sunuş Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı Son Söz Milletin! Türkiye’de siyaset, 30 Mart’ta yapılacak olan mahalli idareler seçimine odaklanmış durumda. Siyasi partiler, belediye başkanlığı için adaylarını belirledi ve yurt sathında seçim çalışmalarına başladı. Demokrasi açısından her seçim elbette ki önemlidir. Hatta bizatihi serbest ve adil seçimlerin yapılıyor olması bile kendi başına önemli ve anlamlıdır. Bu nedenle her seçim aynı zamanda bir demokrasi bayramı olarak görülmelidir. Ancak 30 Mart yalnızca yerel bir seçim olmaktan öte anlamlar da taşıyor. Birincisi, 17 Aralık operasyonlarına ilişkin olarak Türkiye’de halka iki farklı hikâye anlatıldı. Başbakan Erdoğan, olayı yargı ve emniyet içinde örgütlenmiş olan paralel yapılanmanın siyasete yönelik bir komplosu ve darbe girişimi olarak sunarken, cemaat medyası ise operasyonları yolsuzlukla mücadele olarak anlatmaktadır. 30 Mart seçimleri bu anlamda halkın hangi hikâyeye inandığının da bir göstergesi olacaktır. İkinci olarak, yaklaşan seçimlerin sonuçları aynı zamanda Türkiye’de siyasetin geleceğine ilişkin ciddi ipuçları da verecektir. Yaz aylarında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ak Parti’nin ve Tayyip Erdoğan’ın izleyeceği strateji büyük ölçüde 30 Mart’a göre belirlenecektir. Her değişim toplumun genelinde kabul görse bile farklı kesimlerden dirençle de karşılaşır. Türkiye’de AK Parti iktidarı döneminde siyasi olarak özgürlükleri ve demokrasiyi güçlendiren, ekonomik olarak ise halkın refahını artıran politikalar bazı kesimlerce takdir edilmemiş, hatta direnç ile karşılaşmıştır. İç ve dış bağlantılı bazı grupların direnci oyun sahası dışına da taşmıştır. Çünkü sandık yoluyla iktidara gelme ümidi olmayanlar, mücadeleyi siyaset alanının dışına taşımaya çalışmaktadırlar. Aynı kesimler, mümkünse 30 Mart seçimlerini kaybettirmek, değilse türlü yöntemlerle şaibe bulaştırarak seçimin hemen ertesinde ülkeyi bir siyasi meşruluk krizine sokmak isteyebilirler. Bu konuda hükümetin ve YSK gibi kuruluşların sandık güven- liğini ve seçimlerin şeffaflığını sağlamak için azami gayret göstermeleri gerekir. Son yıllarda tüm dünyada bir istikrarsızlık hayaleti dolaşıyor. Modern dünyada insanların daha “barışçıl ve medeni” yöntemleri kullanması beklenirken, kitlesel şiddet olaylarında ciddi bir artış gözleniyor. “Wall Street’i işgal et” hareketlerinden, Arap dünyasındaki post-kolonyal düzeni yerle bir edecek yaygın sokak hareketlerine kadar, dünya yeni ve histerik bir şiddet ve istikrarsızlık dalgasına tutulmuş durumda. Ukrayna’daki gelişmeler, bu konuda oldukça öğretici. Daha kötüsü ise Suriye gibi iç savaş yaşayan ülkeler konusunda, küresel yönetişim sisteminin işlevsiz kalmasıdır. Cenevre-2 görüşmelerinin sonuçsuz kalması, Suriye halkı için maalesef acıların devam edeceğini göstermektedir. Ancak ABD ve Batı, Suriye konusunu daha fazla göz ardı edemeyeceklerdir. Hükümet son aylarda dış dünya ile ilişkilerini yeniden canlandırma eğilimine girmiş görünüyor. Avrupa Birliği ile yaşanan tıkanıklığın kısmen de olsa aşılmaya başlandığı gözleniyor. Bu