aralık 2014

ARALIK 2014
YIL 36 SAYI 431 ISSN 1300 - 1566
Hicret
Kâinattaki En Az İş Prensibi
Gönüllüler Hareketi
Kanguru Annelik
Kâinat ve İnsan
Cephede nöbetin saati seneler ise,
Ziyamızı korumada bilinmez miktarı;
Böyle kutsal vazife nasip olmaz herkese,
Yine de bu konuda Allah verir kararı!
“Kim evinden Allah rızası için
ve Resûlullah’ın yolu deyip
ayrılıp da yolda ölecek olursa,
onun mükâfatı Allah’a aittir.”
diyerek dünyanın her yanına
dağılacak ve asrın gerektirdiği
usûl ve metodlarla soluklarını
her tarafa duyuracaklardır.
H
icret; engin gayeli mukaddes bir
göç.. inanç, duygu ve düşünce
zenginliğiyle beslenerek gerçekleştirilen böyle hedefli bir göç,
hulûsun derinliği ölçüsünde insanın semavî
seyahatlerine denk sayılabilir. İnsanlığın İftihar Tablosu, bu seyahatin hem semavî olanıyla hem de arzda cereyan edeniyle şereflendirilmiştir. Bunlardan birincisi, has çerçevesiyle O’na mahsus ve başkasına müyesser
değil; ikincisi ise, belli şartlar altında, kıyamete kadar herkese açık bir şehrahtır.. Peygamberlik semasının ayı-güneşi o büyük insana
kadar, binler ve yüz binlerin yürüyüp gittiği
feyiz ve bereketiyle pırıl pırıl bir şehrah. Hiç
şüphesiz bu mukaddes göçün “tarihin kulağına küpe” diyebileceğimiz en anlamlısını
da, sadıklardan sadık arkadaşlarıyla, beşerin
Medar-ı İftiharı gerçekleştirmişti.. O, ayağını
sağlam basabilecek emin bir mekâna yerleşmek, vefalı dostlarına pürvefa yardımcılar
bulmak, arzın göbeğinden göğsüne sıçrayarak orada sitesini kurmak ve yepyeni bir tarih ve medeniyet projesiyle iç içe derinlikleri
olan evrensel bir dine insanları ulaştıracak
köprüler hazırlamak için, emri öteden, böyle
bir göçe katlanmıştı.
Plân ve proje geniş ve sema buudlu..
mebde’ ve netice arasındaki mesafeler insafsız.. bir baştan bir başa iblis ve gulyabaniler
güzergâhı bu uzun yolda, her yanda kötülük
duygu ve tutkusu, her dönemeçte bir yığın
fitne ateşi.. evet, bütün bu olumsuz şartlara
rağmen, gönülleri ümit, itmi’nan ve inşirahla
coşturmaya yetecek kuvvet kaynağı ki “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.”1 dilinde
ve gönlünde.. Allah’a dayanmış, tevfike râm
olmuş ve bu uzun yola koyulmuştu.. koyulmuştu ve yürüyecekti arkasına bakmadan..
yürüyecekti arkasındakileri bırakmadan...
O gün, Mekke’nin inkârcı ve dayatmacı
zorbaları karşısında her yol deneniyor, her
çareye başvuruluyordu; ama bu gaye ve vazife insanına göre, yapılanlarla olanlar arasında tenasübün bulunmadığı da bir gerçekti. İşte bu tenasüpsüzlük, zaten, vazife şuuru
ve hizmet aşkına kilitli Hazreti Sahib-i Risaleti, Mekke’nin dışında yeni muhataplar aramaya sevk ediyordu. Tâif bu mülâhazanın
ilk rüyası, peygamberlik davasının Mekke
dışındaki ilk konağı ve bir sürü eza ve cefaya
rağmen, tek bir mü’min tesellisiyle mağmum
fakat ümitli geriye dönülen ilk hicret ülkesi
olmuştu. Sonra Mina’nın sarp, ürperten fakat candan Akabelerinde taşradan gelenlerle
“sırran tenevverat” kuşağında cereyan eden
gizli görüşme ve âşina sineler arama. Aranan
kimdi onu kestirmek çok zordu; ama bulunan Medine’nin altı tâli’lisi olmuştu. İlklerden
bu altı bahtiyar, insanlığın mâkus kaderinin
değiştirilmesinde, nübüvvet elinin kullandığı
ilk manivela olacaktı. Beşerin ebedî halaskârı
hakkında bütün bildikleri, sırf Siyon cakası
bir kulak dolgunluğundan ibaret olan: “Allah
son bir peygamber daha gönderecek ve İsrailoğulları O’nun bayrağı altında cihanla bir
kere daha hesaplaşacaklar.” söylentisiydi.
Gerçi bu ümniye onların işine fazla yaramamıştı; ama Medine yerlilerinin sinelerindeki
hakikat tutkusunu yönlendirmeye ve ateşlemeye yetmişti. Bu basit malumat o zaman,
bir büyük gerçeğin kuluçkası ve cevher madeni olmuş, mevsimi gelince de, ebedlere
kadar “Ensar” nâm-ı celîliyle serfiraz olacak
Medine halkının etekleri mücevherlerle dolmuştu.
Bu ilk altı kutluyu, daha sonra, ayrı bir on
bahtiyar takip etmiş, müteâkip sene de, içinde kadınların da bulunduğu yetmiş kişilik bir
kudsîler topluluğu ikrarlarını ilân, teslimiyetlerini ifade ve Resûlullah’ın çağrısına “evet”
demenin yanında, Efendimiz’i Medine’ye
davet etmek üzere, yine bir kuytu yerde o
Ebedî Halaskâr’la görüşmüş, biat etmiş ve
O’na “Buyurun beldemize!” demişlerdi. Ciddiydiler; O’nun getirdiği her şeyi kabullenecek, O’na teslim olacak, nefislerini, kadınlarını, çocuklarını koruma mevzuunda gösterdikleri aynı hassasiyeti O’na karşı da gösterecek, O’nu bağırlarına basacak, koruyacak ve
canlarından aziz tutacaklardı. Bunun karşılığında da Allah onlara Cennet vaadediyordu.
Anlaşma tamam.. Resûlullah mütebessim..
ARALIK 2014
431 523
Ensar memnun.. ve Medine’nin kapıları da
Muhacirlere ardına kadar açıktı.
Üçer-beşer Mekke boşalıyor.. açık-kapalı
herkes Medine’ye akıyor.. hicret edenlerin
fedakârlığı, Ensar’ın îsâr ruhuyla bir başka
televvüne ulaşıyor ve derken arz yolculuğu
âdeta miraçlaşıyor, semavîleşiyor ve mekân
üstü âlemlerde meleklerin seyahati çizgisini
buluyordu. Tabiî, arzdaki bu semavî yolculuğun en son kafilesi de yine peygamberlik kafilesinin sonuncusuyla noktalanıyordu. Ama
her mazhariyetin maruziyet çizgisinde cereyanı esprisiyle, O’nun hicreti de “Belanın en
çetini hep peygamberlerin başına...”2 esasına
göre gerçekleşiyor ve o korkunç ölüm vadileri teslimiyet ve tefviz kanatlarıyla aşıla aşıla
münevver beldeye ulaşılıyordu.. hem öyle
bir ulaşılıyordu ki, ne Sürâka’nın o günkü
ruh haleti itibarıyla sirkatinden daha karanlık
düşüncelerine, ne Sevr Mağarası’nın içinde
ve dışındaki çıyanların ağına, ne de yoldaki
haramilerin fiilî insafsızlığına maruz kalınıyordu. Sürâka sahabeliğe namzet bir dosta
dönüşüyor.. Büreyde arkadaşlarıyla beraber
İslâm’la tanışıyor.. ve derken o Gül İnsan,
tipinin-boranın estiği yollarda, her yanı gül
bahçesine çevire çevire köyüne yürüyordu...
Duyguları kan, düşünceleri kan, gözleri
kan bir sürü kanlı deli Mekke’de esire dursun; Allah Resûlü, Medine halkının “seniyye-i
veda” türküleri arasında otağını, bugünkü
yeşil kubbenin bulunduğu bir kutlu yere kuruyor ve mescitle iç içe mübarek hanesine
yerleşiyordu.. yerleşiyor, sonra da İlâhî mesaj ve ruhunun ilhamlarıyla çevreye hayat
üflemeye başlıyordu. –O hayatın kaynağına
da, onu üfleyene de ruhlarımız feda olsun!–
Hazreti Âdem, hicret mânâ ve ruhunun
vaadettiği uhrevî enginliğe ulaşmak için,
Cennet’ten dünyaya uzanan bir uzun sefere çıkmış.. Hazreti Nuh, karalardan sonra
ARALIK 2014
524 431
denizlerde de ürperten bir seyahate katlanmış.. Hazreti İbrahim, Babil, Hicaz, Kenan
ili deyip durmadan dolaşmış.. Hazreti Musa,
anne evinden Firavun sarayına, oradan da
Mısır ve Eyke arasında hep mekik dokumuş
durmuş.. Hazreti Mesih, eski peygamberlerin
geçtiği bütün köprülerden geçmiş.. ve bu dönemin ilk kudsîleri de eski dünyanın hemen
dört bir yanına irşad ekipleri tertip etmişlerdi.
Çağın kudsîlerine gelince; onlar, “Kim
Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde
gidecek, barınacak birçok yer ve genişlik
bulacaktır. Kim evinden Allah rızası için ve
Resûlullah’ın yolu deyip ayrılıp da yolda ölecek olursa, onun mükâfatı Allah’a aittir.”3
diyerek dünyanın her yanına dağılacak ve
asrın gerektirdiği usûl ve metodlarla soluklarını her tarafa duyuracaklardır. Onların bu
hicretleri sayesinde imana, Kur’ân’a uyanacaklar olabileceği gibi, vicdanlarında dostluğu ve diyaloğu duyanlar da bulunacaktır.
Evet onlar, Hira Dağı’ndan ruhlarına akseden mirası, gezip her yerde soluklayacak..
ümitsizlikle uyuşmuş gönüllere diriliş yollarını gösterecek.. mantıkla İlâhî vâridâtı birden
duyup, herkese duyuracak.. kalb ile Kur’ân
arasındaki engelleri kaldırarak şu birkaç
asırlık ayrılığı sona erdirip en büyük buluşmayı sağlayacak ve hareketlerinin tamamen
iman, aşk ve heyecan yarışı olduğunu günümüzün sarsık, yeisle kıvrım kıvrım ve tutarsız
çocuklarına öğreterek, onları fânî hayatın
dar ve boğucu atmosferinden kurtarıp bir
kere daha onlara var ve hür olma yollarını,
sevme ve saygılı davranma adabını öğreteceklerdir.
Dipnotlar
1. Âl-i İmran Sûresi, 3/173.
2. Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten
23; Dârimî, rikak 67.
3. Nisâ Sûresi, 4/100.
{
Bir millet fertleri arasında hile ve aldatmaca akıllılık sayılıyorsa,
o millet, artık onulmaz bir derde müptelâ olmuş demektir. Böyle bir
bünyede iyilik emaresi olarak görülen şeyler ise, veremli bedendeki
şişkinlikleri semirip gelişme zannetme gibi bir aldanmışlıktır.
}
Kanguru Annelik
Nuh Özdin
G
ecenin sessizliğini bölen bir telefon sesiyle uyanmış, kendime gelemeden telefonu açmıştım. Arayan, komşumuz Ahmet
Bey’di. “Komşu haydi! Vakit geldi, çabuk
ol!” diyordu. Çok şaşırmış ve ‘Neyin vakti geldi?’ diye
birkaç saniye düşünmüştüm. Hemen aklıma, Ahmet
Beylerin bebek beklediği geldi. Onlara, arabam olduğu için “Ne zaman gerekirse, ben ve arabam hazırız.”
demiştim. Fakat eşim birkaç gün önce daha bir ay kadar vakit olduğunu söylemişti.
Hemen toparlandım ve çabucak giyinip aşağıya
indim. Onlar da inmişlerdi. Beş-on dakika sonra hastanedeydik. Eşi doğumhaneye götürülürken Ahmet
Bey, hem heyecanlı hem de endişeliydi. Beraber bekledik dua ederek doğumhanenin kapısında.
Bir müddet sonra doğumhaneden çıkan doktoru
gördük ve hemen yanına gittik. Bizi odasına alan doktor, bebeğin prematüre olduğunu ve bir müddet müşahede altında kalacağını söyledi. Yüz ifadelerimizden
prematüreyi hastalık olarak anladığımızı düşünen
doktor: “O kadar korkulacak bir durum yok!” dedi ve
devam etti: “36 haftadan önce doğan bebekleri tıp dilinde prematüre bebek olarak adlandırırız. Doğumların
yaklaşık % 8’i erken doğum ile neticelenir. Bunun birçok
sebebi vardır. Eşiniz sigara kullanıyor mu?”
Ahmet Bey: “Hayır” diye cevap verdi. Doktor, konuşmasına devam etti: “Erken doğum daha çok sigara
gibi zararlı madde kullanan, ağır işlerde çalışan ve iyi
beslenemeyen annelerde gözükse de başka fizyolojik sebepleri de vardır. Erken doğumla dünyaya gelen
ARALIK 2014
431 525
bebekler genellikle çok zayıf ve vücut ısıları dengesiz
olduğundan koruyucu bir mekân olan kuvöze alınırlar. Kiloları ve vücut ısıları dengeye gelinceye kadar
burada bakılırlar. Kuvözlerde bebeklerin ısı takibi çok
önemlidir, vücut ısıları belli bir sıcaklığın altına düşerse, hayatî tehlike meydana gelebilir.”
Ahmet Bey’in morali bozulmuş, kafası karışmış­
tı. Kuvözlerde; yalnız başına, anne şefkatinden mah­
rum ve âletlere bağlı bebekler aklına gelmiş olmalıydı. “Başka bir yol yok mu?” diyebildi. Doktor: “Aslında
var.” diyerek konuşmasına devam etti: “Son zamanlarda kuvözlerin yerini tutacak daha tesirli bir metot
bulundu. Bebeğin durumuna göre onu uygulayabiliriz.”
Doktoru daha dikkatli dinlemeye başladık. “Kan­
guru Annelik (Kangaroo Mother Care) adı verilen bu
metot şu şekilde işlemektedir: Erken doğan bebek,
önce kısa bir süre kuvöze alınarak sağlık durumu gözden geçiriliyor. Daha sonra vücut ısılarının dengeye
gelmesi için anneye veriliyor. Anne, bebeği, göğsü kendi göğsünün ortasına gelecek şekilde yatırıyor ve vücuduna sarıyor. Bu uygulamada anneyle bebeğin tenleri
doğrudan temas hâlindedir. Böylece bebeklerin, kanguru kesesine benzeyen bu sıcak ortamda hem vücut
ısıları dengede tutuluyor, hem de bebekler yegâne gıdaları olan anne sütüne istediklerinde ulaşabiliyor.”
İlk defa duyduğum bu metodun kuvözden farkını, ne gibi avantajlarının olduğunu sordum. Doktor
sorularıma şu cevabı verdi:
“Araştırmalar, kanguru annelik metodunun kuvözden çok daha başarılı ve güvenli olduğunu göstermiştir. Bu metot, anne ile bebek arasındaki duygu bağını
güçlendirdiği için bebeğin gelişmesine de müspet katkı
sağlamaktadır. Kanguru anneliğinin başka faydalaARALIK 2014
526 431
rı da var; burada annenin sıcaklığıyla bebek rahatlamakta, kalb ve solunum ritmi dengelenmektedir.
Böylece hastanelerdeki kuvöz ihtiyacı ve hastanede
kalma süresi de azalmaktadır.”
Daha sonra doktor bey, bizim eve gidebileceğimizi, bir müddet bebeği kontrol altında tutacaklarını ve
bir-iki gün içinde bu metodu uygulayıp uygulamayacaklarına karar verebileceklerini söyledi.
Eve döndükten sonra, kanguru annelik konusunu
araştırdım. Okuduğum makalede, vücut ısısının düzenlenmesinde rol oynayan merkezden bahsediliyordu:
“Ekvator’da yaşayan insanların da, kutuplardakilerin de vücut ısıları 36-37 0C arasında sabit tutulmaktadır. Beynimizde, hipotalamusta bulunan ısı ayarlama
merkezine vücut ısımızı dengeleme görevi verilmiştir.
Çok küçük bir yer tutan merkez, bir termostat gibi çalışır. Vücut ısımız arttığında düşürme, azaldığında artırma yönünde sistemi harekete geçirir. Hipotalamusun
ön ve orta kısmında olmak üzere iki bölümden oluşan
merkezden ön kısımdaki vücut ısımızı düşürücü, orta
kısımdaki ise artırıcı mekanizmanın başlatılmasını
kontrolle vazifelendirilmiştir. Merkezi harekete geçiren
ise, derimizde bulunan ısı reseptörleridir.
Soğuk (Krause cisimcikleri) ve sıcak (Ruffini cisimcikleri) olmak üzere iki farklı ısı reseptörü vardır. Ayak
ucumuzdaki küçük bir ısı değişikliği bile ânında sinirler yoluyla merkeze iletilir ve sistem harekete geçirilir.
Vücut ısısının düşürülmesi için terleme mekanizması
işletilir. Bunun için ilk safhada vücut içindeki ısı deriye taşınır. Burada en önemli işlem, kan damarlarının
genişlemesidir. Böylece deriye ısı iletimi artar. Vücut
ısısının artırılması için ise damarların daralması ve
titreme gibi hâdiseler başlatılır.”
Vücudumuzdaki bütün sistemleri, kâinattaki bütün kanunları, Kayyûm olan Rabb’imiz
(celle celâluhu) yaratmıştır.
Mü­seb­bibü’l-Esbab, yani sebepleri var eden, ancak O’dur (celle
celâluhu). Tabiî ki kanunlar insanoğlu için konmuş ve geçerlidir.
Rabb’imiz dilerse, Sünnetullah
o­la­rak adlandırdığımız, tabiatta
câri kanunlara uymayan hâdiseler
de yaratabilir: Somon balıklarının
akıntının tersine, hattâ bazen küçük şelalelerden de geçerek göç
etmeleri ve atomun çekirdeğindeki pozitif yüklü protonların bir
arada durabilmesi gibi. Yanıcı bir
madde olan hidrojenle yakıcı bir
madde olan oksijenden söndürücü hususiyeti olan suyu yaratan
da O’dur (celle celâluhu).
Kanguru annelik de Rahîm
olan Rabbimiz’in (celle celâluhu)
merhametinin bir yansımasıdır.
Bebeğin vücut ısısı, daha sıcak
olan anneden dolayı artmakta
fakat bu anneye zarar vermemektedir. Annenin vücut ısısı dengelenmeseydi, daima ısı kaybedecek
ve ısı düzeni bozulacaktı. Bir defa
daha anlıyoruz ki; Alîm ve Hakîm
olan Rabb’imiz (celle celâluhu) tasavvurlarımızın ötesinde sonsuz
ilim ve hikmet sahibidir.
Bu arada, yolu gözlenen bebek
hastanede bir-iki haftada toparlanmış ve eve getirilmişti. Ahmet
Bey de bebeğine, fakirin adını
koymuş. Dünyaya gelişinle ne çok
şey öğrenmemize vesile oldun.
Hoş geldin Numan bebek!
[email protected]
-
-
-
Gökte pervaz eden sistemlere denk,
Hep bir semavîlik içinde âhenk;
Kalbin güdümünde olunca bu hâl,
Onlara eşlik eder gökte melek...
Kaynaklar
P. Kavitha, R. Aroun Prasath, P.
Krishnaraj, “A Study To Assess The
Knowledge On Kangaroo Mother
Care Among Post Natal Mothers”,
Journal of Science, Vol 2, Issue 1,
2012
http://www.jhsph.edu/research/centers-and-institutes/
international-center-for-maternaland-newbornhealth/stories/
http://www.kangaroomothercare.com
ARALIK 2014
431 527
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), esir ve rehinelere merhamet
edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Esirlerle alâkalı hukukî mânâda ilk
düzenlemeler, Bedir Savaşı sonrası yapılmıştır.
Habip BALCI
ARALIK 2014
528 431
İ
nsanlık tarihinin her döneminde, devletlerarası meseleler öncelikle diplomatik yollarla
aşılmaya çalışılmış, bu yolların tıkanmasıyla
da savaşlar kaçınılmaz olmuştur. Ordularını en
modern silâhlarla teçhiz edip savaş meydanlarında
karşı karşıya gelmekten çekinmeyen toplumlar, zafer
elde etmek için her türlü yolu mubah görse de, bazı
davranışlara tahammül gösterememiş, savaşmaktan
da vazgeçemeyince, karşılıklı olarak bazı insanî ve
hukukî kurallar koymak zorunluluğu hissetmiştir.
Günümüzde insanlık için daha korkunç bir hâl
alan savaşların bugünkü hukukî kaidelerle, milletlerarası çeşitli kuruluşlarca önlenmek veya böyle bir
görüntü verilmek istenmesine rağmen, dünyanın çeşitli bölgelerinde sıcak çatışmalar devam etmektedir.
Bu açıdan bakıldığında İslâm hukuku hem savaşların önlenmesinde, hem de savaş esnasında uygulanacak kaidelerin belirlenmesinde hikmet dolu bir
birikime sahiptir.
İslâm’da asıl hedef barıştır
İslâm hukukunun temel hedeflerinden biri de yeryüzünde barışı hâkim kılmaktır. İslâm hukuku, savaşın
ferdî ve içtimaî hayat akışı içinde mecbur kalındığında başvurulacak bir yol olduğunu, ancak bunun
belli esaslar dâhilinde yapılması gerektiğini kabul
etmektedir. Savaş bir gâye değildir; sadece bir vasıta,
ama mecburî durumlarda başvurulacak bir vasıtadır.
Bu mânâda, İslâm savaş hukukunda savaşın müdafaa hususiyeti ağır basmaktadır. Buradaki müdafaa
sadece varlığını koruma gâyesi taşımaktadır. Aşırı gidilmesi yasaklanmıştır. Allah (celle celâluhu)
Kur’ân-ı Kerîm’de mealen şöyle buyurmaktadır: “Size
karşı harp açanlara, siz de Allah yolunda harp açın.
Sakın aşırı gitmeyin; çünkü Allah aşırıları sevmez.”
(Bakara–190)
İslâm’da diplomatik yollar tükenmişse, savaş kaçınılmaz bir yoldur; fakat ulaşılmak istenen bir hedef
değildir. Esas olan, Allah’ın (celle celâluhu) rızasıdır.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), on senelik Medine döneminde yirmiden fazla savaşa katılmıştır. Senede ortalama iki defa harbe çıkmıştır.
Vefatında ise Arap Yarımadası bütünüyle Müslüman
olmuştu. Bu harplerde düşman tarafında ölenlerin
sayısı yaklaşık 250, Müslümanlardan şehit olanların sayısı ise 150 civarındaydı. Bu O’nun (sallallahu
aleyhi ve sellem), insanları imha için savaşmadığını
göstermektedir.
Güç kullanma yetkisi devlete aittir
İslâm tarihindeki uygulamalara bakıldığında, savaş
kararını ancak devlet alabilir. Her isteyen insan veya
grubun devleti bir kenara iterek, hukukun dışında
Emniyet, selâmet, huzur
mânâlarını ihtiva eden İslâm,
öncelikle sulhu savunmuş, savaş
kaçınılmaz olduğunda ise, nasıl
davranılacağını, nelerin yasak
olduğunu detaylı bir şekilde
düzenlemiştir.
rastgele savaş ilân etmesi ve güç kullanması söz konusu olamaz. Ebû Yusuf, savaşı yapacak ordunun
bile savaş kararı alamayacağını söyler. Bu görüş,
Maverdî tarafından da teyid edilir; hattâ Serahsi’nin
Şeybanî Şerhi’nde “bir İslâm ülkesine karşı hasmâne
harekata geçen bir ülkeye karşı İslâm hükümetinden
müsaade almadan, harp ilân edilemeyeceği” ifade
edilir. Günümüzde İslâm’ı temsil ettiklerini iddia
eden bazı kuruluşların kendi içlerindeki organizasyonlarla ülke içinde veya diğer ülkelere karşı başvurdukları şiddet veya gücün kabul edilemez bir husus
olduğu açıktır.
İslâm’da savaş hukuku kaideleri ve bunların uygulanışı
Bir Müslüman savaşmak mecburiyetinde kaldığında,
diğer insanların insanlık şeref ve haysiyetini rencide
edemez. Çünkü savaş durumlarında bile, dinin çizdiği sınırların korunması gerektiği vurgulanmıştır.
Modern dünyada meydana gelen savaşlarda büyük
bir problem hâlini alan “sivillerin ve çevrenin korunması” hususu, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve
sellem) döneminde en güzel şekilde tatbik edilmiştir.
Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem)
savaşlarında, kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar, kendini
ibadet-i taata vermiş din adamları, işçi ve hizmetçiler
savaşa iştirak etmedikleri müddetçe canları koruma
altına alınmıştır. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir askerî birliği veya orduyu sefere uğurlarken
onlara “Allah’ın adı ile yola çıkın. Allah’ın dini için Allah adına savaşın. İhtiyarları öldürmeyin!” buyururlardı. Bununla birlikte Resulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem), sözünün devamında, “Manastır ehlini
öldürmeyin.” buyurarak Müslümanlara karşı gelmedikleri müddetçe din adamlarının da öldürülmelerini yasaklamıştır. İşçi ve hizmetçilere gelince; onlar
savaş niyetinde olmayan mustaz’af zümreler olarak
tavsif edildiklerinden, düşmanla beraber olmaları
onların öldürülmelerine sebep teşkil etmeyeceği yine
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından
dile getirilmiştir.
ARALIK 2014
431 529
Savaşta sivil halkın öldürülmesini yasaklayan
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), öldürülen
insanlara karşı cahiliye döneminden kalma “müsle
yapma” âdetini de ortadan kaldırmıştır. Müşriklerin
savaş esnasında intikam duygularıyla öldürdükleri
kimselerin kulak, burun ve tenasül uzuvlarını kesmek, karınlarını yarmak gibi âdetleri vardı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Uhud Savaşı’nda
amcası Hz. Hamza’nın (ra) cesedini parçalanmış
olarak gördüğünde derin bir üzüntü duymuş ve:
“Eğer Allah bana zafer nasip ederse, Hamza’ya yapılanın karşılığında otuz müşrike aynı muameleyi yapacağım.” demişti. Bunun üzerine: “Ceza verecek olursanız size yapılanın misliyle cezalandırın. Ama eğer
sabrederseniz bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/12) mealindeki âyet nazil olunca, Hz.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) yemininden
vazgeçti ve kefâret ödedi.
Çevreye zarar vermeme
Mâbetlere ilişmek, ağaçları yakmak, hayvanlara dokunmak, araziyi, mâmur yerleri, yeraltı ve yerüstü
servetlerini heder etmek de harp yasaklarındandır.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem),
vefatından kısa bir süre önce, ordu komutanı Usame
b. Zeyd’e (ra) şu tavsiyelerde bulunmuştur: “İnkârcı
saldırganlarla çarpışın. Ahde vefasızlık etmeyin. Meyve veren ağaçları kesmeyin. Sürüleri tahrip etmeyin.”
Bazı muhasaralar sırasında -Beni Nadr kabilesine
yapılan askerî operasyon gibi- gerektiği kadar ağaç
kesimi; “O kâfirleri kızdırmak için herhangi bir hurma
ağacı kesmişseniz veya kökleri üzerinde bırakmışsanız, bu, hep Allah’ın izniyle ve o yoldan çıkmışları cezalandırmak için olmuştur.” (Haşr Sûresi–5) mealindeki âyette ifade edildiği üzere istisnadır. İstisnaî durumlar hâricinde, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi
ve sellem), ağaçların ve ürünlerin tahrip edilmesini
kesinlikle yasaklamıştır.
Esirlere muamele
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), esir ve
rehinelere merhamet edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Esirlerle alâkalı hukukî mânâda ilk düzenlemeler, Bedir Savaşı sonrası yapılmıştır. Savaştan kısa
bir zaman sonra nâzil olan “…. Nihayet onları iyice
mağlup edince, bağı sıkı tutun, onları esir alın. Savaş
bittiğinde ister lütuf olarak karşılıksız salıverir, ister
fidye alarak bırakırsınız. Durum şu ki: Allah dileseydi,
onlardan intikamlarınızı alır, onları cezalandırırdı. Fakat O, sizi birbirinizle denemek için savaşı emrediyor.”
(Muhammed, 47/4) mealindeki âyet, bir savaş hukuku problemi kabul edilebilecek bu durumun çözümünü kolaylaştırmıştır.
ARALIK 2014
530 431
İslâm hukuku, savaşın ferdî ve
içtimaî hayat akışı içinde mecbur
kalındığında başvurulacak bir
yol olduğunu, ancak bunun
belli esaslar dâhilinde yapılması
gerektiğini kabul etmektedir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Bedir
Savaşı esirlerine son derece merhametli davranmıştır. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), esirler
zincirli şekilde huzuruna getirildiğinde, “Bunları
bağışlayalım.” diyerek engin şefkatiyle hepsini affetmiştir. Öldürülmelerini yasaklamış, daha iyi korunmaları için onları askerleri arasında taksim etmiş,
onlara müşfik olunmasını istemiştir. Bu, emir telâkki
edilmiş, Sahabe Efendilerimiz (ra); “Kendileri de ihtiyaç duydukları halde yiyeceklerini, sırf Allah rızası için
fakire, yetime ve esire ikram ederler.” (İnsan, 76/8)
mealindeki âyeti referans alarak, ekmeklerini esirlere verip, kendileri hurmayla yetinmişlerdir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ayrıca bir cemile
yaparak, fidye verip serbest kalabilecek durumdaki
bu esirleri, on Medineliye okuma-yazma öğretme şartıyla serbest bırakmıştır. Sonraki dönemlerde esirler,
toplama kamplarında değil, sosyal hayatın içinde,
meselâ bir Müslüman’ın evinde karnı doyurularak,
giyim ihtiyaçları karşılanarak ağırlanmış; hattâ vasiyetleri bile yerine getirilmiştir.
Emniyet, selâmet, huzur mânâlarını ihtiva eden
İslâm, öncelikle sulhu savunmuş, savaş kaçınılmaz
olduğunda ise, nasıl davranılacağını, nelerin yasak olduğunu detaylı bir şekilde düzenlemiştir. Hz.
Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) uygulamalarıyla şekillenen bu düzenlemeler, milletlerarası
savaş büyük bir katkı sağlamıştır.
[email protected]
Kaynaklar
- İsmail Kıllıoğlu, “Savaş ve Hukuk”, İlim ve Sanat, TemmuzAğustos 1986, Sayı 8, cilt 2, s. 32.
- Davut Aydüz, “İslâm’da Savaş Hukuku
Prensipleri”, Yeni Ümit, Temmuz-Ağustos-Eylül 2012.
- M. Fethullah GÜLEN, Sonsuz Nur, İstanbul
1994.
TARİHTE BU AY
Hazırlayan: Dr. Mehmet Hâleoğlu
V
[email protected]
Osmanlı-Venedik Anlaşması (14 Aralık 1502)
enedik, Osmanlı’nın genişleme sahasında
bulunan önemli devletlerden birisiydi. Fatih dönemine kadar inişli çıkışlı devam eden
münasebetler, İstanbul’un fethiyle yeniden
savaşa dönüşmüştür. Diğer Avrupa devletlerinin de
müdâhil olduğu ve uzun zaman devam eden bu savaşta, Venedik barış istemek mecburiyetinde kalmıştır.
Sultan 2. Bayezid tahta geçtikten sonra, bilhassa
Cem Sultan’ın saltanat iddiası ve akabinde yaşanan
hâdiseler, Osmanlı’nın Avrupa devletleriyle dostane
münasebetler içerisinde bulunmasını zorunlu kılmaktaydı. Fatih’in son yıllarında Gedik Ahmed Paşa
komutasında İtalya’ya çıkmış olan Osmanlı kuvvetleri, daha sonra bulundukları mevzileri kaybetmişlerdi.
Cem Sultan’ın Avrupa’daki macerasının 25 Şubat 1495
tarihinde ölümüyle sona ermesi üzerine Osmanlı,
Avrupa siyasetini daha reel ve bağımsız şekilde yeniden ele aldı (Cem Sultan’ın Avrupa macerası tam 12
yıl 4 ay sürmüştü). Bu tarihten itibaren yaşananlar, 2.
Bayezid’in ikici saltanat devresi olarak ele alınmaktadır.
1498 baharında, Lehistan’ın Osmanlı himayesinde bulunan Boğdan Prensliği’ne saldırması üzerine,
Osmanlı ile Lehistan arasında savaş çıktı. Türk akıncıları Lehistan kralının kuvvetlerini mağlup ederek
Varşova’ya kadar bütün Lehistan coğrafyasını bir
baştan diğer başa geçti. Lehistan’ın yardım talebi
üzerine Macaristan’la birlikte Venedik de Osmanlı’ya
karşı savaşa girdi. Bu üçlü ittifaka karşı başarı kazanabilmek için, ittifakın en güçlü devleti Venedik’in
saf dışı edilmesi gerekiyordu. Bu sebeple padişahın
dördüncü sefer-i hümâyûnu başladı. Bosna Sancakbeyi İskender Paşa, Hırvatistan ve Dalmaçya’ya girdi
ve sonbaharda Venedik topraklarına vardı. Venedik
şehrinin varoşlarına kadar ilerledi. Osmanlı ordusu
tarihte ilk defa Brenta Irmağı’nı geçti. Osmanlı kuvvetleri, Venedik topraklarında Fatih devrindekinden
daha fazla ilerledi. Bu sırada Venedik’in esas kuvvetleri, padişaha karşı Mora’da savaşmaktaydı. Osmanlı
kumandanı İskender Paşa 20.000 kişilik kuvvetiyle
İtalya içlerinde bulunan tam 130 şehir ve kasabayı ele
geçirmişti. Diğer taraftan Karadağ’daki mahallî Sırp
derebeyliğinin hâkimiyetine son verilip toprakları ilhak edildi. Türk donanması da Kemal ve Burak reislerin idaresinde altın çağlarından birisini yaşamaktaydı.
Türklerin İtalya’yı her ân fethedebilecekleri korkusu diğer Avrupa devletlerini de ürkütmekteydi. Buna
karşı askerî hazırlıkların yapılabilmesi için Avrupa’da
vergi konulması bir alışkanlık hâline gelmişti. 2. Bayezid takip ettiği siyasetle diğer Avrupa devletlerinin
ve İtalya’daki Floransa ve Milano gibi küçük devletlerin Venedik’i aktif olarak desteklemelerine mâni oldu.
Donanmanın büyük kısmı Venedik’in elindeki Kıbrıs
açıklarına gönderildi. Kıbrıs’ın tehdit altında olduğunu zanneden Venedik, kuvvetlerini dağıtarak yardıma
gönderdiyse de Korfu valisi esir düştü ve idam edildi.
Ordunun başında bizzat sefere çıkan 2. Bayezid,
kuvvetlerin bir kısmını Korint Körfezi’ndeki en önemli
Venedik üssü olan İnebahtı ve Mora’ya gönderdi. 200
parçalık Venedik donanması ile Sapienza adası açıklarında gerçekleşen savaşta Kemal Reis komutasındaki Osmanlı deniz kuvvetleri bu tarihe kadarki en büyük deniz muharebesini kazandı. Bu zaferin ardından
İnebahtı Kalesi fethedildi. Venedikliler, Kefalonya
adasını ele geçirerek Preveze’yi bastı. Neticede bizzat
padişahın yönlendirdiği Osmanlı ordusu en güçlü Venedik kalelerinden birisi olan Modon’u fethetti. Bunu
Koron ve Navarin kalelerinin fethi takip etti. Bu sşekilde Venedik’in Mora ve Yunanistan’la bütün münasebeti kesilmiş oldu.
Ticarî münasebetleri, askerî gücü ve ekonomisi
büyük darbe alan Venedik, barış müzakerelerine başladı. Elçi Andrea Gritti’nin gayretleri netice vermeyince daha geniş salahiyetlerle Zacharia Freschi elçi
gönderildi. 31 maddeden meydana gelen bir sulh anlaşması gerçekleşti. Anlaşma ile Osmanlıların Modon,
Koron, İnebahtı, Navarin, Draç gibi bütün yeni fetihleri kabul edildi. Sadece Kefalonya adası geri verildi.
Venedik ile yapılan bu anlaşma hükümleri, Fransa,
İngiltere, İspanya, Portekiz, Lehistan, Napoli ve Rodos
ile de teati edilerek Avrupalı devletlerle uzun süre devam edecek olan bir sulhun temelleri atılmış oldu.
[email protected]
Aralıkta Yaşanan Bazı Hâdiseler
1 Aralık 1928
17 Aralık 1273
23 Aralık 1876
Lâtin Harflerinin Kabulü,
Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretleri’nin Vefatı,
1. Meşrutiyet’in İlânı.
ARALIK 2014
431 531
{
Bir milletin bütün fertleri arasında
ailevî bağ seviyesinde bir irtibat varsa, bu irtibat sayesinde talih,
zirvelere doğru onun yoluna mutlaka su serpecektir.
KÂINAT
VE İNSAN
Dr. Kemal SERÇE
İ
lim, âlemdeki düzenin mükemmelliğinden ortaya çıkar; ilim insanları buradan hareketle, bilinmeyen kanunların keşfini hedefler. Kâinatta
her şey ilme dayandığından, kozmolojide de bir
matematik vardır. Galileo, kanunlardaki bu determinizmi; “Matematik, Yaratıcı’nın kâinatı yazdığı dildir.”
şeklinde ifade etmiştir.
İnsanoğlu şu görünen âlemin nasıl meydana geldiğine ve neden var olduğuna binlerce yıldır cevap
arıyor. Kâinatın mevcut hâli sebepler açısından âdeta
sayısız parametrenin bir arada gerçekleşmesinin bir
neticesi olarak görünüyor. Kâinatın yaratılma şekliyle ilgili en fazla kabul gören yaklaşım Büyük Patlama
(Big Bang) Teorisi’dir.
Büyük Patlama ve yaratılış
Büyük Patlama Teorisi, kâinatın bir noktadan büyük
bir patlama ile ortaya çıktığını ve âlemdeki her şeyin
böylece var olduğunu söyler. Madde, uzay ve zaman,
Büyük Patlama ile yaratılmaya başlanmış, ilk saliselerde trilyonlarca dereceyi bulan çok büyük enerji
açığa çıkmış ve kâinat genişledikçe ısı yavaş yavaş
azalmaya başlamıştır. Bu müthiş enerjiden temel parçacıklar teşekkül ettirilmiş ve maddenin kaderinde
rol verilen dört temel kuvvet açığa çıkarılmıştır. Bunlar, elektronları atom çekirdeğine bağlayan “elektroARALIK 2014
532 431
}
manyetik kuvvet”, atom çekirdeğini bir arada tutan
“güçlü çekirdek kuvveti”, radyoaktif parçalanmada rol
oynayan “zayıf çekirdek kuvveti” ve galaksileri yıldızları bir arada tutan “kütle çekim kuvveti”dir.
Kâinatın, Büyük Patlama ile bir noktadan başlayıp sürekli genişlediğini ispat eden birçok delil
vardır. Termodinamiğin ikinci kanunu (entropi) da
kâinatın bir başlangıcının olduğunu göstermektedir.
Kapalı bir sistemde “entropi” (düzensizlik) gittikçe
artarak belirli bir süre sonra maksimum değere ulaşır. Kâinat eğer sonsuzdan beri var olsaydı, yıldızların enerjisi çoktan biter, sistemdeki bütün cisimlerin
sıcaklığı aynı değere erişirdi.
Einstein’ın İzafiyet Teorisi, uzay, zaman ve hareketin birbirine bağlı olduğunu, hareketin olmadığı
bir ortamda zamanın da olamayacağını ifade eder.
Ünlü E=mc2 formülünden biliyoruz ki, her kütlenin
bir enerji eşdeğeri vardır ve bu da güç (kuvvet, kudret) demektir. Oysa kuvvetin mutlaka bir kaynağı ve
dayanağı olmalıdır. Bu durumda, varlık hususunda
iki şeyden birisi söz konusudur: Ya madde ve enerjiden ibaret olan şu âlem ebedî olmalıdır veya bütün
bunların kaynağı ve her şeyin kendisine dayandığı,
varlığı kendisinden olan, ezelî ve ebedî, sınırsız irade, ilim ve yaratma kudretine malik bir Yaratıcı’nın
varlığı kabul edilmelidir. Bu noktada insanlar iki
gruba ayrılır. Birinci grup, akıl ve ilim vasıtasıyla bu
soruya cevap arayanlardır. Bunların öncüleri felsefeciler ve bazı bilim insanlarıdır ki, kâinatın varlığını
bir yaratıcıya dayandırmadan izah etmeye çalışırlar.
Diğer grup ise, böyle müşkül bir sorunun akılla çözülemeyeceğinin, yani insanın acizliğinin farkına
vararak bütün varlığı yüce bir Yaratıcı’nın var etmesine dayandırır ki, bu yaklaşımın kaynağı vahiydir.
Buna göre, kâinatın yaratılmasında en mühim gaye,
Yaratıcı’nın bilinmesi, bunun için de akıl ve irade sahibi bir varlığın, yani insanın yaratılmasıdır ki, Yaratıcı Kendisi’ni tanıtacak elçiler göndermek suretiyle
insana var oluş gayesini bildirmiştir.
Büyük Patlama’nın başlangıcına gidildiğinde,
kâinat fiziken sonsuz yoğunlukta bir noktada kapanır. Herhangi bir cisim sonsuz yoğun olamayacağı
için bütün sebeplerin ve fizik kanunlarının geçerliliğini yitirdiği bu noktada bir “tekillik” sözkonusudur
ki, burada her şeyin kaynağı ve sebebi olan Yaratıcı
hakikati ile karşılaşırız.
Büyük Patlama’dan önce hiçbir şeyin olmadığını
söylersek bu durumda ne mekân, ne boyut, ne de zamandan bahsedilebilir. Madde, uzay, hareket, enerji ve kuvvet bunların olmadığı bir durumdan varlık
sahasına getirilmiş, yani yaratılmıştır. Beş duyu,
şuur, akıl ve his bakımından sınırlı olan insanın
yokluğu tarif edecek kelime ve sıfat bulması kolay
değildir. Robert A. Neumann: “Kâinatın mevcudiyeti Yaratıcı’nın varlığına ulaşmayı zaruri kılmaktadır.”
derken, fizikçi Max Planck: “Biri diğerini tamamladı-
ğı için din ve bilim arasında bir karşıtlık olması mümkün değildir.” der ve burada bir Yaratıcı’ya inanmanın
zaruretine işaret eder.
Kâinat neden var olmuştur ve neden şu ânda olduğu gibidir? Uzay (mekân), zaman, madde, enerji,
hayat ve şuurun arkasındaki güç nedir? Hayat nasıl
ortaya çıkmıştır? Kâinattaki dört temel kuvvet ve
işleyen kanunlarla çok farklı görünümde milyonlarca canlı türün zuhuru nasıl mümkün olmuştur?
Yaratılış ve varlık hakkında daha çok soru sormak
mümkündür. İlim, kaostan bir düzenin ortaya çıkamayacağını, tesadüflerin de bir nizam meydana getiremeyeceğini söyler. Sonsuz ilim, kudret, irade ve
hikmet sahibi olduğunu eseriyle gösteren Yaratıcı
için kaos da sözkonusu olamaz. Einstein: “Evrende
en anlaşılmaz şey, onun anlaşılır olmasıdır.” diyerek
aslında kâinattaki mükemmel bir düzenin varlığına
ve anlaşılabilir olmasına ‘hayret etmek’ gerektiğine
dikkat çeker.
Kâinatta gayeli hareket ve hayat
Kâinatta niçin kaos değil de nizam hakimdir? Varlıkta her neye bakılsa, tesadüfe ve basitliğe müsaade
etmeyen gayeli ve şuurlu davranış sergilendiği görülür. Bu durum çok kritik ayarlar gerektiren ve kesin
hükümler taşıyan kanunlar vasıtasıyla yaratılır. Bu
kanunlar neden vardır ve menşei nedir? Bunların,
milyonlarca çeşit canlının meydana gelmesini mümkün kılacak çok kritik ve hassas değerler taşıması nasıl izah edilebilir? Atom parçacıkları, elementler ve
moleküller gibi maddî unsurların fiziko-kimyevî vasıf
ve nitelikleri kaynağını nereden alır? Bazı varlıklarda
“hayat” nasıl ortaya çıkmaktadır? Madde, canlıların
ve akıllı bir hayatın ortaya çıkması için bu hususiyetleri kendisi kazanabilir ve organize edebilir mi?
Kâinatın mevcut durumu bize, bir yeryüzü ve insan var edilecek şekilde müteselsil yaratılışların olduğunu, bunun için de çok hassas kozmolojik ayarlar
yapıldığını göstermektedir. Bu durum, sayısız denebilecek parametrenin birlikte var olmasıyla mümkün
olabilir; hâlbuki hiçbir düzen ve gaye, tercihli seçim
olmadan kendiliğinden gerçekleşemez. Başlangıçtan
itibaren kâinatın kritik kütle miktarı, genişleme hızı,
dört temel kuvvetin büyüklük ve tesir sahası çok hassas seçilmiştir. Hayatın varlığı için esbap açısından
vazgeçilmez olan hidrojen, oksijen, karbon gibi elementlerin varlığı önemli parametrelerdendir. Yaratılıştaki bu kozmolojik verilerin hassasiyetine dikkat
çeken Stephan Hawking: “Kâinatın başlangıcındaki
genişleme hızı, genişlemenin sonsuza kadar olmaması
için öyle hassas bir şekilde ayarlanmıştır ki, hâlâ aynı
kritik hıza yakın bir şekilde genişlemeye devam etmektedir. Büyük Patlama’dan bir saniye sonra kâinatın genişleme hızı, yalnızca yüz trilyonda bir oranında bile
az olsaydı kâinat bugünkü büyüklüğüne erişemeden
çökmüş olurdu.” demektedir.
ARALIK 2014
431 533
Yeryüzündeki karbon temelli hayatın var olması
için karbon ve diğer elementler milyarlarca yıl öncesinde yıldızlarda çok yüksek basınç ve sıcaklıklarda
üretilmiştir. Böyle bir kâinatın bunun için yaklaşık
14–15 milyar yıl yaşında olması gerekir. Kâinat daha
yaşlı olsaydı, enerjisi biten bütün yıldızlar sönmüş,
uzay yıldız atıklarıyla dolmuş, mevcut fizikî kanunlarla bu kâinatta hayat için sebepler ortadan kalkmış
olurdu. Eğer, süre olduğundan daha kısa olsaydı, bu
defa elementlerin oluşumu için yeterli süre olmazdı.
Hesaplamalara göre kâinatın ve yeryüzündeki hayatın kendiliğinden oluşma ihtimali 1080’de bir gibi
imkânsız denebilecek bir sayıya tekabül etmektedir.
Ayrıca, kâinatta mevcut düzenin milyarlarca yıldan
beri tesadüfen devamı mümkün değildir.
İnsanlığın bugünkü bilgi birikimi molekülden
hücre seviyesine ve kompleks çok hücreli organizmalara kadar düzenli işleyen mu’cizevî sistemlerin varlığını ortaya koymuştur. Detaylara inildikçe, hayatın
devamlılığı için hücrelerde çok kompleks sistemlerin
inşa edildiği, sayısız ihtimaller arasında çok hususi
ve kritik ayarların tercih edildiği görülür. Her bir hücrede birer moleküler motor ve makine şeklinde çok
sayıda organel ve binlerce çeşit bileşikten yaratılmış
kompleks sistemler çalıştırılmaktadır ve bu minyatür
parçaların her biri indirgenemez komplekslik hususiyetine sahiptir. Birçok etkileşimli parçadan oluşan,
temel bir vazifeyi yerine getiren veya katkıda bulunan
bir sistem tedricen küçük değişikliklerle üretilemez
ve bu kompleks organellerin inşası tesadüflerle izah
edilemez. Hücrenin çekirdeğindeki genetik şifre bütünüyle kompleks, hacimli ve detaylı bilgiye dayanan
bir programdır. Yine hayat, termodinamik dengenin
zıddına çok özel bir durum olup muhafazası her ân
yeni yaratmalarla devam etmektedir, zîrâ termodinamik denge gerçekleşirse hayat sona erer.
ARALIK 2014
534 431
Yeryüzünde, çok farklı hususiyet ve suretlerdeki
milyonlarca çeşit canlının safha safha belli bir gaye
ile yaratıldığı gözlenmektedir. Varlıkta iç içe geçmiş
sistemlerden müteşekkil, birbiriyle bağlantılı organik bir bütünlük göze çarpmaktadır. Güneş ışığı ile
canlıların gözleri, Güneş ile fotosentez yapan bitkilerin yaprakları arasında ayrılmaz bir münasebet vardır. Âlemdeki hayranlık uyandıran çeşitlilik, hayat
için gerekli bütün şartların içtimaını, varlığın hepsine birden hükmü geçen ve tasarruf eden mutlak
bir hâkimiyeti, üstün bir aklı (akl-ı küll), ilim, irade
ve kudret sahibi bir Musavvir’i (şekil ve suret veren)
gerektirir. Felsefeci Jeremy Rifkin: “Kendiliğinden
rastgele dizilen tuğlalar hiçbir zaman bir şato veya
bir Yunan tapınağı inşa edemez.” derken, fizikçi Paul
Davies: “Modern bilim, insanların varlığını, kör fizikî
güçlerin mahsulü olarak göstermesinin aksine, biz tabiatın derin kanunlarına mânâlı bir şekilde yazılmıştık! Kâinattaki varlığımız, Yaratıcı’nın plânının merkezinde yer almaktadır.” ifadesiyle yaratılıştaki gaye ve
kaderi plâna işaret etmektedir.
