EKİM 2014 YIL 36 SAYI 429 ISSN 1300 - 1566 Onun gölgesinde dört bir yana yürümüştük, Hep leylî deyip Leylâ sevdasına düşmüştük; Gün geldi hazan esti bütün bağlar bozuldu, O meş’um gün biz kendi ruhumuzla ölmüştük. Buhranlar Ufku ve Beklentilerimiz Virüslerle Enfeksiyon Tedavisi Bin Kalemli Köy: Sav Bunamaya Karşı Mânevî Dinamiklerimiz İskilipli Âtıf Hoca B ir iki asır var ki toplumumuz, kendi kendini inşa mülâhazasıyla, tarihte emsâli görülmemiş bir ihtilâl humması içinde çırpınıp durmakta. Bilhassa son iki yüz seneden beri aydınımız, toplumun genel dokusunu birkaç defa bozup değiştirdi, değiştirip başkalaştırdı; hattâ bazen, her on-on beş senede bir, öncekilere ait olanlarla beraber kendi getirdiklerini de altüst ederek sürekli bir “değişim” ve “dönüşüm” humması yaşadı; yaşadı ve çağlar çağlar boyu, insanımızın kaderine hükmeden, hükmederken de her zaman muallâ yerini koruyan dinî, millî ve tarihî değerlerimizi temelinden sarsarak her şeyi yerle bir etti. Öyle ki, bu tâli’siz dönemde mâbed muhtevasından uzaklaştı.. medrese bütün bütün delik-deşik oldu.. bedîi telâkkilerimizin sembolü saraylar villalara inkılâp etti.. eski saraylı şimdiki villalı, bütün bütün kendini taklit ve şablonculuk cereyanına EKİM 2014 418 429 Keşke biz de, her türlü ifrattan, tefritten uzak kalarak, fantastik alafranga saiklerin tesirine girmeden ve umursamazlığın derin derelerini aşırılığın korkunç uçurumları hâline getirmeden, akl-ı selime tutunarak, vicdanla beraberliğimizi sürdürmek suretiyle, muhakemenin yanında tecrübe ve müşahedeyi de yanımıza alıp bir yerlere varmayı plânlayabilseydik.. saldı.. ulemâ, dine hizmet edeceğine ölmüş düşünceleri hortlatarak, yeni i’tizalî, cebrî, mürciî, müşebbihî fantezilere kapıldı.. siyasiler iktidar olma hırsıyla, ülkeye hizmeti, olumlu politika üretmeyi ve kalkınma projeleri hazırlamayı bir kenara bırakarak birbirini bitirip tüketme yolunu seçti.. “Devletin parası deniz....” mülâhazası, bir kere daha büyük çoğunluğu pençesine aldı ve kitleleri birer mesavî yığını hâline getirdi.. “el elden çözüldü yâr elden gitti”, gel gör ki, gaflet bitmedi; tarihten gelen insanî mülâhazalarımıza rağmen, demokrasiye rağmen, hattâ halka rağmen sürekli levsiyat içinde dolaşıldı ve akla hayale gelmedik gariplikler irtikâp edildi. Göz göre göre millete bunları yapanlar hain miydi? Hayır! Satılmış mıydı? Sanmıyorum.. ahmak mıydı? Hiç zannetmem.. ne idi öyleyse? Bu muamma karşısında bir şey söylemek oldukça zor; ama sanıyorum bunlar, kendilerini kendilerinden başka bir şey olma fantezisine kaptırmışlardı.. mâneviyatsız, muhteviyatsız, şurada-burada teselli arayıp duruyor ve kendilerini âdeta yeyip bitiriyorlardı. Ruh dünyaları karbonlaşmış, içleri bomboş, olabildiğine sathî ve dekolte, fikirleri cılız, bakışları miyop, bakış zaviyeleri çarpık ve beyanları da alafranga idi.. camiye sırtlarını dönmüş, kiliseden kabul alamamış, ilmin şemasına takılıp kalmış, teknolojinin “elifbe”sini aşamamış, “müzebzebîne beyne zâlik”1 fehvâsınca bir orada-bir burada; ne tam orada-ne de tam burada; medeniyet düşünceleri ve kültür “yaşamları” itibarıyla a’râfa düşmüş ve hep bir berzah hayatı yaşıyorlardı.. bari şimdilerde bir farklılaşma olsaydı; ne gezer. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ istikrar kazanmamış ve oturmamış bazı müesseselerimizin, sanki oturma adına yeni kurbanlar istiyor gibi bir hâlleri var. Ben, bunca hırpalanmış bir milletin, yeniden bir kere daha kan kaybına tahammül edeceğine ihtimal vermiyorum. Ancak görünen o ki, bir kısım eski iş bilmezlerin mirasçıları ve hakkı kuvvette gören gücün kulları, her şeyi bir kere daha altüst etme niyetindeler.. hem de birkaç asırlık bunca yanlış ve hatadan ders almamışçasına ve: “Önce yıkalım, sonra neyi nasıl yapacağımızı düşünürüz...” gibi çocuksu mülâhazalarla... EKİM 2014 429 419 Bizim gibi bir zaman Batılılar da ferdiyetçi ve liberal düşüncelerle, eski değişik kültürlerden ve dinlerin ruhundan kaynaklanan kolektif duygu ve hareket nizamını tahrip ederek toplumları bütünüyle yalnızlığa ve bunalıma itmişlerdi. Öyle ki, zaten varlığını berzahta sürdüren mâbedi bütün bütün cankeş edip devre dışı bırakmış.. o dev katedralleri, mimarideki ferdiyetçilikle, yalı ve villa mimarisiyle küçülterek apartman seviyesine indirmiş.. mektebi çevreye sis ve duman püskürten bir inkâr ve ilhad yuvasına çevirmiş.. kışlayı, bu anlayışı hem de kendine rağmen totaliterize eden ve koruyan bir bekçi hâline getirmiş.. ve her şeyi aşırı ferdiyetçiliğe göre plânlayıp mâşerî vicdanı da kolektif şuuru da öldürmüş.. derken bir arada yaşayan grupların yerine, serâzat ve çakırkeyf fertleri ikame ederek ortamı iştihaların, ihtirasların, dolayısıyla da kinlerin, nefretlerin, iğbirarların kol gezdiği bir kanlı arenaya döndürmüştü.. ne var ki o, oldukça erken yanlışlarını anladı ve anlayınca da, hemen süratle durumunu gözden geçirerek bu büyük tarihî hatadan geri dönüverdi... Keşke biz de, her türlü ifrattan, tefritten uzak kalarak, fantastik alafranga saiklerin tesirine girmeden ve umursamazlığın derin derelerini aşırılığın korkunç uçurumları hâline getirmeden, akl-ı selime tutunarak, vicdanla beraberliğimizi sürdürmek suretiyle, muhakemenin yanında tecrübe ve müşâhedeyi de yanımıza alıp bir yerlere varmayı plânlayabilseydik..! Ama ne acıdır ki, onca emek-onca semek, göz nuru ve düşünceyi de içinde barındıran o korkunç levsiyata girmeyi biz de denemek istercesine, kendimizi o kokuşmuş çamurun içine salıverdik.. oysaki onlar “tarihî bir yanılgı” diyerek kendilerini inkâr saydıkları o koskoca hatadan hemen sıyrılıverip, kendi dinlerine, kendi kültürlerine ve tarihî dinamiklerine dönerek bu büyük yanlışta ısrar etmediklerini ortaya koymuşlardı... Evet, bugünkü Batı, kuruluş dönemi itibarıyla, geçmişini çok iyi değerlendirdi.. tarihî metrukâtı karşısında alacağı şeyleri almada, atacağı şeyleri de atmada fevkalâde titiz davEKİM 2014 420 429 randı.. davrandı ve şimdiye kadar gelmiş-geçmiş değişik medeniyet ve kültürlerin usâresini alarak bugünkü dünyasını onun üzerine kurdu. Aslında başka toplum ve başka milletler de aynı şeyi yapmışlardı. Bırakın diğer hususları, sadece din açısından meseleyi ele alacak olursak, dünya büyük çoğunluğu itibarıyla bugün yeniden dine yönelmeye başlamıştır. Evet, Hristiyanlık âlemi –mevcut kaynakları itibarıyla her zaman münakaşaya açık olsa da– yirmi birinci asra birkaç kadem kala, yeniden kiliseye yönelmekte; Uzak Doğu insanı bir kere daha Vedaların sihirli havasıyla Brahmanizm’i yorumlamaya çalışmakta; yeni “Mahayana” ve “Hinayana”larda Budizm’in ruhunu aramakta ve koskocaman dev bir ülkede Konfüçyizm’in ahlâkîliğini soluklamakta, bu itibarla da Yakın Doğu ve eski İslâm ülkelerinin bu umumî yönelişten doya doya nasiplerini almalarından daha tabiî ne olabilir ki.? Ancak düşmanların amansızlık ve insafsızlığı, dostların da vefasızlık ve idraksizliği yüzünden bu koca dünya, daha bir süre bunalım ve hafakanlarla yutkunup duracağa benzer. Bu da, birkaç asırdan beri bizi demir pençesinde kıvrandıran buhranların devam edeceği mânâsına gelir. Öyle de olsa, zaman er-geç kayıp İlâhî tak dirdeki yörüngesine oturacak.. dünya yeniden şekillenecek ve cihanın çehresi bir kez daha değişecek. Ve tabiî bütün bunlar, zamana hakikî derinliğini kazandıran ilim, irfan kahramanları sayesinde gerçekleşecektir. İman ve aksiyon dinamizmini harekete geçirerek yeniden bir inanç, sevgi, aşk, mantık ve muhakeme devri başlatacak olan kalb ve kafa mimarlarıyla. İmanları dağlar gibi metin, ümitleri her zaman fevkalâdeliklerle iç içe, hiçbir güç ve kuvvetin “pes” ettiremeyeceği kadar İlâhî inayetlerle destekli, bir o kadar da bunun şuurunda olan bu esâtirî kahramanlar, bin bir ızdırap içinde kıvranan ve her gün daha bir derinleşen iştiyak ve beklentilerle milyonların, problemlerinin çözümünde kendilerine bel bağladığı son aydınlık süvarileridir. Öyle ki bunlar, duyulup hissedildikleri her yerde ruhlarda heyecan ve gönüllerde de sonsuzluk duygusu hâsıl edecek.. senelerden beri bütün beklentileri boşa çıkmış ve ciddî bir ruh sefaleti içinde inleyip duran, inleyip dururken de her zaman bir Heraklit bekleyen yığınlar, bu Mesih solukluları duyunca, sûr sesi almış gibi yeşerecek bir “ba’sü ba’del mevt”e yürüyecektir. Aslında daha şimdiden bir hiss-i kable’lvukû (önsezi) ile topyekün dünya, onları sezdiği her yerde onlara yöneliyor, onları dinliyor, onlara güven besliyor ve kurtuluşu adına Hak inayetinin onlarda temessül ettiğine inanıyor gibi.. bundan dolayı da, gittikleri her yörede iltifatlara mazhar oluyor, alkışlanıp takdirle karşılanıyor ve köpük köpük aşk u heyecanla selâmlanıyorlar.. selâmlanıyorlar ama hâllerinde, ne takdir edilip alkışlanmanın hâsıl ettiği şımarıklık, ne çevrelerindeki hüsnüzan tufanına karşı küstahlık, ne de ferdî enaniyetlerini besleyen âidiyet mülâhazası ile bir fâikiyet tavrı yok onlarda, olmayacak da; inşaallah onlar hep sade yaşayacak, sade düşünecek ve sade konuşacaklardır. Gönül verdikleri yüce hakikat sayesinde, hayatları hep ukba buudlu ve öteler televvünlü cereyan edecek.. içtimaî münasebetleri hep meleklerinki gibi garazsız ivazsız olacak.. ve tabiî üslûplarında da asla alafrangaya girmeyecek; düşüncelerini kendi enstrümanlarıyla seslendirecek.. sözlerinin belagatini samimî olmalarında arayarak düşüncelerini ihlâsla besleyecek; hiçbir zaman cümlelerini süsleme lüzumunu duymayacak ve beyanlarında da asla dekolteye sapmayacaklardır.. halktan birer insan olarak onlar gibi oturacak, onlar gibi kalkacak, hislerini onlar gibi seslendirecek ve onlar gibi konuşacaklardır. Hattâ bazen her şeyi tavır ve davranışlarının cereyanına salarak muhataplarını gönül diliyle ağırlayacak ve onlara hâlin en tabiî, en fıtrî bestelerini sunacaklardır. Onlar, tarihî “yanılgılar”ı düzeltmek, eskiye ve yeniye ait güzel şeylerden bir dünya kurmak, semavîlikle arzîliği bir kere daha buluşturmak için hep ölesiye bir gayret içinde olacaklardır. Samimiyetlerinin derinliği ölçüsünde hizmetten başka bütün mülâhazalara karşı kapalı kalacak, yanlışlara karşı alternatif düşünceler sunacak, kimden gelirse gelsin doğrulara arka çıkacak, tahribe ve tahripçiye karşı inşa ve imarın yanında olacaklardır. Onlar iyi şeylerin horlanması, insanî değerlerin hafife alınması, tarihî dinamiklerin tezyif edilmesi karşısında hep ölür ölür dirilirler. Her insana karşı –onun her düşüncesini paylaşmasalar bile– her zaman saygılı, ince, zarif birer üslûp insanıdırlar. Yeni bir mezhep, yeni bir yol ve yeni bir sistem peşinde değillerdir; ama eskilere yeni derinlikler kazandırarak en eski kıymetlerden en yeni şeyler ortaya koyacak kadar da duygu, düşünce, his ve mantık zenginliğine sahiptirler. Herkesin maddî güce ve kaba kuvvete sığındığı günümüzde onlar, maddeyi kendi çerçevesinde kabulün yanında, sadece ve sadece ruha, mânevîyata, İlâhî inayetlere güvenirler. Milletçe kurtuluşlarının, maddî zaferlerden ve ülkeler elde etmekten daha çok, insanları kucaklamadan, onların ruhlarına girmeden ve gönüllerin kapılarını aralamadan geçtiğine inanırlar. Bugüne kadar düşmanlıklarla bir türlü açılmayan gönül kapılarının, mutlaka muhabbetle açılacağına öylesine inanmışlardır ki, sevginin en küçük bir parçasını dünyalara değiştirmezler. Herkesin her fırsatta kin, nefret, sertlik ve huşûnet sergilemesine karşılık onlar, olabildiğince hoşgörü ve müsamaha ile davranır, her zaman evrensel barışa giden yolları araştırırlar.. araştırır ve bunu hayatlarının gayesi bilirler. Bu itibarla da şununla-bununla uğraşma yerine bütün mücadele güçlerini kendi nefisleri üzerine teksif ederek sürekli kendi boşlukları, kendi zaafları ve kendi tutarsızlıklarıyla savaşırlar.. savaşır ve gönüllerini ihtiras, kin, nefret, intikam hissi gibi menfî duygulardan temizleyerek hep iyilik duygusuyla yatar-kalkar ve kötülükleri iyilikle savarlar. Dipnot 1.Nisâ sûresi, 4/143. EKİM 2014 429 421 { } Kendi milletlerine iyi birer rükün olmaya azmetmiş fertler, bu düşüncelerinde eğer samimî iseler, kendilerine ait menfaatlerini unuttukları olacaktır ama, milleti ilgilendiren hususların en küçüğünü dahi, bir ân olsun hatırdan çıkarmayacaklardır. ANESTEZI NIMETI Hacı LÜY Ç eşitli sebeplerle ameliyat olan dostlarımızı ziyaret eder, ameliyatının nasıl geçtiğini sorarız. Onlardan genellikle şunu işitiriz: ‘’Bana bir iğne yaptılar, ondan sonrasını hiç hatırlamıyorum.’’ Ameliyatlarda ağrı ve acı hissini engelleyen, anestezidir. 150 yıl öncesine kadar, günümüz açısından değerlendirildiğinde oldukça basit ameliyatlar bile hastalar açısından oldukça sancılı geçmekteydi. İbn Sina (980-1037), “El-Kanun fi’t-Tıb” adlı eserinde, anesteziyi “hissi uyuşturan, soğutucu bir deva” olarak tanımlar. İbn Sina, anesteziklerin (uyuşturucuların) ve analjeziklerin (ağrı kesicilerin) tesir yollarını, fizyopatolojik yorumlamalarla açıkladıktan sonra, ağrı tedavi metotlarını şöyle özetler: 1. Keten tohumu ve dereotundan yapılmış lapa, ağrıyan yere tatbik edilir. EKİM 2014 422 429 2. Ağrının bulunduğu yerde nem artırılır veya narkotiklerle uyku sağlanarak hassasiyet azaltılır. 3. Soğuk nesnelerle veya analjezik ve anestetik ilâçlarla analjezi ve anestezi sağlanır. 11. yüzyıl İslâm âlimi Bîrûnî, analjezik, anestetik maddeleri anlattığı yazılarında, banotu ve mandragoranın yanısıra, boynuzlu gelincik ile iris (süsen) bitkisinin kök yumrularının (rizom) gül yağı ve sirke ile kaynatılmasından elde edilen ilâçlardan bahseder. Semarkandî 12-13. yüzyıllarda afyon, mandragora, banotu, marul, kunduz hayası, sarı sabır ve kişniş bitkilerinin analjezik, sedatif (sakinleştirici), anestetik, hipnotik tesirlerinden bahsetmektedir. 17. yüzyıl sonlarında İtalya’da uygulanan bir usûlde, hekimler hastalarını şuurları kaybolana kadar soluksuz bırakıyor (asfiksi yöntemi) ve bayılan hastaya hemen operasyon yapıyorlardı. Aslında ope- rasyonlar, kol-bacak kesme gibi kısa sürede tamamlanan işlemlerdi. Bu dönemde en makbul cerrahlar, kesme işini en kısa sürede yapanlardı. Çünkü hasta anestezi uygulamasına bağlı olarak ölmediyse, kesim sırasında uyanabilirdi. Başka bir anestezi şeklinde de, hasta “bir bademin kabuğunu kıracak kadar sert, ama çekirdeğini kırmayacak kadar ölçülü” bir darbeyle bayıltılıyordu. Bu usullerde henüz bayıltma safhasındayken çok sayıda hastanın kaybedildiği acı bir gerçekti. Boston Massachusetts General Hastanesi’nde anatomi ve cerrahi profesörü olan Doktor Warren (1846), operasyon sırasında hastaların canhıraş bağrışlarının etraftan duyulmasını önlemek için, ameliyathanesini binanın en üst katına kurmuştu. Warren, bir elinde pens, diğerinde bistüri ile hastanın dilini muayene ederken, hasta farkına varmadan pens ile dili tutar, dışarı çeker ve bir hamlede bistüri ile dili keserdi. Daha sonra da kızgın bir demirle, dilin geri kalan kısmını dağlardı. Doktor Warren, bu esnada bağırış, haykırma, çırpınmalara kılını kıpırdatmadan bakar, görünüşe göre bunlardan hiç rahatsız olmazdı. Çünkü işini tam yapabilmek için böyle olmak zorunda olduğunu düşünürdü. Doktor Warren, anestezi alanında yeterince ilerleme olduktan sonra yaptığı ağrısız ilk operasyonun bitiminde gözyaşlarını tutamamıştır. İngiliz Jinekolog James Young Simpson, talebeliğinde bir operasyon esnasında fenalaşır. Bu sebeple hekimlikten vazgeçmeyi düşünür. Robert Liston; Londra University College’in tanınmış cerrahi profesörüdür. Anestezinin henüz gelişmediği o dönemin şartlarında 28 saniye içinde bir bacağı kesmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu örneklerde de görüldüğü gibi, anestezinin henüz keşfedilmediği dönemlerde, cerrahlar işlerini bir ân önce bitirmek mecburiyetinde kalmış; bu da onların hissiz, katı kişiler olarak anılmalarına sebep olmuştur. Bu durum, William Thomas Morton’un 1846 yılında ilk anestezi uygulamasına kadar sürer. Genel mânâda anestezi, herhangi bir cerrahî müdahale öncesi, canlıların vücudunun bütününde veya belirli bir kesimindeki acı ve ağrı hissinin yok edilmesi demektir. Genel anestezi esnasında; şuur kaybı, analjezi, anestezi ve kas gevşemesi oluşmaktadır. Anesteziye genelde solunun yoluyla veya ilâcın damar içine enjeksiyonuyla başlanır. Önce hastada şuur kaybı gerçekleşir; ardından kas gevşetici ilâçlar ile hasta geçici felç hâline sokulur. Dolayısıyla operasyon sonuna kadar ventilatör denen solunum cihazları ile sun’î teneffüs yaptırılır. Bu iş için hastanın soluk borusuna bir tüp (endotrakeal tüp) yerleştirilerek, hasta anestezi makinesine bağlanır. Makine vasıtasıyla hastaya oksijen, hava ve anestezik gaz karışımı verilir. Hastanın ameliyat boyunca solunum, kan basıncı, kalb Haşhaş (Papaver somniferum) Anestezi meselesi; “Uyuşturucu maddeler niçin yaratılmış olabilir?” sorusunun güzel bir cevabıdır. ritmi gibi bütün hayatî fonksiyonları, kanamalar ve verilecek sıvılar anestezi doktoru tarafından takip edilir. Bu şekilde yukarıda belirtilen fonksiyonların devamı sağlanır. Ameliyat bittiğinde anestezik ilâçlar kesilir. Kas gevşetici ilâçların tesiri ortadan kalktıktan sonra, hastanın solunumu yeterliyse, nefes borusundaki tüp çıkarılarak hasta uyanma odasına alınır. Kenevir, afyon ve koka bitkilerinin aromasında yer alan kimyevî maddeler, anestezinin ana kaynağını teşkil eder. Başlangıçta anestezi için kullanılan bu ajanlar ve onların bazı sentetik benzerleri ameliyat sonrası ağrıların dindirilmesinde de kullanılmaktadır. Günümüzde damardan veya solunum yoluyla verilen anestetiklerin kullanımı, uzun bir eğitim ve tecrübe sürecini gerektirmektedir. Hekimler bu maddeleri uygulayabilmek için tıp fakültesini bitirdikten sonra, dört yıl daha anestezi ihtisas eğitimi almaktadır. Bu maddeler, ancak hastane şartlarında, ameliyathane ortamında hastaya uygulanır. Bu kimyevî maddelerin, dozu üzerinde son iki asırdır yapılan çalışmalar, bu hususta ciddi mesafeler alınmasına vesile olmuştur. Anestezi meselesi; “Uyuşturucu maddeler niçin yaratılmış olabilir?” sorusunun güzel bir cevabıdır. Allah (celle celâluhu) tarafından anestezi için bir nimet olarak yaratılan kenevir, afyon ve koka bitkilerini ve onların sentetik benzerlerini hekimler, insanların yaşamasına vesile olmak için kullanırken, art niyetli bazı kimseler de insanları zehirlemek için kullanmaktadır. [email protected] EKİM 2014 429 423 Murat DUMAN B irçok dile tercüme edilerek milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olan Risale-i Nur Külliyatı’nın müellifi Bediüzzaman Hazretleri, 1926–1934 yıllarını, Isparta’nın Barla nahiyesinde sıkı gözetim ve maddî-mânevî eziyetler altında geçirmiştir. Bu zaman dilimi, Risale-i Nurların doğuş yıllarıdır. Davraz dağlarının eteğinde küçük bir köy olan ve vaktiyle Medine’den getirilmiş yetim ve Seyyid çocuklarla âdeta mânevî kimliği şekillenen Sav köyü, Nurların yayılmasına beşiklik eden yerlerden biridir. Bediüzzaman’ın, âhir ömrünü buradaki mübarek sâdık kardeşlerinin arasında yaşamak istemesi, mezarının Sav’da veya Barla’da olmasını vasiyet etmesi, onun bu beldelere verdiği ehemmiyetin nişanesidir. EKİM 2014 424 429 Barla’da Bediüzzaman Hazretleri’nin etrafında başlangıçta bir avuç insan varken, telif edilen Risalelerin el yazısıyla çoğaltılarak memleketin dört bir tarafına gönderilmeye başlanmasıyla birlikte destek verenlerde artış oldu. Bin Kalemli Sav köyü başta olmak üzere, zaman içinde birçok belde, nurların çoğaltılmasına destek vererek tarihe geçmiştir. Bilhassa Sav köyünde yediden yetmişe herkes, hiçbir karşılık beklemeden yardıma koşmuş, Üstad Hazretleri’nin Barla’dan alınıp başka diyarlara sürgün edilmesinden sonra da bu hizmetlerini devam ettirmişlerdir. Yaşlısıgenci, okuma-yazma bileni bilmeyeniyle binden fazla insan, Risale-i Nurların neşri ve dağıtılması için gayret göstermiştir. Savlı merhum Marangoz Ahmed’in ifadesiyle o tarihlerde 350 hane olan köyde, hemen hemen bütün evlere bu hizmet girmiştir. Sâdık ve vefalı insanların diyarı olan bu beldede, 10–15 sene boyunca ara vermeden, âdeta birer matbaa hükmüne geçen kalemlerle eserler yazılmıştır. Yeterli ölçüde kalemin, divit ucunun, kâğıt ve mürekkebin bulunamadığı, eserlerin matbaalarda neşrinin yasak olduğu 1930’lu yıllarda, gecenin karanlığında sessizce bir köşeye çekilen bu hasbi ruhlar; mum, çıra ışığında veya gaz lâmbası altında gün ağarana kadar Risale-i Nur yazmıştır. İlk zamanlar yazım işi orijinal kâğıtlara bakılarak yapılırken, sonraları kâğıt üzerinden kopyalanmış ve ciltlenerek yurdun dört bir tarafına dağıtılmıştır. 