oldukça sevindiricidir. Kıbrıs meselesi aniden ivme kazanıyor. Umulmadık gelişmeler olabilir. İsrail ile Mavi Marmara sonrasında yaşanan sıkıntıların aşılabileceğine ilişkin diplomatik alandan ciddi sinyaller geliyor. İran’ın Batı ile yakınlaşması sonrasında, Türkiye-İran ilişkileri ise daha fazla gelişme potansiyeli gösterecektir. Irak’ta, Nisan ayında yapılacak seçimler yakından izlenmelidir. Ekonomik alanda ise Türkiye gibi yükselen ülke ekonomilerinde gerek dışarıdan gelen sinyaller gerekse iç politikadaki siyasi gerginlikler nedeniyle bazı ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Ancak Türkiye’nin mali yapısı ve makro ekonomik tablosu krizleri tolere edecek kadar güçlü görünüyor. Dergimizin içeriğinde tüm iç ve dış politika alanındaki gelişmelere ilişkin derinlikli analizler bulacaksınız. Yeni sayımızda buluşmak üzere… icindekiler STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 52 • Mart 2014 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Prof. Dr. Birol Akgün Prof. Dr. Aytekin Geleri Prof. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Aydın Bolat Alper Tan Bülent Orakoğlu Orhan Miroğlu Danışma Kurulu Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Cihat Göktepe Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukçu 90 Dr. M. Levent Yılmaz 6 Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya 10 Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç Yönetim Yeri Stratejik Düşünce Enstitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15 Gimat Yenimahalle - Ankara Tel: 0 312 397 16 17 Faks: 0 312 397 03 07 www.basakmatbaa.com Fotoğraflar AA, İHA, ShutterStock Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. Ekonominin Son Sınavı 17 Aralık 30 Mart 2014 Seçimlerinde Türkiye Neyi Seçecek? 44 Yaklaşan Küresel Anarşi Dr. Murat Yılmaz 50 Başbakan Erdoğan’ın İran Ziyareti 54 Kuzey Afrika Nereye? Kim Kazanacak? Siyaset mi? Vesayet mi? 60 Kıbrıs Müzakereleri: Yeni Bir Başlangıç İbrahim Uslu Röportajı 64 2014 Filistin Halkıyla Dayanışma Uluslararası Yılı İki Devletli Çözümü Getirecek mi? Seçimler Öncesi Son Viraja Girerken Siyasi Partiler Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş 16 24 26 32 38 Satır Arasına Değil Büyük Resme Bakalım Alper Tan Yeni Türkiye’ye Yeni MİT Aydın Bolat İmralı Süreci Gerçekleri Orhan Miroğlu Avrupa Birliği Ekonomisi Toparlanıyor mu? Dr. Dilek Yiğit Doç. Dr. Mehmet Şahin Doç. Dr. Ahmet Uysal Prof. Dr. Beril Dedeoğlu Sinan Tavukçu 70 Bosna’da Neler Oluyor? 74 ABD-Çin İlişkileri: John Kerry’nin Çin Ziyareti 80 Soçi Kış Olimpiyatları’nın Ötesi Yeniden İstiklal Savaşı Bülent Orakoğlu Prof. Dr. Birol Akgün 94 84 Amine Yazıcı İleri Doç. Dr. Erkin Ekrem Zeynep Songülen İnanç Son 10 Yılda Değişen Türk Dış Politikası Mesut Özcan Röportajı 100 Biat Kültürü ve İstismarı 105 İslam’da Kadın: Sosyal Hayatta ve İş Hayatında Kadın Hakları Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak 112 “17 Aralık Süreci ve HSYK Düzenlemesi” Çalıştayı SDE Haber 30 Mart 2014 Seçimlerinde Türkiye Neyi Seçecek? Dr. Murat Yılmaz Seçimler Öncesi Son Viraja