Bir de şöyle demektedirler: "Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi öldüren ise zamandan başkası değildir." Halbuki onların bu konuda bir bilgileri yoktur, zannetmekten başka bir şey yaptıkları yok. Câsiye Suresi, 24. Editörden nsanoğlunun hakkında aldandığı iki nimetin sağlık ve boş vakit olduğunu bildirir Sevgili Peygamberimiz. Bizlerse bugün nedense hep vakitsizlikten şikâyet ediyoruz. Meşgalelerimiz mi arttı, vaktimizin bereketi mi kalmadı, yoksa onu doğru kullanmayı mı bilmiyoruz? Çoğunlukla boş geçirdiğimiz zamanların farkına bile varamıyoruz. Belki dünya ve ahiret dengesini de gözeterek öncelik sıralamamızı doğru yapamadığımız için her zaman bir koşuşturma, bir telaş içerisindeyiz ama yine de koskoca gün bize yetmiyor. Haftanın başlamasıyla bitmesi sanki bir anda oluyor. Bu telaş ve koşturmamızda, büyük şehirde yaşamanın getirdiği zorlukların ya da günümüzün zor çalışma koşullarının epeyce büyük bir payı olsa da sanıyorum zaman yönetimiyle ilgili olarak da ciddi problemler yaşıyoruz. Bu problemler nelerdir? Zaman yönetimiyle ilgili en çok yaptığımız hatalar nelerdir? Vaktimizi doğru ve etkili kullanabilmek için nelere dikkat etmeliyiz? Dinimizin zamanı değerlendirme konusunda bize sunduğu perspektif nasıldır? Bu ve benzeri soruların cevaplarını aradı Dr. Elif Arslan, “Biriktirilemeyen Bir Kaynağın; Zamanın Yönetimi” başlıklı yazısıyla. Yukarıda sözünü ettiğim kapak konumuzun dışında farklı bölümlerimizdeki bazı yazılarımızdan bahsetmek istiyorum: Dr. Zekiye Demir “Rüyalar Ülkesine Yolculuk” başlıklı yazısıyla, bir hac yolculuğunda yaşanan duygu yoğunluğunu anı üslubunda yazıya döktü. Ömer Baldık ise İ Peygamber Efendimizin sünneti olan güzel bir hasletimizi; selamlaşmayı anlattı. Aile-ce bölümümüzde Özgül Piyade, “İyi insan; iyi gelin, iyi kayınvalidedir!” başlıklı yazısıyla, ülkemizde genellikle problemli görülen kayınvalide-gelin ilişkileriyle ilgili güzel bir bakış açısı sunuyor. Söyleşi bölümümüzde bir sürpriz bekliyor sizleri: Cahit Zarifoğlu’nun ‘Yedi Güzel Adam’ından biri; saygıdeğer Nuri Pakdil, bu ayki söyleşi konuğumuz. Söyleşiyi İbrahim Arpacı gerçekleştirdi. Evimiz bölümündeyse bu ay temizliğin olmazsa olmazı sabunların dünyasıyla buluşturdu bizi Esra Akıcı ve Merve Gül Olgun. Diğer bölümlerimizde de ilginizi çekeceğinizi umduğumuz konularımızla, bu ay da sizlere ulaşmanın verdiği mutluluğu yaşıyoruz. Bu ay içinde idrak edeceğimiz Kurban Bayramınızı kutlar, bayramın ülkemize, İslam âlemine ve tüm dünyaya esenlik ve huzur getirmesini Rabbimden niyaz ederim. Ayrıca tüm din görevlisi/din gönüllüsü kardeşlerimin Camiler ve Din Görevlileri Haftasını tebrik ederim. Dr. Faruk Görgülü İÇİNDEKİLER 2 Ekim 2014 Sayı: 286 BİRİKTİRİLEMEYEN BİR KAYNAĞIN; Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel SALMAN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk GÖRGÜLÜ Mali işler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa BAYRAKTAR Yayın Koordinatörleri Dr. Elif ARSLAN Merve Gül OLGUN Sevde Nur ÖZKAN [email protected] www.facebook.com/diyanetailedergisi ZAMANIN YÖNETİMİ 4 Dr. Elif Arslan Tashih Mesut ÖZÜNLÜ Teknik Servis Latif KÖSE Arşiv Ali Duran DEMİRCİOĞLU Tasarım Mustafa CİNGÖZ-MG Ajans Yönetim Merkezi Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No: 147/A 06800 Çankaya/ANKARA Tel: 0312 295 8661-62 Faks: 0312 295 6192 RÜYALAR ÜLKESİNE YOLCULUK Dr. Zekiye Demir 10 KISA KISA 23 Engin Eker Çocukta Öfke! 16 Ömer Baldık Selamlaşma Kültürümüz 30 Ayten Kılıçarslan Almanya’da Değerler Eğitimi 18 Sevde Nur Özkan Serbest Kürsü 32 20 Özgül Piyade İyi insan; iyi gelin, iyi kayınvalidedir! Vural Kaya Güzellik Ülkesi Çocukluğu Özlemek 34 İbrahim Ethem Özer Sesin Geldiği Kutu: Radyo NURİ PAKDİL 26 İbrahim Arpacı Lale 42 DER Kİ; Kamil Büyüker Sağlığına önem verenlerin tercihi: DOĞAL SABUNLAR 36 Esra Akıcı Merve Gül Olgun 40 Elif Erdem Resulûllah’a En Çabuk Kavuşan Kıymetli Validemiz: Zeynep Binti Cahş (r.a.) 44 Dr. Lamia Levent Neyi Arıyorsan O’sun! 46 Nida Çeliksoydan Doğanın Sağlık Kaynağı: Süt 48 KIRKAMBAR pencere Dr. Elif Arslan 4 Diyanet İşleri Uzmanı BİRİKTİRİLEMEYEN BİR KAYNAĞIN; ZAMANIN YÖNETİMİ İster bir metropolde yaşayalım ister küçük bir şehirde ya da kasabada, ister çalışan olalım ister ev hanımı ya da öğrenci, hemen hepimiz zamanla ilgili yakınmalarda bulunuruz: “Yirmi dört saat bana yetmiyor.”, “hiçbir işimi yetiştiremiyorum”, “o kadar yoğunum ki başımı kaşıyacak vaktim yok.”… u ve benzeri yakınmaları bazen de zamanımız olsa neler neler yapacağımızla ilgili planlar ya da hayallerin dile getirilmesi izler. Zamanımız olsa pek çok faydalı işe imza atacağızdır. Söz gelimi uzun süredir ziyaret edemediğimiz dostlarımızın gönlünü alırız; çocuklarımızla, ailemizle ya da yaşlı anne babamızla daha çok vakit geçiririz; uzun zamandır yapamadığımız bir kültürel aktiviteye katılırız; çocuk yurduna ya da bir huzur evine düzenli ziyaretler gerçekleştiririz; daha çok kitap okuruz; yalnız yaşayan Zehra teyzemizin kapısını daha çok çalarız… Bu kısa liste yaşımıza, bulunduğumuz ortama, yaptığımız işe göre çeşitlenir… B Günümüz insanı zaman yoksunu mu? Günümüz insanının zamanla ilgili yakınmalarını duyan eskiler buna şaşırmaktan kendilerini alamazlar. “Bizim zamanımızda olsaydınız ne yapardınız acaba… Ayağınızın altında araba, beş dakikalık yola bile arabayla gidiyorsunuz. Ekmek bakkalda, sebze manavda… Onu bile isterseniz sipariş verip eve getirtiyorsunuz. Ev işleri deseniz çamaşırı da bulaşığı da makine yıkıyor…” Saydıkları bu hususlar da devam eder gider. Onlar şaşırmakta haklıdırlar. Otomasyonun bu derece arttığı, eskiden insanların yaptığı pek çok işi makinelerin yaptığı bu devirde insanlar nasıl zaman sıkıntısı çekerler? Günümüz insan kendisini zaman konusunda bir cenderede hissetmekte, yetitirilmesi gereken bir i ya da iler yn zihninin bir yerinde kendisini sürekli megul etmekte ve adeta bir maratoncu gibi koturmaktadr. pencere 6 “Aslında kişinin hangi durumlarda ‘zamanım yok’ dediğine odaklanırsak, bunun gerçekten zaman bulma zorluğu mu yoksa o zamanı ayırmaktan kaçma mı veya zaman oluşturmada yeterli beceriye sahip olamama mı olduğunu daha iyi ayırt edebiliriz.” Belki teknolojinin bu kadar gelişmediği zamanları da görüp yaşayanlar için, içinde bulunduğumuz durum gerçekten şaşılasıdır. Ancak şu da kesindir ki günümüz insanı kendisini zaman konusunda bir cenderede hissetmekte, yetiştirilmesi gereken bir iş ya da işler yığını zihninin bir yerinde kendisini sürekli meşgul etmekte ve adeta bir maratoncu gibi koşturmaktadır. Günler kısalmadığına, halâ 24 saat olduğuna ve hayatı kolaylaştıran bunca teknolojik gelişmeye rağmen ağzımızdan sık sık çıkan “hiç zamanım yok” sözü ne kadar geçerli acaba? Bu soruyu yönelttiğimiz uzman psikolojik danışman Dr. Durmuş Ümmet, özellikle büyükşehirlerde yaşayan insanların zaman bulma konusunda ciddi sıkıntılar yaşadıklarını ve bunun öncelikle kabul etmemiz gereken bir durum olduğunu söylüyor. Şehrin trafiği, iş yoğunluğu vs. gibi birçok etkene bağlı olan bu durumun anlaşılır olmasıyla birlikte yine de ‘zamanım yok’ cümlesini kurmanın her zaman doğru olmayabileceğini ifade ediyor ve şu dikkat çekici açıklamayı yapıyor: “Hepimiz kendi hayat telaşemiz içinde mutlaka çeşitli işler için zaman ayırabiliriz, oluşturabiliriz. Aslında kişinin hangi durumlarda ‘zamanım yok’ dediğine odaklanırsak, bunun gerçekten zaman bulma zorluğu mu yoksa o zamanı ayırmaktan kaçma mı veya zaman oluşturmada yeterli beceriye sahip olamama mı olduğunu daha iyi ayırt edebiliriz.” Sayın Ümmet’in yaptığı açıklamadan, yaşanan sorunun çoğunlukla “zamanı etkin kullanamama” sorunu olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Öyle görünüyor ki bu sorun sadece günümüzün meselesi de değil… Sevgili Peygamberimizin zamanı iyi değerlendirmekle ilgili yaptığı uyarılara, Kur’an-ı Kerim’de bir surenin zamanla ilgili oluşuna bakarak insanın zamanla imtihanının yeni olmadığını ve hiçbir devirde de bitmeyeceğini söyleyebiliriz. Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Doç. Dr. Halil Altuntaş, Asr suresinde insanın mutlak zarar ve ziyan içinde olduğunun ifade edilmesinin zamanla, ömür sermayesi ile ilgili bir husus olduğunu dile getiriyor ve bu ziyandan kurtulmanın yolunun imana dayalı salih ameller sergilemek olduğunu vurguluyor. “Hayat zamanın bize takdir edilen dilimi ile sınırlı kısa bir ‘yolculuk’tur. Sonsuz bir hayat işte bu kısa yolculuk süresinde kazanılacaktır. Bu kazancı gerçekleştirebilmek için ‘az zamanda çok iş görmek’ gerekiyor.” Sayın Altuntaş, İslam’ın zamana verdiği önemi onun sorumlu bir varlık olarak takdim edilmesiyle açıklıyor: “Ölüm ötesi hayat inancı insanı sorumlu bir varlık olarak takdim eder. Bu sorumlu varlık, yapıp ettiklerinin hesabını vereceği bir başka âlemde ebedi bir hayat yaşayacaktır. Her insan yaşayacağı bu sonsuz sürecin kalitesini hayatta iken kendisi belirleyecektir. Hayat ise zamanın bize takdir edilen dilimi ile sınırlı kısa bir ‘yolculuk’tur. Sonsuz bir hayat işte bu kısa yolculuk süresinde kazanılacaktır. Bu kazancı gerçekleştirebilmek için ‘az zamanda çok iş görmek’ gerekiyor.” Günübirlik hayat anlayışı Kur’an’ın “dünyayı imar” ilkesine aykırı… Hemen hepimiz zamanın “en değerli hazine” olduğunu, elimizden gittikten sonra tekrar kazanamayacağımız tek değer olduğunu öğrenerek büyümüşüzdür. Ancak yine de zamanın değerini gerçekten bildiğimiz ya da her zaman bildiğimiz bu gerçeğe göre hareket ettiğimiz söylenemez. Esasında zamanın değerinin algılanıp algılanmadığı, onun ölçülü ve verimli kullanılmasından belli olur. Zamanı ölçülü ve verimli kullanabilmek de planlı, programlı olmayı gerektirir. Doç. Dr. Halil Altuntaş, Kur’an’ın dünyayı imar hedefinden yola çıkarak planlı ve programlı yaşamanın önemine şöyle değiniyor: “Günübirlik/plansız, olayların akışına terk edilmiş bir hayat anlayışı Kur’an’ın ‘dünyayı imar’ ilkesine aykırıdır. Dünyayı imar hedefi, dünyada insanca bir hayat yaşama imkânı yakalayarak ‘iyi kul’ olmaya zemin hazırlamaktır. Bu da zamanın planlı ve verimli bir şekilde kullanılmasını zorunlu kılar. Hz. Peygamber uzun bir ömür yaşadığı hâlde, ebedi mutluluğu kazanmayı başaramayan kimsenin mazeretlerinin geçersiz olacağını bildirmiştir.” (Buhari, Rikak, 4.) “İletişimin hızının yanında “miktarı da” hızla arttı. Erişimin kolaylığı iletişimin kalitesini düşürdü ve zaman kaybına dönüştü. Gün içinde defalarca sosyal medyada veya diğer sanal platformlarda zaman geçirir olduk.” Sayın Altuntaş, zamanın değeriyle ilgili olarak sınırlı ve sonlu olan hayatımızda sınırsız ve sonsuz mükâfatları kazanabilmenin ve dünya hayatında başarılı olabilmenin yolunun zamanı doğru ve verimli kullanmaktan geçtiğini belirterek Sevgili Peygamberimizin şu hadisini hatırlatıyor: “Kıyamet gününde hiçbir kul şu beş şeyden sorguya çekilmedikçe Allah’ın huzurundan ayrılamaz: Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede eskittiğinden, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, bildiği ile ne kadar amel ettiğinden.” (Tirmizi, Kıyamet, 1.) Günümüzde çokça sarf edilen “ânı yaşa” ifadesi, çoğunlukla “anlık yaşa, planı programı, sorumluluklarını düşünme” olarak algılansa da aslında sahabeden İbni Ömer’in (r.a.) aşağıda yer vereceğimiz tavsiyesinde ifadesini bulan bir gerçeği dile getiriyor: İçinde bulunduğun zamanı iyi değerlendir, geçmişe, geçmişte yaşadıklarına veya yarın ne olacağına zihnini ve gönlünü yorarak geçirme vaktini. İbni Ömer şöyle diyordu: “Akşama erdin mi sabahı bekleme, sabaha erdin mi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sırada hastalık hâ- pencere 8 lin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap.” (Buhari, Rikak, 2.) Dünya ve ahiret mutluluğu, sonuç itibariyle bize verilen zaman sermayesini doğru kullanabilmekten geçiyor. Zamanı verimli kullanmada en çok yapılan hatalardan biri, aynı zamanda farklı birkaç iş yapmaya çalışmaktır. Bu yüzden tek bir işe odaklanıp onu bitirdikten sonra diğer işe geçmekte ve bunu yaparken öncelik/mühimlik hiyerarşisi oluşturarak yapmakta yarar vardır. İş gelip yine ‘elektronik çağ’a mı dayanıyor… Zamanı etkin kullanmayı engelleyen ne gibi unsurlar var acaba hayatımızda? Bunların bir kısmının büyükşehirde yaşıyor olmak, ulaşım sorunları, iş yoğunlukları, öncelikleri iyi belirleyememek gibi etkenler olduğunu ifade eden Durmuş Ümmet, bize zaman tuzakları hazırlayan bir durumu da şöyle açıklıyor: “İçinde bulunduğumuz elektronik çağ bir yandan bize ciddi zaman kazandırırken bir yandan da farkında olmadan ciddi zaman tuzakları hazırlamakta. Özellikle iletişimdeki hızlılık oldukça avantajlı bir durum… E-mail ya da cep telefonu uygulamaları ile kişiler arası iletişimin hızının arttığını biliyoruz. Ancak diğer yandan iletişimin hızının yanında “miktarı da” hızla arttı. Erişimin kolaylığı iletişimin kalitesini düşürdü ve zaman kaybına dönüştü. Gün içinde de- falarca sosyal medyada veya diğer sanal platformlarda zaman geçirir olduk. Özellikle gençlerimiz cep telefonu ve bilgisayarda internet üzerinden birbirleri ile iletişim kurmakta ancak bunu ciddi zamanlar ayırarak ve genellikle faydasız sohbetlerle gerçekleştirmektedirler.” Öyle görünüyor ki işlerimizi