Her şey insana hizmet ediyor
Akl-ı selîm sahibi ilim insanları, hem kâinatta hem de
yeryüzünde hayatın gözükmesi için esbap açısından
gerekli bütün kritik ve hassas ayarların iradî olarak
tercih edilmesini “insancı ilke (anthropic principle)”
olarak ifade etmektedir. Bu çok hassas ayarların rastgele ortaya çıkması imkânsızdır. Yaratılış ve sonrasındaki bütün süreçlerin insanın varlığını meyve verecek şekilde neticelenmesi, her şeyin her an insana
uygun şekilde ayarlandığının en açık göstergesidir.
İnsanın yeryüzündeki varlığı tesadüflerle açıklanamaz. İnsan; görme, işitme ve konuşmaya, çeşitli
hislere, ruhî hallere sahip, daha da ötesi düşünen
bir varlıktır ki, bu asla maddî unsurlarla izah edilebilecek bir keyfiyet değildir. O hâlde insan nedir ve
nereden gelmiştir? Kendisi isteyerek mi var olmuştur,
var oluşunda kendisinin bir tesiri var mıdır? Aklını,
duyularını ve hislerini nereden almıştır ve bunları
kendi mahiyetinde bir araya nasıl toplamıştır? Benlik
(ego) denilen şey nedir ve şuur nasıl ortaya çıkmaktadır? Bilgisi ve şuuru olmayan maddelerin bir gayeye yönelik davranması, bilgi sahibi ve zeki bir varlığı
meydana getirmesi mümkün müdür?
İnsan denen bu akıllı ve şuurlu varlık kendi varlığını da sorgulamaktadır. Eğer insanda akıl olmasaydı
bu sorgulama olmayacaktı! Akıl ve şuur, madde ötesi
bir mânâdır ve maddeyi şekillendirmede rol oynar.
İnsanın var oluşunun en mühim yönü, onun zihni
bir hayatının da olmasıdır. İnsanın mânevî yönünü
teşkil eden ve bekâya mazhar olan ruhu, ona ayrı bir
hususiyet ve değer katmaktadır. İnsan, duygu, düşünce, gâye, arzu ve isteklerle dolu, yorumlayan, takdir edebilen ve inanan bir varlıktır. Kitâb-ı Mübin’de
mealen; “Muhakkak ki, biz insanı ahsen-i takvimde
(en güzel mahiyette) yarattık!” (Tin Sûresi–5) buyrularak insanın yaratılışının hususi mahiyette olduğu
anlatılır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi
ce sellem) bir beyânında; “Allah (celle celâluhu) ilk
önce benim nurumu yarattı.”; başka bir ifadesinde
“Allah’ın (celle celâluhu) ilk yarattığı akıldır.” buyurması, insanın sahip kılındığı akıl ve şuur sayesinde,
yaratılmışlar arasında çok üstün bir mânâ ve değer
taşıdığına işarettir. Öyleyse kâinatın yaratılışının
neticesi ve meyvesi insandır, varlığı ve yaratılışı
mu’cizevîdir. Allah (celle celâluhu) Yüce Beyân’da
mealen “Hem göklerde ve yerde ne varsa, hepsini
Kendi tarafından bir lütuf olarak sizin hizmetinize veren de O’dur.” (Casiye Sûresi–13) buyurarak kâinatı
insan için yarattığını belirtmektedir. Akıl sahibi
bir insanın kendisini böyle yaşanabilir mükemmel
bir âlemde bulmasına hayret etmesi gerekmez mi?
Kâinat, ondaki muhteşem nizâmın zihnen, kalben,
vicdanen ve teslimen idrak ve fark edilmesiyle mânâ
kazanır.
Yüce Yaratıcı (celle celâluhu), insanı kendisine
muhatap almış, eserlerini takdir edecek bir varlık olarak seçmiştir. İnsan aklı, bütün var oluş mânâsının
küllî bir tarzda organize olup yansıdığı bir ayna gibidir. İnsan, düşünme ve tefekkürü sayesinde yaratılışa
şahit olmak, Allah’ın sıfatlarını taşıyarak O’na (celle
celâluhu) tam bir ayine olmak için yaratılmıştır. Bu
keyfiyetiyle insana, yeryüzünde Allah’ın halifesi unvanı verilmiştir.
Yüce Beyân’ın ilk emrinin “Oku!” ile başlaması,
daha sonra “Yaratan’ın ismi ile oku!” hitabıyla devam
etmesi, bu okumanın Yaratıcı nâmına olması gerektiğini açıkça göstermektedir. İnsan, akıl sayesinde şu
büyük kâinat kitabını yazanın kullandığı dilin anladığı tarzda olduğunu görmekte ve bu kitabın sahifelerinde yazılmış ince hikmetleri okuyabilmektedir.
Böylece, yaratılışı ve kâinatın işleyişini öğrenerek
ondaki sayısız hikmetleri keşfettikçe Rabb’ine karşı büyük bir hayranlık duymakta, bazen de hayrete
düşmektedir.
İnsan olmasaydı kâinat ne ifade ederdi? İnsan olmasaydı kâinat kitabının mânâsı okunamaz, san’at ile
yaratılmış varlıklardaki güzellik ve hikmetler bilinmez
ve takdir edilmez, neticede yaratılışın hakikatindeki
hazine açığa çıkmaz ve mânâsı gizli kalırdı.
[email protected]
Kaynaklar
- İrfan Yılmaz - İ. Hakkı İhsanoğlu, İlim ve Din, Nil Yayınları,
1998.
- Ömer Arifağaoğlu, Vücudumuzdaki Hassas Denge, Altın
Burç Yayınları, 2007.
- Emre Dorman, Modern Bilim: Tanrı Var,
İstanbul Yayınevi, 2011.
- Caner Taslaman, Big Bang ve Tanrı, İstanbul
Yayınevi, 2003.
- http://www.bilimfelsefedin.org
ARALIK 2014
431 535
Metin REİS
İ
nsanların ilk çağlardan günümüze en önemli ihtiyaçlarından biri de haberleşme olmuştur. İnsanlar bu ihtiyacın giderilmesinde, ateş, duman, davul, boru gibi çeşitli vasıtalardan faydalanmıştır.
Dünya üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen hükümdarların yaptıkları işlerden biri de, merkez ile en uç
noktalar arasında haberleşme yolları kurmak, bu yolları açık tutmak ve her türlü gelişmeden, değişimden
haberdar olmaya çalışmak olmuştur. Bunu bilhassa
Cengiz Han, Atilla, İskender, Fatih Sultan Mehmed,
Kanunî Sultan Süleyman ve 19. yüzyıl sonlarında 2.
Abdülhamid gibi liderlerde gözlemlemek mümkündür.
Osmanlı Devleti’nde merkezle
idarî birimler arasında haberleşmeyi sağlamak, emir ve
fermanları istenen yere
zamanında ulaştırmak
için kurulan konak
merkezlerine menzil
adı verilmiştir.
ARALIK 2014
536 431
Osmanlı Devleti gibi üç kıtada hüküm süren, milyonlarca kilometre kare toprağa ve farklı etnik ve dinî
unsurlara sahip bir devlet için haberleşme çok büyük
önem arz etmekteydi. Özellikle de devletin güvenliğini
ilgilendiren konuların merkeze ânında iletilmesi ve fetih ordusu kimliğine sahip ordunun sevkıyatı sırasında
ihtiyaç duyulan lojistik desteğin sağlanması çok önemliydi. Bu maksatla ilk yıllardan itibaren mevcut yolların
ve stratejik öneme sahip merkezlerin fethine öncelik
verilmiştir.
Habere olan ihtiyaç sadece merkezle eyaletler arasındaki irtibatı sağlamak için değildi. Bu, ayrıca ordunun sevk ve idaresi açısından da son derece önemliydi.
Seferler sırasında sayısı 200 bine ulaşan Osmanlı ordusunun güvenli bir şekilde, ihtiyaçları giderilerek hedefe varması için mükemmel bir lojistik desteğe ihtiyaç
bulunmaktaydı.
Osmanlı ordusunun seferlerinin askerî boyutları,
siyasî sebep ve neticeleri hakkında çok sayıda araştırma
ve eser bulunmasına rağmen, bu seferlerin başarıyla
tamamlanması için mükemmele yakın organize edilen
lojistik desteğin plânlanması ve icrası yeteri kadar ele
alınmamıştır. Son dönemde Avusturya ve İran’a karşı
düzenlenen seferlerdeki lojistik üzerine yapılan birkaç
doktora tezi bu sebeple önemlidir. Seferlerin başlangıç
noktası ile varış noktası arasındaki iklim farkı, coğrafî
zorluklar, aylarca süren bu seferlerde tedbirlerin en iyi
şekilde alınmasını gerekli kılıyordu. O dönemde, malzeme ve insan nakli için hayvanlar kullanıldığı ve çoğu
zaman mesafeler yaya kat edildiği düşünüldüğünde,
bu işin ne kadar zor olduğu anlaşılacaktır.
Bu çerçevede Osmanlı’da haberleşmenin sağlanmasında ve ordunun lojistik ihtiyacının giderilmesinde
büyük görevler üstlenen menzil teşkilâtını ana hatlarıyla ele almak faydalı olacaktır.
Menzilhânelerin te’sîsi
Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden Posta Nezâ­
reti’nin kurulmasına kadar (1840) geçen sürede, haberleşme iki ayrı usûlle gerçekleştirilmiştir. Bu usûllerden
ilki, menzilhânelerin kuruluşuna kadar yürürlükte
kalan ve ulak hükmü denen beratlar vâsıtasıyla gerçekleştirilen haberleşmedir. İkincisi ise Kanunî dönemi sadrazamlarından Lütfî Paşa’nın kurmuş olduğu
menzilhâneler vasıtasıyla şekillenen ve sistemli bir
hâle getirilen haberleşme usûlüdür.
Kanunî Sultan Süleyman devrinde ulak sisteminin
yetersiz kalması ve bazı mahsurlarının ortaya çıkması
üzerine bu sisteme son verildi. Bunun yerine Sadrazam
Lütfi Paşa tarafından menzilhâne sistemi kuruldu. Ana
yollar üzerinde belirli mesafelerde menzilhâneler tesis
edilerek, haberleşme işlerinin sistemli bir şekilde yürütülmesi sağlanmıştır.
Osmanlı Devleti’nde merkezle idarî birimler arasında haberleşmeyi sağlamak, emir ve fermanları istenen
yere zamanında ulaştırmak için kurulan konak merkezlerine menzil adı verilmiştir. Osmanlı Devleti’nde
Divan-ı Hümâyun’dan çıkan emirleri zamanında ilgililere yetiştirmek önemli bir işti. Hazine gelirlerinin
büyük bir kısmını meydana getiren vergilerin vaktinde
toplanması, asker sevki ve benzeri bütün işlerin halli,
merkezden gönderilen emirlerle yaptırılmaktaydı. Bu
emir ve fermanların istenen yere zamanında ulaştırılması için ana yolların geçtiği şehir ve kasabalarda
uygun aralıklarla ‘menzil’ denilen durak evleri yapıldı.
Böylece çok geniş bir alana yayılmış bulunan Osmanlı
Devleti, haberleşmeyi menzil teşkilâtı ile sağladı.
16. yüzyıldan itibâren menziller ve bu teşkilâtın
gö­revlileri, Defterdâr (maliye Bakanlığı) kapısının
Mev­kûfât Kalemine (Vergiler Dairesi) âit, Menzil Ha­
lîfeliği’ne bağlıydılar. Burada bulunan Menzil Halî­
fesi Kalemi, hayvanlarla yapılan posta ve menzil mu­
âmelâtına bakardı. Menzillerle alâkalı her türlü bilgi
Hazine-i Âmire’de muhafaza edilen mevkufat defterlerine kaydedilirdi. Herhangi bir sıkıntı durumunda
bunlara bakılarak karar verilirdi. Menzillerin birinci
gayeleri devletin ihtiyaç duyduğu haberleşmeyi sağlamaktı. Ancak zamanla, herhangi bir göreve getirilen
devlet adamlarını, yabancı devlet elçilerini ve eyaletlerden toplanan vergileri merkeze ulaştırma görevi
de menzilhânelere verilmişti. Haberleşmenin süratle
yapılabilmesi için oluşturulan menzillerde her ân hizmete hazır menzil atları bulundurulur, iki menzil arasını haberciler bu atlarla kat ederlerdi. Menziller yerin
önemine ve coğrafî şartlarına göre yirmi otuz kilometre
aralıkla kurulurdu.
Menzilhânelerdeki görevliler
Menzilde, menzil emini (menzilci), menzil kethüdası,
ahur kethudası, seyis, odacı, sürücü, aşçı gibi hizmetlilerle menzilin yükünü çeken menzil çevresindeki köy
ve kasaba halkından menzilkeş tayin edilen grup bulunuyordu.
Menzil emini (menzilci): Menzilci, menzilhâ­nele­
rin işleyişinden sorumluydu. Menzilcilerin tayini konusunda sancak idarecilerinin ve ileri gelenlerin rolü
büyüktü. Kadı, müftü, âyân ve eşraftan kimselerin
uygun gördüğü varlıklı biri, bir yıllığına peşin ücretle
menzilci tayin ediliyordu. Menzilci seçiminde halkın
görüşü de alınır ve menzilci tayin edilen kişinin ismi
ve tayini başşehre bildirilirdi. Menzilci, menzilhânenin
düzenli olarak hizmet vermesini sağlamak durumunda
olduğundan, menzilci tayin edilecek kişinin ehil ve kabiliyetli olmasına dikkat edilirdi.
Mevcudu iki yüz bine
ulaşan Osmanlı ordularının kazandığı başarılarda, askerler ve silâhların
yanında, sağlanan lojistiğin de payının ne kadar
önemli olduğu Yavuz
Sultan Selim’in Mısır Seferi incelendiğinde daha
iyi anlaşılır.
ARALIK 2014
431 537
Menzilcinin görevi, seyahat eden ulaklara beygir
sağlamak, menzil masraflarını karşılamak, menzilhâ­
nelerin iç düzenini sağlamak ve men­zilhâneyi yönetmekti. Vazifesinde ihmali görülen menzil eminleri cezalandırılırdı. Ayrıca ulaklara meşakkat çektirir, menzili mamur hâlde tutmayıp menzilkeşlerin yerlerini
terkine sebep olursa azledilirdi.
Menzilhânelerde hizmet veren sürücüler, ulaklarla
birlikte giderek hem ulaklara rehberlik ederler hem de
diğer menzile ulaşan ulakların kullandığı kendi menziline ait beygirleri geri getirirlerdi. Menzilhâne bünyesinde hizmet veren kulaksızlar adlı grubun görevi ise,
sürücülere yol göstermek ve onları korumaktı.
Menzil hizmetlilerinden ahur kethudası, seyis, odacı ve aşçılar menzilin iç hizmetlilerindendi ve yaptıkları
hizmete mukabil bir miktar ücret alırlardı.
Menzilhânelerin gelirleri
Menzillerin görevlerini yerine getirebilmeleri için gerekli para, o yerin veya yakın çevre ahalisinin önceden
devletçe belirlenmiş bazı vergilerin buralara tahsisi ve
ulakların kullandıkları beygirlere karşılık kendilerine
önceden devletçe verilmiş beygir ücretinin menzilciye
ödenmesiyle sağlanırdı. Bazen buna ek olarak devlete
ait hazine mallarının gelirlerinin (mukataa) menzile
bağlanmasından veya gümrük gelirlerinden de karşılanırdı. Olağanüstü durumlarda masrafların artması
hâlinde menzillere ‘imdadiye’ adı verilen aynî veya
nakdî ek kaynak da aktarılırdı.
Menzilhânelerdeki harcamaların önemli bir bölümünü menzil beygirlerinin bakımı ve beslenmesi
oluşturuyordu. Menzilhânelerde hizmet veren menzil
beygirlerinin sayısı menzilhâneden menzilhâneye değişiyordu. Bunda menzilhânenin önemi, stratejik konumu, ulak trafiğinin yoğun olup olmaması göz önünde bulunduruluyordu. Ayrıca savaş sırasında menzil
beygirlerinin sayısı artış gösterebiliyordu.
Ulaklar
Osmanlı Devleti’nde haberleşme ilk dönemden itibaren
ulaklar aracılığıyla sağlanmıştır. Ulaklar önceleri Kırım
Tatarları arasından seçilir ve atlı olarak hizmet verirlerdi. Kendilerine mahsus elbise ve kalpakları vardı.
İstanbul’da 300 Tatar ve her valinin maiyetinde 50
vezir Tatar’ı bulunurdu. Tatarlar, Tatârân Ocağı adıyla
teşkilâtlanmıştı. Aralarında çok sıkı bir disiplin vardı.
Reislerine Baş Tatar veya Tatar Ağası denirdi. Posta
Tatarları, devletin bir ucundan ötekine yılmadan haber
ulaştırır, yol boyu menzillerde at değiştirerek süratle yollarına devam ederlerdi. Tatarlar at değiştirirken
bile atlarından inmezlerdi. Gece gündüz at sürer; atın
üzerinde yemek yerlerdi. Böylece devletin en uzak mesafelerine kısa bir müddet zarfında haber göndermek
mümkün olurdu.
Tatar ulaklar, İstanbul’dan Edirne’ye 2 günde,
Şam’a 12 günde, 2.300 kilometre uzaklıktaki Bağdat’a
ARALIK 2014
538 431
Osmanlı tarihi üzerine araştırma yapan birçok Avrupalı tarihçi, Osmanlı
ordusunun uyguladığı savaş stratejilerinin yanında, ona sağlanan lojistik
desteğe de hayran kalmıştır.
14 günde ulaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nu üç kıtada altı asır yaşatan âmil­lerden birisi de, böyle süratli
ve muntazam bir haberleşme sistemine sahip oluşudur.
Evliya Çelebi Seyahatname’sinde, 1656 senesinde, Melek Ahmed Paşa’nın haber ve mektuplarının Van’dan
İstanbul’a 13 günde ulaştığını anlatır.
Ulaklara bir yerden bir yere gidişlerinde “ulak hükmü” adlı bir belge verilirdi. “Ulak hükmünde”, ulağın
ismi veya bağlı bulunduğu daire, ne sebeple seyahat ettiği, kimin emri ile seyahat ettiği, gidiş–dönüş
güzergâhı, ilk hareket ettiği menzil ile varılacak menzilin adı kayıtlı olurdu.
Devletin bütün yazışma ve haberlerini merkez ile
eyaletler arasında götürüp getiren ulakların güvenilir,
iffet sahibi, namuslu, dürüst aynı zamanda ata binmede mahir ve yol şartlarına dayanıklı olmalarına özen
gösterilirdi. Uzun müddet sadrazam veya diğer vezirlerin hizmetinde tecrübe edilmiş, terbiye görmüş kimselerin ulak olarak görevlendirilmeleri ulaklığa verilen
önemi göstermektedir.
Menzillerin askerî maksatla kullanılması
Seferlerin başarısı sağlanan lojistikle doğru orantılıydı. Bu sebeple sefer kararından sonra dikkat edilen en
önemli husus, erzâk ve yem teminiydi. Seferin yönüne
göre orduların konaklayacağı menziller tespit edilmekte, bu doğrultuda illerdeki kadılara iaşe maddelerinin
türleri, miktarları ve teslim etmeleri gereken menziller
bildirilmekteydi. Emirler doğrultusunda gerekli erzak
en kısa sürede ordunun güzergâhı üzerindeki menzillere depo edilerek ordunun gelmesi beklenirdi.
Mevcudu iki yüz bine ulaşan Osmanlı ordularının
kazandığı başarılarda, askerler ve silâhların yanında,
sağlanan lojistiğin de payının ne kadar önemli olduğu
Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi incelendiğinde daha
iyi anlaşılır. Yavuz Sultan Selim, 1516’da İstanbul’dan
ordusu ile sefere çıkmış ve 1518’de büyük zaferler kazanarak geri dönmüştür. Bu seferi diğer Osmanlı seferlerinden farklı kılan, önce İran üzerine yürünmesi,
ardından İstanbul’a dönmeden Suriye ve Mısır’a gidilmesidir. 2 bin kilometrelik mesafenin yaya olarak aşılmasının ardından, Sina Çölü’nün günde ortalama 30
kilometrelik bir hızla yürünerek bir haftada geçilmesi
tarihte eşine az rastlanır örneklerdendir. Sadece bu seferin incelenmesi durumunda Osmanlı Devleti’nin ne
derece mükemmel bir lojistik alt yapıya sahip olduğu
anlaşılır. Osmanlı tarihi üzerine
araştırma yapan birçok Avrupalı tarihçi, Osmanlı ordusunun uyguladığı savaş stratejilerinin yanında, ona
sağlanan lojistik desteğe de hayran
kalmıştır.
Menzil teşkilâtının kaldırılması
Menzil teşkilâtı, Osmanlı Devleti’nin
550 yıllık döneminde gerek haberleşmede gerekse ordunun hareket
ve iaşesinin sağlanmasında devrin
en mükemmel işleyen kurumlarından biri olmuştu. Ancak, menzil
teşkilâtı zamanla kuruluş ve işleyiş
disiplinin dışına çıkarak görevini
yapamaz hâle gelmiştir. Özellikle
18. yüzyıldan itibaren bu teşkilât
maliyeye önemli bir yük getirmeye
başlamıştı. 2. Mahmud devrinde
devlet giderlerinin üçte birini menzil giderleri oluşturmuştu. Bütün bu
olumsuzluklar üzerine Sultan Abdülmecid döneminde teşkilât kaldırılmış ve yerine 23 Ekim 1840 tarihinde Posta Teşkilâtı (Postahane-i
Âmire) kurulmuştur. Bu tarihten
itibaren menzilhâneler postaneye
dönüştürülmüş, Tatar ağaları da
postacı olarak görevlendirilmiştir.
Böylece Osmanlı Devleti’nin yüzyıllar boyunca üç kıtaya hükmetmesini sağlayan önemli kurumlarından
birisi daha tarihe karışmıştır.
Süvari yetimi olduğun açık,
Şimdi ben gibi ufkun az bulanık,
Şâd u gam iç içe oldu her zaman,
Sen de hele dişini sık azıcık.!
[email protected]
Kaynaklar
- Osman Tural, Geçmişten Günümüze Posta Teşkilâtı, PTT Yayınları, Ankara, 2007.
- Rıza Bozkurt, Osmanlı İmparator­lu­ğu’n­
da Kollar, Ulak, İaşe Menzilleri, TDV İs­
lâm Ansiklopedisi Ankara, 1966.
- İzzet Sak, “ XVII. Ve XVIII. Yüzyıllarda
Osmanlı Devleti’nde Menziller Ve Fonksiyonları: Akşehir Menzilleri Örneği”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları
Dergisi, 16. sayı, 2004.
- Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Ulaşım
ve Haberleşme (Menziller), PTT Genel
Müdürlüğü Yayını, Ankara, 2002.
- M. Fuad Köprülü, “Berid”, İA, II, 541-549
- Osmanlı İmparatorluğu’nda Kollar, Ulak
Ve İaşe Menzilleri, Ankara, Genelkurmay
Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi, 1966.
- Hakkı Dursun Yıldız,
Doğuştan günümüze
Büyük İslâm Tarihi,
Çağ yayınları, İstanbul, 1990.
ARALIK 2014
431 539
{
Fertleri birbirini sevmeyen ve biri diğerinin aleyhinde olan,
birbirine karşı emniyet ve güven hissetmeyen milletler ise,
hakikî mânâda millet olamadıkları gibi, istikbal vadetmeleri de
söz konusu değildir.
}
KÂINATTAKI
EN AZ İŞ PRENSIBI
Prof. Dr. İhsan KÖSE
E
limizden bıraktığımız her cismin yere düşmesinin sebebi olarak yerçekimi kuvveti gösterilir. Fizikçiler ise bu düşmeyi, cismin en
düşük potansiyel enerjili durumuna doğru
gitme eğilimine bağlarlar. Evet, sebepler plânında
yerçekimi kuvvetinin tesiriyle cisimlerin düştüğünü söylemek yanlış olmasa da eksiktir. Zîrâ her işini
hikmetle yapan Cenâb-ı Hakk (celle celâlûhû), en
az enerjili duruma yönlendirme fiilini icra ederken
yerçekimi kuvvetini sebep olarak va’z etmiştir. Çünkü daha derinlerde işletilen prensip, en az iş (enerji)
prensibidir (azamî iktisat prensibi de denebilir).
Buna göre, kâinat kitabındaki her fiil, mevcut
bağ şartları altında en az enerji harcanacak şekilde meydana getirilir. Burada bağ şartları ile, sistem
üzerindeki harîcî mücbir (zorlayıcı) şartlar kastedilmektedir. Meselâ, dış âlemden mükemmel yalıtılmış
bir kap içindeki gazın toplam enerjisi sabittir ve bu
yüzden, bu gazı incelerken toplam enerjinin korunduğunu bir bağ şartı olarak aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Dolayısıyla bir ağaç yaprağının rüzgârla
sallanmasından bir toz zerresinin havada uçmasına
kadar en ince işlerde dahi, mevcut bağ şartları çerçevesinde en az enerji harcanması söz konusudur.