Girerken Siyasi Partiler Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş Kim Kazanacak? Siyaset mi? Vesayet mi? İbrahim Uslu Röportajı Satır Arasına Değil Büyük Resme Bakalım Alper Tan Yeni Türkiye’ye Yeni MİT Aydın Bolat Yeniden İstiklal Savaşı Bülent Orakoğlu İmralı Süreci Gerçekleri Orhan Miroğlu İÇ POLİTİKA 30 Mart 2014 Seçmlernde Türkye Ney Seçecek? Dr. Murat YILMAZ 30 Mart seçmlernn sadece beledye seçm olmadığının, yen br rejm ve Yen Türkye’nn oylandığı br seçm olduğunun seçmenler tarafından algılanmış olması, gayrmeşru syaset kampanyalarının ve syas mühendslğn syaseten tasfyesnde tarh br eşk olacaktır. Türkye syasetnn ve toplumunun rüştünü spat etmes, bu mthanı başarıyla geçmesne bağlıdır. SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü mevzuat, kurumlar değil, aynı zamanda hayat tarzları, moral değerler, tarih, kültür, sanat, din, yani her şey tartışılıyor. T ürkiye, 30 Mart 2014’te yerel yönetim seçimlerine gidiyor. 30 Mart, birçok bakımdan yerel yönetimlerin seçildiği bir seçim olmanın ötesinde bir anlam taşımaya başladı. 12 Haziran 2011 genel seçimleri, 27 Mayıs’tan sonra ilk defa bürokratik vesayetin tahakkümü dışında bir dönemin başladığını göstermişti. 30 Mart, vesayetin sona erdiği bu dönemin konsolide edildiğini gösterecek ve ilk defa halkın oy kullanacağı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hangi siyasi güç dengeleri içinde yapılacağını tayin edecek siyasi eşiği ifade ediyor. Ülkemiz, 30 Mart seçimleri öncesinde, sadece AK Parti’ye değil aynı zamanda bütünüyle siyasete yönelik bir müdahale karakteri taşıyan, yolsuzluk ve rüşvet kisvesiyle başlayan, yargının da kullanıldığı bir siyasi mühendislik planına sahne olmaktadır. Bu plan, vesayetin sona erdiği bu dönemin, meşru 6 MART 2014 siyasi ve toplumsal mecralarda kendi halinde akmasından rahatsız olan kesimlerin inisiyatifidir. Bu kesimler, içeride ve dışarıda vesayetin tasfiyesinden rahatsız olanlarla, bu tasfiyeden sonra siyasete sofistike yöntemlerle müdahale etmek isteyen “paralel yapı”dan oluşmaktadır. Bu bakımdan, 30 Mart seçimlerine giderken siyasi mücadelenin konusu, belediyelerin çok ötesinde, Yeni Türkiye’nin hangi güç dengelerine ve yöntemlere göre kurulacağına ilişkin temel bir tartışmadır. Bürokratik vesayetin kalkması ve PKK ile müzakereler sonucunda şiddetin sona ermesiyle siyasi rejim ve en geniş anlamıyla toplum adeta yeniden kuruluyor. Daha doğrusu anayasal bir rejim ve toplum yeniden değil, yeni kuruluyor. Bu yüzden yaşanan tartışmalar anayasal bir rejimin kurulmasının ötesindedir. Bu yüzden, sadece anayasa, kanun, Baskı altına alınmış, yok olduğu sanılan, hatta gömüldüğü düşünülen konular ve insanlar da gündla larr geri geriri geliyor, gel eliy iyyorr, demde. Zorla değiştirilen kadim adlar ama a ha hakk et etti titiği ğ ği Aydınlar gidiyor, Tillo geliyor... Ölen am ettiği met Ka me met aya ya,, Cu umm usulde ve yerde defnedilmeyen Ahmet Kaya, Cumba akan, kan, ka n, kkeşke eşşke ke hurbaşkanlığından ödül alıyor. Başbakan, Ahmet Kaya da Diyarbakır’da, aramızda olsaydı diyor. Faili meçhuller soruşturuluyor, toplu