tc izmir idari yargı adalet komisyonu memur sınav, atama ve nakil

2071 YOLUNDA,
ÇOCUK VE GENÇLİK STRATEJİLERİ
Eser: 2071 Yolunda Çocuk ve Gençlik Stratejileri
Yazar: Fehmi Demirbağ
Editör: Sevim Meral
Bilgisayar Uygulama: Ali Koca
Matbaa: Matbaa: Çalış Ofset Matbaacılık Turizm San ve Tic. Ltd.
Şti. Davutpaşa Cad. Yılanlı Ayazma Sok. No: 8 Davutpaşa-Topkapı/ İstanbul. Tel: (0212) 482 83 96
Baskı Tarihi: Temmuz 2014
ISBN: 978-605-62913-8-8
İletişim:
2071 MİLLİ GENÇLİK DERNEĞİ
Tercüman Sitesi No: 9/A Giriş kat Cevizlibağ/Topkapı-İstanbul
2071 YOLUNDA,
ÇOCUK VE GENÇLİK STRATEJİLERİ
EFOR
4
KÜLTÜREL DÖNÜŞÜM
“Kendi çocuklarına kıyan toplumlar, kendi çocuklarını iyi yetiştiren toplumların kölesi olurlar!”
Hacı Bayram-ı Veli
Suriye ile savaş mı? PKK ile mi yoksa? Sokakları işgal eden ahlaksızlığa ne buyurursunuz? Bonzai, Ensest, LBGT!
Oluşan karşı cepheden haberdar mıyız? Vatikan yalnızca bir
teolog makamı mı? Bir çırpıda yüzbinlerce soru sorabilirim. Cevabınız hazır mı asıl soruya; musalladan sonra! Yoksa muhteşem
sülümanın cariyeleri ile ilgili gazve daha mı cazibeli?
Animez tv
Baby First
Baby TV
Cartoon Network
Disney Channel
Disney Junior
Disney XD
Duck TV
JOJO
KidsCoşı
Kidz TV
5
Luli
Minika ÇOCUK
Minika GO
Nickelodeon
Nickelodeon HD
Nick Jr.
Planet Çocuk
Smart Çocuk
TRT Çocuk
Yumurcak TV...
ÜLKEMİZDE çocuklarımızı emanet ettiğimiz TV kanalları...
Çoğu yabancı kanallar...kanal kurmaktalar, kendi kültürlerine Müslüman Türk çocuğunu kanalize etmek için...Yerliler mi? Tamamen
yersizler...
Maarif?!
ve marifetli dershaneler!
...
Sahi çocuklarımızı kim yetiştiriyor?
Ya da bu çocuklar kimin?
...
Adem varlık alanına sorumlu bir şahsiyetve yaratılmışların
şereflisi olarak olarak sürüldüğünde, yanı başında‘sükun bulması’ için yaratılan eşini buldu.
Meleklerin secdesi ile değerleri alemlere duyurulan bu aileye cennet mekanı ve tek istisna ile sınırsız nimetlersunuldu.
Adem ve eşi sonsuzluk/doymazlık histerilerine kapılıp ‘yasak ağaca’ yaklaşınca ‘inin oradan’ (ihbitu) uyarısı/cezası ile mekan
değişikliğine uğratıldılar.
6
Yeryüzünde şaşkın birer sürgün olarak dolaşırlarken vahyin klavuzluğu ile ikinci kez yerleşikliği öğrendiler.
İnsanlığın ilk adresinde meskun hayatı başlattılar.
Dağların ve taşların yabaniliğinden, denizlerin ve çöllerin
ilkelliğinden eşyanın isimlerini öğrenerek fıtrata paralel davranışlar geliştirdiler.
Ateş yakmayı, düğüm atmayı, sayı saymayı, toprağı eşmeyi öğrendiler.
“Baharın, yazın, güzün, kışın sırrına erdiler. Cennetten yeryüzüne gölgeler düşürdüler.”
Rablerinden aldıkları kelimeler ile eşyaya şekiller vermek ve eşyayı kullanmak gibi pratik ihtiyaçların ötesinde eşya ile bir, mana
dili de geliştirdiler.
Eşyanın bir amaca mebni tasarrufundan kaynaklanan bu ontolojik dil ete ve kemiğe bürünüp zamana ve mekana yayılınca
da ‘şehir’ oldu.
İnsan şehir adlı beşiğin kaldırımlarında emekleyen bir bebek;
şehir ise insanın kucağında ninniler ile büyüyen bir insan oldu.
İnsanın kadim yürüyüşü devam ettikçe şehirler isimsiz okullar gibi insanlar yetiştirdi, gökten yere yıldızlar buyur etti, medeniyetler
biriktirdi.
İnsan kendisine okul olacak şehirler kurdu; şehirler kendisine
mimar olacak insanlar yetiştirdi.
Şehirde farklı tarzı, davranışı, algısı ve aklı ile örnekler çoğaldıkça çoğaldı.
Şehirler toplumsallaşmanın araçları olarak bir çağdan bir çağa
nesiller yaratırken insan teki de hem cinslerinin arasında duyguyu,
düşünceyi, eylemi öğrendi. Şehir akademiler, mektepler, medreseler ile insana bağrını açtı; insan ise bir gözü ile şehrin mürekkebini
yudumlarken diğer gözü ile şehrin ana arterlerinden kılcallarına
mürekkep taşıdı. İnsan şehir üzerinden mensubiyet şuuruna ait güven dalgaları ile aklını ve kalbini olgunlaştırdı.
7
Şehir üzerinden şubeleşen, farklılaşan, rengarenkleşen insan,
şehrin yollarından başka şehirlere yollar tüketti.
Bazen şehirlerden şehrine, heybesinde hayat yüklü kelimeler ile bazen de kılıcında kan lekeleri, yüzünde yabancı çizgiler, ağzında
elfaz-ı küfr döndü.
Şehir onu besliyor o şehri besliyordu.
İnsan yasak ağacı yoklayıp ayıp yerleri ile ulu orta yerde dolandıkça şehir yapraklarını bedenine doluyor; ona bir biçem, bir içerik
kazandırıyordu.
Şehir insana takva elbiseleri giydiriyor, süs kazandırıyor ya da
şehir insanın elbiselerini sıyırıp çirkin yerlerini göstererek cennetten uzaklaştıran belalar veriyordu.
İnsan kah İbrahim ve İsmail oluyor, Kabe’nin duvarlarını yükseltiyor, ziraatsiz ölü bir vadiye şehir tadında can suyu akıtıyordu;
kah fil ordularının sahibi oluyor, ya da Haccac oluyor Kabe’yi, kutsal şehri yağmalıyor, bombalıyordu.
An oldu şehre uzak kaldı insan ya da şehirden uzaklaştırıldı.
Sanki irfan ve hikmet yüklü bulutlar çekiliyor da üzerinden kupkuru dudakları kalbinden ve ruhundan akıp yüzünde birikiyordu.
İlahi ruh dokununca çarşısına, mabedlerine ve sokaklarına,
barış ve esenlik yurduna dönüşüyor, aziz bir belde oluyordu şehir.
İblis ve karanlığı kollayan fesad şebekesi dolduğunda ise bulvarlarına şehrin, kan kokuyordu buhur yerine geceler, dikenli fısıltılar akıyordu
çatılarından çok katlı evlerin.
Şehir insanın yeteneklerini sunduğu bir platformdur, sahnedir.
Mağaradan gölgeler yansır bazen şehrin perdelerine. Bazen sicim
suretinde gözyaşları ıslatır şehrin elbiselerini, dekorunu. Bazen de
onurlu okuyucular doluşur orta yerine zamanın ve ‘Ve La Ğalibe
İlla Allah’ derler.
Bir köşesinde şehrin günah çukurları ve arkaik zebunlar; diğer
köşesinde şehrin gülden terazi tutan ve gülü gülle tartan gül adamlar vardır.
8
Camilerinde şehadetleri dinin temeli ezanlar, gökdelenlerinde
ise kibrin ve tuğyanın silüetleri.
Şehirler de insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. Göğsünde
arzın derin nefesler ile vücut bulurlar. Yekinir yer tutarlar; tezler geliştirir, fırtınalar koparırlar; bağrından cemiyetin adam suretinde
adanmışlar büyütür sonra da her canlı gibi ölürler.
Şehirler yaşlanırlar; amansız beden sancılarına yenik düşerler;
felaketler ile yerle bir olur ve ölürler. Ama en acısı, şehre gözyaşları
döktüren, şehrin iniltilerini yedi kat semaya kavuşturan ihanet sonrası ölümlerdir…
Şehrin naçizane kayıtları, evrakları, salnameleri vardır. Gözleri
üzerindedir insanın, kulakları keskindir; makinalı gibi tararlar zamanı. Zerre kadar iyiliğe ve zerre kadar kötülüğe duyarlı gelişmiş
aygıtları olmasa da bir hafızası, kalemleri, aziz yazıcıları ve arşivi vardır şehirlerin.
Hakikate körleşen ve sağırlaşan insanın hallerini yazıp durmaktadırlar.
Hakikatin kitabını terk edilmiş bırakanları ve hakikatin onurlu
okuyucularını kıytırık beyaz yakalılara, teknokrat kırmalarına değişenleri satır satır yazmaktadırlar.
Gözlerini din gününe çevirmiş, insanı adl-i ilahiye şikayete kilitlenmişlerdir.
Gözlerine mil çekilmiş hüzünlerden ahirete uzanan inanç tadında bir bekleyiştir bu.
Hakkı ve sabrı tavsiyeleşmekten uzaklaşan insanın yaşattığı bir
kahır yüküdür bu.
Şehrin bereketini bodrum katlarında, eğlence salonlarında,
gece kulüplerinde tüketerek yıpranan, dahası, tüketerek adamlaşacağını zanneden insanın tereddi hallerine bir şikayettir bu.
9
Yakın geçmiş ve kirlenmiş günümüz
Bazı kelimeleri zikrederken insanın içini ince bir sızı yoklar. Yan
yana dizilen birkaç harften meydana gelen bu kelimeler yaşanmışlıklardan mütevellit hasreti, kederi, buruk bir sevinci ifade ederler.
Modern yaşamın değirmeninde öğüttüğü mahalle hayatı ve
kültürünü de ne yazık ki “eskiden” kelimesinin öncülük ettiği cümleler tarif eder.
Eskiden İstanbul’da muhabbeti dışarı sızdıran ahşap evleri,
sevgiliye el sallayan neşeli cumbaları, anahtar delikleri paslanmış
tahta kapıları, billur sular akıtan cömert sebilleri, bir ok işareti gibi
semayı gösteren haşmetli minareleri ile sabah-ı şerifleri tatlı bir telaşla karşılayan mahalleler vardı.
Asude çınar ağaçlarının gölgelediği bu mahallelerde nikâh,
ölüm gibi çeşitli sosyal halleri tanzim eden imamların yanı sıra veresiye tutmaktan erinmeyen emektar bakkallar, henüz ekmekleri
bozulmayan hünerli fırınlar, kedisini ihmal etmeyen müşfik kasaplar, makasına altın bir bilezik gibi ehemmiyet veren mâcit berberler,
tenhalardan perva etmeyen cesur bekçiler ve en nihayetinde “yârin
yanağından gayrı ” emeği-ekmeği, neşeyi-kederi; hülasa koca bir
hayatı paylaşan sadık komşular bulunurdu. Kendi söküğünü dikemeyen terzileri de unutmamak lazım. Terzisinden imamına kadar
söz konusu mahalle sakinlerinin hayatları iç içeydi.
Birbirinin sosyal ihtiyaçlarını alçakgönüllülükle karşılayan
bu insanların komşuluk münasebetleri akrabalık bağlarının bir
adım önündeydi.
Mahalle hayatı ve kültürünün menbâsını oluşturan paylaşma,
yardımlaşma, dayanışma gibi hasletlerden meydana gelen insani ilişkilere hayati bir zaruret atfedilirdi.
Mahallelerin sokak dokusunu, çoğu zaman hoşgörü esasına
dayanan mahalle münasebetleri tayin ederdi. Başkasını rahatsız etmediği sürece sokağın ortasında hane inşa etmeyi bile makul gören
bu hoşgörü mahremiyeti muhafaza eden çıkmaz sokakları vücuda
getirirdi.
10
Herkese geçiş hakkı tanıyan kavisli sokakların aksine çıkmaz
sokaklar sadece bir veya birkaç haneye penâh olurdu. Genellikle bir
veya iki kattan oluşan bu hanelerin yükseklikalçaklık bakımından
birbirine paralel inşa edilmesi de tesadüf değildi. Bu paralellik hane içi hayatın ifşasını önleyecek bir tedbir niteliği taşırdı. Hanelerin
dışarıya açılan kapılarının birbirine mukabil gelmemesi de bu mahremiyete gösterilen ehemmiyeti tezahür ederdi.
Günümüzde, kendine mahsus bir kültür meydana getiren eski
mahalle hayatının izlerine ne yazık ki sadece fiziki yapılarda rastlamak mümkündür. Buram buram hanımeli kokan kavisli sokaklardan
yükselen zerzevatçı nidalarını, kapı eşiğinde yapılan ikindi sohbetlerini, misafir yolunu gözleyen aralıklı kapıları, düdük öttüren telaşlı
bekçileri, birbirine yardım etmekten imtina etmeyen kadirşinas sakinleri tahassür eden İstanbul, mahalle hayatı ve kültürünü ancak
eski zamanlarda tahayyül ederek teselli bulmaktadır.
Mahalle sakinleri
Mahalle hayatını oluşturan en önemli unsurlardan biri de sakinler arasındaki komşuluk ilişkileriydi. Herhangi bir mahalle
sakininin karşılaştığı müspet ya da menfi bir olayın ceremesi veya
semeresini bütün mahalle paylaşırdı. Ölüm, doğum, evlilik, sünnet
gibi sosyal hadiselerin üstesinden hep birlikte gelinirdi. Ölüm olayı
karşısında acıya ortak olunur, yas evine cenazenin kaldırılmasından
ölü yemeğine kadar her türlü destek verilirdi. Biri mi evlendi, çeyiz
dizmekten düğün alayına kadar imece usulü herkes üzerine düşen
vazifeyi içtenlikle yapardı. Herhangi bir uygunsuzluk, usulsüzlük
karşısında ortak tavır alınır, mahallenin dirliği, düzeni el birliğiyle
sağlanırdı.
İstanbul’da komşuluk ilişkilerinin en renkli motifini kadınlar
oluştururdu. Zerzevatçı nidasını işittiklerinde merdivenleri telaşla
inerek sokağa yönelirlerdi. Akşam sofraya oturtulacak sebzenin en
iyisini seçmek için tablanın altını üstüne getirirlerdi. Sonra bir pa11
zarlık alır başını giderdi. Mutabakata varıldığında zerzevatçı, yükü
hafiflemiş bahtiyar bir şekilde sokaktan ayrılırdı.
Sıcak yaz günlerinde mahalle hanımları neredeyse her gün
birbirlerine sabah kahvesine, beş çayına veya akşam sohbetine giderlerdi. Sabah namazından sonra kahvaltı saatine kadar ev işleri
bitirilmiş olurdu. Hanımlar hayırlı işler dileyerek beylerini işe uğurladıktan sonra akşam yemeği için tencereyi ocağa koyarlardı. Zeynep,
Ayşe, Fatma hanımlar varsa yanlarına genç kızlarını ve gergeflerini
alarak onları bekleyen komşu haneye doğru yola koyulurlardı. Hane
sahibesi tarafından kapı eşiğinde güler yüzle karşılanan komşular,
kamelyanın gölgesinde dinlenen böreklerin başına buyur edilirlerdi. Böreklerden alınan lokmalar midelere bayram ettirirdi. Sonra
desenli fincanlarda köpüklü kahveler ikram edilirdi. “Ayol duymadın mı!” diye başlardı lakırdılar. Anlatılan hadiseler, havadisler
kahvenin de lezzetiyle keyiflere keyif katardı. Kahveler içildikten
sonra da fincanlar “Neyse halin çıksın falin” ifadesiyle açılmak üzere
çeşitli dileklerle kapatılırdı. Bahçenin başka bir köşesine öbeklenen
genç kızların ise muhabbetlerini genellikle beyaz atlı prensleri süslerdi. Dantellere atılan her ilmik onları çeşitli hayallere sevk ederdi.
Hanımların dillerinde yemek tarifleri, kızların ise “ bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya”.
Mesaisini tamamlayan beyler ise eve gitmeden önce kahveye
uğrar, tavlaya otururlardı. Kahvede demli çaylar ardı sıra servis edilir,
gazete sütunlarını meşgul eden memleket meseleleri konuşulurdu.
Çoğu zaman ateşli tartışmalara dönüşen memleket meselelerini
boşluğa bırakılan zarlar tatlıya bağlardı. “ Du şeşşşş! ” .
Sonra evli evine köylü köyüne…
12
Sıkıysa Avm’ den parasını sonra vereceğim diyerek bir ciklet isteyin!
Mahallenin yerleşik unsuru olmasa da esnaflar mahalle hayatının önemli unsurlarını teşkil ederlerdi. Bakkallar, fırınlar, berberler,
kasaplar, terziler… Her mahallede bulunan bu esnaflar mahalle sakinlerinin çeşitli ihtiyaçlarına cevap verirlerdi.
Peynirinden sabununa kadar çeşitli ev gereklerini bulundurdukları için mahallenin en uğrak yerini bakkallar oluştururdu.
Zeytinin etlisi, pirincin iyisi onlardan sorulurdu. Her geleni hoş
karşılamaktan, gül güle uğurlamaktan hiç yorulmazlardı. Küçük
çekmecelerinden veresiye defterlerini eksik etmeyen bakkallar, mahalle sakinleriyle aralarına maddi bir mesafe koymazlardı. İsteyen
her mahalle sakinine bu defterlerde hesap açarlardı. Veresiye defterlerinin her bir nüshasını aybaşına kadar birer senet gibi muhafaza
eder, aybaşı parası çıkışmayanları ise idare etmekten kaçınmazlardı.
Mahallenin ikinci uğrak yeri ise fırınlardı. Yemek öncesi kapısı çalınan fırınlardan gramını hiç şaşırmayan baklava dilimli sıcak
ekmekler alınırdı. Temizliğine ehemmiyet verilen fırınların bilhassa
ramazan aylarında bacası sahur vaktine kadar tüterdi.
İstanbul’da lezzetli yemeklerin yolu eli bıçaklı, beli peştamallı
kasaplardan geçerdi. Sabahın erken saatlerinde dövülmüş, kıyılmış,
kuşbaşı kesilmiş et sipariş eden mahalleliye kasaplar paket paket iyisinden sığır, keçi, kuzu yetiştirirlerdi. Aybaşlarında kasaplar pek
çalışırdı. Zira mahalleli genellikle aybaşlarında maaş alırdı. Her kasabın bir de kedisi vardı. Diğer kedilerin imrendiği kasap kedileri
önlerine atılan artık etlerle güzel bir ziyafet çeker, sağa sola yuvarlanıp keyif çatarlardı.
Kendi söküğünü dikmeye fırsat bulamayan terzilerin ise ellerinden iğne ve iplikleri düşmezdi. Kadın ve erkek terzisi olmak
üzere birbirinden ayrılan terziler, mahalle sakinlerine müzeyyen
13
kumaşlardan şahane elbiseler dikerlerdi. Bir elbise için bazen birkaç kez prova yapıldığı olurdu. Bu provalarda elbise diktiren kişiye
henüz ana hatları dikilmiş kumaş giydirilir, elbisenin bir kusurunun olup olmadığına bakılırdı. Burun ucuna kaymış gözlükleriyle
kumaşları inceleyen terziler bir kusur fark ettiklerinde iğnelerine sarılır, kumaşları iğnelerlerdi. Hasbıhalin ihmal edilmediği provalar
bittiğinde ise iş başına geçilirdi. Dikiş makinesinin kolunu güçlü bir
hamleyle çevirdikten sonra pedallara yüklenen terzilerin bedenleri
yorgun düşünceye dek bir ileri bir geri sallanırdı.
Osmanlı döneminde perukâr ismiyle anılan berberler mahalle
erkeklerinin saç sakal tıraşından sorumluydu. Düğün, bayram gibi
günlerde berber dükkânı hıncahınç dolardı. Herkes sırasıyla alınır,
özenle tıraş edilirdi. Kolları sıvalı, elleri usturalı berberlerden önce sakallar nasibini alırdı. Bilenmiş usturalar marifetiyle sakal tıraşı
yapılan yüzlere avuç avuç kolonya çarpılırdı. Kolonyayla sızlayan
yanaklara sinek konsa kayardı. Sonra saçlar… Hünerli parmakların
arasında tutulan saçlar tez canlı makaslarla kesilir, talep edildiğince
kısaltılırdı. Berberler gün boyu ustura ve makası ellerinden “Sıhhatler olsun”u dillerinden düşürmezlerdi.
Şehircilik anlayışımız, şehrin yalnızca beton yapısıyla mı ilgili
olmalı, hasılı? Şehirlerimize insaniyet kimliği vermek hangi makamın işidir, peki?
***
Bunun içindir ki önce çocuk dedik!
Önce gençlik dedik!
2071 yakın geleceğimiz! “Yeniden Büyük Türkiye” hedefinde, başbakanımızın açtığı yolda sadakatle ve kararlılıkla yürürken
yalnızca şehrin maddi yönünün (binalar-yollar vb) değil, şehrin insanlarının da yanında yer aldığımızı göstermek için ulusal bir tavır
sergiliyor, “2071 yolunda çocuk ve gençlik açılımı”nı BİR TEKLİF
OLARAK Türk Kamuoyunun takdirlerine arz ediyoruz. 14
YENİDEN BÜYÜK TÜRKİYE
İnsanlık tarihi; husumet ve bu husumete bağlı sonu gelmez çatışmaların, kanlı savaşların yaşandığı acı dolu sayfalardan ibarettir.
Bu savaş bir nevi; iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, hak ile batılın
arasında cereyan ede gelmiştir. Zalim ve mazlum kavramlarını ortaya çıkarmıştır savaşlar ki; galip ile mağlubun dışında! Biz Türklerin
İslam dairesine girdikten sonra batılının bizlere uyguladığı Haçlı
Seferlerini unutmamız mümkün değildir. Her ne kadar günümüzde diyalog ve hoşgörü kavramları yerli yersiz, uluorta kullanılmaya
başlandıysa da tarih bizlere karşı uygulanan zalimce sahifelerden
ibarettir. Enson yitirdiğimiz devlet-i Osmaninin akıbeti ise ortadadır. Cumhuriyet tarihimiz ise batılının entrikaları ile kapkaranlıktır.
2. Dünya Savaşından sonra kapitalist ve komünist dünya arasında
danışıklı oynanan soğuk savaş oyunları bittiğinde, dünya hükümranı olarak bir başına kalakalan kapitalist zihniyet, kendisine bu kez
hasım olarak eskimeyen düşmanını yepyeni bir şekilde dünya kamuoyuna ve pazarına sunarak azılı düşman ilan etmiştir. 11 Eylül
kurmacası ile bu oyunun startı verilmiştir.
15
Arkasından, yıllarca Kominist Rusların işgaline karşı destansı
mücadele gösteren Afganistan fiilen bu kez batılı şer odaklarının ağabeyi tarafından haksızca talan edilmiştir.Uyuşturucu tarlasına dönen
Mücahitlerin mevzii Hindikuş tarlası... Irak üzerinden fiili ve kültürel
olarak Arap coğrafyası… Arap Baharı adı altında romantik bir tezgahtır aslında! Suriye halkı kanlı iç savaş trajedisini hala yaşamaktadır.
IŞİD en yok! Türkiyem üzerinden oynanan oyunun oyuncusu
Komünist bir terör örgütü olan PKK ya ise Kürdistan hayali üzerinden bir başka böl-parçala-yut senaryosu uygulanmaktadır.
Arakan’da hunharca yakılan Müslümanların sızısı Batılının
fast-food köfte kokularından AVM koridorlarında ılımlı İslama konuçlanan bizlere ise ulaşamamaktadır. Sokak yaşamlarımızda; dinimizde ve geleneğimizde olmayan
kavramlar boy göstermektedir; Ensest ilişki, homoluk, lezbiyenlik,
zina, alkol, faiz…Dedikodu, gıybet, iftira, yalan söylemek günah
kabilinden değil sanki… Sokaklar dolusu ahlaksızlık terörü ile de
günbegün vurulmaktayız. “Oku” ile başlayan bir dinin müdavimlerinin hayatında kitap okumak insan ihtiyaç sıralamasında 235. sırada! Batılının şer güçlerinin markalarınca hem ahlaken, hem iktisaden
kuşatılmışız; birbirimizle dalaşmaktan fırsat bulup da bütün bu gerçekleri görmezden gelerek!
Batılı şer güçler yeni düşmanını belirledi: İSLAM! Yani Bizler!
Biz İslam mensubu kavimlerinde düşmanları ortada! Yani Bizler! Onlar
dışarıdan, biz içerden birbirimizi kemirmekteyiz, tarihten ibret almadan!
Müslümanlar laboratuarlara, kütüphanelere girmeli artık!
“Müminler Kardeştir” düsturuyla asırlardır coğrafyaları şekillendirmedik mi? Nedir bu kavmiyetçilik hastalığı? Batı yalnızca bize düşman değil ki? İnsani olan bütün değerlerin
düşmanıdır. Batılının günümüzdeki değerleri yeryüzünü talan etmedi mi? İki koca cihan harbine ne demeli? Teknoloji ile kendi ihtirasını
biçimlendiren batılının bu batıl tavrı kendi insanlarını bile mutsuz
kılmakta. New York’taki evsizlerin hali neden içini sızlatmaz şer güç16
lerin? “Yeni Dünya Düzeni” eskimeyen şeytani bir aldatmaca değil
midir? Ya bu zalimin çizmesi altında onursuzca yalnızca sızlanarak yok
olmayı bekleyeceğiz ya da yeniden İslam Medeniyetini ihya edeceğiz.
İnanın İslam’ın şefkat eline Bolivya’nın, Şili’nin, Fransız’ın da çocuklarının ihtiyacı var! Bir cinnet çılgınlığındaki batıyı durdurmanın tek çaresi
Medeniyetimizin dirilişini gerçekleştirmektir. Bunun yolu ise artık çocuklarımıza kendi kültürel kodlarımızı yüklemlemekten geçer.
Kürt kardeşlerim! “Kürt sorunu” dediğiniz, Türkiye’nin olduğu
kadar “Kürtler” adına konuşan birilerinin de sorunudur. “Kürtler” ne
zaman kendilerini aşacaklar da 21. yüzyılda yaşadıklarının farkına varacaklar? Ne zaman ahlaken savunmaları mümkün olmayan önderlere ya
da örgütlere bel bağlamaktan vazgeçecekler? Türk hükümetlerinin “resmi tarihi”nden yakınırken, PKK ve uzantılarının söylemlerine teslim
olmaktan geri duracaklar? Ne zaman bizzat kendi aydınları tarafından
ihmal edilmiş budunlarının acısını “Yeni Dünya Düzeni”nde var olabilmek için petrolsüz, doğalgazsız çabalayan kan kardeşleri Türklerden
çıkarmaktan vazgeçecekler? Bütün bunlar bir süreç meselesidir, gayret
meselesidir. Bunu çözüm süreci olarak mı göreceğiz, çözülme süreci mi?
Kürt sorunu deyip duruyoruz. Türkiye’de nitelikli “eğitim sorunu” bahsedilen terör meselesinden çok daha tehlikeli bir sorundur.
Biz ilkokul seviyesindeki soruların içinden çıkamayan üniversite
mezunlarımızla geleceği nasıl kurgulayacağız, bunu sorgulayalım!
Bu çocuklarımız, batının kültür değerleriyle yetiştirdiğimiz çocuklarımız Güneydoğu da dahil olmak üzere, hangi sorunla baş
edecekler? Hangi milli ve evrensel reflekslere sahip olabilecekler ki? Türkiye’nin bir de 2023 hedefleri var. Evet… 2 trilyon dolarlık milli gelir öngörülüyor. Bunlar bizzat Sayın Başbakan
tarafından dillendirilen fevkalade sevindirici hedefler. Velâkin,
ulaşılabilir olmaları için işgücünün istihdam edilebilir nitelikte olması şart. Oysa, eğitim sistemimizin nitelik ve nicelik
olarak ne denli yetersiz olduğunu sağır sultan duydu. Melbourne
Enstitüsü’nün 2012 raporu Türk yükseköğretim sistemini 50 ülkelik listesinde 46. sıraya koydu. İran bile bizden daha iyi durumda.
17
Gençlerimiz hedeflediğimiz ligde rekabet edebilecek donanıma haiz değil. Astronomisiz kozmoloji, matematiksiz teknoloji, biyolojisiz
çevrecilik, fiziksiz, kimyasız eskatologya, notasız müzik, tarihsiz
siyaset… 21. yüzyılın “Türkiş” ütopyası. Barbyler, Bentenler, Spidermanler ve Mickey Mauslarla yetişen nesil! Ve bu uğurda dışarıya
pompaladığımız yetim hakkı dövizlerimiz… Aklımızı başımıza toplamazsak terör filan değil, entel görünümlü cehaletimiz dağıtacak
bizi! Dağılan bilyelerden son yuvarlakta siz olacaksınız kardeşlerim.
Biz ortak yönlerimizi payda yapalım. Bu coğrafya dış dünya tarafından Müslüman Türk olarak bilinmektedir. Yurt dışına çıktığınızda
bu ülkenin ateistide olsanız vasfınız Müslümandır. Çingene de olsanız, kürtte olsanız, çerkezde olsanız siz Türk vatandaşısınız. Bu
coğrafyanın markası Müslüman Türk’tür. Bölünmek değil birleşmek kaderimiz olmalıdır. “Hepiniz
Allah’ın ipine sımsıkı sarılmadıkça, parçalanırsınız!” diyen rabbimize kulak verelim. Birliğimiz dirliğimizdir prensibini unutmayalım!
Evet, yeni kurulan devletimizin cumhuriyet hükümetleri çok büyük
hatalar yaptılar. Jandarmanın dipçiği yalnızca sizin ensenize inmedi.
Hepimiz zulümlerden nasiplendik. Bizim sonu gelmeyecek kavgamız
kimin işine gelebilir ki, bir baksanıza! Bizler evlatlarımızı yitirirken
kimlerin kurşunlarını sıkmaktayız birbirimize? Ve asla sizin sesiniz
olamaz batılının taşeronu olan bir terör örgütü! Mezarlarımıza bir bakalım, yan yana yatmıyor mu ecdadımız? Aynı türkülerle büyümedik
mi? Aynı sokaklarda kirletmiyor mu çocuklarımız kıyafetlerini? Aynı
okul sıralarında çürütmüyorlar mı dirseklerini!
Açılım diyorlar!
Açılalım; birbirimiz olduğumuzu söyleyelim birbirimize!
Hangi Akil adam söyleyecekse söylesin artık; “Müminler kardeştir!” Musalladan sonra nereyi yurt edineceğiz dostlar! Rabbimiz bizi
ayrı ayrı yurtlara yerleştirmeyecek; Türkler şuraya, kürtler buraya!
Ya cennetliğiz, ya cehennem! Ya iyiyiz ya da kötü aslında! Bir kavga vereceksek eğer, cehalete, yoksulluğa ve zulme karşı verelim; hep beraber! Uranyum, toryum, bor, demir, çinko, altın, manganez, poli18
üretan, bakır, kurşun, gümüş, molibden gibi kıymetli maden
cevher yatakları BÜYÜK DESTAN KAHRAMANI Battal Gazimizin
memleketi Malatya’mızın KULUNCAK ilçe sınırlarındaki mevcudiyeti ile, rezerv olarak ÜLKEMİZİN geleceğine umut vaad etmektedir. Hele ki toryum… Dünya rezervinin %78’i Kuluncak’ta…%8’ide Manisa Edes’de. Zararsız radyasyona haiz nükleer enerji kaynağı yani. Bir
çuvalı ile bir şehrin tüm enerji ihtiyacını karşılayabilirsiniz.
İşte bu bölgede konuşlandı Amerika’nın füzesavarları. Ya da Kuluncağın önemini örtbas eden dikkatsavarlar! Ki Kuluncak New Age
Akil Adamlarımızın gaflet, delalet ya da ihanet içerisinde olarak biçimlendirecekleri Kürdistan sınırları içerisinde. Yani şimdilik gayri
resmi başkenti Amed olan, Kürdistan’ın! İnanmayan Googleearht’ın
map ine bakıversin! Bölgenin efsanesi ise yaşadığı çağda, çağının en
büyük küresel gücüne kök söktürmekte mahir idi; Bizans’a… Battal
Gazi! Eskişehir’de kıyameti bekleyen büyük mümtaz şahsiyet! Osmanlının yedi düvelle boğuşup, can çekiştiği günlerde Anadolu’nun
bağrına Bağdat demiryolu döşenmiştir, Alamanlar tarafından. Biz
tezek yakaduralım en büyük enerji kaynağı olarak, o günlerde; Osmanlımızın topraklarından olan Arapların yaşadığı bölgeye “neft”
seferleri düzenlenmektedir “gavurlarca!”: Petrol! Şimdilerde kazık yiyerek İthal ettiğimiz doğalgaz enerji ihtiyacımızı daha ne kadar
karşılar? Arap yöneticiler İngiliz’le işbirliği yaparken Anadolu’nun
Bir milyon evladı Peygamber kucağı Medine’ye Serpuşlu çizmesi değmesin diye şehid olmuştur, kızgın çöllerde!: “Burası Muştur,
yolu yokuştur” Türküsünde gidip te gelmeyenler acep kimlerdir?
Aynen “hey onbeşli, onbeşli” isimli Tokat türküsündeki onbeş yaş
ortalamasındaki gibi…Mersin, Sivas, Balıkesir, İstanbul liselerinin
mezuniyet veremediği o günlerdeki gibi! Şimdinin lise mezuniyet törenlerindeki reşit dahi olmayan çocuklarımıza boca edilen içkili fuhuş
partileri ise başka bir mevzuu! Ne diyordu Filistinli Bakan; “Osmanlıya ihanetimizin bedelini ödüyoruz!” O Filistin’deki çocuklar ise
zalim İsrail yönetimini şeytan taşlar misali taşlarken, nasır tutmuş minicik elleri dedelerinden miras aldıkları baldıran şarabının etkisi ile
bölgelerinden çıkan petrolden elde edilen naylondan çiçeklere da19
hi o kadar uzaktılar ki… Naylondan sevgilere ise bir o kadar aşina!
Kimse soramadı PKK ya! Onların ihanet içindeki eli kanlı komünist,
ahlaksız ve Allahsız yöneticilerine; Ya hu görmüyor musunuz Kürt halkının içine çekildiği berdel, kan davası, cehalet ve hatta ensest tuzağı? Yozlaşma bütün Ümmet-i Muhammed’in sorunu değil mi?
25 milyon nüfusumuz 12 yaş altındaki çocuklarımızdan ibaretken çocuklarımıza yönelik bir informal eğitim sistemimiz var mı? Düşman aynı değil mi? Bütün Evlad-ı Fatihan toprakları işgal altında
değil mi, şirkin kültür değerleri ile!
Ana dilde eğitim mi? Geçiniz Kürtçeyi… Ortalıkta Türkçe mi kaldı?
Dilimize de, dinimize de PEPE değil miyiz? Müslüman Mücahit Afganlı
kardeşim dünya eroin üretiminin %94’ünü bir başına üstlenirken öğrenci anlamındaki “Taliban” kimin öğrencisi? 100 dolarlık eroin Afgan
dağlarından yola çıkınca, Pakistan’da 7000$… Şeriatçi İran’da, 12.000$,
Çağdaş, laik Türkiyem’de ise 22.000$! Ya da kısaca 40.000 vatan evladı! Ya da kısaca PKK! Ardından da gelsin silah sektörü, ilaç sektörü!
IŞİD edim artık gerçekleri! Peki ya toplamda 150 milyar $ olan
76 milyon nüfusumuzun ihracat rakamına ne demeli? Kar marjı ise
% 4! Yani 6 milyar dolar ile geçinmekte, 76 milyonluk nüfus! Mevcut borcumuzdan bahsetmeyelim, IMF ye borcumuzu kapattığımız
şu günlerde.
Apple’nin 500 milyar $, Microsoft’un 250, Google’nin 150,
Face’nin 100 ve Twitter’in 12 milyar$ olan büyüklüklerinden bahsetmenin ne gereği var şimdi? “Kültür Ekonomisi” desem siz el hafifliği
ile bereketten mi bahsedeceksiniz?
Peki, sizce; Arz-ı mevud uzantısından haberdar mıdır genişletilmiş Ortadoğu projesinin sevdalıları? Gelin bu kez hep beraber
arayalım, Battal Gazi’yi! O Bizans’a kafa tutan yiğit adamı! Ya da;
China malı seccadelerimizde kıldığımız namazlarımızda Allah’tan yardım
isteyelim, “Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez”
ilahi buyruğuna rağmen! Ki; “Onlar kıldıkları namazlardan gafildirler!”
Fehmi Demirbağ / Temmuz 2014
20
ÖNSÖZ
Sevgili dostum Süpermen ve diğer kahraman dostlarım! KAHRAMANIM!
Nasılsın? İyi misin?
Duydum ki, yine memleketi kurtaracakmışsın.
Onunla da kalmayıp tüm dünyayı kötülerin elinden alacakmışsın.
Sevgili arkadaşım,
Seni çok sevdiğimi bilirsin.
Bu konuda seni uyarmak istedim. Yüzüne söylesem belli ki darılacaksın;
Mektup yazarsam daha rahat birbirimizi anlarız diye düşündüm.
Memleket öyle kurtarılmaz.
Ülkesini ve dünyayı kurtarmak isteyen insanların ajandalarında daimi yer alması gereken bazı unsurlar vardır.
Eski Çin’de insanlar devlet işlerini yoluna koymak için önce cemiyet hayatını düzene koyarlarmış.
Cemiyet hayatını düzene koymak için önce aile hayatlarını yoluna sokarlarmış.
21
Aile hayatlarına yoluna koymak içinse önce kendi özel hayatlarını düzene sokarlarmış.
Bundan iki üç bin yıl önce Eski Çin’deki bu tespit ve işleyiş yaşlı dünyamız kadar kadim ve hâlâ günceldir.
Vizyon sahibi insanlar olabilmek öyle kolay bir iş değildir.
Kapasite ister, fedakarlık ister, çalışma ister, azim ister, aşk ister.
Hayat bizden dünyayı kurtarmamızı değil, kendimizi kurtarmamızı ister.
Yaşamakta olduğumuz ömür “bizim” ömrümüz. Doldurduğumuz saatler “bizim” saatlerimiz.
Mahşer günü karşılaşacağımız ilk soru “Kendin için ne yaptın?” olacak.
Kendini kurtarabildin mi? Namazlarını eksiksiz kıldın mı?
Haramlardan kaçıp helallere tutundun mu? Gözünü dilini harama bulaştırdın mı?
Gençliğini, sağlığını, boş vaktini ve paranı nereye harcadın?
Allah’ın yeryüzüne dağıttığı ilimden ne kadar nasiplendin? Ne biliyorsun?
Ne kadar biliyorsun?
Uzun hayatın boyunca benim rızamı hak edebilmek için ne yaptın?
Sıfır kilometre bir bedene, beyine ve kalbe neler yükledin?
“Dünyayı kurtarabildin mi” sorusu kim bilir ne zaman gelir? Değerli Süpermen,
“ya, bu millet adam olmaz” diyerek
“adam olmayı” hep başkalarından beklediğin sürece “biz adam
olamayız!”
Değişmeyi, gelişmeyi, düzelmeyi, iyileşmeyi başkaları asla beceremez.
“Ben” iyiysem, kaliteliysem toplum da iyidir, kalitelidir. “Biz”
düzelmişsek, “millet” de düzelmiştir.
22
İki günü birbirine eşit olanı bırak, yıllarımız bile birbirine eşitse, “bu millet adam olmaz”.
Eğer sen dahi anlattığın gerçekleri yaşamıyorsan, seni dinlemem için bir sebep gösteremezsin bana.
İşinde yalan varsa, haram karışıyorsa, ibadetlerin aksıyorsa,
gözün gönlün harama meylediyorsa, çocuklarınla aran bozuksa, ailende huzur yoksa, yolda giderken insanlar sana selam
vermiyorsa veya “bu adam benim gibi değil” diye Allah’ın selamını insanlardan esirgiyorsan, en son okuduğun kitabın adını dahi
hatırlamıyorsan, tirajını 100 binlere çıkarmak için uğraştığın cemaatinin gazetesini savunmayı cihad bellemişsen...
Kur’an-ı Kerim hâlâ, ama hâlâ evinin en güzel köşesinde ilk
aldığın günkü gibi duruyorsa, bu memleket adam olmaz canım Süpermenim.
Sen kendi nefsini kurtaramazsan, bu memleket kurtulmaz. Senin
çıtan yükselmezse Türkiye hep üçüncü ligde oynar. “Senin kaliten +
Benin kalitem = Bizim kalitemiz =
Türkiye’nin kalitesi”; bu denklem böyle kurulmuştur,böyle işler.
Adam gibi adam olan üç ya da beş kişiyle yürümez yaptığın
iş. Dünyayı kurtaracaksan 300 bin olmalısın, 500 bin olmalıyız.
İlay-ı Kelimetullah hedefimiz olmalı!
Emr-i bil maruf, nehy-i anil münkerde prensibimiz.
Çünkü kıymetli Süpermenciğim, Allah hak etmeyene vermiyor.
Yahudi’ye küfretmeden önce, ondan bazı dersler almayı da ihmal etme.
Karanlığa küfredeceğine, üzerindeki tembellikten kurtul ve
bir mum yak.
Çok kızdığın yahudi, kendi batıl davası için kaç bin yıldır çalışıyor?
Batıl bir davaya insan nasıl bu kadar bağlı kalabilir, hiç düşündün mü?
23
O da “Mesih” bekliyor, kendini kurtarsın, tekrar ana vatanına
dönebilsin diye.
Ama senin gibi, benim gibi yatmıyor. Lafla peynir gemisini yürütmüyor.
O’nun gelişine hazırlık için yeryüzündeki şartları müsait hale
getirebilme yolunda parayı kontrol ediyor; siyaseti, medyayı, yargıyı, sporu, sanatı, ulaşımı, tarımı.
Bak, dünyanın dört bir yanını ateşe verdi bile. Her ocakta bir
yangın başladı.
Dünyayı kurtarmak için senin yapman gerekenleri o yapıyor,
n’aber?
Sen eli kolu bağlı küfrediyorsun sadece. Kendi ellerini kendin
bağladın tembelliğinle.
Bedenin tembel olsa neyse, zihninde de aynı uyuşukluk var. Kullanmazsan uyuşacaktır elbet.
Büyüklerimiz bizim yerimize düşünüyorlar, deme bana. Sana
ne lüzum var o zaman bu dünyada?
Yahudi’nin yaptığı zulümlerde senin hiç mi payın yok?
Mehdi gelecek, her şeyi düzeltecek diyorsun. Falanca kişi mehdidir, filanca değildir diyorsun. Aç tavuk kendini darı ambarında
sanır.
Mehdi sana ne yapsın?
Nazım Kurtoğlu
2071 Milli Gençlik Derneği
Yönetim Kurulu Bşk.
24
MARKALAR, EMPERYAL GÜÇLERİN
İŞGALCİ KOLLUK KUVVETLERİDİR!
-MANKURTLAŞMANIN AMENTÜSÜ-
“Ne Kara Kuvvetleri, Ne Deniz Kuvvetleri, Ne Hava Kuvvetleri; En
Büyük Güç; KÜLTÜR KUVVETLERİ!”
Mankurt; Cengiz Aytmatov’un 1980 yılında yazdığı Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserinde Kırgız destanlarından yararlanarak
güncelleştirdiği bir kişiliktir. Mankurt bazı işlemler sonucu öz
benliğini yitirerek kendisini kimliksizleştiren düşmanının kuklası
haline gelmiş bir zavallı insan tipidir. Mankut, “kut”unu (kutsalını)
yitirmiş, bedbaht kişi anlamındadır. “Mankafa” olarakta argoda olsa aslında dilimizde yerini çoktan bulmuş bir kavramdır.
“Önce tutsağın başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarılır.
Yeni kesilmiş deve derisinin en kalın yeri olan boynundaki deri,
tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sarılır. Zamanla
kuruyan deri kafayı öyle bir sıkarmış ki insan acıdan kafayı yer, düşünemez. Bu dayanılmaz acıya bir yandan da kazınan saçların dışarı
değilde içeriye doğru büyüyerek batması eklenince esir çılgına döner. Esir başını acıdan yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır,
çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde
25
dört beş gün aç susuz bırakılır. Beşinci günün sonunda tutsakların
çoğu ölür. Kalanlar ise belleklerini yitirir. Tutsak zamanla kendine
gelir yiyip içerek gücünü toparlar. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan mankurt olur. Bir mankurt kim
olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu
bilmez. İnsan olduğunun bile farkında değildir.
Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi
düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli
olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmek olurmuş.”
Aytmatov’un “Gün UzarYüzyıl Olur” adlı eseri pek çok Batı diline
ve Türk lehçelerine çevrilip yaygınlaşırken “mankurt” kavramı da
kabul görerek literatüre girmiş ve “mankurt” ve “mankurtlaştırma” temaları yaygınlaşmıştır. Fransa’da V. Lackhine tarafından “yılın
kitabı” olarak gösterilen Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur” eserinden yapılan iktibasla “ Mankurtizm ” “sosyal kimlik değiştirme ve
öz köküne yabancılaşma” temalarını karşılayan bir terim olarak sosyal psikoloji literatüründe yerini almıştır.
Bizde “Avarlar“, Avrupa’da ise “Juan-Juan” olarak bilinen ve Kırgızistan Türkleri’nin baş düşmanı olan acımasız bir topluluk vardır.
Bu topluluktaki insanlar, çevrelerindeki büyük küçük topluluklara, fırsat buldukları zaman saldırırlar, onların yerleşim yerlerini
yakıp yıkarlar, insanları öldürdükten sonra çevrede ne varsa yağmalarlar ve bazı kişileri de tutsak ederlermiş. Tutsak ettikleri
kişileri kendi bölgelerine götürüp incelerlermiş. Güçlü ve dayanıklı
olanları , “mankurtlaştırmak” için ayırırlarmış. Geri kalan güçsüzleri ise başka yerlere satmaya çalışırlarmış. Satılanlar bir bakıma
şanslı sayılırlarmış; çünkü onlar belki bir gün götürüldükleri yerlerden kaçıp yurtlarına dönebileceklerdir. Fakat geride kalanlar,
mankurtlaştırılarak sonsuza dek köle olarak yaşayacaklardır. Mankurtlaştırılacak kişiler belirlendikten sonra bu kişinin önce diri
diri kafa derisini yüzer, daha sonra da tek kıl kalmayacak biçimde
26
bütün saçlarını yolarlarmış. Kişinin kafasını tamamen temizledikten sonra bir deve kesilir ve bu devenin boyun tarafından alınacak
bir deriyi, sıcak sıcak genç tutsağın kafasına geçirirlermiş. Zaten kafa
derisi yüzülürken kafası kan içinde kalan tutsağın başına geçirilen
deve derisi, hemen tutarmış kafatasını. Tıpkı bugün yüzücülerin
saçları ıslanmasın diye taktıkları kauçuk başlıklara benzermiş bu.
Kafatası deve derisiyle tamamen kaplandıktan sonra, hem daha
çabuk kurusun hem de tutsağın çığlıkları duyulmasın diye tutsak
bir çöle götürülürmüş. Kafasını yere sürüp deriyi çıkartmaması için
de, tutsağın boyun kısmına kütüğe benzer bir şey geçirir, ellerini
ayaklarını bağlar ve onu yere eğilemeyecek biçimde bir ağaçla sabitlerlermiş.
Normalde tutsağın yakınları onu kurtarmak için bazen yola koyulurmuş; fakat kaçırılan yakının “mankurt” olacağını / olduğunu
duyunca artık onu aramazlarmış. Çünkü mankurtlaştırılan birinin
artık anne babasına bile bir hayrının olmayacağını biliyorlarmış. Fakat yine de tutsakların kaçırılma olasılığına karşı, onların yanına
bir iki tane gözcü dikilirmiş. Neyse, tutsak günlerce kızgın güneşin
altında beklediği için, deri kafasında kurumaya başlar, kurudukça büzülür, büzüldükçe de kafatasını aynen mengene ile sıkar gibi
gerermiş. Bunun yanı sıra kökünden kazınan saçlar yeniden çıkmaya başlayınca, kafada kuruyan deriye çarpıp geri döner ve böylece
kıllar üste doğru çıkamayınca alta doğru iner, beyne saplanmaya
başlarmış. Hem kafatasının gerilmesi hem de kılların beyne batması
tutsağa anlatılması çok güç bir acı yaşatırmış. Eğer tutsak çok güçlü
ve dayanıklı değilse acıya dayanamayarak ölürmüş. Hatta mankurtlaştırılmak için çöle bırakılan beş tutsaktan en az biri ölmezse, bunları
kaçıranlar kendilerini şanslı görüyorlarmış.
Tutsak, eğer yaşamayı başarabilirse hem çektiği acılar hem
de kılların beyne batması nedeniyle bilincini (hafızasını / şuurunu) kaybedermiş. Juan-juan‘lar onu çölden alıp getirir, boynundaki
kalıbı çıkarır ve ona yemek verirlermiş. Annesini, babasını, boyunu, doğduğu yeri, adını… unutan tutsak, artık kendisini karnını
27
doyurmaya çalışan bir varlık olarak görmeye başlarmış. Tutsağın
sahibi olarak gördüğü kişi, ona sıkça yemek verip onu kendine
bağlarmış. Artık bir “mankurt” olan bu kişi, sahibinin sözünden çıkamayacak sadık bir “köpek“ten veya emirleri eksiksiz yerine getirecek
bir “robot“tan farksızdır. Sahibi ne kadar zorlu, sıkıntı verici işler
yapması için ona emir verse de, o onları yapmaktan çekinmezmiş.
O dönemde mankurtlar, normal kölelerden daha değerliymiş.
Bir mankurt, güçlü ve dayanıklı on tutsakla eş değermiş. Hatta bir
olay sonucunda bir mankurt öldürülürse bunun için ödenecek
bedel, hür bir kişinin ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla
olurmuş. Çünkü “Sarı-Özek“in kavurucu çöllerindeki sıcaklara,
o çölde deve gütmek için günlerce sıcağa dayanabilmeye ancak
bir mankurt dayanabilirmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyeceğini ve
suyunu; donmaması için de üzerine yırtık pırtık birkaç parça giysi
verince, başta kavurucu çöllerde deve gütmek olmak üzere bütün
işleri çekinmeden yaparlarmış. İşte bunun için o dönemde bu
vahşice eziyetler, sıkça görülürmüş.
Mankurtlaştırma ile ilgili “Nayman Ana” adında bir kadının
çocuğunu mankurt olmaktan kurtarması için yaptığı mücadelenin
anlatıldığı bir söylence (efsane) de vardır. Bu söylenceye göre; Nayman Ana‘nın oğlu Juan-Juan’lar tarafından kaçırılmıştır. Nayman
Ana, yetişkin oğlunu mankurt olmaktan kurtarabilmek için -diğer
birçok annenin aksineçocuğunun peşine düşmüştür. Araya taraya oğlunu Juan-Juan’ların develerini gütmekle görevlendirdikleri
bir yerde bulmuş ve gizlice oğlunun yanına kadar sokularak onun
karşısına çıkmıştır. Fakat oğlunu bulduğunda, o çoktan “mankurt”
olmuştur. Annesi oğluna her ne kadar kendi adını, babasının adını
falan söylemişse de, artık her şey için geçtir. Çünkü oğlu, artık eskiye dair her şeyi unutmuş bir mankurttur. Annesi bunu bildiği
hâlde bıkmadan, usanmadan oğluna her fırsatta “Senin atan (baban) Dönenbay‘dır. Sen Dönenbay‘ın oğlusun.” demiştir.
Bir gün oğlunun efendisi sayılan Juan-Juanlar, bu durumdan kuş28
kulanmış ve köleye karşısına çıkacak her kim olursa olsun, onu
oklayıp öldürmesini emretmişlerdir. Annesi yine oğlunun yanına
gelip “Senin atan Dönenbay…” demek isteyince, köle hiç duraksamadan okunu çekip annesinin göğsüne saplamıştır. Söylenenlere
göre zavallı Nayman Ana‘nın ruhu, bir kuş olup havalanmış ve oğlunun başının üstünde dönmeye başlamıştır. Havada dönerken bile
oğluna “Senin atan Dönenbay, senin atan Dönenbay, senin atan…”
diye seslenip durmuştur. Hatta bu olaydan ötürü, o kuşun adına “dönenbay kuşu“ demişlerdir.
Sovyetler döneminde “komünist” düşüncenin dogmalar
hâlinde Türkler’in beynine sokma çalışmalarını vurgulamak istemiştir Aytmatov adı geçen eserinde. Gerçekten bugün de bolca
örneğine rastladığımız “mankurtlar“, ulus bilincinden uzaklaştırılmış birer “köle” durumuna sokulmuş durumdadırlar. Bilmedikleri
bir amaç uğrunda, sırf “karınlarını doyurmak” için mankurtlaştırılmış binlerce insan, tanımadıkları varlıkların “köleliğini”
yapıyorlar. İşte mankurtluğun en acı tarafı da burada ki, bu bilinçsiz insanlar ne durumda olduklarını bile bilmiyorlar.
Kuşkusuz Aytmatov Ata, romanında yer verdiği bu söylence ile,
sadece geçmiş dönemdeki olaylara değil; günümüzdeki olaylara da
ışık tutmak istemiştir. Bugün Juan-Juanlar (Avarlar) gibi başka toplumlardan iş görür insanları kaçırıp mankurtlaştıran devletler yok
mu dersiniz?
29
Başka bir mankurtlaştırma çeşidi Oryantalizm
Bölgemiz coğrafyasının mankurtlaşmayla eşdeğer bir başka
kavramı olan oryantalizm ise üzerinde konuşulması gereken başka
bir sömürgeleştirme hareketinin bir diğer adıdır.
Oryantalizm, çok eski yüzyıllardan beri değişik şekillerde Batı-Doğu arası ilişkileri ve etkileşimleri açıklamak için kullanılan
terimlerden biridir. Batının kendisini merkeze alarak Doğuya
dair bütün düşünce ve tasavvurlarının, tanım, tasnif, muhakeme
ve mukayeselerinin toplamına oryantalizm deniyor. Oryantalizm,
Batının Doğuyu nasıl gördüğüdür. Batı, uzun zamandan beri Doğunun kültürleri, ilimleri, dinleri, dilleri, tarihleri, coğrafyaları,
siyasetleri ve değişik özellikleri hakkında bilimsel, sanatsal ve siyasi
çalışmalar yapıyor. Bu çalışmalar bazen iyi niyetli bilimsel çalışma
olarak karşımıza çıkıyor.
Mesela bu bağlamda İslam kültür ve bilim tarihine ait pek çok
eser gün yüzüne çıkmış, iyi niyetli ve vicdanlı bir kısım Batılı bilim
adamları İslam’a dair özgün açılımlar getiren çalışmalar da yapmışlardır.
Bazen Hristiyanlığın İslam’dan üstün, sahih, gerçek din olduğunu ispatlama amacına dönük olarak Oryantalist çalışmalar
yapılmaktadır. Bu bağlamda İslam’ın temel metinleri ve inanışları
hakkında zihinleri bulandırıcı, kuşkuya düşürücü, yanıltıcı, kandırıcı şeytanî bir takım fikirler, yaklaşımlar, analizler telkin edilmektedir.
Bazen de oryantalist çalışmalar, ekonomik fayda amaçlı olarak
Doğuyu kolayca sömürebilmek için yapılmaktadır. Buna göre Doğuya ait özellikler iyice biliniyor, araştırılıyor, Doğunun yer altı ve
yer üstü zenginliklerinin nasıl yağmalanacağı hakkında projeler üretiliyor, hileler, planlar yapılmaktadır.
30
Değişik amaçlarla da olsa Batı, kendine göre bir Doğu tasarımı
ortaya koymuştur.
Oryantalizm, genel anlamda Batı emperyalizminin işini
kolaylaştırmak için yapılan bilimsel, kültürel, sanatsal ve siyasi çalışmaların genel adıdır. Batı, kendisini merkeze alarak dinî,
kültürel ve ekonomik menfaatleri doğrultusunda bir Doğu-İslamTürk tasarımı yapıp durmaktadır.