Konuyu elektrik devrelerindeki kısa devre
hâdisesiyle akla yaklaştırabiliriz. Kısa devrenin altında yatan sebep, elektrik yüklerinin en az enerji
harcanan yol üzerinden akıtılmasıdır. Bir elektrik
ARALIK 2014
540 431
devresinde, elektrik yüklerini şaşırtacak şekilde
birden fazla kısa devre teşkil edecek yollar yapılsa
bile, elektrik yükleri, en az enerjinin harcanacağı
güzergâh üzerinden akıtılır.
Peki, ama elektrik yükleri bu yolu nereden bilmektedir? Benzer soruyu, bir topu yatay doğrultuda
ileriye doğru fırlattığımızda takip ettiği yörünge üzerinden sormak ta mümkündür. Çünkü fırlattığımız
top, mevcut bağ şartlarına göre (meselâ rüzgârın
yönü, şiddeti ve topun geometrisi gibi), en az enerjinin harcandığı yörünge üzerinde hareket ederek
ilerler. Peki, top diğer yörüngelerden birisini takip ettiğinde daha fazla enerji harcayacağını nereden bilir
ki, en az enerji harcanacak yörünge üzerinde hareket
eder?
Işık, ortam içinde en hızlı hareket edeceği yol üzerinden akar. Fizikte, “Fermat Prensibi”, ışığın, bir ortamdan başka bir ortama geçerken, yeni ortamda en
kısa olan yol boyunca değil, en hızlı hareket edeceği
doğrultu boyunca kırılmaya uğrayacağını söyler (Şekil–1). Dolayısıyla, Fermat Prensibi en az enerji prensibinin optikteki izdüşümüdür: Yani ışığın en hızlı
akacağı yol boyunca hareket etmesiyle en az enerji
Şekil - 1a
Şekil - 1b
Işığın kırılması
Hava
Su
Şekil-1: Bir ışık demeti, hareketi sırasında ortam değiştirdiğinde kırılmaya maruz kalır (a). Kırılma açısı, ışık demetinin en hızlı hareket edebileceği yol boyunca
meydana getirilir. Işığın iki farklı ortamı geçerken en hızlı hareket edeceği doğrultuda kırılmaya uğraması gibi, karıncalar da farklı ortamlar arası geçişlerinde en
hızlı hareket edebilecekleri doğrultu boyunca hareket etmektedir (b).
harcanır. Fakat ışık, en hızlı hareket edebileceği doğrultuyu bilebilmek için, önce bütün açılarda kırılma
gösterip en hızlı hareket edeceği doğrultuyu belirlemesi gerekmez mi?
Bu enteresan durumu, bilim tarihçisi James Gleick şu sözlerle ifade eder: “Bir fizikçinin, topa bir çeşit irade vermeden en az enerji prensibini tartışması
imkânsızdır. Top adeta kendi yörüngesini seçiyor. Üstelik bütün ihtimalleri önceden biliyormuş gibi görünüyor.” Işığın, bütün ihtimalleri bilerek hareket etmesini Alîm ve Hakîm olan bir Zât-ı Zûlcelâl’e vermeden
izâh etmek mümkün değildir.
Canlılar âleminden en az iş prensibine güzel bir
misâl, karınca davranışlarının, azamî iktisat prensibine uygun olmasıdır. Karınca kolonisinden bazı
gruplar yiyecek aramaya çıktıklarında, birbirleriyle
feromon hormonu vasıtasıyla haberleşir. Yiyecek bulan bir karınca, diğerlerine kılavuzluk yapmak üzere,
zemin üzerinde ilerlerken bulduğu yiyeceğin miktarını ve kalitesini işaret edecek kadar feromon bırakır.
Bu feromon izini takip eden bir karınca yiyeceğe ulaşır, miktarı ve kaliteyi değerlendirerek yuvaya dönüş
yolu boyunca zemini feromon ile işaretler. Feromon
buharlaşma özelliğine de sahiptir. Dolayısıyla belli bir
zaman diliminde karıncalar tarafından tazelenmeyen
noktalardaki feromonlar buharlaşır. Karıncaların izlediği yollar incelendiğinde, daima yiyecek ve yuva arasındaki en kısa yolu takip ettikleri ve feromon izlerini
buna göre bıraktıkları anlaşılmıştır. Meselâ, karıncaların yolları üzerine asimetrik bir engel konulduğunda
(Şekil–2), karıncalar belli bir zaman sonra en kısa olan
güzergâhı yine bulabilmektedir.
ARALIK 2014
431 541
Şekil - 2a
Şekil - 2b
Asimetrik Engel
Şekil–2: (a) Engelin konulduğu ilk ânlardaki durum, (b) belli bir zaman sonraki durum.
Fakat daha da enteresan olan husus, Wasmannia
auropunctata adlı karınca türünün, belli bir ortamdan diğerine geçerken, optikteki Fermat Prensibi’ne
uygun hareket etmesidir (Şekil–3).
Sadece karıncalar değil, insanlar da Fermat
Prensibi’ne göre hareket etme temayülü gösterirler.
Meselâ denizde boğulma tehlikesi geçiren birini kurtarmak için bir cankurtaran, yüzücüye en kısa sürede
ulaşabilmek için en uygun stratejiyi izler: kumsal ve
deniz iki farklı ortam olarak kabul edildiğinde, önce
kumsalda yüzücüye en kısa mesafedeki noktaya kadar koşar, sonra denize girerek yüzücüye ulaşır. Çünkü kumsaldaki ve denizdeki hareket hızları farklıdır.
Doğrudan denize girerek yüzücüye ulaşmayı denerse, en kısa sürede ulaşması mümkün olmaz.
Yukarıdaki prensipte görüldüğü gibi, Cenab-ı
Hakk (celle celâlûhû) her şeyi bir hikmetle ve israfsız bir şekilde yaratmaktadır. Her hakikatin, her varlık ve hâdisede farklı izdüşümleri bulunur. Fakat bu
hâdise veya varlıklar arasındaki mesafe bize o kadar
uzak gelir ki, farklı izdüşümler arasındaki bu münasebeti fark edebilmek için biraz daha dikkatli bakmak gerekir.
Şekil - 3: Wasmannia auropunctata
Kâinat kitabında örneklerini gördüğümüz bu en
az iş prensibinin, insanda da izdüşümleri bulunur.
İnsanın Allah’a (celle celâlûhû) en yakın olduğu yer
olan namazdaki secde hâlinde, bedenin en yüksek
noktası olan baş ayaklarla aynı hizaya getirilerek,
potansiyel olarak düşük enerjili bir durumda olunur.
Bu, fizik bilimi açısından, iş yapma kabiliyetinin de
en düşük, yani insanın acz ve fakr hâli içinde olduğunu ilân ettiği durumdur denebilir.
En az iş prensibi, iman hizmetinde bulunan hakikat yolcularına da bazı şeyler fısıldamaktadır. İnsan
vaktinin çocuğudur. Her vakit (çağ), farklı bir ortam
olarak tasavvur edilebilir. Bu sebeple, insan, yaşadığı hâdiseleri yorumlarken, doğduğu sosyokültürel
ortamı ve çağının özelliklerini dikkate alır. Nitekim
Bediüzzaman Hazretleri’nin: “Hazret-i Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nûr’u yazardı. Ben
de Hazret-i Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevî’yi
yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı. Şimdi
Risâle-i Nûr tarzındadır.” sözü bu hakikati hatırlatmaktadır. Dolayısıyla İslâm büyüklerinin sözlerini
bu açıdan değerlendirmek, o çağın ruh ve diliyle
insanlığa mesaj verdiklerini düşünmek yerinde olacaktır. Yine Bediüzzaman Hazretleri’nin
Tarihçe-i Hayat’taki “Risâle-i Nur’un
yolu, mesleği, bu zamandaki hayat şartlarına, insanların ahvâl-i rûhiyelerine
göre en selâmetli, en kısa ve umumî bir
cadde-i Kur’ân’dır.” ifadesi de kâinat kitabındaki hakikatlerle uyumludur.
[email protected]
Kaynaklar
-
James Gleick, Genius, Richard Feynman
and Modern Physics, Abacus, London, 1993.
-
Jan Oettler, Volker S. Schmid, Niko Zankl,
Olivier Rey, Andreas Dress, Jürgen Heinze,
Fermat’s Principle of Least Time
Predicts Refraction of Ant Trails
at Substrate Borders, PLoS
ONE 8(3): e59739. doi:10.1371/
journal.pone.0059739
ARALIK 2014
542 431
Doç. Dr. Abdullah DEMİR
O
smanlı padişahları içinde, askerî ve siyasî
dâhiler, şairler, âlimler, sanatkârlar çoktur.
Ancak adalet konusundaki hassasiyet, bütün Osmanlı padişahların ortak özelliğidir.
Osmanlı söz konusu adalet hassasiyetini, daha önceki
İslâm devletlerinden tevarüs etmiştir. İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren idareleri altındaki insanların zulüm ve
haksızlığa uğramaması devlet başkanlarının vazgeçilmezleri arasında olmuştur.
İnsan hak ve hürriyetlerinin kazanılmasında Batılı
ülkeler ile İslâm ülkeleri arasında belirgin bir fark vardır. Batılı devletlerin tarihlerinde insanların hak ve hürriyet talepleri göze çarparken, tarihimizde insanların
adaletle alâkalı istekleri öne çıkmaktadır. Çünkü Batılı
ülkelerde insan haklarının günümüzdeki mânâsıyla
kabul edilmesi, son bir-iki asırda gerçekleşirken, İslâm
dünyasında hak ve hürriyetler, daha Hz. Peygamber
ARALIK
2014
(sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde tespit
edil431
543
Ülkeler ordularla fethedilse de, fetihlerin
devamlılığı adaletli yönetimlerle sağlanır. Osmanlı Devleti’nin altı asır yaşamasının sırlarından biri de, adaletli bir hukuk sisteminin ve adaletli yöneticilerin
varlığıdır.
ve mağduriyetlerini gidermesi gerektiğini söylemektedir. Padişah mümkünse her gün halkın meselelerini
dinlemeli, mümkün değilse, haftada veya ayda bir gününü mutlaka bu işe ayırmalıdır. Osmanlı padişahları
Divân-ı Mezalim geleneğini sürdürmüşler, halkın kendilerine ulaşabilmesi için uygun şartları hazırlamışlardı.
Hasır yakma
mişti. Bu sebeple diğer İslâm devletlerinde ve Osmanlı
Devleti’nde hak ve hürriyet talepleri yerine adalet taleplerine rastlanmaktadır. Osmanlı Devleti’nde memurların yaptığı haksızlıklardan dolayı insanlar, mahkemelere müracaat etmekte veya doğrudan doğruya padişah divânı olan Divân-ı Hümâyun’a başvurmaktaydı.
Divân-ı Hümâyun, önceki İslâm devletlerinde bulunan
Mezalim Divânlarının Osmanlı Devleti’ndeki şeklidir.
Divân-ı Mezalim
İslâm devlet geleneğinde adalet, mülkün yani devletin temeli kabul edilmekte, devletin bekâsı doğrudan
doğruya vatandaşın hoşnutluğuna bağlanmaktaydı.
Halkın şikâyetlerini dinlemek ve adaleti yerine getirmek hükümdarın başta gelen görevlerinden sayılırdı.
Bu sebeple İslâm devletlerinde hükümdarın bizzat
başkanlık ettiği ve halkın şikâyetlerini dinleyip hüküm
verdiği Dârü’l-Adl, Divân-ı Â’la veya Divân-ı Mezâlim denilen mahkemeler kurulmuştur.
İlk Osmanlı hükümdarlarından Orhan ve 2. Murad,
sabahları saray kapısı önünde yüksek bir yere çıkarak
halkın şikâyetlerini dinlerdi. Başlangıçta haftanın her
günü yapılan bu uygulama, daha sonraları haftada en
az iki-üç güne düşürülmüştür. Osmanlı hükümdarları,
Divân-ı Hümâyun’da başkanlık vazifesinden çekildikten sonra da, Kasr-ı Adâlet veya Adâlet Köşkü denilen
bir yerde, Divâna açılan pencere arkasından halkın
şikâyetlerini dinlemeye devam etmişlerdi.
Bir idarî yapıda adaletin varlığı, yöneticilerin halk
ile aralarına engeller koymamaları ile anlaşılır. İhtiyaç
sahipleri ve haksızlığa uğrayanlar, her zaman durumlarını arz edecek bir makam bulabilmelidir. Bu husus
üzerinde duran devrin ünlü hukuk âlimi Kınalızade
Ali Çelebi, ülkede adaletin sağlanabilmesi için padişahın meydanda olması, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını
karşılaması, haksızlığa uğrayanları koruyup kollaması
ARALIK 2014
544 431
Halkın padişaha şikâyetlerini duyurabilme yollarından
birisi, hasır yakma olarak adlandırılan bir uygulamaydı. İnsanlar mahkemelerden istedikleri adâletli kararı alamazlarsa, bizzat padişaha müracaat ederlerdi.
Cuma selâmlığı sırasında, memurlardan ve mahkeme
kararlarından şikâyeti olanlar, meydanda toplanır; padişah cuma namazını kılıp da dışarı çıktığında bunların ellerindeki dilekçeler, görevliler tarafından alınarak
padişaha takdim edilirdi. Bazen bu kalabalığın arka saflarında bulunanlar, kendilerinin de şikâyeti olduğunu
göstermek için yanmakta olan bir hasır parçasını veya
içinde yanan bir paçavra bulunan tasları elleriyle yukarı kaldırırlar, böylece kendilerinin de unutulmaması gerektiğini görevliye hatırlatırlardı. Bunlar aynı zamanda şikâyetçinin ateş gibi yandığını sembolize ederdi. Zamanla şikâyetini bu şekilde padişaha arz etme
usulüne ‘ateş istidası’ veya ‘başa hasır yakma’ denildi.
Halk arasında devlet memurlarından gadre uğrayanlar
‘Veririm bir ateş istidası!’ veya ‘Hasır yakarım ha!’ ihtarında bulunurlardı.
Fakirler Hakk Tealâ’nın sevgili kullarıdır
Halkın ihtiyaçları ve sıkıntıları ile ilgilenmek, padişahların başlıca vazifeleri arasındadır. Bu yönüyle öne çıkan padişahlardan birisi olan Murad Hüdavendigâr,
halkının durumu ile yakından alâkadar olur, sıkıntılarını giderirdi. O, komutanlarından Gazi Evrenos Bey’e
gönderdiği fermanda mealen şöyle demektedir: “Bunu
da bil ki, etraf vilâyetlerde koyduğun vekillerin iyü kimseler olurlar ise halkın dahi hâli iyi olur. (…) Eli altında
olan Müslümanları kardeşin gibi bilip, diğer halklara
yumuşak davransınlar. Zulüm ve haksızlık yapmasınlar.
Yarın kıyamet gününde defter-i amelleri gökten kar gibi
yağdığı günü ansınlar. Ve halkın fukarasını gözetsinler.
Onlara kifayet miktarı zahirelerini versinler. Fukara, Hak
Tealâ’nın sevgili kullarıdır. Fakirlik belasına sabr edip
elinde dünyası çok olanların dünyasına nazar etmezler.
Kendi hâllerinde şâkirlerdir.”
Şahitliği geçersiz sayılan padişah
Padişahların adaletli olmalarını sağlayan dinamiklerden birisi de onların şahsiyetleriydi. Çoğunlukla iyi
eğitim almış olan padişahlar dindar, ahlâkî değerlere
sahip dürüst kimselerdi. Dinî ve idarî konularda ken-
dilerini ikaz eden din ve devlet adamları çevrelerinde
bulunurdu. Padişahın kendisi de ihtiyaç duyduğunda, âlimlere danışır, onların görüşlerine değer verirdi.
Yıldırım Bayezid’in şahitliğinin kabul edilmemesi
hâdisesi, bunun örneklerinden biridir.
Mahkemede şahitlik etmesi gereken Yıldırım
Bayezid Han, kadı huzuruna geldiğinde Bursa Kadısı
Molla Şemseddin Fenari kendisine; “Senin şahitliğin
geçersizdir. Zîrâ sen namazlarını cemaatle kılmıyorsun.
Elinde imkân bulunduğu hâlde namazlarını cemaatle kılmayan birisi yalancı şahitlik edebilir.” demiş ve şahitliğini kabul etmemişti. Bunun üzerine herkes padişahın
hiddetleneceğini düşünürken, padişah verilen hükmü
sükûnetle karşılamış, mahkemeyi terk etmiş ve bu
hâdiseden sonra sarayının yanına bir cami yaptırarak
namazlarını cemaatle kılmaya devam etmiştir.
Kanunu isim olarak alan padişah
Osmanlı Devleti’nin zirve dönemi olan 16. yüzyılda padişahlık yapan Sultan Süleyman kendisini “Kanunî”
olarak adlandırmıştı. O, “büyük”, “muazzam”, “muhteşem” gibi unvanlar almak yerine hukuk ve adaletin
sembolü olan Kanunî unvanını tercih etmişti. Değer yargıları kuvvete dayalı olan Batılılar ise ona “Muhteşem”
unvanını vermişlerdi.
Osmanlı Devleti’nde Kanunî zamanı hak ve adalet
dönemi kabul edilir. Kanuni Sultan Süleyman, padişah
olur olmaz şikâyetleri dinlemiş ve kim suçlu ise gerekli
şekilde cezalandırılmasını sağlamıştı. Bunlardan birisi Kaptan-ı Derya Gelibolu Sancakbeyi Cafer Bey idi.
Cafer Bey zulüm ve kan ile meşhur olduğu için Hûnî
“Kanlı” lakabı ile anılırdı. Hakkında inceleme yapılmış
ve insanları öldürerek mallarına el koyduğu anlaşıldığı
için idam edilmişti. Yine bu sıralarda evleri basarak zorbalık yapan bazı silahtarlar şiddetle cezalandırılmıştır.
Vergide adalet
Kanunî’nin saltanatı boyunca sadece iki defa olağanüstü vergi alınmıştı. Olağanüstü vergilere avarız vergisi
denir ve savaş harcamaları gibi devletin büyük masraf
gerektiren hizmetlerini karşılamak için alınırdı. Kanunî
dönemi 46 yıl sürmüş olmasına rağmen, devletin mâlî
yapısı sağlam olduğu için olağanüstü vergiler alınmasına ihtiyaç duyulmamıştı.
Onun döneminde bulundukları ülkelerde yöneticilerin zulümlerinden bunalan, haksız vergilerin altında
ezilen gayrimüslimler, Osmanlı ülkesine gelip yerleşiyorlardı. Osmanlı Devleti’nin adaletli yönetimi, vergilerin sayı ve oran olarak az olması, gayrimüslimlerin
Osmanlı topraklarına göç etmesine sebep oluyordu.
Yabancı bir araştırmacı, bu gerçeği aşağıdaki cümleleriyle ifade etmektedir:
Yirmi muhtelif ırka mensup halk, Kanunî Sultan
Süleyman’ın hâkimiyeti altında sızlanmadan, gürültüsüz yaşadı. Halkın, Müslüman olmayanlar dâhil arazi
sahibi olmalarına izin verildi. Buna karşılık onlara,
bazı sorumluluklar yüklendi. Birçok Hristiyan, vergileri
ağır ve adaleti kararsız olan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Osmanlı ülkesine yerleştiler.
Özellikle Osmanlı vergi sisteminin, Avrupalı devletlerden daha adaletli olması, Rumeli’deki gayrimüs-
limlerin kolayca Osmanlı hâkimiyetini tercih ve kabul etmelerini sağlamıştı. Vergi sisteminin yanında,
dinî konularda tanınan geniş hürriyetler de, Osmanlı
hâkimiyetine girmek için tercih sebebi olmuştu. Jozef
Blaskovics’inin Slovakya’daki 143 yıllık Osmanlı
hâkimiyeti ile ilgili makalesinde, Osmanlı egemenliğinde Slovak halkının daha az vergi ödediği, daha güvenli
bir hayat sürdüğü anlatılmaktadır.
“Padişah haksızdır!”
Osmanlı Devleti’nde padişahların yargılandığı ve hattâ
ceza aldığı davalar da olmuştu. Fatih Sultan Mehmed’in
bir gayrimüslim mimarın elini kestirmesi sebebiyle cezaya çarptırıldığı dava meşhurdur. Bu davalardan birisi de, Sultan 4. Mehmed ile ilgiliydi. Bu dava, Sultan
4. Mehmed ile Üsküdarlı Mehmed Ağa arasında söz
konusu olmuştu. Dava konusu Üsküdar Salacak’ta
bulunan bir köşkün mülkiyetinin kimde olduğuydu.
Yargılamayı Rumeli Kazaskeri Çatalcalı Ali Efendi kâdı
sıfatıyla yapmış ve Üsküdarlı Mehmed Ağa’yı haklı, padişahı haksız bulmuştu.
Yabancılara da adalet
1648 yılında yedi adet İngiliz ticaret kalyonu, Galata’da
deniz ortasında beyaz bayrak çekmiş, mürettebat güverteye dizilmiş, her biri başına bir bakraç zift yakmış
ve bağırmaya başlamıştı. Derhal saraydan adam gönderilip dertlerinin ne olduğu soruldu. Meğer getirdikleri
maldan ticaret anlaşmasıyla belirlenen % 3 yerine yanlışlıkla % 6 gümrük vergisi alınmış, ayrıca mallarının
bedeli olan 15.000 kuruş da henüz ödenmemişti. Bunun
üzerine zamanın padişahı Sultan İbrahim, Çavuşbaşı
İbrahim Ağa’yı Sadrazam Hezârpâre Ahmed Paşa’ya
gönderip haksızlığı düzelttirmişti.
Adalet âyetini gözünün önüne yazan padişah
Osmanlı sultanlarının, adaleti hayatlarının en mühim
düsturu hâline getirmelerinin bir misâli de, Bursa Ulu
Cami’de görülmektedir. Ulu Cami’nin hünkâr mahfilinin bulunduğu köşenin hemen yanında, orada namaz
kılan padişahların tam göz hizasına gelecek şekilde
asılı duran emsalsiz bir hatla yazılmış olan âyet-i celile
vardır. Hüsnühat ile yazılmış sanat değeri yüksek olan
bu levhanın hattatı, Osmanlı Padişahı 2. Mahmud’dur.
“Bir padişah hat ile neyi yazıp oraya asar?” sorusu
bizi Osmanlı padişahlarının adalet konusundaki hassasiyetlerinin derecesini anlamaya götürecektir. 2.
Mahmud’un güzel bir hatla yazdığı, Nisa Sûresi’nin 58.
âyetidir: “Allah, insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder.”
Netice olarak, ülkeler ordularla fethedilse de, fetihlerin devamlılığı adaletli yönetimlerle sağlanır.
Osmanlı Devleti’nin altı asır yaşamasının sırlarından
biri de, adaletli bir hukuk sisteminin ve adaletli yöneticilerin varlığıdır. Bu adaletli yapının başında bulunan
padişahlar ise, adaletin sembolleri olmuştur. Her padişah, aynı seviyede adaleti
sağlayamasa da, hepsi adalet kaygısı ve
hassasiyeti taşımıştır.
[email protected]
ARALIK 2014
431 545
İ
Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın
lk, birinci ve kadim demek olan “Ev­
vel”, bidayeti olmayan, her şey­den akdem ve bütün varlığın mebdei ve mübdii; son, en son ve nihayeti bulunmayan
anlamındaki “Âhir” ise, bütün eşyanın fenâ ve
ٌ ‫ُكلُّ َش ْي ٍء َهال‬
zeval bulmasına karşılık, ‫ِك ِإ َّل َو ْج َه ُه‬
“O’nun Zât’ı müstesna her şey yok olacaktır.”1
ve ‫إل ْك َر ِام‬
ِ ‫ُكلُّ َم ْن َعل َْي َها َفانٍ ۝ َو َي ْب َقى َو ْج ُه َر ِّب َك ذُو ال َْجالَلِ َوا‬
“Arz üzerinde bulunan herkes fenâ bulacak;
ancak senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin
Zât’ı bâki kalacaktır.”2 âyetlerinin ifadesi çerçevesinde her şeyin gidip kendisine dayandığı
beka ve sermediyetin biricik Sultanı demektir.
ez-Zâhiru’l-Bâtın; varlığı mahlukatın varlığından daha açık ve her nesne kendini, kendi cirmi kadar göstermesine mukabil, bütün hususiyetleriyle O’nu ruhlara ve gönüllere duyurması
ölçüsünde bir Zâhir; izzet, azamet ve şiddet-i
zuhurundan ötürü ihata edilemez ve “mâsivâ”
ölçüsünde kavranamaz bir Bâtın’dır.