mezarlar kazılıyor, davalar Fırat’ın öte yakasına geçiyor. Bütün bunlar sadece bir rejimin değil, yeni bir toplumun kuru ulu uşu um üm mkü ün ruluşunu ifade ediyor. Üstelik bu kuruluşu mümkün sel ve v bölgesel kılan Türkiye sınırları ötesinde, küresel rank ra nkk’ıın de eyi ygelişmeler de var. Bu gelişmeler, A.. F Frank’ın deyiçind çi nde e “g ““göreli gör örel e i bi el b şiyle, Türkiye gibi aktörlere sistem içinde birr e de e’ d ki yyeni e i re en ejijm özerklik” veriyor. Bu özerklik, Türkiye’deki rejim att vve erir yor. yor yo ve yeni topluma uluslararası bir hasat veriyor. çalışıyor… Toplum, eski rejimin siyasi partilerini, sosyolojisini ve kurumsallaşmış yapısını ancak bu siyasi güçle değiştirilebileceğinin farkında. Bu yüzden de toplum, tartışmalarda ve siyasi müdahalelerde Başbakan Erdoğan’a ve AK Parti’ye ciddi bir kredi açmış durumda. Toplumun buradaki hassa- essay e sayet ayet etten n kurku ku Siyaset, içerideki ve dışarıdaki vesayetten anı ve e sınırlarını sınırrlarını n tulduğu ölçüde kazandığı yeni alanı ni rejim rejijm ve re e yeni yen ni keşfetme arzusunda... Bu arzu, yeni şiyor iyor.r So iy Son on dö d dö-toplum tartışmalarıyla beraber gelişiyor. e ye yyeni ni ttoplumun oplumun nemde artan tartışmalar, yeni rejimle liş işşkkiilidi işki d r. T arrtı a rt şş-kuruluşundaki rezonansla yakından iliilişkilidir. Tartışa g id dip p gelmesi gel e mesi messii me maların siyasetle sosyoloji arasında gidip meşr şru şr u yo yyoldan old ld dan n bu bakımdan manidardır. AK Parti,, me meşru yyiine meşru meşşrru u yol olseçimlerle edindiği siyasi güçle ve yine yoldaha ale etmeye larla, yeni rejime ve topluma müdahale MART 2014 7 tedir. “Üçü bir arada” yapılmak istenen darbe süreci, Başbakan Erdoğan’ın öngörülmeyen tepkisiyle planlandığı gibi yürümemiştir. Ortaya çıkan ses kayıtları, AK Parti’nin parçalanması için şantaj kasetlerinin ve dava dosyalarının kullanılacağını gösteriyor. Dolayısıyla paralel yapının ilk hamlelerinin savuşturulmasını kesin sonuç olarak görmemek lazım. Paralel yapının neleri göze aldığı düşünülürse, yeni kriz senaryolarına hazırlıklı olunmalı. siyeti, müdahalenin sınırlı olmasıyla ve hakların ihlal edilmemesiyle bire bir örtüşüyor. AK Parti, geçmişte siyasi rejim yoluyla bastırılan toplumsallığın bir sonucu olarak dışlanan bütün toplum kesimlerinin de yeni toplumda meşru bir şekilde var olmasına ve yeni rejimin toplumsallığı bastırmayacak şekilde tesis edilmesine çalışıyor. Başbakan Erdoğan, Weberyen anlamda risk alan bir lider olarak, bu sürecin önünü açmaya çalışıyor. Organik bir şekilde bu misyona kendisini adadığı görülüyor. Bu hamlelerin basit bir seçim hesabının ötesine geçtiği, alınan siyasi risklerin boyutlarından anlaşılıyor. Türkiye’de muhafazakârlık, siyasi güç kullanılarak bastırılmış hatta yer yer yok edilmiş bir toplumsallığı ifade ediyor. Bu durum, bastırılmış muhafazakârlığı siyasi bir kimlik olmaktan çıkararak kültürel, muğlak bir muhalefete dönüştürmüştür. Bürokratik vesayetin kalkması, bu muğlaklığı kaldıracak ve siyasileşmenin önünü açacak tartışmaları beraberinde