kolaylaştıran ve çabuklaştıran teknoloji, bir taraftan da bir “zaman hırsızı” gibi bizi meşgul ediyor. Bu tespit, yaşadığımız zaman kıtlığı sorununu tamamen ‘elektronik çağ’a, internete bağlamak anlamına gelmiyor elbette ama onun payının önemli olduğu da bir gerçek. Zamanı etkin kullanmak için… Belki de zamanımızı planlamadığımız, yapmamız gereken işler ya da öncelikler listesi oluşturmadığımız veya yaptığımız plana uymak istemediğimiz, ertelediğimiz zaman kendimizi dijital dünyanın rehavetine kaptırıyoruz. Bir işle meşgul gibi hissediyoruz kendimizi ve vaktimizin boşa geçtiğini bile fark etmiyoruz. Öyleyse bu rehavete düşmemek ve zamanı etkin ve doğru bir şekilde kullanmak için neler yapmalıyız? Doç. Dr. Halil Altuntaş, namaz, oruç, hac gibi ibadetlerin belli bir şekilde ve belli zamanlarda yapılmasının zaman disiplini aşılayan önemli olgular olduğunu dile getiriyor. Buradan yola çıkarak öncelikle bir günümüzü doğru planlamada beş vakit namazın önemini hatırlatmadan geçmemeliyiz. Zamanı etkili kullanmakla ilgili bazı önemli noktalara değinen Dr. Durmuş Ümmet, bunun en iyi yolunun önceliklerin iyi belirlenmesi ve sıralanması olduğunu ifadeyle şöyle söylüyor: “Var olan işlerimizi en önemliden başlayarak Fotoğraf: Burhan Çimen zaman kaybettireceğini düşündüğümüz tekliflere (çalışırken uzun aralar vermek, sık sık ziyaretçi kabul etmek, uzun sohbetlere müsait arkadaşların teklifleri gibi) ‘hayır’ demekte hayır vardır.” Yukarıda değindiğimiz hususlara çoğunlukla dikkat etmenize ve neredeyse hiç boş vakit geçirmemenize rağ“Bu kadar çok ve yine de işleriyoğun çalışırken insan men nizi istediğiniz veolmanın hakikatlerini rimlilikte yapamıde unutmadan, yorsanız, zamanınızı bir türlü yetişkendimize, ailemize, tiremiyorsanız da büyük ve ortada bir yanlışlık küçüklerimize yani var demektir. Çüninsanlığımıza da kü çok yoğun çalışzaman ayırmayı ihmal mak, zamanı etkili kullanmak anlamıetmemeliyiz…” na gelmiyor. Sayın Ümmet, bu konuda da şu önemli tavsiyelerde bulunuyor: “Çok yoğun çalışmak, asla zamanı etkili kullanmak anlamına gelmez; tam aksine yoğunluk bize ciddi zaman kaybettirir. Mühim olan çok değil etkili çalışmaktır. Bunun için yoğunluk nedenlerimizi gözden geçirip analiz etmekte, devredebileceğimiz sorumluluklarımızı paylaşmakta, kendimize yazılı bir zaman planlaması yapmakta yarar vardır. Diğer yandan bu kadar çok mızın da dediği gibi ‘bugünün işive yoğun çalışırken insan olmanın ni yarına bırakmamaya’ yani işlehakikatlerini de unutmadan, kenrimizi ertelememeye dikkat etmek dimize, ailemize, büyük ve küçükde ayrıca önemli bir husustur. Zalerimize yani insanlığımıza da zamanı verimli/etkili kullanmak için man ayırmayı ihmal etmemelibir yandan kendimize sık sık geri yiz… “Bu çok önemli tespitten bildirim vermek de işe yarayacaksonra, Halil Altuntaş Hocamızın zatır. Günlük, haftalık ve aylık geri bilmanla ilgili önemli hatırlatmasıyla dirimlerle zamanı ne kadar etkili konumuzu sonlandıralım: “İslami kullandığımızı görebilir ve bunun dünya görüşüne göre zaman çok için tedbirler alabiliriz.” değerlidir fakat ‘her şey’ değildir. Zamanı doğru değerlendirmek koSadece ‘sonsuz sonun’ bir başnusunda bazı ipuçlarını aldığımız langıcıdır, hepsi o kadar. Bu seDurmuş Ümmet’e, bu konuda en beple zamanı ilahlaştırarak onu sefazla yapılan yanlışları da sorduk ve bepler zincirinin etkin birinci halşu cevabı aldık: “Zamanı verimli kası gibi algılayıp ‘yapıp edici’ bir kullanmada en çok yapılan hatakonuma getirmek Allah ve ahiret lardan biri, aynı zamanda farklı birinancına aykırıdır. (Casiye, 24.) Buradan hareketle, zaman disiplikaç iş yapmaya çalışmaktır. Bu yüzninden uzak, pasif ve sorumsuzca den tek bir işe odaklanıp onu bibir hayat anlayışının getireceği tirdikten sonra diğer işe geçmekolumsuzlukları zamana mal ette ve bunu yaparken öncelik/mümek de, dolaylı olarak onu ilahhimlik hiyerarşisi oluşturarak yaplaştırmak anlamına gelecektir.” makta yarar vardır. Ayrıca bize sıralar ve her işimize ortalama tahmini bir zaman verirsek hem işlerimiz hem de zamanımız düzene girer. Bunun için planlı çalışma alışkanlığı kazanmak, bir not defteri, ajanda vb. kullanarak not alma alışkanlığı edinmek, iletişimde teknolojik imkânlardan istifade etmek ancak teknolojinin getirdiği zaman tuzaklarına karşı uyanık olmak, bize en çok nelerin zaman kaybettirdiğini analiz edip bunlara karşı bazı önlemler almak, paylaşılabilecek sorumluluklarımızı zaman zaman yakınlarımızla paylaşmak zamanı etkili kullanmada epeyce işimize yarayacaktır.” Zamanın biriktirilemeyen veya geri çevrilemeyen bir şey olduğunun unutulmaması gerektiğini hatırlatan Sayın Ümmet, zamanı etkili kullanmanın “doğru zamanda doğru şeyi yapmak” demek olduğunu ifade ederek bununla ilgili şu hatırlatmalarda bulunuyor: “Ataları- kısa-kısa 10 BALIK YE SIHHAT BUL! Sonbaharın tatlı serinliği ve yağan nazlı yağmurlarıyla tabiat kışa hazırlanırken, balıkçı tezgâhları ışıl ışıl görüntüleri ile hareketli bir balık sezonunun açıldığını müjdeliyor... aha şimdiden gözlerimizi kamaştıran irili ufaklı onlarca çeşidiyle lezzetli balık dünyası sofralarımıza konuk olmayı bekliyor. Uzmanlar, sağlıklı gelişim ve hastalıklardan korunmak için bol bol balık tüketmenin şimdi tam zamanı olduğunu vurguluyor. Ancak üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde, balık gibi besleyici değeri son derece yüksek bir gıdanın bol ve ucuz olması, onu çok tükettiğimiz anlamına gelmiyor... Zira ülkemizdeki balık tüketimi, önerilen miktarların oldukça altında seyrediyor. Şifa kaynağı özelliği ile balık, zengin protein içeriği ve yapısında bulunan çoklu doymamış yağ D asitleri sayesinde, vücudun temel besin ihtiyacını karşılayan mükemmel bir gıda kaynağı diyebiliriz. Balığın cinsine ve büyüklüğüne göre değişen oranlarıyla Omega3 yağları ve bol miktarda bulunan mineraller, başta göz sağlığı olmak üzere, kan akışkanlığı, beyin fonksiyonları, bilişsel gelişim ve sinir iletimindeki işlevleriyle önemli roller üstleniyor. Soğuk kış günlerinde bağışıklık sisteminin kuvvetlenmesine de destek olan balığı afiyetle yiyebilmek ümidiyle… ? KÜFTEN kurtulmak mümkün mü Çöp kovalarında, banyolarda, kirli ve ıslak beklemiş çamaşırlarda, dahası besin maddelerinin iyi yıkanmaması, yeterince pişirilmemesi gibi durumlarda ortaya çıkan sayısız küf oluşumunu soluduğumuzun farkında mıyız? ir çeşit bakteri türü olan küfler, dikkatli ve bilinçli hareket edilmediği takdirde alerjik reaksiyonlara ve solunum problemlerine neden olabiliyor. Bulunduğu yüzeye göre değişiklik gösterebilen bu küf gelişimlerine engel olabilmek için vereceğimiz birkaç öneri işinizi oldukça kolaylaştırabilir. Buna göre öncelikle evinizi yaz kış demeden, her gün havalandırın. Çamaşırlarınızı ev içerisinde kurutmamaya özen gösterin. İhtiyaç halinde, duvarların iç kısımlarına terleme yapmaması için ısı yalıtım plakaları dö- B şetin. Gıdaları buzdolabında ya da kilerlerde depolarken; mutlaka neme karşı koruma altına alın. Açılan ve çabuk bozulabilen konserve ürünlerini, saklama kaplarına koyarak hemen buzdolabına kaldırın. Çabuk bozulabilen gıdaları buzdolabı dışında iki saatten fazla bulundurmayın. Artan yemekleri 3-4 gün içinde, küf gelişimine fırsat vermeden tüketin. Bununla birlikte, yeterli temizlik ve hava koşullarının ihmal edildiği durumlarda, karşılaşılması muhtemel zararlı küf ve bakteri oluşumlarına karşı ailenizi ve sevdiklerinizi bilinçlendirin. Çocuklarımızın ruhsal, fiziksel ve sosyal gelişimleri için huzurlu bir aile ortamında yaşamalarının önemi büyüktür“ Çocuklarımız Çiçek açsın... nları her açıdan sağlıklı bireyler olarak yetiştirebilmek, ailelerin sorumluluğunun ne kadar fazla olduğunu gözler önüne seriyor. Zira aile içerisinde şiddete maruz kalmış ya da şiddete tanık olmuş çocuklar, etkisinden ömür boyu kurtulamayacakları psikolojik ve fiziksel sorunlar yaşayabiliyor. Konunun önemine binaen Genç Hayat Vakfı koordinasyonluğunda yürütülen “Çocuğa Karşı Aile İçi Şiddetin Önlenmesi Projesi”, hâlihazırda var olan şiddeti ‘görünür kılmaya’ ve şiddetin önlenmesi adına gerekli adımların atılmasını sağlamayı amaçlıyor. İstanbul’da 49 ilköğretim okulunda 440 çocukla görüşülerek yapılan araştırmaya göre, en az bir defa ev içi şiddet yaşantısı olan çocukların oranı %73,4’ü gösteriyor. Sonuçlar, araştırmaya konu olan çocukların %67,9’unun da en az bir kez duygusal şiddet yaşadıklarını ortaya koyuyor. Son bir yıl içerisinde en az bir kez ev içi fiziksel şiddete maruz kalan çocukların oranı ise %37 gibi ürkütücü bir rakamla karşımıza çıkıyor. Şiddetin şiddet doğurduğu gerçeğinden hareketle, evlerimizde çiçek açmasını beklediğimiz çocuklarımızın şiddete maruz kalmasına izin vermeyelim. Onlara olan sevgimiz su gibi saf, şefkatimiz güneş gibi samimi olsun ki çocuklarımız da çiçek gibi açabilsin. O Geleceğimizi tüketmeyelim Yağış miktarının yetersizliği, tarım alanlarında yapılan ‘ilkel’ sulama ve yerleşim merkezlerinde görülen önlenemeyen su israfı, geçtiğimiz yaz tehlike çanlarının bir kez daha çalmasına neden oldu. on yıllarda yaşanan iklim değişiklikleri ve bilinçsiz su kullanımı, güzel coğrafyamızdaki bereketli toprakları kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya bırakmış durumda... Yağış miktarının yetersizliği, tarım alanlarında yapılan ‘ilkel’ sulama ve yerleşim merkezlerinde görülen önlenemeyen su israfı, geçtiğimiz yaz tehlike çanlarının bir kez daha çalmasına neden oldu. Türkiye İstatistik Kurumunun 2012 yılında yaptığı ‘İstatistiklerle Çevre’ araştırmasına göre 2012 yılında su kaynaklarından 14,3 milyar m3 su kullanıldı. Kullanılan 14,3 m3 suyun %52,1’i denizlerden, %18’i barajlardan, %15’i kuyulardan %11,9’u kaynaklardan ve %3’ü diğer su kaynakla- S rından tüketildi. Araştırma aynı zamanda su tüketim haritamızı da ortaya çıkarmış oldu. Buna göre tüketim sıralamasında %44,8 ile termik santraller ilk sırayı alırken, %34,6 ile evlerimize içme suyu hizmeti sağlayan belediyeler, %11,7 ile imalat sanayi en fazla su tüketimine neden oldu. Bu sıralamayı %7,3 ile köyler, %0,8 ile organize sanayi bölgeleri ve maden işletmeleri takip etti. Söz konusu araştırmada zikredilen rakamlar, istatistiklerin diliyle su kaynaklarımızın doğru yönetilmesi gerektiğini ifade etmesi bakımından oldukça önem taşıyor. Ayrıca, gelecek nesillere yaşanabilir bir doğa bırakabilmek için aile fertlerimizin her birine su tüketiminde tasarruf bilinci kazandırılması gerektiğini bir kez daha gözler önüne seriyor. biz bize 12 RÜYALAR ÜLKESİNE YOLCULUK Anne! Kendimi rüyalar ülkesine yolculuğa çıkmış gibi hissediyorum” diyordu küçük kızım, biz yolculuğa çıkmadan önce. Ha küçük dediysem o kadar da değil. Lise çağlarında iki kızımla birlikte ailece yapalım istemiştik umremizi. Allah niyetimizi kabul etti ve bir yaz günü çıktık yolculuğumuza...” Dr. Zekiye Demir Diyanet İşleri Uzmanı iz anne babalar ne çok yatırım yaparız çocuklarımızın geleceğine. Dershaneler, özel hocalar… Hatta yememizden içmemizden keser daha iyi olacağını düşünerek özel okullarda okuturuz. Dedim ya her şey onların geleceği için. Onların geleceği, onların hayatı hep bu dünyadan mı ibaret ki yatırımımız, çabamız bu dünya ile sınırlı kalıyor. Ebedî hayat için ne hazırlıyoruz çocuklarımıza? Ona yönelik ne yatırım yapıyoruz? Aslında bu kabildendi benim onları umreye götürme niyetim. Çok şükür örtülü değilse de ölçülüydü giyimleri, eee düzenli olmasa da ara ara kılarlardı namazlarını. En azından bu kadarını sağlayabilmiştim. Ama istiyordum ki bunlar daha yerleşsin kişiliklerine, hayatlarına. B biz bize 14 Hiç başörtüsü ile sokakta yürümemişlerdi. Onbeş gün bunu yaşayarak tecrübe etsinler istemiştim. Allah’ın bildiğini kulundan niye saklayayım, gerçekten ileriye yönelik bir beklenti ile planlamıştım bu kutsal yolculuğu. Neyse çıktık yola. Benim daha önceden tecrübem vardı. Çok şükür güzel bir de arkadaş grubumuz ve iyi, ilgili de bir hocamızla umreci olmanın ilk heyecanını havaalanında yaşadık. Kızlarımı önceden tanıyanlar onlara iltifat yağdırıyordu ne de güzel oldukları yolunda. İki rekât namazımızı kılıp topluca umremize niyet edince çocuklarımın gözlerindeki parıltıya, heyecana, kendilerini bekleyen atmosfere olan meraka şahit oldum. Dua ettim: Allah’ım! O pırıltıyla döndür onları, sev onları, sevdiğini hissettir onlara. İstikamet Mekke... Kendilerine bazı bilgiler vermiştim “Kâbe, tavaf, say, Hz. Hacer, Hz. İsmail” hakkında. Haccı andırırcasına kalabalık içinde tavaf, say tamamlanıp umremiz bittikten sonra sordum neler hissettiklerini. Birisi Kâbe garipti dedi ve devam etti; ben çok büyük zannediyordum ama küçükmüş diye düşündüm sonra şaşırdım; tavaf ederken san- “Bazen kızdılar Peygamberimizi yurdundan çıkaranlara, ona zulmedenlere, bazen keşke onun yerinde ben olsaydım dediler Peygamberimize yiyecek taşıyana. Zihin dünyalarını görüyor gibiydim; çağlar öncesine gidip geliyorlardı.” ki kocaman oldu, sanki benim tavafım sırasında büyüdü. Diğeri ekledi; evet, sanki canlı gibi hatta tak tak diye kalp atışını duydum, benim kalbim mi onun kalbi mi anlamadım. Gerçekten Kâbe’den ve oradaki renk cümbüşünden, insan çeşidinden çok etkilenmişlerdi. İtiraf edeyim, ben de onların zaman zaman algılarını