Evvel-Âhir, Kur’ân’a göre, leyl-nehâr, CennetNâr, mü’minîn-küffâr... gibi mütekabil esmâ ve
mesânîdendir. Zât-ı Ulûhiyet mülâhazaya alınıp
“Evvel” dediğimizde; her şeyden ve herkesten
müstağni, sâbıkı bulunmayan, kıdem tahtının
Sultanı ve varlığı kendinden “Vâcibu’l-Vücud”
َ ‫“ َك‬O evvellerkastedilir. ‫الل َول َْم َيكُ ْن َش ْي ٌء َغ ْي ُر ُه‬
ُ َّ ‫ان‬
den evvel vardı ve beraberinde de hiçbir şey
mevcut değildi.”3 gerçeği, böyle bir evveliyet
ve kıdemi ifade etmektedir. Bazıları bu hadîse
‫ان َعل َْي ِه‬
ٰ ْ ‫“ َو ُه َو‬O şu anda da olduğu gibi
َ ‫ال َن َعلٰ ى َما َك‬
bulunmaktadır.”4 ilâvesini yapmaktadırlar ki,
eğer bu sözle, “O’nun varlığı kendinden ve vacip, eşyanın vücudu ise O’nunla kaim.” demek
ARALIK 2014
546 431
istiyorlarsa bunda bir mahzur olmasa gerek;
yok, var olanın sadece O, varlık ve hâdiselerin
bütünüyle vehim ve hayalden ibaret olduğuَ ْ ‫ َح َقائ ُِق‬gerçeğine
nu iddia ediyorlarsa, 5‫ال ْش َيا ِء َثا ِب َت ٌة‬
zıt böyle bir çarpıklığı kabul etmemiz mümkün
değildir.
O, kendinden başka her şeyden (mâsivâ)
mukaddem bir “Evvel”; her şeyin encam ve
nihayetine hâkim, varı yok yoku da var eden
bir “Âhir”; vücudu varlığın her satır, her kelimesinde netlerden daha net, apaçık okunan
bir Zâhir; her şeyin ötesinde, ötelerin de ötesinde kâinat ve hâdiselerin biricik mercii bir
Bâtın; ama hem evveliyeti hem âhiriyeti, hem
zâhiriyeti hem de bâtıniyeti birbirinden ayrı olmayan bir Evvel u Âhir ve bir Zâhir u Bâtın’dır.
O, evveliyetiyle ezeliyetin ve âhiriyetiyle
lâyezâliyetin biricik sultanıdır. O’nun evveliyetindeki takdirleri, âhiriyette yine O’nun ilmî
planlarına göre zuhur eder, derken her şey bir
inkişaf sürecine girer.
O, kadîm, ezelî bir Evvel; dâim ve sermedî
bir Âhir’dir; hiçbir şey yokken O vardı; sürekli varlık-yokluk arası gel-gitler yaşayan bütün
eşya, fenâ ve zevalle silinip gittikten sonra da
O bâki kalacaktır. Her şey O’ndan gelmekte ve
gidip yine O’na dayanmaktadır; O ise gelmekten-gitmekten münezzeh, herkesin ve her şeyin
biricik penâhıdır.
O’nun varlığı evvelden evvel,
Bu mânânın adı nezdinde ezel.
Yok nihayeti, olmaz O’na hitâm,
Halkeden O’dur, O’nunladır devâm.
Tekmil varlık nezdindeki bir nurdan,
“Ol” dedi, oldu bir ışık billûrdan.
O, ilk halk ve ibdâ ihsanlarıyla Evvel, kullarına merhamet, mağfiret ve hazırladığı ebedî
saadet saraylarıyla da Âhir’dir. Hidayetiyle
Evvel, bu ilk mevhibeye lütfedeceği keremleriyle de Âhir’dir. İbtidasız bir Kadîm u Evvel,
intihasız bir Bâki u Âhir’dir. Kıdem ve ezeliyetiyle mebdei olmayan bir Evvel, ebediyet ve
sermediyetiyle de sonu tasavvur edilmeyen bir
Âhir’dir. Vâcibu’l-Vücud, Vâhid ü Ehad olmasıyla evvellerden Evvel, fenâ ve ademden münezzehiyetiyle de âhirlerden Âhir’dir.
Böyle bir tespit ve kabulün sonucu olarak
ism-i Evvel tecellîsine mazhar bir vicdan, geçmişin derinliklerine dalınca: “Acaba hakkımda
kaderin hükmü ne merkezdedir?” diye düşünür ve endişeyle kıvranır; ism-i Zâhir mazhariyetini düşünüp Cenâb-ı Hakk’ın iman, islâm
ve ihsan gibi lütuflarını mülâhazaya alınca da,
davranışlarının nimetlere şükürle mukabeleden ibaret olduğunu görür ve ümitle oturup
kalkmaya başlar. Keza, ism-i Bâtın tecellîsi ile
muhât bir gönül, kapalı ve müphem binlerce
hâdise karşısında sürekli dehşet ve hayret yaşar; ism-i Âhir menfezlerinden ruhuna sızan
rahmet esintileriyle de telâşlardan, endişelerden kurtulur ve kendini olabildiğine tatlı, sonsuza yönlendirici bir heybet ufkunda bulur.
İsm-i Evvel itibarıyla, görülen-görülmeyen
bütün âlemlerin bir evveli, ism-i Âhir itibarıyla
da bir âhiri vardır. Biz evveliyeti düşününce
hayretler yaşar, âhiriyeti mülâhazaya alınca
da dehşetle ürpeririz. Bilfarz Muhbir‑i Sadık’ın
eşrât-ı saat, kıyamet, Cennet, Cehennem...
gibi âhiriyetle alâkalı beyanları olmasaydı, evveliyeti sessizlik murâkabesine bağladığımız/
bağlayacağımız gibi âhiriyet hakkında da hiçbir
şey söyleyemeyecektik...
O hem Evvel ve Bâtın hem Âhir ve Zâhir’dir.
Ezelden ebede, ilim plânında, taayyün hususiyetinde, ruh seviyesinde ve cisim keyfiyetinde her şey O’na ait, O’na râci; halk, hudûs,
imkân, emir, kudret ve tedbir açısından da
O’nun tasarrufundadır. Evvel O’dur, evveliyeti
de, hüviyet-i Hakk’a nâzırdır ve her şey tecellî
itibarıyla O’ndandır.
Bir nokta içre bunca şuûn Hudâ’dandır,
Bir hardal içre bunca nücûm Hudâ’dandır.
Hakikî vücud zâhir u bâtın Hak’tandır,
Hiç kimse bilemez hem ibtidâ nedir...
(İsmail Hakkı)
Âhir O’dur; seyr u sülûk-i ruhanîde ve urûc-i
umumîde her şey O’na dönmekte ve O’na
dayanmaktadır. Zâhir O’dur; varlık kitabı, eşya
meşheri, kâinat sarayı bütün işaret, alâmet,
âyet ve şahitleriyle O’nu haykırmaktadır. Bâtın
O’dur; melekûtî bütün mertebelerin müntehâsı
O’na bakmaktadır. O’nun ötesi yoktur; bu konuda “öte” diye bir şey de yoktur ve işte bu
nokta öteden beri 6‫اب َق ْو َس ْي ِن َأ ْو َأ ْد ٰنى‬
َ ‫ َق‬hakikatiyle
işaretlenegelmiştir.
Ne var ki O, görüp bildiğimiz hüviyette bir
Zâhir olmadığı gibi bir Bâtın-ı Sırf da değildir.
Aksine O, his, müşâhede, tasavvur ve tahayyül edilemez, münezzeh bir Zâhir olmanın
yanında müteâl bir Bâtın’dır. O’na “Zâhir”
dediğimiz aynı anda “Bâtın” da demezsek,
zât, sıfât ve esmâsına ait bütün hususiyetleri eşya ve hâdiselere vermek zorunda kalırız.
Aksine, “Bâtın” derken de, varlığının delâil
ve şevâhidini görmezlikten gelirsek, dolayısıyla ruh-u küllî mülâhazasına sapmış oluruz. O
hem eşya ve onunla istidlâl açısından hem de
isimlerinin, sıfatlarının tezahür alanı zaviyesinden kâinat kitabının çehresinde okunan bir
Zâhir ve zâhirî duyularla ihsas ve imtisası kabil olmayan münezzeh ve müteâl bir Bâtın’dır.
Âsârında parıldayıp duran izzet ve azametin
göz kamaştıran ihtişamıyla bir Zâhir, nâkâbil-i
idrak hakikat ve hüviyetiyle bâtınlar ötesi bir
Bâtın’dır. Varlığın bağrında görüp müşâhede
ettiğimiz ibdâ, inşâ ve ihsanıyla bir Zâhir, ifnâ
ve imâtesiyle de bir Bâtın’dır. Lütf u ihsanlarının her taraftaki sağanaklarıyla bir Zâhir, perdesiz, hicapsız ulaşılmazlığı ve görüşülmezliğiyle de bir Bâtın’dır. Hâsılı, O hem Evvel hem
Âhir, hem Zâhir hem de Bâtın’dır.
Bazen bu isimler, tecellî alanları itibarıyla,
birleşik noktaları bulununcaya kadar farklılık
arz edebilirler. Hz. Musa ve Hızır vak’ası buna
ARALIK 2014
431 547
iyi bir örnek sayılabilir. Bu iki zâttan biri, vazife ve misyonu icabı birkaç kadem diğerinin
önünde, diğeri de temsil ettiği hizmet açısından
birkaç arşın berikinin ilerisindedir. Bu iki ufuk
insanın muvakkat arkadaşlıkları sayesinde,
esrarlı İlâhî icraatın perde arkası müphemiyetleri giderilince medâr-ı nizâ konuların hemen
bütününde mutabakat sağlanmış; yolculuk
devam etmese de zâhir ve bâtının mutlak
mânâda birbirine zıt olmadığı ortaya çıkmıştır.
Bu konuda şöyle bir yaklaşım da söz konusu olabilir: İsm-i Zâhir ufkunda, her iş ve her
faaliyet bir plan çerçevesinde halktan Hakk’a
doğru cereyan etmektedir. Böyle bir alanın
rehberi için yapılması gerekli olan şey, insanları, insanî melekelerini inkişaf ettirerek alıp
Hakk’a götürmektir. İsm-i Bâtın itibarıyla ise,
Cenâb-ı Hakk’ın öldürme, helâk etme icraatında olduğu gibi, esbâb ve istihkaktan kat-ı nazar, mukarrer ve mukadder olan şeylerin icra
edilmesi söz konusudur. Bu zaviyeden, Hz.
Musa, zâhirî yörüngesi ve bâtınî ufkuyla insanları ukbâ ve rıza-i İlâhîye hazırlamaya memur
bir büyük; Hızır ise, tekvînî ve teşriî emirler
karşısındaki durumu itibarıyla, fakat o emirleri
söz konusu etmeden tıpkı “melekü’l-mevt” gibi
farklı bir buudda her şeyi icraya memur bâtın
eksenli ayrı bir büyüktür. Bunlardan biri, tebliğ
ve temsil rehberi, diğeri de olup bitenlerin
takipçisi gibidir ve kat’iyen birbirlerine zıt değil,
mütemmimdirler.
Zâhir u Bâtın birdir bil ey kardeş;
Evvel-Âhir dahi birbirine eş.
İsm-i Zâhir’in de, ism-i Bâtın’ın da birinci
derecede inkişaf alanları Kitap ve Sünnet;
mahall-i tezahürleri ve tatbik sahaları ise bütün
derinlikleriyle din ve diyanettir. Tekvînî emirler
açısından bir baştan bir başa bütün kâinatlar
ism-i Zâhir’in dili, tercümanı, ziyası ve mahall-i
in’ikâsı; ism-i Bâtın’ın da resm-i nuranîsi, ruhu
ve mânâsıdır.
Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinat,
Hangi harfi yoklasan, mânâsı hep Allah çıkar.
(R. M. Ekrem)
ARALIK 2014
548 431
Teşriî emirler zaviyesinden ism-i Zâhir’in
kıvamı imam ve sultan iledir; ism-i Bâtın’ın
kıvamı ise hakikat âleminin emiri kutup iledir.
Yani sultan-ı zâhir, ism-i Zâhir’in, sultan-ı bâtın
da ism-i Bâtın’ın memerri, meclâsı ve minvechin temsilcisi mahiyetindedir. Zâhir, bâtının bir
tezahürü, bâtın da zâhirin iç ucu ve öteler buududur. Bâtın olan “Kenz-i Mahfî” tecellî yoluyla zuhur etmeseydi, o mukaddes kaynak bilinemez, her taraftaki bu göz kamaştırıcı güzellikler temâşâ edilemez ve ism-i Bâtın ufkundaki
mânâlar da okunamazdı. Bâtın kenzi, zâhirle
soluklandı ve zâhir bâtına müzeyyen bir zarf
َ ‫ال ْمكَ انِ َأ ْب َد ُع م َِّما َك‬
hâline geldi; 7‫ان‬
ِ ْ ‫س فِي‬
َ ‫ ل َْي‬mazmunuyla ifade edilen derin, ziyadar ve ihtişamlı
bir zarf.
Her şey bu kadar net ve bu kadar vâzıh
olduğu hâlde; öteden beri en mâkul ve başka
türlü tevillere de kapalı olan meseleleri dahi
çarpıtmaya çalışan sapık ideolojiler, zâhiri
bâtından ayırarak ve bâtına da garip mânâlar
yükleyerek şer’-i şerifle telifi imkânsız, diyanetin
ruhuna muhalif ve akl-ı selime de ters pek çok
yanlış yorumlar ortaya atmış ve İslâm düşüncesini bulandırmaya çalışmışlardır. Kaynak itibarıyla bu sapık düşünce ve çarpık yorumlar,
büyük ölçüde Yunan felsefesi, Hint düşüncesi,
Hermetizm inancı, Sâbiîn akidesi... gibi eski
mirasın güçlü cereyanlarından kaynaklanmıştı.
Bilerek veya bilmeyerek pek çoğumuz itibarıyla
biz Müslümanlar, hem kalbî hem de ruhî hayatımız itibarıyla bu çarpık ve dahîl düşüncelerin
tesirinde kalarak itikadımız açısından bugüne
kadar bir hayli inhiraf yaşadık... (Devam edecek.)
Dipnotlar
1. Kasas sûresi, 28/88.
2. Rahman sûresi, 55/26-27.
3. Buhârî, bed’ü’l-halk 1, tevhid 22.
4. Bkz.: ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 18/474,
19/344.
5. “Kâinatın varlığı kesindir.” (Ömer en-Nesefî, el-Akâid
s.1)
6. “İki yay aralığı kadar ya da daha yakın.” (Necm
sûresi, 53/9)
7. “Mevcut hilkatten daha bedîi, güzeli ve çarpıcısı olamaz.” (Bkz.: el-Gazzâlî, İhyau ulûmi’d-dîn 4/258)
{
Kanunlar, her zaman, her yerde ve herkes için geçerli;
onların tatbikçileri de hem cesur, hem de âdil olmalıdırlar ki, kitleler,
bir yandan onlar karşısında korku duyarken, diğer yandan da,
bütün bütün güven ve emniyetlerini yitirmesinler.
HÜCREDEKİ
ÇELİK KONSTRÜKSİYON
}
Prof. Dr. Ömer ARİFAĞAOĞLU
B
edenin fonksiyonel en küçük yapıtaşı olan
hücre, devlet gibi mükemmel işleyen bir
organizasyondur. Hücrenin yapısı genelde
kırılgan ve dağılmaya eğilimli malzemelerden oluşur. Meselâ hücre zarının kalınlığı 7–8 mikrondur. Buna rağmen hücreler nasıl oluyor da uzun
süre -hattâ bazıları ömür boyu- kırılmadan, yarılmadan, patlamadan, dağılmadan yaşayabiliyor? Hücreler, dayanıklı binaların inşasında olduğu gibi çelik
konstrüksiyondan mı yapılıyor? Veya vücudun şeklini koruyan, ayakta durmasına ve yürümesine hizmet
eden iskelet sistemi gibi hücrenin de kemiklerden
oluşan bir iskelet sistemi mi var?
Evet, hücrenin de bir iskelet sistemi var. Hücreye şekil veren, onu fizikî tesirlerden korumada görev yapan, hücre iskeletidir (sitoskleton). Fakat burada kullanılan malzeme
ne çelik ne de kemiktir; aminoasitlerden
oluşan proteinlerdir.
Hücrede zarlı yapılar
Sabun köpüğü ile gösteri yapanlar, çok çeşitli ve etkileyici köpükler üretirler. Bu kişiler, köpükleri birbirleriyle temas ettirip ikisini üçünü birleştirip tek
köpük hâline getirebilirler; bir köpüğü ikiye-üçe bölebilirler veya bir insanı köpüğün içine sokabilirler.
Sabun köpüğünden çok daha ince yapıdaki hücre zarlarında ân ve ân yaratılan moleküler seviyedeki
mu’cizevî hâdiselerin bir kısmına göz atalım: Hücre
ARALIK 2014
431 549
iskeleti, hücre zarıyla bir bütün oluşturacak şekilde
yaratılmıştır. Hücre organellerinin (odacıkların) çoğu
zarlardan oluşur veya etrafı zarlarla çevrilidir. Zarlar;
suyun ve suda eriyen maddelerin bir odacıktan diğerine kontrollü geçişinin düzenlenmesinde görevlidir.
Zar proteinlerinin bazıları, suda eriyen maddelerin geçebilmesi için kanal oluşturulmasında kullanılır; bazıları da enzim fonksiyonu görür. Hücredeki organellerin zarları, küçük kimyevî farklılıklar dışında birbirinin aynısıdır. Bundan dolayı, zarlar birbirleriyle temas
ettiğinde, sabun köpükleri gibi, mu’cizevî bir şekilde
birleşir ve tek zar hâline gelebilir. Fakat organellerin
muhteviyatı ve vazifeleri farklı farklı olduğundan, birleşmemeleri gerekir. Aynı malzemeden yapılan çuvallar birbirine dokununca birleşseydi, içine farklı sebzemeyve koyduğumuz çuvallar kamyona yüklendiğinde
veya depoda istiflendiğinde birleşir, içindekiler de
birbirine karışırdı. Bunu önlemek için onların birbirine temas etmeden istiflenmesi ve taşınması gerekirdi.
Böyle bir şey ne kadar zor olurdu değil mi?
Hücreye şekil veren, onu
fizikî tesirlerden korumada
görev yapan, hücre
iskeletidir (sitoskleton).
Fakat burada kullanılan
malzeme ne çelik ne de
kemiktir; aminoasitlerden
oluşan proteinlerdir.
ARALIK 2014
550 431
Hücredeki organel zarları birbirine temas ettiğinde birleşmelerine rağmen, nasıl oluyor da o küçücük
yerde birbirlerine dokunmuyor ve parçalanmıyorlar?
Meselâ, hücre içindeki golgi organeli, birbirine yakın
minik keselerden ibaret zarlı bir yapıdır. Lizozom da
yuvarlak minik zarlı bir keseden ibarettir. Golgi ile
lizozom kesecikleri birbirleriyle temas ederlerse, lizozom içindeki parçalayıcı enzimler, golgi organeline
boşalır ve onu parçalar. İlâhî Kudret’in her ân tecellisiyle hücre içinde organeller birbirlerine dokunmaz.
İşte hücrenin çelik konstrüksiyonu görevini yapan
mikrotübüller (tüpçük şeklinde iskelet proteinleri),
hücre içine dağıtılmış organellerin sabit konumda
tutulmasında ve birbirlerine temas etmemesinde rol
oynar.
Ektoplâzma-endoplâzma
Hücrenin dış zarı çok ince ve akışkan mahiyette yaratılmıştır. Bu yüzden ilk bakışta kolayca yırtılması
beklenir. Böyle bir durum hücrenin ölümüne yol
açar. Peki, bebeğin doğumundan ölümüne kadar
yaşayabilen sinir ve kas hücrelerinin zarları nasıl bu
kadar uzun süre hayatlarını devam ettirebilmektedir?
Zar katı kristal bir yapıda olsaydı, hücre hemen kırılıp ölecekti. Akışkan olması ve fizikî stres şartlarına
dayanıklı olması açık bir yaratılış mu’cizesidir. Hücrenin akışkan özellikteki zarı çok sağlam yaratıldığından ömür boyu yırtılmadan kalabilmektedir.
Hücre-içi iskelet proteinleri hem hücre zarının
iç bölgesindeki sıvı kısımda (sitoplazma) hem de
zar kısmında bulunur. Bu şekilde, birbirleriyle çelik
konstrüksiyon gibi bağlantılı bir örgü motifi oluşturulur. Hücre zarının içe bakan tarafına çoğunlukla
aktinden oluşan ipliksi proteinler (mikroflamentler)
yerleştirilmiştir. Bunlar çok ince, hassas ve kolayca
yırtılabilir akışkan mahiyette yaratılmış hücre zarına
yarı katı bir destek sağlar. Bu tabakaya hücre kabuğu (korteks) veya dış sitoplazma (ektoplâzma) denir.
Kabuk ile hücre çekirdeği (nükleus) arasındaki daha
akışkan kısım ise iç sitoplâzmadır (endoplâzma).
Hücre zarının katı kristal değil, akışkan olması,
ona müthiş bir esneklik ve sağlamlık sağlar. Hayalen
bir hücreyi iki parmağımızın arasına alalım ve sıkıştıralım. Hücreye bir şey olmaz. Bırakıldığında normal hâlini alır. Çünkü zara bitişik kabuk kısmındaki
iç iskeleti oluşturan çelik konstrüksiyon proteinleri
esneyebilmekte; ama asla kırılmamaktadır. Uzama
veya kısalmalara esneklikleriyle cevap vererek yırtılmadan eski şekillerini alabilmektedir.
Hücrede trafik
Kesecik (vezikül) ve borucuklardan (tübül) yaratılmış
organeller hücre içi iskelet proteinlerinin ağ yapısı
üzerinde konumlandırılmıştır. Böylece birbirlerine
dokunmaları engellenir. Hücre içinde madde nakli,
keseciklerle yapıldığından inanılmaz yoğunlukta bir
Mikrotübül
Hücrenin çelik konstrüksiyonu görevini yapan mikrotübüller (tüpçük şeklinde iskelet proteinleri), hücre içine dağıtılmış organellerin sabit konumda tutulmasında
ve birbirlerine temas etmemesinde rol oynar.
kargo hareketi vardır. Meselâ, endoplâzmik retikulumda üretilen protein, yağ ve şeker maddeleri kesecikler içinde önce golgiye taşınır ve burada işlemden geçirilir. Nihai ürünler kesecikler hâlinde tekrar
sitoplâzmaya verilir. Bu kesecikler hücrenin dış zarına doğru yürütülerek salgı maddesi şeklinde hücre
dışına çıkarılır.
Proteinler, bakteriler ve ölü hücreler keselenerek
pinositoz veya fagositoz denen hâdiseyle hücrenin
içine alınır. Bu keseler de yürütülerek lizozomlar ile
temas ettirilir. Lizozomların içindeki enzimler, bu yürütülen keselerin içine boşaltılır. Enzimler proteinleri
parçalar, bakterileri parçalayarak öldürür, ölü hücre
artıklarını da parçalayarak temizler.
Keseciklerin yürütülmesi esnasında başka keseciklerle hücre-içi trafik kazaları olur mu? Eğer kesecikler birbirlerine dokunurlarsa zarları birleşerek
iki kesecik tek kesecik hâline gelir ki, bu, hücrenin
hayatiyeti için ciddi tehdittir ve ölümle neticelenir.
Kesecikler yürütülürken kullandıkları güzergâh bellidir. Asla çarpışma olmaz. Adeta hücre-içi iskelet
proteinlerinden inşa edilen raylı sistem kullanılır.
Kesecikler çelik konstrüksiyonu oluşturan mikroborular üzerinden hareket ettirilir. Bu durumda
hücrenin üç boyutlu uzayında keseciklerin teleferik
sistemindeki gibi rayların üzerinde her tarafa gelip
gittikleri ama asla trafik kazalarına sebebiyet vermedikleri söylenebilir.
Hücre içinde yollar sabit değildir. İhtiyaç olunca keseciklerin hareketine uygun hemen yeni raylar
(mikrotübüller) oluşturulur ve görev tamamlandıktan sonra ânında parçalanarak ortadan kaldırılır.
Netice olarak; nano ölçekte en mükemmel hâdi­
seler, insanı aciz bırakan mu’cizeler, en küçük canlı
birimi olan hücrelerde gerçekleştirilir. İdeolojik evrim
inancı önce hücrenin kendi kendine, tesadüflerle veya
sebeplerle ortaya çıktığını, daha sonra da o ilk hücreden bitkilerin, hayvanların ve insanın teşekkül ettiğini kabul eder. Peki, trafik kazasının olmadığı hücre
devletinde borucuklardan ve iplikçiklerden oluşan
bu çok mükemmel ve sağlam iskeletin
oluşumunu tesadüflere havale etmek ne
kadar aklî, ilmî ve vicdanîdir?