1944’ten itibaren Tahirî Mutlu, İbrahim Gül ve Hâfız Mehmed Gül gibi Risale-i Nur hizmetkârlarının evlerinde teksir makineleriyle neşir hizmeti devam etmiştir. Ancak, bu durum, o tarihe kadar yaklaşık yirmi yıl Risale-i Nur hareketinin yükünü önemli ölçüde üstlenen Sav kahramanlarının hızını kesmemiştir. Hattâ günümüzde dahi burada birçok evde yazı tahtasına ve elle yazılmış Risalelere rastlamak mümkündür. O tarihlerde yakalananlara ceza verildiği için, eserler daha çok gece yazılmıştır. Sık sık baskınlara maruz kalan Sav’da, bazı masum insanlar, suçsuz yere hapishanelere gönderilmiş; ama geride kalanlar onların da vazifesini üstlenerek yazmaya devam etmişlerdir. Yazılan Risalelerin saklanması ve farklı yerlere dağıtılması da hiç kolay olmamıştır. Kitapların baskın sırasında bulunmaması için geceden çuvala doldurulup, köy mezarlığına gömüldüğü zamanlar bile yaşanmıştır. Böylesine bir fedakârlıkla değerli bir mücevher gibi saklanan Risale-i Nurlar, yine ciddi fedakârlıklarla postalanarak veya gönüllü seyyar postacılar eliyle dağıtılarak muhtaç gönüllere ulaştırılmıştır. Bunlardan biri olan Şükrü Altuğ; başında takke, ayağında çarık, sırtında eski bir çoban torbasıyla dolaştığı için hiç kimse ondan şüphelenmemiştir. Sav’dan aldığı Risale nüshalarını torbasına koyup, Büyük Hacılar köyüne götüren, oradan aldıklarını Kuleönü köyüne ulaştıran Şükrü Altuğ son nefesine kadar Isparta köyleri arasında Risale-i Nur taşımaya devam etmiştir. Elmas kalem sahibi hanım kahramanlar Bediüzzaman Hazretleri’nin “Medrese-i Nuriye, Nur Fabrikası, Medresetü’z-Zehranın çok ehemmiyetli bir şubesi ve bir merkezi, Nurs karyesine arkadaş, kahramanlar yatağı” şeklinde takdir ifadeleriyle andığı Sav’da, ilk zamanlar sadece Osmanlı Türkçesi bilen erkeklerin başlattığı bu yaz- Davraz dağlarının eteğinde küçük bir köy olan ve vaktiyle Medine’den getirilmiş yetim ve Seyyid çocuklarla âdeta mânevî kimliği şekillenen Sav köyü, Nurlar ın yayılmasına beşiklik eden yerlerden biridir. ma faaliyetine, ehl-i hizmet hanımlar da mühim fedakârlıklar göstererek iştirak etmiş, genç kızlar divit kalemlerini ellerine alarak yazı masalarının başına geçmişlerdir. Okuma bilmeyen kadınlar, rahlelerin ortasını kesmiş; oraya cam yerleştirerek alttaki yazıyı kopya etmişlerdir. Hattâ Bediüzzaman Hazretleri’ne: “Üstadım! Ben, beyimin göreceği bağ bahçe işlerini yapmaya çalışacağım; o sizindir, Risale-i Nur’undur.” diyen, neşir hizmetinde çalışan eşlerine, geceleri lâmba tutarak, onların din ve iman yolundaki hizmetlerine canla başla yardım eden kahraman hanımlar olmuştur. Ailelerinin bağ-bahçede çok çalışmasına üzülen erkekler, bu durumu Bediüzzaman’a (ra) danıştıkları zaman o: “Sizin yazdığınız yazı onlarla, onların çalıştığı da sizinle beraberdir.” diye cevap vermiş ve iki tarafı da mânen rahatlatmıştır. Risale-i Nurları göz nuru döküp yazan, çeyizlerinin en değerli kumaşlarına sarıp, gül kokularıyla muhafaza eden mübarek kâtibeler, eserleri Allah rızası için hanımlar arasında okumuş, çok sayıda insanın Kur’ân ve iman nurlarıyla tanışıp, Risale-i Nur dairesi içerisine girmelerine vesile olmuşlardır. 1950’lerden itibaren Lâtin alfabesiyle matbaalarda baskıları yapılmasına rağmen, günümüzde bile hâlâ Osmanlı alfabesiyle Risaleleri çoğaltan EKİM 2014 429 425 “Ne bu diye?” sormazlar. Askerlerden biri: “İçeride paran pulun varsa gir de al!” der ve az sonra diğerleri evi aramaya başlar. Onlar içeriyi ararlarken Hatice Hanım yan tarafa geçer, kalemleri ve hokkaları pencereden öte taraftaki boşluğa atar. O günkü arama sırasında sadece bir Cevşen bulunur. Onlar, “Bundan bir şey olmaz.” diye ümit ederlerken Cevşen’in üzerinde Said ismi yazılı olduğu için, Hatice Hanım’ın kayınpederi, iki sene mahkemeye gidip gelmek zorunda kalır. İşte o günler, böyle zulümlerin yaşandığı bir zaman dilimi olarak tarihe geçer. 1950’lerden itibaren Lâtin alfabesiyle matbaalarda baskıları yapılmasına rağmen, günümüzde bile hâlâ Osmanlı alfabesiyle Risaleleri çoğaltan ve eserleri kâğıtla birlikte kalbine de yazmaya niyet eden hanımlar bulunmaktadır. ve eserleri kâğıtla birlikte kalbine de yazmaya niyet eden hanımlar bulunmaktadır. “Bu eserleri bir yıl kabul ederek ve anlayarak okuyan, bu zamanın mühim ve hakikatli bir âlimi olabilir.” diyen Bediüzzaman Hazretleri’nin bu sözünün tecelli ettiği nurlu simalardan biri de merhum Hatice Soylu’dur (1930–2013). Risaleleri Sav’da ilk yazanlardan biri olan babası Ahmet Altuğ’dan 9 yaşındayken Osmanlıca öğrenen Hatice Hanım, Külliyat’ı birkaç defa yazmış, ömrünü yazmaya, öğrendiklerini yaşamaya adamıştır. Bediüzzaman da (ra), henüz 13 yaşında iken Asâ-yı Musa’yı yazıp kendisine gönderen Hatice Hanım’dan, Emirdağ Lâhikası’nda takdirle bahsetmiş ve gösterdiği kahramanlığın mektep görmüş hanımlarda şevk uyandıracağını ifade etmiştir. Isparta’da kaldığı zamanlarda Sav köyünü ziyaret eden Bediüzzaman (ra) ile bizzat görüşme imkânı bulan ve eşiyle birlikte Risaleleri hiç aksatmadan yazan Hatice Hanım da, pek çokları gibi o yıllarda sıkıntılar yaşar. Yirmi bir yaşındayken bir gün, “Jandarmalar baskına gelmiş.” diye köye bir haber yayılır. Her zamanki gibi köylüler, yazdıkları eserleri evlerindeki gizli yerlere saklarlar. Duvarların içine oyulan gizli bölmelere, tavana, avluya, evin altındaki ambara, mısırların arasına bile kitap saklanır. Hatice Hanımların evleri, teyzesininkiyle bitişiktir. Yazdığı Risale nüshalarını bavulda muhafaza eden Hatice Hanım, baskın sırasında jandarmaların gözleri önünde bavulu alır ve içeriden öteki hâneye götürür. Geçerken onu görürler; ama EKİM 2014 426 429 “Ben Barla’dayım, niye gelmiyorsun?” Sav köyünde kendini Risale-i Nur’a vakfeden hanım kahramanlardan birisi de Fatma Avşar Hanıme fendi’dir. Dedesi Hacı Hâfız Mehmet Efendi (1877–1947), Sav’da Risaleleri ilk tanıyanlar arasındadır. Bu zât, Bediüzzaman Hazretleri’nin Barla’da mecburî ikamete tâbi tutulduğunu öğrenince, oğlunu oraya gönderir. Onun vasıtasıyla hürmetlerini arz eder, dua ister. Bediüzzaman, Mehmet Efendi’nin oğluna hitaben: “Baban askerlik yapmadığı için bilmez. Askerlikte karavanayı uzatmayınca yemek vermezler. O da bize seher vaktinde dua etsin; biz de ona dua ederiz.” der. Hakikaten askerlik yapmayan Mehmet Efendi, Barla’ya gönderdiği selâmın cevabı geldikten sonra, bütün gücüyle Risaleleri yazmaya ve neşretmeye başlar. Bu hizmet de çok enteresan bir şekilde başlar: Hâfız Mehmet Efendi, o günlerde Isparta’daki dostlarından Hacı Rıza’nın evinde Nur Risalelerinden bir nüsha görür ve okumak için ödünç alıp evine gelir. Sabah ezanı vaktine yakın kitabın bitmesine birkaç sayfa kalmışken dalar. Rüyasında Bediüzzaman Hazretleri’ni görür. Kendisine; “Ben Barla’dayım, bu kadar özlemişken yanıma niye gelmiyorsun?” diyen Bediüzzaman’ı (ra) ertesi gün ziyarete gider. Yolda, karşısına çıkan Bediüzzaman, ilk defa gördüğü Mehmet Efendi’yi doğrudan ismiyle çağırarak evine götürür. Onunla sohbet ederken, Risaleleri yazmasını ve yazdırmasını öğütler. Köye döndükten sonra arkadaşlarını toplayan Mehmet Efendi, onlarla bu durumu paylaşır. Yazma bilen herkes bu teklifi kabul eder. O esnada içlerinden birisi: “Nefislerimiz iyice canavarlaştı; istediğimizi yiyip içiyoruz. Evvelâ nefsimizi terbiye edelim.” tarzında bir teklifte bulununca, kırk gün yağsız-tuzsuz bulamaç yer, yani bir nevi riyazet yapar. Ondan sonra da Risaleleri yazmaya başlarlar. Hâfız Mehmet Efendi’nin teşvikiyle Sav köyünün Risale-i Nurlara sahip çıkması, bu mübarek beldenin Risalelerde “Medrese-i Nuriye” adıyla yer Bediüzzaman’ın, âhir ömrünü buradaki mübarek sâdık kardeşlerinin arasında yaşamak istemesi, mezarının Sav’da veya Barla’da olmasını vasiyet etmesi, onun bu beldelere verdiği ehemmiyetin nişanesidir. almasına zemin hazırlar. Bu 10–15 kişilik ilk çekirdek grubun içinde Hatice Soylu’nun babası Ahmet Altuğ da vardır. İnsanlar Risaleleri yazarken aynı zamanda okumuş oluyorlardı. En önemlisi de kâğıtla birlikte kalblerine yazıyorlardı. Bu hizmeti bıraktıkları takdirde, her ân bir şefkat tokadı yiyecekleri mülâhazası içinde hareket ediyorlardı. Dönemin şartları içinde yazmak hiç kolay olmamakla birlikte, bir kere işin mânevî hazzına ermişlerdi. Bu yüzden kimse âni baskınlar veya başlarına gelenler karşısında müteessir olmuyordu. Hapse girdikleri zaman da yazıp okuyorlar; çıktıklarında da aynı hizmete devam ediyorlardı. Sav beldesinde o zamanlar Perihan isminde bir ebe vardı. Baskın olacağı zaman, çay ikramı bahanesiyle askeri oyalıyor, bu arada evlere haber gönderiyordu. Bir gün Perihan Hanım, Senirkent’ten gelirken bindiği vasıta arıza yapmış ve yolda kalmıştı. Bediüzzaman da (ra) tam o sırada arabayla arkalarından gelmişti. Perihan Ebe’yi arabasına alıp, Isparta’ya kadar götüren Üstad Hazretleri, yolda ona şunları söylemişti: “Senin yaptığın vazifeler, yarın mahşer gününde, güneş bir adam boyu tepene indiği zaman, şemsiye gibi, sana gölge olacak.” Evet, hizmet etmenin hiç kolay olmadığı o günlerde, fedakârlık, hasbilik ve adanmışlık ruhu içinde kendilerini Risale-i Nur hizmetine vakfeden ilkler, âdeta birer kuyrukluyıldız gibi gelip geçtiler bu fânî dünyadan. Onların tohum attığı zeminler, şimdilerde yeşermeye ve meyve vermeye başladı. Risale-i Nur’un ve iman hakikatlerinin günümüzdeki temsilcilerine düşen en mühim vazifelerden biri, onların omuzlayıp bugünlere ulaştırdığı iman ve Kur’ân hizmetini aynı aşkla devam ettirmek, vefa hissiyle ruhlarına “Fatihalar” göndermektir. [email protected] Kaynaklar - Abdülkadir Badıllı, “Üstad Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı”, Timaş Yayınları, İstanbul, 1990. - Necmeddin Şahiner, “Son Şâhitler Üstad Said Nursî’yi Anlatıyor”, Nesil Yayınları, İstanbul, 1993. - Şemsinur Özdenmir, “Hizmet Anneleri”, Zaman Kitap, İstanbul, 2008. EKİM 2014 429 427 Ruhi ERİŞ Y eni bir iş yolculuğuna çıkmıştı. Dünya çapında bir şirketin araştırma-geliştirme bölümünde çalışıyordu. Firmanın gözde personellerinden biriydi. İnşaat, enerji, elektronik, genetik, tekstil, bilişim ve savunma sanayi gibi alanlarda altyapı ve danışmanlık hizmeti veriyorlardı. Neden sonra bütün alanlarda çalışanların aynı olduğunu fark etti. İnsan desen değildi; robot desen, hiç değildi EKİM 2014 428 429 Kabin görevlilerinin uçuşla alâkalı ikazlarının ardından, uçak maviliklere doğru yükselmeye başladı. Uçakta bir şeyler okumaya bir türlü alışamamıştı. Uçuşlarda gökyüzünün cazibedar güzelliklerini seyredip, hayallere dalmayı tercih ediyordu. Uzakdoğu’da firmaların yeni ürünlerini sergileyecekleri bir fuara, gözlemci olarak katılacaktı. Dünyanın sayılı firmalarının büyük bir gizlilikle hazırladıkları projeleri, burada görücüye çıkacaktı. Her ay dünyanın farklı bir köşesinde bu tür fuarları takip ediyor, oralarda teşhir edilen ürünleri, gelişmeleri kendi projelerine uyarlıyordu. Birçok fuarda sergilenenlerin, kendi tasarladıklarının gerisinde olduğunu görmek, şirketleri adına bir motivasyon vesilesiydi. Buna rağmen firma yönetimi; “Bizden daha ileride olanlar var mı?” endişesi yaşıyordu. Gördükleri en küçük gelişmeyi, ne pahasına olursa olsun, kendi bünyelerine katıyorlardı. Bu fuarda da farklı bir şey çıkabileceğine ihtimal vermiyordu. Bu düşünceler içinde, altında sıra dağlar gibi uzanan bembeyaz bulutları seyrediyordu. Ne zamandır bu manzarayı kaydetmeyi düşünüyordu. Avuç içi kamerasını çalıştırıp kayda başladı. Bir müddet sonra gözleri yoruldu. … Kendini şimdiye kadar gördüklerine hiç benzemeyen bir fuarın ortasında etrafını seyreder hâlde buldu. Etrafına baktıkça şaşkınlığı artıyor, hayretini ifade edecek kelime bulamıyordu. Hep aynı şeyi tekrarlayıp duruyordu: “Böyle bir şey olamaz!” Manzara şimdiye kadar gördüklerinden oldukça farklıydı. Bu ne mükemmel bir sunumdu. Etrafını seyreden sadece kendisi değildi. Herkes aynı hayranlıkla manzarayı izliyordu. Bir açıdan bakınca bir şehir, farklı bir yönden bakınca sırlı bir memleket, başka bir yönden bakınca da eşi benzeri olmayan bir sarayda geziyorlardı sanki. Her şey akıllara durgunluk verecek bir nizam ve intizam içindeydi. Fuarda teşhir edilen ürünler, daha önce hiç görmedikleri şeylerdi. Eserleri yakından incelediğinde, firmaların en büyük harcama kalemlerini teşkil eden hammadde, işgücü ve ulaşım giderlerinin tamamen halledildiğini gördü. Bu, teknoloji ve endüstri adına müthiş bir inkılâptı. “Bunların hepsini kaydetmeliyim.” diyerek kamerasına davrandı. Fakat kamera zaten kayıttaydı. Kayıt düğmesine ne zaman bastığını hatırlayamadı. Sergilenenler, ziyaretçilere bir fikir vermek için konmuş çalışmalar değildi. Gördüğü makine, tam kapasite üretim yapıyor ve maksadına uygun kullanılıyordu. Buradaki görevlilerin her biri şimdiye kadar görmediği türden bir çalışma anlayışındaydı. Mükemmel bir iş bölümü vardı. Mesai anlayışı, dayanışma, yardımlaşma, verimli üretim araştırmacıların hayal edemeyeceği türdendi. Eserleri yakından incelediğinde, firmaların en büyük harcama kalemlerini teşkil eden hammadde, işgücü ve ulaşım giderlerinin tamamen halledildiğini gördü. Bu, teknoloji ve endüstri adına müthiş bir inkılâptı. Neden sonra bütün alanlarda çalışanların aynı olduğunu fark etti. İnsan desen değildi; robot desen, hiç değildi. Robot teknolojisi bu derece mükemmel robot yapacak seviyede değildi. Akıl ve gözleri olmayan, kendi kendilerine hareket edebilme kabiliyetinden mahrum bu varlıklar, bir binadan bir fabrikaya, oradan çok daha girift yapılara girip çıkıyor ve neticede görevlerini süratle yapıyordu. Bu süreçte ne enerji, ne zaman, ne hammadde, ne de işgücü kaybı vardı. Bütün araştırma-geliştirme çalışmalarında, bu hedefe ulaşmak için milyarlarca dolar harcanıyordu. Bütün bunlar gözünün önünde olmasa, bir rüyadayım deyip işin içinden çıkmak kolaydı. Peş peşe sorular, beynini kemiriyordu: “Bu teknolojiyi biz bulmadıysak kimler buldu?” Bir taraftan gördüklerini kaydetmeye devam ediyordu. “Bu görüntüleri yönetim kuruluna sunsam, ne pahasına olursa olsun, bu teknolojiyi hemen satın alırlar ve bizi de kapının önüne koyarlar.” diye geçirdi içinden. Sonra “Bu teknolojiyi bizim şirkete adapte etmeliyiz. O zaman dünya devi oluruz.” diye düşündü. Bu esnada başka bir şey daha dikkatini çekti. Bir kısım varlıklar, kendi aralarında farklı bir dille konuşuyorlardı. Birçok dili biliyordu; fakat onların konuştuğu dili anlayamamıştı. Başka bir bölümde gördükleri onun hayretini daha da artırdı. Tekstil tezgâhlarına benzer makineler, çalışmaya başladı. Makinelerde, bir gram civarında pamuk benzeri bir maddeden harika şeyler yapılıyordu. Zerdali veya kavun çekirdeği gibi bir şey; nasıl da kadifeden daha güzel dokunmuş yaprakları, rengârenk çiçekleri, şekerlemeden daha tatlı, daha latif, daha leziz, daha şirin meyveleri, ziyaretçilere takdim ediyordu. Kameranın hafıza kartını değiştirdi, çekime kaldığı yerden devam etti. Gördüklerinin hangi ülkeye ait olduğunu bir türlü çözememişti. “Nasıl olsa, bu güzel işleri yapanlar bize kendilerini de tanıtırlar.” düşüncesiyle gezisine devam etti. Gördüğü her şey, bir öncekinden daha etkileyiciydi. Bir başka meydanda, toprakta bulunan su, demir, karbon, azot, çinko gibi madenler, görünmeyen bir elin tesiriyle birer canlı hâline geliyordu. Bir şey daha fark etti: Her şey sürekli değişiyordu. Bu cansız ve hissiz cisimlerin her biri, âdeta bütün eşyaya hükmediyor gibiydi. Artık beyni durmuştu. Az ileride tuhaf bir EKİM 2014 429 429 makine daha dikkatini çekti. Bu makine, bir taşa kurulmuştu ve durmadan çalışıyordu. Yüzlerce tezgâhı incecik dallarında taşıyor; yaprak, çiçek ve meyve yapıyor; bunları çeşitli renk ve tatlarla süslüyor ve ziyaretçilere sunuyordu. Makinenin çalışması için gerekli maddeler, uzak yerlerden geliyordu. Sergi, gezmekle bitecek gibi değildi. Birden bu sistemin enerji kaynağını merak etti. Hem bu enerji kaynağını görme hem de daha geniş açıdan çekim yapma düşüncesiyle, yüksekçe bir tepeye çıktı. Serginin kubbesindeki lâmbayı orada fark etti. Bu lâmba, hem ışık veriyor, hem de bütün ürünlerin gelişmesine yardımcı oluyordu. … Hostesin sesiyle kendine geldi: “Beyefendi, içecek olarak ne alırsınız?” Kamerayı sımsıkı tutan parmakları uyuşmuştu. Gördükleri rüya mıydı? Hostesten meyve suyu istedi. Kamera kayıtlarına baktı. Bulutlardan başka bir şey görünmüyordu. Gördüklerini zihninde canlandırmaya çalışırken, yanındaki yolcunun okuduğu kitabın arka kapağındaki yazılar gözüne ilişti: “Şu muhteşem âlemin elbette bir tanzim edicisi ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu sanatlı süslerle yapılmış sarayın bir ustası vardır. Anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren ve eserlerini gösteren odur. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Dillerini bilmediğimiz ve bizi dinlemeyen şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz? Hem koca bir âlemi bir memleket suretinde, bir şehir tarzında, bir saray şeklinde yapan ve baştanbaşa harika şeylerle dolduran ve donatan Zât’ın, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. Şüphe yok ki O’nu (celle celâluhu) tanımamızı ve bizden ist ediklerini yerine getirmemizi murad etmektedir.” [email protected] EKİM 2014 430 429 Cehennem’e çevrildiği hiç de az değildir, Zaman zaman Cennetlere döndüğü de oldu; Bir dahası bizim için en büyük emeldir, Her yanda kuraklık, bağ-bahçe sararıp soldu. TARİHTE BU AY Hazırlayan: Dr. Mehmet Hâleoğlu O [email protected] Sokollu Mehmed Paşa’nın Öldürülmesi (12 Ekim 1579) smanlı Devleti’nde, devşirme sistemiyle kazanılmış büyük devlet adamlarından birisi de Sokollu Mehmed Paşa’dır. Sadrazamlık görevine getirilmeden önceki hikâyesi, aynı şekilde yetişen diğer devlet adamlarıyla benzerdir. Sokollu, Bosna’da Vişegrad kazasının Rudo nahiyesine bağlı Sokoloviç köyünde doğmuştur. “Bayo” isminde Hristiyan bir çocukken, Taşlıca civarındaki Mileşeva Manastırı’nda rahiplik yapan dayısı tarafından kilise hizmetine alınmıştır. Kanunî Sultan Süleyman döneminde, devşirme vazifesiyle Bosna’ya gönderilen rikabdarlardan Yeşilce Mehmed Bey tarafından ailesi ikna edilerek devşirilmiştir. Bu sırada Sokollu 15–16 yaşlarındadır. “Mehmed” ismini alarak Edirne Sarayı’nda tahsile başlamış, bir süre sonra da İstanbul’a, Saray-ı Âmire’ye nakledilmiştir. Padişah hizmetlerinde takdir görerek sırasıyla rikabdar, çuhadar ve silâhtarlık vazifelerine getirilmiştir. Bu sırada babası, kardeşi ve amcasının oğlunu (Sokolluzâde Mustafa Paşa) da İstanbul’a getirtmiştir. Babası Müslüman olmuş ve Cemaleddin Sinan ismini almıştır. Sokollu Mehmed Paşa, 1546 yılında, Barbaros Hayreddin Paşa’nın vefatından sonra Sancakbeyliği pâyesiyle Kaptan-ı Deryalık makamına getirilmiştir. Daha sonra Rumeli Beylerbeyi olmuş, Macaristan üzerine yapılan birçok sefere katılmıştır. 1553 yılında başlayan İran seferlerinde vazifeler almıştır. 1555 yılında Üçüncü Vezir yapılmış ve Divan-ı Hümâyûn toplantılarına katılmaya başlamıştır. Şehzâde Selim ve Şehzâde Bayezid mücadelesinde önemli vazifeler icra eder. Şehzâde Selim’e damat olur. Kanunî devrinin önemli Sadrazamlarından Rüstem Paşa’nın vefatıyla ikinci vezirliğe getirilir. Bu vazifede dört yıl kadar kalır. Kanunî’nin son yıllarında padişah nezdindeki en itibarlı ve nüfuzlu devlet adamı hâline gelir. Kanunî’nin Zigetvar Seferi esnasında vefatı üzerine hâdiseleri mahirâne idare eder ve herhangi bir gaileye fırsat vermeden tahtı yeni Padişah Selim’e teslim eder. Bu durum, itibarını daha da artırır. Sultan Selim devrinin sonlarına kadar devlet işleri tamamen onun uhdesine tevdi edilir. 2. Selim devrinin, Kanunî devrinin bir devamı gibi telâkki edilmesi, Sadaret makamındaki istikrar ve Sokollu sayesindedir. 1574 yılında Sultan Murad’ın tahta çıkması da Sokollu’nun konumunu fazla değiştirmez. Bununla beraber, gittikçe artan muhalefet ve diğer devlet adamlarının yeni padişah üzerindeki tesiri nüfuzunu zamanla sarsar. Sokollu bu dönemde karşı olduğu İran Seferi’ne engel olamamış; onun Doğu ve Batı’da takip etmeye çalıştığı sulh politikası değişmeye başlamıştır. Muhalifleri, çeşitli devlet vazifelerinde bulunan Sokollu’nun yetiştirdiği devlet adamlarını muhtelif entrikalarla ya görevden aldırırlar yahut amcazâdesi Sokollu Mustafa Paşa gibi idam ettirirler. Sadrazam bütün bunlara tevekkülle rıza gösterip vazifesini yerine getirmeye çalışır. Sokollu, konağında “ikindi divanı”nı topladığı bir gün “arzuhal” vermek için gelmiş gözüken derviş kıyafetli biri tarafından kalbine hançer saplanarak öldürülür (12 Ekim 1579). Katilin, elindeki timarları azaltıldığından sadrazama öfke duyan bir Boşnak olduğu iddia edilir. Katil, konuşturulamaz ve ertesi gün öldürülür. Hâdisenin muhtemel sebepleri olduğunu iddia edenler olmuştur. Sebebi ne olursa olsun, mürettep bir suikast olduğu anlaşılan hâdise, o sırada İran seferinde bulunan orduyu çok etkilemiştir. Ulema, sadrazamın şehit olduğunu kabul etmiş ve cesedi yıkamadan gömdürmüştür. Tarihe meraklı olan Sokollu Mehmed Paşa rivâyete göre, hazinedarına her gece Osmanlı tarihi ile alâkalı eserler okuturmuş. Öldürülmesinden bir gece önce Sultan 1. Murad’ın Kosova’da şehadeti okunurken, gözlerinden yaş gelmiş ve “Yâ Râb, bana dahi böyle bir şehadet nasip eyle!” diye dua etmiştir. Kanunî Sultan Süleyman, 2. Selim ve 3. Murad devirlerinin en önemli devlet adamı olan “tavîl-(uzun)” lâkaplı Sokollu Mehmed Paşa, devlet hizmetinde geçen altmış yıllık ömründe, tarihçilerin ifadesiyle, hiç azledilmediği gibi herhangi bir kusurla da itham edilmemiştir. Osmanlı’nın “yükselme devri” umumiyetle onun ölümüyle sona erdirilmektedir. İstanbul’da ve Osmanlı’nın farklı coğrafyalarında birçok hayır eseri bulunmaktadır. Eyüp Sultan’daki türbesinde medfundur. [email protected] Ekimde Yaşanmış Bazı Hâdiseler 8 Ekim 1912 1. Balkan Savaşı’nın Başlaması 10 Ekim 680 Hz. Hüseyin’in Kerbelâda Şehit Edilmesi 16 Ekim 1628 Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin Vefatı EKİM 2014 429 431 { En seviyeli millet, bütün işlerini birlik ve bütünlük içinde düşünüp, çoğunluğun reyine ağırlık veren millettir. Tabiî, o millet fertlerinin din, dil, tarih şuuru gibi hayatî hususlarda aynı terbiyeyi almış olmaları çok önemlidir. Prof. Dr. Harun AVCI H asat, toplamak mânâsına gelir. Su hasadı ise, suyun toplanması demektir. Su neden hasat edilir? Tarihte su hasadı yapılmış mıdır? Bugün su hasadına ihtiyaç var mıdır? Bu sorular önemlidir. Çünkü hâlihazırda çok ciddi bir küresel ısınma, iklim değişikliği ve kuraklık tehlikesiyle karşı karşıyayız. Geçmişte de belli bölgelerde kuraklık yaşandığını biliyoruz. Bugün ülkemizde en fazla yağış alan Doğu Karadeniz bölgesinde yıllık yağış 2500 milimetre iken, Tuz Gölü çevresinde 250, İç Anadolu’nun birçok yerinde ve Güneydoğu Anadolu’da 350–500 milimetredir. Bu bölgeler kuraktır ve su hasadına şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Dünyada bu bölgelerden daha az yağış alan yerler de vardır. Meselâ, Ortadoğu’da ve Afrika’nın önemli bir kısmında daha şiddetli kuraklık yaşanmaktadır. Su hasadı çok farklı durumlara adapte edilebilen, dünyanın en kurak ve en yağışlı bölgelerinde, en fakir ve en zengin toplumlarında kullanılabilen bir tekniktir. EKİM 2014 432 429 } Kuraklık, yağmursuzluk demektir ve bütün canlılar için önemli bir meseledir. Zamanında yağmur yağmayan veya yeterli yağış düşmeyen yerlerde su kaynakları azalır ve toprak kurur; neticede canlılar bundan çeşitli derecelerde etkilenir. İnsan da kuraklık karşısında acizdir; çünkü bulutları hareket ettiremez, yönlendiremez ve istediği yere yağmur yağdıramaz. Yağmurun zamanı ve şiddeti belli bir kurala bağlı değildir. Bir bölgeye ne zaman, hangi şiddette, ne kadar süreyle ve hangi aralıkla yağmur yağacağına dâir hiçbir kural yoktur, bunların hepsi ihtimalîdir. Kurala bağlı olmaması, yağmurun perdesiz, vasıtasız bir şekilde doğrudan doğruya Allah’ın (celle celâluhu) kudretine ve iradesine baktığını gösterir. O (celle celâluhu), yağmur yağmasını dilemezse, kimse gökten su indiremez. Yağmurun belli kurala ve insanın müdahale edebileceği vasıtalara bağlı kılınmamasına mukabil, insana mevcut su kaynaklarını ve yağmur sularını en iktisatlı ve faydalı şekilde kullanma yollarını keşfedecek akıl, ve eşyaya müdahale edebilme gücü verilmiştir. Bu sayede insan kuraklığa karşı çareler üretebilir, tedbirler alabilir ve muhtemel olumsuz tesirleri en aza indirebilir. Kış yağışlarının barajlarda depolanması, boşalan yeraltı suyunun tekrar doldurulması, tasarruflu sulama metotlarının geliştirilmesi, atık suların tekrar kullanılır hâle getirilmesi, ev ve bürolarda su israfını önleyen musluk ve rezervuarların üretilmesi insanın kuraklığa karşı aldığı tedbirler arasında sayılabilir. Kuraklık bir yandan insanı çeşitli tedbirler almaya yönlendirirken, diğer yandan da acizliğinin farkına vardırır ve yaratıcısı olan Allah’a (celle celâluhu) yöneltir. Acizliğini bilen insan yağmuru da O’ndan (celle celâluhu) bekler, bu kıymetli nimeti için her an O’na (celle celâluhu) dua ve ricada bulunur, rahmetine karşı içten teşekkür eder. Beşerî bilim ve teknolojiyle yağmurun ne zaman yağacağı ve kuraklığın ne kadar süreceğinin belirlenememesi, aslında yağmurun, Allah’ın (celle celâluhu) rahmet hazinesinden özel bir nimet olduğunun açık bir işaretidir. İnsan dâhil bütün canlıların faydalandığı suyun esas kaynağı yağışlardır. Yağıştan sonra su ne kadar iyi korunur ve ne ölçüde depolanırsa, o kadar fayda sağlanır. Bu maksatla geçmişten bu yana çeşitli teknikler kullanılmaktadır. Meselâ, yüzey akış ile gelen yağmur suları ihtiyaç duyulan yerlerde (bir ağaç dibi olabilir) biriktirilir. Bu işleme su hasadı denir. Su hasadı çok farklı durumlara adapte edilebilen, dünyanın en kurak ve en yağışlı bölgelerinde, en fakir ve en zengin toplumlarında kullanılabilen bir tekniktir. Su hasadının en önemli yönü, ziraî üretimde sürdürülebilir, çevre dostu, basit, ucuz, yenilenebilir, verimli bir sistem olmasıdır. Bu metot, çeşitli faydalarının yanında Kuraklık, yağmursuzluk demektir ve bütün canlılar için önemli bir meseledir. Zamanında yağmur yağmayan veya yeterli yağış düşmeyen yerlerde su kaynakları azalır ve toprak kurur; neticede canlılar bundan çeşitli derecelerde etkilenir. EKİM 2014 429 433 Yağıştan sonra su ne kadar iyi korunur ve ne ölçüde depolanırsa, o kadar fayda sağlanır. Bu maksatla geçmişten bu yana çeşitli teknikler kullanılmaktadır. yeraltı suyuna olan bağımlılığı azaltır ve su harcama maliyetlerini düşürür. Suyun hasat edilmesinde bazı sınırlamalar bulunsa bile, iyi bir plânlama ve projelendirmeyle bunların üstesinden gelinebilir. Su hasadı teknikleri, erozyonu azaltma ve toprak üretkenliğini artırma vasıtası olarak da uzun yıllardan beri kullanılmaktadır. Su hasadı; havzanın büyüklüğü, yağış miktarı ve arazi eğimine göre farklı şekillerde uygulanır. Bunlar mikro havza su hasadı (yağmur suyu hasadı), makro havza su hasadı ve taşkın suyu hasadı olarak gruplandırılabilir. yamuk seddeler kullanılır. Yaklaşık 0,5 metre yüksekliğindeki toprak seddeler 1–8 metre genişliğinde olabilir ve eğim doğrultusunda yapılır. Bunlar genellikle çayır-mera, çalı bitkileri, sebze tarımı, ağaç (özellikle badem, kayısı, şeftali, antepfıstığı, zeytin ve nar) yetiştiriciliğinde yaygın olarak kullanılır. Yalnızca ağaçlara veya çalılara yeterli su sağlamak için eğim yönünde taşlarla desteklenmiş kaş şekilli teraslar da inşa edilir. Bu havzaların büyüklüğü 5–50 metrekare, ekim alanı 1–5 metrekare kadardır. Kaş şeklindeki teraslar yıllık yağışın 200–600 mm arasında olduğu alanlarda % 1–50 arası eğimlerde uygulanabilir. Mikro havza su hasadı Eşyükselti sırtları, az eğimli bozkır alanlarda yem bitkileri, çim ve dayanıklı ağaçlar için; yarı kurak iklimlerde ise, sorgum, çavdar, fasulye ve börülce için uygun bir tekniktir. Bu teknikle, yağışın yetersiz olduğu yerlerde küçük (mikro) havzalardan toplanan yüzey akış suları ya bir tank içerisinde veya yakındaki bitkinin kök bölgesinde (infiltrasyon alanı) depolanır. Tanklarda toplanan, insan ve hayvanlar için içme suyu olarak, toprakta depolanan ise bitkilerin sulanmasında kullanılır. Böylece yağışa dayalı ziraat ve çayırlarda verimlilik artar, ağaçların gelişmesi sağlanır ve çölleşme önlenir. Bu maksatla yarım daire, yamuk veya kaş şekilli teraslar, küçük çukurluklar ve yüzey akış şeritleri oluşturulabilir. Bu sistemlerde esas prensip, belli bir sahaya düşen ve orada bitki yetiştirmeye elvermeyecek kadar az olan yağış sularının, küçük bir sahanın sulanması için toplanmasıdır. Yıllık yağışın 300–600 milimetre, eğimin % 1–25 arasında olduğu alanlarda eş yükselti seddeleri (set, duvar, toprak yığını) kullanılır. Bunlar 5–20 metre aralıklarla yan yana eşyükselti eğrisi boyunca inşa edilen seddelerdir. Toprak seddeler taş malzemeyle güçlendirilebilir. Sırtların üzerinde kalan kısım bitki üretimi, geri kalan kısım ise, su toplama alanı için ayrılır. Eşyükselti sırtları, az eğimli bozkır alanlarda yem bitkileri, çim ve dayanıklı ağaçlar için; yarı kurak iklimlerde ise, sorgum, çavdar, fasulye ve börülce için uygun bir tekniktir. Bu seddeler, orman ağaçlandırmasında da kullanılır. Eş yükselti seddeleri için havza alanı 50–100 metrekare, ekim alanı ise 10–20 metrekaredir (Şekil–1). Bu teknikler, Orta Doğu’da 4000 yılı aşkın bir süredir kullanılmaktadır. Yıllık yağışın 300 milimetreden daha fazla, eğimin % 0,5–5 arasında olduğu alanlarda yarım daire veya EKİM 2014 434 429 Şekil-1 Şekil-2 Az su tutan verimsiz toprakların iyileştirilmesi için son derece faydalı bir teknik küçük çukurlar tekniğidir. Bu maksatla 5–15 santimetre derinliğinde çukurlar kazılır, içine gübre ve bitki artıkları konularak toprakla karıştırılır. Bu çukurlar, seddeleri sayesinde yüzey akış sularını yavaşlatır, yavaşlayan su toprağa daha fazla nüfuz eder ve verimsiz tarım arazileri tek yıllık ürünler için kullanılabilir hâle gelir. Fazla eğimli (% 20–60) ve yıllık 200–600 milimetre yağışa sahip alanlarda, eşyükselti banket teraslar inşa edilerek, arazi merdiven serilerine dönüştürülür. Bitki ekili olmayan teras arası daha dik alanlardan bitki ekimi yapılacak düz alana ilâve su sağlanır. Bu teknik, ağaç dikimi için dünyada birçok ülkede uygulanmaktadır. Makro havza su hasadı Geçici akarsu ve sel sularından faydalanmak için bu teknikler kullanılır. Bunlar vadi yatağında veya vadi dışında yapılır. Vadi yatağına eğim boyunca ve eğime dik konumda inşa edilen seddeler, sel sularının ve beraberinde getirdiği sedimentin tutulmasını sağlar (Şekil–2). Burada biriken sediment zamanla bir teras oluşturur. Bu teraslar, etraflarındaki araziye göre hem daha verimlidir, hem de daha fazla su tutar. Buralarda genellikle zeytin, incir, badem, hurma gibi meyve ağaçları ve baklagiller (bezelye, nohut, mercimek, bakla) yetiştirilir. Geriye kalan alan tahıl kültüründe kullanılabilir. Vadi dışı sistemler ise yamaç suyu toplama kanalları, su yayma sistemleri, tanklar ve sarnıçlardan oluşur. Yamaç suyu toplama kanalları, suyu eğim boyunca dağ yamaçlarından tepe ayağındaki ekili alanlara yönlendiren küçük taşıma kanallarıdır. Nispeten yüksek eğimli yamaçlarda toprak içine sızma fırsatı bulamadan yüzey akışa geçen sular, bu yapılar sayesinde toplanır ve ekili alanlara yönlendirilir. Bu teknik, yıllık yağışı 200–600 milimetre arasında olan ve eğimi % 10’u aşan yerlerde uygulanır. Su yayma sistemleri ise, tarlada eğime dik yönde taştan örülmüş setler olup Su hasadı teknikleri, erozyonu azaltma ve toprak üretkenliğini artırma vasıtası olarak da uzun yıllardan beri kullanılmaktadır. yağmur sularının araziden akıp gitmesi yerine, araziye yayılarak toprağa sızmasını sağlar. Bu şekilde duvar örülen arazilerde verimin % 30–60 oranında arttığı gözlenmiştir. Taşkın suyu hasadı Taşkın suyu, ağaçlandırma için kurak dünyanın birçok kısmında kullanılmaktadır. Taşkın suyu hasadı, büyük bir vadide (geçici bir akarsu yatağı) yüzey akış suyunun aktığı kilometrelerce büyüklükte bir alanı, daha karmaşık baraj ve dağıtım şebekelerini gerektiren sistemleri kapsamaktadır. Geçmişi birkaç bin yıl öncesine dayanan bu teknikler Meksika, Pakistan, Tunus, Kenya, Çin ve daha birçok ülkede kullanılmaktadır. Bir alandan hasat edilen su miktarı, yağış ve havza özelliğine bağlıdır. Yağmur şiddeti, süresi ve dağılımı yağmur özelliklerini; havza alanı, uzunluğu, eğimi, toprak tipi ve örtü durumu ise havza özelliklerini belirler. Bir bölgede yağışlı günlerin sayısı azaldıkça yağmur suyu toplama sistemi ihtiyacı ve boyutları artar. Kurak dönemler çok uzun ise, yağmur suyunu toplamak için daha büyük depolara ihtiyaç duyulur. Böyle yerlerde yağmur suyu ile yeraltı suyunun beslenmesi daha uygundur. Su hasadı teknikleri, tabiatta olagelenin taklidinden başka bir şey değildir. Yeryüzü toprak yapısı, topografyası, vadileri ve yamaçlarıyla yüzeyde ve yeraltında su hasadına elverişli olarak yaratılmıştır. Çok sayıdaki dere ve dere kolları, üzerlerine inşa edilecek seddelerle birer verimli küçük vadi olmayı beklemektedir. Toprak, uygun büyüklükteki gözenekleriyle sünger gibi su tutmaya hazırdır. Yamaçlar, su toplayan çatılar gibi durmaktadır. Kanallar ve teraslar, yağmur suları için göl vazifesi görmektedir. İnsana düşen vazife ise, acizliğinin farkında olarak her ân duada bulunmak, kendisine lütfedilenleri en iyi şekilde değerlendirerek şükretmektir. [email protected] EKİM 2014 429 435 İnsanla yakından bağlıyız birbirimize. Asıl resimde yan yana duran iki samimi dostu andırır durumumuz. Büyük bir şairiniz: ‘Üstümüzden geçer su, doğunca ve ölünce’ diyerek bu hakikate işaret eder. Ali YAYLADAĞ G üneş tam tepedeydi. Yılın en sıcak günlerinden biriydi. Koca meşe ağacının altında iki çocuk... Yaşlı katırına su bidonlarını yüklemekte olan yaşlı bir adam... Köşeli kasketi, belinde kuşağı ve sırtında azığı… Çocuklar meşe palamutlarından topaç yapmakta, neşe içinde… Koşuyordu kasabaya uzanan patikanın en sağından. Toz kalkıyordu ayakları yere her değdiğinde. Ter damlaları