Oryantalizme göre Batı merkezdir. Yani bütün iyi, olumlu, faydalı, güzel değerler Batı kaynaklıdır, Doğu ise kötü, olumsuz,
zararlı, çirkin değerlerin vatanıdır. Dolayısıyla Doğulu insanlar,
kendilerine ait olumsuz değerlerden arındırılmalı, bunlardan kendisi vazgeçmeli, her anlamda Batıyı taklit etmeli, Batıya bağımlı
ve endeksli bir toplum olarak kendisini yeniden şekillendirmelidir.
Oryantalizme göre Batı belirleyicidir, Doğu belirlenen. Yani
kural ve norm koyucu, kurumsal yapılar inşa edici, ilkeler, kanunlar,
yöntemler üretici Batıdır. Doğu ise kendini, kendisine ait yapıları ve değerleri, Batının belirlemiş, başlatmış ve üretmiş olduğu bu
yapısal değerlere göre belirleyecektir, onlara göre ölçüp biçecektir.
Oryantalizme göre Batı, hâkimdir Doğu mahkûm. Batı efendidir Doğu köle. Yani idare eden, hükmeden, siyaset kuran, kanun
yapan Batıdır, Doğu ise Batının idaresine mahkûm olan bir köledir. Batı nasıl kanun yapılmasını isterse Doğu, o doğrultuda kanun
yapmalıdır. Batı nasıl bir anayasa yapılmasını öngörüyorsa Doğu
o doğrultuda bir anayasa yapmalıdır. Zinhar bağımsızlıkçı ve milliyetçi bir kafayla kafasına göre yerli, millî ve İslamî zihniyet ve
değerlerden hareketle anayasa ve kanun yapmaya kalkmamalıdır.
Oryantalizme göre Batı ilerlemeci, dinamik, canlı, var olan ve
var olacak olan bir medeniyeti ve bir süreci yani geleceği karşılar. Doğu ise geri, durmuş bitmiş, ömrünü tamamlamış, eski
bir medeniyeti temsil eder. Emperyalist Batı, son dönemlerde medeniyetler çatışması kuramını bunun için icat etmiştir. Buna göre
iki medeniyet vardır: Hristiyan Batı medeniyeti ve Doğu İslam
31
medeniyeti. Hristiyan medeniyeti canlı, üretken, kendisini sürekli
yenileyerek hayata hâkim olan, dünyayı, hayatı yönlendiren, toplumlarda yaşayan, geleceği tasarlayan dinamik, hareketli yani canlı bir
medeniyeti temsil ediyor. İslam medeniyeti ise eski zamanlarda bir
dönemler var olmuş, ama sonra bütünüyle hayattan çekilmiş, yok
olmuş, bütün canlılığını, dinamizmini, hareketliliğini kaybetmiş,
içinde bulunduğumuz hâle ve geleceğe dair bir tasarımı olmayan,
çağdışı, geri, ölmüş bitmiş bir medeniyeti temsil ediyor.
Oryantalizme göre Batı, dünyaya açıklığı, dünyevîliği, mutluluğu, neşeyi, iyi imkânlar içinde yaşamayı, insanlar arası medenî
ilişkiler toplamını, demokrasiyi temsil eder. Doğu ise uhrevîliği,
ölümü, karanlığı, ilkelliği, karamsarlığı, neşesizliği, içine kapanmayı, diktatörlüğü, ilkel insan ilişkilerini, mahalle baskısını temsil
eder. Bu bağlamda Batı, dünya nimetlerinden sonuna kadar yararlanmayı, neşeli, mutlu, huzurlu, düzenli, onurlu bir hayatı temsil
ediyor, Doğu ise kendisini sadece ahiret için hazırlayan, bu dünyayı ihmal eden ya da bu dünyanın nimetlerinden uzak olan, uzak
duran, yaşamayı, eğlenmeyi, mutlu, sevinçli olmayı bilmeyen, onursuz, silik, ezik, karamsar, içine kapanık insanların yaşadığı bir
dünyayı temsil eder.
Oryantalizm, Doğu-İslam-Türk âleminde bağımlı, teslimiyetçi, ümitsiz, özgüveni olmayan, bütün atılım ve ilerleme hamlelerini
tüketmiş, Batıya bağımlılıktan başka hiçbir çaresi olmadığına mutlak iman eden bir zihniyet inşa etmeyi amaçlar.
Oryantalizm, 19. yüzyılda dışarıdan batılı temsilciler tarafından doğrudan iş görüyordu. Yani her anlamda bizzat batılı olan
bilim adamı, sanatçı, ressam, yazar, siyasetçi, uzman vs unvanlı Batılılar, Doğuyu aşağı, geri, işlevsiz, anlamsız, itibarsız bir konuma
indirgeyen çalışmalar yapıyorlardı. 18. ve 19. yüzyıllarda sömürge imparatorlukları da doğrudandı. Doğu-İslam dünyasına dönük
çalışmalarını bizzat dışarıdan dayatıyorlardı. 20. Yüzyıldan itibaren ise Oryantalizm, taktik değiştirdi. Dışarıdan dayatmaların tepki
32
çektiğini anlayınca bu sefer, içerden temsilciler, sözcüler bulmaya,
yetiştirmeye, üretmeye başladı.
Değişik fonlarla besleyip semirttiği yerli romancılar, yazarlar,
ressamlar, fotoğrafçılar, siyasetçiler, kendi ülkelerinde kendi vatandaşlarını Batının fikirleriyle, yaklaşımlarıyla, davranış biçimi ve
yaşama tarzlarıyla, projeleriyle, şeytanî tezgâhlarıyla mankurtlaştırmaya, yani yerli, millî ve İslamî değerlerini bombardıman etmeye
başladılar. Bugün ülkemizde dışarıdan bizzat batılı oryantalistlerin
yanında mebzul miktarda yerli batıcı oryantalistler iş görüyor.
Dışarıdan batılı, içerden batıcı yerli oryantalistler, Müslüman
Türk milleti üzerinde yaptığı yoğun bombardımanlarla Türk milletinin iki temel değerini; millî ve İslamî değerlerini, dünya algısını,
toplum yapılandırma anlayışını, siyasi anlayışını bozmaya, değiştirmeye, dönüştürmeye çaba harcıyorlar.
Yerli oryantalistler, ülkemizin basın yayın organlarının neredeyse tamamını işgal etmiş durumdadırlar. Her gün gazete ve
televizyonlarda emperyalist Batının siyasi, kültürel, ekonomik görüşlerini dillendiriyorlar, onlara tercüman oluyorlar. Bunlar, Batının
ağzıyla konuşarak kendi vatandaşlarını Batının genel anlamda Doğu siyaset projeleri doğrultusunda şekillendirmeye, zihinlerini
güdümlü, bağlı bir işleyiş yönünde inşa etmeye çalışıyorlar.
Ülkemizde yerli oryantalist adı altında toplayabileceğimiz yazar çizer, siyasetçi, edebiyatçı makulesi, Türk milletini dinî ve millî
değerlerini geçersizleştirici, boşa çıkarıcı, değersiz ve anlamsız kılıcı çalışmalarıyla mankurtlaştırıyorlar. Sonra ortaya çıkan boşluğu
Batılı anlamda Hristiyanlık, kapitalizm, materyalizm değerleriyle
doldurmaya çalışıyorlar.
Batılı oryantalizm, Türk milletinin tarihsel değerlerini eğerek,
bükerek, keserek, yontarak iğdiş edip dünya kamuoyuna oldukça
çarpıtılmış bir Türk toplumsal tarihi sunuyor. Mesela Oryantalist
bağlamdaki resimlere baktığımızda bunlar, genellikle iki kavram
etrafında çoğaltılmış ürünler olarak karşımıza çıkıyor. Hem dışa33
rıdan Batılı hem de içerden Batıcı oryantalistler, şehvet ve şiddet
merkezli resimler yapıyorlar. Bir bakıma Türk tarihini şehvetten ve
şiddetten ibaret görüp göstermeye çalışıyorlar. Harem ve hamam
hayatına ilişkin olarak şehveti tahrik edecek, gevşek, tembel, sadece eğlenmeyi seven, erkekleri tahrik ve tatmin etmekten başka
yaşama amacı olmayan ya da böyle bir hayat kurgusuna mahkûm
edilmiş zavallı, şanssız, esir, cariye kadınlar topluluğu resmi çiziyorlar. Bu resimlerden hareketle dünya kamuoyuna Türk kadını
bunlardan ibarettir gibi bir izlenim veriliyor. Türk kadınının analık, çalışkanlık, asalet, dirayet, kifayet, masumiyet, fedakârlık gibi
medenî ve insanî boyutları hemen hemen hiç görülmemektedir.
Oryantalist sanat ve edebiyatta Türk kadını erkekler için salt
eğlence ve eziyet nesnesi olarak sunulmaktadır. İtilip kakılan, köle,
cariye olarak kullanılan, kamusal hayatta kendisine eşit ve insanî
bir yer verilmeyen, eve hapsedilen, çarşaflara bürünmüş, hayattan
tecrid edilmiş, kaderine mahkûm edilmiş, hiçbir özgürlüğü olmayan, erkeğinin iradesine mahkûm zavallı, çaresiz, Batı tarafından
kurtarılmayı bekleyen mazlumlar olarak tasvir edilir.
Mesela yerli oryantalistlerden Ermeni asıllı Ara Güler’in Arap harfleriyle dev bir Allah yazısının altında yere çömelmiş, kapkara
çarşaflar içinde, yüzü gözü belli olmayan, karaltı halinde bir silüet olarak görülen iki kadın figürünün yer aldığı bir resmi vardır. Bu
resim iyice incelendiğinde şunlar görülür: Allah yazısı bir bütün olarak İslam dinini temsil eder. Bu yazının altında ezilmiş vaziyette
duran iki kadın ise Müslüman Türk toplumunu temsil eder. Bu
görüntüyle verilmek istenen mesaj, İslam’ın Müslümanları ezdiği,
sindirdiği, bastırdığı, iradelerini yok ettiği, şahsiyetlerini berhava ettiği, kimliksizleştirdiğidir. Zira resimde kadınların arkadan kara bir
silüeti görülüyor. Yani kadınların yüzünün gözünün görünmemesi, şahsiyetlerinin silikleşmesi, belirsiz hâle gelmesi, hayatlarının,
kişiliklerinin, bedenlerinin, ruhlarının karartılması demektir. Bu
tamamen oryantalistçe bir bakıştır. Bu görüntüyle oldukça olumsuz özelliklere sahip bir İslam imajı çiziliyor.
34
Bugün Türk milletinin siyasetten ekonomiye, tarımdan kültüre kadar bütün sorunlarının temelinde dışardan batılı, içerden
yerli Batıcıların birlikte uyguladıkları Türk milletini mankurtlaştırıcı oryantalist projelerin farkında olmamak yatar. Türk milleti
oryantalist projelerle kendine yabancılaştırılmakta, millî ve dinî değerlerinden uzaklaştırılmakta, kendi yerli, millî, İslamî kimliğinden
koparılmakta, kendine ait bütün değerleri değersizleştirilmekte, uyutulmakta, kandırılmakta, aldatılmaktadır. Uyumlu, ahenkli
dayanışmacı bir millet olmak yerine atomize edilmiş, bireycileştirilmiş ve bencilleştirilmiş, bağımsız fertlerden meydana gelen kuru
kalabalıklara dönüştürülmektedir. Bunun sonucu olarak da Batı
emperyalizmi milletimizi kolayca teslim alabilmekte, yer altı ve
yer üstü zenginliklerimizi kendi ellerimizle gâvura teslim etmekte,
dinimizden ve milliyetimizden vazgeçmekte bir beis görmemekteyiz. Millî uyanış, silkiniş ve doğruluş, oryantalist projelerin farkına
varmakla başlayacaktır.
35
Mankurtlaştırma sürecinde stratejik cepheler
Şu ana kadar yazdıklarımızda, toplumun zihninin yeniden ve
bize ait olmayan biçimde inşa edilerek nasıl mankurtlaştırıldığı,
bunun sonucunda ulusal reflekslerin nasıl aşındırıldığı ve direncin
neden ve nasıl kırılmak istendiği üzerinde duruldu.
Anadolu, ilk uygarlıkların ortaya çıktığı bir yer ve biz Anadolu’da
yaşıyoruz. Bu topraklar çeşitli uygarlıkların kurulup geliştiği bir alan üzerindedir. Burada kurulan devletlerin hemen hepsi dünyanın
önemli olaylarında belirleyici olmuştur. Hitit, Lidya, Roma, Selçuklu,
Osmanlı Devleti bunlar arasındadır. Bu topraklarda yaşayıp da yeterince etkin ve öncü rol oynayamayan devlet sadece biziz. Kuşkusuz,
uygarlıkları yaratan topraklar değil, kültürümüzdür.
Türkiye’nin hızlı bir kalkınma potansiyelinin olduğu bilinen
bir gerçektir. Dolayısıyla Türkiye’nin kendisinden önce gelenler gibi, bir süper devlet olmaması için her türlü çirkin girişim, entrika,
terör, kriz ve her türlü iç ve dış sömürüyü yaşıyoruz. Bunlar, bize
iç ve dış sömürünün sürmesi için özellikle Batılı müttefiklerimiz
ve yerli işbirlikçileri tarafından yaşatılmaktadır. Toplum uyutulmakta ve uyuşturulmaktadır. Devletimiz, sağlam temellerine
rağmen ciddi tehditler altındadır. Bunun neden ve nasıl olduğunu
düşünmek zorunludur.
Bir ülkenin geleceğinde eğitim ve kültür politikaları önemli
bir belirleyicidir. Eğitim insan üretimidir ve geleceğin toplumunu
imal eder. Eğitimine sahip çıkmayan, amaçları doğru belirlemeyen, yeterli kaynağı ayırmayan, üstelik eğitimden tasarruf yapan toplumlar
bu üretimi sağlıklı yapamayacağından, geleceğe güvenle bakmaya hakları yoktur. Sorun sadece kaynak ayırma sorunu da değildir.
Toplum, “nasıl bir insan tipi” yetiştirileceğini belirlemeli ve eğitim
sisteminin o insan tipini yetiştirip yetiştirmediğini izlemelidir.
36
Millî eğitimin adı ve amaçlarına bakıldığında ulusal konuların
işlendiğini ve kültürel mirasın aktarıldığı sanılır. Oysa giderek bir
mankurtlar toplumu oluyoruz. “Millî” olan eğitim mankurtlaştırmaz. Mankurtlaştırılamayanları yetiştirmek eğitimin görevi ise bu
kadar mankurt nereden ve nasıl çıktı? Acaba eğitimde insan imal ederken kendimizi mi kandırıyoruz?
Türkiye yine çok cepheli bir ateş altındadır. Sürekli tehdit ve
taciz altında tutuluyor, gerilim yaşıyoruz. Ulusal reflekslerimiz yavaşlatılmak ve ulusal direncimiz kırılmak isteniyor. Bu bölümde sürecin
nasıl işlediği açıklanmaya çalışılacaktır. Bir şey yapmak için tehditlerin neler olduğunu bilmek gerek. Bilinirse, önlem alınır. Önce görmek
ve tanımak gerekir. Görünen o ki, mankurtlaştırılıyoruz!
Tekrarda fayda var; mankurtlaştırma, bir dış gücün içerideki
egemen sınıfla işbirliği yaparak ülkenin eğitim ve kültür politikalarını milletin aleyhine değiştirerek, ulusal kimliğinden uzaklaştırma,
kendi toplumuna ve kültürüne yabancılaştırma, bilinçsizleştirme
ve sömürüye açık hale getirme, sonra da yardım ediyormuş kanaati yaratarak toplumun zihnini yeniden kurgulayıp sömürgecilerin
zihinsel kölesi durumuna getirmek için milleti kendi değerlerine
düşman etmeyi anlatan sosyokültürel bir kavramdır. Bu süreçten
geçenlere mankurt denir.
Zihni yeniden kurgulanarak mankurtlaştırılan kişi, düşmanını
“efendi” kabul ederek kendi halkına ve değerlerine karşı savaşan
bir köledir. Mankurt bir süre sonra mankurtlaştırıcı olmaya başlar.
Kendisi gibi olmayanları efendileri adına mankurtlaştırır. Bununla
o kadar ilgili ve içtendir ki efendilerini hayran bırakır.
Toplumun okumuşları formal eğitimden dolayı daha kolay
mankurtlaştırılabilirken, halk aynı kolaylıkla ve kısa zamanda
mankurtlaştırılamaz. Geleneksel kültür kodları halkı kendi değerleriyle ayakta tutarken, okumuşlar ya da yöneticiler gerek arayış
içinde olmaları, yeni değerlere kontrolsüz biçimde açık olmaları
ve bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların önünde tutmaları yü37
zünden mankurtlaştırma sürecine girebilir ya da ulusal değerleri
zayıfsa, bu süreçte hızla yol alarak mankurtlaşabilir.
Küçük beyinler kişileri, ortalama beyinler olayları, büyük
beyinler ise nedenleri sorgular diyerek bu konuda bizdeki mankurtlaştırma operasyonunun arkaplanını açmak istiyorum.
İşgal başlıyor!
“Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde... Çocuklar varmış
gül gibi, çocuklar varmış güzel, çocuklar varmış dünya tatlısı. Öylesine bir enerjiye sahipmiş ki çocuklar, yerlerinde duramazlarmış.
Her şeyi karıştırmak isterlermiş, büyük bir merakla. Ama;
anneleri varmış, elleriyle tesis ettiği düzenin bozulmasından hoşlanmayan.
Anneleri varmış, çocuklarının bir anda yetişkin olmalarını
bekleyen. Babalar; ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü sayarmış
kendini yalnızca.
Önceleri evdeki düzeni karıştırırken, anne tarafından meraklarına yasak konan çocuklar; sonraları hem annelerini hem
babalarını rahatsız eder olmuşlar. Kafalarını karıştırır, işlerini
karıştırır olmuşlar. Ne görseler sorar olmuşlar o sıralar, ne düşünseler sorar olmuşlar. Tam da zamanında gelirmiş akıllarına bir
şey sormak. Tam, anne komşuyla pek mühim bir şey konuşurken yada baba tam kestirecekken koltukta, sorular başlarmış
birden. Ya “git şurdan” derlermiş çocuğa anne – baba ya da
hiç alakası olmayan bir yanıt verirlermiş. Dönerlermiş uğraşlarına
böylelikle yeniden. Bundan öte, en gerekli zamana gelmeden daha, merakın ne kadar gereksiz(!) ne kadar kötü(!) bir şey olduğunu
keşfedermiş çocuklar. Her merak uyandığında içlerinde kendilerinde suçluluk hissederlermiş... Eş dost varmış o zamanlar da. Konuk
geldiklerinde eve, çocuğun en ufak hareketinde annesine babasına yüklenirler, “çok şımartmışsınız siz bunu” derlermiş. Utanırmış
38
haliyle zavallı anne-babalar, rezil olurlarmış. Eş dost gidince evden, konuşurlarmış çocukla anlayacağı dilden! Adeta çocuktaki
yüksek enerji, anne babada yüksek sinire dönüşürmüş
haklı olarak (!) Anne baba çocuklarının en iyi olmalarını beklermiş. Zira, hata yapmazmış en iyi olanlar. Oturursa kalkmasını
isterlermiş, kalksa oturmasını. Çünkü çocukmuş onlar ve onlar ne
yapıyorsa tersi doğruymuş onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş yaşamda. Çocuklar defalarca anlatmak istemişler kendilerini; ne
dinleyen olmuş onları, ne anlayan. Çoğu kez “seni yaramaz” deyip
gülüvermişler çocuğa. Ve çocuklar; bu kez de kendilerini anlatsalar
bile birilerinin onları dinlemeyeceklerini, dinleseler de anlamayacaklarını öğrenmişler. Arada bir doğru bildiklerini söylemeye
çalışmış çocuklar; “sus” denilmiş. Kendilerine “sen çocuksun,
senin aklın ermez.” Komşunun çocuğu gelip, oyuncağını onunla paylaşmayınca da; “bak sen büyüksün, hadi ver oyuncağını
kardeşine...” Böylelikle de büyüklük ve küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini öğrenmişler. Yaşayarak öğrenmişler(!)
Eeeee daha ne istiyorlarmış ki çocuklar; aç değillermiş, açık
değillermiş. Ve bunca şeyi öğreniyorlarmış anne babalarından. Büyüdükçe, öğrendikleriyle yaşar olmuşlar.
Anne babaların merak ettiklerinin dışında bir şeyleri MERAK
ETMEMEYİ kendilerini İFADE EDECEĞİM diye boşa zaman harcamamayı, büyüklükle küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini(!)
yaşar olmuşlar. Her şeye hakim olmayı istemekle, bir hakim bulabilmenin çabası içerisinde MUTSUZ olmayı öğrenmiş çocuklar,
çocukluklarında... İnsan kişiliğinin % 35’ini anne ve babasının kromozomlarından alır. %25’ ise henüz anne karnındayken yaşadıkları
belirler. % 30’unu ise okul çağına kadar ki yaşadıkları olaylar belirler.
Geriye kalan % 10’luk bölüm ise sonrası hayatına bırakılmıştır.
Türkiye tüm kurum ve kuruluşlarıyla problem yumağı olmuş
bir ülke konumunda. Herkesin, çözüm önerilerine dair nice görüşleri söz konusu.
39
Ancak bütün bu görüşlerin ortak özelliği “insan” merkezli olmayışı. Özellikle en temel yaklaşım “ekonomik insana” dair tezler
üzerine kurulu.
Bu ülkenin iki temel kaynağı söz konusu: birisi insan, diğeri toprak. Her ikisinin ortak özellikleri uzunca yıllardır nadasa
bırakılmaları. Biz bu yazımızda “insan merkezli” bir yaklaşımla ülkenin problemlerine bir bakış açısı getirmeye çalıştık. “İnsan”a
tanımlama getiremez isek de tüm iyi niyetine rağmen hayata dair yorumlarımızın haybeye olduğunu da vurgulamak zorundayız.
O halde insan başarı denklemine, mutluluğa giden yol tarifini veremez isek yeni bir akıntıya karşı kürek çekme sınavından
başka bir şey yapmamış olur, laf kalabalıklarından birini de biz üretmiş oluruz.
İnsanımızı ıslah edici bir programa adım atamak zorundayız. Bunun için bireyi hedef alarak, toplumun en küçük nüvesi
olan “Aile” kavramını yeniden imar etmekle işe başlamak durumundayız. İlk önce ailenin en hassas dengesi “anne”lik mesleğini
ehilleştirmeliyiz.
Hep dile getirilen “Türkiye’nin sorunu eğitim sorunudur” betimlemesinin mihenk noktasına “kadın ve anne” kavramlarını
oturtmalıyız. Bireyin oluşa geldiği ilk kurum olan “Aile”nin imarı,
sağlıklı bir toplum olmasının da ilk koşuludur. Aşağıda sıralayacağımız biline gelen hususlar temel prensiplerimizdir.
Eğer bir çocuk ELEŞTİRİLMİŞSE, kınamayı ve AYIPLAMAYI öğrenir.
Eğer bir çocuk KİN ORTAMINDA büyümüşse, KAVGA etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk ALAY edilip AŞAĞILANMIŞSA, SIKILIP UTANMAYI öğrenir.
Eğer bir çocuk UTANÇ duygusuyla eğitilmişe,kendini SUÇLAMAYI ögrenir.
40
Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse,TAKTİR etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyümüşse, ADİL
olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk güven ortamı içinde yetiştirilmişse, İNANÇLI
olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse,KENDİNİ SEVMEYİ öğrenir.
Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse, bu dünyada MUTLU olmayı öğrenir.
Duygusal ve ruhsal yapısı sağlıklı olarak inşa olmuş birey
akıl,inanç ve sezileriyle kendini geleceğe hazırlayan bir toplumun asil unsurudur. Türk insanı olarak hayatı yalnızca batı penceresinden
yorumlama hastalığını üzerimizden atmamız gerekiyor. İnsanlık aleminin mensupları olarak yalızca tek yönlü yorumlarla değil de bir bütün
olarak “gezegen insanı” olarak hayata, “emaneti üstelenmişler” noktasında yaklaşmalıyız.
Rönesans’a kadar “medeniyet” kaşesini bizim düşünce iklimimiz
üstlenmiştir
Sonrasında diğer yitik medeniyetler arasına bizlerde dahil olduk. Ancak bir gerçeklik ifadesi olarak belirtelim ki bizim “medeniyet”
anlayışımız “nur”un tamamlanması statüsünde olduğundan henüz
söylenesi sözümüz vardır. İçinde bulunduğumuz ahval keyfimizi kaçırmasın. 18. yy. sonra “medeniyet” ile tanışan batı bunun keyfini bir
müddet daha yaşasın.
Rönasans devrinde, Copernic Dünya’nın Güneşin uydularından
biri olduğunu anlatırken Ptoleme’ninde dünyasını karartmış oldu.
Yeryüzünün, evrenin merkezi olduğu inanışı yeni tartışmaları getirdi.
Galilee ile Coprnic’in iddiaları pekiştiren kilise ilk ciddi paniğini yaşamaya başlıyordu. Aristo’nun Saint Thomas D’aquin, Dante’nin
dünyaları da kararıyordu.
41
Marco Polo Asya’nın kudretini Batı’ya aşılarken, Colomb, Gama
yeni maceraların, havarilerin, fatihlerin sayısı artırıyordu. “ilim” tarihte
ilk kez Hıristiyan “batı”nın damarlarında dolaşmaya başlamıştı.
Gütenberg matbaasıyla ilmin “iletşimini” sağlıyor, Machiavel, Copernic, Luther aydınlanma çağının havarileri olarak “tanrı” melek ya
da kutsiyet ifade den kavramları “batı”lı insanın gündeminden çıkartıyordu. Kilisenin otoritesinin bitişi “Avrupalı milletleri” tarih sahnesine
alıyordu. Tanrı makamına “ modernite ve teknoloji” oturtulurken İsa
ve Meryem ancak foklorik bir ritüel olarak kentin ara sokaklarında yada bir yerlerin sıkılmışlıklarında bir sığınak dokusu olarak anlam ifade
ediyordu. Endüstriyel ekonomi insanı şekillendirirken “İsa inancı” dahi
“üretim ve tüketim” sarmalında kendine yer bulabiliyordu.
İnsan, felsefe ve bilim arasındaki tartışmalar bireyin huzursuzluğunun yeni sebebidir. İnsanlığın tesellisi yada avuntusu teknoloji ile
eşyaya verilen yeni şekillendirmelerdir. Sanat şiir, fazilet ve güzelliğin
önüne geçti. İrade faziletin unsurlarından sayılarak yalnızca “dünya nimetine” yöneldi.
Makineleşmeyle birlikte insanı yeni bir “yeryüzü
hakimiyeti”mücadelesi bir kez daha şekilleniyordu. İdeolojiler son
yüzyılın yeni dinleriydi artık. Pascal ve Descartes’le birlikte, bir fikrin
açıklığı onun doğruluğu için yeterli sayılıyordu
İdeolojiler, zekanın fantezileri akla uygunluk çerçevesinde hayat
tarzı için esas teşkil ediyordu. Oysa bir medeniyetin sürekliliği, felsefi prensipler üzerine değil iman ve çevresinin ilmi kavramları üzerine
kurulması gereğine bağlıdır.
Volteire ve ansiklopediciler akımı Adam Smith’in görüşleriyle yeniden tanımlanırken bir kısım insanların zenginliği insanlık aleminin
hürriyet ve mutluluğun ön koşulu haline getiriliyordu.
Küreselleşme dininin temelleri iyiden iyiye pekişiyor bu dinin
peygamberleri olarak ta “iş adamları” statükolarını perçinliyorlardı.
42
Lavoisier modern kimyanın başlangıcını yaparak yeni bir “ferisiler” dönemi “modern illüzyon” ile betimliyordu. Bağımsızlık, refah,
hürriyet, bilimsellik yeni dinin amentüsünü içeriyordu.
Aristokrasi, burjuva ile askeri ve kilise feodolitesi ise yerini kapitalist feodileteyle yer değiştirdi. Ekonomik liberalizm ahlaki
manipülosyonlara yol açıyor “uygar insan” terimi yeni dinin “müminlerinden” sayılıyordu.
İyi ile kötüyü ayıran denge ideolojilerin, kaprislerin ve enaniyetin ihtirasları karşısında yitirildi. Bireysel dünyalarında iç disiplinleri
kalktı. Vicdanın yerini kanunlar, polisler ve silahlı kuvvetler aldı.
Doğruluk, şeref sorumluluk, saflık, kahramanlık, arkadaşlık gibi kavramlar ancak övgü içerip, gerçek hayatta anlam bulamayan terimlere
dönüştü.
Toplumsal çarelerin yetersiz arayışları bireyi kendi kabuğuna
yöneltirken “ben merkezli” kişilikler gelecek nesiller içinde sağlıklı emareler taşımamaktadır.
Modern devlet anlayışı ise yalnızca mülkün, banka, endüstri ve
ticaretin koruyuculuğuna kilitlenince “vatandaş” ise yalnızca “tüketici” kimliği ile “istatistik” verileri açısından anlam ifade etmeye başladı.
Yasama-yürütme-YargıileAskeri-SiyasiveEkonomikoluşumların
tezatları bireyi hep “çarkın dişlisi” konumuna itekledi. “Global Kaosçu
Düzen” bu yüzyılın genel adı oldu. “Demokratik Hürriyet”, hakları
kutsanmışların genel insan kitlelerine empoze ettikleri kocaman bir yalandan ibarettir. Sosyal uçurumlar kurulu düzenlerin yaşama şartıdır.
Fransız ihtilali, hem aristokratlara hem de proterlere karşı idi. Sonucunda ise burjuva bu kavganın gerçek hakimi olarak “galip” hanesine
adını yazdırdı.
Türkiye öncelikli olarak “psikolojik yaşı 10’u” geçmeyen
insanların “oy”larıyla geleceğini yönlendirme hastalığından kurtulmalıdır. Yöneticilerini ilmen ahlaken rüştünü toplum nazarında belirlemiş
yerel adaylarını bir takım üst kıstaslarla belirleyip meclisinin dokusunu
öyle belirlemelidir. “kaosçu düzenin” kurmayları olan kendi burju43
vasının etkisinden kurtarmak istiyorsa önce “seçme ve seçilmenin”
gerekleri üzerinde kafa yormalıdır.
Gerçekte “insan hakları” denilen bir kavram yoktur. “insan ihtiyaçları” esas teşkil eder, insan haklarına. Önce bu ihtiyaçların akıl
inanç bilim adamlarınca ortak platformda ele alınması gerekir.
Türkiye olarak nasıl siyasi bir meclis oluşturuyorsak acilen “ilim
meclislerini” de tesis etmek durumundayız. Çözüm siyasi değil, insani olmak durumundadır. Siyasilere düşen görev ise “insani” ile topluma
“örnek” olmuşluklarında yer bulmaktadır.
HayatyolundaTürkiyeolarakartıkpusulasızgitmemizsözkonusudeğildir.İçindebulunduğumuzbuhranlıgünlerdepanikyapmadan “tarihin
muhasebesini” yeniden ve objektif olarak yapmamız gerekmektedir. Ve
her şeyden öteye Türkiye yeniden tüm kurumlarıyla bir barış ortamı
kurmalı öncelikli olarak da “Allah” ile barışmalıdır. Ya da nasıl bir “Allah”a
inandığını tespitinde bulunmalıdır.
Kozmik kanunların, kimyanın, fiziğin, hücrenin sahibi “yüce yaratan” ile onun yarattıklarından bir tanesi olan “insan”ı tekrar bir araya
getiren “sulhun” ilk adımlarını atmakta biz Türk toplumuna önemli adımlar düşmektedir. Tarihi misyonumuz bize bu sorumluluğu
haklı gerekçelerle yüklemektedir. Ordu, üniversite, idare, adliye çevrelerindeki, tehlikeli rakiplere karşı girişilen tavırlar bire bir anlatıma
indergendiğinde mantıklı karşılanacak sosyal hadiseler değildir. Ancak “mayası bozulmuş” insan çekirdeği etmem yapılarda tehlikenin
boyutlarını da göz önüne koymaktadır. Maalesef ki bir ideale bağlananlar, çıkarını gözetmeden çalışanlar, iki yüzlü yada deli olarak
algılanmaktalar. İnsanların kalbinde iyilik yapmak, dürüst kazanarak çalışmak değil de maddi menfaat sağlama kaygısı yerleştirilmektedir. “Kar
tutkusu” paranın iktidar sağladığı bir sürece sürüklenmiştir. İstenenler sıradanlaşmış, para ise araç statüsünden sıyrılarak amaç konumuna
yüklenmiştir. Suç ve ceza oranındaki adaletsizlikler sosyal dokuyu zedelemiş, aile kurumu parçalanma aşamasına getirilmiştir.
Türkiye’deki ceza evlerinin kontenjanı 60 bin kişidir. Oysa par44
çalanan dokusu sayesinde sokaklarda salınan kimsesiz çocuklarımızın
sayısı 200bin civarındadır. Birer potansiyel suçlu konumundaki bu
insanlarımız yarının ciddi tehlikelerinden birini oluşturmaktadır.
Halbuki bu 200 bin çocuğu “geleneksel devşirme” ile silahlı kuvvetlerimizin alt yapısına indirgesek hem profesyonel orduya geçişi
sağlayabiliriz, hem de şimdiden geleceğe yönelik bir tedbir zincirinin de
ilk halkasını oluştururuz
Bireysel yaşantımız amaçsız ve disiplinsiz olunca eğlence batağına
akmaktadır. Bu ise bizleri tembellik, uyuşturucu ve alkol, fuhuş ortamına
keyifli fakat bencil bir hayata yönlendirmektedir. Yaratılış kanunlarına ters
olan bu yapılanma bizleri topyekün bir yok oluşa da sürüklemekte, insanlık bu girdabı savaşlarla çözmeye çalışırken dünya “uygar görünümlü,
barbar insanların” dünyası olmaktadır.
Moderndiyelanseedilentoplumilkönce“kadınınaslifonksiyonun
un” ne olduğunu ortaya koymalıdır. Kadın tüketim toplumunun metası
olmaktan kurtarılmalıdır. Kadının insan olarak zihni ve organik gelişiminin “annelik duygusuna” yönlendirilmesi gerekir. Burada kalitetif
bir anlayışla “eş” ve “anne” kavramlarının altının doldurulması gerekir.
Hedef sağlıklı nesiller olacağına göre, sağlıklı gelecek için konsessüsünüz olmalı. Burada sorgulamadan edemiyorum, başörtüsü yasağının
arkasında yatan düşünceyi.
Otomobil sahibi olmayı, hayvan yetiştirmeyi ciddiye alan modern toplum gelecek nesillerin taşıyıcısı olan genç kızlara karşı aynı
özeni ne zama gösterecektir.
Acaba okullarımızda “potansiyel anne ve babaların” eğitilme süresine ne zaman ihtiyaç duyacağız? İdeal eş, ideal anne, ideal baba
sürecini ne zaman başlatacağız.?
Bir eğitim ihtilali ile okulları kuru kuruya diploma ve sertifika üreten üzüntü fabrikaları olmaktan çıkartıp, ahlaki, entelektüel, estetik,
mesleki ve ölüm sonrasına dair duygulara cevap veren vicdani müesseseler haline getirmek zorunda değil miyiz? İşte benzeri tarzdaki
bir sorgulama mekanizmasının işletilme zamanını yaşamaktayız. Soru45
larımız ne kadar içten olursa cevaplarımız da o kadar berrak olacaktır.
Her beyin Türkiye ve insanlık geleceği için üzerine düşeni yapmak durumundadır.
Cizvit Papazları
Bir atasözümüz der ki: “Bir adam yedisinde neyse, yetmişinde de odur.” Yine Cizvit papazları der ki: “Çocuğunuzu yedi yaşına kadar bize
teslim edin; sonrasında sizin olsun.” . Şu ana kadarki yazı dizimizde toplumu, insanlığı ve tarihi geniş bir perspektifte elealacağımızın mesajlarını
verdik! Aslında meselenin özü, bireydir. Tekil olarak insan; hatta bir
ölçüde tüm 20. Yüzyıl ideolojilerinin açmazı da buradadüğümlenmektedir. Herkes toplumu tarif etmeye kalkışmıştır. Toplumunnüvesiolanb
irey,gözardıedilmiştir.Çağdaş insanlığın konsensüsü, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi dahi (niyeti öyle olmasına rağmen) yine toplumcu
bir yaklaşım ortaya koymaktadır.
Kavganın kökeninde aslında yaradılış, insanın kökeni, inancı veya felsefesi yatmaktadır. Tanrısalcı yaklaşım insanı bir kul olarak ele
almakta, ödevler ve sorumluluklar yüklemekte; karşılığında ise dünya
ve ahiret kavramlarıyla mutluluk ya da mutsuzluğa (cennet ve cehenneme) düçar kılmaktadır. Oysa Darwin’e dayalı düşüncenin ürünü
olan manifestosu insanı sorumsuz kılmaktadır. Tabii bu arada hakim olan 20. Yüzyıl kültürünün kökenine temel teşkil eden Avrupa
tarihini tüm açılımlarıyla görmek durumundayız. Örnek, bir Otuz Yıl
Savaşları yalnızca Almanya’nın 24 milyon olan nüfusunu 4 milyona
indirmiş; (O dönemde Osmanlının başındaki Avcı Mehmet samurpeşinde Edirne’nin derelerinde koşuşturmaktadır. Osmanlı’da içler acısı
sonuna doğru pupa-yelken yol almaktadır.) Kral, derebeyi, din adamları üçgeninde bir kaos ortamı yaşanmıştır. O kaosun bugüne taşınan
intikamı bir özlem uyandırmış, bu ise toplumsalcılığı ön plana çıkarmıştır.
Empati denilen insanın bireyden toplum olmaya geçiş aşamasındaki
46
köprü, bir inanca dayalı olmak zorundadır. Bu ise kendini karşısındakinin yerine koymak demektir. Kendinden sonraki aşama toplumsalcılığı
doğuracaktır. İnsan toplumsalcılık aşamasına geçerken doğa, toplum,
zaman ve ego dörtlüsüyle bir kıskaç altındadır. Toplumun kuralları
ve yaşanan zaman içinde bulunulan ortam tek başına dış etkiyi oluştururken yaradılışa dair bir kavram olan ego, bambaşka bir görünüm
ortaya koymaktadır. Yani laboratuara sokulamayacak kavramlar insanın ruhaniyeti, maneviyatı, moral değerleri insanın gerçek şeklini ortaya
koymaktadır. İşte 20. Yüzyıl düşünürleri bu soyut kavramları pozitivist amaçlarla es geçmişler; dolayısıyla 20. Yüzyıl kaosunu oluşturmuşlardır.
Sonuçta insanın mutluluğuna dair olan topyekün arayış cinnete dayalı bir toplum yapılanmasını ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin yakın plan
ve yakın tarih görüntüsündeki skalası şöyle belirlenebilir. Medeniyet yitirmiş bir toplumun şaşkınlığı, çareler arayan bir aydın açmazı,
tamamen kimliksizliğin verdiği bir bedbinlik, güncel yaşamı etkisi altına almış genç Türkiye adeta felçli bir vücut haline dönüşmüştür.
Bütün organlar mevcut; ancak birbirleriyle ilişiksiz.
Herkes iyi niyetli, çözüm önerileri ortaya koymakta; ancak körlerin fil tanımı gibi gerçekten uzak. Türkiye, sorunların çözümü noktasında
adeta bir toplum mühendisliği mantığıyla nasıl bir birey yetiştirmek istediğinin kararını vermek durumundadır. Somut bir örnek olarak, Tekel’i
vasıtasıyla sigara üreten, üretilmiş olan sigaraya da Sağlık Bakanlığı aracılığıyla “Sağlığa Zararlıdır” ibaresi bir çelişki mantığındadır. Bunu
toplumun hemen tüm katmanlarına yaygınlaştırabiliriz. Çocuğu yetiştirirken önce aile içi hukuk olan anne babanın çapı, kültürü, vasfı
belirgin rol oynamakta; hemen peşinden gelenek ve görenekler devreye girmekte, sonrasında toplumun denilen denizin girdaplarına
çocuk terk edilmektedir.
Bilimsel hiçbir veri burada aktif rol oynamamaktadır. Bir din olgusu var ki tanımı bir türlü yapılamamıştır. Bir Diyanet mantığındaki resmi
din anlayışı, hurafelerden örülü başka bir din anlayışı, Türkiye’deki tarikatlerin ve cemaatlerin algılamasıyla kendini gösteren bir başka din
anlayışı, ilahi mesajlara dayalı gerçek din anlayışı arasında hakikatleri
47
arayan genç bir beyini düşünün. Şöyle ya da böyle dinin normlarına
ayak uyduran, ya da onu kabullenen genç beyin bu kez dış olguda laiklik kavramıyla karşılaşmaktadır. Hoşgörüye dayalı bir laiklik,
hemen peşinden despotluğa varan laikçi bir tutum insanımızı sendeletmektedir. Yine ayrıca bu toplumun Alevi, Sünni gibi tarihsel kökenlere
dayalı arayışları yine devreye girmekte, insanımız bir kez daha bocalamaktadır. Adeta herkes “sahibinin sesi” konumuna düşmektedir. Bu
arada oryantalistleri, Tapınak şövalyeleri’ni, Armageddoncuları, Masonları ve bilumum komplocuları “dahili ve harici bedhahları” devreye
koyduğumuzda yine kafalar karışmaktadır.
Devreye girmesi gereken bilim maalesef üniversitelerin çatı altlarında kendine yer bile bulamamaktadır. Herkes bir şeylerin bezirganı
konumundadır. Ayrıca ülkenin yaşadığı ekonomik ve sosyal dengesizlikler insanımızı ya kaderciliğe ya da isyana itmektedir.
New York Times muhabiri John F. Burns’a göre Kürtler yüz yıllık hayallerini gerçekleştirerek bağımsız devletlerini
çoktan kurdular. Saddam ve Amerika kavramı arasında bocalayan
Ortadoğu, bize “Misak-ı Milli”yi çoktan unutturmuş; adeta Türkler olarak Batı’ya çekilmeyi bir çözüm olarak göstermiştir. Başka
bir gerçek daha yakın planda kapımızıçalmaküzere.Eğersonyüzyılsavaşlarınıntemelindepetrolün yattığı gerçeğini kabullenecek
olursak bugün Orta Asya’nın Ortadoğu’ya alternatif yeni bir enerji
merkezi olmasını bilmeliyizRusya, Orta Asya’da atağa geçmek için
yeterli imkan ve stratejiye sahip değil. Amerika’nın stratejisi ise çok
açık. Bölgeye yeni boru hatlarıdöşeyerekRusya’yıdevredışıbırakıpUzakdoğu’yaaçılmak. Bu ise oraların insan dolgusu olan islami
kimlikler üzerinde yine birtakım hesapların yapılmasını zorunlu kılacaktır. Bir Türkmenistan doğalgazı belki de Afganistan’ın yasal işgalini
gerektirecek On Bir Eylül’ü doğuran en önemli unsurdu. Her gün yaklaşık otuz bin kişinin susuzluktan öldüğü dünyamızda yepyeni hesaplar
bir şekilde yavaş yavaş gündemimize girecektir. Petrol ve su bundan
sonraki ilk yirmi yıla damgasını vuracak stratejik kavramlardır. Dünyada cadı kazanı kaynamaya devam ederken Türkiye’nin hala “tavuk
48
mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan” mantığındaki arayışları
bu millete çok şey kaybettirmektedir.
Yakın gelecek dört ayrı kıskaçta Türkiye’yi ciddi tehlikelere sürüklemektedir.
Bunlardan birincisi ekolojik çevre kirlenmesi ve erozyon, ikincisi
tarımda yetersizlik, üçüncüsü enerji açmazı ve son olarak su kaynaklarının yok olmasıdır
Bugünleri Türk insanının kişisel becerileriyle atlatan politikacılarımız, acaba yarınlara karşı nasıl bir hesap içindedirler? Adeta bir
ver kurtul mantığıyla kendimizi AB kapılarına atmamız bir teslimiyetçiliği gerektirmeyecek mi? Kopenhag’ın, Maastricht’in kriterleri olur
da Türk’ün kriterleri olmaz mı?
Evlatlarımızı yetiştirirken nasıl bir terbiyeyle yoğuracağımızı bir taratan ele alıp diğer taraftan ise insan hayatının sınırlı, insanlığın ise çok
daha uzun sürelere ihtiyaç duyduğunu bilmeliyiz.
Şu anda atalarımız diye nitelendirdiğimiz bir dönem yaşayan
insanların bize bıraktıkları doğruların ve yanlışların birikimlerini yaşıyoruz. Bu şu demektir ki torunlarımız konumundaki yarının insanları
bizlerin doğrularını ve yanlışlarını miras alacaklardır.
O halde tarihsel misyonu olan Türk’ün kriterlerine rücu etmemiz
gerekmektedir. Varlığımız ve geleceğimiz buna bağlıdır. Bizi bu zamana
kadar oyalayan ve uğruna kavga ettiğimiz tüm lüzumsuz kavramları iğdiş edip kendimize yol açabilecek yeni ufuklar belirlememiz gerekiyor.
Artık vicdanı olan, insafı olan, aklı olan herkesin ortak menfaatler
hususunda Türkiye için bir araya gelmesi gerekiyor.
Bir kısım aklı evveller bilmiyorlar mı ki kendi şahsi menfaatleri için sattıkları bu ülkenin değerleri yok olduğunda onlar o
menfaatleriyle hangi topraklarda, hangi bayrak altında yaşayacaklar?
Efendileri bir süre sonra kendi emellerini gerçekleştirdiklerinde onları
el üstünde mi tutacak? O halde çok ciddi bir muhasebenin yapılma zamanı gelmiştir. Ya bağımsız bir Türkiye ya da tarihin derinlikleri. Ayrıca
unutmayalım mezarlıklar vazgeçilmezlerle doludur.
49
Ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren örgütlenmelerden beklenen, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik
kurulmasıdır. Paralel egemenlik demek, o ülkede yeni bir güç odagı olustururak, yeni ve etkili bir ortak yaratmak, erki anayasal sorumluluk
tasımayanlara devretmek anlamını tasır. Vatandaslarda bu ikilemde büyük bir tenakuz yaşar. Kaos düzeninin filiz bulacağı ortamartıkhazırdır.Ye
niegemenlik,nüfuzalanıiledevletinegemenlik alanına galebe çalmaya
başlar. Özgürlük gibi kutsal betimlemelerin arkasına sığınan emperyal
güçler ulusalcılık gibi kavramlarında naif sıfat kazanmalarına yol açar.
Milli bir kompleks toplumun tüm bireylerini etkisi altına alır.
Paralel yönetimin oluşturulma süreci, ülkeden ülkeye uygulamada küçük değişiklikler göstersede, ana program değişmiyor.İçine
sızılan devlet bürokrasisinin de yardımıyla, yaygın bir “medyatik”
ve “enteklektüel” yedek güç operasyonuyla, Amerikalılar’ın “manufacturing public perception” dedikleri “kamuoyunun algılama silsilesini
üretme” sürecinde, aşamalar birbir geçilerek ülke insanları, aslında
kendilerine benimsetilmiş olan düşünce ya da eylemleri, bizzat kendilerine aitmişçesine algılayıpuygulamaya geçiyorlar.
Beyin temizleme, beyne yeni algılama düzeneği yerleştirme, örgütleme, kimlik oluşturma ve eyleme geçirme süreci birbirini takip
eden adımlarla gerçekleştiriliyor:
Kamuoyu oluşturuculara (bizdeki adlandırmayla) aydınlara, yazarlara, bilim adamlarınayönelik içerde ve dışarda masrafları karşılayarak,
konferanslar, toplantılar düzenlemek. Katılımcılarla doğrudan ilişki
içinde, ilgili ülke hakkında bilgi almak ve “düşünce” ve “örgülenme” özgürlüğü başlığı altında yeniden yapılanma düşüncesini kabul ettirmek.
Alt örgütler yoksa, hemen Helsinki Nihai Senedi kapsamında
Helsinki Yurttaşlar ve Ortak Zemin Merkezleri örgütlemek ve koşullar
olgunlaştıkça, uzatan yönlendirilebilecek bir ilişkiler ağı altında insan hakları dernekleri ve benzeri örgütlenmelerin kurulması,
Yeni propaganda aygıtlarının (radyo, gazete, dergi, televizyon, video yayını) devreye sokulması. Bilimsel magazinsel içerikli, insan
50
hakları ilkeleri üstüne sürdürülen yayınların yoğunlaştırılması. İnsan
hakları ihlallerinin yaratılmasıyla sürecin hızlandırılması.
Casuslar yerine yayın muhabirleriyle yerinden bilgi elde etmek
için yaygın bir yayıncı eğitim programının gerçekleştirilmesi, Bilimsel ve toplumsal konferansların çoğaltılması. Yerel vakıf ve “think
tank” derneklerinin kurulması,( Genel manada yapılan bu değerlendirmelerden tamamen milli hassasiyet içinde kurulan, faaliyet gösteren
yapılar asla kastımız dahilinde değildir. Ancak temkinli olmak adına
ülkemizin geleceği için hassas olmamız gerektiğinin altına vurguda bulunmak istiyorum.)
İşadamları derneklerinin, sendikaların kurulması, varolanların
içine bilim danışmanlarıyla sızılması. Siyasi partilere eğitim programlarıyla, particilik dersleriyle yaklaşarak kadroların yönlendirilmesi
gençliğin “düşünce özgürlüğü” ve “siyasi katılımcılık” propagandasıyla örgütlenmesi,
Gizli ve yarı gizli istihbarat çalışmalarının azaltılması, buna karşılık
medya muhabir ağıyla açık ve yaygın istihbarat toplanması, olanaklıysa Amerikan televizyonlarının yerli şubalerinden yayına geçilmesi,
eksik-yanlış bilgilendirmeyle kitlelerin yönlendirilmesi, yerel medya
ile eğitim-konferans-gezi düzenleyerek kalıcı bağlar oluşturulması,
-Etniklik kışkırtıcılık:Etnikayrılıklarıgüçlendirmeküzerekültüran
ımsatmaprogramlarınabaşlanarakyereltoplantılardan uluslar arasıtoplantılaraadamtaşınması, ulusal-bölgeseltarihinbütünleştirici
özelliklerinin anımsanılarak, yerel tarih, yerel kültür araştırması adı
altında en eskiye özlem yaratılması,
-Yanlış ve eksik bilgilendirme: Kitlelerin akıl denetimlerini ele geçirmek üzere yoğun propaganda ve yanlış bilgilendirmeyle tarihsel devlet
kurumlarının ve etnik sürtüşmeleri önleyen geleneksel kurumların
yıpratılması, toplumsal kimliği karıştırmak için tarihsel ve toplumsal
gelişim gerçeklerini bozarak yeni kimlikli topluluklar oluşturulması.
“Dinlerarası diyalog” “hoşgörü” gibi programlarla egemen devletin
seküler yaklaşımı ile mevcut dindarlar arasında polemikler oluşturulması, çatışmalar yaratılması...
51
- Yolsuzluk kampanyaları: Yerinden yönetim talepleri ile merkezi yönetim arasında ayrışmalar tesis edip, yolsuzluk olayları ile de
topluma aşağılık duygusu yerleştirilip çaresizlik boyutunu yükseltmek.
- İktisadi ortamı denetleme: Para piyasalarının uluslar arası
spekülatör ve tefecilere borç ekonomisinin gereği olarak açılması,
- Merkezi yönetime güvensizlik yaratımı: Kritik dönemlerde
iktisadi bunalıma düşürülen sanayici ve üreticilerin konferans ve sempozyumlarla güvensizliklerinin artırımı,
- İşadamlarının örgütlenmesi:Serbest Pazar veya serbest ekonomi söylemlerinin işadamları örgütlenmeleriyle kamuoyuna
maledilmesi,
- Ulusal sanayinin yıkımı: Ulusal iktisadın çökertilmesi için, ulusal sanayileşmenin ve enerji kaynaklarının yıkıma uğratılması...Çevreci
akımların üzerinden ulusal madenciliğin, doğal yakıt üretim kaynaklarının ulusal egemenlik sınırlarının dışına çıkartılması,
-Orduları ulusal kimliğinden koparma: Ordunun profesyonelleştirilmesi, ordunun günlük siyasi konuların içine çekilmesi, orduyu
halkın hassas olduğu konularda taraf kılmak,
-İnanmış örgüt liderlerinin yetiştirilmesi:Yeni ultra liberal önderlerle yeni partilerin kurulması; parti programlarının kışkırtmaya
yönelik içerikte olması, Ulusal bunalımlar yaratılarak,güven ortamının zedelenmesi:Sık sık iktisadi krizlerle bunalım aralarının azaltılması.
Devletin gücünün gözüktüğü kaynakların yabancı sermayeye geçirilmesi.Yabancı sermayenin devletin imtiyazlı noktalarına yerleşmesi,
-Ulusal üretim birimlerinin ele geçirilmesi: Ağır sanayi, enerji, iletişim kurumlarının özelleştirme programlarıyla terki, büyük projelerin
ihlali...
- Silahlı gücün zayıflatılması: Ulusal silah sanayini engelleyip,
iktisadi bunalım bahane edilerek ordunun yenilenme alımlarının yapılmayışı, ulusal sınırların gevşetilmesi,
- Devlet yönetiminin kargaşayla ele geçirilmesi: Seçim darbesiy52
le egemen devletin ele geçirilmesi. Merkezi direniş durumunda kitle
gösterileri düzenlenmesi. Etnik ya da mezhepsel kışkırtma ve çatışmaların körüklenmesi.
- Belediye hizmetlerinin yabancı şirketlere devri: Toplumsal hizmetlerin karlılık adına devri; su-elektrik gibi kentsel işletmelerin devri
içinde düşünsel altyapının oluşturulması,
- Kültürel kaynaşmanın yıkımı:”Çok kültürlülük” propagandasıyla ortak kültürün batının değerlerine açık edilmesi. Batının dinsel
kurumlarının ulusal egemenlikten pay talep etmesi.
Federatif yapı için yasal düzenlemelerin alt yapısı hazırlanacak,
bunun içinde şiddet olayları tertip edilerek gerekli ortam tesis olunacak;
“dirty work” un bütün kuralları itina ile uygulanacaktır.
Ülke içinde benzeri faaliyetler yürütülürken insan hakları gibi
kavramlar dışarıdan empoze edilip uluslar arası kamuoyunun edinim
şartlarından da istifade olunacaktır. Etnik ve dinsel ayrışımların sermayesi ise parasal ve siyasal olarak müttefiklerden temin edilecektir.
Küllenmiş tarihsel acılar, çatışmalar temcit pilavı misali halkın gündeminde taze tutulurken, halkın milli benliği yabancı kültür ve düzenine
özenme eğilimleri kışkırtılır.
İşin kaos boyutuna yakın komşu ülkeler çekilirken ülke yalnızlaştırılır. Yıllardır birlik ve beraberlik içinde yaşayan toplumlar önce ayrışır
sonra da çatışır.
SONUÇ: Batı kartellerinin eline geçmiş, enerji kaynakları, hertürden iç korunması kaldırılarak açık pazarlaştırılmış ve güvenliği
Batı’nın ordularına terkedilmiş koloni halk! Ekonomisi yabancıların eline geçmiş, zayıflamış merkezi egemenliğiyle dış politikada karar
yetkinliği bitmiş, dış dayatım kurallarına mahkum bir devlet, tarihsel
ve kültürel egemenliğini yitirmiş, Batı’nın alt dereceli bir hizmetkarına
dönüşmüş bir halk yığını...
53
Türk toplumu mankurtlaştırılıyor!
İnsanlarımızın ahvalini değerlendirirken, yani ülkemizde olup bitenleri, özellikle eğitim ve kültür politikalarımızı eleştirirken
“Türk toplumu mankurtlaştırılıyor” şeklinde tanımlamak durumunda olmalı mıyız? Yoksa durumu olduğundan fazla mı abartıyoruz?
Aksine!.. İddia ediyoruz;
Ulusal kimliğimiz, kişiliğimiz, onurumuz yozlaştırılıyor, aşağılanıyor. Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor. Azar
azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp yapay gündemlerle oyalanıp mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların beşiği olmuş bu ülkenin
insanları mankurtlaştırılıyor! Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu
unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak
mankurtlaştırılıyor. Başta artık çoğu bizim olmaktan çıkmış kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor. Bir
daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz silinip yeniden
inşa ediliyor! Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor.
Görünüşe bakıldığında epeyde yol alındığı anlaşılıyor.
Kitle iletişim araçlarında yer alan kimi okumuşları okuyup, dinleyince bunların mankurtlaştırıldıklarını ve tüm toplumu
da mankurtlaştırmak için görevlendirildikleri gibi bir kanıya ulaşılıyor. Uygarlıkların rahmi ya da beşiği olmuş.