getirmiştir. Bu şekilde, tıpkı diğer kimliklerde olduğu gibi, muhafazakârlığın da sınırlarını artık bürokratik vesayet değil, siyaset ve dolayısıyla toplumun kendisi belirleyecektir. Artık tartışmalar, bürokrasi marifetiyle toplumdan soyutlanmak yerine, siyaset marifetiyle toplumsallaşmaktadır. Bu, siyasetin yanında toplumun da kendini keşfetmesi, kendini yeniden veya yeni kurmasıdır. Yeni rejimin ve Yeni Türkiye’nin kuruluşunda, siyasi güçle yer açılan toplum kesimleri, muhafazakârlardan ibaret değildir. Muhafazakârlığın kendi içindeki çeşitliliği; Kürt siyasi kimliği, Alevi kimliği, eskiden devralınan Kemalist ve milliyetçi kimlikler de yeni toplumun kurucu unsurları olarak ortaya çıkıyorlar. Ancak yeni toplumun kuruluş sürecinde, siyasetin muhalefet kanadı, toplumsallıkların siyasi güç ve temsillerinin zaafı ölçüsünde zayıflıyor... Muhalefetin gücü azaldıkça, iktidardan, yani AK Parti’den yeni rejim ve yeni Türkiye’nin kurulmasındaki beklenti düzeyi artıyor. Bu siyaset eksikliği, AK Parti’yi yeni rejimin ve Yeni Türkiye’nin yegâne siyasi aktörü haline dönüştürüyor. Sadece muhafazakârlar değil, ona muhalif diğer siyasi kimlikler de yeni rejimin ve yeni toplumun kurulmasında, AK Parti’nin kendisini de temsil etmesini veya temsil kanallarını tamamen açmasını bekliyorlar. Burada oluşan güç ve temsil boşluğu, AK Parti’nin önünde kendi oy tabanını aşan bir siyasi hareket alanı açıyor. Bu alan, AK Parti’nin ve Başbakan Erdoğan’ın kendi sosyolojisini aşan bir toplumsallıkta “göreli özerklik” kazanmasına yol açabiliyor. “Göreli özerklik” AK parti karşıtı cepheyi organize edecek “paralel yapı” için de geçerlidir. Bu bakımdan “paralel yapı”nın temsil kabiliyeti ve gücü sadece bir cemaatle sınırlı olarak düşü- Vesayet sstemnn büyük sermayes le paralel yapının palazlanan sermayesnn şbrlğndek cephenn, gayrmeşru br paralel yapının etrafında gayr meşru olarak yürüttüğü syas kampanyanın hedef, yen rejm ve Yen Türkye’y kuracak syas radey kırmak ve syas lder tasfye etmektr. 8 MART 2014 nülmemelidir. Paralel yapı, tasfiye edilen sofistike vesayet sisteminin yerini alacak hamleleri, önünde açılan bu göreli özerklik alanı ve müttefikleri sayesinde cüretkarca yapabilmektedir. Bu bağlamda, paralel yapı, kayıt dışı siyaset ve kayıt dışı ekonomi cephesinin vurucu gücü ve sıklet merkezi olarak ortaya çıkmaktadır. Vesayet sisteminin büyük sermayesi ile paralel yapının palazlanan sermayesinin işbirliğindeki cephenin, gayrimeşru bir paralel yapının etrafında gayri meşru olarak yürüttüğü siyasi kampanyanın hedefi, yeni rejim ve Yeni Türkiye’yi kuracak siyasi iradeyi kırmak ve siyasi lideri tasfiye etmektir. Siyasi mühendisliğin yakın tarihteki modeli, Turgut Özal’ın tasfiye edilmesi sürecidir. Nasıl Turgut Özal Cumhurbaşkanlığı’ndan tecrit edilerek ANAP elinden alındıysa, aynı mantıkla Başbakan Erdoğan da tecrit edilmek ve AK Parti ile arası açılmak istenmektedir. Burada projeyi zora sokan Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilecek olmasıdır. Bu bakımdan, son günlerde, Özal’ın tecrit edilmesinin ve ANAP’la bağının kopartılmasının