düşüyordu vücudundan birer ikişer. Nefes alıyorlardı derinden derine. Adam; tepeye, meşe ağaçlarına doğru yöneldi. “Al bakalım, şifa olsun.” “Sağ olasın amca.” “Buracıkta esdiği pek hissedilmez emme, gapıverir derd adamı. İhtiyat, yeğen.” Elindeki bakır bir tas... Tutacak yeri olmayan, hafif yamuk, çukur bir kap… İçinde soğukluktan bir parça… EKİM 2014 436 429 Ağacın kolları altına oturup nefeslenmek istedi. Elinde tas… Yaşlı adam yularını tuttu hayvanın, el salladı. Çocuklar birbiri ardına koşarak dedelerinin peşinden, kasabaya doğru yola çıktılar. “Hişt. ” Havlusuyla kuruladı bedenini, yaşlı ağacın damar damar bedenine yaslandı. Kara keçileri otlatmaya gittiği mesut günler hatırına geldi. Palamutlardan kolye, tespih ve topaç yapma mutluluğunu yeniden yaşadı… “Hey! Hey!” Tası kaldırdı, yudumladığının peşine takıldı şimdi de. Buz gibi bir akış, rahatsız etmeyen, soğutan ve canlılık üfleyen bir akış… Durdu, baktı tastaki şeye, kendini gördü. “Elhamdülillah, ne hoş bir…” Tamamlayamadı cümlesini. Münasip bir kelime bulup koyamadı taşı gediğine. Tastaki şeyi, tâ içe kadar canlılık veren ‘şeyi’ çok düşünmediğini fark etti o ân. Baktı öylesine. “Hey, sana sesleniyorum. Bir cevap versene…” Ona sesleniyordu sanki. Tasın içine daldı gitti… “Kimsin sen, adın sanın necedir?” “Adım yok benim. Şeklim, tadım ve tuzum da yoktur. Kabıma göre şekil alırım evvelâ, berrak bir görünüşüm var. Saklanırım dünyada, zeminin en ücra kırıklarında, kovalarım gün ışığını ve çatlaklardan salarım yeryüzüne kendimi. Duramam yerimde, bir oraya bir buraya koşar dururum; çağlarım, taştan taşa çarparak katarım önüme gelen ne varsa. Pınar olurum, büyürüm sonra ve akarım. Bazen dere, çay, ırmak, nehir isimleri verilir ve daha büyük olmanın arzusuyla gölete, göle, denize, okyanusa dönerim yönümü, kavuşunca da ben ‘ben olmaktan çıkar’, ‘bizden bir katre’ olurum. Adım yok benim. Ancak, her şey benimle var. “Her şeyi sudan yarattık.” (Enbiya, 30) mealindeki âyet ve daha pek çok âyet delildir bu hakikate. İlâhî takdir serbest bırakmıştır beni… Canlılığı ve diriliği benden bilir insan. Hayy’ın âyinesi olmak vazifemiz. ‘Aziz’ biliniriz hemen her kültürde, nereye giderseniz gidiniz. İnsan benim ikizimdir bir mânâsıyla. İnsanlığın tarihi benim tarihimdir; ben mıknatıs, insanoğlu nazenin demir parçaları gibi… Ben nerede isem, hayat oraya bahşedilir. Adım yok benim, hakikatim var. İnsanla yakından bağlıyız birbirimize. Asıl resimde yan yana duran iki samimi dostu andırır durumumuz. Büyük bir şairiniz: ‘Üstümüzden geçer su, doğunca ve ölünce’ diyerek bu hakikate işaret eder. İnsana Rabb’e yaklaşma yolunun anahtarı hüviyetindeyim. Niyet müminlere ilk basamak olurum abdestle. Pür-huzur, pürnur bir kalb, pâk bir ruhla Yaradan dergâhının yoluna durulur sonra. Bir mânâda, ben özü hatırlayışın adıyım, mânânın setredildiği yerden açığa çıkışının resmi olurum. Bu dünyada vaktini tamam eden bedenlere en son benim elim değer. ‘Geldiğin gibi dön!’ olur son sözlerim. Yıkanma, benim en cevval olduğum, kiri pası söktüğüm zamanın lâkabı insan dilinde. Hakikatim var benim; ben berrak bir perdenin ardındayım. O perde.. ardında dikeni de besleyen, gülü de… Çöllerde gazellerin çatlamış dudaklarına can veren, koca koca demir yığınlarını tüy misâli oradan orada sürükleyen, kaldıran, buzdağlarını da deniz canlılarının her türlüsünü de barındıran, sıcaklığıyla muhafaza eden, ateşi söndüren, soğutan ve Rabb-i Rahim’in “….berden selemen!” emriyle kor parçacıklarını bağlara ve bahçelere döndüren benim. Ben, yemeğinize nefaset, çiçeklerinize rayiha, bedeninize ter, hissiyat mütercimi gözlerinize yaş ve bulutlara yüküm. Ben, her şeyi kabul ederim; günahkârı, yalancıyı, zahiti, âbidi, zâlimi, masumu, genci, ihtiyarı, şakîyi, hırsızı… Bildiğiniz bütün sıfatları sayın işte! ‘İtirazım var!’ sesi duyulmaz hiçbir katrenin ağzından, tâ ki Hakk’tan emir gelinceye kadar. Kudret, Hakk ve Celâl Sahibi Hazret-i Yezdan dilerse, munis ve hoşgörülü kimliğimi bir kenara bırakır, göreve koşarım. “Helak edici”, “yıkıcı ve öldürücü” oluveririm, kavimleri yeryüzünden silerim. O büyük Nebi’ye (as) sığınanlar müstesna! Bende kuvvet gizlidir, görünmezliklerde işler durur. Bir kutlunun mağaraya sığındığında fark ettiği oyuklardır taş üzerinde bıraktığım; adı ‘İbn-i Hacer’ bilirsiniz. En sert ve dayanıklı maddeler, çaresiz direnmeye çalışırlar. Taşı, mermeri, kayayı, demiri mağlup ederim. Kuvvet, Yaratıcı’mdan (celle celâluhu) gelir zîrâ! Yediğinde, içtiğinde, bedeninin her köşesinde mevcut olanım ben. Elma, portakal, limon, havuç, mango, yıldız meyvesi, şeftali, mandalina, armut, nar… Hepsinde varım, ama hep farklıyım. Beni meyveden meyveye farklılaştırana hamdederim. İçilirim, gâh ‘zemzem’ olurum, gâh Kevser, şerbet, selsebil veya can suyu. ‘Rahmet’ olurum bazen, Rauf’un (celle celâluhu) izniyle toprağın bağrına koşarım. “Yerde kirlendi mi, bulutta temizlenen!” biriyim ben. Kirli değilim esasen, ancak kirletir insanoğlu hoyratça. Ben de o vakit, temizlenmeye yukarılara koşarım, bulutlara sığınırım. Sonra da, ter u taze atlarım yeryüzüne. ‘Yağmam ben, coşarım!’ Hayat bahşedilir benimle canlılara, bu yüzden derler: “O gelen hayat kaynağıdır.”, “Rahmet yağıyor, elhamdülillah!” Nerede bir birikinti varsa, canlılık oradadır. Yeni dikilen fidanlara ‘can versin’ maksadıyla dökerler beni. Ben her yerdeyim. Kısacık bir ismim var: iki harf. Biri sessiz, biri sesli… Hadi, bir sonraki satıra kaydır gözünü: “Su.” Adam, kendine geldi derin bir sessizlikten sonra. Tası götürdü dudaklarına, suyun azizliğini akıttı… Suyu tanımaktan mesuttu. Şükretti. [email protected] EKİM 2014 429 437 { } En çok zevk duyacağımız şey, sevdiğimiz ve sevgisinden emin bulunduğumuz kimselerden gelen tenkitler olmalıdır. Aksine, bazı kusurlarımızdan dolayı çok dostlarımızı kaybedeceğimiz gibi birçok eksik ve kusurlarımızı da düzeltme mülâhazası söz konusu olmayacaktır. VIRÜSLERLE ENFEKSIYON TEDAVISI Dr. Serdar BOZOKLUOĞLU G ünümüz dünyasında, beş yaş altı çocukların ölüm sebepleri arasında; zatürre, ishal, sepsis (sistemik enfeksiyon), asfiksi ve sıtma önemli yer tutmaktadır. Enfeksiyonların tedavisinde antibiyotikler esas olduğundan, bunların uzun süreli ve ölçüsüz kullanımı, bilhassa stafilokok ve tüberküloz (verem) basili gibi patojenlerin direnç kazanmasına yol açmıştır. Öyle ki, son yıllarda, antibiyotiklere karşı direncin 1.000 kat arttığı ileri sürülmektedir. Antibiyotikler yaklaşık 100 yıl önce topraktaki mantarlarda keşfedildi. Daha sonraları lâboratuvarda yarı-sentetik ve sentetik olarak da üretildi. Birçok büyük ilâç firması yatırımlarını tamamen antibiyotik geliştirmeye hasrettiğinden, hemen hemen aynı yıllarda keşfedilen bakteriyofajlarla alâkalı araştırmalar geri plânda kaldı. EKİM 2014 438 429 Tabiatta, bakterileri konakçı olarak kullanan virüsler, bakteriyofaj olarak adlandırılır. Bunların antibiyotik gibi fonksiyon görebileceği, yani bakterileri öldürebileceği anlaşılmıştır. Bakteriyofajların ürettiği lizin enzimlerine, bakterileri parçalayıp öldürebilme potansiyeli bahşedilmiştir. Son 10 yıl içerisinde bazı çalışmalarda lizinlerin, boğaz enfeksiyonlarında, ameliyat sonrası gelişen enfeksiyonlarda ve şarbon salgınlarına karşı kullanılabileceği gösterilmiştir. Şimdilerde ise, Stafilokok, Streptokok, Klebsiella, Proteus gibi patojenlerin sebep olduğu inatçı enfeksiyonların tedavisinde bakteriyofajlar denenmekte ve umut vadeden neticeler beklenmektedir. Enfeksiyonlarla mücadelede faj (virüs) kaynaklı tedavi stratejileri geliştirme ihtiyacının ana sebebi giderek artan antibiyotik direncidir. Bilhassa vankomisin antibiyotiğine dirençli Stafilokok enfeksiyonları ve metisiline dirençli Staphylococcus aureus enfeksiyonları ciddi hastalık ve ölüm sebebidir. Sebepler dairesinde değerlendirildiğinde; bu tip hastalıklara bağlı ölümler, mevcut ve yeni geliştirilen antibiyotiklere karşı gelişmiş dirence bağlanabilir. Bundan dolayı, ilâç firmaları ciddi maliyet getiren bu tür antibiyotik üretim çalışmalarına daha temkinli yaklaşmaktadır. bir hücre bile sayılmayan bu varlıklara, bakterinin hücre duvarının parçalanmasında vazifeli bir enzim (lizin) bahşedilmiştir. Virüslerin bu hususiyetlerinden faydalanılarak insan deri, mukoza membranları veya kana doğrudan tatbik edilebilen lizinler geliştirilmiştir. Vücuttan, hızlı atılması ve insan dokusunu tahrip etmemesi lizinlerin insan için zararsız olduğunu düşündürmektedir. Bakteriyofajlar daha çok mukozal, deri ve sistemik enfeksiyonların tedavisinde kullanılır ve topikal (yara üzerine), parenteral (damar yoluyla) veya ağız yoluyla tatbik edilebilir. Yan tesirleri ise son derece azdır. Bunlar arasında daha çok mide-bağırsak şikâyetleri ve allerjik reaksiyonlar sayılabilir. Rus araştırmacılar, bakteriyofaj konusunda ciddi Tabiatta, bakterileri konakçı olarak kullanan virüsler, bakteriyofaj olarak adlandırılır. Bunların antibiyotik gibi fonksiyon görebileceği, yani bakterileri öldürebileceği anlaşılmıştır. Bakteriyofajlar nerede bulunur? Tabiatta her bir gram toprakta, bir mm3 suda milyonlarca faj bulunmaktadır. Bu sebeple denebilir ki “Fajlar, hayatımızda hemen her yerde bulunmaktadır.” Havada, suda, toprakta, yediğimiz içtiğimiz her şeyde ve vücudumuzda bulunur. Bu ortamlardaki bakteriler sürekli üreyerek nesillerini devam ettirirlerken, diğer taraftan da bakteriyofajlar onları enfekte ederek kendilerini çoğaltır ve onların da ölümlerine sebep olur. Kâinatta her ölçekte var olan ve sürdürülen dengelerden biri de bakterilerle bakteriyofajlar arasında kurulmuştur. Bakteriyofajların sayısının bakterilerden en az 10 kat daha fazla olduğu düşünülmektedir. Her iki günde bir, dünya üzerindeki bütün bakteriler, bakteriyofajlar tarafından öldürülmekte ve yeni bakteriler dünyaya gelmektedir. Bu husus, 30. Lem’a’da Allah’ın (celle celâluhu) Kuddüs isminin tecellilerini izah eden Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözlerini hatırlatmaktadır: “Bu kâinat ve bu küre-i arz, dâim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. (...) Demek bu fabrikaya bakan Zât, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder.” Protein kılıfla kaplı baş kısmı Boyun Kuyruk Kuyruk örtüsü Tutunucu kuyruk ipliği Hücre duvarı Çekirdek Bakteriyofaj tedavisi nedir? Bakteriyofajlar, diğer virüsler gibi hayatiyetlerini devam ettirebilmek için, konakçı olarak bakterileri kullanır. Hücre metabolizmasının kendi lehlerine çalışmasına da sebep olan bakteriyofajlar, bir süre sonra bakteri dışına çıkar. Bu çıkış, daha çok, hücre duvarını parçalayarak gerçekleştiğinden bakteri ölür. Tam Bakteri hücresi DNA Plâzma zarı EKİM 2014 429 439 Bakteiriyofajlar havada, suda, toprakta, yediğimiz içtiğimiz her şeyde ve vücudumuzda bulunur. Bu ortamlardaki bakteriler sürekli üreyerek nesillerini devam ettirirlerken, diğer taraftan da bakteriyofajlar onları enfekte ederek kendilerini çoğaltır ve onların da ölümlerine sebep olur. çalışmalar yapmışlardır. Bugün Gürcistan’da aktif bakteriyofaj programı olan enstitüler bulunmaktadır. Bu merkezlerde bilhassa diyabetik ayak yaralarının tedavisinde bakteriyofajlardan faydalanılmaktadır. Bakteriyofajlar doğrudan inatçı yaralar üzerine tatbik edilerek enfeksiyon unsurlarının öldürülüp yaranın iyileştirilmesine çalışılmaktadır. İkibinli yıllarda lizinler fareler üzerinde denenmiş ve boğaz enfeksiyonlarının kısa sürede iyileştiği müşahede edilmiştir. Benzer şekilde, kalb iç zarı iltihabı (endokardit), menenjit ve zatürre tedavisinde de kullanılmış, olumlu neticeler alınmıştır. Bu enzimler; kurutularak veya dondurularak saklanıp uzun yıllar sonra tekrar kullanılabilmektedir. Bununla birlikte, bu lizinlere karşı insan vücudunun antikor üretebileceği ve lizinlerin parçalanabileceği şeklinde bazı görüşler de vardır. Diğer taraftan, lizinlerin hususi olduğu, Streptokoklar için olanların sadece Streptokokları, şarbon için olanlarınsa sadece şarbon mikrobunu öldürebileceği de ileri sürülmektedir. Bu durum her ne kadar deEKİM 2014 440 429 zavantaj gibi görünse de, hedefe yönelik olması, yani zararlı olan mikroorganizmayı öldürüp diğerlerine dokunmaması bir avantaj kabul edilmektedir. Bakteriyofaj tedavisinin faydaları Fajlar salgıladıkları lizinler vasıtasıyla, tedavide olduğu kadar korunmada da kullanılabilecektir. Meselâ ciddi ölümlere sebep olabilecek bir şarbon saldırısında (biyo-terörizm) şarbon sporlarının atıldığı bölgenin temizlenmesi, hâlihazırdaki bütün ileri teknikler kullanılsa bile yıllar alabilir. Hâlbuki faj lizinleri kullanılarak 20 dakika gibi kısa bir zamanda şarbon sporlarının yaklaşık % 99,9’u tesirsiz hâle getirilebilir. Enfeksiyon tedavisinde bakteriyofaj kullanımın yaygınlaşması, bilhassa antibiyotik direncinin gelişmesi karşısında eli kolu bağlanan hekimleri ümitlendirmektedir. Bu tedaviyle birçok enfeksiyon daha kolay ve ucuz şekilde tedavi edilebilecektir. Bilim dünyasının hücre bile kabul etmediği virüsler eliyle insanlığın istifadesine sunulan bu nimet, ciddi maliyet getiren enfeksiyon tedavileri için mühim bir alternatif sunmaktadır. Günümüzde bu fırsatı fark eden ülke ve kuruluşlar, milyarlarca dolar yatırımla üretimi yapıldıktan kısa süre sonra direnç gelişmesi muhtemel antibiyotikler geliştirmek yerine, çok daha az maliyetli bakteriyofaj üretme teknolojisi üzerinde çalışmaktadır. “Derdi veren, dermanını da var etmiştir.” düsturunca, canlı-cansız birçok sistemde gizli bazı şifrelerin bulunmasıyla kanser dâhil nice hastalığın tedavisi mümkün olacaktır. Yeter ki tabiattaki canlı ve cansız varlıkların mahiyetine konan şifreler doğru okunabilsin... Bir filiz deyip sakın küçük görme, Hafife alıp hemen hüküm verme; Bir çekirdekten var oldu cihanlar, Bunu da Hakk’a inananlar anlar. [email protected] Kaynaklar - Gilbert Verbeken, Jean-Paul Pirnay, Daniel De Vos, Serge Jennes, Martin Zizi, Rob Lavigne, Minne Casteels, Isabelle Huys. Optimizing the European Regulatory Framework for Sustainable Bacteriophage Therapy in Human Medicine. Arch. Immunol. Ther. Exp. 2012; 60:161–172. - Wojciech Fortuna, Ryszard Miedzybrodzki, Beata Weber-Dabrowska, Andrzej Gorski, Bacteriophage therapy in Children: Facts and Prospects. Med Sci Monit. 2008;14:126-132. - Saxsx Guttman B, Raya R, Kutter E: Basic phage biology. In: Kutter E, Sulakvelidze A, eds. Bacteriophages: Biology and Applications. CRC Press, 2004; 41–48. - Hanlon GW: Bacteriophages: an appraisal of their role in the treatment of bacterial infections. Int J Antimicrob Agents, 2007; 30: 118–28. - Abul-Hassan HS, El-Tahan K, Massoud B and Gomaa R: Bacteriophage therapy of Pseudomonas burn wound sepsis. Ann MBC 3: 1-4, 1990. - Weber-Dabrowska B, Mulczyk M, Gorski A: Bacteriophage therapy of bacterial infections: an update of our institute’s experience. Arch Immunol Ther Exp (Warsaw), 2000; 48: 547–51. - Stone R: Bacteriophage therapy. Stalin’s forgotten cure. Science, 2002; 298: 728-73. EKİM 2014 429 441 H Ulvî Âlemler âlık’ın nâmütenâhî isimleri olduğu gib i, o esmâ ve arkalarındaki sıfatların birinci, ikinci ve üçüncü... der ecede tecellî alanları ve taayyün noktalarının bulunduğu da bir gerçek. Bu âlemler, hem bizim idrak ufkumuz hem de kendi mânâ ve muhtevaları itibarıyla aşkın âlemlerdir. Âlem-i mülk ve âlem-i şehadete dâir her zaman net bazı şeyler bilmemiz mümkün olsa da, lâhut, rahamût, ceberût, melekût âlemleriyle alâkalı ne keyfiyet çerçevesinde ne de kemmiyet plânında açık bir şey söylememiz oldukça zordur. Bu konudaki bütün mülâhazalar, Kitap ve Sünnet’in belirleyici temel esaslarına sâdık kalınarak tamamen keşfe, müşâhedeye, mükâşefeye bağlı beyanlardır. İlim nazariyesi (epistemoloji) açısından Al lah’tan gayrı zâhir-bâtın, latîf-kesif, meşhud-gayrimeşhud, canlı-cansız, dünyevî-uhrevî her şeye âlem denir. Yukarıdaki çerçeve içinde bütün varlık ve onun perde arkası, Hazreti Zât’ın varlığının delili, icraatının belgeleri, kemalinin aynaları, kaderî plân ve programının kitap ve defteri, belli bir tafsil adına her şeyin mahall-i taayyünü, aynı zamanda sıfat ve isimlerinin tecellî alanı olması itibarıyla görünen-görünmeyen hemen her şey O’na ait derin izler, emareler, nişanlar taşıdığından, hattâ O’nu haykırdığından O’nun şahitleri mânâsına âlem unvanıyla yâd edilmiş, hepsine birden “avâlim” veya “âlemîn” denmiş; akıl, ruh, nefis, şuur, his ve idrak gibi O’nun “Ol!” deyivermesiyle meydana gelen emir kaynaklı şeyler âlem-i emre bağlanmış; maddî, cismanî, terkip ve tahlil hususiyetlerini haiz, müddete vâbeste arzî ve semavî bütün nesneler de âlem-i halk çerçevesinde mütalâa edilmişlerdir. Bu takEKİM 2014 442 429 sime bağlı ve bir mânâda onun içinde, “âlem-i şehadet”, “âlem-i gayb” diye bütün avâlime esas teşkil eden iki ana âlem daha vardır ki, zikredeceğimiz bütün âlemler onların birer şubesi mesabesindedir: 1. Gözle görülmeyen ve zâhirî duyu organlarımızla hissedilmeyen gayb âlemi ki, başta lâhut, rahamût, ceberût, melekût âlemleri olmak üzere, görülmezlik ve duyulmazlığın değişik basamaklarında yerlerini alan ve farklı unvanlarla yâd edilen, mânâ âlemi, ruh âlemi, misal âlemi, berzah âlemi ve bâtınî, latîf, nuranî daha bir sürü âlem hep bu gaybî âlem çerçevesinde mütalâa edilegelmiştir. 