[email protected]
ARALIK 2014
431 551
Gönüllüler
Hareketi
Mehmet Ali ŞENGÜL
G
ünümüz dünyasında ortalığı karıştırmak,
yangın çıkarmak, fesat yuvaları oluşturmak, devletleri, milletleri birbirine düşürmek, ortalığı kana bulamak isteyen
zihniyetler var. Bunlar şu âyetlere keşke bir kulak verebilseler, kimliklerini öğrenip kavrayabilseler: “Ey
insanlar! Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da eşini
yaratıp o ikisinden birçok kadınlar ve erkekler türeten
Rabb’inize karşı gelmekten sakının.” (Nisa Sûresi–1)
“Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkekle kadından yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık.
Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten
en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi bilmektedir, her
şeyden haberdardır.” (Hucurat–13)
Cenâb-ı Hakk (celle celâluhu) bu âyetlerde, bütün insanların tek anne-babadan türediğini buyurmaktadır. Bu açıdan, insana Allah’ın (celle celâluhu)
muhteşem bir sanatı, varlıkların en mükemmeli ve
mahlûkatın en eşreflisi nazarıyla bakılmalıdır. Bunun içindir ki, insanlar, kardeşçe yaşama ortamı hazırlamalı, aile ve toplumun huzur, güven ve emniyetinin teminatçısı olmalıdır.
ARALIK 2014
552 431
Bunun gerçekleşmesi, evvelâ gönüllerde bu ruhun
oluşmasıyla başlar. Çekirdeğin meyveye dönüşürken
geçirdiği safhalar gibi, insanın da, insan-ı kâmil mertebesine ulaşması, dünyaya neden geldiğinin farkında
olmasıyla, aslî vazifelerinin ne olduğunun şuuruna
ermesiyle ve kendisi için talep ettiği şeyleri başkaları
adına da istemesiyle mümkün olacaktır.
Hasbî ruhların ve gönüllüler hareketinin oluşturduğu eğitim yuvaları, sevgi okulları işte bu niyet
ve gayretle çalışmaktadır. Sevgi kahramanları, muhabbet fedâileri ve ışık süvarileri, bugün dünyanın
en çok muhtaç olduğu huzur, güven ve emniyetin
umumî olarak tesisi için hiçbir karşılık beklemeden
çaba sarf etmektedir.
Eğitim ve hayır işlerini maddî-mânevî omuzlayan her kesimden insan, bu şerefli vazifeyi büyük
bir fedakârlıkla, ibadet neşvesi içinde gerçekleştirmektedir. Onlar, salgın hastalıkların, iç savaşların,
terörist faaliyetlerin, fakirlik ve yoksulluğun ortalığı
kasıp kavurduğu hiç tanımadıkları ülkelere anne-babalarını, güzel ülkelerini, rahat ve huzurlarını terk
ederek hizmet için gitmekte; bu zahmetlere Allah’ın
rızası, insanlığın dünya ve Âhiret mutluluğu için katlanmaktadır.
Bu hizmet, ülkemizi diğer devletlere tanıtma adına da çok ciddi vazifeler yapmaktadır. Ülkemiz ve
insanımız aleyhinde karalama kampanyası yapanlar
karşısında, asıl hüviyetimizi tanıtmakta, ülkemiz için
de gönüllü elçilik rolü yaparak, hizmet sunmaktadır.
Dünyanın değişik yerlerinde, rengi, dili, dini,
kültürü, gelenek ve görenekleri farklı ülkelerde faaliyet gösteren okullarda, bugüne kadar yüz kızartıcı
bir suç görülmemiştir. Aksine, adanmış ruhlar güzel
tavır ve ahlâklarıyla kabul görmüşlerdir. Bundandır
ki, aileler, ciğerpare yavrularını bu okullara verme
yarışına girmişlerdir.
Bugün dünyanın İslâmiyet’e, İslâm’ın da model
insana, tavır ve davranışlarıyla güven, emniyet telkin eden insana ihtiyacı var. Dünyada külfetsiz nimet
yok, böyle bir nesil gökten zembille inmedi. Bin bir
zorluk ve sıkıntılarla yetişti ve yetişmektedir.
Bu fedakâr ve hasbî nesil, zaman zaman haksız
yere zan altında tutulsa da, güçlerini ve vakarlı duruşlarını ‘güzel ahlâkları’ndan alarak vazifelerine devam etmektedir.
Gün gelecek ‘Türkçe’ dünya dili olacak. İnsanlar bizim şiirlerimizi, hikâyelerimizi, romanlarımızı,
hattâ tefsirlerimizi Türkçe okuyacaklar inşallah. Bu
ne güzel bir netice, ne büyük bir lütuftur.
Dünyaya yayılan, gittikleri yerlerde okullar açan
bu fedakâr ve kahraman nesiller, oralara menfaat,
makam mevki için gitmediler; yeryüzünde insanca
yaşama, Allah’ın (celle celâluhu) nimetlerini kardeşçe paylaşma, insanları sevgiyle bağırlarına basma
niyetiyle gittiler. Her türlü sıkıntıya bunun için katlandılar ve katlanmaktadırlar.
Bu insanlara kimi inanır, saygı duyar; kimi onları
sempatiyle karşılar, kimi de ‘Onların kimseye zararı
yok, aksine onlar çok faydalı işler yapıyorlar, ilişmeyin.’ der. Böylece hizmetler karşısında iradelerini ortaya koyarlar.
Biz, bize düşeni yapalım, vesileleri, vasıtaları ve
güzel neticeleri yaratacak olan Rabb’imizdir (celle
celâluhu). Her şeye hükmedecek olan O’dur (celle
celâluhu). O (celle celâluhu), murad buyurursa bütün
kalblere hükmeder. Yeter ki bizler huzur,
güven ve emniyeti temsil etmek suretiyle
dünyada umumî barışı temin etmeye var
gücümüzle gayret gösterelim.
[email protected]
İnsanımıza hizmeti hedef almadan yaşanan
bir hayatın, içinde bin bir ihtirasın kol gezdiği
vahşilerin hayatından farkı ne?
***
Doğruluk ve hak istikametindeki her hareketi
alkışlamak, hakka karşı saygılı olmanın
ifadesidir. Hakkı sadece kendi meslek ve
meşreplerine münhasır görenler, inanın, çok
geçmeden kendi kendileriyle yapayalnız
kalacakları gibi, hak telâkkisinde de
hep değişip duracak ve kat’iyen istikrara
ulaşamayacaklardır.
***
Hizmet insanı, gönül verdiği dâvâ uğrunda
kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli
ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her
şeyi sahibine verecek kadar olgun ve Yüce
Yaratıcı’ya karşı edepli ve saygılı.. hizmet
adına her ses ve soluğu zikir ve tespih, her ferdi
mübeccel ve aziz bilip, muvaffakiyetlerinden
ötürü alkışlayacağı kimseleri de,
putlaştırmayacak kadar Rabb’in iradesine
inanmış ve dengeli.. ortada kalmış herhangi bir
iş için herkesten evvel kendini mes’ûl ve vazifeli
addedip, hakkı tutup kaldırmada, yardıma
koşan herkese karşı hürmetkâr ve insaflı..
müesseseleri yıkılıp plânları bozulduğu ve
birliği dağılıp kuvvetleri târumâr olduğunda
fevkalâde inançlı ve ümitli; yeniden kanatlanıp
zirvelerde pervaz ettiği zaman da mütevâzi ve
müsamahalı.. bu yolun sarp ve yokuş olduğunu
baştan kabul edecek kadar rasyonel ve basiretli;
önünü kesen cehennemden çukurlar dahi
olsa, geçilebileceğine inanmış ve himmetli..
uğruna baş koyduğu dâvânın kara sevdalısı
olarak, cânı-cânânı feda edecek kadar vefalı ve
geçtiği bu şeylerin hiçbirini bir daha hatırına
getirmeyecek kadar da gönül eri ve hasbî
olmalıdır.
***
ARALIK 2014
431 553
Prof. Dr. Salim AYDÜZ
554 431
İ
slâm tarihinin ilk iki asrında, Müslüman Arapların hiç şüphesiz kendilerine has savaş kültürleri ve bu mevzuda belli seviyeye ulaşmış
tarihî birikimleri bulunmaktaydı. İslâm medeniyetinde yaşamış olan savaş sanatı ustaları ve
askerî uzmanlar, kendilerinden önceki medeniyetlerin birikimlerinden de istifade ederek bu konularda
yeni yaklaşımlar sergilemiş ve orijinal eserler ortaya
koymuşlardır. Bilhassa daha ilk asırlardan itibaren
savaş sanatı, fürûsiye (at yetiştirme ve binicilik) vb.
konularda orijinal eserler kaleme alınmıştır. Hususiyle Memlûkler devri, bu konuda dikkat çekicidir.1
Bunda, Türklerin Orta Asya’dan taşıdıkları savaş tecrübeleri ve bilgileriyle Haçlı Seferleri neticesi ortaya
konan bazı tekniklerin yanısıra ateşli silâhların gelişmeye başlaması da tesirli olmuştur.2
Savaş sanatı literatürü olarak Memlûkler döneminde yaşamış Hasan er-Remmâh (öl. 1295), Murzâ
et-Tarsûsî (öl. 1193), İbnü’l-Baytar (1197–1248), Tayboğa (1394–5), Utarid b. Muhammed el-Hasîb (öl.
821), Abdurrahman b. Ahmed et-Taberî (10. asır),
İbn Erenboğa Zerdkâş (öl. 1373’ten sonra) gibi müelliflerin eserleri son derece mühimdir. Memlûk döne-
mi savaş sanatı uzmanlarından olan, yazdığı eserlere
göre avcılığı, savaş sanatını ve silâhları çok iyi bildiği
anlaşılan ve bu alanlarda mühim eserler kaleme almış Muhammed b. Mahmûd b. Menglî de hayatı ve
eserleri incelenmeye değer bir isimdir.
İbn Menglî’nin hayatı
1300–1306 arasında doğduğu tahmin edilen İbn
Menglî çok iyi bir dinî ve askerî eğitim almış, bilhassa Kur’ân, hadîs, İslâm tarihi, şiir, edebiyat ve
dil konularında iyi yetişmiştir. Arapça, Farsça ve
Türkçenin yanı sıra Yunanca da bilir. Ailesi aslen
Türkistan’dan Mısır’a gelmiştir. Kıpçak olma ihtimali
yüksek olmakla birlikte Tatar veya Kırgız olma ihtimali de bulunmaktadır.3 Memlûklerin Bahrî Hanedanı4 devrinde (1250-1381) yaşamış, el-Melikü’n-Nâsır
Muhammed’in üçüncü saltanatı döneminde (1309–
1341) henüz küçük yaştayken, emirlerin çocuklarından oluşan ve evlâdü’n-nâs adı verilen askerî sınıfa
girmeyi başarmıştır. Daha sonra Sultan Melikü’lEşref’in (1362–77) özel muhafız kuvvetleri arasında
yer almış ve nakîbü’l-ceyş olarak tayin edilmiştir. Seksen yaşlarında iken vefat etmiştir (1382 civarı).
İslâm medeniyetinde yaşamış olan savaş sanatı ustaları ve askerî uzmanlar, kendilerinden önceki medeniyetlerin birikimlerinden de istifade ederek bu konularda
yeni yaklaşımlar sergilemiş ve orijinal eserler ortaya koymuşlardır.
ARALIK 2014
431 555
İbn Menglî’nin el-Ahkāmü’l-mülûkiyye fī fenni’l-kitâl fi’l-bahr ve’d-davâbiti’nnâmûsiyye adlı eseri 1376’da yazılmış olup denizlerdeki savaş usûllerinden ve bu
savaşlarda kullanılan silâhlardan, savaş esnasında yaralanan askerlerin tedavilerinden vs. bahseder.
Babası tarafından çok genç yaşta Memlûk askerî
eğitimi için Kahire’ye getirilen İbn Menglî, burada
Bahriye birliklerinde, Sultan Kalavun zamanında
eğitim almıştır. Askerlik sanatı ile kara ve deniz savaşları konularında çok geniş bilgi sahibidir. Eserlerinde ve şahsında, savaş sanatını âdâb ve ahlâk
ile çok iyi meczetmiştir. Melikü’l-Eşref Şaban zamanında ecnâdu’l-halaka denilen sultanı ve ailesini
korumakla görevli kırk kişiden oluşan seçkin askerî
topluluğun başına gelerek mukaddem tabir edilen
yüksek bir rütbeyi elde etmiştir. Çok yakın dostu
olan Selahaddin Halil b. Arrâm’ın 1371’de görevinden uzaklaştırılıp sürgüne yollanmasından ve daha
sonra Sultan Eşref Şaban’ın 1377’de öldürülmesinin
akabinde uzlete çekilmiş ve ölümüne kadar sakin bir
hayat yaşayarak hiçbir şeye müdâhil olmamıştır.
Eserleri
İbn Menglî eserlerinde sık sık âyet ve hadîs-i şerîflere
atıflarda bulunur. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) savaşlarını konu alan ve megâzî adı
verilen anekdotlara da yer vererek bunları kendi çağındaki savaş taktikleri ve gelenekleriyle karşılaştırır.
Döneminin kayda değer siyasî ve askerî hâdiseleriyle
ilgili çok önemli bilgiler veren İbn Menglî, kendi fikirlerini ifade etmenin yanı sıra daha önceki müelliflerin yazdıklarına da yer verir ve bunları kendine mâl
etmekten özenle kaçınır.
İbn Menglî’nin 1364–1378 arasında telif ettiği toplam on dört eseri tespit edilmiştir: Bunların başında gelen Kitâbü’t-Tedbîrâti’s-sultâniyye fî siyâseti’ssın’ati’l-harbiyye, savaş sanatı konusunda muhtasar
olarak hazırlanmış bir eserdir. Farklı durumlarda
uygulanabilecek savaş taktikleri, savaşa hazırlık konuları, kale ve tabya yapımları, çeşitli silâhlar ve kullanımları gibi konulardan bahseder. Pençgân isimli
bir kerede beş ok birden atabilen ilginç bir yay ile
savaşlarda kullanılacak atlar için hazırlanmış özel
zırlar (tecfâf) da eserde konu edilir.
İbn Menglî, zafer kazanmak ve muvaffak olabilmek için Allah’a (celle celâluhu) muhakkak itimat
etmek ve dayanmak lazım geldiğini belirtir. Bundan
dolayı miğferler, silâhlar, kaleler, hattâ yumurtaların bile üzerine yazılacak âyet-i kerîme ve hadîs-i
şerîfleri, Allah’ın okunacak isimlerini, duaları ve
âyetleri burada ele alır.
İbn Menglî ayrıca, içine neft diye bahsettiği petARALIK 2014
556 431
rol konulan yanar okların nasıl yapılacağını anlatır.
Buna göre, yangın çıkarmak için kullanılacak olan
okların yapımında kibrit, neft, pamuk, saman, kepek vs. muhtelif maddeler kullanılmalıdır. Dikkatlice karıştırılan mevzubahis maddeler, toz hâline getirilip okun ucuna sarıldıktan sonra etrafına bir bez
sıkı bir şekilde dolanır. Ok, ucu yakıldıktan sonra
hedefe doğru fırlatılır. Ucu yakılmış olan okun alevi,
rüzgârın da tesiriyle giderek büyür ve vardığı yerde
ciddi tahribata yol açar.
Müellif eserinde “yakıcı aynalar”dan da (“elmerâî’l-muhrika”) bahseder. Savaşlarda çok verimli
şekilde kullanılabilecek olan bu aynalar, çok tehlikeli
oldukları için “esrâri’l-mülûk”tur, yani sırları sadece
sultanlar tarafından bilinmelidir. Askerî sırların korunması açısından halkın bunları bilmemesi gerekir.
Çünkü, sadece bir kişi bile hayli uzak mesafeden bu
çukur aynalar vasıtasıyla bir şehri yakabilir.
Savaş taktikleriyle ilgili zaman zaman Kur’ân-ı
Kerîm’den ilham alan müellif, savaşta hücum önceliği ile alâkalı olarak Hz. Musa’nın (as) sihirbazlarla
yapmış olduğu karşılaşmayı anlatan âyetleri misâl
verir. İbn Menglî, A’raf Sûresi’nde (115-6) bulunan
“(Sihirbazlar), “…Ey Mûsâ!” Ya önce sen at, ya da
önce atanlar biz olalım” dediler. (Mûsâ), “Siz atın”
dedi. Bunun üzerine onlar (ellerindekini) atınca insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar. Büyük bir sihir yaptılar…” mealindeki âyetlerden ilham
alarak, savaş esnasında düşmana hemen saldırmayıp ilk olarak düşmanın kendilerine saldırmasının
beklenmesi lazım geldiğini belirtir.
İbn Menglî, yine savaşta hücum zamanı ile ilgili
taktiklerden bahsederken Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı
âyetlerden istifade eder. A’raf Sûresi’ndeki (97-98)
“…Memleketlerin halkları geceleyin uyurken kendilerine azabımızın gelmesinden emin mi oldular? Ya da
o memleketlerin halkları kuşluk vakti gülüp oynarken
kendilerine azabımızın gelmesinden emin mi oldular?”
mealindeki âyetleri zikrederek düşmana gece uyurlarken veya kuşluk vakti saldırılmasının en münasip
zaman olduğunu ifade eder.
İbn Menglî’nin 1362–1370 yıllarında telif ettiği
el-Edilletü’r-resmiyye fi’t-tecâbi’l-harbiyye adlı eseri
ise, bir askerî el kitabı olup Avrupalıların, Yunanlıların, Türklerin ve Arapların askerî sistemleri, kale ve
istihkâm yapımlarını incelemektedir. Eserde ayrıca
bazı savaş taktikleri ile ilgili anlatım ve çizimler de
Kitâbü’t-Tedbîrâti’s-sultâniyye fî siyâseti’s-sın’ati’l-harbiyye’nin kapak sayfası.
Kitâbü’t-Tedbîrâti’s-sultâniyye fî siyâseti’s-sın’ati’l-harbiyye’nin başlangıç sayfası.
Kitâbü’t-Tedbîrâti’s-sultâniyye fî siyâseti’s-sın’ati’l-harbiyye’nin ferağ kaydı sayfası.
bulunur. İbn Menglî, bu eserinde de yangın çıkartan
oklardan ve toplardan da bahseder. Eserde âyet ve
hadîslerin yanısıra, ilmî ve ahlâkî sözler de yer almaktadır.
İbn Menglî’nin diğer meşhur eseri olan Ünsü’lmelâ bi-vahşi’l-felâ avcılık ve vahşi hayvanlar hakkında olup, yetmiş yaşlarında olduğunu ifade ettiği
1371–72 yılında tamamlamıştır. Eser, gerek Batı’da
gerekse İslâm dünyasında çok ilgi çekmiş olup ikisi
Fransızca çeviri, diğeri Arapça edisyon-kritik olmak
üzere üç defa neşredilmiştir.
İbn Menglî’nin el-Ahkâmü’l-mülûkiyye fî fenni’lkitâl fi’l-bahr ve’d-davâbiti’n-nâmûsiyye adlı eseri
1376’da yazılmış olup denizlerdeki savaş usûllerinden
ve bu savaşlarda kullanılan silâhlardan, savaş esnasında yaralanan askerlerin tedavilerinden vs. bahseder. Eserde bilhassa Yunan/Rum Ateşi/Grejuva
olarak bilinen petrol silâhından da bahseder ve neft
olarak isimlendirir. Eserde büyük manevra kabiliyetine sahip, ateşli oklar atabilen ve büyük gemileri bile
batırabilen küçük gemilerden de bahsedilir.
Netice olarak, İslâm medeniyetinde savaş sanatı
ve askerî teknoloji konularında Hicrî 2. (Miladî 8.)
asırdan itibaren hatırı sayılır bir literatür ortaya konmuştur. Bunlardan anlaşılmaktadır ki, İslâm dünyasında askerî teknoloji, bilhassa 12–13. asırlarda, Haçlılara ve Moğollara karşı yapılan savunmalara bağlı
olarak hızlı bir gelişme kaydetmiştir. Bu durum, ağır
ok ve cisimleri çok uzağa atabilen büyük mancınık
ve arbaletler gibi silâhlarla ateşli silâhların icat edilmesinden de anlaşılır. Bu yeni silâhlar, daha sonra
Avrupa’da ve Çin’de kullanılmaya başlanmıştır.5
[email protected]
Dipnotlar
1. Abdurrahman Zaki, el-Ceyş el-Misrî, fi el-‘Asr el-İslâmî, Kahire 1970; Hassanein Rabie, “The Training of the Mamlûk
Fâris”, War, Technology and Society in the. Middle East, ed.
V. J. Parry, London: Oxford University Press, 1975, s. 153-162.
2. Salim Aydüz, “Ateşli Silâhlarla İlgili Türkçe Matbu Eserler
Bibliyografya Denemesi (1727-1928), Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları, 5 (Mart 2004), 259-309.
3. Gerhard Zoppoth, “Muhammad ibn Mängli, Ein ägyptischer
Offizier und Schriftsteller des 14. Jh.s”, Wiener Zeitschrift
für die Kunde des Morgenlandes, 53. band, (Viyana, 1957), s.
288-299; Asri Çubukçu, “İbn Menglî”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1999, XX, 182-3.
Kitâbü’t-Tedbîrâti’s-sultâniyye fî siyâseti’s-sın’ati’l-harbiyye’nin ilm-i cifrden bahseden sayfaları.
4. İsmail Yiğit, “Memlûkler”, DİA, Ankara: Türkiye Diyanet
Vakfı, 2004, XXIX, 90-97.
5. S. Aydüz, Osmanlı Devleti’nde Tophâne-i Âmire ve Top Döküm Teknolojisi, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2006; Osmanlı silahlarının Çin’de
yayılması ile ilgili olarak bkz. Giray Fidan,
Kanuni devrinde Çin’de Osmanlı tüfeği ve
Osmanlılar, İstanbul: Yeditepe Yayınevi,
2011.
431 557
Matematik ve Geometri–8
Tabiat, Madde ve
Uzay’daki Matematik
H
Prof. Dr. Arif SARSILMAZ
er biri ayrı bir sanat harikası olan yeryüzündeki varlıkların ortaklaşa teşkil ettikleri tabloya “tabiat” diyoruz. Tabiatın
mükemmelliğinin göstergelerinden birisi şudur: Tabiatta hiçbir şey asla boşa harcanmamakta, israf edilmemekte; herhangi bir varlık değişiklik
geçirse ve başka bir forma inkılâp etse bile kıyamete
kadar varlığını devam ettirmektedir.
Canlı cansız, gözle görülüp, elle tutulan her şey,
madde olarak bilinen aslî ve temel unsurlardan yapılmıştır. Maddenin arkasında, onun var olmasına izin
veren Allah’ın sonsuz ilmi ve iradesi mevcuttur. Maddenin yapısını teşkil eden atomların mahiyetindeki enerji
de, varlıklarda ortaya çıkan her türlü faaliyetin temel
kaynağı olarak atomların yapısına derç edilmiştir.
Kimyevî elementler
Modern kimya (kimyevî elementler, kimyevî terkipler ve
karışımlar); klâsik dört unsurun (toprak, hava, su, ateş)
Ortaçağ’a ait İslâmî ve Yunanî modellerinden geliştirilmiştir. Modern zamanın fizikî madde düşüncesi, suyun
içerisinden elektrik akımı geçirilmesiyle, hidrojen ve
oksijen moleküllerine ayrışması ile değişmiştir. Bundan
sonra, maddenin mümkün olan en küçük birimini bulmak, bilim adamları için bir takıntı hâline gelmiştir.
Moleküllerin atomlardan meydana geldiğinin
keşfinden sonra, bu atomlar, “kimyevî elementler”
olarak adlandırıldı. Daha sonra, atomların da proton,
nötron, elektron, nötrino ve muonlar olarak isimlendirilen “element parçacıklarının” toplamından meydana geldiği bulundu. Bu küçük parçacıkları bir arada
tutan atom altı kuvveti kırmak için gereken enerji
miktarı olağanüstü çoktur. Atomun yapısı ve modeli
hakkında en iddialı görüşleri ileri süren Danimarkalı
fizikçi Niels Bohr’un: “Gerçek diye adlandırdığımız
her şey, gerçek olduğunu düşünemeyeceğimiz şeylerden meydana gelmiştir.” şeklindeki ifadesi, maddenin mahiyeti ve maddenin ötesi hakkında daha sonra yapılacak keşifler için de geçerli olacak önemli bir
hususu özetlemektedir.
ARALIK 2014
558 431
Elementler dünyasında matematiğin mükemmelliğini önce 9 rakamının enteresanlığında müşahede
edebiliriz:
Kararlı kimyevî elementlerin sayısı 9 x 9 = 81
Sun’î olarak sentezlenebilen kimyevî elementleri
hâriç tutarsak 81 adet kararlı element vardır.
81 = 3 x 3 x 3 x 3 = 3’ün 4. kuvveti = 9 x 9
Ayrıca, 1/81= 0.0012345679012345679012345679…
şeklinde 8 rakamını dışarıda bırakarak yukarı doğru devam eden bir kesirdir.