Anadolu topraklarında nasıl ortaya çıkar bu uğursuzluk? Modernleşmek yerine Batılılaşmaya çalıştığımız için mi? Tanımı
yapılamamış tartışma konusu olan bir Atatürkçülükle insanları oyaladığımız için mi? Dindarlıkla dinciliği karıştırdığımız için mi?
Yurttaşlarımıza ulusal bir tarih bilinci kazandıramadığımız için
mi? Sakın aydınlarımız ve yöneticilerimiz bize ihanet ediyor olmasınlar? Ya da gaflet mi, dalalet mi?
54
Mankurtlaştırılmak istenen bu halk, tarihte onlarca devlet
kurmuş, sonuncusu dünyanın dörtte üçüne egemen olmuş, şunun
şurasında doksan yıl öncesinde en kötü durumunda bile dünyanın
ilk beşinde yer alan Osmanlı’nın sahibi; ardından emperyalizme
karşı zafer kazanmış bir halktır. Uygarlığa büyük katkıları olmuştur. Bu halk, emperyal duyguları tatmış ve dünyaya düzen vermiştir.
Feth ettiği yerleri işgal etmemiş oraları yurt edinmiştir. Şimdilerde
emperyalizmin aracı olarak birilerinin Ortadoğu’da, Kafkaslarda,
Balkanlarda ve başka yerlerde jandarması olarak kullanılmak isteniyor. Bir şekilde başa geçenlerin yaptıkları nasıl açıklanabilir?
Topluma yerleştirilmeye çalışılan aktarma “tüketim
kültürü”nün “kullan-at” ilkesi geleneksel kültürel ögeler yanında
düşünceyi, geçmişi, kısaca her şeyi kullanıp atmayla sonuçlanmıştır. Geçmişin unutulması, geçmişteki çözümlerden yararlanmama
sonucunu da ortaya çıkarmıştır. Toplum giderek geçmişi daha az
anımsıyor, düşünce modaya teslim oluyor. Öte yandan geçmiş,
tam da unutulduğu içindir ki, itirazla karşılaşmadan hüküm sürüyor. Bunun aşılması için öncelikle anımsanması gerekir. Geçmişteki
çözümler unutulunca hatalar da tekrarlanıyor!
Yeni adına eskiyi rafa kaldıran günümüz eleştiri tarzı, devrin zihniyetinin bir parçasını oluşturur; unutarak temize çıkmaya
ve savunmaya yarar. Kısacası, toplum belleğini ve onunla birlikte
aklını yitirir. Geçmişi düşünme yeteneksizliğinin ya da gönülsüzlüğünün bedeli düşünememektir. Bellek yitimi, geçmiş düşünceyi
fazladan bir “entelektüel çöplük” gibi sırtından atan “radikal” ampirisizm ve pozitivizmden, geçmişin devlerine ve dehalarına çok
erken doğma talihsizliğine uğradıkları için selam duran açıkgöz
kuramlara kadar çeşitli biçimler alır.
Sözü edilen durum çağın gerektirdiği kültürel değişme ya da gelişme değil, bilinçli bir yozlaştırmadır.
55
Teksas, tommiks iş başında
Marifet, düşmanı savaşmadan yenmektir noktasındaki algısı da
güçlü olan Batılılar Amerika’yı keşif ettiklerinde (keşif değil, işgal!)
onlar gibi silahlanmamış ve daha da önemlisi açgözlü, barbar davranışlara sahip olmayan yerli halkı sistemli biçimde katletmişlerdi.
Kimini kılıçtan geçirerek, kimini yerlilerin bağışıklığı bulunmayan
hastalık mikropları bulaştırarak, kimini de barınma ve beslenme
ortamlarını ortadan kaldırarak yok ettiler. Örneğin Kızılderililerin
temel besin ve geçim kaynağı olan bufaloları yok ederek onları aç
bıraktılar. Kısırlaştırdılar. Amerika’da sadece katliamlarda doksan
milyon insan soykırıma uğramış ve katledilmiştir.
Bu güne değin Batı (Avrupa, Amerika) tarihiyle yüzleşip Kızılderili katliamlarının hesabını vermemiştir. İnsanlıktan özür
dilemediği gibi sömürü ve talana hâlâ devam etmektedir. Şimdilerde açıkça Afganistan ve Irak’ta, öteden beri ise örtülü olarak birçok
yerdedirler.
Batılılar tüm yöntemlere rağmen yok edemediği Kızılderilileri ise “ateş suyu” ile uyuşturmuşlardır. “Ateş suyu” Kızılderililerin
viskiye verdikleri addır. Yani alkol!
Ateş suyu (alkol) bugün yaşamaya çalışan Kızılderilileri sindirmiştir. Alkole alıştırılan, uyuşturulan Kızılderili, Kızılderili olmaktan
çıkmıştır. Kızılderili, kendisi olmak için savaşımı bir tarafa bırakıp
“ateş suyu” elde etmek için beyaz adamın kölesi olmuştur. Kızılderililer şimdilerde Amerikan toplumunda müzelik bir eşya muamelesi
görmektedir. Unutulmuş geçmiş, unutturulmuş katliamlar, unutturulduğu için az bir kısmı kalmış kültürle turistlere Kızılderili
dansları sergileyerek bahşiş toplayan, onu da ateş suyuna harcayan
bir kitle!
56
Kızılderilileri bu hale sadece viski getirmemiştir. Eğitim de
bu amaçla kullanılmıştır. Sömürgen güç, pragmatik düşünmektedir: Pahalı bir bedelle Kızılderili ile dövüşmektense onu eğitimle
mankurtlaştırarak bertaraf etmek daha ucuzdur. Kızılderililer Amerikan okullarında “beyaz adamın” değerleriyle eğitilmişlerdir.
Kızılderililer mankurtlaştırılmıştır. Türkiye de böyle yapılmak
isteniyor. Batılılarla uygarlıkta yarışacak bir Türkiye değil, onları
eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi; zorla sömürgeleştirmek, hırsızlık ve gasp yapmak istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri
olmamızı istiyorlar. Buna “evet” demek için bizim mankurtlaştırılmamız gerek!
Bu arada kitleleri uyuşturmak için ateş suyunu sadece Amerikalılar kullanmadı. Rusların da benzer politikalar izlediği Sovyetler
Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan devletlerde görüldü. Aytmatov, tam da bunu gördüğü için mankurtlaştırma kavramını açıkladı.
Elbette bunu kendi kültür kodlarından birini oluşturan Manas Destanını bildiği için yapabildi.
Emperyalizm, ateş suyu etkisi yaratan birçok araç geliştirmiştir.
Aşağıda bunların bir kısmı açıklanmıştır.
Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı
Emperyalizm ateş suyu politikasını her sömürgeleştirmek istediği ülkede uygulamaktadır. Kendi mantığınca tutarlıdır.
Meşrulaştırılan şey yani alkol ve uyuşturucu, emperyalizmin
toplumları/kitleleri uyuşturmada, düşündürmemekte kullandığı
bir araçtır. İçer unutursunuz. Sizi şaşırtan, alışamadığınız şeyleri zamana yayar ve alışırsınız. Alıştırılırsınız ve uyum sağlarsınız.
Sömürgeleştiğinizin, malınızın çalındığının, çocuklarınızın zihninin istemediğiniz şekilde geliştirildiğinin farkına bile varmazsınız.
Böylece tehdit olmaktan çıkarsınız.
Oysa bilişim devrimi sürecinden geçmekte olan dünyada, dünya entelektüellerini izlemek, yeni haritaların çizildiği coğrafyaları
en azından anlamak, AB ve ABD köleliği arasında tercihe zorla57
nan, birileri tarafından yol haritası belirlenmekte olan insanların
uyuşturulmaya değil, ayık kalmaya gereksinimi vardır! Kitleler/toplumlar/uluslar ne kadar uyuşturulur ve düşünmekten
uzaklaştırılırsa sömürgeleştirme politikası o kadar başarılı olur.
Uyuşturulup bireysel zevklerin peşinde koşan, “anını yaşayan”
gelecek kaygısı taşımayan kişi ve toplumlar emperyalizmin kendilerine hangi oyunu, nasıl oynadığının da farkına varamazlar. İstenen
de budur çünkü sömürü ancak böyle devam eder.
Kültürsüzleştirmek
Anne tavşan yavru tavşanla ormandaki evlerinde mutlu bir şekilde yaşardı. Günlerden bir gün, anne tavşan yavru tavşana der ki
“bak yavrucuğum, benim çıkıp yiyecek getirmem gerek. Sen evde otur. Sakın dışarı çıkma, ortalığı karıştırma ve beni evde bekle.”
Anne tavşan çıkıp gider. Derken yavru tavşan evde sıkılır. O
sırada kapı önünde bir kelebek görür. Merakla kelebeğin peşinden
koşarak çıkar ve epeyce dolaşır. Yorulup eve girmek isteyince kaybolduğunu anlar. Korkar ve ağlar. Derken bir ağacın dibinde uyuya
kalır. Gözlerini korkunç bir hırlamayla açar. O da ne? Kurt değil
mi? “Seni şimdi yiyeceğim” demektedir. Yavru tavşan yalvar yakar
olurken, komşu “Ayı Amca” oralardan geçmez mi? Ayı Amca kötü
kurdu kovalar ve yavru tavşanın elinden tutarak annesine getirir.
Yolda da büyüklerinin sözünden çıkma, onların “yap” dediklerini
yap, “yapma” dediklerini yapma kabilinden öğütler verir. Derken
evlerine gelirler. Yavru tavşan ile annenin dokunaklı sarılmalarının
ardından yavru tavşan “bir daha onun sözünden çıkmayacağına,
yapma dediklerini yapmayacağına...” yemin billah eder. Ancak anne tavşanla yavru tavşanın unuttukları bir şey vardır. Yavru tavşanı
zalim kurt’ un elinden kurtaran Ayı’da bir etçildir. Ayı kurnazlık
yapmış yalnızca yavru tavşanla yetinmek istememiş iyilik maske58
si altında tavşan ailesinin evlerine kadar girebilmiştir. Masalın sonu
sizce nasıl bitmiştir?
Masalın ana fikri nedir? Okuyucu bundan ne öğrenir? Araştırma, karıştırma, kurcalama, merak etme! Dur, otur, bekle, yap
denilirse yap mı! Her iyilik yapan iyi midir?
Biliyoruz ki, merak duygusu insanı araştırmaya, araştırma da
öğrenmeye götürür. Biz yakın dönemimizde, yıllardır çocuklarımıza merak etme, araştırma, sadece “yap” denilenleri yapmayı
öğretmişiz! İnisiyatif alamayan, girişken olamayan, deneyim edinme kaygısı olmayan, aklını kullanmayan, korkak, pısırık, edilgen yani
“ödlek tavşan yavruları” yetiştirmişiz.
Oysa sıradan geleneksel bir Keloğlan masalı incelendiğinizde
Keloğlan aracılığıyla çocuklara tam tersi mesajların verildiği görülür:
Keloğlan anasını dinler ama sorunu kendi bildiği gibi çözer; üstelik
kendisini korumaya çalıştığını bilerek genellikle anasının öğüdünün
tersini yapar. İddialıdır, araştırır, karıştırır, büyük oynar ve büyük
ödülü kazanır. Bu masallarla çocuklara Keloğlanın o kel-kötürüm haliyle neleri nasıl başarmış olduğu anlatılır ve dinleyen çocuğa âdeta
“sen ondan daha iyi durumdasın, hadi, ne duruyorsun” denilir.
Hele Köroğlu! Köroğlu, bir ozandır, bir düşünürdür, bir
müzisyendir, yavuklusu olan, sevdayı bilendir. Köroğlu kötü yöneticilere ve haksızlığa karşı direnme hakkını kullanan “birey”dir.
Unutturuldu. Üniversiteli gençlere dahi sorsanız, “Köroğlu kimdir,
nedir?” diye, çok cılız yanıtlar alabilirsiniz. Yanıt verenler de Cüneyt
Arkın’ın filminden kazara öğrenmişlerdir. Ama Köroğlu’nun kötü
kopyası olan İngiliz eşkıyası Robin Hud herkes tarafından biliniyor! İnsanımız okumuyor ama televizyon izliyor. Televizyonda ise
Köroğlu dizilerine yer yok.
Dünyada onlarca ülkenin, kültür ve sineması varken, televizyon kanallarımızın sadece ve sadece Holywood’un, dolayısıyla
Amerikan kültürünün acenteliğini/pazarlamasını yaptığı dikkati
çekmektedir. Ya da batı özentisi hikayelerin işlendiği diziler…
59
Sineması çok gelişmiş Batı dışı ülkeler de var ve bunların bir
kısmı, kültürel olarak benzer kültür kodları taşıdıkları için, Türk
kültürünün beslenme kaynakları arasında da yer alır. Örneğin Azerbaycan, İran, Hindistan hatta Rus sineması bunlar arasındadır.
Bunlar bir yana, sinema ve televizyon kanallarımız Fransız, Alman,
Bulgar, Yunan, Arap, İskandinav filmlerine bile neredeyse ambargo
koymuşlardır.
Türk sineması aşağılanarak etkisizleştirilmiştir. Alay edilen
ve defalarca izlendiği için milletin aptallığı üzerine yorum yapılan
Kemal Sunal filmlerinde, halk Keloğlanı görmekteydi. Deli Yürek dizisinde Köroğlu’nu görür gibiydi. Bu yapımların izleyici rekorları
kırmasının nedeni izleyicinin kendi kültüründen parçalar bulmasıydı. Bu durum yapımcılara bir fikir vermez mi de, Holywood
taklidi diziler, sinema filmleri yapılır ve insanlar izlemek zorunda
bırakılırlar? Konu sıkıntısı mı çekiyorlar? Etraflarına neden bakmazlar… Neredeyse her sokak, cadde, mahalle ve okul bir kahramanın
adını taşıyor! Bu adlara kimin gözüyle bakıyorlar? Bu durumu en
iyimser biçimde mankurtlaştırılmış okumuşlarımızın ne yapacağını bilememeleri olarak yorumlamak isabetli olacaktır. Subaşlarını
onlar tuttuğu için kültürümüzü biçimlendiren temel kültür kodlarımızdan kopuyor, mankurtlaşıyoruz.
Bunların sonucunda ülke olarak müttefik ya da komşu
olduğumuz bazı devletlerin Türkiye’deki terör örgütlerini desteklediği, teröre yataklık ettiği ve finansman sağladığı ortaya
çıkmasına rağmen konu kapatıldı. Birçok ülkenin savaş sebebi
sayacağı durum sineye çekildi! 30 bin evladı yok edildi, milyarlarca lira bu uğurda harcandığı için ekonomik krizler uğradı,
ülkenin bir kısmında devlet ve toplum hizmetleri felce uğradı, toplumsal doku zedelendi. Yataklık edenlere meydanlar dar edilemedi,
sadece bazılarına diplomatik protestolarla yetinildi. Bugün bile
bankalar dolandırılmış, bizim paralarımız çalınmış, yapay ekonomik krizlerle sanayimize el konmuş, özelleştirme adı altında yapılan
yabancılaştırma ortadayken, kimsede en doğal demokratik tepki60
yi verecek mecal bırakılmamıştır. Uluslararası ilişkilerde AB ya da
ABD’nin en azından diplomatik nezaketle bağdaşmayacak, saygısız tavır ve isteklerine boyun eğmeyi normal sayar hale gelmişiz.
Ödlek tavşanlar toplumu olup çıkmışız. Mankurtlaşıyoruz!
Yabancı dilde eğitim
Hiçbir ülke çocuklarını başka bir ülkenin dili ile eğitmez,
başka kültürlere dönükleştirmez. Biz yabancı dilde eğitim yapan okullarımızda bunu yapıyoruz. Üstelik bunu savunanlarımız var.
Yükseköğretim sisteminin en üst kademelerinde görev yapan ve
Kemalist bir çizgi izlediğini iddia eden Kemal Gürüz, “Türkçe bilim
dili değildir, Türkçe ile bilim yapılamaz” diyerek hem yabancı dille
eğitime haklı olmayan bir gerekçe uydurmuş hem de nasıl bir Kemalizm kavrayışı içinde olduğunu göstermişti.
Şimdilerde Anadolu Liseleri, Kolejler, Orta Doğu Teknik
Üniversitesi, Boğaziçi, Bilkent ve başkaları gibi seçerek öğrenci
gönderdiğimiz yerlerde yabancı dillerde eğitim verdiriyor, kendi
dilindeki kavramlarla düşünmesini engelliyor, çocuklarımızı kendi elimizle başka kültürlere sempati duyar hale getiriyoruz. Bunu
azaltacağımıza yaygınlaştırıyoruz. Gerekçe, “veliler böyle istiyor”.
Velilerin isteğini doğru anlamak gerekir. Veliler çocuklarının iyi bir
yabancı dil öğrenmesini istiyor, yabancı dilde eğitim değil!
En seçme öğrencilerimizi en iyi okullarımızda yetiştirip, bedavadan başka ülkelerin hizmetine veriyoruz. Aldıkları eğitim
onların ulusal duyarlıklarını zayıflatıp mankurtlaştırıyor ve “Batı
dostu” olup çıkıyorlar. Seçkin üniversitelerimiz kendi ülkelerinden
utanıp, bir Batı ülkesine gitmek için çırpınan öğrencilerle dolu.
Devlet bürokrasisi, bilim ve sanatta üst kademelere yükselmek için sanki Robert Kolej ve Galatasaray Lisesi’ni bitirmek
temel koşuldur. Politikacı, sanatçı, gazeteci ve bürokratlar arasında bu okulların mezunlarının sayı ve oranı o kadar çoktur ki, sanki
61
ülkede başka okul yoktur ya da bu okullar dâhileri alıp, akıllarına
akıl, zekâlarına zekâ katmaktadır! Elbette bu okul mezunlarının
ezici çoğunluğu Batıcı. Osmanlıdaki Enderun mektebinin yerini
almışlardır. Fark şuradadır; Osmanlı Türk ve Müslüman olmayanların zeki çocuklarını devşirip Osmanlılaştırarak onlardan
yararlanıyordu. Biz ise kendi çocuklarımızı Batıcı yaparak yabancılara devşirme yetiştiriyoruz.
Yabancı dil (İngilizce) takıntısı üniversitelerdeki yükselmelerde de kendini göstermektedir. Yabancı dil baraj haline
getirilmiştir. Lisansüstü çalışmalar için bilim aşkı, düşünebilme,
yaratıcılık değil, yabancı dil hatta İngiliz kültürüne hâkimiyet ölçülmektedir. KPDS ya da ÜDS gibi sınavlar sanki yabancı dil becerisini
ölçmekten çok, kolej eğitimi almamış (Batı’ya dönükleşmemiş diye
de anlaşılabilir) olanların sisteme girmesini ve yükselmesini önlemeye yönelik!
Sömürgelerde yabancı dil, sosyal tabakalaşmanın bir mekanizması haline gelir. Bir Avrupa dilini kullanabilenler, mesleki sektöre
ve modern iş dünyasına girebilir; bundan yoksun olanlar ise daha üst
mevkilerden mahrum edilirler. Böylece yabancı dil egemenin iktidar üzerindeki tekelini korumasına yardımcı olur.
62
Cinselliğin yozlaştırılması
Uyuşturma etkisi yapan her şey Kızılderililerin ateş suyu dediği
şeydir. Bunlardan biri de, izlenen kültür politikasının yozlaştırdığı
cinsiyetler arası ilişkilerdir. Değer yargılarından arındırılmış cinsellik genel geçer hale sokulmaya çalışılmaktadır. Edebiyat, sinema,
televizyon, gazete ve dergilerde cinsel açlık duygusu yaratmak için
her türlü yöntem ve teknik kullanılmaktadır. Renkli dünyalara kanat
açmanın, bedensel hazzın duyumsatılması ve aranması sağlanmaktadır.
Egemen güç ve onun ürettiği genel geçer pop kültür, kadınlarda
köksüz, zarafet ve asaletten yoksun, kalça-göğüs standardizasyonuna indirgenmiş bir güzellik anlayışı üretmiştir. Kişi, sinema ve
televizyonda Holywood’un “ölçü budur” dediklerine ne kadar benziyor ve onu ne kadar taklit ediyorsa güzeldir/yakışıklıdır!
”Açık saçıklığı” bazı mankurtlar “çağdaşlık” sayıyor. Kadınların
itici kılıklar içine sokulmasını ise diğer mankurtlar “değerlere bağlılık” olarak anlıyor. Kültürel bölünmeler yaşanıyor, akıntıya kürek
çekmeye devam ediliyor.
Hiçbir erkeksi ilkeye uymayan maço/maganda erkek tipi üretiliyor. Sokakta yalnız bir kadın gördüğünde “yağmalanması gereken
bir mal” gibi algılayan, elle, dille taciz eden, kaba, korkak, duygusuz, duyarsız tipler yetiştiriliyor.
63
Aşkta sadakat artık “romantik tekerleme” işlevi bile görmüyor.
“Aradığım özellikler sadece bir erkekte/kadında yok, herkesten alacağın var” anlayışı yerleştiriliyor. Sevgili koleksiyonu ve onlardan
alınan hediyeler aşkta kariyer geliştiren, kısmet, itibar artıran şeyler haline getiriliyor. Duygular yalama ediliyor; ne dikiş tutuyor
ne fren!.. Eşcinsellik teşvik ediliyor. Bunun bir “tercih meselesi” olduğu anlatılıyor. Eşcinsel olmadan sanatçı olunamazmış
yargısı yerleştiriliyor. Televizyonlarda, hangi cinsiyetten olduğu
belli olmayan tipler sunuluyor; cinsel rol davranışı arayan gençlere.
Eşcinseller hep neşeli, şen şakrak, sempatik, iyi ve zararsız karakterler olarak takdim ediliyor. “Tercih”lerinden dolayı sanki hiç
pişmanlıkları, sorunları yok! Erkek çocuklara cinsiyeti belli olmayan ama kadınsı davranışlar sergileyen karakterleri olan çizgi
filmler izlettiriliyor. Çocuk ve gençlere böylesi tipler örnek alınası
“modeller” olarak sunuluyor. Ne idüğü belirsiz özgürlük modası
var ya, seçenekler de sunuluyor elbette; “eşcinsel olamıyorsan/değilsen uniseks de olabilirsin!”
Açık propaganda kitaplarının etkisi azaldığından, şimdilerde edebiyat, özellikle romanlar bir silah olarak kullanılmaktadır. Milan
Kundera, sosyalist düzeni yıkabilmek için sadece “ihanet özgürlüğü” istiyordu. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı ünlü kitabında
başta cinsel ve duygusal olmak üzere her türlü ihaneti yüceltiyordu.
İnsan, öğrenme yeteneği çok yüksek olan bir varlıktır. Öğrenmelerimizin önemli kısmı da bildiklerimizi başka alanlara transfer
etmekle olur. Sevgilisini, eşini aldatmakla başlayan ihanet duygusu,
onu taşıyanı ideolojisine, içinde bulunduğu gruba, kader arkadaşlarına ve nihayet ülkesine ihanete kadar götürebilir. Milan Kundera
bunu başarmıştı.
Ahmet Altan, “Günaha Çağrı” adlı yazısında şöyle yazıyor:
“Günahlar işleyelim, günahlarımız için mabetler kuralım, kendi günahlarımıza tapalım.
Yasak aşklar peşinden gidelim.
64
Yasak düşüncelerle oynaşalım.”
...
“Eğer masumsanız, bir günah ve bir suç işlemediyseniz, eğer siz
korkaksanız, kendi kendinize ihanet ediyorsunuz, kendi zevklerinizi, isteklerinizi, fikirlerinizi kendiniz buduyorsunuz.”
...
“Masumiyeti korkaklara ve yeteneksizlere bırakın.
Bir günah mabedi kurmak isterdim, her saat başı sizi günaha çağıran.
Günah, kendine ibadettir... Sizi kendinize ibadete çağıran bir mabet.
Kendinize ibadet edin.”
“Her akşam yatarken “bugün kendim için nasıl bir günah işledim” diye sorun kendinize, eğer bir günah işlememişseniz kalkıp
bir günah işleyin, geceler günahlar için en uygun zamandır.”
Toplumları sarsmak için değerler aşındırılmakta, onu ayakta tutan en önemli kurum olan aileye saldırılmaktadır. Romanlarda
“aldatma hakkınızı kullanmalısınız” önerisi ikna edici biçimde yapılır. İhanet etmek bir “hak” olarak sunulur. Edebiyatımızda
bunun misyonerliğini yapan “Türkiyeli” romancılar bulunmaktadır (bunlar Türkiye’yi aşağıladıkça dışarıda ödüllendirilirler).
Kültürel değerlerimizin en aşağılık şey olarak gördüğü “ihanet ve aldatma” yazılarında meşrulaştırılır, “aşağılık olan yüceltilerek” değer
haline getirilir. “İhanet” romanlarında öyle sahneler ve duygu durumlar ortaya konur ve aldatma öyle meşrulaştırılıp doğallaştırılır
ki, okur onu âdeta yaşar, ilginç bulur ve gerçekleştirmek için çareler
arar. Romanı okurken, kahramanla özdeşleşen, olaya onun penceresinden bakan okur, zaten olayı yaşamaktadır. Okuyucu aldatma
duygusunu zihninde kurgulamış, yaşamıştır. Artık tabu yıkılmıştır.
Eşler birbirine “acaba?” diye bakmaya başlar. Evliliği ayakta tutan
“eşine güven” duygusu ise ve bu da yoksa evlilik ve aile aslında
65
yoktur. Bunun bir adım sonrası aldatma “hakkını” kullanan ya da
kuşkunun pençesinde kıvranan eşlerin parçaladıkları ailelerdir.
Edebiyatta bu tema, insanî bir durum olarak pekâlâ değerlendirilebilir ve sanatçının bakışı olarak yorumlanabilir. Ancak bunun
diğer araçlarla da desteklendiğini görünce, büyük bir kampanyanın parçalarından biri olduğu anlaşılır. Pop denilen müzik türü
de aynı amaçla kullanılmaktadır: Şarkılarda “sana bir ihanet borcum var, ödedim sonunda...” söylenir, güzel nağmelerle.. “Dün gece
hiç tanımadığım bir erkeğe, sırf sana benziyor diye, usulca sokulup
merhaba dedim” der, saf saf...
Sinemalarda bunca kültür zengini olan ülkede yeni kavram ve
düşünüş biçimleri ile açılımlar yapmak varken, “aldatma” en basit biçimiyle işlenir. Holywood sinemasının aynı temayı işleyen
filmleri günlerce televizyonlarda tanıtılır. Bir kadın/ erkek neden aldatır, aldatılır? Bunu tartışmak üzere açık oturumlar düzenlenir...
İnsanları televizyon ile oyalamakla görevli bazı meddahlar edep
sınırlarını zorlayan cinsel çağrışımlı güya esprileriyle izleyicilerinin
beyinlerine değil, ilkel dürtülerine seslenirler. Espri yapmak zekâ
gerektirir. Bunların düzeyine bakarak, toplumun kültürel düzeyini
düşürme işlevi yüklendiklerini söylemek mümkündür.
Televizyondaki “muhabbet” programlarında ya da kadına yönelik yapımlarda âdeta klişe haline gelen bir söz vardır:
“Aldatmayan erkek yoktur!” Defalarca, durup dururken bile
söylenmektedir. Artık genel geçer hale gelmiş ama bilimsel olmayan
bir sözdür... Tersini kabul ettiremezsiniz. Ne yapılmak isteniyor? Acaba bu söz, karakterini eğiterek sadakat duygusunu geliştirmiş,
arzularını kontrol eden, aile kavramına saygı duyan aldatmamış erkekleri nasıl etkiler? Bu iddiadan evli kadınlar nasıl etkilenir? Böyle
bir ortamda sağlıklı ve güvenli toplumsal ilişkiler düzeni olabilir,
aile korunabilir mi?
Evlilik kurumunun ilkelliği dile dolanıyor. Evliliğin aşkı öldürdüğü ballandıra ballandıra anlatılıyor. En ufak şeyler boşanma
66
gerekçesi haline getirilerek, aileyi parçalayıcı politika, program,
yayın ve uygulamalarla aile güçsüzleştiriliyor, yok edilmeye çalışılıyor. Birlikte yaşama, gecelik, mevsimlik “aşk”lar seçenek olarak
sunuluyor!
Bütün bunlar aileyi çökertme programının parçalarını oluşturuyor. Neden aileye saldırılmaktadır? Aile toplumun temelidir de
ondan. Toplumu o ayakta tutar. Aile bireyi vatanına bağlar. Aile bozuksa toplum zayıftır. O toplum artık ateş suyu içmiştir. İflah olmaz!
Bir topluma ateş suyu içirmek için, ateş suyu cilalı bir kap içinde,
güzel nitelemelerle alıştırılarak verilir. Örneğin içerseniz “çağdaş,
modern, Batılı...” olursunuz. Rezaleti “skandal” olarak adlandırır,
hafifletirsiniz. Zinanın adı “çapkınlık”, yapılan şey ise “kaçamak” olur. “Düzeyli” birliktelikler yaşanır. Bu kadar masum! Bu mantığa
karşı çıkarsanız ya köylü olursunuz ya da gerici. Gericiliği tercih
eder ya da bir yere ait olmak için oraya katılmak zorunda kalırsınız.
Yoksa mankurtlar sizi “ot” bile sayar.
Utanma, arlanma, hayâ gibi kavramlar silinmeye ya da etkisizleştirilmeye çalışılır. Oysa utanma duygusu insanı yanlışlar
yapmaktan alıkoyar. Bireyin vicdan bekçisi gibidir. Bu duygu yoksa
insanlar sadece polis ve savcı ile kontrol edilebilir. Herkesin başına
polis dikmek mümkün müdür?
Küreselleşme sürecinde beden, bir tüketim nesnesi durumuna
gelmiş, özellikle başkalarını kışkırtıcı bir hâl almıştır. Beden, bir
nesne olarak eklemlenmiş parçalardan oluşan bir yapı durumuna
getirilmiştir. Bazen arızalı olan parçası değiştirilerek, ötekinin erotik
bakışına sunulan ve maddi değeri olan bir nesneye dönüştürülmüş,
neredeyse bireyin bütün sermayesi haline gelmiştir. Burada amaç,
bedenlerinden başka sermayesi olmayan insan tipi yaratmaktır.
Emperyalizm ve kapitalizm, bireylerde cinsel açlık duygusu
yaratarak kendini ayakta tutmaya çalışır. Bunun için bireyin bedenine odaklanması sağlanır. Sağlıklı olmaktan çok alımlı görünmek
biricik hedef olur. Tek derdi çekici olmak olan birinin yurt ve dün67
ya sorunlarıyla ilgilenmesi, sömürüye, işgallere, soygunlara ilgisi,
açları, işsizleri, evsizleri, mutsuzları düşünmesi ne kadar beklenir?
Kendi bedeninin derdine düşmüştür ve tensel zevklerin peşindedir.
Artık insanlık umursanmaz, sömürü bilinmezdir.
Birey yalnızdır oysa kapitalizm örgütlüdür. Açlar, işsizler çeşitli
biçimlerde direnir ama düzen onları bir şekilde meşruiyet dışına iter ve yok eder. Düzen, insan olma sorumluluğunu unutturur. İnsan
olmanın ne olduğunu düşünecek hâl bırakmaz. Kişi mankurtlaşmıştır. Egemen gücün istediği de zaten budur; yağmalamaya
devam eder.
Kitlelerin kontrolü için cinsel “aklı başındalığa” karşı yürütülen savaş bugün de birçok toplumda devam ediyor. Davranışlar
kitle iletişimi aracılığıyla değiştiriliyor; böylece erdem, özdenetim,
kamusal idare reddediliyor, değerlerden arınmış cinsellik teşvik ediliyor.
68
İdeoloji ve kavramların saptırılması
İdeoloji, herhangi bir toplumsal kümenin yaşamına yön veren ve kendi içinde uyumlu bir düzen oluşturan düşünce, inanç
ve düşünüş biçimlerinin tümüdür. Egemen güç, zihinsel üretimi
kendisi yapar ve bilinçli bir bilinçsizleştirme süreci gerçekleştirir. Olaylara bütüncü açıklamalar getirerek bireyi bilinçlendiren, ilkeler
koyan ve hedef gösteren ideolojileri tersi bir işleve büründürerek
insanları mankurtlaştırmak için kullanılır.
Sorunlara doğru saptama yapanların sesi kısılıp, yanlış amaçlar
peşinden koşan ideolojiler oluşturulur. Samimi insanlar ülke sorunlarını çözebilmek için bu yapay ve sonu belirsiz ideolojilerle
beyhude uğraşır. İşler daha kötüye gider. Sorunlar daha da büyür.
Bu yapay akımlar, toplumu temel sorunlarından, uygarlık mücadelesinden uzaklaştırmak ve dikkati yapay sorun ve çözümlere
çekmek için araç işlevi görür. Bazen toplum bir fırsatını bulup sorunları üzerine düşünmeye ve çözüm bulmaya başladığında, bu güçler
kışkırtıcı ajanlarla çözümü baltalamaya çalışırlar. Fraksiyonlara/
cemaatlere bölünür, ne için uğraşmaya başladıklarını unutur, birbirlerine düşer ve kendilerini emperyalizmin hizmetinde bulurlar!
Dünya görüşü, insanın çevresindeki dünyaya karşı oluşturduğu görüşlerin, anlayışların ve kavramların tümüdür. Dünya
görüşlerimizi oluşturan, insanlığa mal olmuş saygın kavramların
içerikleri boşaltılıp, egemen gücün amaçlarına uygun biçim69
de dolduruluyor. İnsan hakları, demokrasi, laiklik, özgürlük hatta
bilim ve üniversite kavramlarının içleri boşaltıldığı için anlamları kaybolmuştur. Örneğin “evrensellik” çarpıtılarak, “emperyalist
merkezlere bağımlılık”la eşanlamlı hale getirilmiştir. Başka bir
deyişle, evrensellik Batı, o da ABD olarak anlatılmaktadır. Şimdilerde birçok kavramın içi özünden ve tarihsel seyri bağlamından
koparılarak yanlış biçimde doldurulmaktadır. İnsan hakları ve demokrasi etnikçilik, cemaatçilik ve mezhepçilik olarak anlatılıyor.
Kavramlar yanlış anlaşılınca, doğru düşünmek ve iletişim kurmak olanaksızdır.
Aydınlar, toplumun “her türlü düşünceye açık olması” ilkeleriyle “kaleyi saldırganlara teslim etmek” arasındaki farkı göremiyor,
bu iki kavramı birbirine karıştırıyor. Böylece ülkenin düşünce
dünyası karmaşıklaşıyor, belirsizlik her şeye siniyor. Kimse önünü
göremeyince amaçlar belirsizleşiyor. Toplum nereye gideceğini, kime güveneceğini şaşırıyor!
70
Bilimsel bilgiden uzaklaştırma
“En gerçek yol gösterici” olan bilim, yeterince ilgi ve iltifat görememektedir. Eğitim ve Araştırma-Geliştirme için zaten az kaynak
ayrılan ülkede, krizlerden sonra ilk tasarruf yapılan alanların başında eğitim ve bilim gelmektedir. Siyasal iktidarlar üniversitenin
sorunlarını çözebilecek arayışlar içinde olmaktan çok, üniversiteyi kendi evlerinin bir “arka bahçesi” haline getirme uğraşındadır.
Bilgi türleri karıştırılarak mantık bulandırılmakta, kafalar karıştırılmaktadır. Bilimsel bilgiye yöneltilen postpozitivist eleştiriler,
sadece bilim çevrelerini değil, zaten yeterince bilimsel bilgi kullanmayan toplumu da derinden etkilemektedir. Bilimsel bilginin
yerini bilimdışı, gündelik, dinsel ya da örgütlenmemiş bilgiler almaktadır. İnsanlar dünyayı ve olguları açıklamada geleneksel ya
da kulaktan dolma bilgileri, falcılar, medyumlar ya da şarlatanlardan edindiklerini veri olarak kullanmaktadırlar. Bilgi kaynağı bu
olunca, (bilginin nasıl işlendiği bir yana) aldığı kararların isabeti de
azalmaktadır.
Darbe dönemlerinde aydınlar ve aydınlık yok edilmek istenmiş, eğitim ve bilim önemsizleştirilmiştir. Bilime ve aydınlanmaya
değer vermeyen bir kültür oluşturulmuş ve hâkim kılınmıştır. Nitelikli okuyan ve yazan bir toplumun neden oluşturulamadığı
konusunda ileri sürülen gerekçeler ikna edici değildir. Âdeta okumayan yazmayan bir toplum istenmektedir.
71
Bilimin ulusal ve toplumsal işlevini önemsemeyen, sadece evrensel işlevini dikkate alan ölçütler geçerli hale getirilmiştir. Bilimde
araştırma gündemleri, emperyalist merkezlerin gereksinimleri doğrultusunda oluşturulup, bütün dünyaya evrensel gündem diye
dayatılmaktadır. Artık “bedenler göçmeden beyinlerin göçmesi”nin
etkili bir mekanizması oluşturulmuştur. Dünyanın her tarafındaki
araştırmacıları, üstelik kendi ülkelerinin kaynaklarını kullanarak,
merkezin belirlediği araştırma gündemi çerçevesinde çalıştırmanın
yolu keşfedilmiş durumdadır. Bilim, ülke sorunlarının çözümüne
değil, “merkez”lerin istediği yayınları yapacak biçimde araştırma
ve yayınlara odaklanmıştır.
Ülkenin ciddi sorunları karşısında bilim ve bilginler kayıtsız
kalmışlardır. Güneydoğuda yıllarca devam eden terör ve sonuçları konusunda ciddi araştırmalar yapılmamıştır. Laiklik, öğretim
birliği, yabancı dilde eğitim, Avrupa Birliği gibi konularda özellikle eğitim alanında yapılmış ciddi araştırmalar bulunmamaktadır.
Üniversiteler sanki suya sabuna dokunmak istememektedir. Bilimin bıraktığı boşluk başka bilgi türleri hatta bilgisizlik tarafından
doldurulmakta, eleştirel düşünemeyen insanlar kolayca yönlendirilebilmekte ve mankurtlaşmaktadırlar.
Araştırmaların kaynak ya da referanslarına bakınca da tuhaflık
görünüyor. Türkiye’nin bilimde iyi olduğu bir alanda yazılan araştırma ve kitapların kaynakçalarına bakınca neredeyse tamamının
İngilizce kaynak olduğu görülüyor. Aynı konuda Türkçe yapılmış
onlarca araştırma olduğu halde alıntı yapılmıyor, görmezden geliniyor. Sanki ne kadar çok Batılı kaynak kullanılırsa o kadar kaliteli
yayın yapmış olunuyor!
Bazı eğitim bilimi kitaplarının kaynakçasında Türkiye’den bir
tane bile kaynak bulunmaz; olmadığından değil, var ama tenezzül edilmiyor. Bu ülkenin çocuğunu yetiştirmek için yazılan bir kitapta
ülkenin tarihi, kültürü, edebiyatı ve etik anlayışından söz edilmez
mi? Haklarını yemeyelim; söz ediyorlar ama onu bile Batılı kaynaklardan alıntılıyorlar.
72
Aktarmacı, Avrupa-merkezli bir bilim anlayışı yerleşmiş, kendi
toplumuna bile Batının gözlükleriyle bakan bilginler türemiştir. Örneğin Batıcı cinsiyetçilik anlayışıyla “töre cinayetleri”ne
bakmak, sorunu çözmeyeceği gibi, ancak cehaleti ele verir. Tipik devşirme aydın tavrıdır. Tarım toplumu değerleriyle büyümüş
ve o ortamda yaşayan birinin “töre” kavrayışı da tarım toplumunun
değerleri olması doğal değil midir? “Dünyaya sömürgecinin gözüyle
bakan” yerli elit; beyinleri Avrupa-merkezli ideolojik safsatalar tarafından dağlanmış,
kendi gerçekliğine, kendi toplumuna külliyen yabancılaşmış yerli
azınlıklar, hep emperyalizmin, sömürge ve yarı-sömürgelerde, şimdilerde Üçüncü Dünyadaki adamları-ajanları oldular.
Üçüncü dünya ülkelerinde yer alan üniversitelerin hemen
hemen tam anlamıyla yabancı bir model üzerine kurulmuş olmalarından ve yabancı kurumların değerlerini ve kurumsal örneklerini
yansıtmalarından dolayı sömürgeci kurumlar olduğu gerçeğini
ıskalayamayız. Bu üniversiteler araştırma ve yaratıcı entelektüel
çabaya ağırlık vermemişlerdir. Böylece yüksek eğitimin çoğunluğu Avrupa modellerini ve akademik normlarını yansıtır; fakat
modern Batı standartları seviyesine çıkarılmadan.
Ülkede bilimsel bilgi üretimi âdeta yabancılar için yapılmaktadır. Yabancı dille (İngilizce) öğretim yapan üniversite ve fakültelerde
yapılan bilim uzmanlığı ve doktora tezleri başta olmak üzere,
neredeyse bütün yayınlar yabancı dilde yazılmakta, Türkçe bilen okur için değil, yabancılar için bilgi sağlanmaktadır. Ülkemizin
kaynaklarıyla üretilen bilginin bu ülkede yaygın olarak dağıtılamaması ve kullanılamaması düşündürücüdür. Eğitimin yabancı
dilde olmadığı üniversitelerde de birçok dalda yükselmek için yabancı dillerde yayın yapma zorunluluğu bulunmaktadır. Genellikle
yüksek standartta olan bu yayınlar da Türk bilgi kullanıcısına sunulamamaktadır.
73
Dincilik ve sahte din anlayışı
Doğuda, İslam’ın sahipleri, hakikat aşkından uzak, böyle bir
anlayışla sevgiden mahrum bulunuyorlar. Kendilerini sadece bir
takım dinî örflerin teknikçisi sayan bu zümre, gerçek dinî vazifelerini yapmamaktadır.
Din, toplumsal yaşamda önemli ve gerekli sosyal bir kurumdur. Toplumları etkileme ve bireyleri yönlendirme etkisine sahiptir.
Ancak, din adına hareket ettiğini iddia edenler siyasal bir amaç
gütmeye ve iktidar mücadelesi vermeye kalkınca, toplumsal sorunlara da yol açabilmektedir. Kuşkusuz, bu dinden değil, dinciden
kaynaklanır. Dindar ile dinciyi iyi ayırt etmek gerekir. Dindar ile
kimsenin bir sorunu olamaz.
Din üzerinden siyaset ve ticaret yapanlar, dinsel değerleri ve
inanan insanları sömürmekte, sorunlara yanlış teşhislerin konulmasına yol açmaktadır. Din konusu, farklı çıkarları olan başka
ülkelerin de ilgi alanına girer. Ilımlı İslam projesinden sonra halkı
Müslüman olan ülkelerde İslamcılar artarken dindar Müslümanların azaldığının gözlenmesi ilginç bir durumdur. Emperyalizmin
sahte şeyh, mezhep ve tarikatlar oluşturması da yeni bir uygulama
değildir. Afganistan ve Arabistan’da şeyh kılıklı Amerikan ve İngiliz ajanları yüzyıldır faaliyetlerine devam ediyorlar. Bunu İslam’a
iyilik için mi yapıyorlar? Bunlarla hem din anlayışı değişir, din
saptırılır, itici bir din ve gelişmeye kapalı bir toplum düzeni oluş74
turulur hem de yeni tarikat ve cemaatlerle bölücülüğe yol açılarak
toplumsal çözülme sağlanır. İnsanlar gerçek sorunlar üzerinde düşünmekten alı konulur. Hatta ülkeler işgal edilir.
Cezayir’de 1840 yılında egemen olan dinsel güç, Ticani tarikatı ve şeyhi de Muhammed Es Sağir’dir. O sırada Fransa tarafından
Cezayir’e gönderilen ajan Rosch, Müslümanlığı kabul etmiş görünerek önce Es Sağir ile işbirliği içinde, yerel İslam ulemasına
başvurmuş ve arkasından Mısır’ın ünlü El Ezher medresesinin
ve en sonunda da Mekke ulemasına başvurarak onlara yönelttiği “İslami itikada halel gelmeden, geçici süre, Hıristiyanlara boyun
eğmek caiz midir” sorusuna karşı “elcevap: caizdir” yanıtını almıştır. Hıristiyanlara geçici tutsaklığın süresi ise yüz yılı aşmıştır.
İslamcılar (dindarlar değil) aracılığıyla farklı kültürel anlayışlar
sanki “İslam buymuş gibi” topluma dayatılmaktadır. Müslüman
olmak ile ortaçağdaki Arap geleneklerini sürdürmek birbirine
karıştırılmaktadır. Yıllardır başörtüsü ve İmam Hatip Liseleri üzerinden kıyametler koparılmaktadır. Körüklenen bunun gibi yapay
sorunlar âdeta bir “sis bombası” etkisi yaratarak, asıl sorunların görünmesini engellemiştir.
Dinsizleştirmecilik de bir ateş suyu haline gelmektedir. Din,
toplumsal yapıyı ayakta tutan sosyal yapıştırıcılardan biridir. Birçok
kültür kodu dinsel değerlere ilişiktir ve din toplumsal ve bireysel
birçok işlev görür. Din, manevi olduğu kadar stratejik bir güçtür.
Onu dışlar ya da ilgisiz kalırsanız başkaları ilgilenir ve size karşı
kullanır. Yanınızda olması gereken bir gücü karşınıza almış olursunuz. Bir kısım laiklik savunucularının bilerek ya da bilmeyerek,
laiklik savunusu değil, dinsizleştirmecilik yaptığı görülmeye başladı. Oysa laiklik, dinin olmadığı bir yerde anlamsızdır. Laiklik din
ile birlikte vardır. Laiklik bir barış antlaşmasıdır. Yeni ayrışmalara
meydan vermemesi gerekir. Böylesi kişiler, laiklikle hiçbir sorunu
olmayan dindar kişileri karşılarına almakta, iletişimi koparmakta
ve toplumsal parçalanmaya yol açmaktadırlar.
75
Din duygusu; insana fedakârlık, sabır, ölürse şehit kalırsa gazi
olma anlayışı gibi savaş gücünde çok değerli olan manevi bir dayanak verir. Bir toplumda bu değerlerin zayıflaması demek, yaşam
enerjisinin kaybedilmesi demektir.
Din ve dinsel alanda önemli kavram ya da simgelerin alaya
alınması, küçük düşürülmesi ve önemsizleştirilmesi de dikkati çekiyor. Edebiyatta, sinema ve “bir kısım” medyada din adamlarımız
küçük hesaplar peşinde koşan, çağdışı, yobaz ve aşağılık birçok niteliği kendinde toplayan karakterler olarak sunuluyor. Anadolu’da
taşlayarak öldürme (recm) hiç olmadığı halde “vurun kahpeye”
sahnelerini sık sık izliyoruz. Oysa engizisyon ve endüljans süreçlerinden geçen Batı toplumlarında din adamları medya ve sanatta
âdeta evliya olarak sunuluyor. İslam’daki dinsel simgeleri aşağılamak laiklikle açıklanamaz. Olsa olsa din düşmanlığı, özellikle de
İslam düşmanlığıdır. Zira laikliğin karşı olduğu din değil, yobazlıktır.
Laikliği savunanların insan haklarının bir gereği olarak bu
savunuya devam etmekle birlikte, son tahlilde bu toplumun Müslüman bir toplum olduğunu unutmamaları gerekir. Modernleşme
adına Batılı davranışlar beklemek kimsenin hakkı değildir, doğru
da değildir. Toplumu yönettiği/yönlendirdiği iddiasında olanların
öncelikleri iyi belirlemesi gerekir. Ülkeye yönelik “görünen ve açık
bir emperyalist tehdit” hatta saldırı varken, tarafların incir çekirdeğini doldurmayacak konuları bir tarafa bırakmaları gerekir. Bu durum
evleri yanarken yorgan kavgasına tutuşan karı-kocanın durumuna
benzemeye başladı. Laiklik tartışmalarında kimilerinin geldiği nokta
burasıdır. Sağduyu geliştikçe bunların da kaybetmeleri kaçınılmazdır.
Dindar, dinini uygulamaya ve yaşamaya çalışan, imanı güçlü olan kimse, dinci ise dinini yaşama kaygısı olmadığı halde diğer
insanlara kendi anladığı biçimiyle dini dayatan veya çıkarları için
dindar görünmeye çalışan kimsedir. Dindarın eylemleri Allah’ın rızasını kazanıp sevap almak, dincininki rant (para, makam, statü,
oy) elde etmekle kendini gösterir.
76
Yapay gündemle oyalamak
“Bir kısım” medya toplumu bilgilendirme değil, biçimlendirme
görevi üstlenmiş, böylelikle görevinin dışına çıkmıştır. Basındaki
zihin inşa mühendisleri, çeşitli yapay gündemler oluşturarak halkın
gerçek sorunlarını tartışmasını engellemekte, gerçekleri gizleyip üzerinde düşünmemeyi sağlamaktadırlar. Bu durum özellikle ülkenin
başına çorap örüldüğü zamanlarda daha da artmaktadır. Hava puslandırılır ve kurtlar ortaya salınır. Dikkatler başka tarafa çekilerek
asıl yapılacak olanlar yapılır. Bazı olaylar kendi bağlamından cımbızla çıkarılarak başka biçimlerde sunulur. Dinleyici/izleyici/okuyucu
yönlendirildiği sonuçlara ulaşır. Böylece zihinler yeniden inşa edilir.
Gündemimizin yoğunlaştığı konularla kitleler bunlarla
oyalandırılıyor. Bu tür işe yarar sonucu olmayan konuları konuştuğumuz için neleri konuşamadığımızın farkında mıyız? Toplumun
gündemi ve konuştuğu konular aynı zamanda bunları izleyen çocuklarımızı eğittiğimiz konulardır. Çocuk ve gençlerimizi bunlarla
eğitmek istediğimizden emin miyiz? Onlara öğreteceğimiz, haberdar edeceğimiz başka derdimiz, davamız, hedefimiz yok mudur?
Yapay gündem demokratik gelişmenin de önünde bir engeldir. Demokrasi eğer “halkın, kaynakları adilce paylaşma sürecini
yönetmesi” ise, yönetim de karar almak ise ve karar almak da
bilgiye dayalı ise bilgiden uzaklaştırılan bir toplum demokratik olabilir mi? Ancak mankurtlar, seçimden seçime oy kullanmanın
demokrasi olduğuna inanabilirler! “Bilgi sahibi olmadan fikir sahi77
bi olunmaz.” Bilgi sahibi olmak için de ilgi sahibi olmak gerek. İlgiyi
medya yaratmalıdır. Bunu da sorumlu biçimde yapmalıdır.
İzlenen kültür politikalarıyla ülkenin geçmişte varolan manevi dinamiklerini gözden düşürmek ve toplumu başkasının manevi
ve kültürel değerlerine hayran bırakmak amaçlanır. Bunu yapmak
için önce toplumsal aşağılık duygusu uyandırılır, toplumsal özgüven ortadan kaldırılır. “Bir Amerikalı, bir Alman ve bir Türk”
diye başlar fıkra ve en salakça eylemi Türk olan yapar! Oysa aynı durumlar Amerikalı için de, Alman için de söylenebilir. “Burası
Türkiye, burada her türlü yanlış olağandır!” ifadeleri klişe haline
gelmiştir. “Türklerin zekâsının düşük olduğu” safsataları manşetlere çekilir. Basın yayın yoluyla toplumun kusurları ön plana
çıkarılır. Ahlâk, inanç, yurtseverlik, kahramanlık gibi değerler gözden düşürülür. Cinsel özgürlük, ilericililik gibi sloganlar devamlı
ve sık kullanılarak var olan eğlence kültürü değiştirilir. Batı ülkeleri karşısında aşağılık duygusu uyandırılır. Kendine güveni azalmış
topluluklar, başarılı toplulukları taklit etmek ve onlar gibi yaşamak
isterler. 30-60 yıllık bir sürecin sonunda toplumun kültürel kimliği değişebildiği için amaca ulaşılır.
Eğer eleştirici düşünmeye sahipseniz ve bu salyangozların neden bu mahallede satıldığını biliyorsanız, bundan etkilenmezsiniz.
Bunun farkında değilseniz emperyalizm ve işbirlikçi kapitalizmin
tuzağına düşmüşsünüz demektir.
Türkiye’deki egemen sınıf ya da güç, yukarıda sıralanan birçok
hususta etkili ve bazen belirleyici olmaktadır. Hepimiz için çalıştığı
varsayılan bazı kurum, kuruluş ya da bunların içindeki bazı kişilerin aslında başkalarına fayda sağladığını çok sonradan fark etmek
düşündürücü olmalıdır. Kemal Tahir, “Emperyalizm o kadar açık bir
namussuzluktur ki ancak yerli alçakların aldatma ve saklama ustalığıyla yutturulabilir. Bunu en iyi uygulayan emperyalist ajanların en
yamanları da bizdedir diye haklı olarak öğünebiliriz” demekteydi.
78
Tarihi çarpıtmak
Birisine kırk gün “delisin” de, deli olur misali palavraların ardı
arkası kesilmez. Göçebeymişiz. Uygarlığa neredeyse hiç katkımız
olmamışmış. Her şeyimizi Batı’ya borçluymuşuz. Tarihle yüzleşmemiz gerekiyormuş… Sanki kimimizin Osmanlı ile kimimizin
Cumhuriyetle ve Atatürk’le bırakın yüzleşmeyi, hesaplaşmadığımız gün varmış gibi. Geçmişi konuşmaktan geleceği düşünmeye
vaktimiz kalmıyor.
Çocuklarımıza Avrupa merkezli bir tarih öğretiyoruz. Bütün
uygarlık onların eseriymiş. Kendimize Batılıların bize baktığı gibi
bakıyor, çocuklarımıza da bunu böyle öğretiyoruz. Batıcı tarihçi
ve sosyologlarımız “biz eskiden de etkisiz bir toplum idik” düşüncesini yerleştiriyor. Müfredatını dışarıdan ithal eden, aydınlarının
çoğunu dışarıda yetiştiren ve kendi değerlerini aktaramayan bir ülkede ne beklenebilir ki?
Millet kendini kahraman olarak algılıyorsa mankurtlara göre
bu değiştirilmelidir. Tarihteki kahramanlık örnekleri unutturulmalı, korkaklık, çekingenlik ve ihanet halleri öne çıkarılmalıdır.
Bir bakarsınız ki zaferleri unutmuş, hezimetleri öne çıkarmışsınız. Böylece Kutül Amare zaferini toplumun gündemine bile
getirmezken, Sarıkamış felâketini “kutlarsınız!” Kahramanları unutur, unutturursunuz. Sonradan görme bir kişinin “pot kırarlar”
diye akrabalarını saklaması gibi mankurt okumuşlar da kendi kültü79
rel değerlerini, tarihini, kahramanlarını saklayarak efendilerine şirin
görünmeye çalışırlar.
Osmanlı’dan gurur duyan kitleler mi var, “Osmanlı Anaları” diye bir kitap yazar, onların aslında yabancı olduklarını yüklersiniz
beyinlerine. Tarihimizin çocuklarımızda bağımsızlık bilinci yeşertecek sayfaları mı var, gizlersiniz, gündeme getirmezsiniz. Ne okul
ne de medya onlardan bahseder. Yine de silemiyorsanız geçmişte kalan kavramları kirletirsiniz. Yakın bir zamanda siyasi entrika
çevirdikleri iddiasıyla tutuklanan bir grup insanın davasına “Ergenekon Terör Örgütü” kod adı verildi. Emniyet birimleri bu ad altında
bir örgüt kaydının olmadığını açıklıyor, yargılananlar bu örgütü
kabul etmiyor ama ısrarla bir kısım medya bu adlandırmayı kullanıyor! “Ergenekon” ve “terör” kelimelerini yan yana kullanarak ne
yapmaya çalışıyorlar? Velev ki böyle bir oluşum var, toplumun ortak
bir kavramını hınçla kullanmak ırkçı bir tavır değil midir? Toplumun hafızasında yer alan ve kimseye zararı olmayan “Ergenekon”
adının neden seçildiği, kimin adına kime ne anlatılmak istendiğini
kaç kişi sorguladı?
Tarihimize Batılıların baktığı gibi bakıyor bazı mankurt okumuşlar. Peki, Batı Türkiye’yi nasıl görüyor? Batı Türkiye’yi bulduğu
ilk fırsatta büyük bir devlet olarak karşısına dikilecek iflah olmaz
bir rakip, güvenilmez ama yedekte tutulması gereken, müttefiklikle kandırılması gereken bir ülke olarak görüyor. Büyümemesi için
sürekli budanması gereken, yoluna engeller konulması, kontrol altında tutulması gereken bir ülke!