dürtüyordum. Bir hafta boyunca hemen hemen tüm namazlarımızı, sabah namazı da dâhil, Kâbe’de kıldık. Doğrusu kızlarımın performansına hem şaşırdım hem de hayran oldum. Çoğu kez bizden önce hazır oluyorlardı namazlara. Ayrıca Kâbe’de benim daha önce keşfetmediğim yerleri bizimkiler keşfetti; “Anne iç kısımda klimalı yerler var çok serin, Kâbe’yi görmüyor ama ara ara enerji toplamak için kullanalım” dediler. Öyle de yaptık. İşimiz, hayatımız ibadetten ibaretti kısa bir dönem için de olsa. Ne güzel. Zaman zaman çevre ziyaretleri yaptık; Hira ve Sevr Mağaraları, Arafat Dağı. Görerek öğrenmek diye buna derler. Etkili ve kalıcı… Bazen hocamız bazen de anne baba olarak biz, bildiklerimizi anlattık. Bazen kızdılar Peygamberimizi yurdundan çıkaranlara, ona zulmedenlere, bazen keşke onun yerinde ben olsaydım dediler Peygamberimize yiyecek taşıyana. Zihin dünyalarını görüyor gibiydim; çağlar öncesine gidip geliyorlardı. Doyulmaz, doyulmuyor oralara; ayrılık vakti Kâbe’ye ve Mekke’ye. Ancak bir başka heyecan şimdi, Medine’ye Peygamberimizi ziyarete gidiyoruz. Efendimizin yapımında çalıştığı, içinde yattığı camide namaz kılacağız. İnanılmaz bir heyecan. Önce biraz hayal kırıklığı. Her ne kadar daha önce ben Peygamberimizin kabrini uzaktan göreceklerini anlattımsa da, onlar tam algılayamamışlar. Eh anlatmakla yeterince olmuyor demek, yaşamak gerek. İlk ziyaret günümüzdü, epeyce uzun beklemeden sonra cennet bahçe- “Onlara “Şu an Suffe Ashabı’nın oturduğu yerlerde oturuyorsunuz” dedim. “Yumun gözlerinizi, hayal edin; siz de onlardansınız ve Peygamberimiz size ders veriyor.” Çok heyecanlandılar.” sine girdik. Çocuklar, Efendimizin kabrine dokunamayacaklarını biliyorlardı ama görebileceklerini zannediyorlarmış. Onlara büyük kızımın adaşının Hz. Fatıma’nın evini, Peygamberimizin kabrinin ne tarafta olduğunu, kabir arkadaşlarını anlattım. Ayrıca onlara “Şu an Suffe Ashabı’nın oturduğu yerlerde oturuyorsunuz” dedim. “Yumun gözlerinizi, hayal edin; siz de onlardansınız ve Peygamberimiz size ders veriyor.” Çok heyecanlandılar. Sonra “kaldırın başınızı bakın yıldızlara” dedim. Baktılar. “Belki de Efendimizin gözü de aynı yıldızlara değdi” dedim. Heyecan dorukta. Bundan sonraki tüm ziyaretimizi benzer ruh hâliyle yapmaya çalıştık. Cennet bahçesinde namaz kıldık. Hatta bir kez, son zamanlara doğruydu, görevliler biraz rahat bırakmıştı. Baktım kızlarıma, içimden “Oynayın çocuklarım. Cennet bahçesinin çocukları!” dedim. Bir haftalık Medine ziyaretimizin en unutulmazı bir yatsı namazıydı. Esinti vardı, mescidin bahçesinde kılalım dedik. Biz namaza başladık, yağmur başladı. Temmuz ayında, kavuran sıcakta, yağmur! Hayret; kimse kımıldamadı, telaşlanmadı, safını bozmadı! Yerler mermer, yağmuru çekmiyor. İncecik seccademiz su üzerinde yüzüyor. Secdede şap, suya dalıyoruz. Bir de imam Fetih suresini okurken “Muhammedur-Resulûllah” derken ağlamaya başlamaz mı? İki üç kez tekrarlar ama sonraki ayete geçemez. O ağlar, biz ağlarız. Namaz bitmişti. Eteklerimizden sular damlayarak otelimize giderken, büyük kızım “Gözyaşları yüzümüzü, yağmur gözyaşlarımızı yıkadı, anne” dedi. Ne güzel bir tespit! Rüya ülkesinden döndük. Rüyadan uyandık. Hâlâ zaman zaman hep beraber rüyamızı sayıklarız. Hepimiz tekrar o rüyaya dalmanın hasretini çekeriz. biz bize Ömer Baldık 16 SELAMLAŞMA z ü m ü r ü t l kü “Müslüman bir toplumda selamlaşma, Allah’ın rahmet ve bereketi (üzerinize olsun!) dileğiyle yapılır. Buradaki temel fark, Allah inancının devreye sokulmasıyla insanların kendilerinden bağımsız bir gerçeklik olarak din müessesesine atıfta bulunmalarıdır. Bu yönüyle Müslüman bir toplumda selam, ezan gibi en başta gelen şiarlardan biridir.” aygı bozukluğu, depresyonla birlikte çağın hastalığı olmaya aday. Bunun en başta gelen nedeni, zihinlerdeki “tehdit algısı”nın çok fazla artması. Kentlerin yapay dünyasında geniş caddelerden mahalle aralarına, AVM’lerden gökdelenlere, işyerlerinden site bloklarına kadar her yer, gerilimli insan ilişkilerine sahne oluyor. Devasa boyutlardaki ölçüleriyle mekân olarak bile bu yerlerin insan psikolojisini ezen bir tarafı olduğu söylenebilir. Dolayısıyla hem insan ile eşya arasında, hem de insanların kendi aralarında asimetrik bir ilişki biçimi ortaya çıkıyor. İster istemez, toplum hayatında güven duygusu yerini stres ve kaygıya bırakıyor. K Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu Bir düşünün; iki üç çocuğun bir araya gelip zar zor oyun kurduğu sokaktan bile vızır vızır arabalar geçiyor. Bu çocukların ruhları nasıl sükûnet içerisinde hareket edebilir? Kaygılı olma ve güvenli ilişki yoksunluğu bakımından, yetişkinlerin dünyası da bundan çok farklı sayılmaz doğrusu. Uzaydan biri gelip alışveriş merkezlerindeki kalabalıkları ve kasa önünde tek sıra oluşlarına şahit olsa, onları ev hizmetlerinde kullanılan birer robot zannedebilir. Çünkü aralarında en ufak bir insani ilişki göze çarpmıyor. Stadyumlarda ve şehrin işlek caddelerinde göze çarpan insan manzaraları da neredeyse aynı. Bedenen birbirine yakın durdukları hâlde, kalabalıklar, bu fiziksel yakınlıklardan manevi bir birlik duygusu üretemiyorlar. Pek iyi, neden böyle oluyor? Çünkü ruhlar birbirine uzak, birbirine yabancı. Çoktandır gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine dönüşmüş olan televizyondaki haber programları, her gün beynimize dışarıdaki dünyanın tehlikelerle dolu, güvenilmez bir yer olduğu mesajını kazıyor. Yine, siyasi yorumların pek çoğu, ortak değerler etrafında buluşabilmiş bir toplum manzarasından ziyade, gerçek bilgiye dayanmayan spekülatif çarpıtmalar üzerinden parçalanmış bir ülke resmediyor. İşte “selam” ve “selamlaşma kültürü” dediğimiz zaman, her şeyden önce, toplum içinde manevi birlik duygusuna hayat veren sihirli bir anahtardan bahsediyoruz. Öyle bir anahtar ki bu, fertlerin birbirlerine selam vermeyi alışkanlık Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu “Selam alıp veren yüzler, yabancılık hissinden kurtulup aralarında sımsıcak bir ilişkinin serpilmesine imkân tanımış oluyorlar. Toplum içinde, ünsiyet ve güven duygusu da bu sayede yaygınlık kazanıyor.” hâline getirdiği bir toplumda, gerçekten genel bir güven ve huzur ikliminin yerleşmesi mümkün olabiliyor. Selam alıp veren yüzler, yabancılık hissinden kurtulup aralarında sımsıcak bir ilişkinin serpilmesine imkân tanımış oluyorlar. Toplum içinde, ünsiyet ve güven duygusu da bu sayede yaygınlık kazanıyor. Elbette, her toplumun kendine has bir kültürü olduğunu da göz ardı edemeyiz. Söz gelimi, seküler kültüre sahip toplumlarda selamlaşma daha dar bir anlam aralığını ima eder. Böyle olmasına rağmen, orada bile selamın ulviyetinin soluk gölgeleri insan ilişkilerinde olumlu yönde bir işlev görür. İnsanlar karşısındakine “Günaydın” “Merhaba” “İyi günler” diyerek en azından birbirlerine sağlık ve afiyet dilemiş olurlar. Müslüman bir toplumda ise selamlaşma, Allah’ın rahmet ve bereketi (üzerinize olsun!) dileğiyle yapılır. Buradaki temel fark, Allah inancının devreye sokulmasıyla insanların kendilerinden bağım- sız bir gerçeklik olarak din müessesesine atıfta bulunmalarıdır. Bu yönüyle Müslüman bir toplumda selam, ezan gibi en başta gelen şiarlardan biridir. Birbirlerine Allah’ın selamıyla hitap eden iki kişi sadece selam vermiş olmazlar. O andan itibaren tüm ilişki boyunca dinin temel değer ve ölçütlerini aralarında referans kümesi olarak kabul etmiş olurlar. Böylece her iki taraf da kendi bireysel arzularının ve tercihlerinin üstünde bir otoriteye boyun eğmiş olarak, rekabet ya da çatışmanın değil, bir yakınlaşma ve dayanışmanın parçası olurlar. Bu yönüyle selam, İslami bir toplumda “tevhit ruhu”nun diriltilmesidir. Gelgelelim, günümüzde selam ve selamlaşma kültürümüzde ciddi bir zayıflama göze çarpıyor. Bir otobüs durağına varıp orada bekleyenlere selam verseniz, sanki ruh hastasıymışsınız gibi bir muameleyle karşılaşabiliyorsunuz. Neden? Çünkü toplumda manevi birlik ruhu o kadar gerilemiş ki, insanlar yabancı birisine selam vermeyi tuhaf karşılar hâle gelmişler. Maalesef selam; veren açısından da, alan açısından da kaygı kaynaklı çekinceler uyandırmaya başlamış. Oysa çekincelerimizi biraz cesaret edip susturabilsek, çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda, en azından aynı kültürel atmosferi soluyan insanlar olarak, referanslarımızın genelde ne kadar ortak olduğunu görebileceğiz. Aynı zamanda bu bir özgüven meselesi… Şahsiyet sahibi olan ve sahip olduğu değerlere güvenen biri, sırf toplumda selamın yaygınlık kazanmasına katkı vermek adına, kendisini ortaya koyup selamlaşmayı başlatmalıdır. Bu yönüyle selamlaşmanın, bir kişilik testi işlevi gördüğünü de düşünüyorum doğrusu. Bu konuda asıl görev ise her zaman olduğu gibi ailelerimize ve okullarımıza düşüyor. Ebeveynlerin eve girip çıkarken selamlaşmaları, hatta odaya girerken dahi selamla söze başlamaları bu kültürün körpe ruhlara yerleşmesinde bir çekirdek işlevi görür. serbest kürsü Sevde Nur Özkan 18 Gençlere Sorduk... an (19) v li h zamae P a asam da planlı Büşr m a y u n a ya her zam in hafta Planlara rimli geçmesi iç lumla ilgili çalış u e k v a nımın ya çalışırım. O ailem ve ark a başlama fırsat buldukç orum. Zamanı n iy a ir d r ç e öylemala zaman g kullandığım s adıla ım r la lu m do daş le anlaşa an dolu her zam u konuda ailem faydalı şeylere B nemez. yor. Onlar daha lu o ğımız camamı ister. r vakit ha Boş zamanlarınızı verimli kullandığınızı düşünüyor musunuz? Zamanı doğru kullanmak için günlük veya haftalık bir programınız var mı, varsa bu programda nelere yer verdiniz? Ailenizle zaman yönetimi hususunda anlaşamadığınız noktalar var mı? Hakan Em ir Ertürk (2 2) Üniv ersite s dukça yoğu on sınıfa başladığım iç lık planım v n geçiyor zamanım. H in ola aftar. B u p lan çalışma sa atlerime, d da düzenli ders il kursuma verdim. İle rl a tezimle ilgil eyen zamanlarda da ğırlık e n e de de edeb ceğim. Kalan vakitlisans rum. Şehir î eserler okumaya ça lerimlı d evde olduğ ışında öğrenciyim fa şıyokat um zaman bu konuda la sorun yaşa rda da ailemle mıyorum. Selen Acar (17) Okul derslerimin zorluğundan dolayı fazla boş vaktimin kaldığı söylenemez. Üniversite sınavına da bir yandan hazırlanmaya çalışıyorum ve dershaneye gidiyorum. Fırsat bulursam kuzenlerimle gezmeye gidiyorum. Ailem derslerime daha çok ağırlık vermemi istiyor. a n ı n a Uzm uk... d r o S Nazlı Özburun Uzman Aile Terapisti n (24) Yağız Ünlüha um için beş ide olduğ Hafta içi mesayoğunluğuyla geçiyor. günüm işimin e de genelde dinlendird Kalan vakitle nı çok verimli kullandığıa m za in iç n kitap ğim yeceğim. Baze yok. Aie m ye e yl sö ı m elirli bir planım okuyorum. B ek karışmaz. p lem de bana Her şeyin bir öncelik sıralaması ve bir zamanı vardır. Uygun zaman belirlenmediğinde veya kaçırıldığında, o şeyin bir daha yapılabilme olasılığı azalır. Bazı durumlarda hiç yapılamaz. Buna rağmen insanın, hayatında en hoyratça kullandığı şey zamandır. Zaman bir yönüyle en değerli sermaye iken, sıkıntılı bir insan için bir an önce bitirilmesi gereken bir şeymiş gibi muamele görür. Yerine konması, geriye döndürülmesi, yenilenmesi, bir yerde depolanması, birisinden satın alınması mümkün olmayan tek kaynak zamandır. Bu nedenle zamanın, kendi başına bıraktığımızda akıp gitmesine engel olamayız. Zamanı etkili bir şekilde kullanmayı öğrenmenin yollarını bulmak ve denemek zorundayız. Zamanını iyi kullanamayan insanlara baktığımızda, öğrenilmiş tutumların Anne Babalara Sorduk... dın (40) y A li ı veA l a k zaman apaVur a c n a k o y iy gelen planım Belirli bir mek için elimden ili olarak aynı ir rimli geç an yönetimiyle ilg bayla gidip m a . Ara Z rım. iş yaparımliştirmek adına İnç a k ir b a e u c ig and esela. Ço İngilizcem gelirken tinleri dinlerim m in henüz çok e gilizce m büyük olmadığı iç bu bilinci aşık o na da ğum ç il fakat o ğ e d a d farkın lıyoruz. Belirli bir günlük veya haftalık planınız var mı? Zaman yönetimiyle ilgili hassasiyetleriniz nelerdir? Bu konuda yeterince dikkat ediyor musunuz? Çocuğunuzun zamanı doğru kullandığını düşünüyor musunuz? Zerrin Tanrı kut (43) Gü nlük plan göre hareke larım var ve planlarıma t şına çıktığım ederim. Sürekli yurt dıiçin zamanla ve işlerimle ilgilendiğim mühim oldu yarışıyorum. Zaman ğ rekenleri ya u için oyalanmadan ge parım. Eşim konuda çoc uğumuza ha ve ben bu öğrettik ve b s ir sorun yaş sas olmayı amıyoruz. Ümit Söke (55) Hayır, sabit bir planım yok. Zamanı gereksiz işlerle boşa harcamamaya çalışırım. Televizyon, internet vs. gibi sosyal medya araçlarıyla ilgilenmeyerek zamandan tasarruf yaparım. Çocuklarım belirlemiş olduğumuz haftalık planına uyuyor ve bir problem çıkmıyor. ve alışkanlıkların etkili olduğunu görürüz. Sabahları güne on birden önce başlayamayan bir ailede büyümüş çocuğun, zaman yönetimini iyi yapması zordur. Zamanı kötü kullanmanın önemli bir nedeni, erteleme alışkanlığıdır. Aslında erteleme bir alışkanlıktan çok bir hastalıktır. Yapılması gerekli veya yapılırsa kişiyi mutlu edecek bir şeyin sürekli ertelenmesi bir süre sonra umut- urt (39) Nazlı Yeşily kanlık hâliha çok alış rim var. aktan da Plan yapm üş olan meşguliyetle dan dine dönüşm a harcamamak açısın kip ş Zamanı