Alman bilim adamı Peter Plichta, Cosmik Cross
adlı eserinde, 81 elementin ve onların atom numaralarının karşılıklı olarak birbiri ile bağlantılı olduğu ve
tabiatın onluk sistemlere göre organize edildiği (on
parmağımızın olması gibi) neticesine varmıştır. Ay
ve Dünya’yı dual gezegenler olarak düşünen Plichta,
suyun hareketlerinin Ay’ın tesirinde olduğunu belirtmiş, Dünya ve Ay’ın kütlesi arasındaki oranın da 1:81
olduğunu söylemiştir.
Yengeç nebulası
NASA’nın Hubble Uzay Teleskopu tarafından çekilen
en büyük mozaik görüntülerden birisi, bir yıldızın
1054 tarihli süpernovasının genişleyen (altı ışık yılı)
Şekil-1: Yengeç Nebulası
Şekil-2: Beş farklı elementin atom yapısı
Hidrojen
Helyum
Karbon
kalıntılarına aittir. Görüntüdeki renkler, patlama sırasında etrafa saçılan farklı elementlere aittir. Nebulanın dış kısmındaki mavi çizgiler nötr oksijeni; yeşil, tek başına iyonize olmuş kükürdü; turuncu, ana
element olarak hidrojeni (yıldızın kalıntıları); kırmızı
ise, iyonize olmuş +2 değerlikli oksijeni göstermektedir. Şekil-1’e dikkatli bakıldığında elektron izlerinin
fraktal yapısı görülmektedir.
İçteki mavi ışık, merkezi etrafında kıvrılarak dönen nötron yıldızın manyetik alanı etrafında neredeyse ışık hızında dönen elektronlardan meydana
gelmektedir. Daha çok bir ışık evinde dönen ışık demetine benzeyen yıldız, bir saniyede 30 kez atım yapar gibi görünen ikiz radyasyon demeti yaymaktadır.
Atom seviyesinde maddenin fıtratındaki nizâm ve âhenk
Kalsiyum
Moliboden
irade olmadığına göre, onları belli kanunlara göre
yöneten, sonsuz ilim ve irade sahibi Allah’tan (celle
celâluhu) başka kim olabilir?
Atomların hareketlerine dâir kanunlarda da bir
matematik ve geometri vardır. Meselâ basit çizimler
olarak örneklerini verdiğimiz hidrojen, helyum, karbon, kalsiyum ve molibden atomlarına bakalım ve
bunlardaki geometriyi tefekkür edelim. (Şekil-2)
Bu beş farklı atomdaki elektron yörüngelerinin
tesadüfî ve gelişigüzel olduğunu kim iddia edebilir?
Bir merkezin etrafında elektron yörünge dairelerinin
her birindeki mesafelerin ayarlanması için gerekli itme ve çekme kanunları ile parçacıkların hızları
kendi kendine ayarlanabilir mi? En basit atom olan
hidrojen, bir çekirdek etrafında dönen tek bir elektron ile ilk yaratılan ve en yaygın elementtir. Diğer elementlerin hidrojenden itibaren giderek ağırlaşarak
ve yörünge sayıları artırılarak yaratılmış oldukları
düşünülmektedir.
Atom dendiğinde, şuursuz, başıboş dönen parçacıklar topluluğu akla gelir. Atomların bakır, demir, oksijen, karbon veya kurşun olacağına kim, nasıl karar
veriyor? Proton, nötron ve elektron sayılarının artmaKimyevî elementlerin yaratılış plânındaki nizâm
sıyla veya eksilmesiyle farklı atomların yaratılması,
Elementlerin en çok bilinen organizasyon şekli olan
atomun içindeki çekim güçlerinin ayarlanması nasıl
periyodik cetvel, ders kitaplarımızda veya sınıflarıoluyor? Farklı atomlar bir araya gelerek yeni terkipmızın duvarlarında sergilenmektedir. Elementlerin
lere hangi yollarla vesile
atom yapılarındaki düzea.
oluyor? Bu terkipler şeker,
ni daha fazla nazara veEn çok kullanılan şekliyle periyodik
protein, yağ ve vitamin
ren ve atomlar arasındaki
tablo.
olarak bedenimizin gerekli
münasebetleri daha açık
olan yerlerine nasıl göndeortaya koyan spiral veya
riliyor? Bütün bu soruların
dairevî şekillerde hazırcevabını, atomda olduğulanmış gruplanmalar, tanu vehmettiğimiz gizli bir
biatın nasıl bir matemaakla ve şuura verebilir mitik sergilediğini gösteren
yiz? Atomlarda böyle bir
açık resimlerdir. (Şekil-3)
b. Spiral şekilli periyodik tablo
(Çizim: Jan Scholten).
c. Dairevî şekilli
periyodik tablo.
ARALIK 2014
Şekil-3. Periyodik cetvelin farklı şekillerde gösterimi.
431 559
Şekil-4
Şekil-6: Venüs’ün aynı pozisyona geri dönmesinin yaklaşık
geçiş zamanı içerisinde, Merkür’ün yörüngesinin 7 yıllık,
Venüs’ün yörüngesinin 8 yıllık yollarını gösteren şekle bakarsak, bunun küllî bir ilim Sahibi'nin eseri olduğu anlaşılır.
Güneş
Ay
Dünya
Tycho Brahe’nin yer merkezli sisteminin temelleri
Tycho Brahe (16. yüzyılın sonları), Kopernik
Sistemi’nin matematiği ile Batlamyos’a ait felsefî sistemi birleştirmiştir. Onun sisteminde, gezegenlerin
hareketleri, Dünya merkezli sistem içindeki mekanik
bir saatin çarklarının işleyişine benzemektedir.
Ay, Güneş ve sabit yıldızlar, mavi yörünge ile
gösterildiği gibi merkeze yerleştirilmiş Dünya’nın
etrafında dönerler. Turuncu yörüngenin üzerindeki
objeler, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’dür
ve bunlar da Güneş’in etrafında dönerler. Yıldızların
teşkil ettiği gökküresi ile çevrelenmiş bütün gezegenler, gökküresi Dünya’nın etrafında döndüğü için, sadece birbirlerine göre sabitlenmişlerdir. (Şekil-4)
Gök cisimlerinin yerleştirilmesinden ve hassas
yörüngelerde dolaştırılmasından çıkarılacak birçok
tefekkür tablosu vardır. Güneş Sistemi içerisindeki
gezegenlerin ve asteroidlerin ölçeklendirilmemiş
şemasına baktığımızda bu düzeni görürüz. (Şekil-5)
Yine bir çekirdek etrafındaki elektronlar tarafından
yapılan tipik yörünge desenlerine ait çizimler de
atomlardaki matematik düzene örnektir. (Şekil-6)
Hayata vesile kılınan Karbon elementindeki geometrik dizayn
Varlıkların yaratılması açısından, atom numarası altı
olan karbon elementine verilen rol büyüktür. Karbon,
bilinen bütün organik hayat formlarının içinde vardır.
Bugünkü tespit ve bilgilerimize göre, karbon olmasaydı, sebepler açısından fizikî organik hayat da olmazdı.
Karbona çoklu bağlar ve zincirler kurma açısından,
bir kabiliyet verilmiştir. Her karbon atomu, fıtratı gereği diğer dört atomla (karbon, hidrojen, azot, kükürt
veya oksijen gibi atomlarla) bağlanmak ister. Bu özellik, karbon atomunun, diğer elementlerin atomları ile
bir araya gelmesine, uzun zincir veya halkalar şeklinde
yeni bileşiklerin yaratılmasına imkân sağlar. Zincirler
ve halkalar şeklindeki, karbon temelli bileşikler yeni
hayat formlarının inşa edilmeleri açısından esastır.
Karbonun üç boyutlu moleküler şekli
Şekil-5
ARALIK 2014
560 431
Saf karbonun alabileceği, sekiz farklı -moleküler üç
boyutlu- biçim vardır: 1- Elmas, 2- Grafit, 3- Lonsdaleite, 4- C60 Fulleren molekülü, 5- C540 Fulleren molekülü,
6- C70 Fulleren molekülü, 7- Biçimsiz karbon, 8- Tek
duvarlı karbon nanotübü. (Şekil-7) Bir uçta, karbon
atomları, en sert madde olan elması yapmak üzere
özel bir konfigürasyonda birbirine bağlanırken, öte
tarafta, yumuşak grafiti yapmak üzere bağlanırlar.
Bilinen bileşiklerin çoğu, karbon bileşikleri olup,
büyük çoğunlukla da organik bileşikler olarak adlandırılır. Karbonun metallerle yapmış olduğu bileşikler
ise, genellikle inorganik olarak düşünülmektedir.
Çok biçimlilik (Polimorfizm): Katı maddenin bir-
Şekil-7
C60 Fulleren
Elmas
Grafit
Lonsdaleite
C540 Fulleren
Biçimsiz (amorf) karbon
C70 Fulleren
Tek duvarlı karbon
nanotübü
den fazla kristal biçiminde bulunabilme kabiliyetiKatıların temelinde yatan düzen
dir. Saf kimyevî elementler için, çok biçimlilik duruTuz, elmas ve kuartz gibi kristalize katılar, özel bir
mu, “allotropi” olarak bilinir. Meselâ elmas, grafit ve
geometrik şekle sahip moleküler yapıdadırlar. Befulleren moleküller karbonun farklı allotroplarıdır.
lirli bir erime noktasında, bütün moleküllerin içeriKarbon atomunun çok enteresan bir özelliği de
sindeki bağlar kırılmaya başlar. Bu kristal yapıdaki
“dörtyüzlüler” (tetrahedron) olarak isimlendirilen ve
katıların bağları, tipik olarak bir sıvının yavaşça soköşeleri birbirinden eşit uzaklıkta olan tek üç boyutlu
ğuması ile oluşur. Fakat atomlarının bir geometrik
şekle sahip olmasıdır. Küreyi hâriç tutacak olursak, dikristal şeklinde düzenlenmesine yetecek sürenin
tanınması gerekir. Bunun için, atomlara “birim hücğer hiçbir katı cismin, dörtten daha az kenar ve köşesi
resi” adı verilen ve aynı biçimin en yoğun şekilde
yoktur. Kürenin, bütün katı cisimlerin kaplayabileceği
tekrarlanmasıyla ortaya çıkan yapılar hâlini alma
en çok hacmi kaplayabilme kapasitesinde olmasına
karşılık, dörtyüzlünün içerisindeki ‘uzay’ın oranı en
H özelliği verilmiştir. Bu durumda, genellikle altıgenimsi (dolayısıyla üçgenimsi) ve yüzey-merkezli
küçüktür. Ana yapısı üçgenlere dayanan dörtyüzlükübik (kare temelli) olmak üzeri iki farklı biçim
nün sahip olduğu iç uzayın en küçük oluşu, onu en
meydana çıkar.
güçlü ve en kararlı katı yapar..
Kömür ve cam gibi biçimsiz katı maddeler,
Dörtyüzlüler, organik ve inorganik kimyaözel bir geometrik şekli olmayan moleküler
da yaygındır. Birçok element molekülü onu,
C
yapılardır. Bunlardaki bağları kırmak için
bir çerçeve olarak kullanır. Meselâ CH4
gerekli olan enerji, molekülden mo(metan) ve NH4 (amonyak) molekülH
H
leküle değiştiği için, bu katıların erilerinde, bir karbon veya azot atomu
Şekil-8
me
noktası da değişiklik gösterir. Bu
dörtyüzlünün merkezine yerleştirilbiçimsiz
katılar, sıvılar hızlı bir şekilde
miştir ve köşelerinde de daha küçük olan dört
soğutulduğunda,
moleküllerin kendilerini bir
hid­rojen atomu vardır. Elmas en sert tabiî maddedir
kristal
şeklinde
düzenlemelerine
yetecek vakitleri
ve en iyi ısı iletkenidir. Elmas atomları karbon atomolmadığında
meydana
gelir.
larından meydana gelen bir dörtyüzlü yapısındadır;
Kristalize katılar, temellerinde yatan geometrik
enerji bağları kısa ve sağlamdır.
şekillerden dolayı, biçimsiz katılardan daha sert ve
sağlamdır. Kömür ve elmas, karbon elementlerinden
meydana geldiği hâlde, kömür biçimsiz, elmas ise kristalizedir. Kristal yapısından dolayı elmas çok serttir;
kömür ise, kolaylıkla çizilebilir özelliktedir. Elmasın
ışıltılı saydamlığı, kristalize yapısındandır. (Şekil-9)
Kömür ise, siyah ve sönüktür; çünkü kömürün atomlarının düzensizliği ışığın içinden geçmesine izin vermez. Elmas gibi kristal yapılardaki düzgün geometrik şekillerle ortaya konan moleküler mimarî, cansız
atomların bir akla, şuura ve ilme sahip
olmadıklarını, onların sonsuz bir ilim
sahibi tarafından yaratıldıklarını gösterir.
Şekil-9
[email protected]
ARALIK 2014
431 561
Ali YAYLADAĞ
B
ir semt pazarı… Küçük çocuklar, pazar poşeti satıyor. Ayaklarında lâstik ayakkabı…
Saçları dağınık ama temiz. Hâllerinde tatlı
bir utangaçlık… Yüzlerinde tebessüm, duygularında samimiyet. Aslında alınan poşet değil, tebessüm...
Nasim, onlardan biri… İki yılı aşkın bir zamandır
onu tanıyorum. Saçları rüzgârda dağılıp gider; onları
taramak veya düzeltmek gibi bir endişesi hiç olmaz.
Mektebe yakın bir yerde oturuyorlar. Babasını hiç
tanımadım, o da hiç tanımamış. 1996 yılında Regar
taraflarına gittiğini anlatmış annesi. O yıl pek çok
baba hiç dönmemek üzere çıkmış evlerinden. Çocuk
yüreklerine hüzün çökmüş, feryatlar göğe yükselmiş.
Ne vakit babadan bahsedilse, Nasim, yüzünü başka
bir yöne döner... Bakışları sanki ufuk çizgisinde takılı
kalır.
Mektepten çıkar çıkmaz Nasim ve kardeşleri Cemşit ile Muhiddin evin bir odasında yığılı duran poşetlerden birer tomar alırlar, pazar girişine giderler. Yaz
veya kış fark etmez. Orada pazar için gelen insanlara
poşet satarlar.
Bu şehrin kışları oldukça sert geçer. Sabahları
kaşlar buz tutar, yanakları rüzgâr keser. Bu yetmezmiş gibi doğalgaz ve elektrik kesintisi günlerce sürer.
ARALIK 2014
562 431
Bir cumartesiydi. İki oda evimizin yakacağını tedarik için odun pazarına gitme vaktiydi. Sıra bendeydi. Pazara, şehri ikiye ayıran Sahavat Çayı köprüsünden sağa kıvrılan patikadan gidilirdi. Kışın kış olduğu
zamanlardı: Yerde diz boyu kar, binalarda sarkıtlar…
Çeşmeleri buz tutmuş... Başıma kalpağımı geçirdim,
dışarı çıktım. Ayaklarımın altında, ezilen buz ve karlar… Kulaklarımda kavaklar arasından esen rüzgârın
uğultusu. Köprüye yaklaşmıştım. Cılız bir öksürük
sesi geldi kulağıma. Sonra daha da kuvvetlice. Küçük bir çocuk muydu? Aşağıda, köprünün altında
olmalıydı. Meraklandım, indim dikkatli adımlarla.
Çay coşkun akıyordu. Öksürük sesine başka sesler de
katıldı sonra… Üç çocuktan biri Nasim’di. Tenekede
yanan ateşle ısınmaya çalışıyorlardı. Bakışlarını kaçırdılar benden. İçim acıdı, ama bu kendimde kalmalıydı. Her şeye rağmen onlara gülümseyen bir yüzle
bakmalıydım. Selâm verdim.
Tebessümüm, minik yüreklerde mâkes buldu,
simalarına tazelik ve sıcaklık yayıldı. Odun almaya
birlikte gittik. Epey odun aldım. Bir kısmını bizim
eve, geri kalanlarını da Nasimlere taşıdık. Nasimlerin evi, mektebin arkasındaki patikanın sonundaydı.
Cılız dut ağaçlarının altında büyük bir demir kapı…
Gıcırdayarak açılıyor, sanki ev ahalisine haber veri-
yor. Genişçe bir avlu… Kapının
sesini duyar duymaz elindeki çalı
süpürgeyi bırakıp bizi karşılamaya koştu bir kadın. Nasim’in annesi… Şaşkın, mahcup, tedirgin;
ama güler yüzlü. Buyur etti içeri.
Hemen o yoklukta bir sofra donattı. Hiç sormadı ne iş yaptığımı,
neden buralara geldiğimi. Belli
ki gönül kapılarını açmıştı tebessümümüz. Huzurumuz ondandı.
Sözler kifâyetsiz olsa da, tebessüm
her şeyi anlatıveriyordu. Yüreğini,
sevgini demetleyip karşıdakinin
yüreğine sunabilmekti tebessüm.
O, kaybedeni olmayan bir ticarettir; mevki-makam, servet, malmülk, milliyet farkı yoktur, herkes
eşittir tebessüm kitabında.
Yürekte açan çiçeklerin çehreye renk, gözlere fer vermesi.
Perşembe akşamı, her hafta olduğu gibi, Mir Said Ali
Hamadani’nin aramgâhında buluştuk, birlikte dua etmek için.
Dua, gönül konuşmasıdır derler; gönlün şiir olup akmasıdır.
Nasim’i izliyorum fark ettirmeden,
her zamanki gibi gözleri gülüyor.
“Üstad.” dedi. “Seneye inşallah
Gimnaziya (Rusya’da bir okul
türü)… Buranın en iyisi o. Sonra
da nasip olursa, Danişgah-i Millî…
Hukuk tahsili yapmak istiyorum.
Dere kenarında yüzünüzden yüreğimize akan tebessüm, bir ümit
kapısı araladı. Sizin gibi olmayı istedim o ân…”
Ertesi cumartesi, pazara gittim. Kulağımın dibinde bir ses:
“Alayım, üstadım.” Sesin sahibi
Nasim’di. Kendisine teşekkür ettim. Zahmet etmemesini, eve taksiyle döneceğimi söyledim. Ama
o alışveriş tamamlayıncaya kadar
yanımdan ayrılmadı. Yüzünde
gülümseyiş, bakışlarında mutluluk. Simsiyah gözlerinde karanlığı
aydınlatacak ışık. Taksiye doğru
yürüdük. Elimizdekileri bagaja
bıraktıktan sonra kendisine teşekkür ettim. O ise,
pazar girişindeki yerine doğru yürüdü.
Her nesne, her obje hep O’nu söyler,
Varlık teker teker bütün heyetiyle “Hû” der;
Gözünü ve kulağını açabilirsen eğer,
Dökülür dudaktan: “Her şey, O’ndan imiş meğer!”
[email protected]
ARALIK 2014
431 563
SAĞLIK - BİLİM - TEKNOLOJİ
Hazırlayan: Prof. Dr. İ. Hakkı İhsanoğlu, S. Rıza Sayın
A
[email protected]
Batı Tarzı Diyet, Çok Fazla Yağ İhtiva Ediyor
merikalılar, son otuz yıl boyunca damarları tıkayan doymuş ve trans yağların alımını azalttılar; ancak yeni bir araştırmanın ortaya koyduğuna göre, bu azalma kâfi değil.
Çalışmada ayrıca, yağlı balıklarda bol bulunan
sağlıklı omega–3 yağ asitlerinin tüketiminin de
çok düşük seviyelerde kaldığı gösterildi.
Araştırmada 1.2000’den fazla kişi yaklaşık
otuz yıl süreyle takip edildi. Doymuş yağlar;
etlerde, tam yağlı süt ürünlerinde, Hindistan
cevizinde ve palm yağında; trans yağlar ise pizza, kurabiye, turta gibi fırınlanmış yiyeceklerde
bulunur. Yiyecek üreticileri geçtiğimiz yıllarda
trans yağları azaltmak veya tamamen kaldırmak
için ürünlerinde değişiklik yaptılar; ama bunun
kâfi olmadığı görülüyor.
Amerikan Kalb Cemiyeti günlük enerjinin
en fazla % 5-6’sının doymuş yağlardan alınmasını tavsiye etmektedir. Buna rağmen Amerikalılar için bu nispet yaklaşık % 11’dir. Araştırmanın neticeleri Journal of the American Heart
Association’da yayımlandı. (News from HealthDay 22.10.2014)
D Vitamini Desteği, Egzamalı Çocuklara Yardımcı Olabilir
M
üzmin bir iltihabî deri hastalığı olan
egzama, kışın alevlendiği takdirde kışla alâkalı atopik dermatit olarak bilinir. Araştırmacılar, D vitamini desteklerinin bu
hastalıkla beraber olan rahatsız edici belirtileri
önemli ölçüde azalttığını buldu.
Neticeleri Journal of Allergy and Clinical
Immunology’de yayımlanan çalışma, 2–17 yaşları
arasındaki egzamalı 107 Moğol çocuk üzerinde
yapıldı. Araştırmaya katılan çocukların bir kısmına günlük 1.000 ünite D vitamini verilirken,
diğer kısmına plasebo (boş ilâç) verildi. D vitamini verilmesi tamamlandıktan bir ay sonra belirtiler değerlendirildi. D vitamini alan çocukların
belirtilerinde ortalama % 29 azalma oldu. Doğru
olan, elbette kışın da yeterli miktarda güneş ışığını alarak D vitamini desteğine ihtiyaç duymamaktır. (News from HealthDay 17.10.2014)
ARALIK 2014
564 431
Robot Elde Dokunma Hissi
P
armalarımızın ucunda aslında
Resim-1
koca bir dünya var. Parmaklarımız bu dünyaya dokunarak
bizlere hayatî bilgiler taşıyor. Biz de
bu bilgileri değerlendirerek nasıl hareket edeceğimize karar veriyoruz.
Dokunma; görme ve işitme kadar
mühimdir
insankalb
için.
Buvehissin
eküksek tansiyon;
krizi
inmenin
sikliğini,
elini,
parmaklarını
kaybeönlenebilir ve tedavi edilebilir bir risk
denler dahaKalb,
iyi bilir.
Prof.
Dr. Millî
Arif
faktörüdür.
Akciğer
ve Kan
Sarsılmaz’ın
dergimizin
Nisan
2009
Enstitüsü’ne göre ABD’de yaşayan
sayısındaki yazısı konuya dâir ufuk
her üç yetişkinden birinin tansiyonu
açıcı bilgiler veriyor.
yüksektir. 69 binden fazla kadın ve erİmplantta ve robotlar için gelişkekte yapılan ve neticeleri Circulation
tirilen sun’î dokunma hissine sahip
dergisinde yayımlanan 30 yıldan fazel ve parmak çalışmalarında son zala süreli bir çalışma, bu yetişkinlerin
manlarda mühim gelişmeler kaydedildi. Bir implant
yaklaşık dörtte birinin hipertansiyonu olduğunu biliçin ilk bilinmesi gereken, el veya parmak uçlarına
mediğini göstermiştir.
gelen sinirlerin nerede olduğudur. Dirsekteki sinirnormal
basıncı
120’ye 80 mmHg
ler,Yetişkinlerde
küçük parmaklar
vekan
yüzük
parmaklarıyla;
orta
olarak
edilmektedir.
Yakınirtibatlıdır.
zamana kadar
kişisinirlerkabul
ise diğer
üç parmakla
Diğer
his
nin
yaşı kaç
olursa
olsun,
tansiyonun
ancak 140’a
iletimleri,
orta
sinirler
üzerinden
yapılmaktadır.
90’dan
yüksek
olması
durumunda
hipertansiyon
İsviçre
Federal
Teknoloji
Enstitüsü’ndeki
birteşçahisinin
konulabileceği
kabul
ediliyordu.
Neticeleri
lışmada, kolunu dirsekten kaybetmiş bir hastaya,
Journal
American Medical
Association’un
Aralık
parmak ofuçlarındaki
sensörlerden
gelen ve sinirleri
2013
sayısında
yayımlanan
bir
çalışmada,
yaşı
60’ın
uyaran elektrik sinyalleri, dokunulan cisim hakkın1, 2140 ile 150
üzerinde
olanlar
için
büyük
tansiyonun
(Resim–1).
da bilgi verecek şekilde kalibre edildi.
mmHg
arasındahastadan,
olması hâlinde
birönüne
risk bulunmaGözü kapatılan
robotek
elin
konan cidığı
tespit
edildi.istendi.