Batı bizi ne kadar ve hangi niyetle tanıyor? Türkoloji araştırmalarının Batı’da başladığı bir gerçektir. Başladığı dönem ise aynı
zamanda Osmanlı ve Türk coğrafyasının yağmalandığı dönemdir
ve âdeta bu yağmalamayı meşru kılacak şekilde bir Türkoloji ortaya
konmuştur. Ancak zamanla mızrak çuvala sığmamıştır. Gerek öntürk
tarihi araştırmaları, gerekse İslamiyet sonrası düşünürlerin eserleri,
tarihte Türklerin Batılıların öğrettiği gibi etkisiz bir toplum olmadı80
ğını gösteriyor. Aslında bunun için büyük araştırmalara gerek yok.
Tarihte en çok devlet kuran bir toplumdan söz ediyoruz. Devlet kurabilmek üst düzeyde örgütlenme yeteneği ve bu da iyi işleyen bir
eğitim geleneğini gerektirir. Örgütlenme üst düzey bir soyutlamanın
ürünüdür. Bunu başarmış bir toplum tarih yapmada etkisiz olamaz.
Mankurtlaşan bireyler mankurt bir toplumu oluşturur. Böyle bir toplum tarihsel özgörevini kaybetmiştir. Tarihin bir öznesi
değil, nesnesidir. Tarihe nasıl katılacağını bilmez, unutturulmuştur.
Tarih yapan bir aktör olarak tarihe katılmak gibi bir derdi de yoktur. Efendilerinin müttefiki olarak onlara hizmette bulunmak ve
sadakatini her fırsatta kanıtlamak onlara gereken mutluluğu sağlamaktadır. Aydınlardan söz ediyoruz, halktan değil. Halk hala
kendinde, şimdilik!
Tarihimize Batının gözlükleriyle bakınca ne mi olur? Kısa yanıt;
ulusal benliğimiz aşınır ve değişir.
Bir masal daha
Bir zamanlar muzip bir Kızılderili bir kartalın yuvasından aşırdığı yumurtayı kuluçkaya yatan yaban tavuğunun yumurtaları
arasına katmış. Zamanı geldiğinde yumurtanın içindeki kartal yavrusu kabuğunu kırmış ve dünyaya gelmiş. Kendisinin biraz farklı olsa
da çevredeki yüzlerce tavuktan biri olduğunu düşünmüş. Oradaki tavuklarla birlikte, bir tavuk gibi büyümeye başlamış. Sadece o
değil, etraftaki tüm tavuklar da onu bir tavuk olarak görüyor ve ona bir tavukmuş gibi davranıyormuş. Zaman zaman içinden; “ben
çevremdeki tavuklara benzemiyorum... Acaba ben kimim?” diye soruyormuş.
Bir gün öteki tavuklarla birlikte eşelenirken, yukarılardan birkaç
kartalın uçtuğunu görmüş. Kendini tutamamış, yüreğinde bir anda
oluşan coşkuyla haykırmış:
“Ne kadar güzel uçuyorlar. Ben de onlar gibi uçmak istiyorum.” Tavuklar, onun bu sözlerine hep birlikte gülmüşler.
81
“Sen bir tavuksun ve tavuklar asla kartal gibi uçamaz.”
Kendini yaban tavuğu sanan kartal her gün: “Ah tanrım, ne olur,
ben de onlar gibi uçabilsem... Ben de onlar gibi özgürce kanat açabilsem göklerde.”
O böyle konuştukça çevresindeki tüm tavuklar her zaman söyledikleri sözleri bir kez daha, bir kez daha yineliyorlarmış: “Vazgeç
düşlerinden. Sen tavuksun ve hep tavuk olarak kalacaksın.”
Küçük kartal, çevresindeki tavukların her gün birkaç kez yineledikleri bu sözlerinden öylesine etkilenmiş ki sonunda bir kartal gibi
göklerde özgürce kanat açmak düşünden vazgeçmiş, hayatını bir
tavuk gibi sürdürmüş ve bir tavuk gibi ölmüş.
82
“Ben” olabilmek
Benlik bireyin kendisiyle ilgili algısıdır. Benlik, çeşitli deneyimler sonunda öğrenilen ve sürekli olarak gelişen, bireyi kendi
içinden gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve davranışlar üzerinde düzenleyici ve yönetici bir etkisi olan olgu ve süreçtir.
İdeal benlik ile algılanan benlik birbiriyle çakıştığı ölçüde birey kendisiyle barışık, tutarlı ve bağımsızdır. Tersi durumda ise
birey huzursuz ve kaygılı olur. Benlik “ben akıllıyım, çalışkanım,
çekiciyim, büyük hedeflerim var ve bunları gerçekleştirecek güçteyim, herkes tarafından beğenilen ve saygı duyulan biriyim vb”
gibi kişinin kendine ilişkin tanımlamasıdır. Bu ifadeleri hisseden
kişinin olumlu bir benlik kavrayışı olduğu söylenebilir. Benlik kavrayışı olumsuz da olabilir. “Ben aptalım, tembelim, iticiyim, hiçbir şeyi
başaramam vb”. Bireyler benliklerini çevreden aldıkları dönütlere
dayanarak etkileşim halinde biçimlendirirler. Kişi akıllı, çalışkan,
başarılı ve çekici olduğu halde çevreden bunları destekleyecek veri
alamıyor, takdir ve teşvik göremiyor hatta sürekli tersleniyorsa kendi
benliğini olumsuz olarak tasarlayacak ve olumsuz benlik kavramına
ulaşacaktır.
Yukarıdaki açıklamada birey yerine ulus konulduğu zaman
ulusal benlik kavramı açıklanmış olur. Ulus, güçlü ve zayıf yönlerini,
yeterliklerini, yapabileceklerini ve geliştirmesi gereken yanlarını,
geçmişte neleri başarıp neleri başaramadığını, diğer uluslar karşısındaki durumunu değerlendirerek kim olduğunu belirler. Bu
83
belirleme olumlu, olumsuz ya da gerçekçi olabileceği gibi olumluluk veya olumsuzlukları abartılı biçimde de algılayabilir. Abartılı
olumluluk ırkçılığa götürebileceği gibi abartılı olumsuzluk da ulusu
edilgen, silik ve sömürge durumuna düşürebilir.
Ulusun kendini kavrayışı ne kadar gerçeğe yakın ise gelecek
tasarımında o kadar isabetli kararlar verir. Türkiye’de gözlenen
durum gerçekçi olmayan biçimde topluma olumsuz bir benlik
tasarımı yüklenmesidir. Bunun sakıncası yukarıda aktarılan Kızılderili masalındaki kendini yaban tavuğu sanan kartalın durumuna
düşmektir. Ulusun kendini olumlu olarak tanımlaması kendisiyle
barışık olmasını sağlayacağı gibi özgüveni olan bir ulus olarak geleceği daha iyi kurmasına yol açacaktır.
İzlenen mankurtlaştırıcı eğitim ve kültür politikalarıyla Türk
ulusu yakışıklı, çalışkan, onurlu ve başarılı olduğu halde sarhoş
babası tarafından sürekli aşağılanan ve horlanan delikanlının
durumuna düşürülmüştür. Bu delikanlı olumsuz bir benlik tasarlayacağı için özgüveni olmayacak ve girişim gücü bulamayacaktır.
Mankurtlaştırma süreci buna hizmet etmektedir. Batıdan ithal edilen eğitim ve kültür politikaları ve mankurt okumuşlarla olumlu
benliğe sahip insan imal etmek mümkün değildir.
***
Başka ateş suyu etkisi yapan şeyler de sıralanabilir. Dikkat edilirse, bütün bunlar toplumu belleksizleştirmek, kimliksizleştirmek,
kişiliksizleştirmek ve oyalamak sonucuna yol açmaktadır. Küresel
sömürge haline getirmek istedikleri ülkemizde, zihnimiz yeniden
inşa ediliyor. Oluşturulmaya çalışılan kimlik, bizim olmayan, yapay,
emperyalizmle dost veya ona hizmet eden dolayısıyla onun uşağı
bir kimliktir.
84
Neden mankurtlaştırıyorlar?
Mankurtlaştırma işini mankurtlaştırıcılar yapar. Mankurtlaştırıcı olabilmek politika belirleme gücünü gerektirir.
Mankurtlaştırma eğitim ve kültür politikalarını belirleyebilenlerin
yapabileceği bir ahlâksızlık ve insanlık suçudur. Sorumluları sözü
geçen ve sesi çıkanlar arasında aramak gerek. Mankurtlaştırmanın
hangi araçlarla ve nasıl yapıldığının bir kısmı yukarıda açıklandı.
Ama neden? Neden birileri ötekilerini mankurtlaştırır? Kısa cevabı
şu: Etkisiz hale getirip sömürmek için! Bunu biraz daha açıklamak
gerekirse şu sınıflama yapılabilir:
Sebeplerden ilki uluslararası rekabettir. Daha etkili olan devletler (emperyalist devletler de denilebilir) sömürge haline getirmek
istedikleri ülkelerin eğitim ve kültür politikalarını bir şekilde tahrif
veya tahrip ederek onları etkisizleştirir. Böylece hem muhtemel bir
rakipten kurtulur hem de zihnini sömürgeleştirdiği insanların
aslında sömürge olduklarının farkına varması engellendiğinden
sömürü süreklilik kazanır, toplumlar kurtulma çabasına giremez.
Mankurtlaştırma sebeplerinden ikincisi sınıflar arası rekabetten kaynaklanır. Ülke içinde ekonomiye hâkim olan sınıf büyük
ölçüde sosyal politikaların belirlenmesinde de etkilidir. Etki ve
gücünü sürdürmesi diğer sınıfların mankurtlaşmış olmasına bağ85
lıdır. Bu hâkim sınıf komprador olduğundan mankurtlaştırmayı
işbirliği halinde olduğu emperyalist merkezlerle birlikte yapar.
Bir başka sebep toplum tasarımı mühendisliği yapanların cehaleti ya da yanlış bilgi kullanımıdır. Bu mühendisler bir çeşit
‘köprübaşlarıdır.’ Bu köprübaşları (yerine göre aydınlar, bir kısım
bürokrasi, yönetici kadrolar vs) başka türlü olmasının mümkün
olmadığına inandıklarından bilinçli veya başka bir akla hizmet ettiklerinin bilinçsizliği içinde ama bilim adına, vatan millet adına
bu işe koşulurlar. Neticede Batı ile sürdürmek zorunda olduğumuz ilişkiler çerçevesinde bir sistem oturtulmak istenir.” Genellikle
az gelişmiş aydınlardan kaynaklanır. Bunlar ya aydın olma niteliklerini taşımadıkları halde o sıfatı edinmiş ya da devşirilmişlerdir. İyi
niyetli olanları yarı cahildir. Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki
bağlardan habersizdirler ve çağın ortaya çıkardığı gelişmeleri ülke
çıkarları açısından irdeleyemezler. Ötekiler ise zaten içinde bulundukları ülkeye hizmet etmek gibi bir dertleri yoktur hatta yıkmaya
çalışırlar. Bu aydın (!) grubu ekonomi, siyaset, toplumsal hayat vb
konularda düzenlemelerin nasıl yapılması gerektiğini tasarlayıp
toplumun geleceğini biçimlendirirler. Niyet bozuk ya da yetenek
yoksa yanlış planlamalarla insanları yanlış yönlendirirler.
Bir de gayretkeş mankurtlar vardır ve bunlar da toplumun geri
kalanını mankurtlaştırma çırpınışındadır. Mankurtlaştığının farkında değildir ve herkesin kendisi gibi olması için elinden geleni
yapar. Ne yazık ki ülkemizde yukarıda anlatılanların hepsinden bol
miktarda bulunmaktadır.
86
Mankurtlaşmamak için ne yapmalı?
Aytmatov’un anlattığı mankurtlaştırma öyküsünde insanlar
zorla mankurtlaştırılmaktadır. Mankurtlaştırmaya dayanamayanlar
ölmektedirler. Günümüzde eğitim ve kültür politikaları öyküdeki devenin boyun derisi halini alabilmektedir. Mankurtlaşmaya
direnenler meşruiyet dışına çıkarılarak yok edilmektedir. 68’li Devrimciler önce meşruiyetleri kaybedilip sonra dağıtılmışlardır. Aynı
şey Ülkücüler ve İslamcılar için de uygulanmış mankurtlaşmaya direnenler yok edilmiş, fidanlarımız budanmıştır.
Mankurtlaşmayı önlemek millî bir eğitimle mümkündür. “Millî
bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Doğudan ve Batıdan gelen
yabancı tesirlerden uzak ve millî karakterimizle orantılı bir kültür
kastediyorum... Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa
kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım.” Bu ise ancak HEROTÜRK projesiyle mümkün
olabilecektir.
Ülkemizde yaşanan olumsuzluklara, aydın tipine ya da gündemimizi işgal eden konulara baktığımızda, ideal ve bağımsız insan
87
tipini ne kadar yetiştirdiğimiz tartışmalıdır. Toplumun geleneksel eğitim (terbiye) müfredatıyla onun doğrultusunda olması gereken
“millî” eğitimin amaç ve uygulamaları birçok yönden farklılaşmış
hatta ters düşen uygulamalar yürürlüğe sokulmuştur. Millî bir eğitim, aile ve toplumun değerleri üzerine ulusal hedefler ve çağın yeni
değerlerinin sentezinde ortaya çıkar. Süregelen süreçte ise ulusal/
millî olmayan, ithal eğitim ve kültür politikaları kültür kodlarını zedelediğinden toplum zihnen teslim alınmaktadır. Kültürel yönden
teslim alınan bir ulusun bağımsız yaşama iradesi de yok olmaktadır.
Eğitim, sadece okulların ve öğretmenlerin görevi değildir.
Millî Eğitim Temel Kanunu sadece okul ve öğretmenleri bağlamaz. Kanunun 17. maddesi “millî eğitimin amaçları yalnız resmi
ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede,
işyerlerinde, her yerde ve her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır”
demektedir. Toplumda herkes herkesin öğretmenidir ve yapıp etmelerini millî eğitimin amaçlarına uygun olarak sürdürmelidir.
Her millet, bir “futbol takımı” gibidir. Takımdakiler eşgüdüm
halinde takımın başarısı için mücadele ederler. Birey ve kurumlar
görevlerini doğru ve eksiksiz yaparsa ancak o zaman ulusal hedeflere ulaşılır. Birinin yapmaya çalıştığını diğeri bozarsa elde bir şey
kalmaz. Kitle iletişim araçları, aileler, sokaktaki insanlar, demokratik kitle örgütleri, siyasal partiler, kamu görevlileri... Her kurum
ve herkes yapıp etmelerinde “millî eğitimin genel amaç ve temel ilkelerini” dikkate almak zorundadır. Bu amaç ve ilkelerden birçok
kesimin bihaber olduğu da bir gerçektir.
Bir toplumdaki eğitim, hukuk, siyaset, yönetim, dernekler ve
basın gibi tüm sistemler, eğitim başta gelmek kaydıyla, millî hedefler söz konusu olduğunda birbirini desteklemelidir. Öte yandan
medya ve internet, kültürün yeniden üretilip aktarılmasında okullar kadar etkili olmaya başladığı gözden kaçmamalıdır. Çocuk aile,
okul ve çevrenin ürünüdür. Medyanın bunların hepsini etkilemede
üstünlükleri vardır.
88
Akla dayalı bilimsel bir eğitimle kültür kodları bireylere tüm
eğitim süreçlerinde öğretilmelidir. Bütün bunları toplumca tartışıp doğru kararlara varabilmek için de sağlıklı bilgi verecek kitle
iletişim araçları ve ortamlarına gereksinim duyulmaktadır. Medyamızın önemli kısmı bu konuda iyi bir sınav vermemektedir.
Kurbağa
Bilinen öyküdür: İçi su dolu bir tencereye bir kurbağa atar ve
ocağı yakarsanız kurbağa yavaş yavaş ısındığından dolayı haşlanacağını düşünemez. Sıcaklık rahatsız edici boyuta ulaşınca, o
kadar gevşemiş ve mayışmıştır ki, tencereden çıkacak gücü kendinde bulamaz ve ölür. Oysa kaynayan bir tencereye bir kurbağayı
atarsanız tüm gücünü toplar, oradan sıçrar ve hemen kurtulur. Kurbağanın çıkamayışı hayatına yönelen tehdidi algılayan iç düzeneğin
kurbağanın çevresindeki ani değişikliklere göre programlanmış olmasındandır, alıştıra alıştıra olan değişime göre değil. Bu öykü,
insanlara azar azar zehir bile içirilebileceğini anlatmaktadır; şu sıralarda Türk toplumuna içirildiği gibi! Her toplum zaman zaman
rehavete kapılabilir. Uçurumun eşiğine de gelebilir. Biz uçurumun
kenarına gelmiş ama rehaveti üstünden atarak İstiklal Savaşında
destanlar yaratmış bir toplumun çocuklarıyız. Türkiye genç ve eğitimli nüfusu, köklü devlet geleneği, üstün coğrafyası, zengin yer
altı ve yerüstü kaynaklarıyla geleceği parlak olan bir ülkedir. Bunu
bilerek, mankurtlaştırma araçlarına karşı uyanık kalarak tarihsel rolümüzü oynayabiliriz.
Gerçekten millî olan bir eğitim ve kültür politikası geliştirilmelidir. Mankurtluktan kurtulmak ve mankurtlaştırılamayanları
yetiştirmekle işe başlanabilir. Bu görev, başta devlet, eğitim kurumu
ve öğretmenler olmak üzere tüm toplumundur. Görev sadece bir
kesime (eğitimcilere) yüklenmemelidir. Savaşlar sadece cephede
askerler arasında olmaz. Kültürel yayılmaya karşı da mücade89
le yürütmek gerek. Asıl savaş zihinlere karşı açılmış durumdadır.
Ulusal bilinci yükseltmek, emperyalist sömürüye karşı acil bir insanlık görevidir.
Son olarak eklemek gerekir ki, yukarıda yazılanlardan toplumun dünyayla ilişkisini kesmesi, kendi kabuğuna çekilmesi ve
atalarını taklit etmesi gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. Toplumlar başka toplumlardan kültür aktarma ve sentez yapma yoluyla
gelişir. Her şeyin sürekli değiştiği bir dünyada değişmeden kalınmaz. Bu bölümün önerisi kendi ayakları üzerinde durarak değişmek
ve gelişmektir.
Bir masal daha
La Fontaine Fransız edebiyatının önemli bir fabl yazarıdır.
İnsanla, toplumla ilgili bazı durumları, zaafları, kusurları hayvanlar arasında geçen olaylarla simgesel olarak açıklamaya, dersler
vermeye, insanları uyarmaya çalışır. Bu bağlamda milletlerin
mankurtlaşma durumlarını açıklamada kendisinden faydalanabileceğimiz “Kırlangıç ve Küçük Kuşlar” adında çok güzel bir fablı var.
Hikâye özetle şöyle:
Bilge bir kırlangıç varmış. Bir gün bu kırlangıç, köylünün birinin tarlasına kenevir tohumu ektiğini görmüş. Kırlangıç, küçük
kuşları çağırıp “bakın bu adam sizin kuyunuzu kazıyor, size tuzak hazırlıyor” demiş. “Bu adamın ektiği tohumlar başınıza çorap
örecek. Bunlardan yapışkan macun yapılacak, ip, sicim, kafes yapılacak ve bununla sizi birer birer avlayacak. Kiminiz kafese, kiminiz
tencereye girecek. Sizin sonunuzu hazırlayacak olan şu kenevir tohumlarını bitmeden, büyümeden yeyin” demiş.
Ama küçük kuşlar, bilge kırlangıcı dinlememişler. Kenevirler büyümeye başlamış. Kırlangıç küçük kuşları gene uyarmış. “İş
işten geçmeden, başınıza belâ gelmeden şu körpe kenevir yapraklarını yeyin bitirin, tehlikenin önünü alın” demiş. Bilge kırlangıcın
90
sözünü tutacaklarına ona kızmışlar. “Ne şom ağızlısın” demişler. Bu
arada kenevirler büyümüş.
Kırlangıç, kuşları bir kez daha uyarmış. Demiş ki “kötü tohum yurdunuzda aldı yürüdü. Bugüne kadar bana inanmadınız.
Fakat insanlar sizi avlamak için dağda bayırda ağlarını kurmuş. Ya
yuvanızdan hiç çıkmayın, ya da başka yere göç edin. Ama siz küçüksünüz, çölleri denizleri geçemezsiniz. Yeni dünyalar aramak size
göre değil. Yapabileceğiniz tek şey, duvar deliklerine saklanmak.”
Kuşlar kırlangıcı dinlemekten yorulmuş, cıvıl cıvıl ötüşüp durmaya başlamışlar. Sonunda kafesler kuşlarla dolmuş.
La Fontaine’in hikâyesi böyle. Şimdi bunu günümüz Türk toplumuna, ülkemize, hâlimize uyarlayalım:
Bilge kırlangıcın karşılığı, sahih münevver gerçek Türk aydınlarıdır. Gerçek aydın, milletini tehlikelere karşı uyaran, olumsuz,
kötü gidişatı haber verip tedbir alınmasını isteyen millet vicdanıdır, milletin önderidir, kılavuzudur, uyarıcısıdır, yol ve yön
gösterenidir. Tarihin her döneminde böyle gerçek Türk aydınları
var olagelmiştir. Bugün de çok şükür bol miktarda Türk aydını vardır. Vatanına, bayrağına, Türkçesine, Türk kültürüne, İslam dinine,
tarihine, atalarına, topraklarına, madenlerine, bankalarına, limanlarına, madenlerine, ordusuna, örfüne âdetine sahip çıkan, bu millî
ve dinî değerlerimizi yabancılara peşkeş çekmeyen, emperyalizmin
yağmalamasına izin vermeyen, vatanımızda yabancı hâkimiyetine
karşı çıkan adam, gerçek Türk aydınıdır.
Köylünün tarlasına kenevir tohumu ekmesinin karşılığı da
özellikle Tanzimat’tan beri Türk tarlasına yani Türk vatanına, Türk
milletini avlayacak fitne fesat, kötülük, ayrılıkçılık, dinsizlik, gâvura
taparlık, gâvurun aklıyla hareket etme, misyonerlik tohumlarının atılmasıdır. Tanzimat’tan beri ülkemizin tarlasına, milletimizin
içine Türk’ü avlayıp kıskıvrak yakalayıp yok edecek tuzak tohumları atılıp durmaktadır. Dışardan batılı Haçlılar, içerden onların
sözcüleri, işbirlikçileri, Türk milletini tasfiye taşeronları yoğun propagandalarla Türk’ün millî ve dinî kimliğini yok edecek
kenevir tuzakları kurup duruyorlar. Alafrangalılık, garplılaşma, ko91
münizm, liberalizm, kapitalizm, materyalizm, globalizm, dinsizlik,
Sorosçuluk, Amerikancılık, Avrupa Birlikçiliği, Türk düşmanlığına dayalı etnik siyaset, Kürtçülük, Ermencilik gibi daha bir sürü
tuzakların kenevir tohumları ekildi. Bunlar büyüdü, sicim oldu, kafes oldu ve Türk milleti bu kafeslere hasedildi. Milyonlarca vatan
evladı gâvurun kurduğu tuzaklarla avlandı. Bu tuzaklarla avlanıp
mankurtlaştırılan Türk, Türklüğünü ve Müslümanlığını unuttu; hatta bunlara düşman oldu, kendi kimliğine düşman edildi. Kendini
“Müslüman Türk” olarak tanımlamak varken ruh kökümüze tamamen yabancı, ithal malı “dünya vatandaşı”, “liberal”, “Komünist”,
“global”, “enternasyonalist”, “halklara özgürlükçü demokrat” falan
gibi ucube kavramlarla tanımlamaya başladı.
Küçük kuşların kırlangıcı dinlememesi: Mankurtlaştırılmış
bir kısım insanımız, dışarıdan ve içerden bize tuzak kuran hain karanlık aydınların, Türk düşmanı etnik siyasetçilerin, Sorosçuların,
Amerikancıların, liberal faşistlerin, şunların bunların Türk’e kurdukları tuzakları hatırlatan Türk aydınlarını dinlememekte ısrar
ediyorlar. Atatürk’ün kurduğu millî Türk Devleti bütün kurumları ve değerleriyle tasfiye ediliyor, Türkiye’de, Türk vatanında, Türk
devletinde, Türk’ün devleti, siyasî iradesi, malı mülkü, tarlası, bankası, madeni, işletmesi, kültürü, dini, dili, ruhu her şeyi elinden
alınıyor dikkat edin, uyanık olun, tedbir alın diye uyaran gerçek milliyetçi Türk aydınlarını dinlemiyorlar. Dinlemedikleri gibi dönüp bir
de küçük kuşların kırlangıca “ne şom ağızlı adamsın!” dedikleri gibi,
bu mankurtlaşmış bir kısım ahali, Türk aydınlarına “sen paranoyaksın, korkular üretiyorsun” diye alay etmeye kalkıyorlar.
Kendilerini avlayacak tuzak kenevirlerin büyümeye devam etmesi sırasında cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar gibi bir kısım mankurt Türk
ahali “oh her şey ne güzel, her şey çok iyiye gidiyor, Türkiye gittikçe
gelişiyor, ilerliyor, ekonomi artıyor, şu oluyor bu oluyor” diye vur
patlasın çal oynasın, ye iç eğlen, gez toz havasında gidiyor.
Kötü tohumlar vatanımızın her tarafını sardı, büyüdü, tuzak oldu. Emperyalizmin örümcek ağları vatanımızı kıskıvrak sardı.
92
Emperyalizm;
-Sıcak parayla, özelleştirmelerle, satın almalarla, ipoteklerle
büyük ekonomik kaynaklarımız ve paramız,
-Avrupa Birliği ve Amerika baskıları kanalıyla siyasetimiz,
-Misyonerlik faaliyetleriyle dinimiz,
-Basın yayın, sinema, müzik yoluyla millî kültürümüz,
-Hazırlattıkları, dayattıkları eğitim programları ve gelecek kırk
bin İngilizce öğretmeni adı altındaki ajanlar ve misyonerlerle eğitimimiz,
-Türkçenin dışında değişik eğitim ve resmî diller dayatmasıyla dilimiz üzerinde kafesler örmüştür.
Emperyalizm, MüslümanTürk’ü avlamak için dağda bayırda;
her yerde tuzak avlarını kurmuştur.
Emperyalistlerin hesabına göre kapana sıkıştırılmış, tuzağa
hapsedilmiş Müslüman Türk, bu durumda ya evinden hiç çıkmayacak, mağarasına gömülecek, ya da başka yere göç edecektir. Ama
hiçbir yere gidemez. Hiçbir yere gidemeyecek kadar güçsüz, bilgisiz,
dayanaksız, parasız, donanımsız bırakılmıştır. Yeni dünyalar arayacak
takatte ve donanımda değildir. Dış ve iç emperyalist odaklar Türk’ü
böyle çaresizlik tuzağı içine hapsettiklerini zannedebilirler.
Ama gerçek öyle değildir.
Müslüman Türk, iki temel değerine; Müslümanlığına ve
Türklüğüne sımsıkı sarıldıkça, dinî ve millî kimliğini yeniden
kazandıkça, kendisi için örülen emperyalist oyunların farkına
93
vardıkça bütün bu tuzakları paramparça edebilecektir. Bütün örümcek ağlarını söküp atacak, kendisini hapseden bütün demirden
sarp Ergenekon dağlarını ateşte eriterek kendisine özgürlük yolu
bulabilecek ve tekrar özgür vatanında kendi millî toplumunu ve
kurumlarını inşa edebilecek potansiyele sahiptir.
Yeter ki bizim için çalışan, fikir üreten, siyaset yapan gerçek
Türk aydınlarını ve Türk beylerini yani bilge kırlangıçlarımızı dinleyelim, onların uyarılarına kulak asalım. Aymaz, vurdumduymaz,
gafil küçük kuşlar gibi olmayalım.
Üretim ve Tüketimde Mankurtlaşmak
Üretim , iktisadi malların kıtlık derecelerini azaltmanın ve ihtiyaçlarla kaynaklar arasındaki gerginliği hafifletmenin tek yolu,
insan ihtiyaçlarını karşılama niteliği olan malların çoğaltılması, yani
yeni üretimde bulunulmasıdır.
Tüketim, toplumdaki tüm bireylerin doğrudan doğruya ihtiyaçlarını karşılayan mal ve hizmetleri kullanma eylemidir. Tüketim
harcamaları, bu eylemi gerçekleştirebilmek için yapılan parasal ödemelerin veya eşdeğer bedellerin toplamından oluşmaktadır.
Bir harcamanın tüketim harcaması mı yoksa yatırım harcaması mı
olduğu konusunda bazen tereddüde düşülebilir. Örneğin bir bilgisayarın
veya otomobilin satın alınması evde kullanma amacı taşıyor, bunlardan piyasaya belli bir fiyatla mal üretip arz etmede yararlanma amacı söz
konusu değilse dayanıklı tüketim malları satın alınmış demektir. Dolayısıyla tüketim harcaması yapılmıştır. Şüphesiz aynı mallar bir firma
tarafından üretimde kullanılmak amacı ile satın alınmış olsaydı, yapılan
harcama yatırım harcaması olarak değerlendirilecektir.
94
Üretim ve Tüketim Dengesi
Üretim ve tüketim birbirini asgari koşullarda dengede tutmak
zorunda olan iki parametredir. Sanayi, tarım, hizmet gibi bir çok
alanda söz konusu olan üretim ile bireysel ihtiyaçlar, toplumun
genel ihtiyaçları, gelişen teknoloji ve değişen hayat koşullarından
etkilenen tüketim arasında kaynakların yeterliliği açısından ya
üretim yönünde bir pozitiflik, ya da ikisi arasında en azından bir
dengenin olması gerekmektedir.
Üreten birey, tüketme ihtiyacını giderebilmek için toplumda
meta olarak belirlenmiş parayı aracı olarak kullanmaktadır. Ülkelerin ekonomik durumuna, ürettiği hizmet veyahut ürüne göre belli
bir maddi gelir elde eden birey, kısıtlı maddi kaynaklarıyla mümkün olan tüm ihtiyaçlarını karşılama çabasına girmektedir. Bu çaba,
iktisadi bir çabadır. İktisadi bir çaba olmaktan çıkıp zevklerin sonsuz
bir şekilde karşılanması isteğine dönüştüğü anda önce bireysel ekonomik sıkıntılar, daha sonrasında ise toplumsal ekonomik çöküşler
ortaya çıkar. Üreten toplum özelliğinden çıkılıp, tüketen toplum
özelliğine geçilmesi; zevklerin ve ihtiyaçların sonsuz bir şekilde karşılanması olgusunun olaya dönüşmüş halidir.
Tüketim toplumu nasıl yaratılır? Tüketimde mankurtlaşma
ne demektir?
Tüketim toplumları nasıl yaratılır sorusuna gelecek olursak,
tüketim toplumları önce filmler afişler ve reklamlarla insanlarda
talebin oluşması sağlanarak yaratılır. Modern ve çağdaş olmanın
gereğinin bu reklam ve filmlerdeki ürünlere sahip olmaktan, onları satın almaktan geçtiğine toplum zamanla inandırılır.
Filmlerde, başarılı ve mutlu film kahramanlarının cep telefonu , araba markası , evi sürekli bizlere gösterilir , çizilen başarılı ve
mutlu insan rolünü hepimizin benimsemesi istenir. Bu ürünlere sahip isen mutlusundur ve başarılısındır artık.
95
Geçmişten günümüze doğru kendi toplumumuzdan yola çıkarak bir örnek verelim isterseniz.
Hollywood filmlerinde süper lüks evlerde küvet gören Türk
halkı, 1990’larda lüks bir ev yaptırmanın banyoya bir küvet konulmasıyla mümkün olduğuna inanmıştır. Daha sonralarında,
filmlerde duşakabinde ( jakuzi) şarkı söyleyerek banyo yapan
aktrisleri gören halk, küvetin bir konfor yaratmadığına inanmış,
evlerindeki küveti söküp yerine duşakabin taktırmak için sıraya girmiştir.
Sorgulamayan bir tüketim toplumunu ve tüketim mankurtlarını yaratmak, ihtiyaçlarını düşünmeden gideren, yeni
alternatiflerin ortaya çıkması ile bir anda yeniden tüketim arzusu
taşıyan, hep en iyiyi en pahalıyı kullanmak isteyen bireyleri var
edebilmekten, en iyi ve en pahalısına sahip olma arzusunun sorgulanmamasını sağlamaktan geçer.
96
Bireysel iktisat neden önemlidir?
Bireysel iktisat şu bakımdan önemlidir. Kişilerin de devletler
gibi , gelir ve gider bütçeleri vardır. Devletlerde gelir bütçesi, gider
bütçesinden fazla olduğu durumlarda devletin hazinesi (birikimi
) oluşmaya başlar. Bu süreç içerisinde oluşan devlet hazinesinden
yatırımlar yapılır; iskan , sağlık, üretim ve hizmet politikaları finanse edilir.
Ekonomik anlamda gelişen ve büyüyen bir devlet olmanın en
büyük şartı , bu gelir gider dengesinin gelir yönüne doğru kaydırılması , hazinenin güçlendirilmesi ve yatırımın arttırılmasıdır.Zor
zamanlarda ise ekonomide başabaş bir dengenin kurulması için uğraşılmasıdır.
Bireyler de gider ve gelirlerini bu benzer örnek üzerinden gerçekleştirmek zorundadır. Günlük bütçeleri aşan ihtiyaçlar (ev,
araba, arazi vs) geçmişten bu zamana kadar var edilen hazinenin (
birikimlerin) elverdiği ölçüde karşılanmalıdır.
Peki kredi çekilmesi yanlış mı, ihtiyaç olanın daha önce alınabilmesi için kredi kullanılması mantıksız mı ? Aslında bu konu
iktisadi olarak değerlendirildiğinde mevcut ürünün zamanından
önce alınabilmesi için bir ürüne değerinden daha fazla meblanın
ödenmesi durumunu doğurmaktadır. Satın alınan ürünler bir yatırım aracı ise , kredi borcundan daha fazla bir satış geliri getirmediği
her durumda kişi ekonomisi bu durumdan zarar görür.
97
Uzun vadelere yayılan kredi borçları kişinin ekonomik
özgürlüğünü kısıtlamakta, ekonomik sıkıntılarını daha da şiddetlendirmektedir. Günlük elzem olan ihtiyaçlar , uzun vadeli
ödemeler yüzünden ertelenmektedir. Kişisel bunalımlar ve toplumsal çöküşler baş göstermektedir ki bizim toplumumuzda bu
sıkıntı son 5 yıl içinde katlanarak büyümüştür.2005 yılında kredi
borcu olan yüzde %20’lik bir kesim var iken şu an bu yüzde %70’ler
seviyesindedir.
Cebimizde yeterli para olmaz iken güzel arabalara binip, şahane evlerde oturmaktayız. Bizim olduğunu sandığımız bir çok şeye
aslında biz değil , kredi kullandığımız bankalar sahip bulunmaktadır.
Ne yapmalıyız?
Toplum olarak geçmişten bu yana, ekonomik buhranlar ve
kıtlıklar sayesinde(!) kazandığımız aza kanaat ve hamd etme yeteneğimizi kaybetmiş bulunmaktayız. Lüks yaşama olan isteğimiz
artmış, sınırlarımızı aşan tüketimleri yapmaktan geri durmamaktayız.
Üretim yapmadan daha çok kazanma ve daha refah içinde yaşama arzusunu taşıyoruz.
Peki ne yapmalıyız , üzerimize düşen görev nedir?
Ülke olarak üretimi yeniden canlandırıp, memleketin hiçbir
verimli arazisini boş bırakmamak ,ham maddeye yakın sanayi hamleleriyle üreten , ürettiklerinde kalite standardını yakalayarak
ihracat yapan , dışa bağımlılığı azalmış öz kaynaklarıyla ihtiyacını
karşılayabilen bir ülke olmak için devlet ve toplum olarak üzerimize düşen görevleri yerine getirmeliyiz.
Siyasi politikaları eleştirirsek buradan bir tez konusu rahatlıkla
çıkar.Fakat toplum olarak ekonomiyi konuşmalı ,ekonomi üzerine
kafa yormalı ve ortak aklın ürününü ortaya koymalıyız.
98
Çözüm önerilerimize en çok değer veren siyasi yapıları desteklemeli , ekonomi politikalarına ortak olabilmeliyiz.
Kıssadan hisse, bireysel iktisadımıza dikkat etmemiz, isteklerimizi ve arzularımızı gereklilik sırasıyla karşılama çabasında ve kendi
imkanlarımızın farkında olmamız gerektiğidir.
Bu güzel, verimli Anadolu ve Rumeli topraklarında kurulmuş
ülkemizin, ekonomi konusunda hepimizin faydasına olacak daha
iyi politikaları hak ettiği gerçeğini de aklımızdan çıkarmamalıyız.
Yoksa ekonomik çöküntü ve esaret kapımızda beklemektedir.
Tüketimde mankurtlaşma aracı olarak televizyon ve medya
“Batılar vardır, bir de Doğulular vardır. Birinciler hükmederler ötekiler hüküm altında olmalıdırlar” .
Bu sözler İngiliz Parlementer A. J. Balfour’a ait. Ama maalesef herkes böyle açık sözlü olamıyor. Batının hayat felsefesini
açıklaması bakımından oldukça enteresan ifadeler bunlar ve Batı,
sistemini bunun üzerine bina etmiş. Sisteminin propaganda aracı
olan medyaları da teknolojik üstünlüğü sayesinde elinde tutarak bir
fikir tekeli oluşturmuş. Bugün onların elinde bulunan dört büyük
haber ajansı tarafında geçilen haberler, içinde gizlenmiş yorumları ve yalanları ile birlikte bütün dünyaya ulaşmakta ve yığınların
beyinlerinde urlar oluşturmakta. Öte yandan beyinleri bombardımana maruz kalan bu zavallı kitlelerin, kanalın tek yönlü ve “geri
besleme”ye (feed-back) elverişsizliği sebebiyle itirazını yükseltmesine imkanı da yok.
Çoğu kimse bunları okuduğunda abartmalı olduğunu söyleyecek ama söylediklerimizin doğruluğunu kendilerinden dinleyelim;
English Times gazetesi baş editörü, “Başarılı gazeteci kimdir?” sorusuna verdiği cevapta şöyle demektedir:
99
“Gazeteci, kapalı bir kapı önünde durur ve önemli bir toplantının bitmesini bekler. Aradan altı saat geçer ve kapı açılır. Resmi
sözcü kapıda arz-ı endam eder ve sadece iki kelime söyler: ‘no
comment yorum yok’ . Sonra odaya geri döner ve kapıyı arkasından
kapatır. Gazeteciye gelince, o, gazetedeki bürosuna döner. Bu toplantı ile İlgili haberlerini hazırlamaya başlar. Söz konusu toplantı ile
alakalı yazacağı haber 600 kelimeden oluşan bir haber olmak zorundadır.”
Yine itiraflara devam edelim. Bakın ne diyor Le Monde Diplamatque gazetesi yayın müdürü, Iqnacio Ramonet: “Artık televizyon
haberlerini kuşku, inanmazlık ve ihtiyat duyguları içinde izliyoruz.
Çünkü televizyon haber veren bir araç olmaktan çıktı, televizyon
artık sadece gösteriyor. Ve akla değil, duygulara hitap ederek gösteriyor. Yalan yanlış da olsa çarpıcı görüntüler vermek peşinde...
Körfez savaşı boyunca peş peşe olmadık yalanlar ve amatörce monte edilmiş görüntüler, sahneler yaydı televizyon. Örnek
mi istiyorsunuz? Vereyim: ‘Irak, dünyanın dördüncü büyük ordusu dedi’ yalandı bu, yoktu böyle birşey. Denize dökülen petrol için
‘yüzyılın deniz kirlenmesi’ dedi ve petrole bulanmış zavallı bir karabatağın görüntülerini getirdi. O bölgede böyle bir kuş yok oysa.
Bu kuş Fransa’nın kuzeyinde on yıl önce meydana gelen bir deniz
kirlenmesi olayından alınmıştı.” Konuşmasının sonunda: “Ekoloji
yalnız nehirlerin kirlenmesi değildir. Beyinler de bu enformasyon kirliliğinden temizlenmelidir.” diyen Ramonet, yalan yanlış
enformasyon bombardımanı karşısında korumasız durumda olan
izleyiciye tek bir çözüm gösteriyor: Okumak...
Bunları okuduktan sonra varın gerisini siz düşünün. Biz değil
kendileri bile medyalarına inanmıyorlar. “Gülün adı” adlı romanın
sahibi Umberto Eco, bu güvensizliğini şöyle dile getiriyor: “Bütün
gördüklerimden şüphe ediyorum. Amerikalılar acaba gerçekten aya ayak bastılar mı, yoksa bu bir T.V. oyunu mu idi?”
Batı’nın bu albenili yalan makinalarına karşı günümüzün ina100
nan insanına çok şey düşüyor. Bu çok başlı yılanlara karşı sokulacak
yeri kalmadı müminin ve artık zehirletmemeli kendini. Uyanık olmak bir vecibe. Bir büyük mütefekkirimizin şu ırgalayıcı sözleri
kulağımıza küpe olmalı: “Bugün Batılılar kendilerine daha ciddi
şekilde alternatif olabilecek kitlelere, demokrasi, yeni dünya düzeni v.s. gibi özellikle bu tür düşünceleri lanse ediyorlar. İnsanlık
yavaş yavaş Batı şokundan kurtulup kendine gelmek üzere. Asırlardır süren Batı zulmüne karşı ciddi bir reaksiyon söz konusu, içe
atılıp duran ve sineye çekilen bunca mezalim barajları taşıracak durumda. Onlar da akibetlerinin farkındalar ve onun için insanlığın
önüne yeni yeni teklifler getiriyorlar. Tâ ki insanımız kendine dönüşü unutup, Batı’nın gündeminde tutmak istediği şeylerle meşgûl
olsunlar. Bunu da ağırlıklı olarak medyalarla yapıyorlar.
Batı bize kabul ettirmeye çalıştığı düşüncelerin huzur
ve saadet vaadedeceğine katiyyen inanmamaktadır. Onların
demokrasi adına söyledikleri şeyler kendi istismarlarını kolaylaştırmaya yöneliktir. Dolayısı ile bize telkin edilen ve birçoğunu da
tesir altına alan Batı kaynaklı düşünceler sadece bir aldatmacadan
ibarettir. Bize kazandıracağı bir şey yoktur.” Batı’nın bu propagandaları karşısında müdafanın nasıl olması gerektiği konusunda da
Bediüzzaman şöyle buyuruyor: “Propaganda sabıkan beyan ettiğim zalim cerbezenin (mübalağalı yalanın) veled-i nameşru’udur.
Ona mukabele, o yalancı silahla olmamalı. Belki sıdk ve hak ile olmalı. Bir tane sıdk bir harman yalanı yakar. “
101
102
İTİNA İLE BEYİNLERİNİZ YIKANIR!
Her çeşit bilgiyi bireye ve topluluklara aktaran, eğlendirme,
bilgilendirme, ve eğitme gibi 3 temel sorumluluğa sahip görsel, işitsel ve hem görsel, hem işitsel araçların tümüne medya diyoruz.
Kişiler günlük yaşamlarında sürekli iletişim kurarlar. Çağdaş
dünyadaki yaşam türü, kişileri iletişimin teknik araçlarına daha çok
bağımlı kılmaktadır. Çünkü haberleri , düşünceleri, duyguları bildirir. Düşünceleri paylaşma , ya da karşılıklı alışveriştir.
Görsel sanatları, müziği, tiyatroyu, baleyi, tüm insan davranışlarını kapsar. Bilgiyi yayar, eğitir, eğlendirir ya da bilgiye yönelik
davranışlardır.
Bunun sayesinde insanlar görerek, duyarak, okuyarak edindikleri bilgileri çevresindekilere de yansıtırlar. Bir kısmı destekler,
bir kısmı tepki gösterirler.
O medya aracına gösterdikleri güven oranında tutum ve tavırlarını değiştirirler.
Seçilen bilgileri belleklerinde saklayıp daha sonra bunlara başvurabilirler.
Görsel kanallar, yazılı araçlardan daha etkilidir. İnsanların çoğu
televizyon karşısında haftada en az 15 saat oturuyorsa, yazılı basın
için günde 15 dakika bile oturmuyor. Çoğu TV programları yönlendirici, paylaşımcı, katılımcı işler. Bunlar daha çok sayıda alıcı
veya hedef kitleye iletilir.
103
Çoğunlukla “beyin yıkama” gerçekleşir. Gazetelerin yerini televizyon alırken , yerel haberler için gazeteler en önemli kanal
görevini üstlenirler.
Oysa medya’nın temel görevi şunlar olmalıdır: Bilgilendirme,
yönlendirme, eğitme, duyguları dile getirme, toplumsal ilişki kurma
, eğlendirme, uyarma .
Deneyimlerin, düşüncelerin , tepkilerin, duyguların paylaşılmasını sağlayan bu medya araçları, bireyler arasındaki iletişimin
temelidir.İletişim kuran kaynak kişiyi istediği biçimde etkileyebilir.
Kişi de bunları algılayıp , yorumladıktan sonra yanıt verir, yani belirli bir tepki gösterir.
Bu iletişim kişinin kendini tanımasına , kendisini bulmasına da
yardımcı olur .
İletişim kurarken kişi kendi inançlarını , duygularını da daha
iyi çözümleyebilir.
Dinleyerek, izleyerek , okuyarak kazandığı bilgilerle de seçim
yapma olanağı doğar. Bunları bir başkasına iletir, bunlar paylaşılır
ve birbirlerinin davranışlarından etkilenebilirler.
Çünkü kişiler çevreden yalıtılmış , özerk bireyler olarak davranamazlar. Kişiler içinde bulundukları ortamı biçimlendirir. Kişiler
arası ilişkiler özellikle az gelişmiş ülkelerde Batı’dakinden daha
önemlidir. Bu iletişim olağanüstü durumlarda, siyasal ya da toplumsal değişim dönemlerinde de büyük önem kazanır. Toplumun
yapısında sürekliliği sağlayan da , değişimi yaratan da iletişimdir.
Günümüzde medya, ister olumlu ister olumsuz yönde olsun,
toplumu, tartışmasız bir etkileme gücüne sahiptir. Medyanın günümüz toplumlarının zihinsel hayatına hükmeden bir konumu vardır.
Medyanın tarihsel gelişimi içinde, toplumsal sorunların çözümü,
toplumun eğitilmesi ve bilgilendirilmesi, kültürün geliştirilmesi,
bireyler arasında sağlıklı iletişimin kurulması, toplumda huzur ve
daha insani bir düzenin sağlanması gibi işlevlerle ortaya çıkmasına rağmen, günümüzde bir çok sorumluluğu ve ahlaksal ilkeleri
104
yerine getirmediği, tam tersine bir çok toplumsal soruna kaynaklık ettiği görülmektedir. Bugün, medyanın kendisinin, toplumsal
sorunların çözümüne katkıda bulunmaktan çok, temel bir toplumsal sorun haline geldiğini söyleyebiliriz. Şöyle ki:
Kısaca Medya,
İnsanların hayatın gerçekliğine, doğaya, topluma yabancılaşmasına,
Toplum içindeki bireylerin kendi kendilerine yabancılaşmasına,
Bireyler arasında şiddetin ve saldırganlığın daha da yaygınlaşmasına,
Toplumsal olayların oluşumunu, provake ve manipule etmesine,
Savaşların oluşumuna ve desteklenmesine zemin hazırlamasına,
Psikolojik sorunlarının artmasına ve bunların toplumsal sorun haline gelmesine,
Bencilleşip tekilleşerek toplumsal duyarsızlaşmaya, Çıkarcılığın, güvensizliğin ve kuşkuculuğun artmasına, İnsanların adalet
kavramına olan güvenlerinin yitirilmesine,
Toplumda ahlaki dejenerasyonun meşrulaşmasına, Toplumsal
ve kültürel değerlerin (din, milliyetçilik, ailesel değerler gibi), bireylerin üzerinde, sömürü malzemesi olarak kullanılmasına,
Şiddet, seks ve cinselliğin aşırı imajinasyonla ön plana çıkartılarak, sömürü ve tüketim malzemesi haline getirilmesine,
Bireylerin, duygu ve düşünce dünyalarına müdahale edilmesine, sömürülmesine ve bir mübadele aracı olarak bunun üzerinden
çıkar sağlanmasına,
Toplumda gruplaşmalar, kamplaşmalar; ideolojik, siyasi, dinsel
önyargılar oluşturulmasına,
Toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin meşrulaştırılmasına, İnsanların yanlış bilgilendirilmesine ve cehaletin artmasına,
Ve genel olarak, kültürel kirliliğin her alanda artmasına neden
olmaktadır.
105
Bu bağlamda, medyayı ciddi sorgulamalara, analizlere tabi tutmak gerekir. Günümüzde, medyaya karşı eleştiriler bulunmasına
rağmen, bu eleştirilerin çoğunun çözüm üretmekten ve ciddiyetten
uzak oldukları görülüyor. Çünkü eleştirilerin kaynağını, bizzat
medyanın kendisi olmakla birlikte, genel olarak, ekonomik bağımlılık ilişkisi içinde iletişim sektörü oluşturmaktadır. Medya
yapılan bir çok eleştiriyi, kendisini düzeltmek için değil, varolan
konumunu yeniden üretmek ve yaşatmak için kullanmaktadır.
Medyayı, gerçek anlamda eleştiriye tabi tutup sorgulayan ciddi bir
muhalif gücün en azından şimdilik ortalıkta görünmediği açıktır.
Medyayı oluşturan güçlerden en önemlisi kuşkusuz televizyondur. Televizyonu, medyayı oluşturan diğer araçlardan daha önemli
kılan, bünyesinde bir çok etkileme unsurunu (görüntü, ses, müzik,
hareketlilik ) bir arada barındırıyor olmasıdır.
Televizyon için yapılan bir çok tanımın, artık günümüzde geçerliliğini yitirdiğini söylemek mümkündür. Televizyon için yeni
ve gerçekçi tanımların yapılması gerekmektedir. Günümüzde televizyon, tüm insanlığın toplumsal hayatını etkileyen, belirleyen en
güçlü aygıttır.
Televizyon, artık, gerçek bilginin iletim aracı değildir
İlk televizyon kurumlarının ortaya çıktığı İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana iletişim teknolojisi korkunç bir ilerleme
kaydederek akıl almaz buudlara ulaşmıştır. Gelişmenin çapını göstermesi bakımından, Stanford Ünv. Öğretim üyelerinden Edward
Steinmüller şöyle bir kıyaslama yapmaktadır: “Eğer uçak teknolojisi de mikro-elektronik teknolojisi kadar hızlı gelişseydi, bugün
Concord yarım milyon insanı, saatte yirmi milyon mil taşıma şansına sahip olurdu.”
Kitap kültürünün terkedilerek görüntü kültürü ağırlıklı bir medeniyetin yaygınlaştığı günümüzde bu kültürün taşıyıcıları olan
iletişim sanayii, ağırlıklı olarak Amerikalı dev uluslararası kitle iletişim ve telekominikasyon şirketlerin ellerinde bulunmaktadır.
106
A.B.D.’nin bu güç egzersizi ve gövde gösterisini daha net
görebilmek için şu açıklamalar bir fikir verir kanaatindeyim:
“NBC, CBS ve ABC gibi üç büyük televizyon şirketinin sahipleri Amerika’nın en büyük on mâli kuruluşudur. Bu kuruluşlar bu üç
T.V. kanalının yanısıra ülkede 35 bağlı televizyon istasyonunu, 200
kablolu televizyon şirketini, 65 radyo istasyonunu, 20 plak şirketinin yanısıra Time, Newsweek gibi haftalık dergilerin bulunduğu
60 dergisi, New York Times, Washington Post, Wall Street Journal ve Los Angeles Times dahil 60 gazeteyi, 40 kitabevini ve
Twentieth Century Fax ile Colombia Pictures gibi büyük şirketlerin dahil olduğu pek çok film şirketlerini ellerinde bulunduruyorlar.
Bu kuruluşların en büyük hissedarları ise Chase Mahatton, Morgan
Guorantee Turist, Citybank ve Bank of Amerika gibi bankalardır.
“ Bu şirketler, esrarengiz, görünmeyen Batılı siyasî, ideolojik ve
ekonomik seçkin sınıfların denetimindedir. Bu seçkin sınıflar ellerinde bulundurdukları iletişim sanayiini, şuurlu veya şuursuz
bir şekilde kendilerini tepede tutan ürünlerin, zevklerin, değerlerin, davranışların ve kültürlerin yaygınlaşarak ebedileşmesi İçin
kullanmaktadır.
Sadece ideolojileri taşıyan bir araç değil, bizzat kendisi birer
ideoloji olan kitle iletişim araçları ağırlıklı olarak Amerikan kültürünün istilasını sağlamaktadır. Bugün bütün dünya, Amerikan
televizyonunu ve filmlerini seyrediyor, Amerikan müziğini dinliyor, Amerikan dergilerini okuyor, Amerikan eşyasına sahip olmak
istiyor ve Amerikan modasını takip ediyor. Maalesef tarihte hiçbir
millet böylesine bir kültürel darbe yapmamıştır.
Amerikan televizyon istilası karşısında Avrupa Topluluğu
Parlementosu bile kendini korumaya almak zorunda kalmış ve televizyonlarında % 60 oranında Avrupa programlarına yer vermeyi
önermiştir.
Çeşitli tartışmalardan sonra her ülkenin kendi imkanları ölçüsünde bunu gerçekleştirmeye çalışması kararlaştırılmıştır.
107
Bu karar dahi Avrupa ülkelerinde büyük tepkilere ve gösterilere yol açmıştır.
Bir yazar bu kararı daha doğrusu gevşekliği: “Molyer’in torunlarını Coca Cola’nın çocukları yapmak istiyorlar” diye tepkisini
dile getirir.
***
Televizyon haberciliğinin güvenilir bir haber iletme sistemi
olduğu konusu artık şüphelidir. Hakim sınıfın çıkarları doğrultusunda ve sınıfsal çıkarlarının gelişimiyle eşzamanlı yayınlar yapan
medya kuruluşları, gelişen olayları yorumlama tarzlarıyla yönlendirerek, konserve hazırlanmış ya da gündelik toplumsal, politik,
diplomatik kaygılarla oluşturulmuş yapay haberlerle kitleleri etkilemektedir. Çünkü medya organları yeryüzünü bir ahtapot gibi sarmış
olan global kapitalizmin uzantılarıdır. Bugün haber iletim sistemlerinin teknik olarak nasıl geliştiği, bir o kadar da nasıl kirlendiğini
ortaya koymak gerekmektedir. “Çağlar boyunca ulaşılması zor,
öğrenilmesi zahmetli olan bilgi, bugün her yerde kaynayan bir
bolluk içinde; akış hızı arttığı ölçüde de maliyeti düşmekte, ne var
ki bir yandan da giderek daha fazla kirlenmekte. İletişim grupları arasındaki köprüler, dallanmalar ve birleşmeler acımasız bir rekabet
ortamında günden güne çoğalırken bir medyanın bize ulaştırdığı
bilginin, doğrudan ya da dolaylı olarak, yurttaşın çıkarı yerine üyesi olduğu büyük grubun çıkarlarını savunmayı amaçlamadığından
nasıl emin olabileceğiz” Burada, emin olduğumuz tek şey büyük
toplumsal çıkarlara hizmet eden sözleşmenin yıkıldığı, ona temel
teşkil eden argümanların artık çürüdüğüdür.
Uzman televizyoncular, işinin ehli kurtlar, karizmatik şahsiyetler! İlgi ve yaşayış ve toplumsal arzu tarzına ilişkin programlar
(reklamlar, haberler, diziler eğlence ve şov programları) hazırlayarak yap boz oyunu gibi üretilen popüler kültürle bir de kitlenin
hayranlığını kazanırlar.
Televizyon artık bir kitle iletişim aracı olmaktan çıkmış,
108
kitlelerin beynini yıkama aracına dönüşmüştür. “Televizyon, nüfusunun çok büyük bir bölümünün beyinlerinin oluşturulmasında
bir tür fiili tekele sahiptir”
Televizyonda insanlar birbirileriyle iletişimde bulunmazlar.
İletimin olabilmesi için, birbirinden haberdar olan, karşılıklı tarafların olması gerekir. Televizyonda ise izleyicinin dinlemesine dayalı,
tek taraflı bir iletim vardır. Kitle iletişim araçları olarak nitelendirilen aygıtların gerçek anlamda bir iletişim işlevi yerine getirmediği,
aynı şekilde bu araçların, başka hedeflerinin olduğu konusu tartışılmamaktadır, bile. “Kitle iletim araçlarının birincil amacı çoğu kez
ne belirli bir enformasyon iletmek ne de kamuoyunu bir kültür, inanç veya değer yargısının ifadesinde birleştirmektir. Amaç çok
basit olarak izleyicinin görsel veya işitsel olarak ilgisini çekmek ve
bunu sürdürmektir. Bunu yaparken kitle iletişimin dolaysız tek bir
ekonomik amacı vardır: bu da izleyicisinden kar kazanmaktır. Bir
de dolaylı amaç vardır, o da izleyicisinin ilgisini reklamcılara satmaktır. Kitle iletişimi düzenlenmiş anlamın transferi bağlamında
çoğu kez iletişim bile değildir. Kitle iletişim daha çok izleyiciliktir
ve kitle iletişim izleyicisi katılımcıdan veya enformasyon alıcısı olmaktan çok bir grup izleyicidir”.