ardından hayata geçirilen 1993 darbesine benzer bir girişim, yolsuzluk, El-Kaide gibi soruşturmalarla hayata geçirilmek istenmek- Geziden sonra 17-25 Aralık paralel yapı operasyonlarının gelmesi siyasi bir aklın ve mahfilin varlığını gösteriyor. Bu irade kırılmadıkça yeni siyasi mühendislikler ihtimal dâhilindedir. Bu hamleleri engelleyecek idari ve hukuki mücadelenin kararlılıkla yürütülmesinin yanı sıra, siyasi mücadele de devam etmelidir. Bu siyasi mühendisliklerin temel hedeflerinden birinin, Başbakan Erdoğan’ın ve AK Parti’nin siyaset yapmasını engellenmek olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Karşı cepheyi dağıtmanın ve demokrasi cephesini güçlendirmenin yolu siyaset yapmaya devam etmektir. Bu bakımdan AK Parti ve Başbakan Erdoğan, 12 Eylül 2010’da çıkan referandum sonuçlarındaki, kendi tabanlarını aşan bir %10’un varlığını daima hesaba katmalıdır. Çünkü bu %10 büyüdüğü nispette eski rejimin ve Eski Türkiye’nin reaksiyonu zayıflayacak, yeni rejim ve Yeni Türkiye daha geniş bir mutabakat zeminine oturacaktır. AK Parti, bürokratik vesayetin tasfiyesinin iç ve dış politikada kendine açtığı geniş siyasi alanları muhakkak kullanmalıdır. Ancak bu alanlar, AK Parti dışındaki aktörleri de oyuna dâhil ederek kullanılabilir. Meşru siyasetin önünün açılması ve medyadaki çoğulculuk, paralel yapının ve vesayet sermayesinin kayıt dışı siyaset, kayıt dışı ekonomi ve kayıt dışı hukuktan oluşan adaletsizlik dairesini sona erdirecek ve hareket alanlarını sınırlayacaktır. 30 Mart seçimlerinin sadece belediye seçimi olmadığının, yeni bir rejim ve Yeni Türkiye’nin oylandığı bir seçim olduğunun seçmenler tarafından algılanmış olması, gayrimeşru siyaset kampanyalarının ve siyasi mühendisliğin siyaseten tasfiyesinde tarihi bir eşik olacaktır. Türkiye siyasetinin ve toplumunun rüştünü ispat etmesi, bu imtihanı başarıyla geçmesine bağlıdır. MART 2014 9 İÇ POLİTİKA 30 SEÇİMLER ÖNCESİ SON VİRAJA GİRERKEN SİYASİ PARTİLER Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ SDE Uzmanı Mart 2014 tarihinde yapılacak olan yerel seçimlere kısa bir süre kala partiler seçim kampanyalarına başladı. Yerel seçimler, Türkiye’de siyasetin yeniden düzenlenmeye çalışıldığı bu son dönemde özellikle önem taşıyor. Üstelik 2014 yılının yaz aylarında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde yerel seçimlerde ortaya çıkacak tablonun aday tercihleri başta olmak üzere pek çok faktörü etkileyebilme potansiyeline sahip olduğu görülüyor. Bu bakımdan, 30 Mart’ta elde edilecek sonuçların siyasî partilerin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde izleyecekleri genel rotanın çizilmesinde etkili olabileceği söylenebilir. Kuşkusuz bunun yanında yerel seçim sonuçlarının farklı partilerin kendi içlerinde genel başkanlık başta olmak üzere birtakım tartışma başlıklarını yeniden canlandırması güçlü bir ihtimal olarak görülebilir. Bundan dolayı yerel seçim sonuçlarının yalnızca kazanılan belediye sayısı ile sınırlı bir yönünün bulunmadığı ve ülkenin genel siyasetini etkileme potansiyeli bulunduğunun altı çizilmesi gereken bir gerçektir. