimsenmesini sağlamaktır. 212 MİSYONUMUZ Avrasya isimli coğrafi bölge başta olmak üzere; yeryüzünde yaşayan her insana, meşru olan her fikre, her inanca, her ideale aynı yakınlıkla duran, kendini toplumların parçaları ile değil, dayanağını başta bu ülkenin geleneksel bağlarından alıp sonra da evrensel değerlerin bütünlüğü ile ifade eden, pozitif aklın, sağlam inancın, uzak ideallerin rehberliğinde barış ve adalet politikaları izleyecek olan uluslar arası uzlaşmacı bir kimlik haraketi oluşturmaktır. Bölge devletleri ve halkları ile milletimizin arasındaki tarihe dayalı bağlantıları modern bir algı ile yeniden sağlam bağlarla tesis edip bu uğurda gelecek nesillere örnek teşkil edecek değişim takviminin sayfalarını hazırlamaktır. Hedef meşgalemiz; adı geçen coğrafyada yaşayan her bir bireye toplumumuzun ülkülerinin ve inancının temel dinamiklerini zinde bir ruh, sarsılmaz bir inanç, sonsuz fedakarlık ile aktarmaktır. VİZYONUMUZ Başta bütün insanlığı ilgilendiren sosyal refleksler eğitim, çevre ve sağlık konularında olmak üzere özellikle ana faaliyet konusu olan çocuklar ve gençliğin bilgilendirilip eğitim ve öğrenimlerini bu doğrultuda gerçekleştirerek insani irtibat hususu ile toplumlar arası diyalog vasıtaları oluşturulacaktır. 213 Ortak paydalar temin etmek üzere oluşturulacak her bir organizasyonda hareket şiarının temel prensibi; bölge insanlarından oluşturulmuş olan istişare kurullarıyla belirlenmiş olan hedefler etkisi tüm insanlığı kapsayacak şekilde eyleme dönüştürülüp genel manada faydacı gayeler elde edilecektir. HeroTürk Projesi’nde yer alan eserlerdeki her macerada bizim kültür ve inanç kodlarımıza uygun yeni bir temanın takipçiliğini yapacağız. Eğitim, çevre ve sağlık gibi insanlığın ortak teması olan konuları, güncel hikayelerle süsleyip, sosyal sorumluluk projelerine dönüştürmek için ergonomik ve rantabl aksiyonlar, formüller üreteceğiz. Örneğin; “Türkiye’nin 7 bölgesine 7 çocuk hastanesi” projesi kampanyasını da bu çerçevede hayata geçireceğiz. “Türk” temasından maksadımız, ırkçı bir yaklaşım değildir. Bizim Türklüğümüz Mimar Sinan’ın Türklüğü’dür. Etnik köken esas değildir. Başkahramanımız Ertuğrul’un annesinin Bitlis kökenli bir Kürt, babasının da Tokatlı Çerkes ailelere mensubiyeti, bu tavrımızın çıkış noktasıdır. Türklük, bu coğrafyanın 1000 yıllık şemsiyesinin adıdır. Türklük, insan isimli canlı türünün insancıl markasıdır. Bizim Türklük anlayışımız: barış, adalet, ilim ve irfandır. Eserde; Niko, Chen, Widmark, İbosanjo, Esta gibi değişik ırk ve milletlerden oluşan yan karakterlerimizle de, hikâyelerimizde. 214 “Yüzyılın İyilik Takımı”nı kurmayı ilke edindik. Bize ait değerlerin tarihi köklerine de vurgu yapacak şekilde, çocukların hoşuna gidecek fantastik maceralar içerisinde, hikâyenin akışına uygun, kilit noktalara serpiştirerek bilinçlerinde yer edinmesini sağlamak istiyoruz. Olaylar dün, bugün ve yarın üçlemesinde ele alınacaktır. Günümüzdeki güncel bir olaydan yola çıkılarak, tarihin dip konularına atıflarda bulunmak ve gelecekle ilgili vizyon oluşturacak, kendi zamanına göre ileriyi öngörebilen, ilericimodern çizgiler taşıyan bakış açıları sergilemek istiyoruz. Bu amaç, bakış açısı ve yöntemlerle hazırlanan eserler geleceğin Türk çocukları için hazırlanmış ve beğenilerine sunulmaya hazır hale getirilmiştir Çocuklarımıza kendi kültür değerlerimizi anlayabilecekleri bir dil ve üslupla anlatarak, gelecek kuşaklara milli kültürümüzü taşımayı amaçlayan HeroTürk Projesi’ne desteklerinizi bekliyor, saygılar sunuyorum. 215 216
© Copyright 2024 Paperzz