Medya kuruluşu sahiplerinin, ideolojik ekonomik ve kültürel
çıkarları doğrultusunda, olaylar ve bilgiler şekillendirilir, oluşturulur,
yorumlanır ve halkın tüketimine sunulur. Medya kuruluşu sahipleriyle halkın çıkarlarının bu anlamda çakışmadığı görülmektedir.
Televizyonun, bu durumda, halkın çıkarını ön planda tutmadığı, medya kuruluşu sahiplerinin çıkarları doğrultusunda halkı
yönlendirdiği görülür. Televizyonda enforme edilen ekonomik ve
politik iletinin gerçeği çarpıttığı ve bu çarpıklığı kitlelerin bilincinde zamanla hakim kıldığı kolaylıkla analiz edilebilir.
Televizyonun tarafsız olmadığı, insanların bilgisini artırmadığı, tam tersine arka arkaya birbirinden kopuk iletilerin, insanlar
tarafından olayların öneminin yitirilmesini sağlarken analitik dü109
şünme yeteneğini ortadan kaldırır.“Televizyon yanlılık gerektiren
bir medya aracıdır; dolayısıyla, yapılan her aşırı bilgilendirme,
neredeyse otomatik olarak o konuda bilgi yoksunluğunu da getirir. “Anında” aktarılan ve bir çağlayan gibi boşalan –çoğu kez içi
boşhaberler, televizyon izleyicisini aşırı uyarır, onda haber aldığı,
bilgilendiği duygusu uyandırır. Ne var ki araya mesafe konduğunda, bunun pratikte bir aldanma olduğu her defasında ortaya çıkar”.
Haberlerin sunumunda doğruluğun, güvenilirliğin ne derecede olduğu artık ortadadır.“Bir haberin doğruluğu bundan böyle,
nesnel kesin ölçütlere uygunluğu ve kaynağından aktarılmasıyla
değil, öteki medyanın da aynı bilgileri tekrarlayıp onu “doğrulamasıyla” doğruluk kazanıyor… tekrarlama kanıtlamanın yerini almış
durumda. Haberin yerini doğrulama aldı. Televizyon (ajanstan gelen
bir mesajı ya da görüntüyü temel alarak) bir haber sunuyor, aynı haberi basın, ardından da radyo verirse bu, o haberin doğruluğunun
bir kanıtı sayılıyor”. “Bir bilgi toplumunda yaşadığımızı sanırız. Oysa bilgi, bizi gerçek olandan kaçınılmaz olarak uzaklaştıran ayartma
taktikleriyle biçimlendirir. Gazeteciler birbirini tekrarlar, taklit eder,
kopya çeker, birbirlerine karşılık cevap vererek ve birbiriyle o kadar
benzeşirler ki, tüm medya tek bir iletişim sistemi oluşturdukları
izlenimini bırakır; tek başına ele alınan bir medyanın ötekilerle arasındaki farkları ayırt etmek giderek çok daha zor hale gelir”.
Çağımızı bilgi çağı diye adlandıranlar, bununla, kitle iletişim araçlarının geliştiğini, yaygınlaştığını, bunun sonucu olarak
da, gittikçe daha çok sayıda insanın daha çok şeyden haberdar
olduğunu söylemek istiyorlar. Ne var ki biraz düşününce, bir şeylerden haberdar olmakla, bir şeyleri bilmenin aynı şey olmadığını
kolaylıkla anlayabiliriz… bu dünya, bizim yaşadığımız dünya değil,
haberdar olduğumuz bir dünyadır.
Salonundaki koltuğuna rahat biçimde yerleşip, ekranda kendisine sunulan, çoğu etkili, şiddet içeren insanın yüreğini
ağzına getiren imgelerden oluşmuş olaylar çağlayanını izleyen
110
vatandaşların çoğu, dış dünyada olup bitenlerin kendisine ciddi biçimde aktarıldığını düşünür. Bu bütünüyle yanlış. Bu yanılgının
üç nedeni vardır: bunlardan ilki, kurgu olarak hazırlanan televizyon
haber programlarının insanlara haber sunmak için değil, onları eğlendirmek için yapılmış olması. İkincisi, kısa ve parçalar halinde
sunulan haberlerin ( her haber programında yirmi dolayında haber
yer alır ) birbiri ardından hızla geçişi, iki yönlü, yani aşırı ölçüde
bilgilendirirken insanı bilgiden yoksun kılan olumsuz etki yaratması( gereğinden çok haber sunulurken, her birini üzerinde yeteri
kadar durulmaz). Üçüncü olarak, da, hiçbir çaba harcamadan bilgi edinmeyi düşünmenin, uygarlık yolunda seferber olmaktan
çok, basının yarattığı mitten kaynaklanan bir yanılgı olması. Bilgi
edinmek yorucu bir iştir; vatandaş ancak bu yorucu çabayı gösterdiğinde demokratik yaşama bilinçli olarak katılma hakkını elde
eder.
İletişim zincirini bütünüyle egemenlik altına alanlar, bilgi
endüstrilerinin yeni tutkusu; bunu gerçekleştirmek içinde birleşmeleri, satın almaları ve gruplaşmaları sürdürürler. Bu şirketlerin
mantığına göre, iletişim öncelikle, çok büyük miktarlarda üretilmesi gereken bir mal ve bu malın miktarı kalitesinden önce gelir.
Televizyondaki program biçimleri, dikkat çekmenin sözde
yaratıcılık yoluyla tüm psikolojik mekanizmasını kullanır. İkinci
adımda ürün tanıtımına ve tüketime yönelik harekete geçirme
tekniğine başvurur. Bu arada, dikkati canlı tutmak için, cinsellik,
seks, ölüm ve şiddete sürekli vurgu yapar.
111
Şimdi Haberler
Yapımcıların tüm programlar içerisinde en çok üzerinde durdukları, öncelikle haber programlarıdır. Özellikle, süresi açısından
akşam haberleri, tüm aile bireylerinin bir araya geldiği saatlerde yayınlanır. Ve izlenme oranının en yüksek olduğu programlarının
başında yer alır. Haberler, en çok satan üründür.
Haber programları konularını politika, (politikacıların
gündem için söyledikleri sözler, politikacıların nereye gittikleri ne yedikleri) magazin, eğlence, (mankenlerin, şarkıcıların,
futbolcuların özel hayatları,bu kişilerin ne giydikleri ne yedikleri
ne söyledikleri, sosyetenin nasıl yaşadığı, kimin kiminle çıktığı,)
moda, defile, skandal, yolsuzluk, dolandırıcılık, cinsel taciz, savaş,
cinayet, intihar, trafik kazaları, katliam, ölüm, hırsızlık, yangın, sel,
deprem, silahlı saldırı, kavga, hayvanlar gibi olaylardan seçer. Buradaki sorun, televizyon haber uzmanlarının insanın içini karartan,
bunaltan konuları seçmelerinden de öte, soruna yaklaşım tarzları,
niyetleri, yorumlarıdır.
Medya tarafından insanların her gün özeline taşınan felaket,
cinayet, toplu ölüm haberleri şiddetin sıradanlaşmasına, bu da
insanların duyarlılıklarını yitirmesine, insanın insana karşı yabancılaşmasına neden olmaktadır. Özellikle dizi ve yabancı filmlerde
eğlenceli bir oyun gibi yer verilen şiddet, seks ve saldırganlık
temaları insanların bu yönde eğilimlerinin artmasına neden olmak112
tadır. Dizi ve yabancı filmlerde hayat, gerçek olmayan fantastik bir
eğlence, bir oyun gibi sunulmaktadır. Bu da insanların hayatın gerçekliğine yabancılaşmasına neden olmaktadır.
Haberciler polislerle birlikte operasyonlara katılıp olay konusu olan insanları ‘izleyici’ karşısında aşağılayıp, yargılayabilmektedir.
İnsanlara suçlu olup olmadıkları kesinleşmeden, görüntüleri teşhir
edilmekte suçlu damgası vurulmaktadır. Haber konusu edilen olayların olduğu yerde, kameralar olay öncesinden hazır bulunmakta,
olayın konusu edilen insanların özel hayatları işgal edilmekte ve
özel hakları ihlal edilmektedir. Televizyon habercilerinin mağdurları, bu pervasızlık karşısında ‘özel’in ve ‘genel’in daha insani bir
tanımlamasının hukuksal yetersizliğiyle haklarını alamamaktadırlar.
Haber programlarında, insanların yaşadıkları olayları müzik
ve diğer tekniklerle dramatize etme, gözyaşları içeren görüntülerin sıkça kullanılması, acıma duygusu verme, bunu dışlaştırma
özellikle bilinçli bir planlamanın sonucudur. Gözyaşları içinde
çırpınan insanların feryatları, çığlıkları televizyon haberleri için
vazgeçilmez görüntülerdendir. Trafik kazalarında araca sıkışmış
ve her tarafı kan içindeki insan görüntüleri, parçalanan arabaların
tekrar tekrar görüntüleri; aynı şekilde gecekondu yıkımlarında
zabıtalarla ev sahipleri arasındaki kovalamacalar, kavga, ağlama
çığlıkları ve feryatları; bir yangında evi yanan insanların bilinçsiz ve çaresizce koşuşturma hareketlerinin görüntüleri; mahkeme
salonlarında insanların birbirlerini nasıl dövüp bıçakladıklarını, öldürdüklerini; cinayet ve intihar olaylarının görüntüleri; gösteri
ve eylemlerde insanların polislerce kovalanmaları ve dayak yeme
sahneleri, izleyicileri heyecan ve etki altında tutmak için habercilerin başvurdukları görüntülerin en çekicilerini oluşturmaktadır.
Haber seçme ve inşa etme bir sürecin sonucudur. Haber
programları, bir araya getirilen insan yapımı şeylerdir. Aslında anlam
bunların içinde inşa edilmiştir. Anlamlar öylece ortaya çıkmaz, oradadırlar, çünkü birisi onları oluşturur. İletişimin ne kadar bilinçli
113
bir şekilde yapıldığını açığa vuran, haber yapımıyla ilgili çeşitli görüşleri vardır. Örneğin muhabir yada sunucu olayları bizim için
yorumlarlar. Karşı karşıya gelme, sözü kullandıkları andan itibaren
aslında onları yorumlamaya başlarlar. Yazılı metinin ya da haber
metninin ya da haber görüntülerinin tüm kurgulanma sürecinin,
özgün olayla ilgili bakış açısının inşa edilmesinin aracı olduğu açıktır. Sonuçta inşa etme kavramı dikkatleri iletişimin yaratıldığı
gerçeğine çeker.
Haber makinesi genel olarak kötü haberlerin dramatik etkisine değer verir. Kötü haber iyi haberdir. Borsada hızlı bir düşüşün
yaşanması ya da ölümlerin olduğu bir kaza gibi olaylar oturmuş
bir piyasadan mükemmel güvenlik verilerinden daha değerlidir. Haber üreticisinin kültürüne ve coğrafyasına en yakın olan haberler
en değerlidir. Yakın zamanda meydana gelen olaylar daha öncekinden değerlidir, bu nedenle habere önce ulaşmak yarışı vardır.
İnsanlar bütün haberlerin çok taze olduğuna inanır. Bu çok ilginçtir,
çünkü sunulan olayların sadece önemlileri yakın zamanda meydana
gelmiştir. Özgün öykü ortaya çıktığında devamı geleceği açıkça belli olan konular değerlidir. Depremler ya da savaşlar gibi konularla
ilgilenmek çekicidir, çünkü sonuçta bu devam eden bir dram haline
gelecektir. Görüntü öyküleri değerlidir. Öykülerin ele alış biçimi
olarak dramatize edilmesi değerlidir, çatışma değerlidir. Örneğin felaketlerle ilgili haberlerin, yalın gerçekleri hemen ortaya çıkaracak
olsa bile, bu yönde ele alındığını kazazede ve yakınlarıyla yapılan
röportajların izleyiciyi cezbettiğini fark etmişizdir. Gerçeklik değerlidir. Haberciler olayın geçtiği yere, mekan çok sıkıcı da olsa bir
muhabir gönderilir” .
Televizyonun bilgiyi nasıl manipüle ettiği, gösterge ve imgelerle iletilmek istenilen iletileri nasıl seçerek şekillendirdiği
konusunda şu hususu görmezden gelemeyiz. Televizyonun tuhaf
bir şekilde, yapılması gereken şeyin,yani bilgilendirme işinin yapılması için gösterilmesi gerekenden daha başka şeyler göstererek ; ya
da yine,gösterilmesi gerekeni gösterirken,bunu göstermeyecek ya
114
da anlamsızlaştıracak bir tarzda yaparak, ya da onu gerçekle hiçbir
şekilde uyuşmayan bir anlam kazanacak tarzda kurarak nasıl gizleyebildiğini göstermek suretiyle….”
Medya menajerleri imajların ve haberlerin yaratılması işlenmesi, rafine edilmesi ve bunlara riayet edilmesi; dolaysıyla
inançlarımızı ve tutumlarımızı, sonuç itibariyle davranışlarımızı belirleme işini kendilerine iş edinmişlerdir. Sosyal mevcudiyetin
gerçeklerine tekabül etmeyen mesajları kasıtlı olarak ürettiklerinde medya menajerleri zihin menejerleri olup çıkarlar. Realitenin
kusurlu olarak algılanmasına, hayatın gerçeklerini kavrama gücünden yoksun bırakılmış bir şuurun oluşmasına sebebiyet veren
mesajlar, zihin menajerleri tarafından kasıtlı olarak üretilmiş manipülasyon amaçlı mesajlardır”. Örneğin, televizyonda, eşitsizlik
kanıksanmış, meşrulaştırılmış ve rasyonalize edilmiştir. Bu durum
özellikle dizilerde ve sinema filmlerinde belirgin bir şekilde görülmektedir. Zenginlik ve fakirlik iç içe geçmiş, adeta sorgulanamaz
bir duruma dönüşmüştür.
115
Şimdi reklamlar
Haberler gibi ön plana çıkan bir başka program türü de reklamlar olmaktadır. Aslında tüm programları bir reklam türü olarak
düşünmek de mümkündür. Ama gene de reklamlar en özel kategoridir. Reklamın temel amacı, ürünlerin tanıtılması ve tüketimine
yönelik talebin artırılmasıdır. Ürünlerin tüketilmesi, beraberinde
sosyo-ekonomik sistemin devamlılığını, ekonomik ve siyasal gücünü olağanüstü ölçüde artırır.
Reklamlar, insanları etkileyerek insanları ikna etmeye çalışırlar. Reklamların günümüzde insanları etkileme ve yönlendirme,
arzularını belirleme yöntemleri, büyük boyutlarda gelişmiştir. -Bu
noktada, insan bilimlerinin rasyonel sonuçlarını kullanır ve bu
bilgi türlerini üretimin yapısı içerisine hapsederek işlevsiz hale
getirir.İzleyicinin reklamlardan bir şekilde etkilenmemesi imkansızlaşmıştır. Reklamcılar, hedef kitlenin demografik ve psikografik
özelliklerini (yaş, cinsiyet, meslek, sosyo ekonomik konum, ilgi,
harekete geçme sebepleri vs.) gibi ölçütlerle, kategorilere ayırarak, stratejik ürün mesajını, tüketiciye ulaşabilmesi için reklam
yayın saatlerini belirlerler.
Reklamcılar tüketici kitlenin dikkatini çekmek için dil, gelenek,
görenek, milli ve dini duygular, otantik değerler, cinsel ahlaki, karşı
ahlaki değerler gibi kültürün tüm unsurlarından tüketimi koşullamak üzere yararlanırlar.
116
Reklamcılar bize tanıttıkları ürünlere sahip olmamız durumunda mutlu olacağımız mesajını verirler. Gerçekte reklam bir vaad
üzerine kuruludur ve mutluluk satar.
Reklamlar neden kitle açısından çekicidir?
Reklamların sürelerinin kısa olmaları, ürünlerin bir ödül
gibi sunulması, sahip olunan ürünle toplumsal bir statüye terfi edileceğini düşündürmesi, yinelemelere dayalı ses, efekt ve imaj
bombardımanı yapılması; bu yolla, izleyicinin hipnotize edilmesi,
reklamları çekici hale getirmektedir.
Ve sinema
Televizyonların vazgeçemediği diğer program türlerinin başında sinema filmleri gelir. Sinema filmleri deyince de, akla ilk gelen
Hollywood filmleridir. Bugün Amerika, tüm dünyaya emperyal ideolojisini Hollywood filmleriyle ihraç etmektedir
Hollywood filmleri, Amerika halkının yaşam tarzının diğer uluslarınkinden üstünlüğünü, zenginliğini, değerlerinin yüceliğini,
sözde özgürlükçülüğünü, askeri gücünün ihtişamlığını vurgulayıp,
ön plan çıkarır. Bir sistemi dayattığından ideolojiktir. Bu anlamda Hollywood filmlerinin ırkçı, milliyetçi ve militarist bir yaklaşım
sergilediği görülür. Öte yandan, bu filmler, insanların tüketime olan
taleplerinin artmasında yeni tüketim alışkanlıkları ve davranış kalıpları geliştirdiğinden, büyük ekonomik bir sektör oluşturmaktadır.
Bu filmler aracılığıyla Amerikan yaşam tarzı, tüketim kültürü,
başka uluslara dayatılmakta, bu durum, başka ulusların kültürlerinin ve yaşam tarzlarının derinden etkilenmesine, kültürel çatışma
ve kültürel çelişkilerinin artmasına, yerel kültürlerin yok olmasına ön ayak olmaktadır. Hollywood filmleri, insanların hayata bakış
açılarının, gelenek ve göreneklerinin, davranış ve ilişki biçimlerinin değişmesinde baş rol oynadığı gibi, insanlar arasında tüketim
çılgınlığını körükleyerek sistemin bir iç dinamiği olarak görevini yerine getirir.
117
Hollywood filmleri, Amerikan toplumunun toplumsal gerçekliğini yansıtmadığı gibi başka toplumların ve insanların gerçekliğini
de yansıtmamaktadır. Filmler, fantastik öğelerle yoğrulmuş, hayatın gerçekliğiyle örtüşmeyen, yapılandırılmış bir kurgusallıktan
ibaret olmaktadır.
Hollywood film yapımcıları, insanlar üzerinde, etki dozunu
artırmak için, ölüm, seks, şiddet, eğlence, oyun gibi temalardan
çok yararlanırlar. Aynı şekilde bu uzmanların, gelişmiş teknolojik
imkanlardan, özel efektlerden ve büyük parasal kaynaklardan yoğun bir şekilde yararlanarak, insan doğasına müdahale edilmesi ve
şekillendirilmesinde büyük başarı sağladıkları görülmektedir. Gerçeklik, abartılı bir şekilde taklit edilerek, gerçek ötesi bir gerçeklik
(hiper-gerçeklik) ile sunulurlar. Patlamalar, araba kovalamacaları,
insanların kurşunlara dizilmesi, arka arkaya bindirilmiş saniyelik
görüntüler, şiddetli müzik, oyuncuların rollerinde uzmanlaşmış
olmaları, filmlerin insanları etkileme derecesini artıran faktörler arasındadır.
Hollywood filmleri, genellikle, polisiye, cinayet, intihar, askeri operasyon, uçak kaçırma, uyuşturucu kaçakçılığı, uzaylı ya da
canavar yaratıklar gibi kurgusal, fantastik gerçekliğe ilişkin çarpık
bilgi içeren, salt eğlenceye dönük, insanları kendilerine ve hayata
yabancılaştıran konuları malzeme edinir. Bu konuları işlerken yönetmenler bir olayın tarafı şeklinde filmin kurgusunu örer. Klasik
iyi-kötü çatışması iyinin manipule edilmesi ile son bulur.
Hollywood filmleri insanları eğlendirirken aynı zamanda
karmaşık olmayan, insanların beyinlerine yerleştirilen kültürel
kodlarla, belirli mesajlar verir. Bunlardan en çok ön plana çıkan iyikötü ayırımıdır. Bu kavramlarla bazı keskin yargılar verilir. Şablon
hep aynıdır. İyi ile kötünün savaşımında, iyiler hep olağan üstü özelliklerle donatılan Amerikalı kahramanlar, kötüler ise Amerikan
halkından olmayanlardır, ötekilerdir. İyiler, kahraman Amerikalı polisler, kötüler ise; sürekli suç işleyen, katiller, uyuşturucu
118
bağımlıları, fahişeler, silah kaçakçıları ve ölümcül Çinliler, pis zenciler, sorunlu göçmenler, Ortadoğulu teröristler, Ruslar ve doğuştan
patolojik olarak nitelendirilen insanlardır. İyiler, savaş oyununda hep kazanırlar, kötüler ise hep kaybederler, olayın sonunda
cezalandırılırlar ve öldürülürler. İyiler, güzel, çekici, seksi ve yakışıklıdırlar, kötüler hep kaba ve küfürlü konuşurlar, çirkindirler.
Beyaz Saray’ın kullandığı filmler
ABD Başkanları sinemayı, halkı politik kararlara hazırlamak
ve ABD sempatizanlığı oluşturmak için bir araç olarak kullandı... İşte ABD’nin propagandasında kullanılan o filmler...
Yönetmen Barry Levinson’ın Türkiye’de ‘Başkan’ın Adamları’
ismiyle gösterilen Wag the Dog (1997) filminde, Beyaz Saray danışmanlarından Robert De Niro, Başkan’ın adının karıştığı seks
skandalını, seçimlere kısa bir süre kala medyanın ve Amerikan
halkının gündeminden çıkarmak için ilginç bir yönteme başvurur.
Hollywood yapımcısı rolündeki Dustin Hoffman ile bir araya gelerek, dikkatleri hayali bir savaş senaryosuna yönlendiren De Niro,
tüm dünyayı ilgilendiren krizi yönetmek için bir beyin takımı kurar ve kitleleri meşgul etmeyi başarır. Levinson’ın Amerikan siyaseti
ve medya ahlakı üzerine ince eleştiriler yönelten filmi, Beyaz Saray
ile Hollywood arasında uzun bir geçmişe dayanan koalisyonun şifrelerini ilk kez gün yüzüne çıkarıyordu. Beyaz Saray’ın, sıkıntılı
günlerde ülke içinde moral yükseltmek için film endüstrisiyle işbirliğine ihtiyaç duyduğu görülüyor.
ABD başkanları için sinema, politik kararlarına halkı hazırlamak ve uluslararası kamuoyunda Amerikan sempatizanlığı
oluşturmak için ikna gücü yüksek bir propaganda aracı oldu. Mesajlar, kimi zaman politik kimi zaman da komedi ve aksiyon türünde
yapımlarla verildi.
Bir filmle kazanılan savaş
119
1930’lu yıllar boyunca tüm dünyayı etkileyen ekonomik
buhranda umutları yıkılan kitlelerin trajediden kaçış olarak sinemalara akın etmesi Başkan Franklin D. Roosevelt’in dikkatinden
kaçmadı. Roosevelt, beyazperdenin, topluma yön verebilecek etkili
bir politik araç olabileceğini o sırada keşfetti.
Roosevelt, 1933’te hükümetin film yapımına doğrudan
müdahalesini yasalaştırdı ve bunun karşılığında stüdyo sahiplerine sınırsız yetkiler verdi. Başkan Roosevelt, Amerika Birleşik
Devletleri’nin 1. Dünya Savaşı sonrasında dünyada aktif bir rol
oynaması konusunda kararlıydı. Ama kendisi gibi düşünmeyen
Amerikan kamuoyunu buna hazırlamak için büyük çaba sarf ediyordu. Çoğu Amerikalı, Avrupa’da devam eden 2. Dünya Savaşı’na
tamamen ilgisiz kalmayı tercih ediyordu. Pearl Harbor saldırısı,
bölünmüş Amerikalıları birleştirmişti; ancak savaşa karşı olan azımsanmayacak bir kesim vardı.
Hollywood stüdyolarının kapılarını çalan Roosevelt’in imdadına Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ı bir araya getiren 1942
yapımı Kazablanka (Casablanca) filmi yetişti. Gişe rekoru kıran
filmde, Alman toplama kamplarından kaçarak Kazablanka’ya gelen direnişçilerin Lizbon üzerinden ABD’ye iltica etmeleri, romantik
bir aşk hikâyesi ekseninde gösteriliyordu. Konu, tarihi gerçeklerle
hiç örtüşmese de Kazablanka, dikkatleri Pasifik’in öte kıyısında yaşananlara dikkat çekmeyi başarmıştı. Filmin ilk gösterimi bu yüzden,
1943 Kasım’ında General Dwight Eisenhower komutasında Kuzey
Afrika’daki Alman birliklerini yenerek Kazablanka’ya giren İngiliz ve
Amerikan askerlerine yapıldı.
Kazablanka’nın hemen ardından Savaş Bilgilendirme Ofisi (OWI) bünyesinde kurulan Sinema Dairesi’ne, milliyetçilik duygularını
yükseltmek ve Amerikan ordusunun güçlü imajını yükseltmeyi
amaçlayan propaganda filmleri üretme görevi verildi. Savaş yıllarında Paramount hariç film stüdyoları, OWI’nin tüm senaryoları
çekim öncesinde okumasına ve rötuşlar yapmasına izin verdi.
120
“Amerikan milliyetçiliğini anlatmak için propaganda enjekte
etmenin en kolay yolu filmlerin içerisine orta şiddetli propaganda katmaktır.” diyen dönemin OWI Müdürü Elmer Davis, önüne
gelen senaryolar için sadece şu soruyu soruyordu: “Bu film, savaşı
kazanmamıza yardımcı olacak mı?”
Sığır Çobanı Kovboylar
Kazablanka’nın yapımcısı Warner Bross, Franklin D. Roosevelt’in
sadık bir destekçisi oldu. Bunun karşılığında sinema, savaş yıllarında Avrupa kıtasında çalışmasına müsaade edilen ve kazancını artıran
tek sektör oldu.
II. Dünya Savaşı’nda Frank Capra, John Ford ve William Wyler
gibi yönetmenler vatanseverlik duygularını okşayan Nazizm karşıtı filmlerle Amerikan kamuoyuna moral verdi. Capra, Savaşa Giriş
(1942), Nazilere Darbe (1942), Britanya Savaşı (1943), Bölmek
ve Fethetmek (1943), Düşmanın Japon’u Tanı (1945), Tunus Zaferi
(1945) ve Neden Savaşıyoruz? (Why We Fight?) adlı propaganda amaçlı savaş belgeseli serileri yaptı. Kapalı gişe oynayan, Olmak Ya da
Olmamak (To Be or Not To Be 1942) isimli komedi filminde Hitler alaya alındı.
Soğuk Savaş’ın etkili olduğu 1950’li yıllarda, ABD’de Senatör McCharty ve arkadaşlarının başını çektiği komünist avında
işe Hollywood’dan başlanması anlamlıydı. ‘Komünistler geliyor’ paranoyasının hâkim olduğu bu dönemde, yüzlerce senarist, oyuncu
ve yönetmen baskılara maruz kaldı, işten çıkartıldı; hapse atıldı.
Kara listede ismi olan senaristlere, kazanmalarına rağmen Oscar’ları verilmedi.
OWI, 1945’te kapatıldı; fakat Beyaz Saray’ın Hollywood’la
kurduğu örtülü koalisyon format değiştirerek devam etti. Sovyet rejiminin yayılma politikasına karşı sinema büyüsünü kullanan Beyaz
Saray, kovboy filmleriyle ustaca düşünülmüş bir propaganda yolu
121
izledi. Başkan Harry Truman ve Eisenhower dönemlerinde seri üretimle çekilen western filmlerinde, çitlerle çevrili özel mülkünde
özgürce yaşayan ve pazar günleri kiliseyi aksatmayan muhafazakâr
değerlere sahip aile modeli özendirilerek, komünizmin ‘ortak mülkiyet’ ve din konusundaki söylemlerine karşı bir model geliştirildi.
Frank Capra, filmleriyle Amerikan Rüyası’nın ilham kaynağı oldu.
Kovboyların amansız düşmanı ise halka korku salan, gerçekte Kızılordu’yu temsil eden ‘Kızıl’derililerdi… Posta Arabası
(Stagecoach 1939) ve Çöl Aslanı (The Searchers 1956) gibi türün
önemli filmlerine imza atan John Ford, propaganda içerikli kovboy
filmleriyle özdeşleşti. Stalin, kovboy filmleriyle beyazperdede Amerikan ikonu haline gelen ve sıkı bir anti-komünist olan John Wayne
için KGB’ye ölüm emri verdi.
Hollywood, Vietnam Savaşı’nın seslerinin duyulduğu 1962
yılında, 2. Dünya Savaşı’nda Amerikan askerlerinin kahramanlıklarını anlatan savaş filmlerinin seri üretimine başladı. Normandiya
çıkarmasını anlatan 2 Oskar ödüllü En Uzun Gün (The Longest
Day) filminde Richard Burton, John Wayne, Henry Fonda ve Robert Mitchum gibi dönemin ünlü yıldızları düşük ücretlerle oynadı.
Film, Vietnam öncesinde, ‘insanlığın güveni için çarpıştık, gerekirse yine yaparız.’ mesajını veriyordu.
Ne var ki Vietnam Savaşı’nda işler Beyaz Saray’ın planladığı gibi
yolunda gitmedi. Warner Bross, bu kez Vietnam’dan gelen kötü haberleri perdelemek için çıkış yolu arayan Başkan Lyndon Johnson’ın
tutunacağı bir can simidi oldu. Cepheden ulaşan iç karartıcı haberlere rağmen Vietnam’dan çekilmeyi politik çıkarları için göze
alamayan Başkan Johnson, karşı propaganda için düğmeye bastı.
Amerikan ordusunun ‘Ezileni kurtarmak’ sloganıyla kurulan özel
gücü Yeşil Bereliler’in Vietnam’da ‘kahramanca mücadelesi’ni konu
alan The Green Berets (1968) filmi çekildi. Başrolde John Wayne’nin
oynadığı filmde ‘Vietnam’da her şey yolunda’ mesajı verildi. Oysa
Yeşil Bereliler gösterimde olduğu sırada Pentagon, Vietnam’da tarihinin en büyük kayıplarını verdiğini rapor ediyordu.
122
Politikacı Holywood Aktörleri
Aktörlükten ABD Başkanlığı’na geçiş yapan Ronald Reagan
da politikaları için sinemayı profesyonelce kullandı. Beyaz Saray,
1980’li yıllarda bir yandan Soğuk Savaş’ta galip taraf olmayı, diğer
yandan da Vietnam yenilgisinin toplumda oluşturduğu ezikliği telafi etmeyi, gündeminin ilk sırasına aldı.
Reagan’ın, özgürlüğünden taviz vermeyen, ‘güçlü ve
muhafazakâr Amerikalı’ hayali kısa sürede yapımcıların elinde ete kemiğe büründü. Sylvester Stallone, Arnold Schwarzenegger,
Chuck Norris ve Bruce Willis gibi oyuncular korkusuz kovboyların yerini alarak güçlü kaslarıyla kötülere hadlerini bildirdi.
Stallone, Rambo 2’de (1985) Vietnam’da esir tutulan Amerikalı askerleri tek başına komünistlerin elinden kurtararak
Vietnam yenilgisinin intikamını alır. Rambo 3’te (1988) Ruslara karşı özgürlük mücadelesi veren Afganlılara katılır ve onlara
beyazperdede zafer kazandırır. Rocky 4’te (1985) ise Amerikan bayraklı şortuyla Rus rakibi Ivan Drago’yu kendi ülkesinde ve Sovyet
yöneticilerinin hazır bulunduğu salonda ringe seren Stallone, finalde “herkes değişebilir” tiradıyla komünist dünyaya çağrıda bulunur.
Reagan döneminde, Vietnam Savaşı ve Watergate skandalıyla sarsılan Amerikan halkını birbirine kenetlemek için, ülkenin
kuruluş yıllarında yaşanan İç Savaş ve sonrasını konu alan diziler
üretildi. Kuzey ve Güney (North and South 1985), Şefler (Chiefs
1983), Mavi ve Gri (The Blue and The Gray 1982) gibi tarihi dizi filmlerde milliyetçilik duyguları kabartıldı. İlk Kan (First
Blood-1982) filmiyle toplum dışına itilen Vietnam gazilerine ‘sizi
anlıyoruz’ denildi.
Amerikan Savunma bakanlığının 54milyon dolarla sübvanse ettiği Top Gun (1986) filminde donanma pilotu Tom Cruise,
Sovyetler’e ait MiG uçaklarıyla havada yaptığı mücadeleyi kazanır.
123
Rakibi SSCB’nin kıtalar arası balistik füzelerinin uzaydan kontrol edilmesini öngören savunma programına Yıldız Savaşları (Star
Wars) adını veren Reagan, medyanın desteğiyle kısa sürede ülkesini süper güç yapan kahraman bir başkomutan figürüne büründü.
Time dergisi Reagan’ı ‘Yılın Adamı’ seçerken, Hollywood ‘Süper
Başkan’ figürüne göndermeler yapan kahraman filmlerine ağırlık
verdi. Superman (1983/1987), Robocop (1987), Batman (1989),
Cehennem Silahı (Lethal Weapon (1987), American Ninja (1985)
filmleri gerçekte Reagan döneminin felsefesini parlatan yapımlar olarak dikkat çekti.
Oliver Stone, Müfreze (Platoon 1986) filminde savaşın
acımasızlığına vurgu yapsa da alt metinde ‘onlar savaştılar; ama kahramanca öldüler’ mesajını vererek Vietnam’da zedelenen ulusal
onuru onarma gayretine girişti. Stone’un, eleştirmenlerce en iyi işi
kabul edilen Salvador (1986) filmi, ABD’nin Latin Amerika ülkelerindeki uygulamalarını iğneleyen bir akış izlese de arka fonda, ‘bu
coğrafyada yaşananlar Beyaz Saray’ın sistemli politikası değil, kişi
ve kurumların kişisel hatası’ düşüncesi aşılanır.
Harbi mi harbi, delikanlı mı delikanlı; James Bond
Ian Fleming’in romanlarından sinemaya uyarlanan İngiliz ajan
007 James Bond, Soğuk Savaş döneminde kapitalist NATO ülkelerinin üstün teknolojisini de kullanarak dünyayı ‘kötü Ruslar’dan
kurtaran politik bir sembol oldu. MI6 ajanı İngiliz olsa da tüm James Bond filmleri Hollywood desteğiyle çekildi.
Küba krizinin dünyayı yeni bir savaşın eşiğine getirdiği
1963’te tamamlanan ‘Rusya’dan Sevgilerle’de (From Russia with
Love) James Bond, komünist Ruslar karşısında zekâsı ve yüksek
teknoloji sayesinde yüzü gülen taraf olur.
1967 yapımı İnsan İki Kere Yaşar (You Only Live Twice) filminde ise bu kez dünyayı tehdit eden ‘kötü’, komünist Çin’dir.
1983 yapımı ‘Ahtapot’ (Octopussy) filminde kötü adam Sov124
yet Generali Orlov’un amacı, çaldığı nükleer savaş başlıklarını Batı
Almanya sınırları içindeki bir ABD hava üssünde patlatarak, Batı
Avrupa ülkelerinin silahsızlanma politikasına yönelmelerini sağlayarak bu ülkelerin Sovyet yayılması için kolay lokma olmasıydı. Filmde
Sovyetler, diğer Bond filmlerinin aksine ‘iyi’ yanlarıyla da temsil edilir.
Yaşayan Gün Işıkları (The Living Daylights1987) filminde ise
Bond ülkesinden kaçan bir Rus generale yardım ederken,
NATO ülkelerinin amansız düşmanı Sovyet gizli servisi, ilk
kez sakıncasız olarak resmedilir. Serinin 19. filmi ‘Dünya Yetmez’
(1999) filminde Bond, Sovyetlerin dağılmasının ardından bağımsızlıklarını ilan eden Kazakistan ve Azerbaycan’da uluslararası bir
teröristin izini sürer. Artık ne ideolojik düşman vardır ne de KGB…
Bond ezeli rakibi Ruslarla giderek yakınlaşırken, SSCB lideri Mihail Gorbaçov, ‘ekim devrimi’nin 70. yıldönümündeki
konuşmasında Stalin ve Troçki’yi eleştiriyor, Avrupa ve Asya’da
yerleştirilmiş olan orta ve kısa menzilli füzelerin imha edilmesini
kabul ederek yeni dönemin sinyalini veriyordu.
Düşman algısının kısmen değişmesinin sebebi, Soğuk Savaş’ta
yaşanan yeni süreçle yakından ilgiliydi. Sovyet lideri Gorbaçov, 1985 yılından itibaren ABD Başkanı Reagan ile Cenevre ve
Reykjavik’te art arda zirve toplantıları yapmış, silahsızlanma, silahların denetimi, bilim, kültür, eğitim alanlarında bilgi alışverişi
konuları ilk kez telaffuz edilmişti. Gorbaçov’un Soğuk Savaş’ı bitiren Perestroika (yeniden yapılanma) ve Glasnost (açıklık) adını
verdiği reform çalışmaları sonunda Reagan, 1987’de orta menzilli
füzelerin imhası için antlaşma imzaladı.
Soğuk Savaş’ta esen ılık rüzgârlar çok geçmeden Hollywood’da
da etkisini gösterdi. Kaslarıyla ‘güçlü Amerikalı’ projesinin prototipi
olan Arnold Schwarzenegger, Kızıl Ateş (Red Heat 1988) filminde
bu kez ABD’ye kaçan bir uyuşturucu kaçakçısını kovalayan disiplinli Rus polisini canlandırdı. Schwarzenegger’in, ‘Ivan Danko’
rolünü canlandırdığı Kızıl Ateş, Kızıl Meydan’da çekilen ilk ABD
125
filmi oldu. Böylece kamuoyu, Beyaz Saray ile Kremlin arasında
başlayan yakınlaşmaya hazırlatıldı.
SSCB’nin dağılmasından sonra ABD’nin süper güç olduğu tek
kutuplu dünyada, Washington imajını parlatırken masal dünyasının büyüsüne ihtiyaç duydu. Bill Clinton’ın başkanlığı döneminde
(1993-2001) ise başkanları sempatik ya da kahraman gösteren
yapımlara ağırlık verilerek sempatik başkan algısı oluşturulmaya
çalışıldı. Michael Douglas (The American President 1995), Kevin
Klein (Dave 1993), Harrison Ford (Air Force One 1996), Bill Pullman (Independence Day 1996) Amerikalıların sevgi ve güvenini
kazanan başkan figürünü canlandırdı.
İslami Terör ve Müslüman teröristler
Soğuk Savaş’ın ardından Hollywood kahramanlarının yeni
düşmanı Arap teröristler oldu. Arnold Schwarzenegger, ‘Gerçek
Yalanlar’da (True Lies 1994) ülkesini bir grup Arap teröristten kurtarır. Denzel Washington’ı, ‘Kuşatma’ (The Siege 1998) filminde
New York’ta bombalama eylemleri yapan Arap teröristlerin izini süren FBI ajanı rolünde görürüz.
George W. Bush, başkanlığının ilk yılında yaşanan 11 Eylül saldırılarının ardından ABD güvenliğini tehdit eden İran, Irak ve
Kuzey Kore gibi ülkeler için önleyici savaş doktrinini açıkladı. Afganistan müdahalesi ve Irak’ın işgalini takip eden Guantanamo ve
Ebu Gureyb Hapishanesi gibi uygulamalar dünya kamuoyunda Amerikan karşıtı sivil eylemlerin artmasına sebep olunca, Hollywood
tekrar göreve çağrıldı.
Leonardo DiCaprio, ‘Yalanlar Üstüne’ (Body of Lies 2008) filminde Ortadoğulu terörist bir liderin dünyanın çeşitli yerlerinde
bombalama eylemi yapmasını engeller. Filmde Arap coğrafyası,
güven vermeyen bir yer olarak gösterilir. 6 Oscar kazanan ‘Ölümcül
Tuzak’ (The Hurt Locker 2008) filminde Amerikan askerlerinin
kahramanlığı anlatılırken alt metinde ‘Irak’ta herkesin potansiyel
bir düşman’ olduğu izleyiciye empoze edilir.
126
Green Zone (2010) filminde CIA, Irak’ın bölünmemesi için uğraş veren ama başaramayan bir örgüt olarak gösterilir. Irak
Savaşı’nı konu alan filmlerde, ABD’nin, gerçekte çıkarları için değil,
bölge halkının özgürleştirilmesi için orada olduğu mesajı verilir.
George Clooney, birinci Körfez Savaşı’nı konu alan ‘Üç
Kral’da (Three Kings 1999) Irak ordusunun zulmüne uğrayan yerel
halkı koruyarak, gerçekte ABD ordusunun neden çölde olduğunun cevabını verir.
Ridley Scott’ın propaganda filmi ‘Kara Şahin Düştü’de (Black
Hawk Down 2001) 1993’te Birleşmiş Milletler gücüne bağlı olarak kötü adamları yakalamak için Somali’ye gönderilen bir grup
Amerikan askerinin hikâyesi etkileyici bir görsellikle anlatılır. Alt
metinde, ‘yerel halkın özgürlüğü için buradayız’ mesajı dikkat çeker.
ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılında gösterime giren
Güneş’in Gözyaşları (Tears of The Sun) filminde, orduya bağlı özel kuvvetlerde görev yapan Bruce Willis, emrindeki mangayla,
bir grup mülteciyi Nijerya’daki diktatörün elinden kurtarmaya çalışır. Film, Irak’taki varlığı tartışılan Amerikan askerleri için iyi bir
propaganda olur.
Michael Bay’ın, Transformers (2007) filminde Amerikan
ordusu, doğal kaynakları ele geçirmek için başka bir gezegenden gelen kötü robotlardan Dünya’yı kurtarır. Bay, Armageddon
(1998) filminde de ‘dünyayı kurtaran Amerikalı’ temasını merkezine alır ve Dünya’ya çarpmak üzere olan bir astreoidi, petrol
sondaj uzmanı Bruce Willis hayatını feda ederek yok eder. Bir anlamda ‘biz iyi adamız’ mesajı alttan alta verilir.
Wag the Dog filminin gösterime girdiği 1998 yılında ilginç bir
olay yaşandı. ABD Başkanı Bill Clinton ile Beyaz Saray stajyerlerinden Monica Lewinsky arasında Beyaz Saray’da yaşanan seks
skandalı Clinton’ı başkanlığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya
bıraktı. Clinton, Kongre’de bir konuşma yaparak Irak Devlet Başka127
nı Saddam Hüseyin’in nükleer silah yapımına göz yumduğunu öne
sürdü ve Kongre’de Bağdat’a saldırı tehdidinde bulundu. Aralık ayında dört gün süren Çöl Tilkisi Operasyonu’nda Irak’ın farklı
yerleri bombalanarak gözdağı verildi.
Televizyon insanlar üzerinde etki etme gücünü nereden
almaktadır?
Medya kuruluşları, uzun süreden beri, yayınları aracılığı ile biriktirdikleri büyük bir sermaye ile güçlendiler ve güçlerine güç
kattılar. Bugün dünyadaki bir çok ülkede medya, devleti yönlendirebilecek güce ulaşmıştır. Hatta devletten daha güçlü olduğunu
söylememiz mümkündür. Medya kuruluşları, artık denetlemeleri,
uymak zorunda oldukları ilkeleri pek ciddiye almaz oldular. Toplum sağlığını koruma adına denetleme kurulları oluşturulmasına
rağmen, insanların düşünsel ve ruh sağlıklarını bozan yayınlarına
bir şekilde devam etmektedirler.
Televizyon, ortalama insanın kavrayamayacağı, algılama gücünü aşan, karmaşık, organize ve gelişmiş bir yapıya sahiptir. Bu
gelişmişlik düzeyini, yüzyıllar boyu biriken teknik gelişmişlikten
ve insan doğasına ilişkin bilgilerin birikiminden ve bunların kullanmasından alır.
Medya çalışanlarının çoğu eğitilmiş, uzman kişilerden oluşmaktadır. Bu donanımlı insanlar, insan doğasını ve yapısını
araştıran bir çok bilim alanından (sosyoloji, psikoloji, tıp, sanat,
edebiyat, felsefe ) yararlanmaktadırlar. Televizyon programlarını
hazırlayan uzmanlar; aşırı heyecan, şok korku, tehlike, panik, patlama gibi heyecan uyandıran duygu durumlarından yararlanarak,
kitleler üzerinde dikkat uyandırmayı başarmaktadırlar.
Televizyon haberleri gücünü, (düzensizlik, kargaşa, yıkım,
savaş, ölüm, hırsızlık, intihar, kaza, dolandırıcılık, cinayet, dedikodu...) gibi kötü olaylardan alarak beslenir. Bu olayları meydana
gelmemesi televizyon habercilerinin işsiz kalması demektir. Televiz128
yondaki haberler, yaşama kaynağını, insanlarda dehşet uyandıran
olayların meydana gelmiş olmasından alır.
Televizyon gücünü görüntüden ve halkın kullandığı dilden
alır. Televizyonun dili basit, yalın, sıradan, kurnaz ve iki yüzlüdür.
Televizyon, cemaatinin mantığına değil kalbi ve duygularına seslenir. Televizyon haber sunucuları, tebaasına seslenirken bir vaiz
gibi konuşurlar, ses değişimleriyle, müzikle, kendine güveniyle
hipnoz etkisi yaratarak, cemaatlerine seslenirler.
Televizyon izleyicileri, hem kurban hem de bir çok çirkin olayın suç ortaklarıdırlar.
Televizyon demagoji üretir, aşırı heyecanlar yaratarak duygu
şokları yaratır.
Televizyon için haber peşinde olan gazeteciler, her türlü ahlaksızlığı ve ilkesizliği, yalan, kurnazlık, rezalet, düzmece ilkeler
edinerek, skandallar ve trajik olaylar peşinde koşuşturup duran insanlardır. Haber peşinde koşan televizyon çalışanları, tam bir linç
çetesini andırmaktadırlar.
129
Televizyon insanlar üzerinde, bilginin manipüle edilmesini nasıl sağlamaktadır?
Televizyonun insanlara gönderdiği iletilerin kimler tarafından
nasıl seçildiğini, gündemlerin nasıl oluşturulduğunu, mesajların
hangi teknik ve yöntemler aracılığıyla kitleye ulaştırıldığını, iletilerle insanların profesyonelce nasıl kandırılıp ikna edildiğini çok iyi
bilmek gerekmektedir.
Aynı şekilde televizyon habercilerinin olaylar karşısında taraf
tutmadıkları, tarafsız oldukları fikrini sorgulamak gerekir. Bugün, habercilerin seçtikleri olaylar karşısında taraf tuttuklarını söylememiz
mümkün. Haberciler olayları kendi inançları, ideolojileri doğrultusunda direkt değil de örtük bir şekilde yorumlayarak yansıtırlar.
Televizyonun yazı işleri müdürü haberleri seçer, bu seçim işleminde de konulardan bir gündem oluşturur ve bu, toplumun o
günkü gündemi olur.
Televizyon haberlerindeki iletileri nasıl söylendiklerine göre
anlamak gerekmektedir. Haberciler, haber konusu edindiği konuya
bir anlam yükler. Bir olaya ilişkin bir görüntünün, bir çok insanda
farklı anlam yüklemesi mümkündür. Ancak televizyon çalışanları,
niyetli bir şekilde, seçtikleri olay üzerinden, kendisinin yüklediği
anlamla insanları düşünmeye yönlendirmeyi sağlamaktadır.
Televizyonlardaki sunucular bir çeşit anlatıcıdır. Anlatılacak
130
şey ekrana çıkmadan önce düzenlenmektedir. Anlatının yaptığı çok
önemli bir şey, materyali mekan ve zaman açısından şekillendirmektir. Yani olayların nerede, ne zaman ve ne hızda meydana
geldiğini tanımlamaktır. Canlı televizyon yayınında bile anlatı bu
yönlendirmeyi başarabilir. Tekrarlar gösterim süresini uzatmak için bir hiledir. İzleyicinin gerilimini yükseltmek için uzun uzun
çekimler kullanılmaktadır. Televizyondaki anlatı zaman ve mekana
dair farkındalığımızı yönlendirmek için sınırsız bir yeteneğe sahiptir. Bu da anlatımın bir başka şekilde yönlendirilmesidir
İkna süreci her şeyden önce bir öğrenme ve öğretme etkinliğidir. İkna edici mesajın amacı, bir sözcüğe olumlu ya da olumsuz bir
tepki verilmesini sağlayarak öğrenmeyi sağlamaktır.
İletişimin etkinliği, öğrenmenin düzeyi ile de bağlantılıdır. Öğrenme pekiştirme, hatırlama ve öğrenmede koşullu öğretme
yöntemi simgelerle yapılır. Simgesel uyaranlar hatırlamayı harekete
geçirmekte kullanılmaktadır. İnsanlar koşullandırma yoluyla alışkanlıklar biçiminde bazı davranışlarının kazandırılmasının, ancak bu
alışkanlıklarının bireyi o anda etkileyen bilinçli ve bazı bilinç dışı bazı gereksinimleri karşılayan bir işlev yapmaları halinde mümkündür.
Kaynaktan alıcıya mesaj iletimi her toplumda ve her bireyde farklılık gösterebilen sosyal ve geleneksel bir ortam içersinde
seyreder. Bireyin hayat karşısında konumlanışı, temsil ettiği görüş
ve grubun özellikleri, beklentiler, bilinçsel işleyiş gibi farklı etmenler tarafından örülmüş bir ağ içersinde gerçekleşir. Bunlar alıcının
hangi mesajı ne ölçüde ve ne biçimde algılayacağını ve zihinsel değerlendirmesini biçimlendiren etkenlerdir. Varolan tutumları
destekleyici bilgilerde, alıcının algılama yeteneğini daha yükseltir”.
Herhangi bir konudaki görüşün, konunun uzmanı tarafından
iddia edilmesi, sıradan kişilerin iddiasından daha yüksek güvenirlik taşımaktadır. Bu mesajın içeriğinin kabul edildiğini tek başına
artıran bir etkendir. Bunun yanında bir futbol yıldızı, siyasal lider gibi bazı kurgusal katkılar da kullanılmaktadır.
131
Algılama ve öğrenme işlevini hazırlamada, tekrar yönteminin
etkili olduğu kuşkusuzdur. Enformasyon kanallarının ve mesaj miktarının artmasına rağmen, bunun kişilerin bilgi ve bilinç düzeylerini
artırma düzeyine yansımadığı anlaşılmaktadır.
İletişim etkinliğini artırma yolları: a) Mesaj dilinin, alıcının
dili ve kavrayış düzeyinin uygun olması ilk kuraldır. b) İletişimde mevcut tutum ve davranışı değiştirilmesi çok dirençli olmayan
noktalarda hareket etmesiyle başarılabilir. c) Mesaj içeriğinin herkes
böyle düşünüyor şeklinde sunulması olarak bilinir. Bu yöntem alıcının mevcut tutumlarıyla çok çelişkili olmamak koşuluyla sağlayabilir.
Bunun yanında mesaj sunumunda yönlendirme amacı taşıyan bazı yöntemlerle küçültücü dizayn resimler kullanmak, bazı cümlelere
gereğinden fazla önem verilerek ya da tanımlamalarla bir zayıflığı belirginleştirmek de etkileme amacıyla kullanılan yollardandır.
Ortak sembollerin bütünü olan dil, ikna uzmanları için en temel hammaddedir. Ses önemli mesaj ileticisidir. Müzik ve görüntü
bu dili tamamlayıcı öğelerdir. Kişinin etkilenebilmesi için, dil kodlarının ortak olması gerekir. Dil ve iletişim ayrılmaz bütünlerdir.
Haberin kaynağından çıkan mesajın anlamı ile alıcının algıladığı anlam yakınlık derecesi, haber dilinin başarı düzeyini gösterir.
Buna göre medya standart dili kullanmaya özen gösterir ve dildeki standartlaşma eğilimini de hızlandırır. Televizyondaki söylem
büyük oranda görsel imajla yansıtılır. Televizyon konuşması sözcük
ağırlıklı değil, görüntü ağırlıklı olarak aktarılır.
Haberler drama üretmek eğilimindedir. Drama izleyicinin ilgisini toplama aracı olarak kullanılır. Materyallerin dramatik
gerilimde önemli anlar yarattığını kabul ederiz. Heyecanlı anlar
dediğimiz şeyleri görmeye alışkınızdır. Haber programı ilerde bir
felaket görüntüleri vereceğini haber saati boyunca sık sık duyurur.
Kurgu, drama, kullanılan dil, bu öğelerin hepsi bir araya geldiğinde artık “Televizyon sunucuları daha çok verili bir programın
belki de kendi kararımızı özgürce vermemizi engellemek için bize
132
onun ne anlama geldiğini anlatma işi kalır.” İnsanlar neden televizyon izlerler? İnsanları televizyon izlemeye yönelten şey nedir?
Televizyon, hazırladığı programlarla insanların duygu dünyasına direkt müdahale eder. İnsan doğasında duygulara ilişkin ne
varsa, onları ön plana çıkarır, kullanır ve sömürür. İnsanlar bunun
farkında olmazlar. Gündelik hayat da (iş hayatı, aile hayatı, sosyal
hayat) insanların televizyon izlemesine göre düzenlenmiştir.
Gündelik hayatın sıkıntı ve gerilimleri, televizyona kaçmak
için yeterli sebebi oluşturuyor gibi görünüyor. Televizyona yönelme, sonuçta kolaya kaçma eylemidir. Televizyon izleme, insanların
gündelik iş hayatının verdiği gerilimden, stresinden kaçmak için sığındıkları bir eylemdir.
İnsanları televizyona yönelten diğer bir sebep de, küçük yaştan beri alışkanlık haline gelen bir davranış olmasıdır. Televizyon
izleme böylece farkında olunmayan otomatik bir davranış şekline
dönüşür.
Televizyon, toplumun yaşayış tarzından (dini inançlar, gelenek, görenek, milli değerler, cinsellik) kesitler gösterdiği için dikkat
çekicidir. Bir çok program toplum yaşayışına uygun basit bir dil kullandığından izleyiciler açısından dikkat çekicidir
Programların çoğu düşünsel etkinliği içermemektedir, yorucu
değildir.
Televizyondan kaçış kitle açısından neredeyse imkansızdır. Her
nerede olunursa olunsun televizyon onları bir şekilde bulacaktır.
Televizyon insanlara eğlence sunar. Eğlendirirken de izlemeyi
teşvik etmek için ödüller( para, araba tatil, hediyeler vb.) dağıtır.
Televizyonun, yarattığı bağımlılık ve insanların hayatlarındaki vazgeçilmezliği
Televizyon günümüzde insanların yaşayış şekli üzerinde güçlü
bir belirleyiciliğe sahiptir. Televizyon, insanların gündelik hayatta neyi sorun edinmeleri gerektiğini, olaylara bakış açılarını, hatta
133
neyi konuşmaları gerektiğini bile belirlemektedir. Tüm yaşam alanlarımıza sızmış olan televizyon kültürü, toplumsal hayatın içinde
neredeyse hiç ‘dışarısı’ bırakmamıştır. İzleyen biz miyiz, yoksa ‘o’
mu? Televizyon bu anlamda, izlemeyi ve izlenmeyi arzu nesnesi haline getirmiştir.
İnsanların hareketleri, konuşma biçimleri, giyim tarzları ve inançları genel olarak bütün davranış biçimleri ‘çalış-tüket’ mantığı
çerçevesinde şekillenir.
Elektronik medya sembolik ortamımızın niteliğini kesinkes ve
geri dönüşümü olmayan biçimde değiştirdiğine göre eminim biz
de kritik bir büyüklüğe ulaşmış durumdayız. Şu anda enformasyonları, fikirleri ve epistemolojisi basılı sözlerle değil, televizyonla
şekillenen bir kültürüz.”.
Televizyon iletişim ortamlarımız, başka hiçbir iletişim aracının gücünün yetmeyeceği tarzlarda bizim adımıza düzenler…
televizyon,dünyaya ilişkin bilgimizi değil, aynı zamanda bilme
yollarına ilişkin bilgimizi de yönlendiren bir araç statüsüne yükselmiştir. Televizyonun hakikat, bilgi ve gerçeklik tanımlarını o
kadar gözü kapalı kabul etmekteyiz ki ilgisizlik bize anlamlı görünmekte, tutarsızlık ise özellikle akıllıca davranmak gibi gelmektedir.”