bo leri asgari düzeyde taakit ayızileri ve filmr işe gerektiği kadar v alışırım. ederim. He an kaybetmemeye ç e onun d m rırım ve za çok dikkat etmese çaba z u iç i m s u e in Çocuğ rimli geçirm e v ı ın n a m da za z. sarf ediyoru suzluğa dönüşür. Büyük zaman kayıplarına neden olur. Karar vermek ve hareket etmek ayrılmaz parçalardır. Eğer bir konuda bir türlü karar verilemiyorsa, başlamak için oldukça zaman kaybı yaşanacaktır. Zamanı iyi yönetmek için bir konuda karar verme süresinin ucunun açık bırakılmaması önemlidir. Sonuç olarak zaman yönetimi; hayatın içinde, beklentilere uygun planla- ma yapmakla başlar ve başlanan işlerin mutlaka tamamlanmasıyla devam eder. Ne yapmak istediğimizi belirlemek ve harekete geçmek, zamanı en iyi şekilde kullanmak için günümüzü yapılandırmak, ruhsal sağlığımız için önemlidir. Sonrasında; duygu, düşünce ve davranışlarımızın zamanla uyumlu olması hayattan aldığımız mutluluğu arttıracaktır. aile-ce 20 İyi insan; iyi gelin, iyi kayınvalidedir! Gelin ve kayınvalide olmak, hayatımızdaki özel dönemlerden bazıları... Keyifli, kaygılı, endişeli ve beklentisi yüksek dönemler... Görev sorumluluğu bilincinde olarak yaşanması gereken önemli zaman dilimleri... Kadın olmanın taçlandığı, onurlandığı anlar...” Özgül Piyade Aile Danışmanı H ayatımızı bu kadar anlamlı kılan değerleri doğru ve sağlıklı yaşamak için, bu kavramları iyi anlamak ve içini doğru doldurmak gerekir. Yaşadığımız toplumda gelin ve kayınvalide arasındaki ilişki olumsuzluklar üzerine kurulmuş, çekişmeli bir ilişki olarak tanımlanmıştır. Geçmişte ve günümüzde, kayınvalide ve gelin olmak arasında ciddi farklar vardır. Geniş aileden çekirdek aileye dönüşen aile yapısı, gelin ve kayınvalideyi bir arada yaşayan değil, ayrı dünyalarda yaşayan, ortak noktalarda buluşan bireyler hâline getirmiştir. Büyük evlerde geleneksel yapıya sahip olan gelin; hiyerarşiye göre yaşamak durumundayken, şimdi kendi yönetip karar veren konuma gelmiştir. Bu da kuşaklar arası farklılıklardan dolayı, kayınvalide-gelin çatışmalarını artırmıştır. Erkeğin üzerindeki sorumluluk: Denge! Bu çatışmada, dengeyi kurma sorumluluğu erkeğin üzerine yüklenmiştir. Erkek eşiyle ilgili yaşadığı sıkıntıları en yakın gördüğü annesiyle paylaşmak isteyebilir. Oğlunun sıkıntılarını Arada kalan “oğul” ya da dinleyen anne bu “eş” denge kurmakta duruma üzülerek zorlanır; bir tarafta çözüm için olaya müdahale etme üzerinde hakkı olan ihtiyacı hisseder. anne, diğer tarafta Erkeğin buradaki gönlünde yeri olan eş. amacı sadece dertleşmektir. İşte can alıcı durum… Ancak bu, annesi ile eşi arasındaki dengeleri ve sınırları tamamen altüst eden bir olay hâline gelir. Bunun yanında, anne de oğluna geliniyle ilgili sıkıntılarını aktarmak isteyebilir. Bu durumu erkek bazen annenin görüşü, bazen de sorun olarak algılayarak eşine olumsuz şekilde yansıtabilir. Annenin bu tavrı, evine ve eşine müdahale olarak algılanacak bir durum ise erkek buna izin vermemelidir. İki tarafı dengede tutmaya çalışırken yıpranmamak ve yıpratmamak için anne ve eşi arasında söz taşımamaya, verdiği kararların bire bir kimi ilgilendirdiğine dikkat etmelidir. Örneğin, evine eşya alıyorsa buna annesi ile değil, eşi ile karar vermelidir. Bu hususta annesini devre dışı bırakmalıdır. Çocukluk ve ön yetişkinlik dönemini ailesi ile geçiren genç, ailesine karşı tartışmasız güven duyar. Bu hayatta kendisi için en değerli kimseler onlardır. Ailesi onun iyiliğini ister. Yanlışları olsa da anne baba tartışılmaz. Evlilik döneminde çekirdek aile olmak, iki taraf için de hoş olsa da aileleri dışarıda tutan bir yaşam olamaz. Kız alınır yani gelin ailenin bir üyesidir artık. Evlendiği kişi sadece eşi değil; eşinin ailesi de evliliğin içindedir. Hayatı kendi sınırları içinde yaşamak isteyen gelinin sınırları vardır. Ancak bu sınırlara kayınvalidenin mutlaka müdahalesi olacaktır. Geleneklere göre beklentiler, akrabalar ile ortak görüşmeler, kayınvalidenin oğlunun evine yaptığı yönlendirmeler, oğlunun ve gelinin ekonomik durumundan haberdar olma çalışmaları, çocuk sahibi olma ve çocuk yetiştirmeye yönelik müdahaleler gibi benzer içerikli, aynı evde olmasa da sanki aynı evde yaşıyormuş gibi hareketleri iyi niyetli gibi görünse de, kayınvalidenin müdahalesi olarak algılanınca çatışma başlar. Bunun sonucunda, gelinin “anne” olarak hitap ettiği kişi artık “eşinin annesi”dir. “Annene söyle şunu yapmasın”, “Annene söyle buna karışmasın” gibi ifadelerle eşine “O ailenin oğlu olabilirsin ama artık aile-ce 22 “Birinin eşi olmak, onun annesini terbiye etme, onun eksikliklerini düzeltme ve onunla mücadele etme hakkını vermemelidir.” “Kayınvalide; kucaklayan, ufku geniş ve çözümsel bakan bir anne modeli olmalı. Yol göstermeli, kusurları görmemeli; yük değil, güç olmalı ki oğlunun gönlündeki değeri gelininde de oluşturabilsin.” biz ikimiz yaşıyoruz, ikimizin hayatı. Bu hayata karışılmamalı” mesajı verilmeye başlar. Anne oğlunu seviyordur, aynı sevgiyi gelinine de vermek ister. Geline yakın olmaya çalışarak oğlundan ayrı kalmamaya, onları ve kendini mutlu etmeye gayret eder. Paylaşılamayan eş ve oğul mücadelesi “güç savaşına” dönüşür. Burada asıl sorun, yönetme arzusudur. Arada kalan “oğul” ya da “eş” denge kurmakta zorlanır; bir tarafta üzerinde hakkı olan anne, diğer tarafta gönlünde yeri olan eş. İşte can alıcı durum… Yeni evli bir genç şöyle demişti: “İkisi de beni çok sevdiğini söylüyor ama nasıl bir sevgi ki bu beni öldürüyor.” Çocuk yetiştirme metotlarında güven ve değer duygusunu alarak yetişen çocukların evliliklerinde, hem çocuklar hem de aileler açısından bu problemleri sorun hâlinde gör- müyoruz. Çünkü bu tür sağlıklı ortamlarda yetişen bireyler sorumluluklarını yerine getiren, problemlere çözüm odaklı bakan kendileri ve çevreleriyle barışık kişilerdir. Hangi kayınvalide modeli sorun oluşturabilir? Psikolojik açıdan değerlendirdiğimizde; • Eşi ile kendi hayatını yaşayamayanlar, • Kayınvalide ile beraber yaşayıp, onunla problem yaşayanlar, • Geleceğini oğlunun üzerine kuranlar, • Sevgisini ve tüm duygularını oğullarına yönlendirenler. Halk arasında “gelinini kıskandı” ifadesini çok duyarız. Gerçekten kayınvalide kıskanır mı? Evet. Yapısında kıskançlık olanlar ve yukarıda ifade ettiğimiz durumlar içine girenlerde kıskançlık yüksektir. Peki; bu kıskançlık evliliği bitirmeye götürebilir mi? Evet, yüksek oranda bu sonuçları kendi danışanlarım arasında görebiliyorum. Kayınvalideye bu boyuttan baktığımızda durumu sorunlu olarak algılıyoruz. Bu tür sorunlu durumlarda evliliğin sonlanmaması için uzmandan yardım almaya özen gösterilmelidir. Tam tersini düşünün; oğlu ve gelininin hayatına saygı duyan, kendi hayatını yaşamaya özen gösteren, onların hayatının içinde yer al- mak için sınırlara dikkat eden, gelininin yapısını doğru algılayan kayınvalide, anne yerini tutabiliyor. Kayınvalide; kucaklayan, ufku geniş ve çözümsel bakan bir anne modeli olmalı. Yol göstermeli, kusurları görmemeli; yük değil, güç olmalı ki oğlunun gönlündeki değeri gelininde de oluşturabilsin. Kayınvalide olmak beklentileri sıfırlamaktır! Oğlunun hayatındaki 20-30 yıllık süreyi mutlu yaşadıktan sonra, onun hayatına giren yeni kadına sonsuz yer açmaktır ve onların mutluluğundan mutlu olmaktır. Gelin olmak ne demektir? Hayatın başında olan, beklentileri yüksek, yaşanmamışlıkları fazla olan gelin, kendi hayatını planlarken eşi ile beraber onun ailesini kucaklamalıdır. Bunun yanında eşine verdiği değeri ailesine de vermelidir. Gelin olmak, saygı kavramının içini doldurmaktır. Birinin eşi olmak, onun annesini terbiye etme, onun eksikliklerini düzeltme ve onunla mücadele etme hakkını vermemelidir. Kayınvalideyi sevmek, uzun sürede ilişkilerdeki sorunları çözmeye yeterli değildir. Gelin, kendi annesinden beklediğini kayınvalidesinden beklememelidir. Annesi ile olan ilişkisindeki rahatlığını, kayınvalidesi ile olan ilişkisine yansıtırken saygı kavramını ön plana çıkarmalıdır. Gelin veya kayınvalide olmak farklı isimler gibi görünse de özü anne olmaktır, kadın olmaktır, insan olmaktır. İyi insan; iyi gelin, iyi kayınvalidedir. ÇOCUKTA ÖFKE! Öfkeden kızarmış, yüksek sesle bağıran bir çocuğa aynı şekilde karşılık vermek, onun öfkesini ve öfkeli halini kabul etmemek demektir. Oysa çocuklar öfkelenseler bile, annelerinin onları sevmekten vazgeçmeyeceğini bilmek isterler. Bu sebeple çocuğunu her ne şart altında olursa olsun seviyor olduğunu dile getirmelidir anne.” nsanoğlu, annesinin zihnine ve rahmine düştüğü ilk andan itibaren arzu doyumunun peşindedir. Anne karnında ve doğumdan bir yaşa kadar olan süreçte anne, bebeğin ihtiyaçlarını her seferinde tam olarak doyurma amacındadır. Bir yaşa kadar da anne karnındaki bu “cennet yaşantısı” mümkün mertebe devam ettirilmeye çalışılır. Her ağladığında susturulmaya çalışılan, keyfi kaçmasın diye sabahlara kadar başında beklenilen bebek; yürümeye, etrafı karıştırmaya, etkinlik alanını genişletmeye başladıkça annenin sınır koyma girişimleriyle yüz yüze gelir. Bu bebek için anneyle kurulan o kutsal birlikteliğin de zarar görmesine sebep olur. İstediği besinin gelmesi için sadece ağlaması yeten bebeğin, artık konuşması ya da alabiliyorsa kendi ih- İ █ Engin Eker Uzman Psikolog tiyacını kendi alması beklenir. Kuralları yasaklar, yasakları cezalar izlemeye başlar. Bu her istediğinin olduğu, insan yavrusunun kendini biricik hissettiği masal, yavaş yavaş gerçeklikle yüzleşir. Yüzleştikçe de insan yavrusunda hayal kırıklığı ve bu duygunun dışa yansıması olan öfke ortaya çıkar. Annenin sunduğu sonsuz doyum yaşantısından ve bunun krallığından, bu evrende küçücük bir nokta olduğu, sıradan, herkes gibi biri olduğu gerçeğine uyum sağlama sürecidir büyümek. Kaybeden herkes gibi, öfkelenir insan yavrusu da. Ancak bu kayıpların her zaman telafisi vardır. Annenin karnının içini kaybeden insan yavrusu, annenin şefkatli kucağını, sütünü ve ilgisini, zamanı gelince bunlar da elden gidince anneyle ya- aile-ce 24 Çocuk için iç dünyasındaki yoğun, tanımlanamayan gerginlik, sözel yani sembolik olarak tanımlanabilir bir şey haline dönüşür ve böylece öfkenin gergin ipi gevşer ve erimeye başlar.” kın duygusal ve zihinsel bağı geliştirir. Gelişim somuttan soyuta, hareketten düşünceye, bedenden zihne doğrudur. Olgunlaşma bu kayıplarla baş edebilmeyi gerektirir. Kaybetmesi kaçınılmaz olan bir insan yavrusu için, o zaman temel ödev kaybın yerine koyabileceği yeni bir değer bulabilmesidir. Asıl olan insan yavrusunun geçtiği duygusal döneme göre hissettiği öfkenin niteliğini kavrayabilmektir. İlk bir veya bir buçuk yılı kapsayan “şefkat döneminde” bebek için öfkelenme sebepleri, ihtiyaçlarının karşılanmasının olası gecikmeleridir ve zaten onun için koşturan, yeterince iyi bir bakım verenin varlığında öfkenin olabildiğince az yaşanması için çaba gösterilir. Şefkat döneminde koşulsuz şartsız her şeyiyle kabul edilen insan yavrusu için öfke duygusunun aşinalaşmaya başlaması, tuvalet eğitimiyle vuku bulur. İkinci yaşa doğru başlayan bu dönemde artık her şeyi olduğu gibi kabul eden anne, yerini kızgın bakan, kural koyan, ceza kesen anneye bırakır. Bu dönem, insan yavrusunun annenin şartlı sevgisiyle karşılaştığı ilk dönemdir. Anneyi ve sevgisini kaybetmemek için şarta uyulur ve anneyle uzlaşılır. Tabii bu seyir, yeterince iyi bir anne figürü düşünülürse gerçekleşir. Çocukla kurulan ilişkinin en çetin sınavı, tuvalet eğitimiyle gelen “denetim dönemidir”. Annenin, çocuğun koyulan kurallar karşısında ortaya çıkan öfkesi ile nasıl baş ettiği çok önemlidir. Burada öğrenme davranışının en hassas alıcıları devreye girer. Çocuğunun öfkesini amatörce ve kendi dürtülerini kontrol edemeyecek şekilde karşılayan anne, çocuğuna da iyi bir model olamaz ve onun öfkesiyle baş edebilme kapasitesinin gelişmesine fırsat vermez. Kabul Etme En önemli dayanak, öfke gibi yoğun bir duyguyu öncelikle kabul etmektir. Öfkeden kızarmış, yüksek sesle bağıran bir çocuğa aynı şekilde karşılık vermek, onun öfkesini ve öfkeli hâlini kabul etmemek demektir. Oysa çocuklar öfkelenseler bile, annelerinin onları sevmekten vazgeçmeyeceğini bilmek isterler. Bu sebeple Çocuğun öfkesini çocuğunu her ne şart altınsözel olarak ifade da olursa olsun seviyor olduğunu dile getirmelidir edebilmesi, ilişkileri anne. içerisinde bunu Tanımlama ve makul şekilde Zihnîleştirme gösterebilmesi, Öfke, yoğun ve kontrolün öfkenin kolaylıkla kaybedilip eyleyoğunluğundan me dönüşebildiği bir duygudur. Bu sebeple öncelikkurtulabilmek için le çocuğa, öfkesinin kabul yaşına uygun olarak edildiği gösterilir. Bu, çoneler yapabileceği cuğa insani yeteneklerini geliştirme sürecinin başında (nefes egzersizleri, onun duyguları karortamdan uzaklaşma, olduğu, şısında bir amatör olduğu dikkatini başka bir unutulmadan, içinde hissettiği yoğun ve gerilim yayöne çekebilme gibi) ratan duygular kendisine taaktarılmalıdır” nımlanarak yapılır. Neyi ne yoğunlukta hissettiği, bu duyguya hangi sebeplerle ulaştığı, bu duygunun bedenindeki, zihnindeki etkileri, nasıl sonlanacağı ve nasıl bir davranışa dönüşeceği aktarılır. Çocuk için iç dünyasındaki yoğun, tanımlanamayan gerginlik, sözel yani sembolik olarak tanımlanabilir bir şey hâline