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) yerel seçimlerde 29 Mart 2009’da yaşadığı kazanın bir benzeri ile karşılaşmak istemiyor. 2004 yerel seçimlerinde il belediyelerinin büyük kısmını alan ve 2007 genel seçimlerinde neredeyse yüzde 50 oy sınırına dayanan AK Parti’nin oylarında 29 Mart’ta belirli bir düşüş yaşanmıştı. AK Parti, bu tür bir durumla karşılaşmamak için adaylarını erken belirleyerek bir bakıma sahaya inmelerini sağladı. Parti’nin bu seçimlerdeki öncelikli hedefinin Ankara ve İstanbul başta olmak üzere çok sayıda il belediyesini yeniden almak olduğu söylenebilir. Bunun yanında AK Parti, 2009’da CHP ve MHP’ye kaptırdığı Antalya ve Adana büyükşehir belediyelerinde yeniden, daha önce hiç kazanamadığı İzmir’de ise ilk kez seçimleri kazanmak istiyor. Ayrıca Partinin 2004’te kazanıp 2009’da aynı başarıyı tekrarlayamadığı ve daha sonradan büyükşehir statüsüne yükselen Manisa, Balıkesir, Şanlıurfa ve Aydın gibi illere özel bir önem verdiği anlaşılıyor. Öte yandan AK Parti’nin 2009’da oylarında kısmî bir azalma yaşadığı Ankara ve İstanbul’da aynı sorunla bir daha karşılaşmamak konusunda oldukça dikkatli davrandığı anlaşılabiliyor. Zira çok sayıda seçmenin bulunduğu bu illerde oylarda yaşanan azalma Türkiye ortalamasını da önemli ölçüde etkileyebiliyor. Dolayısıyla cumhurbaşkanlığı seçimine 10 MART 2014 AK Part’nn 2009’da oylarında kısmî br azalma yaşadığı Ankara ve İstanbul’da aynı sorunla br daha karşılaşmamak konusunda oldukça dkkatl davrandığı anlaşılablyor. Zra çok sayıda seçmenn bulunduğu bu llerde oylarda yaşanan azalma Türkye ortalamasını da öneml ölçüde etkleyeblyor. Dolayısıyla cumhurbaşkanlığı seçmne güçlü grmek steyen ve bu açıdan yüzde ell barajına mümkün olduğunca yaklaşmayı hedefleyen AK Part’nn özellkle büyükşehrlerde oylarını en üst düzeye çıkarmak noktasında hareket etmes oldukça gerçekç br bakış açısı olacaktır. güçlü girmek isteyen ve bu açıdan yüzde elli barajına mümkün olduğunca yaklaşmayı hedefleyen AK Parti’nin özellikle büyükşehirlerde oylarını en üst düzeye çıkarmak noktasında hareket etmesi oldukça gerçekçi bir bakış açısı olacaktır. Ancak AK Parti’nin beklediği sonuçlara ulaşmasında muhalefetin performansının da önemli bir etmen olduğu gerçeğini unutmamak gerekiyor. Ana muhalefet partisi CHP’nin ise son dönemlerde yüzde 25-30 arasında seyreden bir oy parantezine sıkışmış olduğu ve mevcut tabloda, seçmenlerin yaklaşık yarısının oyunu alan AK Parti karşısında iktidar alternatifi olma ihtimalinin bulunmadığını görülüyor. Bu nedenle, Parti, sağdan belirli ölçülerde oy devşirip içinde bulunduğu dar parantezi genişletmek istiyor. Bunun yanında, göreve geldiği günden MART 2014 11 itibaren somut bir başarı yakalayamayan Kemal Kılıçdaroğlu’nun da genel başkan olarak bir zafere ihtiyacı var. Hatta bu süreçte Partinin ideolojisi ile söylemsel tutarlılığının bile göz ardı edilmesinden kaçınılmıyor. CHP’nin “merkez sol”da adeta alternatifsiz kalması, bu nedenle, her koşulda belirli bir seçmen kitlesinin oyunu alabilmesi Parti yönetimine bu yaklaşımı hayata geçirebilmek