Televizyon günümüz insanlarının adeta tanrısıdır. Emir ve yasakların menbaıdır. İnsanların artık televizyon izlemedikleri gün
nerdeyse yok gibidir. Televizyon insanlarda, öylesine bir bağımlılık yaratmış ki, televizyon izlememek neredeyse imkansız bir
hal almıştır. Televizyonun girmediği yer kalmamıştır. Akşam saatlerinde, milyonlarca insan televizyon ekranının karşısına oturup
ayine katılırlar. Bebekler, artık anne babalarının ninnileriyle değil,
reklamlar ve televizyon şarkılarıyla dinlendiriliyorlar ve uyutuluyorlar. Anne ve babaların kendileri de birer televizyon bağımlısı ve
kurbanı durumuna gelmişlerdir. Televizyon en önemli zaman öldürme ve eğlence kaynağı haline gelmiştir.
Aynı şekilde eğitmenler de televizyonun kurbanlarındandır.
134
Çocukların zihin yapısı eskiden daha çok aile tarafından şekillendirilirken, günümüzde artık çocuklar daha okul çağına bile
gelmeden, televizyon tarafından şekillendirilmektedir.
Dolayısıyla, devletin en küçük birimi olarak aile ile televizyon arasında tarihsel, sosyolojik bağ kurulmuştur.
İktidar artık günümüzde kitleleri daha rahat gözetlemekte, denetlemekte ve kontrol etmektedir. Röntgenciliğin ve teşhirciliğin
benimsemesi, denetim ve kontrol mekanizmasını arzu edilir kılınmasını, aynı zamanda desteklemesini sağlamaktadır.Yığınlar
artık televizyonun teşvikiyle pornografik olarak kendilerini ortaya
koymaktan ve gözetlemekten rahatsızlık duymamakta, tam tersine
şiddeti bile pornografik düzeyde algılayarak haz duymaktadırlar.
Televizyon bir bütün olarak kendi kurallarıyla, kendine özgü
kültürüyle hayata hükmediyor. Televizyon kendine özgü dayatmacı kültürü ile geliyor ve insanların hayatlarını derinden etkiliyor. Hiç
kimse, onun karşısında direnemiyor. Eğitimsiz, cahil yığınlar üretiyor. Yanılsamalı bir hayatla gerçeğin karşısına dikiliyor. Hiç kimse
farkında bile olmadan bir sürü şey olup bitiveriyor. Gerçek ellerimizden kayıp gidiyor.
135
Televizyon kitle kültürü üretme aracıdır.
Televizyonun yarattığı, kitle insanının özelliklerini şu şekilde
sıralamak mümkündür:
Rahat ve doğal değildir. Kendi doğasına yabancılaşmıştır. Kurallarla ve sınırlamalarla yaşar. Kimlik ve kişilik çatışmaları yaşar.
Anlık heyecan ve zevkler peşinde koşuşturur.
Bir nesneye sahip olduğu sürece, alışveriş yaptığı sürece, seks
yaptığı sürece mutludur.
Hayatın sorunlarına karşı güçsüz ve zayıftır.
Hayata karşı bir belirleyiciliği yoktur, sorunları çözmekte acizdir.
Kendi hayatının yönlendiricisi değildir başkaları (medya sahipleri, reklamcılar ve politikacılar) onu yönlendirir. Başkaları onun
adına kararlar verir.
Kendi yazgısının kurbanıdır.
Çaresizlik içerisinde bir kabullenişi yaşar.
Sistemi, hayatı, olayları ve varlığını sorgulayamaz. İtaatkardır,
ehlileştirilmiştir.
Sistem için bilinçsizce seri çocuk üretir.
Özgür olduğunu sanır ama, bedensel, düşünsel ve ruhsal olarak tutsaktır.
136
Kültür düzeyi düşüktür. Düşünsel sistematiği gelişmemiştir. Geçmiş ve gelecek zamanı yaşamaz, sadece şimdiki zamanın içinde
kayıptır.
İdeolojilere, fala ve büyüye inanır. Dili kullanma becerisi gelişmemiştir.
Kendisi gibi olmayan insanları bir tehlike olarak görür. Hayatını, paranın yasaları ve kuralları şekillendirir. Böylesi bir insan türüne
hükmedip sömürmek yönetici sınıf açısından son derece kolaylaşmıştır.
Televizyonun, günümüzde yarattığı insan (televizyon insanı),
ruhsal ve düşünsel olarak özürlüdür.
Televizyonun ortaya çıkardığı insan, şekil ve form olarak insan özelliklerini göstermekle beraber deforme olmuş Frankestein’ı andıran
bir yaratığı haline gelmiştir.
Televizyonun yarattığı insan, yönlendirilen bir canavardır.
Örneğin, televizyon insanı savaşı kanıksamıştır ve savaşı doğal
bir şey olarak görür ve ona katılır. Dizi film ve sinema filmlerinde öylesine çok ölüm sahneleri var ki; ölüm, dizilerde filmlerde ve haberlerde
gerçek olmayan eğlenceli bir oyun gibi sunulmaktadır. Fantastik bir eğlence olarak sunulan ölüm oyunu, bir süre sonra gerçekliğin yerini
almaya başladığında, ‘televizyon insanı’ gerçek hayattaki ölümleri, gerçek olmayan filmlerdeki bir oyun gibi görür ve hayata duyarsızlaşır.
Böylelikle, ortaya çıkan bu yaratığın şiddet eğilimleri belirli bir yöne
kanalize edilebilir ve tarihin tekerrüründe vahşet çağı yeniden yaşanır.
Böylece, üretimin yapısından bağımsız olmayan kültürel yeniden üretim, gittikçe insanı kendi özüne yabancılaştırır.
Televizyonun yarattığı insan paylaşımcı değildir. Bencildir, kuşkucudur. Diğer insanlar güvenilmemesi gereken, tehlikeli yaratıklardır.
‘Televizyon insanı’ ciddi bir yanılsamayı yaşamaktadır. Onda,
gerçeklik ile fantastik dünya yer değiştirmiştir. ‘Televizyon insanı’
Yaşanmış ciddi olayları, gerçek olmayan fantastik bir film gibi algılanır137
ken; rasyonel dünyada fantezi, akıl sağlığını bozan en büyük hastalık
haline gelmiştir.
Özellikle genç kuşak arasında fazlaca görülen özdeşleşme; ölümsüzlük isteği, davranış ve giyim tarzlarının taklidi (ve bunun tüketimi
koşullaması); yani özdeşleşilen starla hayatını değiştirme arzusu gerçek hayatla asla çakışmayan bir yanılsamadır.
Televizyon insanının’ kültür düzeyi düşüktür.
‘Televizyon insanı’, soyut düşünme yeteneği gelişmemiş, yalnızca
görünenler üzerinde konuşan insandır. Televizyonda saniyelerle değişen görüntü bombardımanı altında olan televizyon insanı, görüntüyü
düşünebilme, sorgulama, değerlendirme, analiz etme yetisini kaybetmiştir. Televizyon insanının geçmişe ilişkin belleği ve geleceğe yönelik
öngörüsü zayıftır. Konular üzerinde derinlemesine düşünme yetisini
yitirmiştir. Sadece şimdiki zaman içerisinde anlık bellek ile yaşayan bir
insandır. Televizyon ayrıca okuma yazma kültürünü geliştirmez, tam
tersine mevcut olanı köreltir.
‘Televizyon insanının’ konuştuğu konuları, genellikle, kendi yaşam alanındaki mikro sorunlar oluşturmaktadır. Televizyon, politik
ekonomik kültürünü geliştirmez. Çünkü, dünya olayları onun için
dışsaldır. Olayları sorgulamaz. Hayatın geneline ve hayata hükmeden
güçlere ilişkin bütünsel bir bilgisi yoktur. Bu konuları, onun adına,
yöneticiler, reklamcılar, politikacılar, akademisyenler ve din adamları
düşünür, karar verir.
Televizyon yöneticileri için tüm insanlar, yürüyen, hareket eden,
yakalanması gereken banknotlardır. Çünkü izleyici sayısını parayla değiştirir. Programlar çoğunlukla kültür düzeyi düşük geniş bir kitleyi
hedef alır. En kolay da onlar avlanır. Uzmanlar bunun için özellikle
psikoloji ve sosyolojinin ve de diğer bilim alanlarının sonuçlarından
ustalıkla yararlanır. Bu uzmanlık karşısında hedef kitlenin televizyon ağından kaçış şansı nerdeyse hiç yoktur.
138
Televizyon, alışveriş çılgınlığının artmasına neden olmaktadır.
Televizyon kültüründe insan, hem bir ürün, hem de ürünü
tüketendir. İlerleme ve gelişme yanılsamasıyla tüketimi devamlılığını sağlar. Teknolojik gelişim, toplumun ilerlemesinin bir ölçütü
ve göstergesi olamaz.
Televizyon insanları kendisine uyuşturucu madde gibi bağımlı
kılar. Sonuçta tüm programlar tüketim amacına hizmet eder. Arada ortaya çıkan, birbirleriyle yarışan, birbirini ezen, ezdikçe beğeni
kazanan, insan tipleridir. Bu yarışı kazanmanın tek yolu, üretim ve
tüketimin sorgusuz içinde olmak, yaşadığımız dünyayı daha fazla
kirletmektir.
Televizyon kültüründe bireye empoze edilen değerler tüketimle ilgili değerlerdir. Tele-kültürde, hedef kitlenin niteliği önemli
değildir. Kim olursan ol, önemli olan iyi bir tüketici olmandır.
Televizyonda, özellikle güç ve haz peşinde koşan insana ‘ne
kadar sahipse o kadar güçlüsü ve hükmedici olabileceği’ mesajı verilir. Ancak gerçekte güç ve haz peşinde olan insan, asla bu gücü ve
mutluluğu yakalayamaz.
Televizyon bugün tüketici kitle üreten bir fabrika merkezi konumundadır.
139
Televizyondan nasıl korunabiliriz?
Televizyon göründüğü gibi, hiç de masum değildir. Televizyon getirdiği sonuçları itibariyle, toplumsal kültürde bir enkaz,
insanların kişiliğinde onarılması zor tahribatlar yaratmaktadır.
Televizyon izlemenin alternatiflerinden birisi de sağlıklı, metodik kitap okumaktır. Her şeyden önce, televizyon izliyorsak, ciddi
bir ruhsal ve zihinsel hasara maruz kalmamak için, iyi bir kültürel donanıma sahip olmak gerekir. Yoksa televizyon bizi sel suları
gibi önüne katarak alıp götürür. Televizyon, asıl gücünü insanların
cehaletinden ve bilgisizliğinden alır. Kitap okumak en azından,
insanlarda körelmiş olan düş gücü, soyut düşünme yeteneği, kavramsal düşünme sistematiğini ve insani duyarlılığı geliştirir.
Çağın insanı gözünü dünyaya açtığından beri televizyon izliyor.
Uyku dışında yaşadığı saatlerin neredeyse yarısını televizyon başında geçiriyor. Bunun içindir ki, televizyondan kopması, imkansız gibi
görünmektedir. kişisel olarak, televizyon izleme saatlerinin en aza
indirilmesi, kanserli bir hayattan kurtulmaya ve bir özgürlük alanı
açmayı mümkün kılar. Sorunun bilinçli bir şekilde tespiti ve çözüm
yollarının araştırılması, insanın kendisine ilişkin yolculuğunda bir kazanım olacaktır.
Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, bütünüyle Batı’yı temsil etmekte olan bu teknoloji robotunun (T.V.), dünya çapındaki satranç
oyununda maalesef bizler piyon rolünü oynuyoruz. Oyundaki Batılı şahlar ve vezirler kaleler inşa edip, harcanmak üzere biz zavallı
piyonları öne sürüyorlar.
140
Bize yaratılış gayemizi unutturan, kendimiz olmaya bırakmayan
ve kendi varlığımıza düşman yapan bu korkunç silahın esiri değil de
neyiz?
Üzerimizdeki kıyafetten, kursağımıza giren lokmaya ve kafamızdaki düşüncelere kadar Batılı efendilerimizin (!) tesiri
altındayız. Ayağımızda blue jeansımız, midemizde Mc donald’s mamulleri ve beynimizde de çeşit çeşit batıl izm’ler...
Yarı aydınları dini “İZM” ler!
“İzm” İngilizce’de -ism sonekidir. Türkçe’de -cilik, -culuk, -lıkçılık şeklinde bir kelimenin sonuna gelir. Sonu -ism ile bitmesine
rağmen Türkçe’de birçoğu aynıyla kullanılıp -izm sesiyle kullanılır.
Bu kelimeler bir doktrine, akıma, teoriye, politik yapılara, sanat ve
meslek akımlarına, devlet kavramlarına, din ve mezheplere ait olabilir. Kominizm, kapitalizm, realizm gibi… Eski Yunanca “ismos”tan
gelen ektir. Esas kökü itibariyle “doktrin” manasına gelmektedir.
Cemil Meriç’e göre; ‘anlama kabiliyetimize giydirilmiş deli
gömlekleridir’; bütün izm’ler!
Aslında insanların, insanlar tarafından yapılan ve yapılacak
olan ayrımcılığını kolaylaştıran basmakalıp felsefi terimlerdir. Bir
grubun ya da topluluğun diğerlerinden farkını belirtir.
Yirminci yüzyıl beşeri ideolojilerinin yaftasıdır. Yaftalamanın
kısa yolu, uzlaşma ve anlaşmanın önündeki settir. Yarı aydınların
dinidir “izm”. Aslında kullanımı sokağa nüfuz etmiş kaypaklık bildiren bir son ektir.
Bir kitleyi mi sömürmek istiyorsunuz? O kitlenin inanışının ya
da hayatı algılama biçiminin sonuna “izm” koyun, “ben sizin bunalımlarınıza son vermek için geldim”ler eşliğinde hangi “izm”den
yana olduğunuzu söyleyin ve karşı “izm”lere de mutlaka .ok atın.
Çatışma ortamlarının bakteriel unsurudur “izm” ler!
Ya da insanları etrafınıza toplayıp güç kazanmak ya da
gücünüze güç katmak mı istiyorsunuz; neden bir izm sahibi olmuyorsunuz?
141
Gelin biraz biz de dalgamızı geçelim! Herkesin bir izm i var ise
buyrun bir de benden bir izm! FEHMİNİZM! Tarafgirlerimin ismi
Fehministlerdir!
Ne demekti, Fehmi? Anlayışlı olan! Anlayış! Nedir anlayışın
dayanağı? Kendini karşıdakinin yerine koymak! Yani; empati!
Empati veya eşduyum, bir başkasının duyguları, içinde bulunduğu durum ya da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve
içselleştirmek demektir. Kendi duygularını başka nesnelere yansıtmak anlamında da kullanılır. Empatinin zıt anlamlısı antipatidir
Yani;
1- Bir insanın kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak,
olaylara onun bakış açısıyla bakmak.
2- Karşıdakinin duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlamak ve hissetmek.
3- O kişiyi anladığını ona ifade etmek. Empati kaynağını
nerden alır peki? Tabiki de İnsani Değerlerden! Peki Nedir İnsani değerler?!
İnsani değerler, bir başkasının insani varlığı için içimizde hissettiğimiz ve başkalarına göstermek istediğimiz kendi özümüz
üzerine bina edilmiş birbirinden farklı müspet his ve duygularımızdır. Beşeri varlığı esas özüne ulaştıran ve o varlıktan gerçek
anlamında bir insan meydana getiren duygu, düşünce ve davranışlardır. Bu değerlerle beşeri münasebetlerimizi geliştirebilir,
çalışmalarımızı verimli hale getirebilir ve insani hayatımızı idame
ettirebiliriz.
İnsanlığa kasteden şiddeti bunlarla önleyebilir, adâleti bunlarla
gerçekleştirebilir ve insani huzuru bunlarla temin edebiliriz. Sadece
insani değerlerle kendimizi bulabilir ve toplum halinde huzur ve güven içinde mutlu bir halde yaşabiliriz.
İnsani değerlerin kişilere yeniden öğretilmesi ve yaşatılması ile farklı din, dil, kültür ve cinslerle insanlar arası bağlar kurmak
mümkün olacaktır.
142
İnsan benliğinin, heva ve heveslerinin, bencilliğin aksine etik
değerlerin belirttiği, insanlara ve diğer bütün varlıklara saygı gösterilmesi ve haksızlık yapılmaması, onlara âdil davranılması demektir
ki, ahlaki değerlerin evrensel emirlerindendir. “İnsanlık”, insan yapan
değerleri içerir. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk ve dayanışma insana özgü ve bütün insanlar için ortak
sayılabilecek üstün değerlerdir. İnsan her şeye bu değerlerin penceresinden bakar. İnsanın tavır ve davranışlarında kendini gösteren bu
güzel ve doğru nitelikler herkes tarafından kabul görür. Medenileşmiş demokratik tüm toplumlarda bu tür üstün değerler onaylanır ve
erdem olarak kabul edilir. Örneğin bir insanın hayatını kurtarmak için
organ bağışında bulunmak erdemli bir davranış olur.
Adaletli davranma ve diğer insanlarla paylaşabilme, affetme
affedici olabilme, ahde vefa (sözünde durma), akrabalara iyilik, ahlak sınırlarını aşmama, anlaşmalara riayet, barışçı olma, cömertlik,
dargınları barıştırma, emanete riayet, fakirlere iyilik yapma, kırıcı
olmadan insanların rahatsız olmayacağı şekilde konuşmak, güzelce
tartışma, hilm sahibi olma, insanlara ve haklarına karşı saygılı olma,
iyilikte yarışma, kendisi için istediğini başkası içinde isteme, kötülüğü iyilikle savma, selamlaşma, tevazu sahibi olma, varlıkları
olduğu gibi görme ve varlığı değerli görme, Irkçı egoist olmama, gibi daha yüzlerce değeri sayabiliriz. Şefkatli olmak, alçakgönüllük,
hoşgörü ve anlayışlı olmak, başkalarını kendi çıkarı ve amacı için
kullanmamak, gerçek sevgiyi varedebilmek, açgözlülüğünü yenmiş
olmak, sabırlı ve cesur olmak, dürüstçe ve yüreklice yaşamak vb...
Bir insan, diğer insanların, onlara ait özellikleri, niyetleri ve istekleri, davranışları hakkında hüküm verirken, kendisine ait olan
değerler penceresinden bakar. Bu pencereden gördükleri, çerçeve içerisinde kalıyorsa onaylar aksi taktirde yadırgar ve reddeder.
Değer kelimesine toplumsal açıdan baktığımızda, çeşitli olaylar, olgular ve fikirler karşısında bireylerin tepki ve fikir birliği
olarak tanımlayabiliriz.
143
Anlaşılacağı üzere, kişi, çevresini sahip olduğu değerlere göre
yargılar. Aynı zamanda, kişi çevre tarafından, toplum değerlerine göre yargılanır. Bu karşılıklı yargılamaların, toplum bireyleri arasında
bir istikrara kavuşması noktasında, toplumsal bir kültür değerleri
bütününün oluştuğu görülür.
Fakat oluşan her kültür, sahip olunması gereken değerleri
ihtiva etmeyebilir. Psikolojik olarak sağlıksız insanlar mevcudiyeti
nasıl doğal ise, sosyolojik olarak hasta toplumlar bulunabilir.
İnsani değerler ile evrensal değerler karıştırılmamalıdır! Evrensal değerler ile de evrensel kültür!
Evrensel değerler kavramı da, bu düşünce ışığında ortaya çıkmıştır. Evrensel değer olarak nitelendirilen bir olgunun, uluslararası
bir nitelik kazanmış olduğu bütün insanlığı ilgilendirdiği insanın
doğasında mevcut olduğu varsayılır.
Günümüzde, evrensel değerler denilince genel olarak, insanın
doğuştan sahip olduğu hak ve özgürlükler, belli kriterlere bağlı olarak yaşamasını garanti altına almayı hedefleyen fikri, ahlaki ve
sosyal değer yargıları anlaşılmaktadır. Kültürleşme sürecinde tüm
dünya milletlerinin paylaşmaları gereken ortak kültür öğeleridir.
Evrensel değerler konusuna girmeden önce değer kelimesi üzerinde duralım:
“Değer” kelimesinin sözlük anlamı “Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet, bir
şeyin ya da şahsın taşıdığı yüksek ve yararlı nitelik ya da kıymet “ olarak verilmiştir.
Değer kelimesini, psikolojik açıdan ele aldığımızda, düşünce,
eylem işlem yada nesnenin insan için taşıdığı önemi belirleyen,
niteliğe ve niceliğe ilişkin inançlardır şeklinde tanımlayabiliriz.
Bir insan, diğer insanların, onlara ait özellikleri, niyetleri ve istekleri, davranışları hakkında hüküm verirken, kendisine ait olan
değerler penceresinden bakar. Bu pencereden gördükleri, çerçeve içerisinde kalıyorsa onaylar aksi taktirde yadırgar ve reddeder.
144
Kişisel ve toplumsal, yani kültürel değerlerin ne olduğunu netletleştirdikten sonra, “Evrensel Değerler” ifadesi ile neyin işaret
edildiğini anlamaya çalışalım.
Doğaya baktığımızda, onun her bir parçasının kusursuzluğunu ve sayılamayacak kadar çok parçanın, inanılmayacak kadar
mükemmel uyumunu görürüz. Bunu, keşfedilmiş en büyük astronomik sistemlerden, gözümüzle görebildiğimiz en küçük
parçasına kadar gözlemlemek mümkündür.
Bunun sonucunda ise, söyleyebiliriz ki; doğa belli doğrular,
gerçekler, kurallara göre işler ve bu kurallar, gerçekler ve doğrular
tüm evren için geçerli olacaktır.
İnsan oğlunun da, bu evrenin içerisinde, onun bir parçası olarak varlığını sürdüğünü, düşündüğümüzde, insanoğlu için de,
evrende değişmez doğrular, gerçekler ve kurallar olması gerektiği
sonucuna varırız.
Evrensel değerler kavramı da, bu düşünce ışığında ortaya çıkmıştır. Evrensel değer olarak nitelendirilen bir olgunun, uluslararası
bir nitelik kazanmış olduğu bütün insanlığı ilgilendirdiği insanın
doğasında mevcut olduğu varsayılır.
Günümüzde, evrensel değerler denilince genel olarak, insanın
doğuştan sahip olduğu hak ve özgürlükler, belli kriterlere bağlı olarak yaşamasını garanti altına almayı hedefleyen fikri, ahlaki ve
sosyal değer yargıları anlaşılmaktadır. Kültürleşme sürecinde tüm
dünya milletlerinin paylaşmaları gereken ortak kültür öğeleridir.
Uluslar arası düzeyde insan hakları, hayvan hakları, çocuk hakları, kadın hakları, işçi hakları, hasta hakları ve azınlık hakları olarak
algılanmakta ve uygulama alanı bulmaktadır.
Evrensel değerleri, doğanın içinde kendiğilinden var olan değerler olarak tanımlamıştık. Öte yandan, doğa kanunları ile uyumlu
olan canlıların güçlendiği, uyumu yakalayamayanların zayıfladığı
ve zayıf olanların yine tabiat tarafından elendiği, kanıtlanmış bir
gerçektir. Bu gerçek “Doğal Seleksiyon” olarak adlandırılmaktadır.
145
Kültürün de toplumsal ve canlı bir olgu olduğunu göz
önüne alarak, sahip olduğu değerlerin evrensel değerlerle taban
tabana zıt olduğu bir kültür düşündüğümüzde bu kültürün dolayısıyla toplumun doğal seleksiyona tabi tutularak, doğa tarafından
yok edileceği sonucuna varmak yanlış olmaz.
Tarihte yaşamış üç yüz kadar uygarlığı incelediğimizde bu uygarlıklar içerisinde kültürleri evrensel değerlerden yoksun olanların
zaman içinde yok olduğu sonucunu görürüz. Kültürel değerler ve
evresel değerler arasındaki ilişkinin ne kadar önemli olduğu görülmektedir.
Bütün bunların ışığında, tarih öncesi çağlardan beri varlığını
sürdürmekte olan Türk Milletinin, sahip olduğu kültürel değerlerin evrensel değerler ile büyük oranda örtüştüğü, değişimini ve
gelişimini evrensel değerler doğrultusunda devam ettirdiği sonucuna varabiliriz. Binlerce yıllık sağlam kültürel kökümüze rağmen
Türk Milletinin kültürü de çağımızdaki baş döndürücü bilimsel ve
teknolojik gelişmelerle, tüm dünyanın yaşadığı değişim atağı içerisinde payına düşen değişimi yaşamaktadır. Bu hızlı değişimin,
tarihimizde yaşanmış olan üstün değerleri kayba uğratmadan, bir gelişim şeklinde yaşatmak ise, değişim istikametinin evrensel değerler
doğrultusunda gerçekleşmesiyle mümkün olacaktır.
Halkımızın düşük eğitim seviyesi göz önüne alındığında evrensel değerler ile emperyal değerlerin arasında bir metamorforda
olduğunuda unutmayalım.
Her birimiz düşünerek ya da hislerimize başvurarak pek çok
değerin evrensel olduğuna hükmedebiliriz. Bu değerlerin insan ve
toplum için zararlı olduğu ispatlanmadıkça, bunun yanlışlığı da iddia edilemez.
Günümüzde en çok kullanılan kültürel kavramlardan biri de
evrensel kültürdür. Buna bazen küresel kültür denmektedir.
Küreselleşme toplumların yönetimi ve yönetim politikaları,
ideolojisi ve kültürleri üzerinde uluslararası sermayenin ekono146
mik politikası, kültürü ve ideolojisinin egemenliğini kurması ve
geliştirmesini anlatır. Küreselleşme yeni-sömürgeciliğe geçişi büyük ölçüde tamamlamayan emperyalizmin kendi için koyduğu
yeni isimdir. Küreselleşmede esnek üretim, yerellik, bürokrasinin
küçültülmesi, yapısal uyarlamalar, özelleştirme, deregülasyon, gümrüklerin kaldırılması, uluslararası şirketlere garantiler, teşvikler ve
teşviki kolaylaştıran yasalar gibi küresel sermayenin ve ortaklarının
işini kolaylaştıran, karını artıran ve ona güvenli pazar ortamı yaratan
kurumsallaşma ve ilişkinin doğasını biçimlendirme vardır. Bilinç
yönetimiyle ilgili meşrulaştırıcı gerekçe ise bu şirketlerin gittikleri
yerlerde iş alanı açtığı, istihdamı artırdığı, standartları yükselttiği,
demokratikleşmeyi getirdiği gibi iddialardır. Dolayısıyla, ekonomik
küreselleşmenin başarısı bilinçsel, bilişsel, davranışsal ve kültürel
küreselleşmenin yaygınlık kazanmasına bağlıdır. Bu ikinci türle küreselleşme desteklenerek tamamlanır.
Emperyalizm küreselleşme olarak satılmaya başlandığından beri küresel pazarın kültürü, yani kültürel emperyalizm de
evrensel kültür olarak dönüşüme uğratıldı. Küresel kültür çıktığı yerin çok ötesinde işler. Menşeiyle hiç bir gerçek bağ tutmaz;
bağlamsızdır, başka yerlerden (ve hiç bir yerden) gelen ayrı elemanlara sahiptir. Ortak bir geçmişle bir bağ kurmaz ve tutmaz; ulusal
kültürden farklı olarak “hafızasızdır” veya çok kısa bir hafızaya sahiptir. Aslında küresel kültür teknolojiyle üretilmiş, bilinç yönetimi
yapıları içinde hesaplanmış bir kültürdür. Görünüşte bir yere, dine, inanca, dünya görüşüne bağlı değildir, kopmuştur ve yansızdır.
Varlığı önce teknolojik kitle üretimine ve uluslararası dağıtıma bağlıdır; sonra da tüketen kitlelere. Sürekliliği uluslararası pazar yapısı
ve iletişim sistemlerine bağlıdır.
İnsanın toplumsal yaşamında hiç bir şey her insanı kapsayan
evrenselliğe sahip olamaz. Doğum, ölüm, üretim, yemek, içmek,
barınmak ve iletişim gibi evrensel gerçekler vardır, fakat evrensel
gerçekler somut insanın somut yaşam koşullarında evrenselliğini
yitirir. Kadınların doğurduğu evrensel bir gerçektir, çünkü dün147
yanın her yerinde kadınlar doğurur. Fakat dünyanın her yerinde
kadınlar aynı şekilde doğurmaz, aynı şekilde çocuk yetiştirmez.
Dolayısıyla evrensel gerçek ile kültürü karıştırmamak gerekir. Evrensel gerçek somut sosyal üretimin kültürel pratiğinde evrensel
karakterini yitirir.
Niceliksel çoklukla evrenselliği de karıştırmamak gerekir.
Evrensel olanı belirleyen nicel çokluk değil, nitel karakterdir. İnsanların susadığı ve su içtiği evrensel bir gerçektir. Suyun ne tür olduğu,
nasıl içildiği ve suyun içilmesinden ne tür doyumlar elde edildiği kültüreldir. Herkesin Coca Cola içmesi, Coca Cola kültürünün
evrenselliğini anlatmaz; bir tüketim kültürünün diğer kültürler üzerindeki egemenliğini anlatır. Herkesin Coca Cola içmesi evrensellik
için yeterli bir koşul değildir, o kültürel pratiğin her yerde yeniden
üretilmesi ve anlamlandırılmasında ortaklık olmalıdır: Her yerde herkes Coca Colayı aynı nedenlerle, aynı doyumlarla ve aynı
atıflarla içmezler. Mal tüketiminin nicel yaygınlığının nedenleri,
sağladığı psikolojik doyumlar ve giderdiği gereksinimler aynı değildir. Dolayısıyla, tüketim her yerde olsa bile, evrensel kültürden
bahsedilemez. Dönerin her yerde yenmesi döner kültürünü evrensel
bir kültür yapmaz. Marlboro içen biri Amerikanın bir parçasına sahip olamaz. Aslında evrensel kültür imkansız bir düştür!
Global köyün insanları, özellikle Batılıların dışındakiler,
1980’den beri elektronik medyanın haber, hayal ve imaj dünyasının
içine kitleler halinde atılmışlardır, fakat küreselcilerin iddiasının aksine, globalleşme ve dönüşüm siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel
farklılıklar ötesine geçerek insanları egemen bir dünya cemiyetinin
üyesi yapmamıştır. Üyelik ile kölelik ve sömürü karıştırılmamalıdır.
Zincire vurulanın zincirine üyeliği, zincirine vurgunluğunu (sahte bilinci) anlatır ve bu üyelik zincire vurulmanın (örneğin ücret
köleliğinin) ortadan kalktığını (veya emperyalizmin olmadığını)
anlatmaz Evrensellik ve küresellik; baskınlığı, boyun sunmayı, boyun sundurmayı ve mücadeleyi içinde taşıyan bir öznelliği anlatır.
148
Evrensel kültür: Farklı ırkları, farklı dilleri içine alan kültürdür.
Bütün kültürleri içeren bir kültür çeşididir.Tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan her türlü değerlerle bunları kullanmada
sonraki kuşaklara iletmede kullanılan insanın doğal ve toplumsal
çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların tümüdür.
Günümüzde en çok kullanılan kültürel kavramlardan biri de
evrensel kültürdür Buna bazen küresel kültür denmektedir
Küreselleşme toplumların yönetimi ve yönetim politikaları,
ideolojisi ve kültürleri üzerinde uluslararası sermayenin ekonomik politikası, kültürü ve ideolojisinin egemenliğini kurması ve
geliştirmesini anlatır. Küreselleşme yeni-sömürgeciliğe geçişi büyük ölçüde tamamlamayan emperyalizmin kendi için koyduğu
yeni isimdir. Küreselleşmede esnek üretim, yerellik, bürokrasinin
küçültülmesi, yapısal uyarlamalar, özelleştirme, deregülasyon, gümrüklerin kaldırılması, uluslararası şirketlere garantiler, teşvikler ve
teşviki kolaylaştıran yasalar gibi küresel sermayenin ve ortaklarının
işini kolaylaştıran, karını artıran ve ona güvenli pazar ortamı yaratan
kurumsallaşma ve ilişkinin doğasını biçimlendirme vardır Bilinç
yönetimiyle ilgili meşrulaştırıcı gerekçe ise bu şirketlerin gittikleri
yerlerde iş alanı açtığı, istihdamı artırdığı, standartları yükselttiği,
demokratikleşmeyi getirdiği gibi iddialardır Dolayısıyla, ekonomik
küreselleşmenin başarısı bilinçsel, bilişsel, davranışsal ve kültürel
küreselleşmenin yaygınlık kazanmasına bağlıdır Bu ikinci türle küreselleşme desteklenerek tamamlanır
Ulusal kültür: Ulusal (milli) kültür, bir millete kimlik kazandıran, diğer milletlerle arasındaki farkı belirlemeye yarayan, tarih
boyunca meydana getirilen o millete ait maddî ve manevî değerlerin uyumlu bir bütünüdür. Bir toplumu millet yapan ve onun
bütünlüğünü sağlayan ulusal (milli)kültürdür. Bir millete özgü bilgi, inanç ve davranışlar bütünü ile bu bütünün parçası olan maddi
nesneler.Bir milletteki toplumsal yaşamın dil, düşünce, gelenek, işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler, sanat yapıtları
gibi her türlü maddi ve tinsel ürününü kapsamına alır.
149
Milletlerin, tarih boyunca geçirdikleri pek çok sarsıntılı anlardan
bile hiç elden bırakmadıkları bir takım değerleri vardır. Bu değerler, fert fert olduğu kadar toplumun bütün katlarında da aynı şevk
ve heyecan kaynağı olur. Çünkü bu değerler o milleti meydana getiren bütün kişilerin ve zümrelerin ortak var oluş kaynakları, var oluş
sebepleridir. Devletler, başka devlet ve milletlerle olan münasebetlerine hep bu millî değerleri açısından bakmak zorundadırlar. Yeni
ortaya çıkan durumları da milletler ve millî değerler çerçevesinde
değerlendirip yollarını ona göre çizmek durumundadırlar. Bu millî
değerlerin bir kısmı ortaktır. Yani diğer milletler ve devletler de aynı
değerlere sahip olmak arzusu besleyebilirler. O değerlerin yanında bir takım millîlik vasfı taşıyan pek çok özel değerler vardır. Türk
milleti olarak bizim millî değerlerimiz, vatan sevgisi, bayrak, millî
marş, istiklal, dinî inançlarımız, gelenek ve göreneklerimiz, yakın
tarihimizde geçirmiş olduğumuz mücadeleler, devlet ve millet büyüklerimiz, tarihî kişiliklerimiz vb. sayılabilir.
150
Hakikaten ne oldu bize... Yoksa biz mankutlaştık mı?
Herhalde dünya tarihi hiçbir çağda bu kadar mankuta (köleye) sahip olmamıştır. Çünkü kitlelerin duygu ve düşünceleri hiçbir
zaman bu kadar telkin ve propagandanın açık imkanlarıyla zincire
vurulmamıştı.
Bu çağdaş köleliğin boyutları kadim kölelikten çok daha büyük... İşin en vahim yönü de; zincirlerini kolye, kafeslerini saray
zanneden günümüzün çağdaş köleleri eskiler kadar şanslı da değil.
Çünkü şimdikileri köle olduklarına inandırmak hayli zor.
Ekranda ard arda geçiveren anlık imaj ve görüntüler uzun vadede
yavaş yavaş tesirini gösterdiği için seyredilen haber, filim ve dizilerdeki hayat tarzlarının, kültürlerin, ekonomik ve siyasi mesajların
tuzağına düşen insanımız tehlikenin büyüklüğünün farkında değil.
Belki çoğumuz kalbimizin nokta nokta siyahlandığını hissediyoruz. Ama sisteme öyle narkozlanmışız ki. Bu fasit dairenin
dışına bir türlü çıkamıyoruz.
Yine çoğumuz pişmanlıklar kuşağı içinde bocalamakta ve vicdanındaki sessiz çığlıkları suçluluk psikolojisi içinde bastırmakta.
İşte size kazanma kuşağından kaybetme noktasına gelmiş binlerce ebeveynin feryadından sadece biri:
“Ben tam 25 sene ailemle Almanya’da yaşadım. Çocuklarımı onların çarpık kültüründen korumak için de ülkeme döndüm. Fakat
burada beş sene içinde televizyon sayesinde oralarda dahi gö151
remediğimiz bir yabancı kültür bombardımanına tutulduk. Şimdi
çocuklarımın durumunu endişe ile seyrediyorum. Hergün bizden
biraz daha uzaklaşıyorlar. Kısacası yağmurdan kaçarken doluya tutulduk. Yetkililer buna çare bulsunlar. “
Bir mütefekkirimizin: “İnsanlar ne kadar garip! Yabancı girmesin diye evlerinin kapılarını kilitliyorlar, sonra da televizyonlarını
açıyorlar” ifadesiyle anlattığı modern çağ insanının bu yeni aile reisi olan televizyonu değişik bir perspektiften ele alacağız.
Terörist televizyon
Ünlü antropolog ve İletişim Bilimci Arthur Asa Berger, televizyonu bir “terör aygıtı “ olarak nitelendirmekte sanırım haksız
sayılmaz.
Beyaz camın icadıyla birlikte hızla değişikliğe uğrayan dünyamızda, siyasî terör yerini ruhî ve diğer terör tiplerine ittiği bir
gerçek.
Ülkeler, hava alanlarında uçak kaçırmaya teşebbüs edecek teröristlere karşı çok sıkı tedbir almalarına mukabil, kültür teröristleri
dünyanın dörtbir yanında ceza korkusu duymadan, manevî değerleri çökerten silahlarını rahatça kullanabiliyorlar. Bu teröristlerin
başında da Batı ve özellikle A.B.D. gelmektedir. Yıkımları o kadar
korkunç ki, kendisi de aynı millete mensup olmasına rağmen yazar John Holford bile yapılanları itiraftan kendini alamıyor:
“Amerika ve İngiltere başlarına ne gelirse hak etmiş olacaklardır.
Zira bütün dünya onların ekranlarından, artistlerin cinayet, zina, ‘..
ırza geçme hadiselerini sergilemelerini seyrediyor; şarkıcıları ise müstehcen şarkıları haykırarak insanlarının milli günahlarını artırıyorlar. “
Bütün dünyayı tesiri altına alan Amerikan gösteri sanatları (eğlence endüstrisi), ürettiği; şiddet müstehcenlik ve cinsi sapıklık
dolu filmlerini, birçoğu kendi ülkesinde yayın yasağına konu olmasına karşın üçüncü dünya ülkelerine pazarlanmakta oldukça mahir
davranmaktadır.
152
Hatta bu ustalığını Avrupa ülkelerine karşı da göstermekte ve AB
sözcülerinden Jacques Delors bir konuşmasında şöyle yakınmaktadır.
“Avrupa Topluluğu televizyonlarında yayınlanan kurgu programlarının
% 70’i topluluğa üye olmayan ülkelerden gelmektedir. Bunların yarısı
da Amerikan üretimidir.”
Delors yakınmakta haklıdır. Çünkü haftalık Le point dergisinin bir araştırmasına göre: Fransa’nın altı televizyon kanalından
bir hafta içinde 670 cinayet. 848 kavga, 15 ırza geçme. 419 silahlı
saldın, 14 adam kaçırma. 11 soygun, 8 intihar, 32 rehin alma, 27 işkence, 18 uyuşturucu kullanma, 13
boğmaya teşebbüs. 11 savaş, 20 seks sahnesi gösteriliyor.”
Sadece Fransa’da değil diğer Avrupa ülkelerinde de durum
bundan farklı değildir.
Düşünen bazı Batılı kafalar da bundan oldukça şikayetçi.
Gençleri saldırgan, cinsi sapık ve cani haline getiren filimlerin yasaklanmasını istiyorlar. Çünkü bu sahneleri seyreden gençlerin
kafalarına güçlü olan üstündür felsefesi işlendiği için kuvvetperestlik, hakperestliğe tercih edilmekte ve sonuçta gençler gayri meşru
yollarla güçlü olmanın yollarını aramaktalar. Sonuçta da, ya çete ve
mafyalara adam yetişmekte veya hapishaneleri suçlular almamakta.
Ahlak bozucu filmlerin sonucu da, sefih hayatın iştah kabartan
görüntüleri tasvir edilerek şehvet kamçılanmakta ve akıldan çok
hislerine hitap edilen gençlerin kendilerine hakim olmaları mümkün olmamakta. Bunun akıbeti de ar ve namus duyguları kurumuş,
hissiz ve vicdansız canavarlaşmış yığınlar…
Wisconsın ve Manitoba Üniversiteleri’nde yapılan iki araştırma yukarıdaki tespitlerimizi pekiştirici mahiyettedir; “Filme
alınmış cinsî şiddeti izleyenlerin, bihassa kadınlara karşı, daha
fazla saldırgan davranışlara kışkırtıldıklarını ortaya koydu. Manituba Ünv. araştırmasınca da; bu artmış saldırganlığın en az bir hafta
devam ettiğini göstermektedir.”
153
Bütün bu objektif sonuçlara rağmen kapitalizmin acımasız çarkları içinde pazar kapma savaşı veren televizyon şirketleri “şiddet iyi
televizyon üretir” felsefelerini menfaatleri gereği bırakmamaktalar.
Onlara göre başarılı bir yayın; azamî heyecan, yoğun duygu ve eğlence ihtiva eden bir yayın olmalıdır.
Uzun yıllar BBC’de vazife yapmış Martin Esslin’ın şiddet konusundaki tesbitleri oldukça düşündürücü: “... Ne var ki heyecan
konusunda azalan verim kanunu işlenmektedir. Seyirciler şiddete
alıştıkça, şiddet tesir uyandırabilmesi için daha şiddetli olması gerekir. Bu ana yayın kuşağındaki dramatik diziler için olduğu kadar,
haberler için de geçerlidir. Ve haber programlarının editörleri şiddet hangi haber programında olursa olsun seyirci kazanabilmek
için merkezi bir yere koymaktadırlar. Terörizm, bombalamalar. suikastler, adam kaçırmalar ve rehin almalardaki artışın televizyonun
mahiyetiyle ve onun dünyadaki birinci bilgi kaynağı durumuna
yükselmesiyle yakından ve organik bağlantısı olduğu çok açık. Çağdaş suçluların T.V. ‘ye çıkma talebine alışır olduk.”
T.V.’deki cinselliğin ve şiddetin çoğalması uzun dönemde zararlı
bir tesir gösterecektir, ama sadece T. V. izleyicileri tarafından şiddete
daha fazla dayalı eylemlerin teşvik edilmesinde değil, aynı zamanda
bu malzemelere (görüntülere) maruz kalanların duyarlılıklarının adım adım köreltilmesinde tesirli olacaktır.
Çağın nimeti ya da vebası internet
Öyle bir dönemde yaşıyor, öyle teknolojik gelişimlere şahit oluyoruz ki, adeta baş döndürmekte. Gaz lambalarının kullanımını
da gördük, teknolojinin – özellikle bilgisayar ve internet alanındaki – gelinen son noktasını da gördük. Bilmiyorum bu denli hızlı
teknolojik gelişmelere şahit olacak başka bir kuşak gelir mi?
“Bilgi otobanı” olarak da adlandırılan internet, bilgi çağının en anlamlı teknik ve toplumsal kazanımlarından biridir. Tüm
dünyada milyonlarca ana bilgisayarı birbirine bağlayarak olağanüs154
tü büyük bir ağ oluşturmaktadır. Yaklaşık 160 ülke bu ağa bağlanmış
durumdadır.
Bir iletişim ağı olan internet aracılığı ile dünyanın herhangi
bir yerindeki bir bilgisayarla bağlantı kurarak karşılıklı bilgi alışverişi sağlamak mümkündür. Yine internet aracılığı ile dünyanın
herhangi bir yerindeki bir kütüphaneden yararlanmak, ya da bilimsel bir toplantıya katılmak da mümkündür. Yerinden alışveriş,
yerinden bankacılık, hatta işe gitmeden evden çalışma vb gibi
kullanımlar insanın sosyal yaşamını etkileyebilecek unsurlardır.
Artık evlerimizdeki her eşya da internetle etkileşimli olacak.
Yani internetin kullanım alanları her geçen gün genişleyecek.
Belki de gelecekte hava ve su insanlık için neyse internet de öyle
olacaktır.
Ancak teknolojik gelişmeler insana her zaman arzu ettiği
huzuru vermeyebilir. Vaktiyle bir köye çok geç de olsa elektrik
bağlanır. Bütün köylü bunun sevinciyle köy meydanında toplanarak ellerindeki tüm gaz lambalarını kırarlar. Ancak köyde elektrik
kesintisi başlar. Tüm gaz lambalarını da kırmış olan köylünün durumu daha da kötüdür artık.
İnternet’in sundukları çok geniştir ve bu kadar bilgi arasında, bilinçsiz bir kullanımla, insan yolunu çok kolay kaybedebilir.
İnternet’in, şu an için, çok fazla güvenli olduğu söylenemez. Nadiren de olsa, kişisel iletiler (e-posta, e-mail) kötü amaçlı kişiler
tarafından yasal olmayan yollarla ele geçirilebilir. Özellikle – çok
güvenli olduğu söylense de
– internet bankacılığı sebebiyle insanlar büyük maddî zarara
da uğrayabilmektedir. Yine uluslar arası dolandırıcılar, internet kullanıcılarının telefon hatlarını çeşitli numaralara yönlendirerek büyük
vurgunlar yapmakta.
Ayrıca henüz yeterince bilinçlenmemiş çocuk ve gençlerimizin
adeta internetin kucağına itilmesi, belki de doğabilecek zararların
en büyüğü olacaktır. Çünkü internet, yararlarının yanı sıra pek
155
çok tuzaklarla da doludur. Bu tuzaklar maddî zararlara sevk eden
tuzaklar olabileceği gibi, manevî zararlara sevk eden tuzaklar da
olabilmektedir. Tamamen ahlaksızlığı çağrıştıran kimi reklâm sayfalarının peşine düşen insan kendisini büyük bir rezilliğin içerisinde
bulabilir.
Bilgisayar ortamındaki sohbet ise, gerçekte tam bir kör dövüşüdür. Konuşan ve dinleyenin yerini, yazan ve okuyan aldığında,
aradaki ilişki yalnızca ekranda beliren standart harf dizileriyle
gerçekleşir. Chat, geleneksel sohbetin temel şartı olan tanışıklığı da ortadan kaldırmaktadır. Birbirlerini hiç tanımayan ve hatta
tanımayacak olan insanlar bile, bir tanışıklık yanılgısı içinde bu sanal sohbeti gerçekleştirebilir. Uzaklık kavramı internet kullanıcıları
için hiçbir anlam ifade etmez; ancak söz konusu olan chat yapmaksa, bu kez insanlar çevrelerindeki sayısız ihtimali görmezden
gelerek, önlerine pek çok elektronik donanım ve kilometrelerce aralar koyarlar. Bu durum gerçekten de çok trajik bir çelişkiyi gözler
önüne sermektedir.
İnternet, kişiler arasındaki mesafe, yaş, cinsiyet, ırk, kültür vb
gibi gerçek dünyada önemli olabilecek pek çok özelliği de ortadan
kaldırmaktadır.
Bilinen adıyla chat’leşmek, aslında “yabancı olmanın” en belirgin ve belirleyici seviyesidir. Reklâmların etkisiyle internet
sözcüğünü duyan kimse doğal olarak internetin bir tür eğlence aracı olduğunu düşünecektir. Kimi çevrelere göre internet bir
eğlenme ve özgürleşme aracıdır. Aslında eğlence ve özgürleşme,
modernliğin bir telkini olmakla birlikte, bu kavramlar çerçevesindeki yaşam alışkanlığının sürekli özendirilmesi de ideolojik
bir söylemdir. İnternet kullanıcısı eğer eğlendikçe özgürleştiğini düşünecekse, gerçekte internetin sınırsızlığını hiçbir zaman
kavrayamayacak demektir, çünkü eğlence, internetin en popüler
yanıdır ve kullanım amacına yönelik olarak ne kadar büyük bir
oran teşkil etse de, gerçekte internetin imkânları göz önünde bu156
lundurulduğunda, bu imkânların çok küçük bir kısmına karşılık
geldiği tartışılmazdır. Buna bağlı olarak öncelikli sorumluluklarımız- dan artakalan boş zamanlar, günümüzde büyük oranda medya
tarafından işgal edilmişken, medyanın interneti tanıtma ve pazarlamalarında benimsedikleri yöntemle kendi işgal alanlarına interneti
de ortak etmeleri dikkat çekicidir.
Çevremizle olan ilişkimizi düzenleyen, belirleyen ve bu anlamda da sınırlayan, günümüz için vazgeçilmez bir önemi olan,
sahip olduğu boyutlarıyla şimdiye kadar hiç şahit olmadığımız
bir dünyanın kapılarını açan ve bir ‘vazgeçilmez’ olarak hayatımıza giren yeni bir aygıt olan internetin sunduğu imkânlardan
yararlanmak hakkına sahip olan çağımız insanı, millî ve manevî
değerlerimizden asla taviz vermeden onunla yaşamasını da öğrenmesi gerekmektedir.
Şu hususu asla akıldan çıkarmayalım ki; “Bir bıçak cerrahın elinde olursa can kurtarır, caninin elinde olursa da can alır.” Bilgisayar
kullanımı okul öncesi çağlara kadar inmiştir ve çocuklar tıpkı yetişkinler gibi internetin her türlü olanaklarından yararlanmaktadırlar.
Çocuklar, adeta bilgisayar oyunlarının içine hapsolmakta, sanal
dünyanın içinden çıkamaz halde saatlerce ekran karşısında durmaktadırlar.
Bilgisayar kullanımının dozunu tutturamayan kullanıcılar
Bilgisayar kullanıcıları, tüm gün ve gece bilgisayar başından
kalkmadan oyundaki karakterini yöneten, hayattan kopuk kişiler haline geliyor. Çocuklar odadan çıkmaya, hatta su, tuvalet gibi
ihtiyaçlarını bile karşılamaya gerek duymuyor. Yarattığı sanal dünya
içinde kendine yer edinmeye çalışıyor. Yüz yüze iletişim yerine sanal dünyayı tercih ediyor. Çekingen ve sosyal ortamdan uzak duran
bu çocuklar, sosyal anksiyete rahatsızlığına sahip olmakta, internet
ve online oyunları bağımlılık halinde kullanmaktadır.
157
Ortaya Çıkabilecek Başlıca Problemler
Hiperaktivite davranışlar: Saatlerce bilgisayar başında hareketsiz kalan çocuklar enerjilerini boşaltamamaktadırlar. Enerjilerini
boşaltamamaları ve oyunlardaki bir takım öğeler çocukların daha çok
saldırgan ve hırçın olmasına sebep olmaktadır.
Şiddeti Normal Görme: Oyunlardaki şiddet, çocuğun gerçek
yaşamda da bunu normal görmesine sebep olmaktadır. Son zamanlarda çocuk suçlu sayısının artmasında bu oyunların etkisi dikkate
alınmalıdır.
Epilepsi Nöbetleri: Ekranda yayılan radyasyon, epilepsi (sara) nöbetlerine sebep olabilir. Bilgisayarın bu zararı çok da dikkate
alınmamaktadır.
Oyunların yararları derken zararlarını da ıskalamayalım Dünya
çapında bir çok fakültede bu konuda araştırmalar
yapılmış ve sonuç olarak aşırıya kaçılmadığı takdirde bilgisayar
oyunlarının özellikle zeka konusunda çok yararlı olduğu keşfedilmiştir.
Bilgisayar oyunlarının, çocuğun sembolik kodları çözme yeteneğini ve analitik düşünmesini geliştirdiğini ortaya koymuştur
Bilgisayar oyunları oynayan çocukların teoriyi pratiğe dönüştürmekte çok daha başarılı olduklarını bazı sorunlarda da diğer
yaşıtlarından daha zeki oldukları saptanmıştır.
Sosyal etkinliklerde ise oyunların bir sohbet konusu olduğunu ve arkadaş bulmakta bir araç olarak kullanıldığı, bu sayede
158
sosyal bir çevre edinildiği, zira oyunların bazı sosyal çevrelere
adapte olmakta kişiye zorluklar çıkardığı ve kimi kişiliklerde içedönüklük yarattığı saptanmıştır.
Kültürel özelliklerine gelince, bilgisayar oyunlarının büyük
bir çoğunluğunun İngilizce olması kuşkusuz kişinin bu dile merakını arttırır, pratiği ve telaffuzu geliştirir.
Ancak tüm bu olumlu kazanımlar aşırıya kaçılmadığı takdirde
geçerlidir.
Aileler işi ciddiye almalı
Bazı oyunların içerdikleri şiddet ve cinsellik nedeniyle ailelerin bu konunun üstünde çok daha fazla durmaları gerekiyor.
Oyunların üzerinde alıcıları uyaran yazılar bulunuyor ancak ailelerin bunları çok fazla önemsemiyor.
Satıcılar, satılması yasak ürünleri satıyor. Satıcılar da, çocukların almaları yasaklanmış oyunları satmak konusunda özensiz
davranıyor.
Ne yapmalı?
En önemli çözüm, “ilgi”dir. Yeterince ilgilenilmeyen çocuklar
daha çok bilgisayar başındadır…
Anne babalar, “aile birliği”ne önem vermelidir. Eşler, çocuklarına ve birbirine zaman ayırmalıdır. Eğer aile üyeleri saatlerce
televizyona, dizilere dalmakta veya tüm zamanını gece ziyaretlerine
ayırıyorsa çok büyük bir sorun var demektir. Televizyonun başından
ayrılmayan ebeveynler, çocuklarına ders çalışma alışkanlığı kazandıramazlar. Ne kadar çalışılması gerektiğini anlatırlarsa anlatsınlar,
anlattıkları adeta masal gibi gelecektir çocuklar için. Önce anne baba televizyon ve bilgisayarın başından ayrılmalı ve örnek olmalıdır.
159
Anne babalar emir-komut vermemeli; çocuklarını dinlemeli,
onlara sevgisini söz ve davranışla göstermeli, kaygılarını, korkularını,
sorunlarını dinlemeli, birlikte çözüm bulmalıdır. Ailelerin belli bir
ölçüde bu tip oyunlara kısıtlama getirmesi, çocukların sosyal aktivitelere motive edilmesi bilgisayardan uzaklaşmanın en önemli yoludur.
Çocukların grup olarak yapacakları spor oyunları çözüm olabilir. Böylece hem çocuk sosyalleşecek ve yeni arkadaşlar edinecek
hem de zamanını bilgisayar ve televizyona ayırmayacaktır.
Sorun aslında tahmin edilenden daha büyük. “İnternet bağımlılığı” adıyla yeni bir hastalık literatüre girmiştir. Sırf bu
bağımlılıktan boşanan eşler, parçalanan aileler var.
Lütfen çok geç olmadan çocuklarınıza gerekli ilgiyi gösterin.
Bu konuda okul rehberliklerinden ve psikolojik danışma merkezlerinden yardım alın.
Akıllara hemen şu soru gelmektedir: nedir bu “İnternet Bağımlılığı”? İşte bu soruya cevap verebilmek ve bu rahatsızlığı daha
iyi anlayabilmek için ilk önce bu bağımlılık çeşidinin belirtilerinin
açıklanması gerekmektedir. Daha sonra bu konu ile ilgili yapılmış
olan önemli araştırmaların sonuçlarına bakılacak ve kimlerin bu
tip bir bağımlılığa mehilli olduğu veya bir başka deyişle risk grubunu oluşturan kişiler açıklanacak ve son olarak ise internette yoğun
olarak kullanılan chat (sohbet) odaları inceleme altına alınacaktır.
“İnternet Bağımlılığı”nın nasıl bir rahatsızlık olduğunun net
bir şekilde anlaşılması açısından bu rahatsızlığın belirtilerinin açıklanması gerekmektedir. Eğer bir birey 12 ay boyunca aşağıdaki
belirtilerin 4 veya daha fazlasını gösteriyor ise bu kişide İnternet Bağımlılığı olduğu düşünülmektedir.
İnternete bağlı değilken bile internet hakkında olan düşünceler
*Tatmine ulaşılması için giderek artan bir şekilde İnternet kullanımı,
*İnternet kullanımını kontrol edememe,
160
*İnternet kullanımını kesmeye veya harcadığı zamanı düşürmeye çalıştığında kişinin huzursuz hissetmesi ve daha çabuk
sinirlenmesi,
*İnternet kullanımını gerçek hayat problemlerinden bir kaçış gibi görmesi,
*İnternette daha fazla zaman geçirmek için ailesine ve arkadaşlarına yalan söylemesi,
*İnternet kullanımı yüzünden eğitim, iş veya kariyer fırsatını
riske atması,
*İnternet erişimi için harcanan olağandışı ücretlere rağmen
kullanıma devam edilmesi,
*İnternete bağlı olmadığı zamanlarda kişinin sosyal yaşamdan geri çekilmesi veya içine kapanması,
*İnterneti ilk kullanmaya başladığı zaman ile karşılaştırıldığında şu anki kullanım süresinin uzaması,
Eğer birey yukarıda açıklanmış olan belirtileri 12 aydan kısa bir süre için gösteriyorsa bu kişi internete bağımlı değil diye
adlandırılmaktadır. Ayrıca yukarıdaki belirtileri gösteren bireylerin
eğitim, meslek, sosyal ve finansal alanlarda güçlük çektiği açıkça
görülmektedir.