dönüşür ve böylece öfkenin gergin ipi gevşer ve erimeye başlar. Davranışsal Yönlendirme Çocuk; öfke duygusunun oluşmasının nedenlerini anlayabildiğinde, öncelikli olarak kendisi için yeni bir alanda nasıl davranacağını bildiğinden kendine güven duygusu artar. Burada önemli olan bir diğer unsur, çocuğa öfke duygulanımını tanıyıp kontrol ettikten sonra, bu duygunun gücünü kaybetmesi için neler yapabileceğinin aktarılmasıdır. Çocuğun öfkesini sözel olarak ifade edebilmesi, ilişkileri içerisinde bunu makul şekilde gösterebilmesi, öfkenin yoğunluğundan kurtulabilmek için yaşına uygun olarak neler yapabileceği (nefes egzersizleri, ortamdan uzaklaşma, dikkatini başka bir yöne çekebilme gibi) aktarılmalıdır. Davranışsal olarak kendini ifade edebilmek, büyük olasılıkla insanoğlunu en çok rahatlatan şeydir. Bunun, çocuğun içinde bulunduğu durum ve ilişkiler açısından makul karşılanabilecek bir tepki olması, dikkat edilecek bir noktadır. Kendini yerden yere atmak yerine, duygularını sözel olarak ifade edebilmek, öfkesini sözelleştirebilmek ve bunu yaparken içinde olduğu bağlama uygun davranabilmek çocuğun takdir edilmesi gereken bir başarısıdır. Annesinden öfke gibi güçlü bir duygu karşısında sözel/sembolik bir karşılık alan insan yavrusu, bu tepki bütününü model alacaktır. Hem duygularını tanıyacak, hem bu duygunun oluşma sebeplerini düşünecek hem de duygularıyla ne yapacağı ve tepkilerini sosyal hayatla uyumlu hâle nasıl getireceği konusunda farkındalık geliştirecektir. söyleşi İbrahim Arpacı 26 NURİ PAKDİL i ş e l y e sö il Camiyle caddeyi, mescitle sokağı birbirinden ayrı, birbiriyle ilişkisiz şeyler olarak düşünmemiz; mideyle kalp, beyinle beden arasında ilişki olmadığını düşünmemiz kadar tuhaftır. Yeni genç kuşakların yetişmesinde ailenin sınırlı etkisi var. Caminin ise hiç yok ne yazık ki.” Kıymetli Hocam bildiğiniz üzere Camiler ve Din Görevlileri Haftasının bu yılki teması “cami ve gençlik” olarak belirlendi… Gençliğin üzerinde durulması gereken önemli bir konu olduğundan hareketle; şuurlu bir neslin yetişmesinde cami ve ailenin nasıl bir işleve sahip olduğunu düşünüyorsunuz? Camiyle caddeyi, mescitle sokağı birbirinden ayrı, birbiriyle ilişkisiz şeyler olarak düşünmemiz; mideyle kalp, beyinle beden arasında ilişki olmadığını düşünmemiz kadar tuhaftır. Yeni genç kuşakların yetişmesinde ailenin sınırlı et- “Cami, İslamiyet’in mekân bağlamında, temel taşıdır, ana unsurudur. Minareler, bir şehrin şehadet parmağına benzerler. Gerçekte, yalnızca camilerde savunulur alın teri, emek... Ne var ki, zaman içerisinde camiler hayatın dışına itilmiştir.” kisi var. Caminin ise hiç yok ne yazık ki. Çünkü cami hayatla değil, ölümle özdeşleştirilmiş. İnsanların sadece öldükleri zaman uğradıkları bir yere dönüştürülmüş. Caminin yeni kuşakların yetişmesinde sahip olduğu tarihsel işlevi yerine getirebilmesi için, onu önce bu tuhaf konumundan, yani hayatın dışına itilmişlikten çıkartmak gerekiyor. Şunu da vurgulayalım: Değişmeyen yasa şudur; cüzi kurtuluş yoktur, kurtuluş küllidir. Yani camiyi de aileyi de bir bütünlük içinde, köktenci bir yaklaşımla ele aldığımızda ancak gerçekçi çözümlemelere ulaşabileceğiz. Gerekli olan, bence, 'dinsel değerlere' İslamcı yaklaşımla bakabilmek, bunun için de İslam öğretisini “tüm yaşam gereksinimini içeren ilkeler bütünü” olarak irdeleyebilmektir. Ailelere düşen görev, çocuklarına caminin manevi-dinî havasını teneffüs ettirmektir. Çocuk camilere gittikçe, götürüldükçe, orayı sevmeye başlayacaktır. Büyük din bilgini olan büyük amcam Ziya Efendi Hoca ve babam da evimizin çok yakınındaki Hacı Veli Camii’ne, elimden tutarak sık sık götürürdü beni. Geçmişten günümüze İslam medeniyetinin cami ve ibadethane kültürü değerlendirildiğinde bu ibadet mekânlarının İslam öğretilerindeki yansımaları üzerine neler söylemek istersiniz? İslam öğretisinin tüm ilkeleri evrensel içerikli ilkelerdir. İnsancıldır bu ilkeler. İslam öğretisi özgürlükçüdür, ilericidir, sömürünün her biçimine karşıdır, yabancılaşmaya karşıdır. İnsanın, yalnızca, “emeğinin karşılığını yiyebileceğini” vurgular bu öğreti. İslam öğretisi sürekli olarak, zulme karşı, tüm haksızlıklara karşı insanın başkaldırmasını ilkeleştiren temel görüşlerle doludur. Camiler de bu anlayışı simgeleyen yapılardır. Cami, İslamiyet’in mekân bağlamında, temel taşıdır, ana unsurudur. Minareler, bir şehrin şehadet parmağına benzerler. Gerçekte, yalnızca camilerde savunulur alın teri, emek... Ne var ki, zaman içerisinde camiler hayatın dışına itilmiştir. Camiyi hayatın içine çekmeliyiz yeniden. Beş vakit namazı camide kılmalıyız. Yeni kuşaklar, yoğun bir yabancılaşmanın etkisinde, kendi kültüründen kopmaya özendirilen bir ortamda yetişiyor. “Din görevlisi” olarak tanımlanan kardeşlerimizin görevi, hepimizin görevi aslında… Onların görevi, yeni kuşakların henüz dünyayı, çağı algılamaya başlamadan önce önlerine dikilen bu engelleri kaldırmak olmalı... söyleşi 28 Gençler sizlere hangi yazarları okumalıyız sorusunu sorduklarında verdiğiniz tek cevap mükerreren “Necip Fazıl Kısakürek” oluyor. Peki, bir genç olarak Necip Fazıl size neyi aşılamıştı; bundan bahseder misiniz? Necip Fazıl Kısakürek’in sanat ve düşünce dünyamızda çok etkin bir yeri vardır. Onun kişiliğinde, eylemci yazarın sürekli atılımlarını görüyoruz. Şiirleriyle, oyunlarıyla, tarihsel eleştirileri içeren kitaplarıyla uygarlığımızın en güçlü savunucusu oldu. Onunla, sözcüklere kurşun gibi ağır, ama öldüren değil inşa eden bir yük yüklendi. Yabancılaştırma girişimleri, özünde tabiatçılık ve maddecilik bulunan bir değişimi öneriyordu. Böyle bir ortamda, antimateryalist ve ruhçu bir üslupla, mistik bir yaklaşımla düşünüyor ve yazıyordu. Batıcılığa karşı ilk yazılı eleştiriyi yapan ve başlatan o oldu. Yalnız eleştiri ile kalmıyor hüküm de getiriyordu. Hem Batı’ya yönelmeyi (değişimi ve yabancılaşmayı) eleştiriyordu, hükme bağlıyordu, hem de Batı düşüncesi yerine yerli düşünceyi yeniden ikame ediyordu. “Özgürlük savaşımına, bir kelimeyle bile olsa katkı sağlayanlara selam olsun. Yerli düşünce düşmanlarına karşı, Batı saldırganlığına karşı yapıtlarıyla bir direniş üssü oluşturan yazarlarımıza selam olsun.” Üstat Necip Fazıl Kısakürek; bir şair, bir piyes yazarı, bir üslupçu yazar olmasıyla birlikte, çok duyarlı bir tarih bilincine sahiptir. Tarih bilinci içinde düşünmeye onunla ulaştık. Getirdiği eleştirisel ölçülerle yabancılaşmaya yiğitçe karşı koydu, uygarlığımızı savundu. Aydınların, uygarlığımızı yeniden anlamaları, bir tarih süreci içinde terk edilmiş görülen değerleri yeniden savunmaları için bir ortam oluşturdu. 1839 Tanzimat Fermanından sonraki Batılılaşma hareketlerinin tüm çürük ve yıkıcı yönlerini çok iyi kavramış, sahte kahramanları, müthiş zekâsıyla çok şümullü algılamıştır ve yazmıştır. Üstadın bütün hayatı, sahte kahramanlarla mücadele etmekle geçmiştir. Büyük Doğu Koleksiyonları bunların en çarpıcı kanıtlarıdır. Necip Fazıl Kısakürek’i okuyarak hem bir tarih ve din bilinci edineceğiz, hem de sanatın ve edebiyatın insanın oluşum bağlamındaki önemini kavrayacağız. Ben, bir Necip Fazıl tekeli kurmuyorum. Nazım Hikmet’i de okusunlar, bütün öbür yazarları da okusunlar. Fakat önce, Üstat Necip Fazıl’ı okusunlar. İzin verirseniz şunu da söyleyeyim: “İnsan kardeşlerim, korunağınızı koruyun hırsızlardan!” diye seslenen, “Evrensel adalete, barışa, sömürüsüz bir dünyaya bizi ulaştıracak yolda yürüyelim insan kardeşlerim.” diyen bir yazarın da, bugünkü tarih itibariyle 43 kitabı yayınlanmış olan Nuri Pakdil’in de, büyük bir titizlikle okunması şarttır. Özgürlük savaşımına, bir kelimeyle bile olsa katkı sağlayanlara selam olsun. Yerli düşünce düşmanlarına karşı, Batı saldırganlığına karşı yapıtlarıyla bir direniş üssü oluşturan yazarlarımıza selam olsun. Katıldığınız programlarda, söyleşilerinizde gençlere devamlı kitap okumaları yönünde tavsiyelerde bulunuyorsunuz. Gençlerin kitap okumaları neden bu kadar önemlidir? Okuyunca, düşünmeye de başlarız… Yani düşünme özelliğinizin birden farkına varıyorsunuz bir yazıyı okurken. Bir şiir sizi alıp bir yerlere götürüyor, düş kurma diye bir güç bulunduğunu fark ediyorsunuz kendinizde. Bir öykü ile bir romanla insanların toplum içindeki durumunu, değişik davranışları, yeryüzünün görüp bilmediğiniz bölgelerindeki çeşitli özellikleri görüyorsunuz. Sınırsız bir görme, gösterme gücü olduğunu anlıyorsunuz sanatın… Ve hepsinden önemlisi, sanatla tanışık olunca sizin de bakışınız, görüş ufkunuz değişiyor, o eski sıkışık hâlden kurtuluyorsunuz. Gereksiz kendine güvenme de gereksiz hissettiğiniz eksiklikler de kayboluyor; daha bir esnek, daha bir hoşgörülü, daha bir sağlam konumlu buluyorsunuz kendinizi. Bu planda meselelere bakmanın daha sağlıklı olduğunu düşünüyorsunuz. Peki, gençler hangi tür kitapları okumalı sizce? Öncelikle kutsal kitabımız Kur’anı Kerim’i okumalıyız. Kutsal kitabımız insana sürekli olarak, ruhunun gereksinmelerini duyurmaya çalışır, iç dünyasını yorumlamaya çağırır insanı... Bunun için, kutsal kitabımızı okudukça bilincimiz genişler, evrensel boyutlara ulaşır. Evrensel bir görevle yüklü olduğunu anlar insan; kutsal kitabı her okuyuşunda... Klasikleri okumalıyız. Klasik yapıtlar çağların aşınmalarından etkilenmeksizin günümüze değin gelen, hâlâ beğenilen, çağının ya da çağlarının tüm düşünce yönsemelerini de bir bakıma yansıtan yapıtlar olduğu için okunması gereklidir. Sanat yapıtları, edebiyat yapıtları ulaklıdır, bağlıdır birbirine; aşama aşama, günümüze ulaşmıştır bu kökler… Sonuç olarak mutlaka okumalıyız. Okumalıyız ki, Türkiye’nin karanlığı gitgide ufalsın, bir gün tam karanlıksız bir Türkiye oluşsun Orta Doğu’da. Kudüs bilinciyle, okuya okuya, yaza yaza bir umut büyüyecektir gönüllerimizde, yaşantımızda, yurdumuzun coğrafyasında, yeryüzünde. Tüm putçulukların, tüm zulüm düzenlerinin bir bir yıkılması, insana onurunu yeniden kazandıracak olan kendi uygarlığımızın yeniden yaşanır olması umududur bu umut. “İslam’ın beş şartından biri olan namaz için niçin “Eylem” kelimesini kullandığımı açıklayayım: Çünkü namaz; insan varoluşsalının en kapsamlı, en veciz yorumunu ifade etmektedir. Namazla, iblise ve bütün şer kuvvetlerine karşı en büyük savaş verilmektedir. “ Kudüs’süz ve İstanbul’suz ‘aşk’ olmaz diyorsunuz her defasında, bunu işitiyoruz sizden. Bu şehirlere atfedilen önem nereden geliyor, neyi simgeliyor düşünce dünyanızda? Kudüs sevilmeden insanlığa girilemez. Bizim için, daha da özel bir konumu vardır. Kudüs’ü savunmak, gerçek bağımsızlığı savunmaktır. Çünkü gerçek bağımsızlık, yüzyıllar boyunca damıtılarak oluşturulan bir birikimdir. İnsanın onurunun asal kaynaklarından biridir, putçuluğun kesinlikle iptalidir. Kudüs ve İstanbul; bilinci, iradeyi, vicdanı, sorumluluk duygusunu temellendiren, bunları birbirleriyle ilişkilendiren, birbirleriyle eklemleyen ve politik duruşumuzu hemen hemen remizlendiren, simgeleyen; gerçeklilikle perçinleyen, örtüştüren iki asal bağıştır, iki asal lütuftur bize. Kudüs bizim ideolojik temelimizdir. Yüreğidir İstanbul’un. Müslümanların ilk kıblesini simgeleyen Mescidi Aksa Camii Kudüs’tedir. İstanbul, yüce Peygamberimizin fetih olunacağını müjdelediği tek şehirdir. Yine “Çok okuyun ve âşık olun” ifadesini duyuyoruz sizden… İki tavsiyeyi birbiriyle mezcederek aile dergisi okuyucuları için açıklayabilir misiniz? Aşk, kendinden başkasına yönelmek, kendinden başkasına tutkuyla bağlanmaktır. Aşk, aşkınlık demektir; ben’imizi, bencilliğimizi aşmak, insanlığa karışmak demektir. Bu da bir eğitimi, bir alıştırmayı gerektirir. Okumak da bu eğitimin, bu alıştırmanın, bakışımızı kendimizden çevirip başkasına yö- neltmenin yeterli olmayan ancak gerekli olan bir sürecidir. Karşılaştırarak daha iyi farkına varıyor kimi şeyleri insan. Romanlar, hikâyeler, şiirler, sanat eserleri biraz da bu imkânı sağlıyorlar bize. Sözgelimi bir roman okuyan insan, kendisinin de böyle anlatılabilecek, gözlemlenebilecek, üzerinde düşünülebilecek bir hayat taşıdığını fark edebiliyor. Bir şiir, okuyana kimi incelikler hissettirebiliyor. Sanat eserleri, edebiyat eserleri giderek insana, kendi hayatına özen gösterme, davranışlarına, çevresine, dünyaya, olup bitenlere dikkat etme gereğini hissettiriyor. İnsan sevgisi de böyle böyle meydana geliyor kuşkusuz. Ben okumaya, evlerimizde bir kitaplık oluşturmaya çok önem veriyorum. Şu anda, kirayla oturduğumuz evimizde de oldukça zengin bir kitaplığımız var. Hemen hemen, çağdaş ve klasik sayısız çoğu yazarın kitabı mevcuttur kitaplığımızda. Ben, her Müslümanın evinde bir kitaplık bulunmasını yürekten istiyorum. Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Görmez, öğrenciyken katıldığı bir hutbe yarışmasında namaz için “eylem” tabirini kullanır. Daha sonra sizin düşünce dünyanızda da bu tabiri kullandığınızı öğrenir. Bu duruma atfen sözün sahibine sormak isteriz: Namaz “eylemi” kendi içinde nasıl bir devinimi barındırır? İslam’ın beş şartından biri olan namaz için niçin “Eylem” kelimesini kullandığımı açıklayayım: Çünkü namaz; insan varoluşsalının en kapsamlı, en veciz yorumunu ifade etmektedir. Namazla, iblise ve bütün şer kuvvetlerine karşı en büyük savaş verilmektedir. Namaz, zamanın kalp atışıdır. Namazı kaldırırsanız, zaman bir ölü olur. “Namazı, bir savaş teçhizatı gibi kuşanıyorum. Namaz kılıyorum, o halde varım.” Namaz, Allah'ın Müslümanlara verdiği ödüldür. Nobel ödülü değil, Yaradan'ın ödülü… Namaz ortak eylemimizdir. Ortak eylemimizin mekânı da camidir. Bugün yeryüzünün neresinde bir cami tutukluysa bunun acısını yüreğimizde hissetmeliyiz. Özellikle Kudüs’ü, şimdi tutuklu olan Mescidi Aksa’yı düşünmeliyiz. Kudüslü kardeşlerimiz Mescidi Aksa’ya özgürce giremedikleri sürece, hepimiz tutuklu sayılırız ve sürekli özgürlüğümüzün arayışı içinde olmalıyız. gurbetten notlar Ayten Kılıçarslan 30 Almanya’da Değerler eğitimi Avrupa genelinde din eğitimi, farklı cemaatler tarafından değişik yaş gruplarına yönelik olarak farklı metodlarla sunulmaktadır. iyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) tarafından camilerde din görevlileri nezdinde verilen din eğitimi, altı yaşından itibaren okul çağına gelmiş çocuklara Kur’an eğitimi temelinde verilen bir hizmettir. Özellikle velilerin çocuğun din eğitimindeki başarısını veya başka bir deyişle din görevlisinin performansını ölçme kriterleri, genellikle çocuğun Kur’an-ı Kerim okumaya geçme hızı ve ezberlediği dua ve sureler ile sınırlı kalmaktadır. Velilerin bu beklentilerinin merkeze alındığı din eğitiminin, en geç ergenlik çağından sonra (bu genellikle 12 yaş denebilir) çocukları camide tutması imkânsız gibidir. Anne ve babaların din eğitiminden beklentisinin Kur’an ve ezbere sure okumak, namaz kıldırabilecek kadar kıraat ve usul bilmek ile sınırlı kalması, din görevlileri ve cami yönetimleri üzerinde de bu istikamette olumsuz bir baskı oluşturmaktadır. D Avrupa Müslümanının dinî ve kültürel değerleri anlamlandırarak hayatına aksettirmesi, şuuruna varması ve bu değerleri korumayı ve aktarmayı öğrenmesi için en doğru mekânlar; ailelerin, bu görevi kendisi tam olarak yerine getiremeyeceği için kurdukları camiler olmalıdır.” “Çocuk, oyun oynarken kültürüne yakınlaşmalı, bıktırılmadan öğrendiklerinin hayatın diğer alanlarında ona yardımcı olduğunu fark etmeli, anaokulunda öğrendikleri ile paralelliği fark etmeli ve öğrendikleri ile yaşadığı topluma değer katabildiğini görerek öz güvenini artırmalıdır.” Zira çocuk, en geç ergenlik dönemine girdikten sonra giderek daha fazla karşılaştığı güncel konularda sebep-sonuç ilişkisini sorgulamakta, kurallarda mantık aramakta, dinî gelenekleri sorgulayarak kavramaya çalışmakta ve anne babası ile arasında mesafe oluşturarak kimlik bulmaya çalışmaktadır. Özellikle çocuğun hayatında giderek daha fazla yer alan Almanca veya yaşadığı ülkenin diğer dilleri ile de sorularına cevap araması kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü çocuğu çevreleyen sosyal hayat, dünyadaki olaylar da dâhil din ve kültürü oluşturan kuralların ve her türlü gelişmenin neden, niçin, nasıl sorularına vereceği cevapları merak etmekte, bu sorular okul hayatı da dâhil gündelik hayatta çocuğu kuşatmaktadır. Bu sorulara verilen cevaplar da genellikle çevrenin diline (Almanca, Fransızca, Flamanca vs.) çevrilmek zorundadır. Bu bağlamda internet ve sosyal medya, artık gündelik hayatta çocuğun/gencin camisi hâline gelmektedir. Hâlbuki din, kurallar kadar ve hatta kurallardan çok daha fazla değerler bütünüdür. O hâlde Avrupa Müslümanının dinî ve kültürel değerleri anlamlandırarak hayatına aksettirmesi, şuuruna varması ve bu değerleri korumayı ve aktarmayı öğrenmesi için en doğru mekânlar; ailelerin, bu görevi kendisi tam olarak yerine getiremeyeceği için kurdukları camiler olmalıdır. Çocuk burada aldığı temel eğitim sayesinde, daha sonraki yaşlarda, diğer detaylı bilgileri kendi kendine öğrenebilecek istek ve arzu ile donatılmaldır. Dürüst olmak, yalan söylememek, kimsenin malına ve hakkına el uzatmamak, kibar davranmak, kırmamak, sevmek, merhamet etmek, saygı göstermek, kabullenmek, paylaşmak, düzenli olmak, iffetli olmak, temiz olmak, başkalarını rahatsız etmemek gibi hayatı kuşatan değerlerin çocuğun ailesinden başlayarak camiler de dâhil sosyal çevrede fark edilmeden yaşanmakla kalmayıp doğrudan öğretilmesi çok önemlidir. Zira aynı değerler, insanlığın ortak değeri olarak anaokullarından itibaren hayatın her alanında çocuğun bilinçli bir biçimde karşılaştığı bilgi alanlarını da kapsamaktadır. Çocuk, eğer bu değerler bilinçli olarak ailesinde ve camide ders gibi işlenmiyorsa, zaman içinde bu değerlerin Hristiyanlık değerleri veya Batılı değerler olduğu algısı ile yetişmekte, bu değerlerin aynı zamanda kendine/kimliğine ait değerler olduğunu fark edememektedir. Camilerin İslam’ın ahlak ve bilgi düzeyinde öğretildiği yerler olarak çocuğun karakter oluşumunu desteklemesi, cemaatlerin önemsediği bir hedef hâline gelmiştir. Ancak değerler eğitiminin metod ve müfredat çalışması yapılması gerekmektedir. Camilerin bir bölümü değerler eğitimini hâlâ çocuğa oyunla Kur’an öğretmek şeklinde algılamaktadır. Hâlbuki bu eğitim, çocuğun genellikle ilk bilinçli değerler eğitimini aldığı anaokulu ile paralel yürütülmek ve diğer sosyal hayatı desteklemek, onu sosyal hayatta daha başarılı ve kendine güvenen bir birey hâline getirmeyi hedeflemek zorundadır. Çocuk, oyun oynarken kültürüne yakınlaşmalı, bıktırılmadan öğrendiklerinin hayatın diğer alanlarında ona yardımcı olduğunu fark etmeli, anaokulunda öğrendikleri ile paralelliği fark etmeli ve öğrendikleri ile yaşadığı topluma değer katabildiğini görerek öz güvenini artırmalıdır. Bu nedenle değerler eğitimi, daha çok küçük yaşta çocuklarla çalışabilen, metod bilgisine sahip, çocuğun anaokulunda öğrendiklerini bilen, paralellik kurabilen, çocuğun içinde yaşadığı topluma bu değerleri aktarabilmesi için o dili de kullanabilen kişilerce verilmelidir. Değerler eğitimi alanında Türkiye’de yapılan müfredat çalışmalarını incelediğimizde bu çalışmaların aynen Avrupa’nın farklı ülkelerinde uygulanamayacağını da görmekteyiz. Zira Türkiye’de yetişen çocuğun kullandığı kelimeler, onun hayatında yer alan aktörler ve mantalite ile Almanya, Fransa, Belçika gibi diğer ülkelerde yaşayan çocukların hayat gerçekleri aynı değildir. Almanya’da kullanılan bir müfredat aynı şekilde diğer Avrupa ülkelerinde de uygulanamayabilir. Bu nedenle mantık kurguları ve kullandığı dili ile çocuğun yaşadığı ülkenin gerçeklerini dikkate alan çalışmalara ihtiyaç vardır. Özellikle İslami değerleri temel alan müfredatın uygulanmasını kolaylaştıracak materyallerin yerinde üretilmesi, dinî hizmet sunan örgütler için önemli bir sınavdır. hayatın içinden Vural Kaya 32 Sİ E K L İK Ü L L E GÜZ U Ğ U L K U ÇOC EK M E L Z Ö ir emez b y e l z ö ın ğunu ocuklu odern dünyan ndan ç s e k r “He zellikle m çocukluğu kere. Ö lerinin çoğu , bazen yetişkino anı sığınağı kaçar, maması hatırlan kaçış yeridir isteneni için. Yazık, kimiler güzelim oysa o ın böyle sığınağ satılmaması haraca di. Maalesef gerekir üz günüm ında, dünyas in marazi yetişkin in çoğu hâllerinmeyen özlene ukla ilgili, çocukl ” ilintili… Ç ocukluğumu şükür ki çok özleyenlerdenim. Bu bir zenginlik, bu bir nimettir benim için. O anı sığınağıma nefretle bakmam için, hiçbir sebep zuhur etmedi kalbimin çocuk evinde. Neler gelir bazen aklıma, ben bile şaşarım. Çocukluk sığınağımdan bulup getiririm hâlâ o en nadide anılarımı. Onları eski ve kıymetli bir kitabı sever gibi severim. Eski ama eskimeyen bir dost gibi özlerim. O an’ı yine içime çekerim de,, bir bahar güzelliğini bir yağmur sonrası bir gökkuşağını ne biçim kıskandırırım Yazıyorsam, okudukça kitapların bitmez tükenmez hazine oluşuna hayretle şahit oluyorsam çocukluğumdandır. “Çocukluğumdandır” ifademle, çocukluk zamanlarımı da kast ediyorum, çocuksulaşıvermemi de… Bugün şiir söylüyorsam, çocuk metinleri ile aramı bu kadar nezih tutuyorsam o anı sığınağımın mahsus ve erişilmez güzelliğindendir. Çocukluğunu yaşamamışlar için hep üzülürüm, onlara iyi çocukluk dileklerimi gönderirim daima… O yaşanılası anların muhteşem diriliğidir bizdeki ferah tutulabilecek kalp; kalbimiz ne yana dönse o anı sığınağı durur ya karşımızda… Muazzam bir nimettir, şükrü eda edilmeli… Ninemi hatırlarım en çok çocukluğuma gittikçe; çocukluğumu özledikçe. İyi ki de hatırlarım. O bana muhteşem mâniler okuyan, masallar anlatan, efsaneleri bir dilci hassasiyetiyle ama geleneğin en muteber kıvamında aklıma ve ruhuma nakşeden ninemi. Belki de bu- gün yazabiliyorsam yine ninemin bana kattığı yürek güzelliği sayesindedir. Allah gani gani rahmet etsin. Cennette yine o güzel masallarından dinlesem keşke. Düşünsenize, çocukluğunuzu tekrar yaşayabileceğiniz tek yer orası aslında. Öyleyse çocukluğumuzla cennet arasında da bir bağ kurmak mümkün… Çocukluğumuz bitmez tükenmez güzellikler ülkesiyse cennete benzemiyor mu sizce? Çocukluğumun oyunları oyun değilmiş gibi şimdi. Başka bir gerçek yaşanmışlıkmış da şimdi şimdi anlıyormuşum gibi… Etrafınızda bir sürü gerçek kalbi olan dostlarınız ancak çocukluk zamanlarınıza ait olabilir. Yetişkinler niçin bu kadar kıskansın çocuklukları yoksa? Evet, özledikçe güzelleştirdiğim çocukluğum, ömrüm vefa ederse daha da güzelleşecek olan bir hakikat gibi. Hiç bıkmadan usanmadan yine kırlara çiğdem toplamaya, menekşe dermeye, sümbül bulmaya gideceğim gibi. Uzaktan dümdüz bozkırın ortasında bir trenin kıvrılarak bir akşamüstü ıssızlığının gelip gelip beni dün uykusundan uyandırıvermesi gibi bir şey işte çocukluğum. Ah, ne muhteşemdir o güzellik düşü! Yaşanmışlığın dünde duran resmidir o… Kolay kolay kıymeti yitirilmeyecek bu resme bakarak yaşamak kimilerine göre avuntu sayılacakmış, sayılsın. Umurumda mı? Kimse dokunmasın ister insan bazen, o mahrem dünün güzelliği daima hafızamızın bir kıymetli köşesinde dursun ve yeri geldikçe bize bir merhaba desin ister… Çocukluğum gelip uyandırsın isterim daima; modern dünyanın aklımızı ve ruhumuzu uyuşturup uyuttuğu zamanlarda… Bir ikindiüstü kuşların göğü kavislerle süslediği minicik sesleriyle gelip bir dost eli omzuma dokunur gibi uyandırmasını istiyorum… Bu hiç yok olmasın, daima yaşasın, bu güzellik ülkem ama daima yaşasın istiyorum… “Nine m çocuk i hatırları m l çocuk uğuma git en çok tik lu ki de ğumu özle çe; ha d muht tırlarım. O ikçe. İyi eşem mânil bana okuya er n efsan , masallar an el hassa eri bir dilci latan, si gelen yetiyle am kıvam eğin en m a utebe ruhum ında akl r ı m a a nakşe ve Belki d en nin d emi. yazab e bugün iliyors bana am yi k n sayes attığı yüre e ninemin k güz inded elliği ir.” hayatın içinden İbrahim Ethem Özer 34 Bir gün gelecek, bir icat yapılacak ve içinden insan sesi duyacaksın… Türkiye’den ve dünyadan haberin olacak. İstersen türkü de dinleyebileceksin.” denilirdi. Hiç kimse inanmadı tabii bu söylenenlere. Bir aletten nasıl insan sesi gelebilirdi ki? SESİN GELDİĞİ KUTU: Radyo izler bu sözlerle şaşkınlığımızı ifade ederken önceleri kimsenin keşfedilebileceğine ihtimal vermediği bu sesli kutu, icat edildikten sonra insanların gerçekleşebileceğini mümkün görmediği birçok keşfin öyküsüne de ön ayak olacaktı. Evet, Türkiye’den ve dünyadan her türlü bilgi ve olaylardan haberdar olabilmeyi sağlaması onu daha da değerli kılmıştı. Satın alındıktan sonra eve gelmesini heyecanla beklemek, çoğumuzun yaşadığı güzel ve bir o kadar da kıymetli zaman dilimleriydi. Sadece gelmesi yetmiyor, heyecanla kutusunu açıyorduk. Hemen çalışması için prizin olduğu yere götürülmesi de sabırsızlığın göstergesiydi. B Sadece tek kanalın çekmesi ve cızırtılı olmasına rağmen hep sevdik onu. Yanından uzun süre ayrılamayanlar bile olmuştu.” Büyük kasası olmasına rağmen evimizin en önemli yerine, başköşeye koyuşumuz, ona gözümüz gibi bakmamız ve merak dolu gözlerle kırmızı ışığına veya frekans ayarı kısmına bakıp, uzun uzun dalmalarımız hâlâ hafızalardadır. Şu an markalarını bile unuttuğumuz radyolar, o zamanlar bize çok lüks geliyordu. Bir kişinin evinde radyo olması zenginlik göstergelerindendi. Sadece tek kanalın çekmesi ve cızırtılı olmasına rağmen hep sevdik onu. Yanından uzun süre ayrılamayanlar bile olmuştu. Belki de her gün annelerimizin tozunu almaları, bir şey olacak diye korkmaları, şu an onu tebessüm ile anlatmalarına sebep olacaktı. Dünyadan herhangi bir frekansı bulduğumuzda, sanki yabancılarla iletişime geçiyor hissi verirdi. Radyo oyunları diye bilinen programlar vardı. Televizyon ve sinema gibi izleyicinin önüne her şeyi hazır vermez, onu hayal kurmaya sevk ederdi. İçine bu kadar insanın nasıl sığdığını düşündüğümüzde hayal penceresinin boyutu da büyüyordu. Çocuklar için radyo masalları vardı. Büyük bir çoğunluğumuz mutlaka dinler ve saatini beklerdik. Masal kahramanlarından birisi mutlaka biz olurduk. Güzel Türkçe konuşabilmeyi ve karşımızdakine nasıl hitap edeceğimizi çoğunlukla ondan öğrenirdik. Eskilerin, eski değerlerin veya günlerin kıymetli olması aslında bu güzel anılara dayanıyor. Anlatırken herkesin yüzünü tebessüm kaplaması o zaman için onun ne kadar değerli olduğunu gösteriyor. Şimdi ise kolay bulunması ve kolay ulaşılması sanki kıymetini azaltıyor. Türkiye’de radyo yayıncılığı 1900’lü yılların ilk çeyreğinde, canlı yayıncılığının ise o yıllardan birkaç sene sonra başladığını söyler büyüklerimiz. Radyodan ilk Kur'an-ı Kerim tilavetinin Ahmet Hamdi