2. Gözle görülebilen ve zâhir duyu organlarıyla hissedilebilen şehadet âlemi ki, âlem-i halk, âlem-i mülk, âlem-i madde, âlem-i cisim, âlem-i suret, âlem-i kesafet... gibi değişik ad ve unvanlarla yâd edilen ne kadar âlem varsa hemen hepsi bu âlemin birer fakültesi durumundadır. Âlem-i gayb ve âlem-i şehadet, âlem-i emir ve âlem-i halk birbirinden farklı unvanlarla anılsalar da, bunlar iç içe âlemlerdir ve biri diğerinin zâhirî buudu, öbürü de berikinin bâtınî derinliğinden ibarettir. Ancak, sıfât ve esmâ-i İlâhiyenin, hattâ şe’n-i Rubûbiyetin birer mahall-i tecellîsi ve farklı mertebede birer taayyün faslı sayılan bu âlemler tamamen birbirinden ayrı hususiyetler arz etmektedirler. Ehl-i tahkike göre varlığın, hususiyle insanoğlunun değişik vilâdet mertebeleri vardır: Bunlardan birincisi, esmâ ve sıfâtın ilk zuhuru mertebesi; ikincisi, esnâf-ı melekûtun ceberût basamağında tulûu derecesi; üçüncüsü, cisim ve cevherlerin melekût burcunda bürûzu kademesidir. Böyle bir gelişme ve inkişaf, tasavvuf ve bazı felsefî ekollerdeki “nüzûl” ve “urûc” mülâhazalarına benzese de, urûc ve nüzûlle alâkasının olmadığı açıktır. Zîrâ bunlar, birer taayyünün unvanı olarak zikredilegelmişlerdir.. ve aynı zamanda seyr u sülûk-i ruhanîde de sâlikin “beka billâh”a kadar uğrayacağı menzilleri işaretlemektedirler: Hak yolcusu, âsâr âleminden ef’âle, ondan esmâ ve sıfâta, ondan da 1 ِ ِب َغ ْي ِر َك ْي ٍف َو ِإ ْد َراكٍ َو َض ْر ٍب م ِْن ِم َثالtecellî-i Zât’a urûc eder. Buna, âlem-i mülkten âlem-i melekûta, ondan âlem-i ceberût ve âlem-i rahamûta, ondan da “fenâ fillâh-beka billâh” ufku şeklinde yorumlanan âlem-i lâhuta, bir mârifet, bir zevk-i ruhanî seyahati de diyebiliriz. Hakikî beka billâh, âlem‑i melekûtu duymakla başlar ve kalbî, ruhî hayat mertebesini tam ihrazla da daha ötelere devam eder gider. Nihayet varlığını, O’nun ziya-i vücudunun bir gölgesi görebilecek mülâhazalara ulaşınca da “min vechin” seyahat sona erer. Biz şimdi, farklılıkları çerçevesinde, yukarıdan aşağıya –konuyu biraz da kendi idrak ufkumuza bağlıyoruz– “bî kem u keyf” bu inkişafı takip etmeye çalışalım: 1. Âlem-i Lâhut: İcmalî tarif çerçevesinde, âsârıyla müberhen, esmâsıyla malum, sıfatlarıyla muhât, tasavvuru nâkâbil-i idrak, gaybu’l-gayb, kenz‑i mahfî, âlem-i ıtlak, gayb-ı mutlak, hakikatü’l-hakaik unvanlarıyla bilinen vâhidiyetin (Bazıları ehadiyet demede ısrar ediyor) mahall-i tecellîsi âlemler üstü bir âlemdir. Bir diğer yaklaşımla âlem-i lâhut; bizim varlığımızın, varlık basamaklarından birini ihraz edişimizin, gayb ve şehadet âlemlerinin, onlara ait bütün hususiyetlerin, hatta bizim ihsaslarımızın, duygularımızın, düşüncelerimizin, zâhir-bâtın latîfelerimizle alâkalı faaliyetlerimizin biricik feyiz kaynağı ve “Allah” ism-i şerifine bakan aşkın bir âlemdir. Bütün şuûnât-ı İlâhiye, sıfât-ı sübhaniye ve esmâ-i hüsnânın da mahall-i icmali –bu da yine kelime yetmezliğinden kaynaklanan fakir bir ifade– ve birleşik noktası mesabesindedir. Evet bu âlem, bilmutabaka bir tecellî-i Zât âlemidir; ama bittazammun ve bililtizam diğer bütün âlemlerin de biricik kaynağıdır (Burada icmal ettiğimiz tecellî-i Zât, tecellî-i şuûn, tecellî-i sıfât ve tecellî-i esmâ konuları üzerinde daha önce durmuştuk). Ve tecellî, taayyün itibarıyla da bu ilk ve muhit âlem, aynı zamanda “ubûdiyet” mülâhazasını da hatırlatan bir âlemdir. Yani ulûhiyet hakikati, mâbudiyet, maksudiyet, mahbûbiyet mânâlarını da hâvi bulunduğundan bu âlem, Kur’ân’ın emir ve tavsiyeleri çerçevesinde Hakk’a ubûdiyeti de tazammun etmektedir. Evet Allah, Allah olduğu için aynı zamanda Mâbud’dur, Maksud’dur, Mahbûb’dur... Lâhut, Zât-ı Ulûhiyet’in câmi bir aynası olması itibarıyla ezelden ebede değişmezliği haizdir. Evet, o âyine-i ezel olduğu gibi tecellî-i lâyezaldir. Tarih boyu değişik düşüncelerden ubûdiyet şekilleri doğagelmiş ve bu ubûdiyetlere merci olmak üzere farklı mâbudlar uydurulmuştur. Ne var ki birer birer doğan bu ubûdiyetler, mevsimi gelince veya miadı dolunca hemen hepsi unutulmuş, mâbud kabul edilen bütün ilâhlar hafızalardan silinip gitmiş; sadece ve sadece o Vâhid ü Ehad, o sıfât-ı ulyâ ve o esmâ-i hüsnâ sahibi Zât-ı Ecell ü A’lâ bâki kalmıştır. O, ezelîdir; ezelî olduğu için de ebedîdir; kıdemi sâbit, ademi de mümtenidir.. ve işte lâhut âlemi de böyle bir tecellînin biricik mir’ât-ı mücellâsıdır. Bir diğer yaklaşımla lâhut âlemi, kâinatın he yet-i mecmuasında görülen/görülebilecek olan, maddî-mânevî her şeyin vücudunu, evsâfını, hususiyetlerini, mebdeini, meâdını, gelişimini, değişimini, inkişafını ve akıbetini câmi ilk mahall-i taayyün –yine dîk-i elfâza takıldık– ve icmalî ilk âyine-i tecellîdir. 2. Âlem-i Rahamût: Küre-i arz üzerindeki hayvanat ve nebatatın var olmaları, hayata mazhariyetleri, yaşamaları, üremeleri ve bütün bu merhalelerin hemen hepsinde apaçık müşâhede edilen uyumları, âhenkleri, insicamları, intizamları gibi hususlar.. sonra insanoğlunun ruhanî ve cismanî letâif ve uzuvları itibarıyla mazhar olduğu şefkat, merhamet, inayet, riayet... gibi özel bütün teveccühler hep bu ikinci taayyün diyeEKİM 2014 429 443 ceğimiz, rahmâniyet ve rahîmiyetin mahall-i inkişafı olan âlem-i rahamûta bakmakta, bu âlemin menfezleriyle teveccühe teveccühle mukabeleyi ifade etmekte ve o yolla beslenmektedir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Cenâb-ı Hakk’ın ehadiyet ve samediyetinin, bütün kâinat ve eşyadaki umumî, mutlak fakat inkişaf ve tafsile açık zâtî teveccühleri lâhutiyete ait bir tecellî –tecellî demek de doğru ise–; her nesne ve herkesin belli ölçüde ve istidadına vâbeste olarak yine O’nun rahmet, şefkat, himaye, inayet, riayet ve sıyânetinden istifaza ve istifadesi ise –vâhidî ve ehadî tecellîlerin farklılığı mahfuz– rahamût ufkundan akseden bir cilvedir. Rahamût âlemi tamamen sıfât ve esmâ dairesine bakmaktadır. Rahmâniyete nisbeti açısından sıfât-ı Zât’ın daire-i hâssı, rahimiyetle münasebeti itibarıyla da sıfât-ı fiile mahsus bir tecellî alanı mesabesindedir. Rahamûtun, Cenâb-ı Zât’ın, gazabına sebkat eden engin, vâsi, hatta nâmütenâhî rahmetinin mebde’den müntehâya her tekevvün ve her şe’n adına bir mebde-i taayyünü olduğunu söylemek de mümkündür. Evet, Hazreti Zât’ın rahmâniyeti, O’nun fevkalâde merhametli olduğunu, rahmet ve şefkatinin sınırı, haddi ve nihayetinin bulunmadığını ifade ettiği gibi, o rahmâniyetin mahall-i tecellîsi olan Rahamût da olabildiğine engin, şamil ve her şeyi kucaklayan bir mahall-i rahmet –vasfına tam muktedir değiliz– olduğunda şüphe yoktur. Rahîmiyet sıfatının, fiilî ve amelî bir durumu haiz olması açısından rahamût âlemine, her şeyin ilmî vücud merhalesinden –böyle denebilecekse– ötelerin en son noktasına kadar, varlıkla alâkalı, her şey ve herkesin liyakatı ölçüsünde mütemadi tecellîlerin kaynağı demek uygun olur zannediyorum. Rahmâniyet ve rahîmiyetteki farklılıklar açısından rahamût âlemi birinci sıfat itibarıyla ezele, ikinci sıfat açısından da lâyezâle bakar. Evet, her şeyin ilk yaratılışında mazhar olduğu cebr-i lütfîler, ihsanlar Hazreti Zât’ın rahmâniyetine bağlı âsârdır ve bu âsârdan mahrum herhangi bir varlığın mevcudiyeti de söz konusu değildir. Her şey vücuduyla, hususî vasıflarıyla, yaşamasıyla, üremesiyle, neslini devam ettirmesiyle rahmâniyet çizgisinde rahamûta; herkesin sa’y u EKİM 2014 444 429 gayret, cehd ü hareket ve aktivitelerine terettüp eden ikramlar, ihsanlar, teveccühler, Cennetler ve Cemalullah’a mazhariyetler de ona rahîmiyet ufkundan bakmaktadır. Hem âlem-i lâhut hem de âlem-i rahamût birer bilme; bilip rahmet, şefkat, inayet... gibi cebr-i lütfî tecellîlerle kendini bildirme, sonra da bütün bunları nazara vererek gönülleri ubûdiyet-i kâmileye hazırlama, yönlendirme âlemleridir. 3. Âlem-i Ceberût: İlâhî isim ve sıfatların tecellî alanı olarak bilinir. Ona; âlem-i vahdet, berzah-ı kebir, hakikat-i Ahmediye, ruh-u âzam, ruh-u küllî, zıll-i evvel de denmektedir. Bazı sofiye, âlem-i ceberûtu tamamen esmâ ve sıfât dairesinden ibaret görüp, onu âlem-i lâhut ve rahamût arasında veya lâhut ve melekût ortasında bulunan ilâhî kudret ve azamet âlemi olarak yorumlamıştır. Bu âlemin semavî ve mânevî olduğunda şüphe yok. Ancak böyle bir âlemin, Hermes’in semavî mülâhazaları ve Eflatun’un “İdeler âlemi”yle münasebetinin olmadığı da açıktır. İbrahim Hakkı Hazretleri’ne göre ceberût âlemi, bütün âlemlere nâzır, Kürsî’nin üstünde ve Arş-ı âzam’ın altında –altla-üstle her ne kastediliyorsa– mânevî bir âlemdir. Bu mütalâalar çerçevesinde melekût âlemi, Kürsî’nin altında tasavvurlar üstü, aşkın lâhut âlemi ise, “istiva-i Arş” mazmununa bağlı ve “fevk-taht” mülâhazalarından müberra, her şeyin üstünde. Rahamût âlemine gelince o ayrı bir mahall-i tafsil ve inkişaf; ceberût âlemi ise, rahamût âleminin önünde veya yanında bir âlem-i azamet ve hâkimiyettir... Kaza ve kader hâdisesinin ceberût âlemi ile hususî bir münasebeti vardır. Bu münasebet, kadere mevzu şahıslar plânındaki hâdiselerle de dolayısıyla alâkalıdır. Âlem-i ceberût, hemen bütün eşya ve hâdiseler adına saf ve latîf bir âlemdir. Bu itibarla da onun âlem-i mülk ve melekûta bir fâikiyeti vardır. Bu âlemde bütün varlık ve hâdiseler külliyet plânında bir vetire takip ederler; alttaki melekût ve mülk âlemlerinde ise, cüz’iyat ve teferruat dairesinde bir gelişme ve inkişaf gösterirler. 4. Âlem-i Melekût: Emir âlemi, ervâh âlemi, berzah âlemi, son taayyün ve ruh-i izafî ufku da diyeceğimiz latîf varlıklar âleminin son mertebesi ve âlem-i mülkün de tavanı mesabesindedir. Bu şekilde bir tasnif ve tertip; Zât, sıfât ve İlâhî isimlerin tecellî mertebelerine birer unvan olmaları açısından zikredilmektedir.. ve böyle bir yaklaşımın temeli de keşfe, zevke, muhkem nusûsa bağlılık içinde içtihada, tevile ve tefsire dayanmaktadır. Ceberût, melekût ve mülk âlemleri, iç içe, zâhir-bâtın münasebeti çerçevesinde birbirinin farklı derinliklerinden ibarettir. Yani ceberût âlemi eğer müstakil ve zâtî bir âlemse, melekût ve mülk âlemleri onun birer buudu durumundadırlar. Aslında ceberût âlemi tamamen bir mahiyetler âlemidir ve haricî vücudu da söz konusu değildir. Onda her nesne, muayyen mahiyetler şeklinde birer icmal; melekût ve mülkte ise zâhir ve bâtın yanlarıyla her şey bir tafsil ve inkişaf vetiresi yaşamaktadır. Melekût dâhil, bütün üst âlemler muallâ ve aşkın âlemlerdir ve bu âlemler için alt-üst, önarka, gece-gündüz, dün-bugün söz konusu değildir. Öyle ki, inkişaf etmiş bir gönül, melekûtî ufku itibarıyla dünü bugünle beraber, bugünü de yarınla beraber duyup yaşayabilir ve zamanüstü olmayı bütün derinlikleriyle duyabilir. Aslında, insanın hilâfeti de, onun kalbi itibarıyla ve melekûtla münasebeti açısındandır. Onun zâhiri mülk, bâtını ise melekûttur. Kâinatlarla Arş, arzla Kâbe arasında da aynı şeyler söz konusudur. Melekûta açık bir kalb sahralardan daha geniş, mülk itibarıyla koca bir ceset ise fincandan daha dardır. Mülk, hissin kesafet mahalli; melekût, letâifin inbisat sahasıdır. Melekûtî vâridât her ruhun serveti, kuvveti ve temelidir ve hiçbir kimsenin bundan müstağni kalması da mümkün değildir. Bu itibarla da, melekûttan kopan ruh, bütün bütün kaybetme vetiresine girmiş sayılır. Mülkün de, melekûtun da mazhar-ı tâmmı, mümessil-i hâssı Hz. Ruh‑u Seyyidi’l-Enâm’dır (aleyhi ekmelüttehâyâ). O, zâhiriyle en kâmil şe- kil, suret ve sîretin; bâtınıyla da, ruh-u İslâm’ın benzersiz temsilcisidir. Miraç, bu ufkun bir kerameti, bir mucizesi ve bir inkişafıdır. Evet O, miracıyla hem mülk hem de melekûta ait müşâhede, mükâşefe ve muayenelerin en erilmezlerine ermiş, yer ve gök ehlinin medar-ı fahri olma pâyesine yükselmiştir. Hakk’ı müşâhedenin değişik mertebe ve basamakları vardır. Tevhid‑i ef’âl ufkundan müşâhede bu mertebelerin ilki, tevhid-i sıfât zirvesinden müşâhede ikincisi, tevhid-i Zât şâhikasından duyup zevk etmek ise sonuncusudur. Ne var ki, bu seviyedeki müşâhedelere mâni bir kısım perdelerin mevcudiyeti de beşer tabiatının muktezasıdır. Evet hissî, hayalî, vehmî bazı hicaplardan tutun da şer’î kriterlere riayet edememe, Sünnet muvazenelerini koruyamama ve şatahata girme... gibi hususların her zaman insanın karşısına çıkıp onu engellemeleri söz konusudur. İşte bu perdelere takılmayan kalbler, yükselip mâsivâ kirlerinden arınınca, değişik hakaik, hattâ Hakikatü’l-Hakaik karşısında mücellâ birer ayna hâlini alır.. ve Hazreti Zât ve Sıfât’ın envârına birer mâkes seviyesine yükselir; yükselir de hak yolcusu, bulunduğu yerden melekûtla münasebete geçer.. ceberûtun dilini kullanır.. rahamûtla alışverişte bulunur.. ve tecelliyât-ı lâhutla farklı bir aşkınlığa ulaşır; derken, kalb melekût mırıldanmaya, ruh ceberût soluklamaya, sır lâhûtî duygular yaşamaya başlar ki, bunlardan birincisi “feth-i karîb”, ikincisi “feth-i mübîn” üçüncüsü de, “feth-i mutlak” unvanlarıyla yâd edilmektedir. َ ْ َال ّٰل ُهم َيا ُم َف ِّت َح اس َنا ِ ال ْب َو َ ِا ْف َت ْح ُقل،اب َّ ُوب َنا َو َح َو َّ ِال ْح َسان ِ ْ ال ْس َل ِم َو ِ ْ يمانِ َو ۪ ْ ِإلَى َ ال َو َو ِّف ْق َنا ِإلٰى َما ُت ِح ُّب َو َت ْر ٰضى َ۪و َص ِّل َو َس ِل ّْم َعلٰ ى َس ِّيدِ َنا ُم َح َّمدٍ َو ٰالِه۪ َو َأ ْص َحا ِبه ذَوِ ي ا ْل َق ْدرِ َوال َْو َفا ِء Dipnot 1. “Keyfiyeti meçhul, idrak edilemez ve misallendirilemez bir şekilde...” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî) EKİM 2014 429 445 { Milletçe bizi zaafa düşüren en önemli hususlardan biri de, çevremizi saran dost suretindeki hilekârlara karşı sâf îliğimizdir. Oysaki insan her vaade aldanmamalı, her yol gösterene de inanmamalıdır. } Bunamaya Karşı Mânevî Dinamiklerimiz Dr. Alaeddin HEKİM B ilgileri depolama, bunlardan gerektiği zaman faydalanma çoğu zaman farkında olmadığımız mühim bir nimettir. İnsan, yakın ve uzak zamana ait bilgileri depolamaya ve ihtiyaç duyduğunda onları hatırlamaya uygun yaratılmıştır. Hafıza, ihtiyarlık veya çeşitli hastalıklar sebebiyle zayıflayabilir. Bunların bir neticesi olarak unutkanlıkta artma görülebilir. Bu durumda bazı problemler ortaya çıkar. Yaşlanma ile insan hafızasının özellikleri bir miktar değişir. Yeni bilgilerin öğrenilmesi gençlikteki kadar kolay olmaz. Ancak, ilkokul hatıraları gibi eski bilgiler en azından ana hatlarıyla yerli yerindedir. Belirli bir yaştan Bunama hâdisesinde, kolaylıkla hatırlanabilecek bilgiler bile hatırlanamaz. Hastalar, çocuklarını tanıyamayabilir, evlerinin yolunu unutabilirler. Aşırı sinirlilik görülür. Etrafa bağırıp çağırmalar, çevreyle gerginlik yaşamalar, meslekî hatalar, ailevî problemler ortaya çıkabilir. EKİM 2014 446 429 amiloid Günümüzde, bunamanın en fazla görülen sebebi, Alzheimer hastalığıdır. Bu hastaların beyinlerinde aşırı miktarda amiloid (bir çeşit protein) birikir. Bu durum, hastalığın sebeplerinden biri kabul edilmektedir. sonra beyin fonksiyonlarına ilk gençlikte pek görülmeyen bir özellik eklenir: sentez yapmak. Meselâ gençlikte şiir daha kolay ezberlenir. Fakat bu şiirin mânâsı, tedai ettirdikleri yaşlılıkta çok daha iyi değerlendirilir. Peki, hafızadaki her değişiklik bunamayı mı gösterir? Hayır. Günlük hayatta her insanın beyin fonksiyonlarında zaman zaman zayıflamalar görülebilir. Sıkıntılı durumlarda, zihin belli bir konuyla aşırı meşgulken veya dikkat tek bir noktaya teksif edilmişken önceki bilgiler sakin ve sağlıklı ânlardaki kadar rahat hatırlanamayabilir. Bunların dışında, reklâm tabelası veya araç plâkası gibi şeyleri çok okumak suretiyle beyne yapılan gereksiz bilgi girişleri de dikkat dağınıklığına sebep olur ve hafızayı zayıflatır. İnsan bu durumdan kurtulduğunda, hafıza tekrar normal işleyişine kavuşur. Hastalık durumunda (bunama) ise unutkanlık ilerler. Bunama hâdisesinde, kolaylıkla hatırlanabilecek bilgiler bile hatırlanamaz. Hastalar, çocuklarını tanıyamayabilir, evlerinin yolunu unutabilirler. Aşırı sinirlilik görülür. Etrafa bağırıp çağırmalar, çevreyle gerginlik yaşamalar, meslekî hatalar, ailevî problemler ortaya çıkabilir. Bu hastaların iş görme kabiliyetleri de zaman içinde azalır. Zamanla yemek yeme, tuvalete gitme gibi temel ihtiyaçları için de başkalarına bağımlı hâle gelirler. Bu durumda, aile içi geçimsizlik ve boşanma gibi problemler ortaya çıkabilir. Günümüzde, bunamanın en fazla görülen sebebi, Alzheimer hastalığıdır. Bu hastaların beyinlerinde aşırı miktarda amiloid (bir çeşit protein) birikir. Bu durum, hastalığın sebeplerinden biri kabul edilmektedir. Beyindeki amiloid birikimi, kandaki yüksek yağ seviyesiyle yakından bağlantılıdır. Yüksek kolesterolde beyinde sözkonusu birikim artmaktadır. Bu noktada, beslenme alışkanlıklarının kandaki yağ nispetine olan tesiri dikkate alınmalıdır. Bu hususta problemi olan kişilere, önce kolesterolce düşük diyet verilerek kan yağı seviyeleri gözlenir, daha sonra gerekirse ilâç tedavisi uygulanır. Unutkanlık riski yaşın ilerlemesiyle artar. Zihnin yakın çevre ve toplum meseleleri üzerinde pozitif yönde sürekli aktif olması bu hususta bir tedbirdir. Sosyal faaliyetlerde bulunma, çeşitli konularda sürekli okuma, yabancı dil öğrenme unutkanlık riskinin azaltılmasında önemlidir. Zihin faaliyeti fazla olan, okuyan, yazan, beyin jimnastiği yapan kişilerin beyin fonksiyonlarının daha iyi korunduğu ve bu kişilerde unutkanlığın daha az geliştiği çalışmalarla ortaya konmuştur. Okuma, ezberleme, tefekkür ve zikir Kur’ân-ı Kerîm’in ilk nazil olan âyetinde mealen “Oku!” buyrulur. Ayrıca değişik âyetlerde zihnin-beynin dinamik özelliklerinin işletilmesi sürekli vurgulanır. Dinî EKİM 2014 429 447 eğitimde ezberlemeye ve hafızanın aktif çalıştırılmasına dâir pek çok misâl vardır. Bunlardan en dikkat çekici olanı hafızlıktır. Namazda ve diğer ibadetler esnasında okunacak âyet ve duaların ezberlenmesi ve belli aralıklarla tekrar edilmesi de bu kabiliyeti pekiştirir. Kur’ân ve hadîslerde tefekkürün teşvik edilmesi, beyin-zihin fonksiyonlarının daha ayrıntılı işletilmesi açısından önemlidir. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) mealen; “Bir saat tefekkür, bin sene nafile ibadetten hayırlıdır.” buyurmaktadır. İslâm’da teşvik edilen tefekkür, sadece ânı değil, geçmiş ve geleceği, hâdiselerin gerisindeki hakikatleri, Yüce Yaratıcı’nın sonsuz ilim ve kudretini anlamayı da gerektiren çok cepheli bir ameliyedir. Namazı, İlâhî huzurda olduğu şuuruyla eda etmek de Kur’ân ve hadîslerde tefekkürün teşvik edilmesi, beyin-zihin fonksiyonlarının daha ayrıntılı işletilmesi açısından önemlidir. bir tür tefekkürdür. Bazı kaynaklarda, çok ve düzenli zikir yapmanın (Rabb’imizi hatırda tutma, her ân anmaya çalışma) da İlâhî bir rahmet ve hediye olarak duygulara ve zihne bereket vesilesi olduğu belirtilir. Kalb ve vicdanları huşyar, ruhları hayır istikametinde sürekli faal olanlarda unutkanlığın daha az görüldüğü hatırlanırsa, esas itibariyle insanın mânevî eğitimle insan olduğu, Cenab-ı Hakk’ın (celle celâluhu) da bu tür kişilere rahmetiyle farklı muamele ettiği daha iyi anlaşılır. Harama nazar Harama nazarın İslâm’da yasaklanması, diğer hikmetlerinin yanısıra, bakma-seyretme ile hafıza arasındaki yakın münasebete de işaret eder. İmam Şafii (ra): “Harama nazar, unutkanlık verir.” diyerek bu hususa dikkatleri çekmiştir. Frengi ve AİDS gibi cinsel yolla bulaşan bazı hastalıklar beyindeki tesirlerini, bunamaya kadar varan rahatsızlıklarla gösterir. Bu tür hastalıkların özellikle gayrimeşru münasebetlerle bulaştığı hatırlanırsa, İslâmiyet’in fuhuş ve zinayı yasaklamasının bir hikmeti daha ortaya çıkmış olur. Ortaçağ’da Avrupa’yı kırıp geçiren frengi salgınları İslâm ülkelerinde görülmemiştir. Günümüzün vebası kabul edilen AİDS de ülkemizde oldukça düşük seviyelerdedir. Bu hastalıklardan korunmamızda mânevî değerlerimiz bize eşsiz bir koruyucu kalkan olmuştur. Çok yeme Bunamanın bir sebebi olarak gösterilen, beyinde aşırı amiloid birikimi ve bunun kandaki yüksek yağ seviyesiyle bağlantısı, az yeme tavsiyesinin ne kadar hikmetli olduğunu ortaya koymaktadır. Kan lipid seviyesinin yağlı yemek ve şişmanlıkla yakın münasebeti vardır. İslâm’da fazla yemek ve buna bağlı olarak şişmanlık hoş karşılanmamıştır. Az yemenin, beyin fonksiyonlarının korunmasındaki müspet rolü, araştırılması gereken bir husustur. Alkolün yasaklanması Alkol kullanımı; unutkanlık ve bunamaya sebep olabilmektedir. İslâm memleketlerinde alkol tüketimi Batılı ülkelere kıyasla düşük seviyelerdedir. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Rabb’im, cimrilikten, ağır kanlılıktan, erzel-i ömürden (ihtiyarlığın son dönemlerindeki hafıza kaybı gibi nâhoş hâllerden), kabir azabından, Deccal’in ve yalancı insanların iğfalinden, dirim ve ölüm fitnesinden Sana sığınırım.” şeklindeki yakarışı, bizler açısından bir rehber konumundadır. Bu tür rahatsızlıklardan Allah’a (celle celâluhu) sığınmalı; gerek hâl gerekse kal diliyle sürekli dua etmeliyiz. [email protected] EKİM 2014 448 429 M. Said GÜVEN K öşede bastonu, boynunu bükmüş duruyor. Hemen yanındaki seccadede ve onun üstündeki tespihte de aynı hüzün. Bir ân esmer parmaklarının arasından tespih tanelerin birer birer akışını görür gibi oluyorum. Kendi elleriyle zeytin çekirdeklerinden yapmıştı tespihini. Çekirdekleri iyice temizledikten sonra, ateşte kurutur, sonra da uç kısımlarını törpüleyerek düzleştirirdi. Artık geriye, kızdırılmış ince bir şiş yardımıyla delikler açmak kalırdı. Gözlüklerini ara ara çıkartarak tespih tanelerine ruhundan bir şeyler katmaya çalışır gibi üfler, sonra kaldığı yerden devam ederdi. Sabır gerektiren bir işti bu; ama zaten türlü acılarla sınanan bu adamların en büyük meziyetlerinden biri sabır değil miydi? Şimdi bana düşen de budur; sabır… İçimde yıkım var sanki. Bir toz kalkıyor. Bir şeyler göç ediyor olmalı. “Ayrılık” sözü ekşi bir tat bırakır damağımda hep. Şu minderin köşesine ilişmeliyim diyorum; hani çocukken beni yanına oturtup eskimez yazılı kitaplar okuduğu minderin köşesine… Çocukluğumun masal diyarlarından olan bu odada artık sadece hüzün hüküm sürmekte. Burada bir yabancı gibiyim şimdi. EKİM 2014 429 449 Zamanla öğrendim oda adabını. Büyüklerin yanında diz üstü oturulurdu önce. Meclisin yaşlılarından biri, “Oğlum rahat otur.” dedikten sonra el göğse götürülür “Ellerinden öperim.” deyip rahat oturulurdu. Rahat oturmak dediysem, en fazla edeplice bağdaş kurabilirdiniz. Şehre indiğimde başlamıştı bu gariplik duygusu aslında. Köy minibüsünü beklememiştim meselâ. Otomobili vardı artık dayımın. “Yarım saat sonra evdeyiz inşallah.” demişti. Oysa ben köy minibüsünde saatlerce beklemenin tadını özlemiştim. Benim en eğlenceli oyun alanlarımdan biriydi o minibüsler. Kadınlar dünyayı unutacak denli derin sohbetlere daldığında koltuk araları ve şoför mahalli benim için kâh muharebe meydanı kâh yarış pisti olurdu. Elbette bu yaşta minibüsün içinde koşuşacak hâlim yoktu. Ben galiba o minibüsteki insanları özlemiştim. Kapı ikide bir açılır, eşyalar yerleştirilir; sonra köyden kim bilir hangi komşunun sabahın nurunda verdiği sipariş hâlledilmek üzere tekrar gidilirdi. Saat dörtte şoför gelirdi. Ama mutlaka gelmeyen birileri olurdu. Kural netti: geride kimse bırakılmaz. Neden sonra ya sırtında bir un çuvalıyla ya elinde bir gaz tenekesiyle geç kalan yolcu çıkagelirdi. Oynayamayacak kadar yaşlıyım; ama o insanları görmeye her zamankinden çok ihtiyacım var. Minibüs sadece bir köye yolcu taşımazdı. Yol boyunca birkaç köye uğrardı. Yolcular indirilir, şofördeki emanetler teslim edilirdi. En son dedemin köyüne giderdi minibüs. Dedemlerin köyü, aslında üç evlik bir mezraydı. En yakın köye beş kilometre uzaktaki mezra, kayalıklarla çevrili derince sayılabilecek bir vadinin girişindeydi. Türkçeye “Cingören” diye tercüme edilebilecek “Cındi” isminin sebebi de zannederim buydu. Evlerin karşısındaki yamaçta bulunan mezarlığın yanından geçerken Fatiha asla unutulmazdı. Değişmeyen bir diğer şey de annemin nemlenen gözleriydi annesinin mezarına bakarken. Minibüsten iner inmez doğruca dedemin odasına koşardım. Odaya dâir ilk hatıram; odanın baş tarafında EKİM 2014 450 429 bulunan dedemin minderine ilişme ayrıcalığının sadece bana ait olduğudur. Misafirler bile bu imtiyazı elimden alamazdı. Dayılarımın ve teyzemin çocuklarının –yani diğer torunların- bu şehirli çocuğun rahatlığını garipsemiş ve hattâ bir parça kıskanmış olduğunu şöyle böyle hatırlıyorum. Odada misafirler varsa, onlar kapının önünden bile geçirilmezlerdi. Hasbelkader birisi girebilecek olsa da ancak kapının kenarında oturabilirdi. Zamanla öğrendim oda adabını. Büyüklerin yanında diz üstü oturulurdu önce. Meclisin yaşlılarından biri, “Oğlum rahat otur.” dedikten sonra el göğse götürülür “Ellerinden öperim.” deyip rahat oturulurdu. Rahat oturmak dediysem, en fazla edeplice bağdaş kurabilirdiniz. Birkaç yaş büyük ağabeylerimin, çoluk-çocuk sahibi koca adamlar olan dayılarımın titizlikle yerine getirdiği bu davranışı biraz aklım ermeye başlayınca ben de yapmaya başladım. Tekkeye giden bir dervişin eski hayatını temsilen elbiselerinden soyunması gibi bu “rahat oturma” seremonisi de “dede odası” mektebine giriş adımıydı. Sonraki merhale “hizmet”ti ve bu hakka birkaç yıl sonraki tatillerde erişebilmiştim. Evin gelinlik kızlarının en büyüğünün siniyle getirdiği yemekleri servis etmeyi 12–13 yaşlarında yapabiliyordum. Hem de bazen 15–20 misafire… Yer sofrası için muşambayı sermek, çatalı kaşığı, güzelim tandır lavaşını düzenli bir şekilde yerleştirmek benden sorulurdu. Sofra hazır olunca, misafirleri rahmetli dedem davet ederdi. Benim yerim belliydi, sofranın en alt kısmı. İşim kolaydı aslında. Bir yandan yemek yerken diğer yandan, göz ucuyla, çorbası biteni, su istemeye hazırlananı, ekmeği azalanı tespit edebilmek için sofrayı gözlerdim. Misafirin ihtiyaç duyduğu şey, o istemeden anlaşılmalı ve yerine ge- Rahmetli dedem bir tabureye veya yüksekçe bir taşa oturur ve su yavaş yavaş dökülürken ihtimamla abdest alırdı. Bu esnada bütün duaları belki de sırf benim duymam için işitilebilir bir sesle okurdu. tirilmeliydi. Bu sofralar hiçbir okul sırasının öğrete meyeceği dersler verirdi. Edeplice nasıl yenir, yeme ğin en güzel kısmı niçin misafire ikram edilir, sofra sohbeti nasıl olur, kendi yemeğini bitirme, misafirin yemeği bitirişine nasıl denk getirilir gibi. Misafirler çoğunlukla öğle vakti teşrif ettiğinden ve yemek bu sebeple namaz öncesine denk geldiğin den sofra toplandıktan sonra namaz için hazırlıklar başlardı. Abdest hizmeti de işlerimden biriydi. Bun ları benim yapıyor oluşumun bir tek sebebi vardı. Ak ranlarım tarlada çalışmaktaydı, bense tarlada çalışa mayacak kadar çıtkırıldım bir çocuktum. Evin dışında olan tuvaletten (ki onlar, tuvalete gitmek yerine “dışarı çıkmak” ifadesini kullanırlardı) dönen dedemi ya da misafirleri, elimde ibrik ve om zumda kar beyazı havluyla beklerdim. Sonra asırlar boyu, türlü tecrübelerle süzüle süzüle saflaşan halk irfanının ayrı bir nezahet sahnesi yaşanırdı. Rahmetli dedem bir tabureye veya yüksekçe bir taşa oturur ve su yavaş yavaş dökülürken ihtimamla abdest alırdı. Bu esnada bütün duaları belki de sırf benim duymam için işitilebilir bir sesle okurdu. Ab dest alan kim olursa olsun değişmeyen tek şey vardı. Sıra ayaklara geldiğinde ibrik elimden alınırdı ve o güzel insanlar ayaklarını kendileri yıkarlardı. Böyle ce çocuk, bir yandan büyüklere hizmet etmek sure tiyle incelip olgunlaşırken diğer yandan hizmet ettir menin kibre dönüşmesini engelleyecek –sembolik de olsa- güzel bir ders alırdı. Çay sohbetleri apayrı bir fasıldı. Yine odanın en alt tarafına oturur, misafirlerin çaylarını yudumla malarını gözlerdim. Çünkü boş bardağın misafirin önünde beklemesi ev sahipliğine yakışmazdı. Çayı geciktirsek, boşalanı gözden kaçırsak, hemen tatlı sert uyarılırdık. Çayları tazeleyen, misafirin bardağı tabakla temas eder etmez yerinden fırlamalıydı. Ben gençliğimin ilk yıllarını yaşarken, dedem yet mişlerine varmak üzereydi. Bu sebeple, o sohbetlerde konuşulan bazı şeyler daha sonraları yakın tarih ki taplarında okuyacağım şeyler olurdu. Meselâ, yirmi yıl minarelerimize musallat olan, ruh dünyamızda tamiri belki de bir iki nesil alacak yaralar açan “Tanrı uludur…” faciasını ben, o talihsiz günleri bizzat yaşa yanlardan öğrendim. O sohbetlerin asıl güzel tarafı, meclis adabı ve üslûbuna dâir taşıdıklarıydı. Her şey, bugün televiz yon ekranlarında isminin önünde koca (!) unvanlar bulunan bilim insanlarının yerine getirmekten aciz oldukları bir incelikle tartışılırdı. Bir mevzuda, ken disinden büyük birinden farklı mülâhazası olan, iti raz cümlesine, “Ellerinden öperim.” veya “Ben senin hizmetçin olurum.” gibi bir ifadeyle başlardı. Çoğu, ilkokulu bile yarım yamalak okumuş, elleri ayakları tarlada çalışmaktan şerha şerha ayrılmış, belki de az önce ahırda hayvanlarının bakımından çıkıp gelmiş bu adamların ulaştığı incelik ufku, bugün kaç sözde aydında vardır? Olanlar da zaten yine bu gelenekten beslenenlerdir. Her mecliste olduğu gibi orada da cehaletine al dırmadan, dedemin o çok sevdiğim ifadesiyle, apur sapur konuşanlar olurdu. Rahmetli, onlara haddini bildirmek istediğinde, bazen beni kullanırdı. Çok basit, bir konuda cahilane sualler sorulduğunda -bu konuyu daha önce öğretmişse- bana dönüp “Sen ne diyorsun?” derdi. Ben cevap verince de misafire dö nüp şöyle bir bakardı sadece. “Bu sorduğun, çocukların bile bilmesi gereken bir şeydir.” mesajını alan misafir, sohbetin geri kalanında sesini çıkarmazdı. Böyle anlarda esirgemediği tebessüm ise, benim için dünyalara bedel bir “aferin” mânâsına geliyordu. Zîrâ o;“Evlât mı tatlıdır, torun mu?” sorusuna, “Evlât ağaçtır, torun meyve; elbet torun tatlıdır.” cevabını ve ren benim dedemdi. Ve misafir uğurlama… Her birinin oturdukları sü rece evin içine doğru bakan ayakkabılarını tek tek çe virme, birer birer hepsinin elini öpme ve misafir iyice uzaklaşana kadar bekleme… Her biri ayrı bir ders. Beni en çok etkileyen, birbirine sarılarak helâlleşen yaşlıların gözlerindeki “Acaba bir daha görüşebilecek miyiz?” sorusu olmuştur. Ah dedeciğim! Elleri öpülesi dedelerimiz! Sizler ne büyük bir mekteptiniz. Bugünün modern eğitimi, sizlerin, yabancı bir evin kapısını çaldıktan sonra kapının açılmasını arkasını dönerek beklemedeki ufkunuza yetişmekten acizdir. Ama biz, sizleri yalnız bıraktık. Bunu yaparken de kendimizi nelerden mah rum ettiğimizin farkına bile varmadık. Sizler sözde “huzurlu evlerde” yalnız ve münkesirken, çocukla rımız köksüz yetişmekte. Aldatıcı ışıkların peşinde pervaz edip duruyorlar. Hâlbuki onlar için en güzel örnekler bir zamanlar yanıbaşımızdaydı. Derin bir nefes alıp her evde bir dede odası hayal ediyorum. Dalga dalga bir incelik yayılıyor memleke timin üzerine, içim ısınıyor. Yanıbaşında bir ses: “Haydi, misafirler geldi.” di yor. Rahmetli dayımın, uzun kış gecelerinde bize oku duğu, eskimez yazılı bir Muhammediye’nin yıpranmış cildini sevgiyle okşuyor bakışlarım, odadan çıkıyoruz. Tam karşımızda henüz kapatılmış bir kabir… Dedeciğim! İlk defa senden dinledi ğim bir hikâyenin sonundaki mısradır şimdi dudaklarımdan dökülen: “İyi insanlar, iyi atlara binip gittiler…” [email protected] EKİM 2014 429 451 Âtıf Hoca, şapka kanunu çıkmadan yaklaşık bir buçuk yıl önce yazdığı kitaptan dolayı vatana ihanet suçu ile yargılanıyordu. Âtıf Hoca mahkemede gayet sakin bir şekilde net cevaplar verdi. Hoca net ve kendinden emin cevaplar verdikçe mahkeme heyeti başkanı Ali Çetinkaya geriliyordu. “B Sedat YÜREKLİ EKİM 2014 452 429 ugün Karadeniz vapuru ile İstanbul’a getirildim. İstiklâl Mahkemesi heyeti de bizimle beraber İstanbul’a geldi. Giresun’da vukua gelen bir hâdisede kitap dolayısıyla beni alâkadar zannettiler. Bilâhare alâkam olmadığı tebeyyün eyledi. Orada olan sû-i zandan halâs oldum. İnşallah burada da halâs olurum da yakında kavuşuruz.” Çileli bir hayat yaşayan Âtıf Hoca yazdığı son mektubunu bu cümlelerle noktalamıştı. 1876 yılında Çorum’un İskilip ilçesinin Toyhane köyünde dünyaya gelen Mehmet Âtıf, ilk tahsilini köy camisinde yaptı; kısa sürede hafızlığını tamamladı. O günlerde İskilip, ilim-irfan merkeziydi. Dedesi Hasan Efendi’nin maddî-mânevî desteği ile İskilip’e giden Mehmet Âtıf, Caca Bey Medresesi’ne kayıt yaptırdı. Kısa sürede medrese hayatına alışan Mehmet Âtıf, çalışkanlığı, başarı ve disiplini ile arkadaşlarına örnek olmuş, hocalarının takdirini kazanmıştı. Mehmet Âtıf bir taraftan Arapça, hadîs, fıkıh, kelâm dersleri görüyor, diğer yandan rüştiyeye devam ediyordu. Nihayet medrese ve rüştiyeden başarılı bir şekilde mezun oldu. Mehmet Âtıf İstanbul’a giderek tahsiline devam etmek istiyordu. Henüz 19 yaşında olan Mehmet Âtıf, bir sabah vakti hayalindeki şehir İstanbul’a doğru yola çıktı. İstanbul’a gelir gelmez Fatih Medreseleri’ne kayıt yaptırdı, 26 yaşında Fatih Medreseleri’nden mezun oldu. Vakit kaybetmeden Darülfünun’un İlâhiyat şubesine yazıldı. Bu arada medrese hocalığı için açılan imtihanı kazanarak, Fatih Medresesi’ne müderris oldu. 1904 yılında ise aslen Safranbolulu olan Fatma Zahide Hanım ile evlendi. 1905 yılında Darülfünun İlâhiyat şubesini bitiren Mehmet Âtıf, Kabataş Lisesi’ne Arapça öğretmeni olarak atandı. İttihat ve Terakki üyeleri, Âtıf Hoca’nın okul ve medresede talebeler tarafından sevilmesinden, yaptığı sohbetlerin tesirlerinden rahatsız olmuşlardı. Kendisinden kurtulmak için Şeyhülislâm’a sürekli şikâyet mektupları yazıyor, bu da yetmezmiş gibi yakından takip ettiriyorlardı. Hayatını bir kısım insanların gözetiminde yaşamak istemeyen Âtıf Hoca, bir arkadaşının daveti üzerine Kırım’a gitti (1906). Arkadaşı ve Kırım halkı tarafından çok sıcak karşılanan Âtıf Hoca’nın burada yaptığı sohbet ve dersler yoğun ilgi görüyordu. Kırım halkı tarafından çok sevilen Âtıf Hoca’ya Kırım Evkaf Nazırlığı teklifi yapıldı. Fakat kendisi bu teklifi nazik- çe geri çevirdi. Çünkü o, hep İstanbul’u özlemekteydi. İstanbul’dan ayrı kaldığı günlerde ilim meclislerindeki münazaralı sohbetler gözünde tütmekteydi. Nihayet dönüş için yola çıktı. İstanbul’a geldikten bir hafta sonra 2. Meşrutiyet ilân edildi (1908) ve Âtıf Hoca 1910 yılında Medaris müfettişliğine getirildi. Âtıf Hoca aynı zamanda gazete ve dergilere makaleler yazıyordu. Yazdıkları hem ülke içinde hem de Arap coğrafyasında büyük yankı uyandırıyordu. Âtıf Hoca’nın yazıları en çok Beyanül’l-hak, Sebilürreşat, Mahfel mecmuaları ile Alemdar gazetesinde çıkmıştır. Sebilürreşat mecmuasında Mehmet Âkif, Bediüzzaman Said Nursî, Ahıskalı Ali Haydar, Eşref Sencer Kuşçubaşı ve Eşref Edip ile istişarelerde bulunurdu. Mehmet Âkif, İskilipli Âtıf Hoca’yı çok sever; ilmini, gayret-i diniyyesini ve ahlâkını takdir eder ve ayrılırken onu “biraderim” diyerek kucaklar ve alnından öperek yolcu ederdi. 31 Mart Vakası’nda bir gazetede çıkan yazısından dolayı tutuklandı ve bir hafta cezaevinde kaldı. Bu, Âtıf Hoca’nın ilk cezaevi tecrübesidir. Âtıf Hoca daha sonra Sinop’a sürgüne gönderildi. Aksiyoner bir kişiliğe de sahip olan Âtıf Hoca arkadaşları ile “Teâli-i İslâm Cemiyeti”ni, 1920 yılında ise Mustafa Sabri Efendi, Mustafa Saffet Efendi ve Bediüzzaman Said Nursi ile “Müderrisler Cemiyeti”ni kurdu. Âtıf Hoca makaleleri yanında yazdığı kitaplar ile de sahasında otorite kabul edildi. 12 Temmuz 1924’e kadar 9 kitabı çıkmıştı. O gün neşredilecek kitabının adı ise “Frenk Mukallitliği ve Şapka” idi. Âtıf Hoca kitabında özetle “Gayrimüslimi taklit şeriat nazarında caiz değildir.” diyordu. Kitap neşredildikten yaklaşık bir buçuk yıl sonra 1 Kasım 1925’te “Şapka İktisası” (şapka giyilmesi) kanunu çıkmıştı. Buna göre amir, memur, mebus, köylü, şehirli herkes şapka giyecekti. Kanuna muhalif duranlar derdest edilip nezarete konuldu. Birçok resmi yetkiliye göre Âtıf Hoca isyanların baş sorumlusuydu. Hâlbuki kanun çıktıktan sonra ne kanuna muhalif bir beyanda bulunmuş, ne de halkı isyana teşvik etmişti. Bilakis kanunlara uyma ve asayişi bozmama konusunda insanlara telkinlerde bulunuyordu. 