Bu yüzden
60 yaşın üstündekilerde
simleri
tutması
Kalibrasyonda,
en yumuşak
nesneden ağrı verecek dereceye kadar bütün dokunma duyuları gözönüne alındı. Hastanın denemeler
sonrasında söyledikleri, çalışmanın başarısı hakkında fikir verecek şekildeydi: “Tabiî duygulara yakın
hissederek tuttum; sanki kendi elimmiş gibi hissettim;
pamuk, plâstik bardak ve ahşap cisimleri dokunarak
ayırt edebildim.”
tedaviye başlama sınırının artık 150 mmHg çıkarılCase Western Reserve Üniversitesi’nde yapılan
ması söz konusu. Bu, hipertansiyon ilâçlarının yan
benzeri bir çalışmada, elini kaybetmiş bir hastaya
tesirlerinin bulunduğu ve maliyeti dikkate alındığıntakılan protez el, kişiye büyük kolaylık sağladı. İsviçda müspet bir gelişme olarak değerlendirilmektedir.
re’deki çalışmaya benzer neticeler elde edildi. Protez
(WebMD News from HealthDay 18 ve 23 Aralık 2013)
el ile hasta, diş macununu fırçaya tam istediği kadar
sıkabildi, bir domatesi ezmeden tutabildi.3
Tıp, bilgisayar yazılım, elektronik ve malzeme
mühendisliği gibi farklı sahalarda çalışanların işbirliğiyle ortaya çıkan bu tür çalışmalar, prototip olarak
kaydediliyor. Çalışmalarda istenen başarılar henüz
elde edilemedi. Meselâ Resim-1’deki robot el her ne
kadar güzel neticeler verdiyse de, kişinin günlük hayatına adapte edilebilmesi için daha detaylı çalışmalara ihtiyaç olduğunu gösteriyor. İnsan vücuduyla robotik implantlar arasındaki haberleşmeyi sağlaması
için vücuda takılan ve sinir hücreleriyle bağlantı
sağlayan malzemelerin kullanım süreleri aşılamayan
bir problem… Bunlara sık sık müdahale gerekiyor.
Denemelerden sonra hastaların kayıp uzuv varmış
gibi hayalî uzuv ağrıları hissetmeleri de, üzerinde çalışılması gereken diğer bir problem…
Aşılması gereken problemlere rağmen, ortaya çıkan başarılar da ümit verici… Gerek dergimizin Ağustos 2014 sayısında anlatılan Hektor adlı robot kol,4
gerekse burada temas ettiğimiz robotik dokunma
konusundaki ilerlemeler, vücut noksanlığına maruz
insanlara ümit vaat ederken, sağlıklı insanlara kendisine bahşedilen nimetlerin ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor.
Dipnotlar
1. http://www.newscientist.com/article/dn25008-natural-senseof-touch-restored-with-bionic-hand.html#.VE6ml1w3lrY
2. http://stm.sciencemag.org/content/6/222/222ra19
3. http://www.gizmag.com/prosthetic-hand-texturesensations/34203/
4. http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/saglikagustos-2014.html
ARALIK 2014
431 565
DAMLALAR
"Damlalar" köşesinde yazı ve şiirlerinin yayımlanmasını isteyen okurlarımız [email protected]
adresinden veya dergimizin web sayfasında bulunan "Damlalar" sayfasına girerek "Damlalar'a yazı
gönderin" bölümünden bize eserlerini ulaştırabilirler.
Hazırlayan
A. Osman Dönmez
[email protected]
Anlayamadık
Ahmet Salih Sarıkaya
Hafiflet yükünü dedin
Hep Everest’i gösterdin
Biz küçük tepede kaldık
Gördüğümüze yanıldık
Biz seni anlayamadık!
Lü’lü, inci, mercan dedin
Uç deryaları gösterdin
Bizse derelerde kaldık
Çakıl taşına aldandık
Biz seni dinleyemedik!
Azığını çok al dedin
Hep o Sırat’ı gösterdin
Üç zahireyle yetindik
Bir boğazı aşamadık
Biz seni duyamadık!
Bakın, bahar yakın dedin
Çok emareler gösterdin
Zerre tereddüt etmedik
Biz sana hep inandık...
Ama seni anlayamadık!
Tortular var üstümüzde
Çok uzak geçmişten gelen
Her taraf karıncalanmış
Gördüğünü göremedik
Sen affet bizi!
ARALIK 2014
566 431
Ayşe Darıcı
P
eygamber müjdesine mazhar kutlu şehir İstanbul, birçok kimse gibi onun da hayallerini
süslemişti yıllarca. Bu sevda, yüreğinde çocukluk Ramazanlarından kalmaydı…
Küçükken Ramazan’da iftar ve sahur programlarını izlemeyi çok severdi. Tatlı bir seremoni gibiydi
sanki. Çocuk kalbi konuşulan o büyük sözlerden
çoğunu belki anlamıyordu; ama yine de onun için
iftarda içilen su kadar keyifliydi. Bu programlar her
ne hikmetse hep İstanbul’da yapılırdı. Ezanlara İstanbul camilerinin görüntüleri eşlik ederdi.
Üniversiteyi orada okumayı çok istedi; ama kader defterine yazılmamıştı. Başka bir şehirde yaptı
yüksek tahsilini. Gönlündeki özlem, dua yerine geçmiş olacak ki bir gün “Gel!” emri işitildi. İstanbul’da
bir okulda öğretmenlik yapacaktı. Bu muştu, kalbine ilâç gibi gelmişti. Heyecandan kıpır kıpırdı yüreği. Okulu, talebeleri, öğretmenliği çok sevmişti.
Çocukların meraklı bakışları, soruları, sımsıcak gülümseyişleri ona iyi geliyordu.
Çocuk gözleri sanki sayfa sayfa şiirdi! Kiminde
hüzün, kiminde mutluluk, kiminde korku yazılıydı.
Okuyabilsek onları, bütün şiir kitaplarını usulca bırakırdık bir kenara. Onların sözlerindeki o tatlı besteyi duyabilseydi kulaklarımız, bütün enstrümanları
kırardık belki de.
Çocuk ve şiir! Nasıl da benziyor birbirine… Ezelden iki arkadaş sanki. Belki bu yüzden çocukların
şiiri sevmeleri, şiir okumak için can atmaları. Onda
kendilerinden bir şey buluyorlar belli ki.
Yetişkinlerin dünyasında belki pek bir mânâsı
olmayan küçük bir tebessüm, tatlı bir çift kelâm, çocuk gönüllerinde ne müthiş mânâlar kazanıyordu.
Neden böylesine aç bırakıyorduk onları, bu hissizlik
niçin? Sorular dönüp duruyordu kafasında.
Şiir çocuklardan biri! Adı: S… Kapkara gözlerinde apak bir dünya, bakışlarında bin bir mânâ.
Ah çocuk! Neden yaptın bunu bana, yüreğime
kastın nedendir?
Senenin sonuna gelmişlerdi artık. Son imtihanlar yapılıyordu. Kâğıtları dağıttı, gerekli uyarıları
yaptı. Masasına geçip kitabını açtı. Arada talebeleri
gözetliyor, sonra kitabını okumaya devam ediyordu.
Kitaba öylesine dalmıştı ki, onun ne zaman yanına
geldiğini fark edemedi. İmtihanın sonuna doğru incecik bir ses işitti:
— Öğretmenim!
Kafasını kaldırdı: “S”. Kara gözlü şiiri sınıfın. Kesik kesik konuşuyordu:
— Öğretmenim… ben… şekerim…
Öyle ânlar vardır ki, içinde bir ömürlük mânâ
saklar. İşte onlardan birini yaşıyordu. Bütün dilbilgisi kuralları, yazım yanlışları, anlatım bozuklukları
değersizleşti gözünde. Şimdiye kadar öğrendiği ve
öğrettiği onca kural… Şu üç kelimeyi açıklamak için
ne kadar yetersiz ve hattâ ne kadar boştu.
ŞIIR ÇOCUKLAR
— Öğretmenim… ben… şekerim…
Alnında boncuk boncuk ter birikmiş, bakışlarına
masumiyet örülmüş nakış nakış. Gözleri yerde, elleri
titrek, sesi telâşlı lakin kısık. Üç kelime sadece günahsız ağzından dökülen:
— Öğretmenim… ben… şekerim…
Sınıftakiler merakla bakıyor öğretmene ve yanında bayılmak üzere olan arkadaşlarına.
Ne yapacağını bilemedi. Hâlbuki annesiyle babası da şeker hastasıydı. Ama bu hastalığı böyle küçük
bir bedende hiç tahayyül etmemişti.
Ah çocuk! Sen toz kanatlı kelebek misin?! Minicik gövdene mi yüklendi Kafdağı?!
Ne kadar da acizdi.
Bir soru sorsaydın ya çocuk! “Öğretmenim buraya nokta mı konur?” diyebilirdin meselâ. Veya ikinci
paragrafa nerden itibaren geçeceğini sorabilirdin
pekâlâ. Ben de anlatırdım sana. Derdinin bir devası
yok ki bende çocuk!
Sonra sınıftan bir diğeri tuz ekti yarasına:
— Öğretmenim, arkadaşımızın şekeri düştü herhalde. Bende meyve suyu var. Bunu içerse iyi gelir.
Kim öğretmendi bu sınıfta? Roller birbirine karışmıştı. Tükendi kelimeler, sustu kitaplar. İşte çocuklar kitap olmuş konuşuyor, hoca olmuş öğretiyor.
Bu ders kimin, bu imtihan kime çocuklar? Söyleyin bana, sizi böyle şiir eyleyen kim Allah aşkına!?
Üzüldüğü onca şeyi düşündü bütün gün. Daha
geçenlerde günlüğüne bakmıştı da yine acımıştı
kendine. Hep acı hep serzeniş vardı sayfalarda. Hiç
mi mutlu zamanları olmamıştı? Sanki çöl ortasında
yapayalnız bir bedevi de ne eşyası var ne bineği, ne
içecek suyu kalmış ne yiyecek ekmeği!
Ah nankör kalbim, ah vefasız gönlüm, ah şükürsüz dilim!
Yine acıdı kendine. Kendine acıdığı hâllerine acıdı. Şikâyet eden kaleminden şikâyeti vardı. Şimdi ne
yapsa, nereye gitse? Nasıl affettirecek kendini, nasıl
kurtulacak bu hengâmeden? Şu isyan kuyularından
kim çekip alacak dağlanan sinesini?
Haydi çocuklar, sizinle saklambaç oynayalım.
Ne dersiniz! Siz çok seversiniz bu oyunu. Ama bir
şartım var. Ben saklanayım; fakat siz beni bulmayın
daha… Ben kaybolayım, olur mu çocuklar?! Olur mu
şiir çocuklar?!
Dolaştı durdu İstanbul sokaklarında, mağazalara girip çıktı neye baktığını bilmeden. Ağlayamıyordu da… Kulağında yankılanan üç kesik kelime:
— Öğretmenim… ben… şekerim…
Nihayet eve geldi. Sorularına cevap bulamadan,
kendinden ve beyninde yankılanan kelimelerden kurtulamadan. Hiç kimseyle konuşmadı, hızla odasına
yürüdü ve kapıyı açtı. Sabah giderken ucunu kıvırdığı
seccadesiyle göz göze geldi. Muammayı çözer gibi oldu:
Evet, hayat da, nimetler de, dertler de, hastalıklar da
aslında bir imtihandı! İmtihan içinde imtihandaydık…
ARALIK 2014
431 567
Ziyapaşa Akyürek
SOLAN GÜLE BAHAR TÜRKÜSÜ
Okyanusa talipken demir attın sahile
Vefasızlık mı desem o Sultan’a o Gül’e
Yücelere namzetken takılıp kalmak niye
Dağlar düz olurdu adım atsan şimdiye
Endişen mi var taşıdığın değerlerden
O değerlerle kalkmışken süründüğün yerlerden
Vermezsin kendini tam tekmil nedendir?
Hoyrat bir çağrı ki seni senden edendir…
Aldırış etmeseydin bir yalancı şafağa
Hiç soğuk değer miydi iman denen başağa..
Sana denen her şeyden söyle şüphen mi vardır?
Ufkun mu bu kadardır yoksa gönlün mü dardır
Yollarda sürüm sürüm kıvranıp duran deli
İtersin inat ile sana uzanan eli…
Vefasıza dünyada rahat yoktur anlarsın
Bir bilsen ne olacak tâ bugünden ağlarsın…
Bu hayata aldanan söyle hangi fasıldır?
Öyle bir çelişki ki anlamadım nasıldır?
“Kardeşim” hitabına mahzar olsan diyordum
Desene düşleri yine hep yanlış yordum…
Var git oğul sancağa elbet omuz bulunur
Öyle bir nöbet ki gariplerce tutulur
Gariplere selâm var yüzyıllar öncesinden
Güneşimiz doğacak garipler gecesinden
Gözlerime sürmedir yollarında intizar
Gelmen sonsuz mutluluk gelmemen sana ar
Canan Ülgen
Bir yangın var bugün; bir de tulumba
Koşulmaz mı yangına itfaiyeci olunca
Yeterli olmasa da sırtındaki tulumba
Yusuf’um durur mu hiç yananları duyunca
Dünyadaki yangını söndürebilmek ufukta
Gayretler bunun için; dillerdeki dua da
“Kimse yok mu?” diye her yardıma çağırana
Koşar hemen Yusuf’um imkânını bulunca...
Naile Nedret
Bu gazel yangını geçti geçecek
Canım tenden göçtü göçecek
Varıp bir de hesap verecek
Defterimde ne yaralar birikmiş
Kuru heves daldan düştü düşecek
Sonbahar yazgısını dürdü dürecek
Ömrü olan ne hazanlar görecek
Bu acıyı kapıma hangi rüzgâr süpürmüş.
Naile bu sırrı çözdü çözecek
Çözüp âh iline veda edecek
Şiire gazele hasret gidecek
Hep bildiklerim yalanmış, düşmüş.
ARALIK 2014
568 431
YUSUFLARA
Mola bilmez Yusuf’um durulmayan yolda
Gündüz gibi gece de Allah için çalışmakta
Mükâfat istemez onca yaptıklarına
Kâfidir ona bir kat çamaşır bir kuru lokma
Hemen gider, bulur kim nerede darda
Ancak böyle kıymetlenir ömründe her dakika
Gocunmayı bilmez ki o takdiri duymayınca
Rıza yeter Yusuf’uma bilin iki cihanda
GAZEL
Hüseyin Kolukırık
Barış Yüce
BAĞRIMDA ŞÜPHE HANÇER
Dalından kopunca gül
Vurdular yerden yere
Nâçar düşünce bülbül
Sordular derde çare
Gel gelelim bu rüzgâr
Esti savurdu seçti
Elverdi diyar diyâr
Esti kavurdu geçti
Bağrımda şüphe hançer
Kırgın akan sular mı?
Güne bakan çiçekler
Sür/gün gelir solar mı?
Ne günlere kaldık ne
Sevgi nefret karıştı
Ne sırlara daldık ne
Dost düşmanla barıştı
Bıçak sırtı satırlar
Yürekler dilim dilim
Çalakalem hatırlar
Tarumar oldu ilim
Gel gelelim bu yağmur
Neyin habercisi sor
Acıyla pişen çamur
Bahardır desen de zor
BIR AĞAÇ BELLEDIM
Bir ağaç belledim
Hayatı dimdik tutan
Kökleri ile sapasağlam
Meyveleri ile buram buram
Bir ağaç belledim
İnsanlığı taşıyan
Derinlerden beslenen
Heybeti ile ayakta duran
Bir ağaç belledim
Zamana savaş açan
Ölümü hatırlatan
Kabukları ile sert bir kalkan
Bir ağaç belledim
Yapraklarında bir sanat
Ressamından bir hakikat
Şekliyle güzeli hatırlatan
Bir ağaç belledim
Sevdalıları kucaklayan
Yalnızlara sarılan
Sevgisi ile şiir yazan
Bir ağaç belledim
Acıları paylaşan
Gözyaşıyla ağlatan
Gölgesi ile koruyan
Bir ağaç belledim
Yolları gösteren
Yolculara bir rehber
Dalları ile ışık tutan
Bir ağaç belledim
Toprağına âşık
Dostuna can yoldaşı
Ruhu ile hayata sarılan
Bir ağaç belledim
Özlemle aradığım
Gönülden örnek aldığım
Gövdesine adımı yazdığım
Kalbi ile bana bağlanan?
Soner Efe
YAĞMUR VE HASRET
Yağmur hep mi hasret getirir?
Yoksa içimizdeki hasret mi hep pusuda?
Yağmur mu yüreğimi kevgire çevirir?
Yoksa yaralı yüreğimin yansıması mı suda?
Hasret aslında hep vardır
Yağmurdur onu gün yüzüne çıkaran
Hatıralar koşuşturur ânsızın beyinde
Yağmurdur aslında ruhumuzu saran
Yağmur yağınca neden toprak kokmaz?
Günah dolu sinelerde duyulmaz vicdanın sesi
Gaflet betonu sarmış vücudu, kırılmaz
Nedamettir asla rücunun ilk çaresi
ARALIK 2014
431 569
522
522Hicret
525Kanguru Annelik
528İslâm’da Savaş Hukuku
531Tarihte Bu Ay
532Kâinat ve İnsan
Lojistik Gücü
536Osmanlı’nın
Menzil Teşkilâtı /
540Kâinattaki En Az İş Prensibi
Sultanlarının Ada543Osmanlı
let Anlayışı /
ARALIK 2014 / 431. sayı
525
Sızıntı
549
Nuh Özdin
Habip Balcı
Dr. Mehmet Hâleoğlu
Dr. Kemal Serçe
Metin Reis
Prof. Dr. İhsan Köse
Doç. Dr. A. Demir
546Kalbin Zümrüt Tepelerinde
Çelik Konstrüksi549Hücredeki
yon / Prof. Dr. Ö. Arifağaoğlu
552Gönüllüler Hareketi
Savaş Sanatı ve İbn
554Memlûk
Menglî /
-Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın-
Mehmet Ali Şengül
Prof. Dr. Salim Aydüz
Sosyal Medyamız: facebook.com/sizinti.com.tr
IŞIK YAYINCILIK TİCARET A.Ş
Adına Sahibi : M. Talat Katırcıoğlu
Genel Koordinatör : Dr. Kudret Ünal
Genel Yayın Yönetmeni: Prof. Dr. Arif Sarsılmaz
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : Sedat Şentarhanacı
İDARÎ MERKEZ
Bulgurlu Mh. Bağcılar Cd. No:1 Üsküdar/İSTANBUL
P.K.:95 Üsküdar/İSTANBUL
Tel:(216)522 11 44 - Faks:(216 )522 11 78
YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ
Mansuroğlu Mah. 1593/1 Sk. No: 30 Gültekinler Sitesi B Blok Kat: 5 Daire: 13 35020 Bayraklı/İzmir
Tel: (0232) 441 95 25; Faks: (0232) 441 52 38
E-posta: [email protected]
http://www.sizinti.com.tr
ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜ
Abone ve dağıtım problemleri için 0 850 222 0 361 numaralı Müşteri Hizmetleri hattımızı arayabilirsiniz. Bütün operatörler için aramanın dakikası 6 kuruştur.
Kısıklı Mh. Aydınoğlu Sk. No: 27 Seher İş Mrk.
P.K.:95 Üsküdar/İSTANBUL Tel: 08502220361 - Faks: (0216)522 11 78
Yurtiçi abone bedeli, 55 TL’dir. Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri) 30
€; 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika, Güney Afrika ve Pasifik
ülkeleri) 48 $; 3. Grup Ülkeler (Avustralya ve Yeni Zelenda) ise 56
$’ dır. Abone olmak isteyenlerin abone bedelini “Işık Yayıncılık
Ticaret A.Ş.” adına her PTT şubesinden 5568324 nolu Posta çeki
hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi’nin: TL olarak
94-54053-40, IBAN TR870020800094000540530040 numaralı; $
olarak 94-54053-41, IBAN TR600020800094000540530041 numaralı; € olarak 94-54053-42, IBAN TR330020800094000540530042
numaralı hesabına yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres
ve telefon bilgileri ile hangi sayıdan itibaren abone olacaklarını
belirten bir yazı ile abone merkezimize posta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir.
US Postal Service:
Sizinti issue March 2014, issue 422 (ISSN 1300-1566) is published
monthly for $38 per year. US Agent is The Light Inc., 345 Clifton
Ave. Clifton, NJ 07011-2618. Periodicals postage paid at Paterson,
NJ, and additional mailing offices.
POSTMASTER: Send address changes and return copies to SIZINTI, 345 Clifton Ave. Clifton, NJ 07011-2618.
AVRUPA ABONE - DAĞITIM
World Media Group Ag -İsmail Kücük
Adres: Sprendlinger Landstr.107-109
D-63069 Offenbach am Main
, twitter.com/Sizinticomtr
Müşteri Hizmetleri : 00 49 69 300 34 130 Fax :00 49 69 300 34 105
Mail: [email protected] - [email protected]
Fontäne için : [email protected]
Avusturya Dağıtım
Sürat HandelsgesmbH
Rotenturmstr. 1-3/3 ,1010 Wien Austria
Tel.:01 / 958 00 21
YAYIN TÜRÜ
Yaygın Süreli
YAYINA HAZIRLIK
Sızıntı: (0232) 441 95 25-Faks: (0232) 441 52 38
EDİTÖR
A. Osman Dönmez
Faruk Çetin
GÖRSEL YÖNETMEN
Engin Çiftçi
GRAFİK-TASARIM
Kaynak Kültür Yayın Grubu
(0216) 522 11 44 -Faks: (0216) 522 11 78
BASIM YERİ: Çağlayan A.Ş.
Sarnıç Yolu No: 7 35410 Gaziemir/İzmir
Tel: (0232) 274 22 15 Faks: (0232) 274 23 61
BASIM TARİHİ: 1 Aralık 2014
ISSN 1300-1566
BAYİ DAĞITIM: DPP A.Ş.
ABONE DAĞITIM: CİHAN MEDYA DAĞITIM A.Ş.
FİYATI: ¨ 5.50
YAZI KURALLARI
* Yazılar e-posta ile ([email protected] adresine) gönderilmelidir.
* Yazarın, e-posta dahil açık adresi ve telefon (varsa faks) numaraları
verilmelidir. * Yazılar en fazla dört sayfa olmalıdır. * Varsa, yazı ile
birlikte resimler (alt-yazılarıyla birlikte) gönderilmelidir. Yoksa, yazıda kullanılabilecek resimler hakkında bilgi verilmelidir. * Yazılar,
daha önce herhangi bir yerde yayımlanmamış olmalıdır. Yazı yeni
bir gelişmeyi ele almalı, orijinal bir özellik taşımalı veya daha önce
yayımlanmış bir konuya yeni bir bakış açısı getirmelidir. Dergimizde konu ile ilgili yayımlanmış önceki yazılara dikkat edilmeli, yazı
içinde atıfta bulunulan kaynaklar (kitap, makale) standart ölçülere
uygun olarak sonda dipnot veya kaynakça olarak verilmelidir. * Yayın kurulu, dergiye gelen yazılar üzerinde, gerekli gördüğü takdirde
değişiklik yapabilir. * Gönderilen yazılar iade edilmez.
* Dergimizde yayımlanan yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.
Matematik ve Geo558Yaratılışta
metri–8 /
562Çocuk Yüreği
564Sağlık, Bilim Teknoloji
566Damlalar
Prof. Dr. Arif Sarsılmaz
Ali Yayladağ
Prof. Dr. İ. H. İhsanoğlu, S. R. Sayın
A. Osman Dönmez
, youtube.com/sizinticomtr
Ekim ayı “Dergim Yarışması”nda,
dereceye giren okurlarımız ve hediyeleri:
Hülya Sert / Denizli
Umre
Fatih Duman / Aksaray
Dizüstü Bilgisayar
Büşra Doğan / Bayrampaşa-İstanbul
İpad Mini 16 Gb.
Nermin Atar / Elazığ
İpad Mini 16 Gb.
Ahmet Sevindik / Uşak
İpad Mini 16 Gb.
Melike Onar / Ümraniye - İstanbul
İpad Mini 16 Gb.
Asiye Can / Kumluca - Antalya
Samsung S3 Mini
Mahbup Ercan / Yakutiye - Erzurum
Samsung S3 Mini
Gülnar Babayeva / Tuzla - İstanbul
Samsung S3 Mini
Abdullah Tereci / Talas - Kayseri
Samsung S3 Mini
Ayrıntılı bilgi için:
http://www.sizinti.com.tr
http://www.dergimyarismasi.com
Kur’ân’ın Zirvesi *
Bakara Sûresi
Kur’ân’ın belagat ve i’cazının muhteşemliği... Mü’min, kâfir ve münafıkların karakteristik
özellikleri... Ayetlerde seçilen kelimelerin dil incelikleri, müfredat manaları, harflerin işaret ettiği
açık ve kapalı anlamlar, ayetlerin birbirleriyle olan münasebeti ve uyumuna Bakara Sûresi’nin ilk
25 ayetinin tefsiriyle ilmî bir bakış.
Kitap alana e-kitap
hediye
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin
70’li yıllarda bir grup ilahiyat
talebesine verdiği derslerin
kitaplaşmış hali.
*“Her şeyin bir zirvesi vardır. Kur’ân’ın zirvesi ise Bakara Sûresi’dir.”
Hadis-i Şerif (Tirmizî)
kitapkaynagi
www.nil.com.tr
¨ 5.50
Bu yangını vefa ve gözyaşları söndürür,
Bunu da görürse vefa insanları görür,
Bağırıp çağırmakla söndürülmez alevler,
Böyleleri tütün yakar ve duman üfürür!
DPP No: 112491-2014/12