Modern hayatın olmazsa olmazları” listesinin başında bilgisayar geliyor. Bilgisayarlar pek çok alanda işleri kolaylaştırmanın
yanısıra oyunlarla eğlence aracı olarak da kullanılıyor. Ancak uzmanlar, bilgisayar oyunlarının, çocukları daha saldırgan, daha saygısız ve
hantal hale getirdiği konusunda aileleri uyarıyor.
Oyunlar, çocukları saldırgan, hantal ve saygısız hale getiriyor
Başta ABD olmak üzere aileler, bilgisayar oyunlarındaki şiddet
konusunda ne kadar endişelenseler de, meselenin ciddiyetini kavramaktan çok uzaklar.
Çocukları saatlerce bilgisayar başında tutan şiddet içerikli oyunlara dikkat çeken uzmanlar, bu oyunların çocukları şiddete
161
sevk ettiğini ve sosyalleşmelerine engel olduğunu ifade ederek ebeveynleri dikkatli olmaya çağırmaktadırlar.
Bilgisayarla birlikte hayatımıza giren oyunlar, akıl sağlığını tehdit eder hale geldi. Önceleri birkaç saatte biten bilgisayar oyunları
artık 8-10 saati buluyor. Yeni nesil oyunlarda adeta sanal bir dünya kuruluyor. Kişi oyunlarda çok iyi korunan bir bankayı soymaya
çalışıyor, bir dizi olumsuz koşul altında şirket kuruyor, bir şehri yapılandırıyor ya da saatler süren stratejik savaşlara giriyor. Üstelik
bağımlılık yaratan bu oyunların art arda yeni sürümleri piyasaya
çıkıyor. İnternet üzerinden binlerce kişinin aynı anda oynadıkları
oyunlar bile var. Sektörün cirosu, Hollwyood gibi devi barındıran
sinema sektörünü ve aynı büyüklükteki müzik endüstrisini geçmiş
durumda. Türkiye’de 3 oyun dergisinin tirajı 30 bini buldu. Uzmanlar, bu oyunların kontrollü oynanmasını istiyor. Aksi takdirde
psikolojik sorunların ortaya çıkacağına dikkat çekiyor.
Oyun sektörü dünyada 25 milyar dolarlık bir ciroya ulaştı. Bir
oyun için milyon dolarlar harcanıyor. Türkiye’de legal olarak senede yaklaşık 40 bin adet oyun satılıyor. Oyunların yüzde 90’ından
fazlasının korsan olarak satıldığınıda unutmamak gerekir.
Oyunlar bilgisayarla gelişti. Birkaç dakika süren atari türü oyunlar zamanla yerini daha kapsamlı oyunlara bıraktı. Şimdi
saatler alan, haftalar süren oyunlar revaçta. İmparatorluklar kurduğunuz, kentler inşa ettiğiniz veya futbol takımı yönettiğiniz oyunlar
olduğu gibi mafya üyesi olduğunuz, cinayet işleyip banka soyduğunuz oyunlar da mevcut. Bu oyunlar şiddet içerikli olmakla beraber
bir insanın günlük hayatta yaptığı hemen hemen bütün aktiviteleri
içeriyor. Sözgelimi GTA San Andreas adlı oyunda polis katili bir
karakter oyuncu tarafından yönlendiriliyor. Karakter sadece çatışmalara girmekle kalmıyor bunun dışında arkadaş ediniyor. Yemek
yiyor ve hatta yediği yemeğe göre kilo alıp veriyor. Spor yapıyor.
Bu aktiviteler oyunda karakterin fiziksel hareketlerini de etkiliyor.
Mafia adlı bir diğer oyunda ise adından anlaşılacağı gibi bir maf162
ya üyesisiniz. Polisle çatışmaya girdiğiniz, diğer yasadışı örgütler ile
mücadele ettiğiniz oyunda size verilen görevleri yerine getirmeye çalışıyorsunuz. Silent Hill adlı oyunda ise korku dolu bir macera
geçiriyorsunuz. Bilim-kurgu ürünü yaratıklardan kaçmaya çalışıyorsunuz. GTA San Andreas adlı oyun minimum 150 saatte bitiyor.
Oyunlar ne kadar tehlikeli?
Video ve bilgisayar oyunlarındaki ışık efektleri, ender durumlarda çocuk ve gençlerde baş dönmesine ve mide bulantısına
yol açabilir. Uzmanlar, bu konuda yapılan uyarılara pek dikkat edilmediğini söylüyorlar. 1993 yılından bu yana ABD’de satılan
bilgisayar ve video oyunlarının kullanma kılavuzunda, bu oyunların epilepsiye yol açabileceği uyarısı yapılıyor. Oyun sırasında
ara vermek ve aşırıya kaçmamak gerekiyor. Oyun sırasında başağrısı, görme bozukluğu, baş dönmesi, mide bulantısı, bilinçte
kayma, yön bulma bozukluğu, kramp gibi sağlık şikayetleri oluşursa doktora başvurun.
Bilgisayar oyunları şiddete yöneltiyor
Bilgisayar oyunlarının “yaşamak için yok et” düşüncesini çocuklara aşıladığını ifade eden Akbaş, çocukların hoşgörüden uzak,
insan bedenini parçalayan oyun kahramanlarını kendilerine örnek
aldıklarını bunun kişilik gelişimleri için çok tehlikeli olduğunu bilmeliyiz. Şiddet içerikli oyun ve filmleri izleyen çocuklar, olayların
sebep ve neticesini sorgulamamakta, hayatı bir oyun gibi algılamakta, bu durum çocukların sosyal-ailevi ilişkilerini olumsuz yönde
etkilemektedir.
Bilgisayar oyunlarında genellikle yabancı kültür ve değerlerin reklamlarının yapıldığı, zararlı akımların, farklı inanışların
sembollerinin kullanıldığını unutmamalıyız. Bu oyunları oynayan
çocuklarımız, kendi kültür dünyamıza yabancılaşmakta, farkında
olmadan zararlı akımların etkisi altında kalabilmektedir.
163
Çocuklarınızı takip edin!
Şiddet ve saldırganlığın çocukluk dönemlerinde öğrenildiğinin
hatırlatıldığı yazıda, anne ve babalara “çocuklarınıza şiddet uygulamayın”, “onlara zaman ayırın”, “değer verin”, “çocuklarınızın ne
tür bilgisayar oyunları oynadıklarını ve ne tür filmler izlediklerini
kontrol edin” ve “şiddetin insan ilişkilerine acı verdiğini ikna edici
biçimde anlatın. Bu oyunlara alternatif olarak, çocukların derslerine yardımcı olacak, eğlendirerek eğiten, dini ve ahlaki milli
değerlerimizi aşılayan, güzellik, iyilik şefkat, yardımseverlik ve başkalarını düşünme gibi olumlu niteliklere sahip ürünler üretilmelidir.
Irkçı grupların silahı bilgisayar oyunu
Irkçı gruplar gençleri kendi yanlarına çekmek için bilgisayar
oyunlarını kullanıyor. “Etnik Temizlik”, “Siyahlara Ölüm”, “Toplama Kampında Av” gibi isimleri bulunan ırkçı oyunlarda, oyunun
baş karakterin hedefi beyaz ırktan olmayanları öldürmek.
“Beyazların güç oyunları” olarak adlandırılan bu tür oyunlar ırkçı grupların internet sitelerinden satın alınabiliyor ya da ücretsiz
download ediliyor.
Irkçı mesajlar veren oyunların en yenisi olan Etnik Temizlik’in
kahramanı, siyahları, Yahudileri ve Latin Amerikalıları bulup
öldürmek için şehrin sokaklarında dolaşıyor. Beyaz olmayan kurbanlar öldürüldükçe, oyuncunun puanları artıyor.
Bir Neo-Nazi grubunun hazırladığı “Toplama Kampında Av” adlı oyun ise, II. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin toplandığı
Auschwitz’de geçiyor.
Avrupa’da bu tür sitelerin faaliyetleri yeni çıkarılan birtakım
yasalarla engellenmeye çalışılıyor ancak ABD’de ırkçı siteler üzerinde bir denetim bulunmuyor.
164
Kişiye özel
Kişiye özel bilgisayar oyunu çağına merhaba. Her yaşa ve
düzeye hitap eden bilgisayar oyunları son günlerin en gözde eğlence araçları. Yıllardır çocuklarla özdeşleşen bilgisayar oyunlarının
gerçek meraklıları ise yetişkinler. Gökyüzünde, yaşadıkları stresi yeryüzünde bilgisayar oyunlarıyla atan pilotlar genellikle II.
Dünya Savaşı’nı konu alan oyunlarda Nazi ordusuna karşı savaşıyor.
Pilotların uçak savaşları dışında tercih ettikleri oyunlar ise şehir ve
ülkelerin kurulduğu stratejik oyunlar. Üst düzey şirket yöneticileri
ise genellikle NBA liginde basket oynuyorlar. Büyük şirket sahipleri ise genellikle stratejik oyunları tercih ediyorlar. Bankacıların
tercihi ise genellikle kumar oyunları.
Her yaştan insanın gittiği oyun salonlarında erkeklerin tercih ettiği oyunlar futbol, araba ve motor yarışları olurken
İstanbul’un dur-kalk trafiğinde hız yapamayan ve eğlenmek isteyen çoğu taksi şoförü birçok kimse de hız tutkusunu bilgisayar
oyunlarında gidermeye çalışıyor. Sürdüğü motoru ya da otomobili
dev ekrandan izleyebilen oyuncu motorunun üzerinde çocuklar gibi eğlenebiliyor.
Oyunlar da virüs bulaştırıyor
Bilgisayarları tehdit eden virüsler artık, sadece e-mail ya da
web siteleriyle değil oyunlarla da bulaşıyor. Sega’nın Dreamcast
oyun konsolu için piyasaya çıkarılan “Atelier Marie” adlı “role-playing” oyun CD’sinin çok tehlikeli bir virüs yaydığı açıklandı.
Oyun CD’sinin içinde bir ekran koruyucu bulunduğu ve bu
ekran koruyucu, bilgisayara yüklendiğinde sisteme “Kriz” virüsü
bulaştırdığı belirtildi. Oyunu Ekim ayında piyasaya dağıtan Japon şirketi Kool Kizz’e, oyunla ilgili çok sayıda şikayet geldi,
bunun üzerine Kasım ayı ortalarında oyun piyasadan çekildi.
Uzmanlar, Kriz virüsünün bulaştığı bilgisayarda, 25 Aralık günü aktif hale geçerek CMOS kurulumu ve BIOS’a zarar verebileceği
165
uyarısında bulunuyor. BIOS, bilgisayarın en önemli fonksiyonlarını yerine getirmesini sağlıyor, eğer BIOS cipi zarar görürse
kullanıcı bilgisayar giremiyor ve sorun ancak çipin yenilenmesiyle çözülebiliyor.
Virüs, bilgisayardaki dosyaların yanısıra hard diske de zarar
verebiliyor. Anti-virüs şirketi Sophos, virüsün bilgisayarı kullanılamaz hale getirebilecek kadar tehlikeli olduğuna dikkat çekiyor.
Kool Kizz şirketi virüs bulaştıran “Atelier Marie” oyunu nedeniyle kullanıcılardan özür diledi ve CD’ye virüsün, yetkili olmayan
bir personel tarafından kazayla bulaştırıldığını açıkladı.
Virüs bulaşan oyunun sadece Japonya’da piyasaya çıktığı ancak oyun meraklılarının aracılığıyla ülke dışına çıkmış olabileceği
belirtiliyor.
Bilgisayar çocuğunun hastalığı “Nintendonitis”
Bilgisayar oyunları ile televizyonlara bağlanarak oynanan
konsol oyunlarının, çocukların vücut ve ruh sağlığını bozduğu belirlendi. Doktorlar bu hastalığı “Nintendonitis” olarak adlandırdılar.
Çocuklar ve gençler arasında hızla yayılan bilgisayar oyunları, adı yeni konulan bir hastalığa yol açıyor. Doktorlar ilk örnekleriyle
karşılaştıkları bilgisayar çağının bu yeni hastalığına ‘Nintendonitis’
adını verdiler.
En çok el kaslarını etkiliyor
Amerika’da 11 yaşında bir çocuk geçen yıl Noel hediyesi olarak aldığı konsol setinde oyun oynayarak saatler geçirdiği için elini
kullanamaz duruma geldi. Elinde ve omzundaki ağrılar nedeniyle
tedavi gören çocuğa ancak sınırlı saatlerde yeni oyuncağıyla oynamasına izin veriliyor.
Amerika’da anne ve babalar, çocuklarının bilgisayar ve konsol
oyunları nedeniyle bozulan sağlıkları nedeniyle uyarılıyor. Çocuklara, evde ve okulda el bakım egzersizleri yaptırılması isteniyor.
Nintendo firması, bu yeni hastalığa karşı bir ‘yardım hattı’ kur166
du. Buraya başvuranlara, bedava koruyucu eldivenler dağıtılıyor.
Amerika’da ise okullarda bilgisayar derslerinden önce ve sonra zorunlu el egzersizleri yapılıyor.
Strese neden oluyor
Çocukların vazgeçilmezleri arasına giren bilgisayar oyunlar, ruh sağlığı açısından da ciddi tehlike yaratıyor. Oyunlarda
aynı sahnenin saatler boyunca tekrar tekrar yaşanmasının çocuklarda strese neden olduğu belirtiliyor. Hekimler, Nintendonitis’in stres
boyutunu engellemenin tek yolunun ise bu oyunların sınırlı saatlerde oynanması olduğunun altını çiziyor.
Oyun, bilgisayar piyasasının lokomotifi
Sanal oyunların hedef kitlesi olan gençlerin, bilgisayar piyasasının lokomotifi konumundadır. Son yıllarda internet kafelere
giden ve evine bilgisayar alan gençlerin önemli bölümünün oyunlara ilgi gösterdiği, hayal gücünün sınırlarını zorlayan moda
oyunların internet kullanımının da önüne geçtiğini görmezden gelemeyiz.
Son dönemde piyasaya çıkan üç boyutlu oyunların eski donanıma sahip bilgisayarları zorladığından dolayı, bilgisayarın ana
işlem merkezinde verilerin hızlı işlenerek ekrana yansıması, dolayısıyla oyundan keyif alınması için bilgisayarın değiştirilmesi de
gerekebiliyor. Bu da keyifli ve oynayanı içine çeken bir oyun için en
az bin dolarlık maliyeti gözden çıkarmak anlamına geliyor. Oyunun
özelliğine göre bilgisayar bazı ek donanımlarla da güçlendirilebiliyor. Yüksek kapasiteli bir ekran kartı için 80 ile 300 dolar arasında
bir harcama yapılabiliyor. Üstelik, bilgisayarın bütün birimleri
arasındaki kapasitenin eş düzeyde yenilenmesi de performansın artırılması için şart.
Yeni oyunlar için yüksek donanımlı bilgisayarlara ihtiyaç duyulmasının üretim ve satış planlaması olduğu, yazılım ve donanım
167
şirketlerinin yeni ürünleri, satışlarını artırmak için birbirine paralel geliştirdikleride bir başka gerçekliktir.
Firmaların birçoğunun ortak ticari ilişkilerinin bulunduğunu ve
anlaşmalı olduğuna işaret etmeliyiz.
Bilgisayar oyunları eğitici olmalı
Piyasada çocuklara yönelik çok sayıda bilgisayar oyun programları var.
Bu bilgisayar oyunlarının çocuğun gelişmesinde büyük önemi
olduğu vurgulanarak ailelerin eğitici ve öğretici oyunları tercih etmeleri gerektiği bildirildi.
Keyfî, şakacı, muhakeme istemeyen savaş oyunları çocuklar için
çok caziptir. Bunu dikkate alan üreticiler çeşitli oyunlar üretiyorlar ve
bunların halka sunulduğu oyun salonları açıyorlar. İnsanların parasını
alıp enerjisini ve zamanını boşa kullandırmanın, onları bu salonlarda uyuşturucu tüccarlarının hizmetine sunmanın dışında başka bir
hizmet vermemektedir. Halbuki çocukların muhakeme ve öğrenme
kabiliyetini geliştirme yönünde yapılmış olan oyun programları var.
Çocuk, oyundaki elemanları kullanarak problem çözer ve bu konuda
cesaret kazanır.
Hayata çok yönlü katkıları bulunan bilgisayarlar, eğitim ve
öğretim aracı olmaktan çıkıp sosyal yönü tahrip eden, boşa zaman
kaybettiren bir kutuda ileri gidemeyecektir.
168
Bilgisayarla gelen hastalıklara dikkat!
Bilgisayar iş hayatında büyük kolaylıklar sağlıyor kuşkusuz.
Ancak göz yorgunluğu, nefes alma meseleleri ve bilgisayar koltuğunda oturmaktan kaynaklanan sırt ağrıları gibi rahatsızlıklara
yolaçtığı ve bu yüzden bilgisayarla çalışırken, dikkatli olunması gerektiği uzmanlar tarafından söyleniyor.
Bilgisayarın yaydığı zararlı ışınlardan gözü kesinlikle korumak
gereklidir. Bunun için bilgisayarın önüne anti-refleks bir cam koyulmalıdır. Bilgisayarı kullanan kişi de polaroit gözlük camları
kullanabilir. Ayrıca yarım saatte bir gözü beşon dakika dinlendirmekte fayda vardır.
Bilgisayarın uzun ömürlü olması için nemsiz ve tozsuz bir
ortama ihtiyacı vardır. Bu yüzden kapalı bir ortamda olması gerekir.
Ancak havalandırma sistemi yapılmadığı takdirde değişik hastalıklara yuvalık yapabilir. Bunu önleyebilmenin tek yolu özel
havalandırma isteminin yapılmasıdır. Havanın kurumaması için,
kalorifer borularının bulunduğu yerlere tas içerisinde su konulmasının da faydası olabilir. Ayrıca bilgisayarın filtrelerinin sürekli
kontrol edilmesi ve tozlarının alınması gerekmektedir.
Bilgisayar karşısında dik oturmaya da özen gösterilmelidir.
Bilgisayarın, iş hayatında büyük kolaylıklar sağladığı herkes tarafından bilinen bir gerçek. Saymakla bitmeyecek olan
kolaylıklarının yanısıra, göz yorgunluğundan tutun da, nefes alma
meselelerine ve bilgisayar koltuğunda oturmaktan kaynaklanan
sırt ağrılarına kadar pek çok rahatsızlıklara yolaçtığı da uzmanlar
tarafından belirtiliyor. Bu yüzden bilgisayarlarla çalışırken, çalışma
ortamına, oturma şekline ve ekranla olan diyaloğa çok dikkat etmek
gerekiyor.
169
170
BİRAZDA KOMPLO TEORİLERİ EŞLİĞİNDE
MANKURTLAŞMA
Beyin Kontrolü Nedir, Ne Elde Edilmek İsteniyor?
Dünya istihbarat örgütlerinin karşı tarafı yönlendirmek için
psikolojik operasyon yapabilmeleri en önemli hedefleridir. İstihbarat örgütleri özellikle CIA ve MOSSAD bu konuya büyük önem
vermektedirler. Bir Çin atasözü vardır, “Yüz savaş kazanmak hüner
değil, hüner savaşmadan güvenliği sağlamaktır.”
İstihbarat örgütleri bu konuya bilimsel olarak eğilmektedirler. Sürekli çalışmalarla yeni yollar araştırmaktadırlar. Bugün
MOSSAD’ın CIA’dan daha başarılı operasyonlar yapmasının iki
nedeni vardır. Birincisi, Tevrat’ta Musa Peygamber’e Kenan ilinde
casusluk yapmasının emredilmesi. İkincisi de, ideallerinin yüksek
fakat güçlerinin az olması ve dünya bilim çevresinde önemli etkinliklerinin olmasıdır.
Bilinen ilk ve en önemli psikolojik operasyon örneği Hasan
Sabbah’tır.
Haşhaşi tarikatı da denilen bu örgütlenmede kişiler Haşhaşın
etkin maddesi eroinle keyif duygusuna ve cennet inancına şartlandırılıyor. Hasan Sabbah’a itaat ederlerse hep böyle yaşayacaklarına
inandırılıyorlardı. Böylece intihar saldırılarını zevkle yapıyorlardı.
Günümüzde işadamından öğrenci, bilim insanından politikacısına herkes için “bağımlılığa yol açan bir tüketim maddesi” yaratılıyor.
171
Bağımlılık yaratıcı maddeler, insanların düşünme şekillerini, cinselliklerinin doğasını, topluluk şekillerini ve kimliklerini değiştiriyorlar.
Küreselleşmenin ideolojik saldırısına alet olabiliyorlar.
Fikirlerin ve fantezilerin aktarılmasına yardımcı bir araç işlevi görüyorlar. Bağımlılık uzun zaman ruhsal ve fiziksel bağımlılık
olarak ikiye ayrılmışsa da günümüzde bu iki tanım, kişide hem
ruhsal hem de fiziksel bağımlılığın aynı zamanda görülebilmesi nedeniyle birbirlerinden ayrı değerlendirilmemektedir. Fiziksel
bağımlılık, maddenin varlığına karşı duyulan fizyolojik bir istektir.
Ruhsal bağımlılık. “alışkanlık”, “itiyat” gibi diğer bazı terimlerle açıklanır.
Bağımlılık bir davranış biçimini içeren hastalıktır. Kendine özel seyri ve tedavisi vardır. Bağımlılık yaratan maddelerin bir aydan
fazla kullanılmaları halinde; iradenin yok olması, unutkanlıkların
artması, olaylar arasında ilişki ve sentez kurma zorluğu, düşünce
ve davranış bozuklukları, ahlaki değerlerin kaybolması, bedensel
ruhsal çöküntü gibi belirtiler kişiden kişiye değişik boyutlar da
ortaya çıkar.Bağımlılığın kişisel nedenleri içinde, psikolojik gelişim, katılımsal etkenler, biyolojik etkenler yer alır. Ailesel nedenler
arasında ayrı anne baba, anne baskısı ve babanın duygusal itmesi,
sosyopot baba, ailenin çocuğu yetiştirme biçimi gibi etkenleri sayabiliriz.
Günümüzde kapitalist yabancılaşmanın aldığı boyut öyle
ki,ne çocuklar sorunları anne babalarına açabiliyor, ne de anne babalar çocuklarına yardım edebiliyorlar. Gençler sorunlarını daha
çok kendileri gibi bilgisiz ve deneyimsiz olan arkadaşlarıyla tartışıyorlar. Bu da bir yandan da anne babalarının uzaklaşmalarına,hatta
sürtüşme ve çatışmalara yol açıyor. Günümüzde ailenin toplumsallaştırıcı işlevi nitelik değiştiriyor. Arabesk kültür ile Emperyalist
kültür arasındaki çelişki “globalleşmenin” getirdi kültürsüzleşmenin kültür şoku, aile içi ilişkilerde büyük sarsıntılara neden oluyor.
Bunlar, kimi ailelerde eşler arası boşanmalara neden olurken kimi
172
ailelerde de çocuklar ve anne babalar arası büyük uçurumlara yol açıyor. Kapitalizm aile kurumuna bile parayı, piyasayı, yabancılaşmayı
sokmuş ve böylece aileyi, sevginin bunlar tarafından tutsak edildiği
bir şirkete dönüştürmüştür. Toplumsal etkenlerin içinde, sosyokültürel etkenler, sosyoekonomik düzey, şehirleşme sorunları gibi
çeşitli sorunlar ele alınıyor.
1937’de Stalin’in Halk mahkemelerinde dâvâlıların îtiraflarında
bazı kimyasallar kullandığı bilinmektedir. Hatta Macaristan Kardinalinin de bulunduğu bir dâvâda dâvâlılar devlete karşı bir tutum
aldıklarını birden itiraf etmişlerdi.
Bu durum kesinlikle ahlaki değildir. Mamafih, Dünya Af Örgütü 1992 yılında bir rapor neşretti. Bu durum “İnsanın zihni yetilerini
bozmayı, yok etmeyi, değiştirmeyi hedefleyen sorgulama prosedürü ahlâki suçtur denildi. Fiziksel işkence sınıflandırması kadar
insanlık dışıdır.” düşüncesi benimsendi.
Hangi yöntemler uygulanıyor?
Klasik yöntem; psikolojik faaliyet, propaganda ve beyin yıkama yöntemidir. En sık kullanılan yöntem; kimyasal maddeler
kullanılarak kişinin düşüncesini etkilemektir. Son yıllarda üzerinde çalışan ve durulan yöntem ise elektronik implantlar
yerleştirilerek kişinin beynini uzaktan kumanda ile yönetme çabalarıdır.
Zihin kontrolü deneylerinde ilk kullanılan madde LSD idi. LSD
psikokimyasal bir maddedir. Alan kişide olağanüstü psikolojik değişimler olur. Halüsinasyonlar görür, canlı, neşeli, güçlü duygu,
düşünme ve davranışlar içerisine girer.
Bu madde beynin ön bölgesinde DOPAMİN isimli zevk maddesini aşırı salgılamaktadır. Bu maddeyi alan bir kişi inandığı
konuda olağanüstü eylemler gerçekleştirebilmektedir.
İkinci Dünya Savaşında hem Hitler hem Amerikan ordusu “Amphetamin” isimli uyarıcı kimyasalı kullanarak askerlerin
173
savaş gücünü arttırmayı hedeflemişlerdir. Hatta Hitlerin milyonlarca psikoaktif madde kullanarak ordusunun hareket kabiliyetini
çok hızlı hâle getirdiği bilinmektedir.
İçkisine LSD veya uyuşturucu katan kişilerin kolay intihar ettikleri ve kolay insan öldürdükleri bilinen gerçeklerdir. Bu konu da
ABD’de gönüllüler, siyahlar ve eşcinseller üzerinde ilginç deneyler
yapılmıştır. Deney yapılan kişilerde akıl hastalıkları, yaşayanlarda
da erken bunama, erken yaşlanma gözlemlenmiştir.
Psikiyatride tedavi amacıyla kullanılıyor mu?
Psikiyatrik uygulamada tanı ve tedavi yöntemi olarak kullanılmaktadır. Narkoanaliz olarak tanımlanan bu yöntemde kişiye
damardan kısa süre etkili barbibüratlar verilir. Kişi uyku uyanıklık
arası bir boyuttadır. Bilinçaltının üstündeki baskılar aralanır. Kişiyle güven ilişkisi içinde psikoterapödik ilişki kurulabilirse bilinçaltı
duygular, eğilimler, hatıralar, şartlanmalar ortaya çıkarılır. İlaçlı hipnoz da denilebilen bu yöntem kişinin bilinçaltı çatışmalarını analiz
edip onun tedavisini gerçekleştirmek için kullanılır.
Hipnozla beyin yıkamak mümkün müdür?
Hipnoz bilimsel bir yöntemdir. Kişi hipnotik uykuya geçtiğinde
vücut ve beyin uyur, fakat terapistle, kişi arasında seçici bir algılama alışverişi kanalı açılır. Böylece kişi yönlendirilir, düşünceleri,
duyguları değiştirilebilir. Psikiyatride hastalıklı düşünceleri yok
etmek, sağlıklı düşünceler kazandırmak, ego gücünü arttırmak için
bu yöntemi kullanıyoruz.
Her bilimsel yöntem gibi hipnozda gösteri malzemesi veya
siyâsî amaçla kullanılabilir. Hipnozda ilk şart iki tarafın birbirine güvenmesidir. Daha sonra konsantrasyon gücü artırılır, uygun
telkinde bulunulan kişi geçmişine götürülebilir, beyni yıkanabilir,
yanlış şeylere inandırılabilir.
174
Ancak kişiye hipnozda istemediği şeyi yaptıramazsınız. Bazı
kişiler telkine çok yatkındır, kolaylıkla girerler. Fakat obsesif ve paranoid denilen güvensiz özelliği fazla olan kişileri hipnotik transa
geçirmek çok güçtür.
Elektromanyetik etkileme mümkün müdür?
Evren “Radiant Enerji” denilen yayılan bir enerjiden oluşur,
gözümüzle gördüğümüz spektrum bir dalga boyudur. Morötesi ve
kızılötesi dalga boyları gözümüzle görülmez. Ancak röntgen filmlerinden, termal kameralara, yeraltı su havza haritalarına kadar bir
çok alanda kullanılır. Her elektrik kaynağı bir radyasyon neşreder. Bazı radyasyonlar iyonlama yaparak hücre ölümlerine yol açar.
Hidrojen atomu frekansına uygun mikrodalga ile MR gibi beyin
tomografileri çekilir. Mikrodalga fırınlarda ışınların camı geçerek tabak içindeki suyu buharlaştırdığını biliyoruz.
Mikrodalga ile beyin kontrolü nasıl olur?
Mikrodalga ile uzaktan gürültü hissi oluşturmak mümkündür.
Elektromanyetik ritmik vuruşlar kişinin başını elektrikli matkapla
oyulduğu hissi uyandırabilir. Çok düşük frekans da (VLF), iyonlamanın olmadığı bir radyoaktivite ile baş ağrısı, çınlama, sinirlilik,
depresyon, hâfıza kaybı hatta panik duygusu oluşturulabilir. Radyasyonun diş dökülmesi, kan kanseri, sakat doğumlara neden
olduğu yaptığı bilinmektedir. İyonlanmanın olduğu radyasyonlar X ışınları Radyum gibi kanser tedavisinde kanserli hücreleri
öldürmek için kullanılır. Bu ışınları uzaktan yönetmek mümkün olmamakta, fakat mikrodalga kaynağını 1-2 km. uzaktan bir hedefe
yöneltmek mümkün olabilmektedir. Kötü niyetli kişilerin elinde
korkunç bir silah haline dönebilen bir teknoloji insanlık dışı amaçlarla kullanılırsa insanlığın sonu başlar.
175
Elektronik parça yerleştirmek mümkün mü?
İnsan davranışını kontrol etmek isteyenler hayvan deneylerinde bunu gerçekleştirmişlerdir. FM radyo kanalı ile sinyaller
alabilen ve nakledebilen minyatür elektrotlar hayvan kafasına yerleştiriliyor. Maymunda cinsel saldırganlık, boğada âniden durma
komutu verme deneyleri başarılı oldu. Yunus balıkları yönetilebildi. ABD’de beynin elektronik uyarılması zihinsel özürlülerde ve
eşcinsellerde araştırılmıştır. James Olds isimli araştırmacı beynin
hipotalamuş bölgesine elektronik implant yerleştirerek eşcinselleri
kontrol etmeyi başardı. Hastalarda korku, heyecan, halüsinasyon
oluşturarak davranışlarını ödüllendirdi veya cezalandırdı. Zihin
özürlülere de benzer deneyler yapıldı. Bu çalışmalar çok tartışıldı.
Bilimin iyiliği değil hastanın iyiliği ön planda tutulması etik kuralına göre çalışmalar durduruldu. FM radyo kanalında sinyaller
alabilen ve nakledebilen bu uzaktan beyin elektronik uyarılması ateşli tartışmalara konu oldu. Hatta Fransa’da her doğan çocuğa
kimliğini belirtir elektronik parça yerleştirerek ömür boyu nerede olup olmadığını izleyebiliriz tezi bile ortaya atıldı. İnsanın
robot gibi tuşlarla kontrol edilmesi çok tehlikeli bir gelişmeydi.
Elektronik implantı (Stimoreceiver) bulan Dr. Delgado beynin amigdal ve hipokampus gibi alanlarını canlandırarak neşe, tuhaf
duygu, renkli görüntü gözlemlediğini kayıt ederek kitabında açıkladı. Radyohipnotik beyinlerarası kontrol projesi elektronik
hipnoz yapmayı amaçlamaktadır. Bu projede kişiye istemediği
şeyler yaptırmak mümkün hale gelecektir. Tuşlarla kontrol edilen
insana ne yaptırılmaz ki! Elektromanyetik enerjinin biyolojik bilimlerde kullanılması yeni bir gelişme midir? Bugün psikiyatride
beynin ürettiği sinyalleri kaydederek beyin fonksiyonel görüntülemesi yapılabilmektedir. Klasik EEG’nin bilgisayar devriminden
sonra analog sinyallerin sayısallaştırılması ile beyin haritası çıkarılıyor. Beynin hastalıklı çalışan alanlarını görüntüleyebiliyoruz.
Tanı ve tedaviyi güçlendirmek için işe yarayan bir yöntemdir. Hatta ilaç tedavisinin biyoyararlılığını hasta izlerken görselleştirmiş
176
oluyoruz. Elektromanyetik enerjinin tedâvide kullanımı yeni
gelişmelerdendir. TMS denilen bir yöntem ile ilgili araştırmalar hâlen sürmektedir. Beynin ön bölgesine elektromanyetik uyarı
vererek depresyonu tedâvi etme projesi Elektroşok tedavisine alternatif olarak işe yarayacak gibi görünmektedir.
Bir de duyu ötesi algı nedir?
Birleşik Devletler parapiskolojik araştırmalara büyük bütçeler ayırmaktadır. Beş duyuyu kullanmada insanın geçmiş, gelecek
ve şimdiki zaman hakkında bilgi edinmesi çok ilgi çeken bir konudur. Telepati, Durugörü (Clair-voyance), Altıncı his de denilen bu
algılama biçimi hakkında şu anda bilimsel çalışmalarda sağlam deliller yoktur. Sesin, elektromanyetik frekansın, lazerin varlığı başka
dalga boylarının varlığına kanıt olabilmektedirler. Zihni kontrol
etmenin, ikizlerin, anne-çocuk arasındaki uzaktan duygusal etkilenmelerin nasıl olduğu henüz çözülemedi. Rüya laboratuarlarında
telepati yolu ile kavram ve imaj uyandırıldığının gözlemlenmesi elektronik psikiyatri açısından devrim niteliğindeki çalışmalardır.
Durugörü veya beden dışı sezgi denilen bir yöntemde de bazı
denekler odada gizlenmiş nesnelerin yerini tespit etmeyi başarabiliyorlar. “Remote Viewing, remote sensing” denilen uzaktan görme
ve hissetme özelliği olan insanların bunu nasıl başardıkları bilimsel
ilgi alanına girmektedir. Uzaktan görüşün elektromanyetik işleyişi
çözülebilirse insanlığın kaderi etkilenecektir. Sonuç olarak şunu
söyleyebiliriz insanın zihninin uzaktan kontrol edilmesi dünya için
sosyal ve politik etkileri çok fazla oluşacağı gelişmeleri getirecektir.
Elektromanyetik silahlar tehdit ediyor
Takip edildiğinizi, gözetlendiğinizi hissettiğiniz oldu mu hiç?
Kimsenin duymadıklarını duyup, görmediklerini mi görüyorsunuz?
Hareketlerinizi kontrol edemeyip istemediğiniz şeyleri mi yapıyorsunuz?
177
Hafızanızı kaybettiğiniz oldu mu? Çok mu unutkansınız? Ya da
insanların özellikle üzerinize üzerinize gelip sizi şiddet, gürültü,
kaba muamele vs. gibi yöntemlerle taciz ettiklerini mi düşünüyorsunuz?
Belki de kasıtlı olarak tecrit edildiğinizi ve mali açıdan yoksullaştırıldığınıza inanıyorsunuz...
Muhakkak ki bu ve bunun gibi pek çok soruya farklı
cevaplar verilebilir ve bunlar çok çeşitli şekillerde yorumlanabilir. Fakat en sivri yorumlar “delisin” veya “beynin kontrol ediliyor”
olurdu herhalde. İki yüzü keskin bıçak yani. Bir bakıma ikisi de
paranoyaklık... Zaten ikinci şık eninde sonunda insanı paronayak
eder gibi geliyor bana. Belki bu sebepten “zihin kontrol operasyonları” son birkaç aydır iyiden iyiye girdi gündemimize. Ardı ardına
bu konuyla ilgili kitaplar basılıyor, televizyon ve radyo programları
yapılıyor. Duyuyoruz ama duyduklarımıza inanamıyoruz. İddialar
oldukça ciddi. Hal böyle olunca insan sormadan duramıyor “gerçekten de beyin kontrolü mümkün mü?” diye.
Birilerinin bizim bilgimiz ve istemimiz dışında beynimizi kontrol edip bilgi yüklediğini, hatta bu yöntemle cinayet bile
işletilebileceğini düşünmek bile korkunç. Hatta bir insanlık suçu.
Bu suçun baş failleri ise ABD ve Rusya... ABD’nin baş yardakçıları
ise İngiltere ve Kanada. Çin ve Kuzey Kore’nin de masum olduğunu söyleyemeyiz.Aslında beyin kontrol çalışmalarının kökleri
Hitler Almanyasına kadar uzanıyor. Öyle anlaşılıyor ki 2. Dünya savaşını müteakip Almanya’dan kaçan bilim adamlarına kucak
açan ABD ve Rusya cereyan eden soğuk savaş esnasında boş durmamış ve birer fantaziden öteye gitmemesi gereken düşüncelerini
hayata geçirmişler. Zihin kontrolü alanındaki gelişmelerin ilk ipuçlarını, 1969 yılında Dr. Delgado’nun kaleme aldığı “Beynin fiziksel
kontrolü-Psiko-medeni bir topluma doğru” adlı kitapta buluyoruz.
Delgado beynin içine soktuğu tellerle (elektrot) beynin muayyen
bölgelerini uyarıyordu. Örneğin beyninin bir noktasını uyara178
rak parmaklarının büzülmesini sağladığı hastasına parmaklarını aç
dediğinde hastasından “Doktor, sanırım sizin elektriğiniz benim irademden daha güçlü” cevabını alıyordu.
Çalışmalar dört bir koldan devam ediyordu. Tarihler 16 Temmuz 1977’yi gösterdiğinde ise New York Times gazetesinde
akıllara durgunluk veren bir haber yayınlanıyordu: “ABD insanlığın esir edilebileceği görünmez silahlar geliştiriyor.” Bu haberden
sadece bir yıl sonra yayınlanan Walter Boward imzalı Beyin Kontrol
Harekatı kitabı ise gelinen noktayı bir nebze olsun aydınlatıyordu. Boward aynen şunları yazıyordu: “Bu araştırmalar; hipnoz
tekniği, narkotik-hipnoz, elektronik olarak beyinin uyarılması,
ultrasonik, mikrodalgalar, alçak ses frekanslarıyla davranışların
etkilenmesi ve davranış değişiklikleri terapisidir. CIA psikolojik
silah stoklarını, psişik silahların değişik tiplerini geliştirmeyi başararak artırmıştır. Şimdi bu kabiliyetleriyle yeni tip bir harbe girişmesi
mümkündür. Bu harp görünmez, muharebe sahası ise insan zihinleridir.” Diğer bir deyişle kan dökmeden zafer kazandıracak görünmez
silahlar. İz yok, delil yok, dolayısıyla suç yok... Kirli emelleri için ne
kadar da uygun bir yöntem.
Bir komplo teorisi midir, subliminal mesajlar?
Kısaca bilinçaltını fark ettirmeden etkileme yöntemidir. Gözümüzle göremediğimiz, kulağımızla duyamadığımız fakat beynimizle
algılayabildiğimiz mesajlarla karşı kayşıya kalma durumudur.
Göz gördüğüne inanır diye bir söz vardır. Bu söz her zaman için geçerli mi acaba?
Çünkü gözümüz gördüğü birçok bilgiyi beyne gönderir. Bizim bir anlık bile gördüğümüz her türlü bilgi bir yerlerde daha sonra
karşımıza çıkabileceğini hiç düşündünüz mü?.
179
Bilinci Çalınan toplumlar
Her ne kadar ülkemizde bilinmese de yabancı ülkelerde
Subliminal mesaj kavramı birçok kişi tarafından bilinir. Subliminal
mesajı kısaca kişinin bilinçaltına gönderilen gizli mesaj olarak tanımlayabiliriz.
Kişinin bilinçaltına subliminal mesaj göndermenin bir çok yolu var. Bunları sesli, görsel ve yazı olarak aktarabiliriz. Bunlardan
en çok kullanılanı dijital ses dosyalarına gömülen mesajlardır. Üzerinde oynanabilirliği ve işlenilmesi ve yayılması daha kolay
olduğundan MP3 dosyaları gizli mesaj için biçilmiş kaftandır diyebiliriz. İnsan kulağı belirli frekans aralıklarındaki sesleri duyabilir.
Ama çeşitli hayvanlar köpekler ve atlar örneğinde olduğu
gibi bu sesler verilerek hayvanları çılgına çevirmek mümkün.
Eğer siz bir müzik parçasını rahatça duyabiliyorsanız bu sizin duyabileceğiniz frekans aralığında olduğunu gösterir. İnsan beynini
algısı ise daha düşük ya da daha yüksek frekansları algılayabilecek kapasitededir. Subliminal mesaj içeren bir MP3`ü kulağınızla
dinlersiniz, ancak içindeki gizli mesajı beyniniz dinler. Bu esnada
kulağınız hiçbir şey duymaz. Bu tür mesajlarında daha çok heavy
metal müziklerde verildiği iddia edilmektedir.
Yine bu iddiaya göre de bu müziklerde satan (şeytan) kavramı
180
çokça işleniyormuş. Subliminal mesaj göndermenin bir yolu da
görüntülü mesajlaşmadır. Siz ekrana bakarken gözünüzün yalnızca
göz kırpma hızında bir görüntü ekrana gelip kaybolur. Gözünüz
hiçbir şey görmez ancak bilinçaltınız bu mesajı çoktan almıştır. Bir
dönem sinemalarda bir kola firmasının ambleminin anlık olarak
gelip kaybolduğunu savunan kişiler bazı iddialar ortaya attılar. Daha sonradan bu şirketin subliminal mesaj tekniği ile reklam yaptığı
ortaya çıktı. Buda gizli reklam olarak çok defa kullanılmıştır.
Gerçek, görmediklerimiz mi?
Konunun uzmanlarına göre şu an Türkiye`de Kızılötesi ışınlar ve düşük frekanslı reklamlarla tüketiciye gizli propaganda
yapılıyor. Bunu özellikle büyük markalar ticari kaygılar ile yapıyorlar.
Büyük marketlerde insanlara alışveriş yapma isteği empoze edilmesinden tutunda terörist gösterilmek istenen kişiyi terörist olarak
algılanmasına kadar tam bir yönlendirme yapmak mümkün bu teknoloji ile. Subliminal teknik anlamı ile insanın bilinç altını etkileyen,
insanın duyu organlarının algısı dışında olan sesler ve görüntülerdir.
1964`te İngiltere, 1974`te ABD olmak üzere dünyadaki 55 ülke insanlarını bu tekniklere karşı korumaya almıştır. O zaman ortaya ciddi
bir sorun çıkıyor.
Subliminal teknikle insanlar etkileniyorsa, o zaman insanların doğal olarak kanun yapıcılar tarafından korunması gerekiyor.
Subliminal mesajlar bir film seansında saliselik görüntüler halinde
verilebildiği gibi afişlere de gizlenebiliyor. Ayrıca müzik de etkili
bir araç. Hızlı müziğin insanları alışverişe yönlendirdiği söyleniyor.
Hatta psikologların yaptığı bir deneyde çalan müziğin milliyetinin
alışverişinde ülke tercihini değiştirebildiği tespit edilmiş durumda.Siyasi arana da ise bu teknoloji çok fazlası ile kullanılıyor. Bu
teknoloji ile bir siyasi parti rakip partiyi halkın gözünde kötü gösterebiliyor.
181
Yine reklamcılar
Subliminal teknolojisi deyince akla ilk gelen reklamcılık sektörü oluyor. Elli beş ülkede yasaklandığını bildiğimiz bu teknoloji
zihne onun izni olmadan ne düşüneceğini, nasıl bir karar vermesi
gerektiğini öğretiyor. Bir çeşit hipnoz diyebiliriz belki bu teknolojiye. Mesela siz sinemada bir film seyrediyorsunuz ve filmin arasında
birden canınız kola içmek istiyor. Bunu sizin o beylik keyfinizin
karar verdiğini sanıyorsunuz ama olay o kadar masum değil ne yazık
ki. Filmin ilk yarısında sizin beyninize filmi seyrederken gönderilen
mesajlardan ötürü canınız buz gibi kolayı içmek istiyor.
Size gidip kola içmenizi söyleyen bir hayalet var ortada yani.
Sanırım bu teknolojiyi yani bilinci yönlendirmeyi konu alan filmler de hem de Hollywood filmleriolmuştur. Bunlardan biri de hem
Amerika`nın simgesi olmuş hem de Amerika`yla dalga geçen Simsons isimli çizgi filmin bir bölümüydü. Çizgi filmin bahsettiğimiz
bölümünde insanlar çok popüler olan bir şarkıyı dinliyorlar ve ardından da askere yazılıyorlardı. Şarkı televizyon kanallarında radyolarda
sürekli çalıyordu. Ve dinlerken kişinin bilinçli bir şekilde algılamadığı ama zihnin idrak ettiği savaş fikri dinlenen kulaklarca benimseniyordu.
Asıl hedef çocuklar
Subliminal teknolojisi maalesef çizgi filmlerde, şarkılarda,
reklam panolarında, filmlerde yasal olmayan bir şekilde kullanılıyor. Çocuklara sevgiyi kardeşliği öğütleyen masum
zannettiğimizçizgi filmlerin arasına pornografik resimler, şiddet unsuru içeren görüntüler bu teknolojiyle saklanıyor. Çocuğunuz
fark etmeden o görüntüleri beynine konuk ediyor ve kişiliğinin o182
luştuğu o en önemli yaş dilimde (sıfır yedi yaş arası) bu görüntüler
içeride hapis oluyor. Artık sizi siz olun her gördüğünüz ve duyduğunuza çok dikkat edin. İnternette oyun oynarken keyifli keyifli
gazete okurken herşeyi zihninizin kopyalayıp karakterinizi oluşturduğunu ve bu karakterinizin fikirlerinizin aslında bir kurguya bağlı
olduğunu düşünmek ürkütücü değil mi?
Elektromanyetik dalgalar
Artık teknolojinin, çip veya beyne sokulmuş elektrotlara ihtiyaç duymadan beyne müdahale edebilecek noktaya geldiği iddia
ediliyor. Belli merkezlerden gönderilen elektromanyetik dalgaların beyne yöneltilmesi sayesinde kurbanın beyin fonksiyonlarına
müdahale edilebiliyor. ‘Sinyal istihbaratı’ denilen teknik içinde elektrik akımı bulunan her şey çevresine elektromanyetik dalga yayar
prensibine dayanıyor. Tekniğin ilk ayağı da insanın EEG’sinin (elektroencephologram) yani beynin işleyişi sırasında yaydığı e.m.
dalgalarının manyetometreler vasıtası ile ölçülmesi. 3-50 herz arasında değişen beyin dalgaları aynı parmak izleri gibi her insanda
farklılık gösteriyor.
Beyin dalgaları ölçülüp bilgisayara kaydedilen herkes uydular
ve yerleşik aygıtlar sayesinde dünyanın her yerinde 24 saat takip
edilebiliyor. İddialar bununla da bitmiyor. Çok gelişmiş bilgisayarlar yardımıyla kişinin öfke, acı, endişe, küçümseme, ümitsizlik,
dehşet, sıkıntı, kıskançlık, korku, uyku, terör... hallerinde beynin
yaydığı radyasyon frekansları kaydediliyor ve daha sonra istenilen psikolojiye uygun frekanstaki elektromanyetik dalga dışarıdan
beyne gönderilerek oluşturulabiliyor. Yani bu elektromanyetik
dalgalar sayesinde kişinin düşünceleri ve davranışları kontrol altına alınabiliyor. Teknolojinin aynı yöntemle kişinin sözlerini ve
gördüklerini de saptayabilecek duruma geldiği öne sürülüyor. Bu elektromanyetik silahların beyin kontrolünden başka depremlere
neden olabileceği, uçakları düşürebileceği... de ifade ediliyor.
183
Beyaz ses
İnsan beynini kontrol altına almayı kafalarına koyan mihraklar
elektromanyetik dalgaların yanı sıra birçok masum(!) yöntemi de
kullanıyor. Bunlardan en çok bilineni göz ve kulağın algı alt ve üst
sınırlarına göre yapılan yayınlar. Bilindiği gibi duyabildiğimiz tüm
ses, en düşük bastan en yüksek tize kadar 16 ilâ 20000 hz arasında. Yani bütün ses dalgaları arasında iğne ucu kadar bir aralık. Bu
değerlerin altındaki ve üstündeki sesler insan kulağı tarafından pas
geçiliyor fakat beyin tarafından algılanıyor.
Taa 1974 yılında Amerikalı bilim adamı Joseph Sharp bir
askerî hastanede bir kişinin beynine başkaları duymadan ses
göndermeyi başardı. Bu yöntemde hasta mesajı gönderene karşı koyamıyor çünkü beyninin algıladığı sesleri kulakları duymuyor.
Bu yöntem gizli telkinlerde çok kullanılıyor. Şuuraltı telkin için en iyi yöntem ise müziğin gerisine psiko-akustik denilen özel metodlarla
telkin mesajları kaydedilmesi.
Velhasıl sesler gaibden değil özel cihazlardan geliyor. Aynı şekilde gizli görüntülerle telkiner de yapılabiliyor. Bunun sırrı ise 25.
karede yatıyor. Televizyon veya sinema seyrettiğimiz bir görüntü
24 kareden oluşuyor. Gözlerimiz 25. kareyi göremiyor ama beynimiz algılıyor. İşte bu 25. kareye çeşitli telkin mesajları, ideolojik
fikirler yerleştirilebiliyor.
184
MKULTRA
Bu gün ortaya çıkan belgeler de gösteriyor ki zihin kontrol
operasyonları aman tanımaz, etikten yoksun ve işkence boyutlarına ulaşan bir deneme sürecinden geçmiş halende deneylerin
sürdüğü ifade ediliyor. Bu öyle bir deney ki kobayları bütün insanlık.
Tanıkların ifadeleri ve belgeler ışığında CIA’nın yüzlerce insan üzerinde 1950’lerden bu yana denemeler yaptığı bugün artık
bir sır değil. Zihin kontrol deneylerinde insanların kobay olarak
kullanıldığı söz konusu programların kod isimleri “MKULTRA,
MKSEARCHE, ARTICHOKE VE BLUEBIRD” idi. Deneyler
esnasında birçok deneğin dengesini kaybettiği, birçoğunun öldüğü ve büyük bir kısmının da intihara teşebbüs ettiği iddia ediliyor.
Dr. Armen Victorian Beyin kontrolü-İnsan davranışlarının manipülasyonu adlı kitabında MKULTRA’yı şöyle tarif ediyor: “MKULTRA
programı kimyasal, biyolojik ve radyolojik maddelerin insan davranışlarını kontrol etme hedefli gizli operasyonlarda kullanılmasına
yönelik bir seri araştırma ve geliştirme projesinin adıydı. Vurguyla ifade edilirse, CIA belgelerinden biri, bariz bir şekilde insan
davranışlarını kontrol etme deneylerinde, radyasyon, elektrik şoku, psikolojinin çok sayıda dalı, toplumbilimi, antropoloji gibi ek
yöntemlerin yanısıra askeri araç gereçlerin kullanıldığını göstermektedir.”
185
ABD’de zihin kontrol deneyleri sadece CIA tarafından değil
ABD Ordu Haber Alma Dairesi ve Ordu Kimyasal silahlar ofisi
tarafından da yürütüldü. Askerlere bir kağıt imzalatarak gönüllü olarak kobay olmaları sağlandı. Ordu daha çok halüsinasyon etkisi
yapan uyuşturucu maddelerin kullanıldığı özellikle de LSD’nin
kullanıldığı deneyler yaptı. LSD aldıklarından haberi olmayan askerler zihin kontrol operasyonları ile ilgili bilgiler açıklandıkça nasıl
bir deneye kurban verildiklerini anladılar. Aynı deneyde görevli arkadaşlarının ani ölümleri olayları aydınlatıyordu.
İş rayından çıkınca NSA aleyhine davalar ardı sıra açılmaya başlandı. Bunlardan biri istihbarat ajanları tarafından uzaktan
beyin kontrolü deneylerinde kullanıldığını iddia eden George Farguhar. 1984 yılından bu yana uzaktan monitörlerle takip edildiğini
1997 yılından beri de mikrodalga radyasyon saldırılarına ve beyin kontrol deneylerine maruz kaldığını öne süren Farguar beyin
kontrol polisleri adını verdiği ajanlarla Project Freedom/ özgürlük
projesi adını verdiği web sitesinde mücadele etmeye çalışıyor.
ABD’nin insanlık dışı deneyleri
Ortadoğu’yu kimyasal silah üretmekle suçlayan ABD, anayasasına göre yurttaşlar üzerinde gizli askeri deney yapılması yasal
oldundan bakın ne insanlık dışı deneyler gerçekleştirdi. ‘Kitle imha silahları geliştirmekle’ suçladığı Irak’ı işgal eden, ardından da
benzer nedenlerle Suriye, İran ve Kuzey Kore’yi hedef göstermeye başlayan ABD, yıllardır kimyasal ve biyolojik silah geliştirmek
uğruna yaptığı sayısız deneyde kendi yurttaşlarını kullandı. Üstelik Amerikan anayasasına göre yurttaşlar üzerinde gizli askeri
deneyler yapılması yasaldı. 1977 yılından itibaren yirmi yıl süreyle yürürlükte kalan bu madde, Körfez Savaşı’ndan sonra bazı sivil
örgütlerin girişimiyle böyle bir yasadan haberdar olan halkın tepkisi
üzerine 1997 yılında geri çekildi. Amerikan istihbaratı ile Savunma
186
Bakanlığı’nın çoğu zaman ortaklaşa gerçekleştirdiği bu deneylerin
başlangıç tarihi, 1930’lara kadar uzanıyor. II. Dünya Savaşı’nın ardından Almanların ve Japonların bu konudaki deneyiminden de
yararlanan ABD, Soğuk Savaş sırasında dünyanın en korkunç biyolojik silah deposu haline geldi.
Nazi savaş suçluları çalıştırıldı
ABD’nin 34. başkanı General Dwight D. Eisenhower ‘ın Nazi
savaş suçlularına çalışmalarını Amerika’da devam etmeleri karşılığında dokunulmazlık verdiği biliniyor. Almanların sayısız insan
hayatı ve hayal bile edilemeyecek işkenceler karşılığında elde ettikleri bilgileri edinmek isteyen Eisenhower, Nazi toplama kamplarında
gerçekleştirilen araştırmalardan ‘’yararlanılması’’ emrini vermişti.
Daça toplama kampında Yahudiler üzerinde gerçekleştirdiği korkunç deneylerle tanınan Dr Hubertus Strughold ve onun gibi
34 Nazi ‘’bilim adamı’’ uzay tıbbı çalışmalarına Amerikan topraklarında devam edebilmeleri için Teksas, San Antonio’daki
Randolph Hava Kuvvetleri Üssü’ne getirildi. Ataç Projesi kapsamında toplam 3 bin kadar Nazi savaş suçlusuna ABD ve Kanada
topraklarında çalışma izni verildiği tahmin ediliyor. Tarihçiler
ve bilim adamları, CIA tarafından Amerikan ve Kanada (başta
MKULTRA projesi olmak üzere ABD’de yapılan bazı deneylerin
bir ayağı da Kanada’da sürdürülmüştür) vatandaşları üzerinde gerçekleştirilen deneylerin çoğunun Nazi ölüm kamplarında yapılan
insanlık dışı deneylerin bir devamı olduğunu ortaya koymuşlardır.
Zihin kontrol deneyleri
Soğuk Savaş’la birlikte Rusların zihnin kontrolü alanında
kaydettikleri ilerlemelere karşılık CIA da zihin kontrol tekniklerine
olan ilgisini ve bu konudaki araştırmalarını yoğunlaştırdı. Dehşet veren araştırmalarda, psikotropik ilaçlar kullanılarak beyin
yıkama ve insan zihnini kontrol etme deneyleri yapıldı. Vietnam
187
Savaşı sırasında sorgulanan insanları itirafa zorlamak için aynı yöntemler kullanıldı. Belki de tüm bunlar arasında en rahatsız edici
olanı, belgelerin büyük bölümü sonradan CIA tarafından yok edildiği için ve ilgili kişilere ulaşılamadığı için insan kobaylar üzerinde
yapılan deneylerin gerçek boyutlarının bilinmiyor olması. Zihin
kontrolü deneyleri arasında en acımasız ve en geniş kapsamlı olanı 50’li yıllarda başlayıp 70’lere kadar süren ünlü MKULTRA
projesiydi. Üniversitelerde, hapishanelerde, akıl hastanelerinde,
yetimhanelerde ve uyuşturucu bağımlıları rehabilitasyon merkezlerinde yürütülen deneylerin yanı sıra kentlerin olası bir saldırıya
karşı ne kadar dirençli olduğunu ölçmek için kalabalık yerleşim
birimleri de kimyasal ve biyolojik maddelere maruz bırakıldı.