9 Aralık 1925 akşamı polisler Âtıf Hoca’nın Laleli’deki evine geldiler. Akşam ezanı henüz okunmuştu. Âtıf Hoca akşam namazını kıldıktan sonra polisleri eve buyur etti. Kütüphaneyi ve evi didik didik arayan polisler, kanunî olmayan hiçbir doküman bulamadı. Zaten “Frenk Mukallitliği ve Şapka” kitabı da devletten izin alınarak basılmıştı. Birkaç kâğıt parçasıyla İskilipli Âtıf Hoca’nın Tesettür-i Şer’i isimli kitabının orjinal baskısının ön kapağı. EKİM 2014 429 453 aşağıya inen polisler, Âtıf Hoca’yı ellerinde herhangi bir belge olmadığı hâlde karakola götürdüler. Âtıf Hoca’yı buz gibi soğuk ve rutubetli bir hücreye koydular. Namaz kılmak için uygun bir yer aradı; fakat ne yerler temizdi, ne de yanında seccadesi vardı. Elleri ile hücrenin taş parkelerini temizledi ve sırtındaki paltosunu seccade yaparak yatsı namazını eda etti. Âtıf Hoca hapishaneleri ceza yeri olarak değil, birer medrese-i yusufiye olarak görüyordu. O geceyi ibadet ü taat ile geçiren Âtıf Hoca, birkaç gün sonra Eser-i Cedid vapuru ile Giresun’a gönderildi. İstiklal Mahkemeleri duruşmaları başlamıştı. Aynı mahkemeden İstanbul’da da var olmasına rağmen şehir şehir dolaştırılarak âlim bir zâta psikolojik işkence yapıyorlardı. Şapka kanununa muhalif bütün sanıklar, duruşma salonuna getirilip Âtıf Hoca ile tek tek yüzleştiriliyordu. Sanıkların tamamına Âtıf Hoca’yı tanıyıp tanımadıkları ve hakkında neler bildikleri soruluyordu. Fakat hemen hepsinden aldıkları cevaplar aynıydı: Dini bilgisi yüksek, gayretli bir dindar, âlim ve yazar. Sonunda mahkemede beraat etti. Âtıf Hoca, İstiklâl Mahkemesi heyeti ile İstanbul’a getirildi. Hanımı ile birkaç dakika da olsa görüşmek için müsaade istedi; fakat beklediği cevabı alamadı. Ancak Âtıf Hoca’nın kitaplarını okuyan ve derslerine de katılan bir asker, birkaç dakikalığına da olsa hanımı ile ayaküstü görüşmesine yardımcı oldu. Bu, Âtıf Hoca’nın refikasını dünya gözü ile son görüşü oldu. İstanbul’da çok kısa kalan Âtıf Hoca beraat etmesine rağmen serbest bırakılmadı ve birkaç gün sonra Ankara’ya gönderildi. Necip Fazıl’ın dediği gibi onu mahkûm edebilmek için “Halis dindar olmak kabahati yüzünden asılacaksın!” demekten başka çareleri yoktu. Ankara Ulucanlar Cezaevi’ne konuldu. Burada bulunduğu süre zarfında hatm-i şerîfler indiriyor, namaz sonrası uzun uzun âlem-i İslâm için dua ve tazarrularda bulunuyordu. Âtıf Hoca’nın koğuşu âdeta medreseye dönüşmüştü, her namaz sonrası mahkûmlar ile sohbet yapıyor, kitaptan dersler okuyordu. Cezaevinde bulunduğu süreyi hizmet duygu ve düşüncesiyle değerlendirmeye çalışıyordu. Âtıf Hoca, şapka kanunu çıkmadan yaklaşık bir buçuk yıl önce yazdığı kitaptan dolayı vatana ihanet suçu ile yargılanıyordu. Âtıf Hoca mahkemede gayet sakin bir şekilde net cevaplar verdi. Hoca net ve kendinden emin cevaplar verdikçe mahkeme heyeti başkanı Ali Çetinkaya geriliyordu. Mahkeme heyeti, sanıklara hakaretler yağdırıyor, onur kırıcı sözler söylüyordu. Sanıklar bugüne kadar hiç muhatap olmadıkları davranışlar ile karşılaşıyordu. Zaten sanıkların birçoğu din âlimiydi. Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ve Adana Müftüsü Münir Efendi de aynı mahkemede yargılanmış, birisi idam edilmiş, diğeri ise kürek cezasına çarptırılmıştı. Mahkeme heyeti başkanı, Âtıf Hoca’ya; “Senin gibi adamlara bir iki soru sorduktan sonra cezasını vermeEKİM 2014 454 429 Âtıf Hoca son gece sabaha kadar müdafaa yazdı, bir ara uyuyakaldı. Uyanır uyanmaz müdafaasını yırtıp çöpe attı. Kendisine bu davranışın sebebini soran Darendeli Hafız Hüseyin Kihtir’e şunu anlattı: “Hafızım, Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) rüyamda gördüm ve bana şöyle seslendi: ‘Âtıf, ne oluyor? Nedir bu müdafaa sevdan? Bize gelmek istemiyor musun?’” li!” diyordu. Savcının hâkimlere verdiği iddianamede idam cezası değil, Âtıf Hoca’nın kürek cezasına çarptırılması isteniyordu. 26 Ocak 1926 günü duruşmalar sona erdi. Âtıf Hoca koğuşta derslere devam ediyordu. Bunları yaparken cezaevi yetkililerinden azarlar işitiyordu. Fakat bunların hepsini imtihan olarak görüyor hepsine rıza gösteriyordu. Çünkü biliyordu ki, Hakk yolunda burada çekilen sıkıntı ve ızdırapların mutlaka bir karşılığı vardı. Hele O’nun (celle celâluhu) rızasını düşündükçe hepsi ona şeker şerbet geliyor, bu vazifeyi bir lütuf olarak görüyordu. Âtıf Hoca son gece sabaha kadar müdafaa yazdı, bir ara uyuyakaldı. Uyanır uyanmaz müdafaasını yırtıp çöpe attı. Kendisine bu davranışın sebebini soran Darendeli Hafız Hüseyin Kihtir’e şunu anlattı: “Hafızım, Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) rüyamda gördüm ve bana şöyle seslendi: ‘Âtıf, ne oluyor? Nedir bu müdafaa sevdan? Bize gelmek istemiyor musun?’” 4 Şubat 1926’da Ankara’da şafak sökerken, müezzinin o enfes sesine gardiyanın ürperten sesi karıştı: “İskilipli Âtıf Hocaaaaaaa!” Hoca çok mütevekkildi, metanetini muhafaza ediyordu ve ağır adımlarla “Sevgili”ye yürüdü. İskilipli Âtıf Hoca’yla ilgili olarak Üstad Bediüz zaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur Ağabey şunları söylüyor: “Büyük Doğu dergisinde İskilipli Âtıf Hoca’nın başına gelenleri anlatan yazıyı Üstad’a okuyordum. Bir ara baktım Üstad gözyaşlarını siliyordu. Bir zaman, Üstad’ın ziyaretine Abdulmecid Efendi diye birisi gelmişti. Parmaklarında hiç tırnak yoktu. Üstad bunun sebebini sordu: ‘Âtıf Hoca hakkında soruşturma yapılırken hepsini çektiler.’ dedi. Bunun üzerine Üstad hıçkırıklarla ağladı.” Necip Fazıl’a göre İskilipli Âtıf Hoca, Türk engizisyon sürecinin adalet kisvesi altında işlediği cinayetin çarpıcı örneklerinden biriydi. Nureddin Topçu ise hâdiseyi, “İskilipli Âtıf Efendi yazdığı bir kitap yüzünden idam edilmiştir. Âtıf Hoca gibi Esat Erbilli ve Müftü Ali Rıza Efendi, millete gözdağı vermek ve sindirmek için zulmen idam edildiler. 27 Mayıs 1960 askerî darbesinde Başbakan asanlar İstiklâl Mah kemesi’nin yanında yunmuş yıkanmıştır.” cümleleriyle anlatmıştır. Âtıf Hoca idam edildikten sonra, yıkanmadan ve cenaze namazı kılınmadan Mamak Kimsesizler Mezarlığı’na defnedildi. Yıllar sonra aile üyelerine Âtıf Hoca’nın mezarının taşınması gerektiği söylendi. Aile fertleri ise, devlet yetkililerinden korktuklarından bir cevap veremiyordu. Çünkü Âtıf Hoca’ya uygulanan zulüm ve işkence ile bütün akraba ve arkadaşları sindirilmişti. Âtıf Hoca’nın idamından sonra eşi Zahide Hanım ve kızı Ayşe Melahat kimsesiz kaldı. İstanbul’da bir gayrimüslim topluluğun saldırısına uğrayan aile, Âtıf Hoca’nın doğduğu köye, Toyhane’ye döndü. Âtıf Hoca’nın yeğenlerinden Bahattin İmal Hoca anlatıyor: “Âtıf Hoca’nın idamından sonra, aile daha fazla zarar görmemek için sürekli olarak devletten uzak durdu. Tabir yerindeyse ailenin izi kaybettirildi. Nüfus müdürlüğünde bir memur biz sıkıntı çekmeyelim diye kayıtları değiştirmiş. Soyadı kanun çıktığı yıllarda bütün köyün kütüğü değiştirilmiş. 1954 yılında Ankara’daki mezarlığın yeri değişeceği zaman ‘Gelin mezarınızı taşıyın.’ diye köye zabit göndermişler. Ancak hiç kimse korkudan gidip mezarı alamamış. Çünkü İskilip halkı ve bütün köylü sindirilmiş.” Âtıf Hoca’nın Mamak Kimsesizler Mezarlığı’ndaki kabri, uzun gayretler sonunda 2004’te bulunmuş ve bu mezarda yatanın kendisi olduğu DNA testi ile belirlenmiştir. Sonra da kemikleri İskilip’e taşınmıştır. s.yurekli@sizinti com.tr İşaretler farklı farklı şaşırıyor insan, Rehbersiz yola çıkan aldanır bana inan; Bugün binler, yüz binler rehbersizliğe kurban, Ve keyfe gelip ziller takmış oynuyor şeytan... Kaynaklar - Mehmet Sılay, İskilipli Âtıf Hoca, Düşün Yayınları, 2010, İstanbul. - Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yayınları, 2007, İstanbul. - M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla–1, 1997, İstanbul. EKİM 2014 429 455 Prof. Dr. Arif SARSILMAZ Ortak Biçim, Plân Paylaşımı ve Fraktal Geometri Alman matematikçi Johannes Kepler (1571–1630), Allah’ın (celle celâluhu), mahlûkatı benzer geometrik şekil ve nesnelerin devamlı tekrarıyla yarattığını düşünmüştür. Mahlûkatın inşasına bakıldığında, bunlarda varlığın her formunun temelini teşkil eden temel geometrik kaideler ve tekrarlanan desenler görülür. Ancak, icraatını kendi yarattığı kaide ve prensiplerle bile sınırlamayan Allah (celle celâluhu), her zaman istisnalar yaratmaktadır. Bütün yarattıkları mükemmel olsa bile O (celle celâluhu), bu mükemmellikleri, yakın plândan bakıldığında bazı sıra dışı (fakat asla kusur olmayan) icraatlarla perdelemiştir. Resmin bütününe hikmet nazarıyla bakıldığında, devamlı zenginleşip yenilenen, sonsuz çeşitteki formlarla ifade edilen, canlı-cansız bütün varlıklarda kendini gösteren müthiş bir icraatın aksamadan işlediği görülür. Romalı bir tarihçi olan Gaius Sallustus Crispus (MÖ 86–35), bu hakikati; “Harmoni, küçük şeyleri büyük yapar. O olmazsa, büyük şeyler çöker.” sözleriyle ifade etmiştir. Altıgenimsi yapılarıyla kar taneleri, doğurgan 6 sayısı ile yaratılan sonsuz çeşitliliğin harikulâde bir misâlidir. Resim-1 EKİM 2014 456 429 Her seviyede paylaşma Milyonlarca varlık formunu netice veren yaratma sürecindeki dinamik sistemde, spiral yapı veya düzenler genellikle ortaktır. Varlıkların alacağı nihai şekil, kullanılan parçalardan tahmin edilebilir; enteresan olan, geometrik şekillerin bir kombinasyonu gibi, kendini tekrarlayan bir mantık içerisinde yaratılmasına rağmen, sınırlı prensip ve esaslarla sınırsız çeşitliliğin nasıl mümkün olduğudur? Yaratılış sürecinde, varlıklardaki ortak biçim ve formların, atomların basit kombinasyonlarından başlayıp (molekül, organel, hücre, doku vs.), daha kompleks kademelere geçmek suretiyle, şu ânki çeşitlilik seviyesine geldiğini görüyoruz. Her varlık seviyesinde ve hakikatin her yüzünde, belli geometrik biçimleri ve matematikî ölçüleri görebiliyoruz. Dikkat edilirse, sosyal davranışlarda, ses frekansında, gezegenlerin hareketlerinde, hücre yapısında ve anne rahmindeki yaratılışta geometrik desen ve ölçüler görülebilir. İnsan yüzünde olduğu gibi, bir çiçekte, bir kuşta, bir böcekte, velhasıl her mahlûkta ölçülü şekil ve simetriyle vurulmuş Yaratan’ın (celle celâluhu) mührü okunur. Mahlûkattaki bu ölçü ve simetri, cetvel ve pergel ile çizilmiş gibi net değildir; daha karmaşık bir görünüm arz eder. Bu tarz bir biçimlendirme, hem yaratılıştaki tercih ve iradeyi imtihan sırrı olarak perdeler, hem de İlâhî ilmin uzay ve zaman koordinatlarındaki sınırsızlığını gösterir. Meselâ, insan yüzü- Düzenli üçgen, kare ve altıgen mozaikler Resim-2 nü ele alalım. Milyonlarca insanın alın bölgesi, kaş çizgisi, burun uzunluğu, ağız ve göz yerleşim mesafeleri, çene genişliği, kulak hizaları vs. benzer bir geometriye tâbi olduğu hâlde, her insanın yüzünün farklı oluşu, bütün yarattıklarını bilen ve her birine ayrı ayrı mühür vuran bir Yaratıcı’yı (celle celâluhu) gösterir (Resim-1). üçgenlerden (3), karelerden (4) veya altıgenlerden (6) meydana gelir (Resim-2). Yarı-düzenli mozaiklerde çeşitli düzenli çokgenler kullanılır, bunlar sekiz tanedir. Çokgenlerin tepe noktasındaki düzenlemeler birbiriyle aynıdır. Kenar kenara mozaikler daha az düzenlidir; yakın döşemeler ise, kenarlarda tamamen paylaşılır (Resim-3). Mozaiklerdeki basit biçimler Ortak biçimler nasıl paylaşılıyor? Mozaikler; tekrara ve periyodiğe dayanır. Mozaikler, dört sayısına ve kare şekline bağlı en temel biçim oluşturma sürecidir. Tek bir parça, kendinde bir değişme olmadan diğer parçalarla birleştirilir ve ikiye katlanmış olur. Düzenli mozaikler son derece simetriktir. Sadece üç düzenli mozaik vardır, eşkenar Tekrarlayan geometrik biçimlerin paylaşılmasıyla teşkil edilen desenlerin ortaya çıkışında, aynı geometrik şeklin paylaşılarak farklı desen oluşturmasında dönme (rotasyon), yansıma, geçiş ve ölçeklendirme olarak isimlendireceğimiz temel esaslar ve daha ziyade bunların kombinasyonları Kelebek kanatları yansıyan uygulanır. Meselâ, “kaydırma ortak biçim paylaşımına yans ıması” bir doğru üzerinde bir örnektir. kaydırma ve yansımanın kombiResim-5 nasyonudur. Biçimler bir düzlem veya katı bir cisim üzerinde iki veya üç boyutlu görünebilir. Dönme: Dönmenin merkezi olarak adlandırılan sabit bir noktanın etrafında parçalar “döner”. Her türlü dönme mümkündür; ancak 900 ve 1800 dereceler en yaygın olanlardır. Mekân içindeki üç boyuttaki dönmeler, kare düzlemi ve bir dairenin merkezindeki, “bağlantı göbeği” olarak adlandırılan dönmeyi ve spiral teşkil edilmesini mümkün kılan bir çizgide ilerler (Resim-4). Resim-6 Yansımalar: Bir parçayı onun aynadaki görüntüsüne dönüştüren simetridirler. İki boyutlu yansımanın görülmesi için bir çizgi şeklinde yansıma Resim-4 ekseni gerekir. Üç boyutlu yansımalar için ise bir düzlem gerekir (Resim-5). Ölçeklendirme: Geometrik bir biçime sahip parçalar, düzenli veya düzensiz bir şekilde bütün yönlerde büyütülür veya küçültülür. Aynı mozaik biçimin 3 farklı misali Dönme (rotasyon) ortak biçim paylaşımı Resim-3 EKİM 2014 429 457 Paylaşma: Bu tarz biçimlendirmeye düzensiz ölçeklendirmenin bir yan tesiri denebilir (Resim-6). Öteleme: Desen kazandırır. Herhangi bir ölçekteki geometrik parça, bir düzlem üzerinde hareket ettirilir ve sonsuz kere tekrar edilebilir. Ağaçlar; köklerinden, yapraklarındaki damarlara, oradan dallarına ve minik sürgünlerine kadar ölçeklendirmiş fraktalları gösterir. Simetri ve denge Simetri (sym: ortak, aynı; metria: ölçme); “birlikte ölçme” mânâsına gelmektedir. Tersi, asimetridir. Simetriler hayatın her ölçeğinde görünür. Canlıların anatomilerinde, bitki ve hayvanların organlarında, büyüme biçimlerinde farklı simetri tipleri görülür. Hayatın düzenlenmesinde, içtimâî hâdiselerin birbirini tetiklemesinde, hareket biçimlerinde (sürü hâlinde bir yere akın eden arılarda, göçen kuşlarda veya balık sürülerinde), hattâ insanların haberleşme ve irtibat tarzlarında bile simetrinin değişik tiplerini müşahede ederiz. Simetrinin, gerçeklik tecrübelerimize kararlılık, düzen ve mükemmellik getirdiğine dâir bir idrakimiz vardır. Bu sebepten, ölçülü biçimlerin ve simetrinin kullanıldığı çevrelerde kendimizi karar kılmış ve kontrol altında hissederiz. Ahenksiz (yani asimetrik) çevreler rahatsızlık vericidir. Bu yüzden insan, ortaya koyduğu eserlerde simetri ve düzen olması için gayret gös- Ayçiçeği gibi ananas ve yıldız çiçeği de çift spiral oluşumların örneklerindendir. Resim-7 terir. Simetriye olan temayülümüz ile simetrinin düzen ve denge sağlayıcı olduğuna dâir algımız; bizlerin neden sembollerde, mimaride ve estetikte simetri kullanmaya çalıştığımızı izah eder mahiyettedir. Fraktalların tanımı Fraktal; “parçalara ayrılabilen ve her parçası bütünün küçültülmüş bir kopyası olan kabataslak veya parçalı şekil” mânâsına gelir. Bu hususiyete özde benzerlik de diyebiliriz. Lâtince, “kırılmış, çatlamış” mânâsına gelen fractus kelimesinden türetilen fraktal; biçimlerde, büyütme veya ölçeklendirmede kullanılır. Fraktal, “ölçekleme değişmezi” olarak bilinen bir tesirle görüntü verir. Fraktal geometri, bir terim olarak ilk defa Fransız matematikçi Benoît Mandelbrot tarafından 1950’lerin sonlarında, Tabiatın Fraktal Geometrisi adlı eserde kullanılmıştır. Mandelbrot; bulutlar, dağların kıvrımları, karnabahar, brokoli ve ağaç dalları gibi düzensiz görülen varlıklar üzerinde çalışırken, bunların ortak bir özelliğe sahip kılındığını fark etmiştir. Bu biçimler; küçülen ölçekler şeklinde, daha aşağıdaki yukarıdakine, yukarıdaki de aşağıdakine benzemektedir. Diğer bir ifadeyle “bütün parçaya, parça bütüne benzer” prensibine uygun şekilde tekrarlanmaktadır. Meselâ, brokolinin küçük bir çiçek dalı, brokolinin tamamına benzemektedir; küçük bir taş, bir dağın küçük ölçekli bir versiyonudur; dalların uçlarındaki daha ince dallanmalar bir ağaca benzemektedir; kan damarları ile nehirlerin dallanması arasında da bir benzerlik vardır. Formların daha düzensiz hatları oldukça, fraktal geometrileri de artar. Geometri, tekrarlamaya uğrayan denklemlerden elde edilmiştir. Çoğunlukla bütün büyütme seviyelerinde benzer görünen fraktallar sonsuz derecede kompleks olarak düşünülür. Resim-8 Tabiattaki çift spiralli sarmallar Zıt yönlerde hareket eden iki spiralden meydana gelen biçimler; tabiatta, bilhassa çiçeklerde yaygındır. Bunun en tipik misâli zıt yönde hareket eden logaritmik eşit açılı ayçiçeğidir (Resim-7). EKİM 2014 458 429 Mandelbrot serisi Resim-9 Koch Eğrisi Koch eğrisi En basit fraktal şekillerden birisi, kar tanesi eğrisi veya diğer adıyla Koch eğrisidir. Bir çizgi 3 eşit parçaya bölünür ve eşkenar üçgenin 2 kenarı, merkezî kısmı yeniden yerleştirmek için kullanılır. Bu süreç, kar tanesi oluşuncaya kadar gittikçe küçülen ölçeklerde devam eder (Resim-9). Dönen simetri Fraktalların mühim bir özelliği de, kendisinin Dönen simetride, dönme ekseni boyunca bir geçiş aynı deseni tekrarlamasıdır. Cismin şekli, onun hervardır. Bir parça, aynı ânda rotasyon ekseni boyunca hangi bir parçasında mevcuttur. Fraktalı yakınlaştıbaşka bir hızda dönerken -yahut onu ötelerken- aynı rıp uzaklaştırdıkça bu desenler sürekli birbirini tek ânda sabit açılı bir hızda da döner. Bu iki hareketin rarlar. Bazı frak Resim-10 kombinasyonu sarmal açı meydana getirir. Eğer partallarda tekrarları çayı hızlı hareket ettirir ve yavaş bir şekilde de ötelerarasındaki ben seniz, sarmal açı 0 dereceye yakın olur. Yavaş dönme zerlik ilk bakışta ve hızlı öteleme ise 90 dereceye yakınlaşan sarmal anlaşılmayabilir. açı oluşturur. Bu durumda matematikçiler frakJulia serileri ve Mandelbrot serisi talın kaç boyutlu Julia serileri; 1980’lerde Mandelbrot tarafından, eserolduğunu belirle leri gün yüzüne çıkarılan Fransız matematikçi Gasmek için istatistik ton Julia’dan ismini almıştır. Julia serileri, kompleks bakımından teksayılardan meydana gelen fraktallardır. En üst sevirarlara bakarlar. yedeki seri, Maldelbrot serisidir. Bunun birkaç basit Basit fraktallar bir kaideyle meydana getirilen en kompleks matematik boyutlu olurken objesi olduğu söylenir. Fraktalların çeper çizgilerini karmaşık fraktaltakip etmek ve onların çevrelerinin büyümesini inceBir kaktüs, kendinin küçük versilar iki veya daha yonları şeklinde yayılmaktadır. lemek büyüleyicidir. Çevre uzunluğu arttıkça, her zafazla boyutlu olur. mankinden daha kompleks şekiller ortaya çıkar. SpiFraktallar sonsuza kadar büyüyebilir ve kendini tekrallerin içerisinde daha küçük spiral ve girdapların rar edebilir. Hepsi de aynı nesne veya sayılar kümeortaya çıkışı; nakış içindeki nakışlar; onların içinde sinden bir algoritmaya (kural ve kaidelere) bağlı olade ortaya çıkan daha küçük nakışlar… Bütün bunlar, rak teşkil edilir. her seviyede hükümferma olan sonsuz kudret sahibi Resim 10’da gösterilen bitki, kendi içerisinde kenbir Nakkaş’ın (celle celâluhu) varlığını gösterir. Bu dinin daha küçük versiyonlarını barındırır. Tabiatı şekilde bütün Mandelbrot serisinin küçük kopyaları, taklit etmek her kültürde vardır. Ana zemin içerisinbirbirleri içinde gizlenmiş olarak görünür (Resim-8). deki basit geometrik biçimler de iç içe yerleştirilebilir. Sonsuz derecede küçültme ve büyütme oranları Sonsuz komplekslik kullanılarak ölçeklendirilebilir. Sayısız varyasyon ve Bir dereceye kadar fraktallardan yaratılmış nesneler; permutasyonda kullanılabilir ve hâlâ kendi hakikatibulutları, sıra dağları, yıldırımları, kıyı şeritlerini, ni koruyabilir. kar tanelerini, sebze ve bitkilerin yüzeyindeki biçimÖzetlersek; hiçbir varlık tek şekil, tek plân ve tek leri kapsar. motiften