Akseki tarafından gerçekleştirildiğini, ilk mevlit programının ise, Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında şehitlerimiz için okunduğunu duymuşuzdur. Dinî ve ahlaki konuşmaların yayını başladıktan sonra, iftar ve sahur programlarının da sonradan eklendiğini söylemişlerdir. Onun yeri hep farklı oldu! Evde sessiz bir odada onunla baş başa kaldığımızda, yolculukta, iş yerinde, trafiğin sıkışık olduğu zamanlarda, sevdiklerimizden uzak olduğumuzda, moralimiz bozuk iken, eğlenmek istediğimizde, annelerimizin mutfak ile meşgul oldukları zamanlarda ya da iftara geç kaldığımızda hep sıkıntılarımızı almış ve bize yoldaş veya arkadaş olmuştur. Hızlı yaşam, kolay elde edebilme ve bazı değerlerin önemsizleşmesi radyo örneğinde olduğu gibi bazı aletleri unutmamıza yol açabiliyor. Radyo da bu hızlı yaşamdan yara almış durumda. Şu an için yerini müzik setleri, mp3 player gibi modern müzik aletleri almış gibi görünse de çoğumuzun hayatında hala önemli yere sahip olduğu bir gerçek... evimiz 36 SAĞLIĞINA ÖNEM VERENLERİN TERCİHİ: Esra Akıcı-Merve Gül Olgun Doğal sabunlar Bir masalın içinde yaşamak gibiydi biz hanımlardaki sabun tutkusu... Beyaz ve tertemiz... Annelerimizin çeyiz sandığı, el işi örtüleri, dantelleri ve beraberinde gelen nefis sabun kokusu…” Ç ocukluğumuzun en eğlenceli oyunlarından biriydi annelerimizin çeyiz sandığını karıştırmak. Sandığın kapağı açıldığında burnumuza gelen mis gibi sabun kokularını hiç unutmadık... O zamanlarda sandık içine yerleştirilen minik keselerdeki bu sabunlar; bembeyaz örtü ve dantelleri kokusuyla sarmalar, sanki hepsini ayrı bir sevgiyle kucaklar gibiydi. En eski medeniyetlerden eskimeyen sabun geleneğine... Bundan birkaç kuşak öncesinde, annelerimizin çeyiz sandıklarını etkileyici kokularıyla süsleyen, dolap ve çekmece düzenlerinde, dahası elbise katlarının arasında görülmeye aşina olunan sabunlar; aslında insanoğlunun binlerce yıllık geçmişindeki köklü bir geleneği hatırlatıyor. M.Ö. 2500’lü yıllara ait çivi yazılı tabletlerde kökenlerine rastladığımız bu önemli buluş, Sümerler dönemine kadar götürülebiliyor. Mısırlılar ve Romalılar da bu geleneğin devam ettirilmesine katkı sağlıyor. Tabi o devirlerdeki yeri doldurulamaz bu temizlik maddesi, şimdilerde olduğu gibi doğal ürün arayışından ya da güzellik amaçlı bir olgudan değil; yalnız ihtiyaçtan doğan bir durumun tezahürü anlamına geliyor… Başlangıçta el ve vücut temizliğinden ziyade genel temizlik amacıyla kullanılan sabunun, kişisel bakım için yaygın olarak kullanımı 18. yüzyıla dayanıyor. Ancak geçen zaman içerisinde (şaşırtıcı olmakla birlikte) gelişen teknolojinin sabun üretimine yönelik fazla bir değişikliğe neden olmadığı görülüyor. Elbette burada bahsettiğimiz gelişme, ürün yelpazesinin genişleyip, içerikçe zenginleşmesi değil; sabun üretim maddelerinin temelde aynı kalması ile ilgili bir durum… Komşuların birbirlerine ziyarete giderken keselere konulmuş kalıp sabun götürmeleri, en makbule geçen hediyelerden sayılırdı... Anadolu’nun sabun kokulu sokaklarına doğru adım adım… Geçmiş dönemlerdeki kadar yoğun olmasa da şirin Anadolu kasabalarında hâlen devam ettirilen, eski bir gelenek sabun yapımı... Zararlı sentetik kimyasallardan, yapay boya ve koruyucu maddelerden uzak; yenilebilir malzemelerle evde yapılan sabunun sağlık açısından olduğu gibi aile bütçesine katkıları da su götürmez bir gerçeklikti… Komşuların birbirlerine ziyarete giderken keselere konulmuş kalıp sabun götürmeleri, en makbule geçen hediyelerden sayılırdı… Özellikle zeytin üretiminin bol olduğu Ege taraflarında annelerimiz zeytinden yağ elde ettikten sonra posasını atmıyor, bundan sabun yapıyordu. İsrafı haram bilen, nehirden bile abdest alsa bunu israf etmeyen bir dinin mensubu Ana- dolu insanı, elindeki her türlü malzemeyi, yiyeceği bütçesine uygun olarak kullanıyordu. Sabun bir ihtiyaçtı ve bütçe de dışarıdan almaya müsait değildi... Zaten fedakâr Anadolu kadını için, ev idaresine katkı sağlayabilmek her zaman öncelik taşımamış mıydı? O öyle bir ‘anne’ idi ki asla israf etmeyecek ve elinden geldiğince ekmeğini, buğdayını, hatta sabununu dahi en doğalından kendisi imal edecekti… Bir yaz günü serinliğinde, annelerin odun ateşinde ağır ağır kıvama getirdiği sabunların hazırlık süreçlerine değinelim biraz da… Sabun kokulu evlerin avlularında, yılların birikimi ve tecrübesiyle hazırlanan ‘temizliğin en saf hâlinin’ içine neler konulurmuş bakalım… Elbette burada bahsedeceğimiz hakiki sabun üretiminin, son derece geleneksel forma sahip olduğunu unutmamak gerekiyor. Öncelikle kullanılan en temel madde cildin doğal nem dengesini korumaya yardımcı olan ve sabun yapımı için gerekli asit dengesini sağlayan hakiki zeytinyağı… Şimdilerde zeytinyağı yerine (doğal sabun üretimi yapılan yerler hariç) kullanılan hayvansal katı yağlar, ticari kaygılar güdülerek, ucuza geldiği için tercih edilen maddeler ne yazık ki… Sabun yapımında kullanılan bir diğer malzeme, yine eskilerde yaygın olarak bilinen, meşe odununun bembeyaz külüyle karıştırılmış su. Şimdilerde bu doğal kül suyunun yerine de kostik denilen sabun sodası, yani kimyasal tuz benzeri madde tercih ediliyor ve sabuna istenilen yoğunluğu bu madde veriyor... Sabun yapımı için öncelikle geleneksel ölçülerine sadık kalınarak hazır edilen zeytinyağı ve dinlendirilmiş su, kazanlarda yeterli sıcaklığa ulaştırıldıktan sonra içerisine kül suyu boşaltılıyor, bir süre sonra bu çözeltinin sabuna dönüşümü başlayıveriyor. Puding kıvamındaki bu karışım ahşap, düz sabun tepsilerine dökülerek üzerleri bir mala yardımıyla düzeltilip, birkaç gün bekletilerek kuruması sağlanıyor. Donup sertleşen sabunlar daha sonra sabun şeklinde kesiliyor. Böylece hane halkının en az bir yıl kullanabileceği miktarlarda sağlıklı sabunlar üretilmiş oluyor. evimiz 38 Fedakâr Anadolu kadını için, ev idaresine katkı sağlayabilmek her zaman öncelik taşımamış mıydı? O öyle bir ‘anne’ idi ki asla israf etmeyecek ve elinden geldiğince ekmeğini, buğdayını, hatta sabununu dahi en doğalından kendisi imal edecekti...” Neden doğal sabun tercih etmeliyiz? Son yıllarda tüm dünyada ve elbette Türkiye'de doğal ürünlere, organik gıda ve tüketim maddelerine müthiş bir yönelim görülüyor. İnsanlar kullandıkları ürünleri, yiyecekleri, giyecekleri 'ne kadar az katkı maddesi içeriyor'u gözeterek almaya dikkat ediyor. Sabunun ise her türlü temizlik malzemesi ihtiyacından, kişisel bakıma, cilt temizliğine kadar önemi ve yeri tartışılmaz. Sağlıklı yaşama önem veren, duyarlı bireyler için bu organik ürün pazarının, günden güne geliştiği söylenebilir. Günümüzde teknolojinin tüm imkânlarından yararlanılarak soğuk işlemle, bitkisel doğal sabun üretimi yapılan yerlerin sayısı da buna bağlı olarak her geçen artıyor. Neden doğal sabun ürünlerini tercih etmemiz gerektiğini sizlerle paylaşalım. • Gerçekten güvenilir ve doğal malzemeler kullanılarak hazırlanır. • Vücuda parlaklık ve canlılık kazandırır. • Bakterilere karşı doğal savunma sağlar. • İçeriğindeki E vitamini (zeytinyağı) sayesinde hücre yenilenmesini hızlandırır. • Koruyucular, yapay boyalar ve sentetik esanslar içermez. • Süt ve bal dışında hiçbir hayvansal ürün kullanılmaz. • Giysilerin temizliğinde de gü- venle kullanılan sabunlar çamaşırların renklerini soldurmaz, eskitmez. Saf bitki özleri ve yağları kullanılarak hazırlanan sabunların, zengin çeşitliliğine dair vereceğimiz birkaç önemli bilgiyle yazımızın sonlarına doğru gelelim: Aşağıda bir kısmına yer verdiğimiz şifalı sabunlardan, sağlığınız için uygun olanlarını güvenle kullanabilirsiniz. Bu sayımızda geleneksel üretiminden, tarihçesine, şifalı özelliklerine varıncaya kadar sabunların şifalı dünyasına konuk olduk. Satın aldığımız (neredeyse) her ürünün endüstriyel olduğu günümüzde, herkes doğala hasret, eskiye özlem duyuyor. İnsanlar, gittikleri yerlerde, küçük tatil kasabalarında, alışverişlerinde en çok ev tarhanası, ev salçası, ev turşusu gibi doğal ürünlere ilgi gösteriyor. Hatta internetten alışveriş yaparken de sepetlerini en çok doğal etiketli ürünlerle dolduruyor. Elbette bu ürünler arasında, her geçen gün sağlığa faydaları daha çok kimse tarafından keşfedilen, doğal el yapımı sabunlar da bulunuyor. Sizleri de bu mis kokulu sabun dünyası ile tanışmaya davet ediyoruz. Doğal Sabun Çeşitleri: Lavantalı sabunlar: Özel bileşimi sayesinde cildi tahriş etmeden temizlerken, antiseptik etkisi sayesinde doğal bir koruma sağlar. Killi Sabunlar: Cildi ölü hücrelerden arındırarak kahverengi cilt lekelerini ve kızarıklıklarını azaltır. Siyah nokta ve akne gidericidir. Kekikli sabunlar: Kepeklere karşı korur. Derideki pek çok rahatsızlığa, egzama, mantar ve sedef hastalığına iyi gelir. Limonlu sabunlar: Yağlı ciltler için ideal bir temizleyicidir. Cildi sıkılaştırıcı etkisi vardır. Yüz çillerinde faydalıdır. saadet asrının hanımları Elif Erdem Diyanet İşleri Uzmanı 40 RESULÛLLAH'A EN ÇABUK KAVUŞAN KIYMETLİ VALİDEMİZ: Zeynep Binti Cahş (R.Anha) Allah Resulü’nü kaybetmenin hüznüyle doluydu yürekler. Hane-i saadette de hüzün vardı. Aynı zamanda bir merak içindeydi müminlerin anneleri. Bir seferinde onlara, henüz hayattayken "İçinizden bana en çabuk kavuşacak olanınız, kolu en uzun olanınızdır." demişti âlemlerin Efendisi. (Müslim, Fadailu's-sahabe, 101.) Acaba kimi kastetmişti? İçlerinden hangisi diğerlerinden daha önce kavuşacaktı o gül yüzlü nebiye? Resulûllah'ın kıymetli eşleri, bu sorunun cevabını bulmak için ne zaman bir araya gelseler, duvar kenarında kollarının uzunluğunu ölçmeye koyuluyorlardı. Bu durum bir süre böyle devam etti. Zihinleri meşgul eden bu bilmece, Zeynep Binti Cahş'ın ölümüyle çözülüverdi. Boyu pek de uzun olmamakla birlikte cömertliği ve ihtiyaç sahiplerini görüp gözetmesiyle meşhur olan bu hanımın vefatıyla anlaşıldı ki, "kolu en uzun olan", "en çok sadaka veren" demekti. Z eynep Binti Cahş, Allah Resulü'nün halası Ümeyme'nin kızıydı. Hz. Peygamber onu, köleyken azat ederek evlat edindiği Zeyd b. Harise ile evlendirmek istemişti. Toplum içerisinde saygın bir konumda olan Kureyş kabilesinin en seçkin ailelerinden birine mensup bulunan Zeynep Binti Cahş, bu teklife sıcak bakmasa da o sıralarda nazil olan "Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur." (Ahzap, 33/36.) ayeti doğrultusunda Resulûllah'a karşı gelmek istememiş ve Zeyd (r.a.) ile evlenmeyi kabul etmişti. Cahiliye âdetlerinde hür bir kişi, azat edilmiş bile olsa köle statüsünde olan biriyle evlenemezdi. Dolayısıyla bu evlilik, hür ve köle ayrımına odaklanmış cahiliye anlayışına darbe vuran önemli bir olaydı. Fakat zaman içerisinde iki genç arasında çıkan anlaşmazlıklar had safhaya vardı, Resulûllah'ın barış tavsiyeleri artık sonuç vermiyordu ve sonunda boşanma yoluna gidildi. Resulûllah'ın takdiri karşısında kendi tercihinden vazgeçen, ancak bu birliktelikte huzur bulamayan Zeynep Binti Cahş'a müjde olacak haber, vahiyle geldi: “...Biz onu -Zeynep’i- sana nikâhladık ki evlatlıkları, kadınlarıyla ilişkilerini kestiğinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. (Ahzap, 33/37.) Bu ayetle Zeyd b. Harise'den ayrılan Zeynep (r.a.), Resulûllah'a eş olmakla kalmıyor, mü- minlerin anneleri arasında eşsiz bir konuma haiz oluyordu. Evlilikleri boyunca bu hususu dile getiren Zeynep (r.a.), “Sizleri (Hz. Peygamber ile) kendi aileleriniz evlendirdi. Beni ise yedi kat göklerin ötesinden Yüce Allah evlendirdi.” sözleriyle Hz. Peygamber'in diğer eşlerine karşı övünürdü. (Buhari, Tevhit, 22.) Zeynep'in (r.a.) ilk evliliği gibi bu ikinci evliliği de inananlar için bir mesaj niteliğindeydi. Zira Yüce Allah, elçisine Zeynep Binti Cahş'ı nikâhlayarak, cahiliye toplumunda mevcut "evlatlıkların boşadığı hanımla evlenememe" âdetini kaldırdığını ilan ediyordu. İbadete düşkünlüğü ve hayır işlerindeki gayretiyle ön plana çıkan Zeynep Binti Cahş, Hz. Peygamber'in en sevdiği hanımlarındandı. Deri tabaklama, deri dikme ve boncuk dizme gibi işler yapar, kazandığı parayı Allah yolunda harcardı. Hz. Ömer'in halifeliği sırasında kendisine tahsis ettiği gelirin tamamını yoksullara dağıtmıştı. Resulûllah'ın diğer hanımları da onun bu yönünü takdir ederdi. Vefatının ardından Ümmü Seleme validemiz onun hakkında şöyle demişti: “Zeynep, saliha bir hanımdı. Gece namazı kılar, çok oruç tutardı. Elişi yapar ve ondan elde ettiğinin hepsini yoksullara sadaka olarak dağıtırdı." (İbn Sa'd, Tabakât, VIII, 82.) Onun vefat haberini alan Hz. Aişe ise, üzüntüsünü şu sözlerle dile getirmişti: “Övgüye layık, ibadetine düşkün, yetim ve dulların sığınağı gitti.” (İbn Sa'd, Tabakât, VIII, 87.) Bu güzel özellikleriyle Resulûllah'ın nazarında özel bir yeri olan Zeynep validemiz, vefatından sonra da ona en çabuk kavuşan eşi oldu. geçmiş zaman olur ki Kamil Büyüker 42 e l a der ki L Ç içeklerin hepsinin ayrı bir hususiyeti vardır. Her birisi kendi lisanıhâliyle bir şeyler söyler. Onlar kendi lisanlarınca konuşurlar lakin biz de kadim medeniyet mirasımız içinde her birisine bir şeyler söylemişiz, risaleler kaleme almışız, tasvirlerini yapmış, üzerlerine türküler, ilahiler söylemişiz, konuşmuş ve konuşturmuşuz... Kimi zaman "sordum sarı çiçeğe", kimi vakit, "güller, sümbüller, öten bülbüller" kimi