188
Gizli deneyler kronolojisi
1931
Dr. Cornelius Rhoads , Rockefeller Tıbbi Araştırmalar
Enstitüsü’nün gözetiminde insan deneklere kanser hücreleri
aşıladı. Daha sonra Maryland, Utah ve Panama’da ABD Ordusu Biyolojik Silah tesislerini kurdu ve ABD Atom Enerjisi Komisyonu’na
tayin edildi. Buradaki görevi sırasında Amerikan askerlerine ve hastanelerde yatan sivil hastalara radyoaktif madde verilmesini içeren
bir dizi deneye başladı.
1932
Tuskegee Frengi Araştırmaları başladı. Frengi teşhisi konulmuş ancak hastalıkları kendilerine bildirilmemiş 200 siyah erkek
tedavi edilmek yerine hastalığın seyrini ve belirtilerini izlemek amacıyla kobay olarak kullanıldı. Sonuçta hepsi frengiden ölen bu
insanların ailelerine onların aslında tedavi edilebilecekleri asla söylenmedi.
1935
Pelagra Olayı: Milyonlarca insan 20 yıl içinde Pelagra’dan (vitaminsizlikten kaynaklanan bir hastalık) öldükten sonra ABD Kamu
Sağlığı Hizmetleri Ajansı nihayet hastalığın kökenine inmek için
harekete geçti. Ajansın müdürü en az 20 yıldır Pelagra’nın niasin eksikliğinden kaynaklandığını bildiklerini, ancak ölümlerin büyük
kısmı yoksul siyah halk arasında gerçekleştiğinden harekete geçmediklerini itiraf etti.
189
1940
Chicago’daki 400 tutukluya yeni ve deneysel ilaçların etkilerinin araştırılması amacıyla sıtma mikrobu enjekte edildi. Daha
sonra Nürmberg’de yargılanan Nazi doktorlar, Soykırım sırasında
kendi yaptıklarını savunmak için bu Amerikan araştırmasını örnek
gösterdiler.
1943
Japonya’nın tam kapsamlı biyolojik silah programına karşılık
ABD de Fort Detrick askeri üssünde biyolojik silahlarla ilgili araştırmalar başlattı.
1944
Amerikan Donanması gaz maskelerini ve koruyucu kıyafetleri denemek için insan kobaylar kullandı. Gaz odasına kapatılan
bu denekler hardal gazı ve levisit’e maruz bırakıldı.
1945
Ataç Projesi başlatıldı. Nazi bilim adamlarını işe alan ABD
Dışişleri Bakanlığı, Ordu İstihbarat ve CIA, onlara ABD’de çok
gizli hükümet projelerinde çalışmaları karşılığında dokunulmazlık ve yeni kimlikler verdi. ‘’Program F’’
, ABD Atom Enerjisi Komisyonu tarafından başlatıldı. Bu
program, atom bombası üretimindeki en önemli kimyasal maddelerden biri olan ‘florid’ in insan sağlığı üzerindeki etkilerini
araştıran en geniş kapsamlı çalışmaydı. Araştırma sırasında floridin
insanoğlunun bildiği en zehirli kimyasallardan biri olduğu ve merkezi sinir sistemi üzerinde büyük hasara yol açtığı anlaşıldı; ancak
elde edilen bilgilerin büyük bölümü atom bombalarının yapımının
engelleneceği korkusuyla ulusal güvenlik adına gizli tutuldu.
1946
Savaş gazilerine hizmet veren hastanelerdeki hastalar, tıbbi deneylerde kobay olarak kullanıldı. Kuşkuları ortadan kaldırmak
için ne zaman böyle bir hastanede gerçekleştirilen bir çalışmay190
la ilgili rapor hazırlansa, ‘’deney’’ sözcüğü yerine ‘’araştırma’’ ya da
‘’inceleme’’ sözcüklerinin kullanılması emredildi.
1947
1947 ABD Atom Enerjisi Komisyonu, insan deneklere damardan radyoaktif maddelerin verileceği deneylere başlayacağını
bildiren gizli bir belge yayımladı. CIA, Amerikan istihbaratı
tarafından silah (zihin kontrol, beyin yıkama aracı) olarak kullanılabilmesi için LSD araştırmalarına başladı. Hem sivil hem asker
denekler haber verilerek ya da verilmeyerek bu deneylerde kullanıldı.
1950
Savunma Bakanlığı, nükleer silahların çöllerde denenmesi ve
bombanın etki alanı içinde kalan insanların sağlık problemlerinin ve
ölüm oranlarının gözlenmesi için planlar yapmaya başladı. Amerikan kentlerinin bir biyolojik saldırı durumunda ne ölçüde zarar
göreceğini belirlemek için ABD donanmasına bağlı gemiler San
Francisco kentine bakteriden oluşan bir bulut püskürttü. Çok sayıda insan zatürree benzeri belirtiler göstererek hastalandı.
1951
Savunma Bakanlığı hastalığa neden olan bakteri ve virüslerin kullanıldığı açık hava deneyleri başlattı. 1969 yılına kadar
süren bu deneylerde geniş kitlelerin bu bakterilere maruz kaldığından kuşkulanılıyor.
Sentetik virüsle hastalık ürettiler 1953
ABD ordusu, kimyasal maddeleri dağıtmak konusunda ne kadar etkin olduklarını belirlemek amacıyla Fort Wayne, Minneapolis,
Winnipeg, St Louis ve Leesburg, Virginia’da çinko kadmiyum sülfür gazıyla yüklü bulutlar saldı.
Ordu, Donanma ve CIA’nın ortaklaşa gerçekleştirdiği deneylerde New York ve San Francisco’da yaşayan on binlerce kişi
solunum yoluyla bulaşan mikroplara maruz bırakıldı.
CIA, MKULTRA projesini başlattı. Resmi olarak 11 yıl süren
191
bu araştırma programı, zihin kontrolünde kullanılabilecek ilaçların ve biyolojik silahların üretimi ve denenmesi için tasarlanmıştı.
1955
Geniş kitlelere biyolojik maddeleri bulaştırabilme yeteneğini
ölçmek isteyen CIA, ordunun biyolojik silah cephaneliğinden alınmış bir bakteriyi Florida’daki Tampa Körfezi’ne saldı.
1956
Amerikan ordusu, sıtma mikrobu taşıyan sivrisinekleri
Georgia’nın Savannah ve Florida’nın Avon Park bölgelerine bıraktı.
Her deneyin ardından kendilerini kamu sağlığı görevlileri olarak tanıtan ordu ajanları mikrobun kurbanlar üzerindeki etkilerini inceledi.
1960
Savunma Bakanlığı, Avrupa ve Uzakdoğu’daki halklar üzerinde LSD’yle ilgili saha denemeleri yapılması için onay verdi.
MKULTRA kapsamında Avrupa’da yapılan deneyin kod adı Üçüncü Şans Projesi, Asya’dakine de Derbi Şapkası Projesi denildi.
1964
CIA ve Savunma Bakanlığı, ortaklaşa, zihin kontrol tekniklerinin araştırıldığı MKSEARCH Projesi’ni başlattı. Aynı yıl resmen
sona erdirilmiş gözüken MKULTRA Projesi aslında MKSEARCH Projesi’yle birleştirilmişti. MKSEARCH Projesi, davranış
ve algı bozukluklarına yol açan kimyasallar (uyuşturucular) yoluyla insan davranışlarını yönlendirme çalışmalarına verilen ad.
1965
Philadelphia’daki Holmesburg Eyalet Cezaevi’ndeki tutuklulara, ABD’nin Vietnam Savaşı’nda bitki örtüsünü ve ormanları yok
etmekte kullandığı yüksek oranda zehire sahip Portakal Gazı’nın
kimyasal bileşeni olan dioksin verildi. Tutukluların daha sonra
kanser taramasından geçirilmeleri, Portakal Gazı’nın başından beri kanserojen bir madde olduğundan kuşkulanıldığını gösterdi.
1966
192
CIA, yine MKULTRA’nın devamı olan Proje MKOFTEN’ı
başlattı. Bu, belli kimyasalların insanlar ve hayvanlar üzerindeki zehirleyici etkilerini araştıran bir projeydi. ABD ordusu tarafından
New York kenti metrosuna Bacillus subtilis mikrobu verildi. Ordu
bilim adamlarının bakteriyle dolu ampulleri havalandırma ızgaralarına atmaları sonucu bir milyonun üzerinde insan bu zehirli
havayı soludu.
1967
CIA ve Savunma Bakanlığı, yine biyolojik ve kimyasal silahları denemeyi amaçlayan MKNAOMI Projesi’ni hayata geçirdi.
1969
Savunma Bakanlığı’ndan Dr. Robert MacMahan , 5-10 yıl
içerisinde, ‘’insanın bağışıklık sistemine saldıran ve hiçbir ilaçla tedavi edilemeyen sentetik bir virüs geliştirmek için’’ Amerikan
Kongresi’nden 10 milyon dolar ödenek talep etti.
1970
Ödeneğin sağlanmasının ardından CIA gözlemi altında
yürütülen proje, ordunun çok gizli biyolojik silah tesisi olarak bilinen Fort Detrick’teki Gizli Operasyonlar Bölümü’nde başlatıldı.
Burada, AIDS benzeri virüsleri ayrıştırmak için moleküler biyoloji
teknikleri kullanıldığı yolunda spekülasyonlar giderek arttı. ABD,
DNA’larındaki genetik değişiklikler ve varyasyonlar nedeniyle
hassas olan belli etnik grupları hedef almak ve yok etmek amacıyla tasarlanmış ‘’etnik silahları’’ geliştirme çalışmalarını yoğunlaştırdı.
1975
Fort Detrick’deki Biyolojik Silah Merkezi’nin virüs bölümüne Fredrick Kanser Araştırma Tesisleri adı verilerek Ulusal Kanser
Enstitüsü’nün (NCI) denetimine verilir. ABD Donanma sı’nın
burada kansere neden olan virüsleri geliştirmek amacıyla özel
bir virüs kanser programı başlattığı tahmin ediliyor. Bilim adamla193
rı burada, aynı zamanda, hiçbir bağışıklığın bulunmadığı bir virüs
ayrıştırdılar. Bu virüse sonradan HTLV (İnsan Thücresi Lösemi Virüsü) adı verildi.
1977
Senato’da yapılan oturumlarda 239 yerleşim bölgesinin
1949-1969 yılları arasında biyolojik maddelerle zehirlendiği
doğrulandı. San Francisco, başkent Washington, Key West, Panama
Kenti, Minneapolis ve St. Louis bu bölgelerden sadece birkaçı.
1978
Salgın Önleme Merkezi (CDC) tarafından gerçekleştirilen deneysel Hepatit B aşılama çalışmaları New York, Los Angeles ve San
Francisco kentlerinde başladı. Araştırma denekleri bulmak için
verilen ilanlarda özellikle çok eşli eşcinsel erkekler arandığı vurgulandı.
1981
İlk AIDS vakalarının New York, Los Angeles ve San Francisco’daki eşcinsel erkekler arasından çıktığı doğrulandı. Bu vakaların
ortaya çıkması AIDS’in Hepatit B aşısı yoluyla bulaştığı yönünde
spekülasyonların da yayılmasına neden oldu.
1985
Öldürücü bir koyun virüsü olan VISNA HTLV’ye (İnsan Thücresi Lösemi Virüsü) çok benzediği ortaya çıktı. Bu benzerlik, iki
virüsün ortak evrimsel ilişkisine işaret etmekteydi.
1986
Ulusal Bilimler Akademisi Tutanakları’na (83: 4007-4011) göre
HIV ve VISNA virüsleri, HTLV ile neredeyse aynıydı (ufak bir kısım hariç yüksek oranda benzerlik taşıyordu). Bu bilgi, HTLV
ve VISNA virüslerinin, doğada hiçbir bağışıklığı bulunmayan yeni
bir virüs ayrıştırmak amacıyla birleştirilmiş olabileceği spekülasyonlarını doğurdu. Kongre’ye sunulan bir rapor, ABD hükümetinin
ürettiği bu yeni virüslerin, aralarında dünyada bilinen hiçbir te194
davisinin bulunmayacağı şekilde genetik mühendislik yoluyla
üzerlerinde oynanmış virüslerin ve kimyasal maddelerin bulunduğu gerçeğini ortaya koydu.
1987
Savunma Bakanlığı, biyolojik silah geliştirilmesini yasaklayan
uluslararası bir sözleşme bulunmasına karşın, ülke çapında 127 tesiste ve üniversitede araştırma çalışmalarını sürdürdüğünü kabul etti.
1994
Houston’daki MD Anderson Kanser Merkezi’nden Dr. Garth
Nicholson, ‘’gen izleme’’ adı verilen bir teknikle, Çöl Fırtınası Operasyonu’ndan dönen askerlerin birçoğunda, biyolojik silah
yapımında kullanılan bir mikrop olan mycoplasma incognitus’un
değiştirilmiş bir cinsini keşfetti. Moleküler yapısının yüzde 40’ına HIV protein tabakası katılmış olması mikrobun insan yapımı
olduğunu göstermektedir. Senatör John D. Rockefeller , Savunma
Bakanlığı’nın en az 50 yıldır yüz binlerce askeri personeli deneylerde kobay olarak kullandığını ve bilinçli olarak tehlikeli maddelere
maruz bıraktığını açıklayan bir rapor yayımladı. Bu maddelerin arasında, hardal gazı, sinir gazı, radyasyon ve Körfez Şavaşı sırasında
kullanılan kimyasallar bulunuyor.
1995
ABD Hükümeti, insanlar üzerinde tıbbi deneyler gerçekleştirmiş Japon savaş suçlularına ve bilim adamlarına biyolojik silah
araştırmalarıyla ilgili bilgi karşılığında maaş ve dokunulmazlık teklif
ettiğini kabul etti. Dr. Garth Nicolson , Körfez Şavaşı’nda kullanılan biyolojik silahların Houston, Teksas ve Boca Raton Florida’da
üretildiğini ve Teksas Cezaevi’ndeki tutuklular üzerinde denendiğini gösteren kanıtları ortaya serdi.
195
1996
Savunma Bakanlığı, Çöl Fırtınası’na katılan askerlerin kimyasal
maddelere maruz kaldığını kabul etti.
1997
Seksen sekiz Kongre üyesi, biyolojik silah kullanımı ve Körfez Savaşı Sendromu ile ilgili soruşturma açılmasını talep eden bir
mektup imzaladı. Manhattan Projesi Nagasaki’yi yerle bir etti
Almanya’da Adolf Hitler’in iktidara gelmesiyle Yahudi kökenlilere yapılan baskılar sonucu, aralarında dünyaca ünlü Nobel
ödüllü fizikçi Albert Einstein’ın da olduğu çok sayıda değerli bilim adamı çareyi ABD’ye sığınmakta buldu. İkinci Dünya Savaşı
yaklaşırken, Başkan Franklin Roosevelt’e mektup yazan ünlü fizikçi, Nazi rejiminin yakında atom bombası yapabileceği uyarısında
bulundu. Roosevelt, Einstein’ın uyarısını dikkate alarak, atom
bombası geliştirilmesini öngören ‘Manhattan Projesi’ni devreye
soktu. Ne var ki Einstein, atom bombasının yapımında rol almadığı
gibi, buna açık bir dille de karşı çıkmıştı. Ancak Almanya’nın 7 Mayıs 1945’te teslim olmasının ardından atom bombası yapma işinde
korkulduğu kadar ciddiyetle uğraşmadıkları ortaya çıktı. Bu proje
çalışmaları sonunda ABD, yaptığı atom bombalarını, Japonya’yı
teslim olmaya zorlamak için, Hiroşima ve Nagazaki’ye attı.
Kendi canavarlarından korkuyorlar
ABD, 10 bin kişinin katılımıyla yakın zamanda tarihinin en
büyük terör tatbikatlarından birisini daha yaptığında, planlanan
tatbikatta, biyolojik ve kimyasal silahlarla düzenlenen saldırılarda neler yapılacağı gözden geçiriliyor. Tatbikatın ilk gününde New
Jersey’e biyolojik saldırı, Connecticut kıyısındaki bir limana da
kimyasal saldırı düzenlendi. 16 milyon dolara malolan ABD İç Güvenlik Bakanlığı’nca düzenlenen tatbikata İngiltere ve Kanada’dan
da yetkililer katılmışlardır.
ABD, denek olarak kullandığı insanlara LSD dahil birçok kimyasal verdi
196
Amaç beyin kontrolü
Sovyetler’in geliştirdiği düşünülen biyolojik silahları ve beyin
yıkama yöntemlerini örnek alan ABD, 1947 yılında CIA’nın kurulmasıyla bir dizi zihin kontrol projesinin ilkini başlattı. ABD’ye
getirilen Nazi doktorlar da bu projelerde yer alacaktı. Manhattan Projesi adı altında atom bombasını geliştiren hükümet gizli
projeler konusunda büyük tecrübe kazanmıştı. Zihin kontrol deneylerinde insanların kullanıldığı bu programların kod adları,
‘’CHATTER, BLUEBIRD, ARTICHOKE, MKULTRA, MKSEARCH ve MKDELTA’’ idi.
Neredeyse tüm ülkeyi sarmış olmasına karşın yıllarca büyük
gizlilikle sürdürülen bu deneylerde olan bitenden habersiz insanların, küçük çocukların, akıl hastalarının, tutukluların kullanıldığı
belirlendi. Deneyler sırasında ölümlerin meydana geldiği; birçok deneğin dengesini kaybettiği ve bazılarının intihara kalkıştıkları
bugün artık kesin olarak biliniyor. CHATTER (gevezelik) Projesi, Sovyetler’in casusları, esirleri itiraf ettirmek için kullandıkları
ilaçların ‘başarısına’ karşılık olarak geliştirilmişti. Araştırma, casusların sorguları sırasında kullanılabilecek ilaçların belirlenmesi
ve denenmesi üzerine odaklanmıştı. CHATTER Projesi, 1953
yılında resmen sonlandırıldı. Çalışmalarını insan davranışlarını
kontrol yönünde genişletmek isteyen CIA, teşkilatın başı Allen Dulles ‘ın onayıyla 1950 yılında BLUEBIRD (bir tür muhabbet kuşu)
Projesi’ne başladı.
Bu programın hedefleri şöyle sıralanıyordu: 1) Personelden izinsiz bilgi sızdırılmasını önleyecek bir yöntem geliştirmek, 2) Özel
sorgulama teknikleri yoluyla bireyin kontrol edilmesinin mümkün
olup olmadığının araştırılması, 3) Hafıza geliştirme yöntemlerinin
araştırılması, 4) CIA personelinin düşman kontrolüne geçmesini önlemek için savunma teknikleri geliştirmek. BLUEBIRD Projesi’nin
kod adı, 1951 Ağustos’unda ARTICHOKE (enginar) Projesi olarak
değiştirildi. Bu projenin hedefi de hipnoz ve çeşitli kimyasalla197
rın kullanımı yoluyla sorgulama tekniklerinin araştırılmasıydı. Bu
program da 1956’da noktalandı. Ancak ARTICHOKE Projesi’nin
durdurulmasından 3 yıl önce, yani 13 Nisan 1953’te CIA Başkan
Yardımcısı Richard Helms ‘in önerileri doğrultusunda MKULTRA
Projesi başlatıldı. MK harflerinin Mind Kontrolle (zihin kontrolü,
kontrolle kelimesi İngilizce ‘control’ ün Almanca karşılığı) kelimelerinin kısaltması olduğu tahmin ediliyor.
MKULTRA Projesi kapsamında insan davranışlarını kontrol
etmek amacıyla kullanılan yöntemler arasında radyasyon, elektroşok, hipnoz, başta LSD olmak üzere çeşitli kimyasallar, askeri
araç gereçler, işkence aletleri, psikoloji, psikiyatri, sosyoloji, antropoloji gibi sosyal bilimler vardı. MKULTRA’nın yurtdışı için
geliştirilenine de MKDELTA adı verilmişti. MKULTRA şemsiyesi
altında tanımlanan 150 kadar projeden en ünlüsü olan MONARCH
Projesi, resmi olarak 1960’ların başlarında Amerikan ordusu tarafından başlatıldı. (Gayri resmi olarak çok daha önceden başladığı
biliniyor.) MONARCH Projesi halen ulusal güvenlik nedenlerinden ötürü ‘çok gizli’ olarak sınıflandırılmış durumda. Bu korkunç
deneylerin gerçekleştirildiği yerler arasında 44 üniversite, 15 bilim vakfı, 12 hastane, 3 hapishane ve ilaç şirketleri bulunuyordu.
Araştırmalarda dünyaca ünlü psikiyatrlar, psikologlar ve beyin cerrahları yer alıyordu. Zihin kontrol çalışmalarında CIA ile işbirliği
yapanlar arasında Amerikan Psikoloji Derneği, Amerikan Psikiyatri
Deneği’nin eski başkanları, Biyolojik Psikiyatri Topluluğu ve ödüllü psikiyatrlar vardı. ABD’de zihin kontrol deneyleri sadece CIA
tarafından değil ABD Ordu Haber Alma Dairesi ve Ordu Kimyasal Silahlar Ofisi tarafından da yürütüldü. Askerlere birer kâğıt
imzalatarak kobay olmaları sağlandı. MKULTRA belgelerinin büyük bölümü yine programı başlatan kişi olan CIA Başkanı Richard
Helms’in emriyle 1972’de yok edildiği için insanlar üzerinde zihin
kontrol deneylerinin gerçek boyutu belki de asla bilinemeyecek.
198
Tüyler ürperten ifadeler
Biyolojik saldırı korkusuyla yaşayan ABD’de hastalalıklara
karşı her türlü önlemi alınıyor. ABD’nin işgal ettiği ülkelerde ise
çocuklardahil birçok kişi kullanılan silahlardan dolayı çaresiz durumda kalıyor.
MKULTRA Projesi’nin ilk olarak 1975 yılında başkanlığa bağlı Rockefeller Komisyonu tarafından gün ışığına çıkartılmasının
ardından Senato’nun sağlıktan sorumlu alt komitesi, CIA’nın insanlar üzerinde yaptığı deneylerle ilgili tüyler ürperten ifadeler
dinledi. Günümüze kalan belgeler ve tarihçiler, bilim adamları ve
gazeteciler tarafından yapılan araştırmalar, CIA’nın MKULTRA
kapsamında özellikle radyasyon ve LSD’nin kullanıldığı deneylere
ağırlık verdiğini gösteriyor. Bu deneyler, CIA personeline, askerlere,
casuslara, fahişelere, akıl hastalarına ve sıradan insanlara tepkilerini
ölçmek için, çoğu durumda deneğin haberi olmadan LSD verilmesini içeriyordu. Bu tür deneylerde eroin, meskalin, skopolamin,
marihuana, alkol ve sodyum pentatol gibi maddeler de kullanıldı. MKULTRA Projesi’nde görevli biyolojik silah uzmanı Dr. Frank
Olson, 28 Kasım 1953 tarihinde, kendisinden habersiz içkisine karıştırılan LSD’nin etkisi altındayken Manhattan’da bir otelin 13.
katından atladı. Ailesi Dr. Olson’un gerçek ölüm nedenini 22 yıl
sonra MKULTRA ile ilgili bilgiler ilk ortaya çıkmaya başladığında
öğrendi. Harold Blauer adında bir profesyonel tenis oyuncusunun
da gizli bir meskalin deneyi sırasında öldüğü sonradan ortaya çıktı. ABD Donanması’ndan emekli Wayne Ritchie , 1957’de katıldığı
bir Noel partisinde kendisine gizlice LSD vermekle suçladığı CIA
aleyhine geçen yıl 12 milyon dolarlık bir tazminat davası açtı.
199
Biyolojik silah çalışmaları sürüyor
Başkan George W. Bush , kitle imha silahları üreterek uluslararası sözleşmeleri ihlal etmekle suçladığı Irak’a harekât emri verdiği
sıralarda ABD’nin, İngiliz ordusunun da yardımıyla yeni nesil
biyolojik ve kimyasal silahlar geliştirme çalışmalarını sürdürdüğü
iddia ediliyor. Bundan üç yıl önce İngiliz The Guardian gazetesine demeç veren ABD’li mikrobiyoloji profesörü Mark Wheelis ile
İngiliz uluslararası savunma profesörü Malcolm Dando , ABD’nin
biyolojik misket bombaları, antraks ve kalabalık insan gruplarının
söz konusu olduğu durumlarda kullanılacak öldürücü olmayan silahlar üzerinde çalıştığını iddia etmişlerdi.
CIA’NIN ABD dışındaki projeleri
CIA projeleri arasında yurtdışında da gerçekleştirilenler vardı. Özellikle yurtdışı için tasarlanan MKDELTA programı Avrupa ve
Asya ayağı olarak ayrılmış ve bunlara Üçüncü Şans ve Derbi Şapkası
projeleri adı verilmişti. Ancak bu konuda belgeye ulaşılamamıştır.
Senato’da yapılan oturumlarda da bu projeler hakkında bilgi sahibi
olan tanığa rastlanmadı. Ancak Kanada’da MKULTRA kapsamında
çok çeşitli deneyler yürütüldüğünü kanıtlayan belgeler bulunuyor.
Bunlardan en iyi bilineni Dr. Ewen Cameron tarafından 19501965 yılları arasında Montreal’deki Allen Memorial Enstitüsü’ndeki
hastalara elektroşok ve deneysel ilaçlar verilmesini kapsayan deneylerdir. 1992 yılında bu deneyler ortaya çıktığında Dr. Cameron
da hastalarının çoğu da ölmüştü.
‘Mançuryalı Aday’ gerçekti
Kişilik bölünmesi konusunda uzman olan ABD’li psikiyatr
Colin A. Ross , günümüze kalan belgeler üzerinde yaptığı uzun süreli araştırmalardan sonra kaleme aldığı ‘’Bluebird: Psikiyatrlar
Tarafından Kasıtlı Olarak Yaratılan Bölünmüş Kişilik’’ adlı kitabında
şöyle yazıyor: ‘’BLUEBIRD Projesi’nde CIA, kasıtlı olarak kişilik
200
bölünmesi yarattığı deneklerini gizli operasyonlarda kullanmaya
çalışmıştır. Belgelerin incelenmesi sonucu bu inanılmaz deneylerde, 11 yaşındaki çocukların beyinlerine elektrodlar yerleştirildiği,
7-11 yaşları arasındaki çocuklara haftalarca, her gün, günde 150
mg LSD verildiği ve elektroşok yoluyla deneklerin hafızalarının
silindiği, hayvanların beyinlerine elektrod yerleştirerek kimyasal
ya da biyolojik saldırılarda kullanma çalışmaları yapıldığı biliniyor.
‘Mançuryalı Aday’ (orijinali 1962 yılında çekilen ve beyin yıkama
yöntemlerini konu alan bir film) kurgu değil gerçektir ve CIA tarafından 1950’lerde BLUEBIRD ve ARTICHOKE zihin kontrol
programlarında yaratılmıştır.’’
Aytunç Altındal, Araştırmacı Yazar
Frekansla herhangi bir kimsenin beynine bir duyum (mesaj)
gönderme teknolojik olarak mümkündür. Bu konu üzerinde gerek CIA gerekse KGB uzun zamandan beri çalışıyorlar. SSCB’de
Komünist Parti’ye muhalif bazı kişiler, KGB’nin dalga harekatı yayınları sonucu ya intihar etmiş ya da delirmişlerdir…
Onkolog Doktor-Haluk Nurbaki
CIA tarafından uyuşturucu ilaçlarla yapılan deneyler, ABD hükümetinin uyguladığı çok gizli zihin kontrol projesinin yalnızca bir
kısmıdır. Bu deneyler binlerce kişi üzerinde 35 yıl devam etmiştir.
Bu araştırmalar narkotik, hipnoz, elektronik olarak beynin uyarılması, alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi ve davranış
değişiklikleri terapisidir. Devletler parapsikolojik silahları, vatandaşlarını kendi ideolojik ve politik sistemleri içinde tutmak için
veya diğer ülke insanlarının zihinlerini etkileyerek değiştirmek ve
kendi gayelerini uygun yönlendirmek için kullanacaklardır...
- Walter Boward, Gazeteci Yazar
Radyohipnotik beyinler arası kontrol projesi, elektronik hipnoz yapmayı amaçlamaktır. Bu projede kişiye istemediği şeyleri
201
yaptırmak mümkün hale gelecektir. Tuşlarla kontrol edilen insana
neler yaptırılmaz ki!
- E. Kurmay Albay Nevzat Tahran
CIA’da senelerdir, ‘Uyuyan Güzel’ kod adlı bir araştırma operasyonu yürütülüyor. Amaç, insan beyninin uzaktan kumandası,
yönetilmesi ve yönlendirilmesi... Pentagon, bu operasyon hakkında hiç
ama hiçbir teknik bilgi vermiyor. Açıklama şu: ‘Bugün eski bir CIA patronu olan Başkan Bush bile bu araştırmalarla ilgili bilgi alamaz.’
- Sıtkı Uluç, AA Brüksel Temsilcisi
“EMF sinyalleri ile insanlar uzaktan tespit edildiği gibi öldürülebiliyor. Psikotronik silah 320 kilometre mesafeden insan üzerinde
etki yapabiliyor, metabolizmayı etkileyerek ölüme yol açıyor.”
KÜPE
Hepimizi ciddi bir tehdit altinda birakan küresel psikolojik saldiri ortaminda “beynimize sahip olabilmek için; yeterli ve dogru
bilgilerle donanmis, sadece maddeyi degil, beraberinde milli suuru
da özümsemis nesiller yetistirmek mecburiyetindeyiz. Aksi halde,
eski de olsa gelisen teknoloji ile sinirsiz güce ulasan psikolojik savas ve onun en güçlü silahi olarak bilinen propagandanin hedefi ve
magduru olmaktan kurtulamayiz.
ABD’nin Ulusları yok etme silahı : GENOM
Kendilerini seçilmiş insanlar olarak gören Amerikalı’lar, dünya egemeliğini ellerine geçirmek için Türkler gibi diğer ulusları
da toptan yok etmeyi planlıyor. Bu amaçla başlatılan GENOM
projesine göre önce toplumların milli değerleri ortadan kaldırılıp bölünmeleri sağlanacak,sonra tarihin sayfalarına gömülecektir.
Geçmiş yıllarda bütün Töton ırkları içinde Amerikan halkı, “sonunda dünyanın dinçleştirilmesine öncülük etmek üzere” seçilmiş ulus
olarak görülürdü. Amerika’nın yüce görevi buydu. Tanrı Amerikan
202
halkını, “dünyanın gelişmesini emanet ettiği halk, hakça bir barışın
koruyucuları olarak atamıştı . 1910’ların ABD’sinde Beveridge bu
görüşleri dile getirmişti. Bugünün ABD Başkanı Bush, “Birliğin
Durumu” adlı konuşmasında “Kendisinin yıldızların ötesinden aldığı ilhamla dünyayı demokratikleştirme ve özgürleştirme” görevi
olduğunu söylemiştir.
Genetik silah
6 Mayıs 2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nin haberine göre dünyadaki ırkların genetik geçmişini aydınlatmak üzere “National
Geographic” Derneği ve IBM şirketinin sponsorluğu ile “Genografi” adlı bir proje başlatılmıştır. Bu proje ile Genetik yapısı nispeten
saf olan yerli topluluklardan en az yüz bin DNA örneği toplamayı
hedeflemektedir. Bu projeye, dünyanın her yanından genetik geçmişini bilmek isteyenler de katılabileceklerdi. Bu noktada öteden
beri Türkiye’de çeşitli isimler altında ortaya konulan birkaç somut
olayı hatırlamak gerekir. Bunlardan en popüleri ünlü Dr.Babuna olayıdır. Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un Tespiti Kan kanseri olan
ve ABD’de tedavi gören Dr.Babuna’ya uygun kemik iliğinin bulunması için Türkiye’nin belirli bir bölgesinden büyük bir “kan
toplama” kampanyası düzenlenmiş ve analiz için binlerce kan örneği ABD’ye gönderilmişti.
Kimliklerden kuşku duymak
Türkiye’de yaşayan insanların kimlikleri konusunda kafalarının
karıştırılarak; insanların mevcut aidiyetlerinden kuşku duyar hale
getirmek isteyebilirler.
Azınlıkların kışkırtılması
Bu projenin Türkiye yönünden etnik ve mezheple ilgili yapıları abartıp, kışkırtarak mikro milliyetçi akımların gelişmesini
sağlamak gibi gizli bir amaca hizmet ettiği açıktır. Son zamanlarda
AB’nin Alevilerin ve Kürtlerin azınlık olarak kabul edilmesini talep
203
etmesiyle sözü edilen gen projesi arasında gizli bir bağlantı bile söz
konusu olabilir. Genom projesiyle AB’nin Türkiye’de suni azınlık
yaratmayı esas alan uçuk taleplerine bilimsel gerekçe üretilmiş olabilecektir.
Sosyal çözülmeler yaratmak
Toplumların benzerliklerini perdeleyerek farklı yanlarını ve
ayrıntıları ön plana çıkarıp sosyal çözülmelerin önünü açmakta bu
tür projelerin bir başka amacı olabilir.
Kitleleri birbiren düşürmek
Barış içinde bir arada yaşayan kitleleri birbirine düşürmek,
ulusal sınırların laboratuarda üretilmiş ırkı ve etnik yapılar doğrultusunda yeniden çizilmesini sağlamak.
Ülkeler’in kendi içlerine kapanmasını sağlamak
Özellikle imparatorluk mirasçısı olan Türkiye gibi ülkeleri etnik/ırki çelişkilerle uğraştırarak kendi içine kapanmasını sağlamak
ve hatta ayrıştırma başarılı olursa kontrol edilebilir etnik temelli
küçük devletçiklere dönüştürmek. “Genom” milli değerleri yıkma sürecinin son aşamasıdır. Türkiye’de son zamanda milli olan her
şeye şuursuzca saldıran sayısız yazar/ gazeteci ve düşünür türemiştir. Bunlar Türkiye için değerli, kutsal, milli, etik bulunan her şeye
saldırarak halkta moral bunalımına neden olmaktadırlar. Gerçekte
yapılan psikolojik bir savaştır. Bu savaşı klasik savaştan ayıran askerle ve silahla değil kavramlarla yapılmış olmasıdır. Örneğin Türklerin
meşhur “Oğuz Kağan Destanı”ndan bugüne, nesillerin nesillere aktararak getirdikleri bir “vatan”ın kutsallığı algısı vardır. Bunun için
Türkün olduğu her yerde önce yüreklere sonra da dağa bayıra her yere “Önce vatan” yazılmıştır. Vatan uğruna ölen evladının
ardından bir baba çıkar ve “oğlumu uğruna kaybettim. Vatan
sağ olsun” der. Bu duyguyu yenmek ve halkın nezdinde gözden
düşürmek için sureti haktan görünen türlü çeşit gayret sarf edilmektedir. Bir gazete yazarı vatana ihanetin sağlayacağı yararları bir
İspanyol yazardan alıntı yaparak şöyle ifade eder:
204
“Vatan tüm kötü alışkanlıkların anasıdır: İlletten tedavi olmanın en hızlı ve etkin yolu onu satmak, ihanet etmektir; nasıl mı
satmak? İster pahalı ister bedavaya; kime mi? En yüksek peyi kim sürerse ona; ya da, verip kurtulmak ağulu armağanı, onu hiç bilmeyene,
bilmek de istemeyene; ister zengine ister yoksula, umursamazın
tekine ya da bir aşığa; salt ihanet zevki yeter; bizi belirleyen, bizi
tanımlayan, istemeden bizi bir şeyin sözcüsüne dönüştüren; üstümüze bir yafta yapıştıran, bize bir maske yakıştıran ne varsa ondan
sıyrılma zevki uğruna… Haraç mezat satmak her şeyi; tarih, inanışlar, dil; çocukluk, manzaralar, aile; fırlatıp atmak kimliğini,
sıfırdan başlamak; Sisyphos olmak, aynı zamanda, kendi küllerinden yeniden doğan Anka kuşu”.
Bu yazar aktardığı bu sözlerden sonra “önce vatan” ilkesini
sistemimizden dışarı atıp atamayacağımızın ne kadar önemli olduğunu altını çiziyor.
Vatan seni seviyor mu?
Bir başka meşhur düşünürümüz (!) de şöyle diyor; “İnsanı zorla askere alıyorlar, Afganistan’a yolluyorlar. ‘Vatanını seviyorsan’
diyorlar. ‘Sevmiyorum’ derse ne olacak? Siz vatanı seviyor musunuz? Ben yaptığım işi seviyorum. İnsan yaptığı işi seviyorsa, bir de
‘vatanı sevmek’ diye ayrıca bir meslek çıkmaz ortaya. Vatan sevmek
bir meslek midir Allah aşkına? Bir de ‘Vatan seni seviyor mu?’ diye
sorarlar adama”. Bu düşünür (!)bir mülakatta sorulan “Milliyetçilik ne demektir?” sorusuna Oscar Wilde’dan şu alıntıyı yaparak
cevaplandırmıştır: “Her alçağın son sığındığı yer milliyetçiliktir”.
Bu anlı şanlı (!) yazar ülke ve millet sevgisiyle dolu, zamanını üretmekle geçiren, kütüphane ve laborotuvarları mesken edinmiş,
ecdatının mirasına saygılı, diline ve inanç değerlerine bağlı olmayı
milliyetçilik olarak algılayan insanlara bile dolaylı da olsa “alçak” deme hakkını kendinde görebilmektedir.
205
Milletçiliğe karşı dünya vatandaşlığı
“Millet herhangi bir insan kümesinden neden daha değerli olsun?” diye sorarken bir diğeri “milliyetçiliğin iyisi yoktur” diye yazar.
Milliyet, milliyete bağlılık bilinci, milli devlet ve milli egemenlik
aşağılanırken onun yerine konulması gerekenler üzerinde de kafa
yoran bir başka aydınımız erkekçe (!) bir çıkışla “milliyetçiliğe karşı dünya vatandaşlığı”nı önerir. Birisi çıkıp da kendi ülkesinin
vatandaşı olmayı beceremeyen birisinin dünya vatandaşı olmayı
nasıl becereceğini soracağını ise hiç aklına getirmez.
Kuşkusuz bütün bu çabalar entelektüel egzersiz olsun diye yapılmamaktadır. Millet, milliyet, milliyetçilik, vatan vb. kavramların
tahribinin ardından son aşama olarak Genom Projesi ile de “Türk
diye bir soy yoktur” siz “kendinizi yanlış tanıyorsunuz, aslında siz
Afrika’dan Mao Mao ya da Hutu kabilesinin ilk reisinin torunlarısınız” demeye getireceklerdir. Ardından da vatanınız dünya,
milletiniz bütün insanlıktır; bulunduğunuz topraklara gelince işte
oralar bulunmanız gerekli olan topraklar değil! Nitekim Genom
ve benzeri projelerle eş zamanlı olarak Türkiye’de Türklerin yüzdesi de verilmeye başlanmış, milliyetçilik sözü edilen projenin
varsayımlarına göre yeniden Türklük’ün tanımlanması ortaya atılıp
önerilmeye başlanmıştır.Türk’lüğe vurarak Bu cağrafyanın umum
ismi olan “Türk milleti” ninde itibarı zedelenmek istenmektedir.
Ki bizim Türklük anlayışımız Mimar Sinan’ın Türklüğüdür.
Etnik köken farklı bir şeydir. Milliyetçilik başka, milletçilik başka bir şeydir.
206
GENOM Projesi neyi amaçlar?
Genom, ABD’nin dünyadaki en büyük güç olma savaşının en
büyük silahıdır. Yakın geçmişte SSCB’nin evrensel iddialarından ve
kapitalizmin lideri ABD’yle rekabetten çekilmesiyle dünya tek kutupluluğa mahkûm hale gelmiştir. Neredeyse bütün ülkelerinin
günümüzde egemenlikleri, meşruiyetleri, etkinlikleri ve varlıkları
tek küresel güç olan ABD’ye bağımlıdır. ABD’ de tarihin kendisine sunduğu bu eşsiz tek güç olma fırsatını sürekli kılabilmek için
elinden geleni yapmaktadır. Bu bağlamda tek küresel güç olmanın sağladığı stratejik, askeri ve politik üstünlüğünü dünyanın
herhangi bir köşesinde tehdit edecek bir bloklaşmanın ya da bütünleşmenin ortaya çıkmasını engellemeyi birinci stratejik hedef
olarak almıştır. Bu bakımdan bölgesel güç olabilecek ülkeleri etnik,
soy, dil, mezhep, ideoloji vb. yönlerden ayrıştırarak güçsüzleştirmektir. İşte “Genom” bu amacı gerçekleştirecek çok güçlü ve bir o kadar
da tehlikeli stratejik bir saldırı projesidir .Bir başka deyişle Milli
Devletler’e yönelik ırkçı saldırıların başlangıç aşamasıdır. Türkiye
kendi genlerini AB/ABD/Yunan/Ermeniperest olmayan, kendisini “Dünya Vatandaşı” değil Türk vatandaşı olarak gören fikir
namusuna sahip bilim adamlarına emanet etmelidir. Gen araştırmalarını Türkiye’ye karşı silah olarak kullanmak isteyenlere karşı
kendi argümanlarını bizzat kendi bilim adamlarına hazırlatmalıdır.
Artık birileri bu konuda da “Değmesin mabedimin göğsüne namehrem eli” demek cüretini göstermelidir.
207
İnsan Genomu Projesi
Organizmayı oluşturmak için gerekli bilgilerin toplamına genom diyoruz. Bir diğer tarifle, bir hücredeki genetik materyalin
tamamı o organizmanın genomunu oluşturur. Resmi olarak Ekim
1990’da başlamış olan insan genom projesi (İGP), uluslararası
niteliğe sahip olup insan kromozomlarının fiziksel haritasının
çıkarılmasını, sayısı yaklaşık 100.000 adet olarak tahmin edilen
insan genlerinin keşfedilmesini ve bu sayede bu genlerin daha ileri
biyolojik çalışmalar için ulaşılır kılınmasını amaçlamaktadır. Günümüzde, tedavisi henüz olanaksız 3000’den fazla genetik hastalık
milyonlarca insanın yaşamını etkilemektedir. Bu tip hastalıklardan sorumlu genlerin yapısının aydınlatılması ile “işlevi bozuk”
genler için “düzeltmelerin” yapılabileceği, hastalıkların önceden teşhisi ve tedavisinin mümkün hale geleceği tartışmaları, bu
projenin başlatılmasındaki en önemli etken olmuştur. İyiniyetli
çalışmaların dışında biyolojik silahlarında gündem oluşturması bu
proje ile ayrıca gündeme girmiştir.
Sadece genetik tespit değil, aynı zamanda kan dokusundan
hareketle, özel ilaçlar çıkarılıp hastalıklar üretilebilir. özel hastalıklardan yola çıkılarak ırkî anlamda tespite yardımcı olacak sonuçlara
ulaşmanın mümkün olabileceğini vurguluyor. Örneğin, ailevi Akdeniz ateşi Araplar, Ermeniler, Yahudiler ve Türklerde ağırlıklı olarak
görülüyor. HLA B5 Behçet hastalığı, B8 diyabet hastalığı taşıyan doku gruplarından.
208
Ezoterik bilgilerden parapsikolojiye
Tibet Budizmi, Zen Budizmi, Sufizm ve Yoga gibi öğretilerin
içerikleri, Batı da tam anlamıyla bilinmiyor. Bugün, zihnimizin
normal çalışmasının dışında, sezgiye dayanan bilince sahip olduğumuz kabul ediliyor ve insanın akıl ile sezgiye dayanan kabiliyetleri
arasındaki fark inceleniyor. Dini ve mistik batıni sistemlerdeki meditasyon ve vecd ise batıda yeterince bilinmiyor.
Bugün modern bilimin ortaya koyduğu madde ve enerji kanunları, medeniyetimizi oluşturuyor. Ancak bu kanunlar yalnızca
maddeye ilişkin ve canlıların duyumlar dışı yeteneklerine cevap
bulamıyor. Bu nedenle, bir grup bilim insanı metafizik ve mistik öğretilerden yola çıkarak, dünya yaşantısının bir hayalden ibaret, bir
rüya hali olduğundan yola çıkarak sezgileri inceliyor.
Yeni bir bilim dalı olarak kabul edilen ve giderek gelişen
Parapsikoloji, eskinin batıni öğretileri ve bilgilerini, modernteknolojik cihaz ve vasıtalarla inceliyor. Londra Üniversitesi
King´s College Matematik Profesörü John G. Taylor, şöyle diyor;
´Zihin ihtilalinin yarı yolunda bulunduğumuz anlaşılıyor. Daha
parlak gelişmeler olacak. Zihnin yeni anlayışı; insanın hislerini,
hareket tarzlarını yahut zekasını kontrolde güçlü metotlar meydana
getirdi. Biz şimdi birçok zihin halini, hemen hemen bütünüyle, fiziki vasıtalarla kontrol edebiliyoruz.´
Günümüzde insanların zihnine çeşitli araçlarla (gazete, kitap,
radyo, internet ve televizyon) ulaşma imkanı sınırsız ve kontrolsüz
209
bir halde. İnsan denilen biyolojik varlık, çok kolay programlanabilmekte. Okült (batıni, gizli) bir bilgi olan teknomaji´nin (teknik
büyü) sırları da son 300 yıl içinde insanlar tarafından çözülmüş
durumda. Bu bilgi yığını korkunç silahları da beraberinde getirdi.
Teknokrat, bilim adamı ve askerlerden oluşan bir grup, bu
güçlerin kontrolünü şimdi elinde bulundurmakta. Son 25 yıl, parapsikoloji ve psikotronik gibi adlar altında psikomaji´nin (ruhsal
büyü) uygulama alanına konulduğu yıllar oldu. Hedef insan zihinlerini kontroldür. Geleceğin insanının-hatta günümüzün-kaderini;
psikologlar, psikiyatristler, nörologlar, nörobiyologlar, biyokimyacılar, kuantum fizikçileri çiziyor.´
İllaki uyuşturucu
ABD’nin Nikaragua’da, El Salvador’da Guatemala’da Orta
Amerika’nın diğer ülkelerinde. Ortadoğu’da ve Afganistan’da çok
ciddi örgütlenme çalışmaları olduğu artık bilinen bir gerçek. Özellikle Vietnam savaşından itibaren bu gerçek daha da açığa çıktı.
Yani ABD’nin dünyanın uyuşturucu şebekelerini örgütlemesi, bunun yani sıra Afganistan’da SSCB’ye yönelik savaş döneminde
oradaki örtülü mücadeleyi uyuşturucu parasıyla finanse etmesi,
bu doğrultuda Pakistan istihbarat örgütünü de kullanması, bilinen
gerçeklerdir.
Ülkemizin bulunduğu coğrafya üzerinde yasadışı uyuşturucu madde trafiğinin ana hatlarıyla tek yönlü bir seyir izlemediği
görülmektedir. Ülkemizin doğrudan etkilendiği Avrasya uyuşturucu trafiği, kendi aralarında kollara ayrılmış, Balkan Rotası, Kuzey
Karadeniz Rotası ve Doğu Akdeniz Rotası olarak şekillenmiştir. Türkiye, sözü edilen uyuşturucu yollarının tam ortasındadır.
Bütün bu uyuşturucu trafiğinin olduğu hatların ise aynı zamanda terör bölgeleri olmaları ise manidardır. Heleki ülkemizin belası
Pkk’yı bu noktada hatırlamakta fayda görüyorum.
210
Çözüm yolu üzerine
Soğuk toplumsal gerçeklik içinde, sevginin sıcaklığını
yitirmemek için verilen bir mücadelenin anlamı olduğunu düşünüyorum. İnsanları kendilerine yabancılaşmaktan kurtarmalı ve
insanların gerçek anlamda insani bir öze dönmeleri sağlanmalıdır.
Yok edici kapitalist tüketime, verilecek en güzel yanıt böylesi mücadeledir.
Bağımlılık yaratan maddelerden ve bu maddelerin gençlerimize olan etkilerinden kurtulmak, insanlık dışı eşitsizlik ve
haksızlıkları ortadan kaldırmakla mümkündür. Kapitalist üretim
ve paylaşım sisteminin artık olmadığı, insanın insanı sömürüsünün yok olduğu zaman insanlık için tarih öncesi dönem kapanmış
olacaktır. Kapitalizmi ve emperyalizmi aşmaya yönelik mücadelenin
başarısı, sadece barbarlığa son vermek için değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak için de gereklidir.
Ve Herotürk!
Yaş ortalaması 50’li yaşlarda bulunanlar arasında sanırım amerikan çizgi romanlarından dilimize uyarlanan çizgi kahramanlarının
maceralarını okumayanımız yoktur. Özellikle 70’ li yıllarda hepimizin birer model çizgi kahramanı vardı. İletişim araçlarının henüz
ülkemize gelmediği o yıllarda, birçoğumuz okumayı dahi o sözde
kahramanların maceralarıyla öğrenmişti. Texas, Tommiks, Zagor,
Swing vs gibi çizgi roman kahramanlarıyla yatıp, yine onlarla kalkıyorduk. Her geçen onlu yıllar dönemin çocuk ve gençlerini
etkileyen kahramanlarla kendini yineledi durdu. Haryy Potter’li
günlere uzandık geldik. Böylece çocukluk günlerimizde bir taraftan eğlenirken, diğer taraftan da o ülkelerin kültürü, bakışı açısı ve
düşünce şekli bilinçaltımıza işleniyordu. Zaman içerisinde kültür dayatılmış etmenin şekli veyapısı değişti. O zaman çizgi
romanlarla empoze edilen yabancı kültür, bugün iletişimin gelişi211
mine bağlı olarak başka başka araçlar aracılığıyla empoze edilmeye
çalışılmaktadır. Kültür emperyalizmi aynı zamanda kültür endüstrisine kilitlenerek bu uğurda ülkenin ciddi orandaki dövizini de
alıp götürmektedir. Ancak bugün dahi, özellikle çocuklar için çizgi
roman ve filmlerin etkisi gözardı edilemez. Bugün dahi 3 yaşına
gelen çocukların ilk izledikleri çizgi filmler ile beyinlerde oluşturulan rol model tiplemeleri daha ileriki yaşlarda ise diğer ürünler
ile pekiştirilmektedir. Günümüzde de çocukların yeni nesil çizgi kahramanları vardır. Bu kahramanların sadece adları ve işlevleri
değişmiştir. O zaman da, bugün de sözde çizgi kahramanlar ile kültürümüze sızma ve dejenere etme çabaları sürmektedir.
Batı kökenli çalışmalara salt karşı çıkmak adına itiraz etmiyor; tek yanlı kültürel beslenmenin çocuklar üzerindeki olumsuz
etkisinden bahsediyoruz. Biz de bu arenada yer alarak kendi çocuklarımıza, onların üzerinden de tüm dünya çocuklarına
bizimde söylenecek sözlerimiz var demek istiyoruz.
B
u
gerçekten yola çıkarak çocuklarımız için; HeroTürk Çizgi Romanı,
HeroTürk Romanı, ve HeroTürk Tiyatro Oyunu’nun hazırlıkları tamamlanmış bir yandan da çizgi film çalışmalarını sürdürmekteyiz.
Söz konusu eserlerle ilgili tanıtım ve kamuoyunun bilgilendirilmesi de devam etmektedir. Bu noktada
“Duyan duymayana söylesin” tercih ettiğimiz yöntemdir.
Burada kısaca HeroTürk Projesi’nde izlenen amaç, yöntem ve
karakterlerden de kısaca söz etmek istiyorum. Bu projedeki amacımız,
Ülkemizin birlik ve beraberliğe, dünyanın barış ve adalete ihtiyaç duyduğu günümüzde; yüreğinde ecdadının hissiyatını, aklında
evrensel değerleri, batının ilim refleksiyle bir tutup, onları bir haznede harmanlandıran, kısaca milli-manevi değerlere sahip, yeni nesil
bir kahramanın çocuklarımızca rol-model olarak benimsenmesini
sağlamaktır.
212
MİSYONUMUZ
Avrasya isimli coğrafi bölge başta olmak üzere; yeryüzünde yaşayan her insana, meşru olan her fikre, her inanca, her ideale aynı
yakınlıkla duran, kendini toplumların parçaları ile değil, dayanağını başta bu ülkenin geleneksel bağlarından alıp sonra da evrensel
değerlerin bütünlüğü ile ifade eden, pozitif aklın, sağlam inancın,
uzak ideallerin rehberliğinde barış ve adalet politikaları izleyecek olan uluslar arası uzlaşmacı bir kimlik haraketi oluşturmaktır.
Bölge devletleri ve halkları ile milletimizin arasındaki tarihe dayalı bağlantıları modern bir algı ile yeniden sağlam bağlarla
tesis edip bu uğurda gelecek nesillere örnek teşkil edecek değişim
takviminin sayfalarını hazırlamaktır. Hedef meşgalemiz; adı geçen coğrafyada yaşayan her bir bireye toplumumuzun ülkülerinin
ve inancının temel dinamiklerini zinde bir ruh, sarsılmaz bir inanç,
sonsuz fedakarlık ile aktarmaktır.
VİZYONUMUZ
Başta bütün insanlığı ilgilendiren sosyal refleksler eğitim, çevre ve sağlık konularında olmak üzere özellikle ana faaliyet konusu
olan çocuklar ve gençliğin bilgilendirilip eğitim ve öğrenimlerini bu
doğrultuda gerçekleştirerek insani irtibat hususu ile toplumlar arası
diyalog vasıtaları oluşturulacaktır.
213
Ortak paydalar temin etmek üzere oluşturulacak her bir organizasyonda hareket şiarının temel prensibi; bölge insanlarından
oluşturulmuş olan istişare kurullarıyla belirlenmiş olan hedefler etkisi tüm insanlığı kapsayacak şekilde eyleme dönüştürülüp genel
manada faydacı gayeler elde edilecektir.
HeroTürk Projesi’nde yer alan eserlerdeki her macerada bizim
kültür ve inanç kodlarımıza uygun yeni bir temanın takipçiliğini
yapacağız.
Eğitim, çevre ve sağlık gibi insanlığın ortak teması olan konuları, güncel hikayelerle süsleyip, sosyal sorumluluk projelerine
dönüştürmek için ergonomik ve rantabl aksiyonlar, formüller üreteceğiz. Örneğin;
“Türkiye’nin 7 bölgesine 7 çocuk hastanesi” projesi kampanyasını da bu çerçevede hayata geçireceğiz. “Türk” temasından
maksadımız, ırkçı bir yaklaşım değildir. Bizim Türklüğümüz Mimar Sinan’ın Türklüğü’dür.
Etnik köken esas değildir. Başkahramanımız Ertuğrul’un annesinin Bitlis kökenli bir Kürt, babasının da Tokatlı Çerkes ailelere
mensubiyeti, bu tavrımızın çıkış noktasıdır. Türklük, bu coğrafyanın 1000 yıllık şemsiyesinin adıdır. Türklük, insan isimli canlı
türünün insancıl markasıdır. Bizim Türklük anlayışımız: barış,
adalet, ilim ve irfandır. Eserde; Niko, Chen, Widmark, İbosanjo,
Esta gibi değişik ırk ve milletlerden oluşan yan karakterlerimizle
de, hikâyelerimizde.
214
“Yüzyılın İyilik Takımı”nı kurmayı ilke edindik.
Bize ait değerlerin tarihi köklerine de vurgu yapacak şekilde, çocukların hoşuna gidecek fantastik maceralar içerisinde, hikâyenin
akışına uygun, kilit noktalara serpiştirerek bilinçlerinde yer edinmesini sağlamak istiyoruz. Olaylar dün, bugün ve yarın üçlemesinde
ele alınacaktır. Günümüzdeki güncel bir olaydan yola çıkılarak, tarihin dip konularına atıflarda bulunmak ve gelecekle ilgili vizyon
oluşturacak, kendi zamanına göre ileriyi öngörebilen, ilericimodern çizgiler taşıyan bakış açıları sergilemek istiyoruz.
Bu amaç, bakış açısı ve yöntemlerle hazırlanan eserler geleceğin Türk çocukları için hazırlanmış ve beğenilerine sunulmaya
hazır hale getirilmiştir
Çocuklarımıza kendi kültür değerlerimizi anlayabilecekleri
bir dil ve üslupla anlatarak, gelecek kuşaklara milli kültürümüzü taşımayı amaçlayan HeroTürk Projesi’ne desteklerinizi bekliyor,
saygılar sunuyorum.
215
216