ibaret değildir. Canlı-cansız her mahlûk, iç içe katlanmış, birbiri içinde gizlenmiş ve perdelenmiş sonsuz Fraktal bir düzlem, karelerden meydana getirilmiştir ve daha sonra Pisagor olarak adlandırılmıştır. say ıd a üretilebilecek nakıştan Çünkü birbirine değen her üç kare, Pisagor teoremini açıklamak için geleneksel olarak kullanılan ibarettir. Allah’ın (celle celâluhu) konfigürasyonda bir dik üçgen meydana getirmektedir. sanatının, hikmetinin, ilminin ve kudretinin sonsuzluğunu anlamak için fraktalların her sahadaki bilim ada mına kazandıraca ğı bakış açıları vardır. [email protected] EKİM 2014 429 459 SAĞLIK - BİLİM - TEKNOLOJİ Hazırlayan: Prof. Dr. İ. Hakkı İhsanoğlu, S. Rıza Sayın [email protected] Sağlıklı Alışkanlıklar, Yaşlanma Belirtilerini Yavaşlatabilir E gzersiz, sağlıklı diyet ve iyi uyku; vücudu, stresin menfî tesirlerine karşı koruyup, yaşlanmayı hücre seviyesinde yavaşlatabilir. Kromozomlarımızın uçlarında bulunan telomerler, hücrenin yaşlanma hızına tesir eder. Telomerler kısalıp bütünlükleri zayıfladıkça, hücre yaşlanır ve daha hızlı ölür. Bu tip hücre yaşlanması, kalb hastalıkları, Alzheimer ve kanser gibi yaşlılıkla alâkalı hastalıklarla da beraberdir. Sigara içmeyen 239 yaşlı kadının katıldığı bir çalışma, stresli hâdiselerin telomerlerin daha hızlı kısalmasına yol açtığını gösterdi. Yaşlı kadınlar, aktif bir hayat tarzı içinde olup, doğru beslenip doğru uyuduklarında ise, bu tesir büyük ölçüde ortadan kalktı. Çalışmanın neticeleri Molecular Psychiatry dergisinde yayımlandı. Araştırma sadece kadınlar üzerine yapılmış olmakla beraber, telomer kısalmasının umumiyetle daha hızlı olduğu erkeklerde aynı tesirin fazlasıyla ortaya çıkacağı tahmin edilebilir. (HealthDay News ve WebMD News from HealthDay 29.07.2014)) K Uyku Mahrumiyeti, Hafıza Kaybına Yol Açabilir aliforniya Üniversitesi araştırmacılarının yaptığı bir çalışmaya, yüzden fazla öğrenci katıldı. Bu öğrencilere, bir cinayetle alâkalı fotoğraflar gösterildi. Fotoğraf gösterilmeden önceki veya gösterildikten sonraki geceyi uykusuz geçiren öğrenciler, geceyi uyuyarak geçiren öğrencilere nispeten, fotoğrafların detayları hakkında daha fazla hata yaptı. Meselâ fotoğrafta çalınan cüzdanın ceketin cebine konulduğu görülmesine rağmen, pantolonun cebine konulduğunu söylediler. Bu tespit, uyku mahrumiyetinin, şahitliğe de tesir ettiğini göstermektedir. Çalışmanın neticeleri Psychological Science dergisinde yayımlandı. (WebMD Health News 24.07.2014) EKİM 2014 460 429 Robotlarla İnşaat Ş ehir plânlama, mimarî ve inşaat çalışmaları yakın bir gelecekte büyük ölçüde robotlarla ve uzaktan kumandalı küçük hava araçlarıyla gerçekleştirilecek. Dijital tasarımla, üç boyutlu baskıyla ve robotik uygulamalarla hem daha az hata yapılacak, hem zamandan (dolayısıyla paradan) tasarruf sağlanacak, hem çevre daha az işgal edilerek ve kirletilerek inşaat tamamlanacak, hem de göz zevkini bozan unsurlar yapıların etrafını kaplamayacak. Zürih’teki İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü’nde robot geliştiren araştırmacılar ile mimarların tasarladığı inşa teknikleri, sektöre yenilikler katacak. Bu metotla, prefabrik hafif yapı elemanları (duvarlar, tuğlalar, borular, kablolar) uzaktan kumanda edilen örümcek ve arıya benzer insansız, küçük hava araçlarıyla monte edilecek ve yapı bu şekilde yükselecek. İlk çalışmalarla gösterildi ki, sınırsız çalışma me kânına sahip uçan makineler hemen her yere malzeme götürüp yerleştirebiliyor. Vinç, makara, kepçeden farklı olarak bu makinelerin yer ile fizikî bağlantıları olmadığından yapı elemanlarını herhangi bir noktaya taşıyabiliyor. Uçan robotlar yeni bir kablo hattı döşemek, yapıda değişiklik ve tamirat yapmak ve yeni bir unsuru monte etmek için mevcut binaların etrafında rahatlıkla uçabiliyor, çalışma öncesinde yakın gözlem yapabiliyor. Pennsylvania Üniversitesi’nde ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde de geliştirilen bu tekniklerle, yer seviyesinde veya iki gökdelenin yüksek katları arasında bağlantı yolu kurmak, hattâ köprü inşa etmek mümkün. Meselâ İsviçre’nin Fläsch şehrine yakın bir bağ evi bu şekilde robot ve algoritmalarla inşa edilmiş. Yapıda kullanılan 20 bin tuğlanın her biri bir robot kol yardımıyla belli açı ve aralıkla yerleştirilmiş. Bir saat mesafedeki Pfungen’de bir iş merkezinin tuğladan yapılı ön cephesi de aynı şekilde inşa edilmiş. Dünyanın bu ilk dijital inşaatlarında bilgisayar destekli tasarımlar, otomatik makineler kullanılarak büyük ölçekli yapıya dönüştürülmüş. Bu iş için Zürih’te geliştirilen hareketli robotik inşaat platformu, inşaat sahasına tekerlekler üstünde taşınabiliyor ve müşteri isteğine göre çalışıyor. Kaynak - NewScientist, No:2913, 2014 EKİM 2014 429 461 DAMLALAR "Damlalar" köşesinde yazı ve şiirlerin yayımlanmasını isteyen okurlarımız [email protected] adresinden veya dergimizin web sayfasında bulunan "Damlalar" sayfasına girerek "Damlalar'a yazı gönderin" bölümünden bize eserlerini ulaştırabilirler. Hüzünlü Bayram Mustafa Hakan Çimen Hüzünlü Bayram Mustafa Hakan Çimen Bugün bayram ama, gül hâre düştü. Âh, hem-dert kalmadı, dert yâre düştü. Kaderin hükmüne elbet rıza var, Gariplere Hakk’tan bu pâre düştü. Bak haramzâdeler hân-ı yağmada, Adalet meflûç, hak prangada. Sanki sema ızdırap yağdırmada, Namert rahat, mert dâre düştü. En kudsî gecede açtılar zindan Hani kardeştik biz, nerede vicdan!? Dolaşır bir adam, meydan meydan, Merdaneler bu dem bîçare düştü. Analar vakur, çocuklar iftiharda, Bilirler, bazen ayaz olur baharda, Kazanan hep mazlumdur âhirde, Sahur vakti hesap ağyare düştü. Yunus, bil ki budur yolun esası, EKİM 2014 462 429 Hazırlayan A. Osman Dönmez [email protected] HÂL EHLİ İbrahim Kuzi Çileyle, ızdırapla harmanlanmış davamız Nefis ve şeytanladır en amansız kavgamız Kartopu gibi büyür dilden dile sevdamız Tan yeri ağarırken çıktık nurlu yola biz Ötelerin hasreti gözümüzde tütüyor Kalbimiz Hak’tan başka sevgili istemiyor Seherlerde dem tutup vuslat deyip inliyor Yakayı kaptırmadık şan u şöhret, mala biz Boynumuz kıldan ince Mevlâ’nın huzurunda Candan, cânândan geçtik harcadık Hakk yolunda Ücret nedir bilmeyiz hizmetlerin sonunda Bu dünyada benzeriz gurbetteki kula biz Rıza-yı İlâhî’dir bir ömür muradımız Yıllara meydan okur aşk u iştiyakımız Yüreğimizden akar billurdan gözyaşımız Asırlar geçse bile yollardayız hâlâ biz Tevazu, mahviyetle yüzlerimiz yerdedir Dünya hizmet diyarı ötelere perdedir Bülbül gibi inleriz dermanımız güldedir Astık yüreğimizi en mukaddes dala biz Rabb’imizin sayısız ihsanına mazharız O’nun verdikleriyle hayat bulur, yaşarız Gafletimiz sürekli, nefsimizden bîzarız Sırattan ayrılmayız ne sağa ne sola biz Sevgiyle, muhabbetle çarpar yüreklerimiz Dâima hakkın yanı, doğruluktur yerimiz Samimiyet gamzeder riyasızdır hâlimiz Dünyaları bandırdık şeker-şerbet, bala biz Yılmayız ne sarp yokuş, ne de azgın deryadan Ne ölüm tehdidinden, ne insafsız düşmandan Rabb’imize söz verdik dönmeyeceğiz yoldan Ölümün hâricinde düşünmedik mola biz IZDIRAP Ercan Kurban Şafak nurlu, garip, fecri bekliyor. Süfyan, her yerde kussa da zehrini, Abus çehrede, kem sözler pinekliyor. Mazlum, Hakk’a anlatıyor derdini! Işığa gebedir karanlık gece. Âtimiz dualarla nurlanacak. Zalimde yalan dolan ve işkence, Garip, her ân Allah’a dayanacak! Şeytan, şaklaban ve şakşakçıları, Sükûtta sanırlar Hakk erlerini. Oysa dilde dua ve sancıları, Rabb’e anlatırlar kederlerini! İfsat, şiddet, nifak, hiddet yalan… Taçlandı şimdilik zulüm tahtında. Yeise düşmez Yusuf yüzlü olan, Yürüyüşümüz hakikat hattında! İsmail olmadan kurbiyet olmaz. İfrit, hoyratça aldatır insanı. Eyyüp olmadan zulüm vakti dolmaz. Şimdi Yakup’ça bekleyiş zamanı! EKİM 2014 429 463 DÜNYA SANA Yusuf Çatal Ne çok bulaştık dünyaya Harcadık mühletleri Altın verdik tablacıya Pahasız hançer aldık Kendimize sapladık Ne çok bulaştık, sorma Ne çok gördük aynımızdan Ne az baktık aynamıza Beyhûde lâf, lâkırdı Ne çok unuttuk susmayı Ne çok bulaştık dünya sana Dadandık lehviyyata Ne ibretler gördük de Kulak tıkadık feryada Çok garip gördük, çok veda Amansız onca imtihan... Ne çok şükür ıskaladık Kahkahayı yakaladık da Ne çok unuttuk ağlamayı Ne çok sevdik dünya seni Buram buram sen kokuyoruz Şarkıların çalıyor kulaklarda Sensizlikten ne çok korkuyoruz Ölüm dedik ayrılığa Ne çok unuttuk vuslatı Ne çok unuttuk… Seyyiata bakan gözler Yumuldu Hablullah’a Nimetlerle hemdem eller Açılmadı Rahman’a Kapının bu sarhoşlukla Nice vururuz tokmağına... Ne çok bulaştık dünya sana Tesmim eden meylerinden Bir bardak bir bardak daha Kana kana kandık düruğuna Bâtıla bükülen boynumuza Unuttuk Hakk’ı asmayı Ne sandık bilmem seni Ama ne çok bulaştık dünya sana. KÖR ADAM Emine Yılmaz Dereci Bir gün, bir Cuma vakti, kör, sağır, dilsiz biri Gözünden dökülürken yaşları iri iri... Anlamamış kulları, neden imiş bu kavga Hırsızlıkta çok geri, kalmışmış kara karga Bir isyan rüzgârına kapılmış gafletinden Şüpheye düşmüş sanki Hakk’ın merhametinden Sevmeyi unutmuşlar, adı kalmış dillerde Para, mal, mülk sevdası yer etmiş gönüllerde Ey Yüceler yücesi, duyar mısın sesimi? Ben de görmek isterim aynadaki cismimi... Sanki, başka âleme açılmışmış gözleri Taşa dönmüş kalblere, işlemezmiş sözleri İşitsin kulaklarım, duysun cümle âlemi, Konuşan bir dil eyle, bitir bende elemi Tekrar açmış elini Cumayı beklememiş Bin pişmanlık içinde, dileğini söylemiş Yalvarıp yakarırken böylece saatlerce Birden kayboluvermiş gözünden kara perde Ey, yerleri, gökleri yaratan yüce Rabbim! Sana isyan eyledim, günahım çoktur benim Şaşkınlıktan o ânda ‘Ne oldu bana?’ demiş Anlamış ki sonunda, gönlü murada ermiş. Pişman olan bu kulu, affet yüce Allah’ım! Karanlık dünyadayım, dinmez feryadım, âhım! Sağa, sola bakınıp, yürürken yavaş yavaş Görmüş ki, insanlarda hep hüzün hep bir telâş Kendi dünyam güzeldi, renkleri görüyordum Bu zindanın içinde, sefamı sürüyordum Masmavi gökyüzünün, yemyeşil yeryüzünün Farkında değillermiş, baharının, güzünün Şimdi ise dileğim, kara perdemi bahşet Gördüklerim üç günde vahşet üstüne vahşet Dili bir açılmış ki dokuz köyden kovulmuş Doğruyu söyledikçe, onuncuda dövülmüş Bir de âsi dilime, istiyorum bir kilit Açılsın bir kerecik, ölüm geldiği vakit. Dilini tutamamış, ne kadar istese de Gözleri görüyormuş, kapatayım dese de La ilahe illallah, diyerek can vereyim Sen’in rızanı alıp muradıma ereyim Eline bastonunu alıvermiş tekrardan Kalbinden zikrederek yürümüş kenarlardan EKİM 2014 464 429 PERDE Taner Koçak Nurun zâtına perde Rüyamın süsü en derinde Hayallerimin de ötesinde Her sanatında bin nükte Ulvi bir aşk yatar gönlümde O güzel isimlerin dilimde İlhamlar var esen yelinde Öteler yakın oldu gözümde Nasıl görmeyeyim ki söyle Baktığım her yerde Tâ doğduğumdan beri Hep Sen varsın göz önünde İhtişamın da tatlı cemalin de Zirvelerde Sen'in kemalin İlmin de büyük Rahmetin de Kuşatır bizi bunca nimetin Galaksiler dürülür söner Sen'i gören dağlar erir Aşkınla pervane döner Arz endamıyla Sana gider İntizam var bu kâinatta Kör olası görmez gene de Düşer her yaprak emrinle Ölümsüzleşir beşer Sen'inle Kirli gözler nasıl görür Sislerin ötesini, nur bürür Zaten kir zayi olur çürür İyilik fidanı ebedî büyür Yürür Sen’den gelenler Sonunda Sana dönerler Yolcu yolunda gerek Her ân ömrün silerler Ne gerek bunca söze Sessizlik anlatır Sen'i Lâl olur bülbüller susar Su susar görmese Sen'i Ebetle ezel Sana akar Ay ve yıldız Sana koşar Âdem’den beri, insan seli Katar katar Sana akar Gün ve gece Sana akar Arz dolanır Sana koşar Kavuşmak için Sana Güneş kendini yakar Harun Bingöl KIRKİKİNDİLER Kırkikindiler yağıyor yüreğime, Mevsimsiz derdiğim “çiçekler” elimde Tadına alışık olmadığım bu tuzun Dudağıma değdiği düşünceydi upuzun. Nedir ki bu vahşi koyak! Önce 'isteyerek' boyun eğecek Ardından hâk’e can vererek Yüreğime yağacak, kırkikindi olacak. Biliyorum bir ikindi vakti olacak Vadiler suyla dolacak Kurbanı olduğum Mevlâ’m Canımı o vakit alacak. Dünyada alnımı ak, Ukba’da yüzümü pak edecek Yalnız “ikindiler” olacak. EKİM 2014 429 465 418 Ufku ve Beklenti418Buhranlar lerimiz / 422Anestezi Nimeti 424Bin Kalemli Köy: Sav Muhteşem Güzel428Kâinattaki lik / 431Tarihte Bu Ay 432Su Hasadı Karşı Mânevî 436Kendi Dilinden Su 446Bunamaya Dinamiklerimiz / Enfeksiyon Te438Virüslerle 449Dede Mektebi davisi / 442Kalbin Zümrüt Tepelerinde 452İskilipli Âtıf Hoca EKİM 2014 / 429. sayı 422 Sızıntı Hacı Lüy 432 Murat Duman Ruhi Eriş Dr. Mehmet Hâleoğlu Prof. Dr. Harun Avcı Ali Yayladağ Dr. Serdar Bozokluoğlu (Ulvî Âlemler) Dr. A. Hekim M. Said Güven Sedat Yürekli Sosyal Medyamız: facebook.com/sizinti.com.tr IŞIK YAYINCILIK TİCARET A.Ş Adına Sahibi : M. Talat Katırcıoğlu Genel Koordinatör : Dr. Kudret Ünal Genel Yayın Yönetmeni: Prof. Dr. Arif Sarsılmaz Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : Sedat Şentarhanacı İDARÎ MERKEZ Bulgurlu Mh. Bağcılar Cd. No:1 Üsküdar/İSTANBUL P.K.:95 Üsküdar/İSTANBUL Tel:(216)522 11 44 - Faks:(216 )522 11 78 YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ Mansuroğlu Mah. 1593/1 Sk. No: 30 Gültekinler Sitesi B Blok Kat: 5 Daire: 13 35020 Bayraklı/İzmir Tel: (0232) 441 95 25; Faks: (0232) 441 52 38 E-posta: [email protected] http://www.sizinti.com.tr ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜ Abone ve dağıtım problemleri için 0 850 222 0 361 numaralı Müşteri Hizmetleri hattımızı arayabilirsiniz. Bütün operatörler için aramanın dakikası 6 kuruştur. Kısıklı Mh. Aydınoğlu Sk. No: 27 Seher İş Mrk. P.K.:95 Üsküdar/İSTANBUL Tel: 08502220361 - Faks: (0216)522 11 78 Yurtiçi abone bedeli, 55 TL’dir. Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri) 30 €; 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika, Güney Afrika ve Pasifik ülkeleri) 48 $; 3. Grup Ülkeler (Avustralya ve Yeni Zelenda) ise 56 $’ dır. Abone olmak isteyenlerin abone bedelini “Işık Yayıncılık Ticaret A.Ş.” adına her PTT şubesinden 5568324 nolu Posta çeki hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi’nin: TL olarak 94-54053-40, IBAN TR870020800094000540530040 numaralı; $ olarak 94-54053-41, IBAN TR600020800094000540530041 numaralı; € olarak 94-54053-42, IBAN TR330020800094000540530042 numaralı hesabına yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres ve telefon bilgileri ile hangi sayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir yazı ile abone merkezimize posta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir. US Postal Service: Sizinti issue March 2014, issue 422 (ISSN 1300-1566) is published monthly for $38 per year. US Agent is The Light Inc., 345 Clifton Ave. Clifton, NJ 07011-2618. Periodicals postage paid at Paterson, NJ, and additional mailing offices. POSTMASTER: Send address changes and return copies to SIZINTI, 345 Clifton Ave. Clifton, NJ 07011-2618. AVRUPA ABONE - DAĞITIM World Media Group Ag -İsmail Kücük Adres: Sprendlinger Landstr.107-109 D-63069 Offenbach am Main , twitter.com/Sizinticomtr Müşteri Hizmetleri : 00 49 69 300 34 130 Fax :00 49 69 300 34 105 Mail: [email protected] - [email protected] Fontäne için : [email protected] Avusturya Dağıtım Sürat HandelsgesmbH Rotenturmstr. 1-3/3 ,1010 Wien Austria Tel.:01 / 958 00 21 YAYIN TÜRÜ Yaygın Süreli YAYINA HAZIRLIK Sızıntı: (0232) 441 95 25-Faks: (0232) 441 52 38 EDİTÖR A. Osman Dönmez Faruk Çetin GÖRSEL YÖNETMEN Engin Çiftçi GRAFİK-TASARIM Kaynak Kültür Yayın Grubu (0216) 522 11 44 -Faks: (0216) 522 11 78 BASIM YERİ: Çağlayan A.Ş. Sarnıç Yolu No: 7 35410 Gaziemir/İzmir Tel: (0232) 274 22 15 Faks: (0232) 274 23 61 BASIM TARİHİ: 1 Ekim 2014 ISSN 1300-1566 BAYİ DAĞITIM: DPP A.Ş. ABONE DAĞITIM: CİHAN MEDYA DAĞITIM A.Ş. FİYATI: ¨ 5.50 YAZI KURALLARI * Yazılar e-posta ile ([email protected] adresine) gönderilmelidir. * Yazarın, e-posta dahil açık adresi ve telefon (varsa faks) numaraları verilmelidir. * Yazılar en fazla dört sayfa olmalıdır. * Varsa, yazı ile birlikte resimler (alt-yazılarıyla birlikte) gönderilmelidir. Yoksa, yazıda kullanılabilecek resimler hakkında bilgi verilmelidir. * Yazılar, daha önce herhangi bir yerde yayımlanmamış olmalıdır. Yazı yeni bir gelişmeyi ele almalı, orijinal bir özellik taşımalı veya daha önce yayımlanmış bir konuya yeni bir bakış açısı getirmelidir. Dergimizde konu ile ilgili yayımlanmış önceki yazılara dikkat edilmeli, yazı içinde atıfta bulunulan kaynaklar (kitap, makale) standart ölçülere uygun olarak sonda dipnot veya kaynakça olarak verilmelidir. * Yayın kurulu, dergiye gelen yazılar üzerinde, gerekli gördüğü takdirde değişiklik yapabilir. * Gönderilen yazılar iade edilmez. * Dergimizde yayımlanan yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Matematik ve Ge456Yaratılışta ometri–6/ 460Sağlık, Bilim Teknoloji 462Damlalar Prof.Dr.A.Sarsılmaz Prof. Dr. İ. H. İhsanoğlu, S. R. Sayın A. Osman Dönmez , youtube.com/sizinticomtr Ağustos ayı “Dergim Yarışması”nda, dereceye giren okurlarımız ve hediyeleri: Ebru Özdemir - Erzurum Umre Rabia Avcı - Bahçelievler / İstanbul Dizüstü bilgisayar Tuğba Satılmış - Tuzla / İstanbul Ipad Mini 16 Gb Ayşegül Koyun - Malatya Ipad Mini 16 Gb Osman Seven - Karatay / Konya Ipad Mini 16 Gb Arzu Çetin Ermiş - Aksaray Ipad Mini 16 Gb Mehmet Danaoğlu - Şahinbey / Gaziantep Samsung S3 Mini Zeynep Teber - Palandöken / Erzurum Samsung S3 Mini Ayşegül Kurtulmuş - Derince / Kocaeli Samsung S3 Mini Hasan Başli - Aksaray Samsung S3 Mini Ayrıntılı bilgi için: http://www.sizinti.com.tr http://www.dergimyarismasi.com İ’cazı, muhtevası ve O’nu insanlığa tebliğ eden Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatını ele alarak Kur’ân’ın mu’cizevî yönlerini açığa çıkaran, Kur’ân’ın Kaynağı konusunda ortaya atılan şüphe ve tereddütlere Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yaklaşım, tespit ve ispat yöntemi ile cevap veren orijinal bir eser. 13.5x21 cm 270 Syf. kitapkaynagi www.isikyayinlari.com ¨ 5.50 Yürü ve her yanda bir mum tutuşturmaya bak, Bu sayede tüllenecektir beklenen şafak; Silinecektir bir bir yıllanmış karanlıklar, Bir çağ gelecektir ki, pırıl pırıl ve apak... DPP No: 112491-2014/10
© Copyright 2024 Paperzz