vakit de "çiğdem der ki, lale der ki" demişiz... Sayısız örnekle çiçekleri konu edinmişiz. Çiçekler arasında da hususiyeti olan çiçekler olmuş. Bir devre adını veren lale de rımın yanık izi kalmıştır şeklinde açıklamışlardır. Lalenin her çiçekler arasında hep özellikli bir çiçek olmuş. Sadece bir soğanının bir tek sap ve tek bir çiçek vermesini, tasavvufta devre adını vermesiyle değil, harflerin sayısal değerini ifatevhit yani Allah'ın birliğinin simgesi olarak yormuşlardır. de eden ebcet hesabıyla 66'ya yani lafzatullah'a (Allah) teHem ebcet değerindeki güzellikten hem de bu hikmetli bakabül etmesiyle de hep özel bir çiçek olmuş. Bir tefekkür kış açısından dolayı ilk lale yetiştiricileri ve teşvikçileri arasembolü olarak da dikkat çeken lale, adının verildiği Dasında Ebussuut Efendi ve Aziz Mahmut Hüdayi hazretlemat İbrahim Paşa'nın sadrazamlık yaptığı 1718-1730 tarini sayabiliriz. Öyle ki 1628'de vefat eden Aziz Mahmut rihlerini içine alan Lale Devrinde yani bir tutku derecesinde Hüdayi hazretleri lalelerin sevilip yayılması ve yetiştirilmesi lale yetiştiriciliğinin yayıldığı dönemde rivayete göre 1108 için teşvikçi olmuş, laleyi çiçeklerin en şereflisi olarak takçeşit renkte üretilmiş. Ancak laleye özel bir önem atfedim ederek; "Allah ismiyle aynı vezinde ve çiçeklerin en şedilmesi lafzatullah'la ebcet değerinin aynı olmasından kayreflisi ve itibara şayan olan laleyi yetiştirmekte benaklanmaktadır. Bayrak şairimiz Arif Nihat Asya bu ilreket vardır. Dikkatli bir gözle incelendiğinde ginç ilişkiyi su sözlerle ifade eder: “Eskiler lalehakkın nice manevi sırları müşahede oluyi mukaddes sayarlardı. Gerçekten, izahı nur ve hiss-i manevisi diğer çiçeklerden zor bir şuur, o zamanın yazılarında ‘lale’ keziyade olduğu açıkça görülür." demişlimesi ile ‘Allah’ kelimesini aynı harflerLalenin her tir. den meydana getirirdi. Üstelik ebcette lale, Allah, hilal aynı sayıyı verirdi. Biri soğanının bir tek Meşhur laleler güzelliğiyle yurdumu, biri ulviliğiyle sap ve tek bir çiçek Lale-i Rumi denilen kültür lalesinin dinimi, biri şerefiyle istikbalimi anlavermesini, tasavvufta ve türlerinin anavatanı İstanbul'dur. tan, kelimelerdeki ebcet beraberliğiHer lale türü farklı bir isimle anılır. Lane sizi bilmem fakat ben, tesadüf detevhit yani Allah'ın leler için şiirler, besteler yapılmıştır. yip geçemeyeceğim.” birliğinin simgesi Bunlardan birisi Dördüncü MehÇiçek Akademisi med'in musahiplerinden Fenni Meholarak yormuşlardır. Osmanlı bir zarafet medeniyeti idi. Demet Dede'dir ki kendisi şair ve bestetaylardaki incelik, letafet kolayca görülebilir. kârdır. Yazdığı dörtlüklerle isimlerini Genel olarak çiçeklere özel ihtimam gösteölümsüzleştirdiği bazı laleler şunlardır: Müren medeniyetimiz 17. yüzyılda Sultan İbrahim sellem-i Âlem, La'l-i Bedahşî, Kavs-ı Kuzah, zamanında "terbiye-i riyâz u ezhâr ve tenmiye-i haHüsn-i Hasan, Mihr-i Münîr, Rûy-i Nigâr, Sultânî Güldâyık u eşcar" amacıyla bir cemiyet teşkil etmiş ve çiçekgûn, Ferah-bahş, Kass-ı Nigîn, Kubçibaşılık makamı ihdas etmiş. Bu maksatla da Sarı Abdullah beli, Tâcidâr, Gül-i Bîhâr, Siyâh u Efendi şükûfedârâna (çiçekçilere) mümeyyiz ve başbuğ" Sefîd gibi... (Beşir Ayvazoğlu, "Lâle Devrinden olarak tayin edilmiş. Yine Sultan VI. Mehmet "Çiçek EnÖnce Lâle" İstanbul Armağanı, cümen-i Dânişi" (çiçek akademisi) kurmuştur. Gelelim İBB yay. 2000, s. 122.), laleye... İzzet Ali Paşa lale için şöyle bir beyit söylemiş: 1811 yılında kaleme alınan Lalezâr Mazhar-ı ism-i celâl olmasa isimli kitabın yahakka lâle zarı Mehmet Aşkî Bulamazdı bu kadar rütbe-i Efendi de lalelere vâlâ lâle olan aşkını ve hissiyatını şu beyitlerle ifaHikmet saçan de ediyor: çiçek lale Lale Farsça bir kelime. Gerçek vatanının ise Orta Asya olduğu Olmasa mazhar eğer ism-i celâle lâle rivayet ediliyor. Nâil olmazdı bu hüsnü ile cemâle lâle (Dr. Kaya Üçer-Dr. Münevver Üçer, Lâle-i Münevverân, İBB Yay. 2006, s. 16.) Lale çiçekleri bir tek sap üzerinde bir tane olurlar ve renkleri hemen hemen tamamı parlaktır. Her parçasının dip kısmında genellikle siyahlık görülür. Onu da efsanelerde, üzerinde bulunan çiğ tanesine yıldırım düşmesi sonucu alev alan yaprak, öylece donup kalarak laleye dönüşmüş, dip kısmında ise yıldı- Dest-i muşâta-i kudretle bulup zîb-i cemâl Döndü bir duhter-i pür gunc u delâle lâle Hayl-i uşşâk sıfât dâğ-ı dil izhâr etmiş Benzer âşık geçer ol ruhları ala lâle (Lâlezâr, Çev. İlyas Özdemir, S. Atilla Sağlamçubukçu, Marmara Belediyeler Birliği Yay. 2012, s. 26.) Meğer laleler görebilene, duyabilene ne söylermiş... Öyleyse buyrun lalelerin latif tefekkür bahçelerine... bilgelik hikayeleri 44 NEYİ ARIYORSAN O’SUN! z. Mevlana insanın kendini arayışını ne güzel formüle etmiş: “Neyi arıyorsan o’sun!” En çok uzağında olduğumuz kendimiz değil miyiz? Ne zordur insanın kendini tanıması, kendini bilmesi. Çıktığımız uzun ve ince hayat yolunda rastladığımız her insan, karşılaştığımız her sıkıntı bize bizi anlatan bir işarettir esasında. Hayat yolculuğu bir bakıma insanın kendini bulma, kendini tanıma serüveni değil midir? Ne çok şey biliriz başkaları hakkında! Söz konusu arkadaşımız, eşimiz dostumuz olunca H Dr. Lamia Levent Diyanet İşleri Uzmanı Can konağını aramadaysan cansın, Bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin… Şu nükteyi biliyorsan işi biliyorsun demektir: Neyi arıyorsan O’sun sen… sayıp dökeriz. Övgüler, yergiler… Sıra kendimize gelince sözler kifayetsiz kalır, ne desek bizden başka bizden ayrı… Zordur ruhun kıvrımlarında saklanan beni görmek, tanımak. Bazen bir ömür sürer kendimizi arayış serüvenimiz. Ama gelin görün ki, insan sarrafı olan Allah dostları, öyle ince bir yolla anlatırlar bize hakikati, anlamamız için… Derler ki, adamın biri uzun bir yola koyulmuş. Kendine bir yer bir yurt bulmak ümidiyle yollara revan olmuş. Nihayet uzaktan bir köy görünmüş ve daha köye varmadan karşılaşmış köylülerden biriyle. Heyecanla yaklaşmış yanına: “Kardeşim ben öyle kötü bir yerden geliyorum ki, oranın insanları sevgisiz, merhametsiz, acımasız. Orada insanların birbirine saygısı yoktur. Kıskanç, hasetçi, riyakâr, yalancı ve düzenbaz insanlardır onlar. Söyle bana, bu köydeki insanlar nasıldır?” Köylü adamın yüzüne bakar ve şöyle der: “Bu köydeki insanlar da öyledir.” Adam çeker gider oradan, aradığı yeri buldu mu bilinmez ama çok geçmeden başka bir yolcu uğrar köye. Aynı köylüyle karşılaşır ve sorar: “Kardeşim ben iyi insanların, hakkın, adaletin, sevginin olduğu bir yerden geliyorum. Orda insanlar merhametli, şefkatli, iyiliksever ve dürüstler. Acaba bu köyün insanları da öyle midir?” Köylünün yüzü aydınlanır ve cevap verir: “Bu köyün insanları da öyledir!” Evet, işte böyle… Biz neysek ve neyi arıyorsak oyuz ve Cenab-ı Hak onu çıkartır karşımıza. Niyetlerimiz, düşüncelerimiz bizden ayrı değildir ki! Hz. Mevlana’nın dediği gibi, küpün içinde ne varsa dışına da o sızar. İçimizdeki iyilik ya da kötülük bize yoldaşlık eder, yolumuz nereye giderse bizimle gelir. Güzeli içinde taşıyıp güzele talip olanlar eninde sonunda ona ulaşırlar. Tıpkı gül misali; dikeni görüp de güle burun kıvıranlar değil, gülün hatırına dikeni görmezden gelenler gül kokusunu alır, güllere yoldaş olurlar… bir nefes sıhhat Nida Çeliksoydan Diyetisyen 46 DOĞANIN SAĞLIK KAYNAĞI: Süt, insan neslinin devamı için en elzem besinimiz olması dolayısıyla hayatımızda oldukça önemli bir yere sahiptir. Gerek içecek, gerekse süt türevleri olarak vücudumuza aldığımız bu beyaz içecek; kalsiyum, D vitamini ve fosforun yanı sıra kemik ve dişlerimizin sağlıklı ve sağlam olmasını sağlayan diğer besinleri de içerir. Ayrıca kan damarlarının ve kasların daha düzenli çalışmasını sağlar.” nsan besini olarak tüketilen süt miktarları, her ülkede aynı değildir. Türkiye'de kişi başına yılda ortama 113 kg kadar süt (türevleri dâhil)* tüketildiği tahmin edilmesine karşılık, hane halkı besin tüketim araştırmaları, ne yazık ki yıllık tüketimin birey başına 65 kg civarında olduğunu göstermektedir. İ Sütle gelen sağlık Büyüme ve gelişmeyi sağlayan süt, kemik erimesini engelleyerek kemikleri sağlamlaştırır; bu sayede vücuda güç verir. Mikropların neden olduğu hastalıklara karşı vücudun bağışıklık kazanmasını sağlar, vü- cuda direnç verir. Cildin yıpranma ve yaşlanmasını önlediği gibi beyin için de oldukça önemlidir. (Beynin ihtiyacı olan enerjiyi sağlar.) Sağlıklı saç ve tırnak uzamasında, doku hücre oluşumunda koruyucu bir kalkan gibidir. Bu sayede yaraları daha hızlı iyileştirir, hücreleri onarır, güçlendirir. Üstelik kronik bronşitin engellenmesinde, sindirim sistemi hastalıklarında, ülserin önlenmesinde, tansiyon ve kolesterolün düşürülmesinde de olumlu etkileriyle benzersiz bir besindir. Düzenli süt tüketen bireylerde, yaralanma ve benzeri durumlarda kanın daha çabuk pıhtılaştığı da yapılan araştırmalar arasındadır. Süt ile kilo kontrolü sağlayabilirsiniz! Biz diyetlerimizde çoğu zaman süt ve sütlü ürünler önermekteyiz. Bunun nedeni sütün mideye indikten sonra yaklaşık yarısının mide tarafından katı yiyecek olarak algılanmasıdır. Bu da beyne “doydum” sinyali gönderilmesini sağlar. Sütün bu özelliği de, özellikle yağsız veya yarım yağlı sütleri diyetlerimizde tercih etmemizin baş sebepleri arasında yer alıyor. Ne oranda içilen süt faydalıdır? Ne kadar içerseniz için, süt faydalıdır! Ama ideali günde bir bardaktır. Gelişme dönemindeki bir çocuğun günde en az 500 ml, yani 2 su bardağı süt içmesi gerekmektedir. Üç bardak süt ise kalsiyum ihtiyacınızın %100'ünü karşıladığı gibi D vitamini ihtiyacınızın da %75'ini karşılar ve yüksek kalitede protein, potasyum, fosfor, A vitamini ve B12 vitamini de almanızı sağlar. Bütün bu faydalarının yanında süt, günlük sıvı ihtiyacınızın da giderilmesine yardımcı olur. Çünkü sütün %90'ı sudan oluşur ve bir bardağı yalnızca 80-120 kal içerir.Laktoz intoleransınız olabilir ama bu elbette ki süt içemeyeceğiniz anlamına Anne sütü doğadaki en değerli besindir. İlk 6 ay süresince bebek her ağladığında ona anne sütü vermek en etkin süt verme şeklidir. Anne sütü ile beslenen çocukların bağışıklık sistemi daha güçlü olur ve bu sayede birçok hastalığa karşı korunurlar.” gelmez. Genellikle intoleransınızın durumu, tek seferde tükettiğiniz süt ve süt ürünlerine bağlıdır, bir kerede daha az süt tükettiğiniz takdirde semptomlarınız azalabilir. Ayrıca, artık marketlerde laktozsuz sütlere ulaşmak çok kolay! Uzun ömürlü sütlerde katkı maddesi çelişkisi var mıdır? Uzun ömürlü sütlerde herhangi bir katkı maddesi bulunmamaktadır. Pastörizasyon, sterilizasyon ve ambalajlama ilkesi ile besin kalitesi korunur. Anne Sütü Anne sütü doğadaki en değerli besindir. İlk 6 ay süresince bebek her ağladığında ona anne sütü vermek en etkin süt verme şeklidir. Anne sütü ile beslenen çocukların bağışıklık sistemi daha güçlü olur ve bu sayede birçok hastalığa karşı korunurlar. Anne sütü bebeğin zekâ gelişiminin daha iyi olmasını sağlar ve bebek için doğal sakinleştiricidir. Emzirerek fazla kilolardan kurtulmak mümkün! Emzirme döneminde her gün yaklaşık 6-7 çay bardağı yani 600-700 ml süt salgılanır. Bunun için harcanan kalori ise 100 ml süt salınımı için yaklaşık 100 kalori civarındadır. Bu da anne için günlük 600-700 kal fazladan bir enerji harcaması gerektirmektedir. *(Prof. Dr. Ayşe Baysal, Beslenme, Hatiboğlu Yayıncılık, 2011.) kırkambar 48 DUA RAPTİYE Bekayı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir, çalış, çalış ki beka sa’y olursa hak edilir. “Allah’ım, şehrimizde (Medine’de) meyvelerimizde ve ölçeklerimizde bereket üstüne bereket ver!” Mehmet Akif Ersoy Müslim, Hac, 474. KISSADAN HİSSE TADIMLIK Behlül Dânâ ve Fırıncılar ehlül Dânâ Harun Reşid’den bir görev ister. Harun Reşid de talep üzerine ona çarşının ağalığını verir. Görevine başlamak isteyen Behlül Dânâ oyalanmadan yola koyulur. İlk olarak fırına gider. Birkaç tane ekmek tartar fakat ekmekler normal gramajından noksan gelir. Bu durumla karşılaşan Behlül Dânâ fırıncıya sorar: “Kazancın yetiyor mu? Huzurun yerinde mi, mutlu musun?” Behlül bir sorar, bin âh işitir, fırıncı hep olumsuz cevaplar vermiştir. Behlül Dânâ bunun üzerine fırıncıya bir şey B Yaşarken Ağaçların daha bu bahçelerde Bütün yemişleri dalda sarkıyor; Umutların mola verdiği yerde Geceler bir nehir gibi akıyor. demeden oradan ayrılır ve başka bir fırına geçer. Orada da birkaç ekmek tartar ve görür ki bütün ekmekler gramajından fazla gelir. Aynı soruları bu fırıncıya da sorar ve her soruya olumlu yanıtlar alır. Bundan sonra başka bir yere gitmeden Harun Reşid’in yanına varır ve yeni bir görev ister. Harun Reşid, “Behlül vazifeni vereli çok olmadı, ne çabuk usandın?” der. Behlül Dânâ şöyle söyler: - Efendim çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış. Baksan bir uzaklık var hangi yana, Hangi eşyaya dönsen boş bir ayna; Varmak istediğim uzak limana Gemiler beni almadan kalkıyor. Gelmedi gün daha, çalmadı saat, Daha uçurmuyor beni bu kanat; Sabırsızlanma, ey kapımdaki at! Güneş daha gözlerimi yakıyor. Ahmet Muhip Dıranas Ali Çağan Uzman İki nimet vardır ki insanların çoğu (onları değerlendirme hususunda) aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman. Buhari, Rikâk, 1.
© Copyright 2024 Paperzz