için elverişli bir zemin sunuyor. Buna karşılık, siyasette kimsenin hiçbir zaman sonsuz bir kredisi bulunmadığını görmek gerekiyor. Nitekim aşağıda değineceğimiz gibi CHP’nin denediği yeni taktiklerin bu kez de başarılı olamaması durumunda Parti yönetiminde bir değişiklik yaşanması kaçınılmaz görünüyor. Bu yılın yaz aylarında yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri de aslında bu tür bir değişikliğin nispeten sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesi açısından elverişli bir araç olabilir. CHP, seçimlerde belki de en az genel oy oranını yükseltmek kadar 25 yıldır kazanamadığı (Sosyal Demokrat Halkçı Parti 1989’da her iki ili de almıştı) İstanbul ve Ankara’da elde edilecek bir zaferin peşinde. Ancak adayların belirlenme sürecindeki tartışmalar bir kenara bırakılsa dahi bu illerde halen işlerin istenildiği gibi gitmediği görülüyor. Bu bağlamda, 17 Aralık ile başlayan algı operasyonu sürecinin de CHP için amaçlanan sonuçları doğurmadığını söylemek mümkün. CHP’nin Gülen cemaati ile zımni bir ittifaka girdiği yönündeki izlenim de sonucu değiştirmiyor. Her iki kesim de kendi tabanların- Ana muhalefet parts CHP’nn se son dönemlerde yüzde 25-30 arasında seyreden br oy parantezne sıkışmış olduğu ve mevcut tabloda, seçmenlern yaklaşık yarısının oyunu alan AK Part karşısında ktdar alternatf olma htmalnn bulunmadığını görülüyor. dan gelecek tepkilerden çekindikleri için açıktan bir işbirliği içerisine giremiyorlar. Zira Sarıgül ve Yavaş gibi mutedil aday tercihlerine rağmen kurumsal olarak CHP isminin muhafazakâr seçmen için taşıdığı anlamın kısa vadede değişmesi oldukça zor. Öte yandan mevcut tabloya bakıldığında İstanbul’da Sarıgül’ün Parti yöneticileri ile gayet iyi bir pazarlık yaptığı anlaşılıyor. Bu bakımdan, “CHP’nin kalesi” gibi görülen bazı ilçelerde Sarıgül’le bağlantılı isimlerin aday gösterilmiş olması dikkat çekiyor. Dolayısıyla Sarıgül’ün CHP adaylığından daha en başta kazançlı çıktığı söylenebilir. Diğer taraftan, Sarıgül’ün İstanbul’da CHP yöneticilerinin ve kendisine umut bağlayanların istediği etkiyi yaratamadığı da açık. Ancak Sarıgül’ün seçimlerdeki asıl hedefinin, Kılıçdaroğlu’nun 2009’da aldığından daha yüksek bir oy oranına ulaşmak olduğu görülebiliyor. Özellikle İstanbul’da CHP’nin kazanma ihtimalinin yüksek olduğu ilçelerde listeler üzerinde etkili olan Sarıgül, seçimlerden sonra Parti için en etkili figürlerden biri durumuna gelecek. Bu bağlamda, seçimi kazanamasa da istediği oy oranlarına ulaşması durumunda Sarıgül, 30 Mart sonrasında CHP ile ilgili kurulan tüm denklemlerin en önemli değişkenlerinden biri olacak. CHP açısından Ankara’da yaşanan sorun ise daha büyük. Son birkaç ay içerisinde adı neredeyse tüm sağ partilerle anılan Mansur Yavaş’ın CHP’nin adayı olarak açıklanmasından sonra yaşanan “doku uyuşmazlığı” sorunu hâlâ çözülebilmiş değil. Nitekim Yavaş, adeta bağımsız bir aday gibi davranıyor; katıldığı televizyon programlarında neredeyse ker- 12 MART 2014 hen CHP adayı olduğu mesajını veriyor. Aynı durumun CHP örgütleri için de geçerli olduğu söylenebilir. Yavaş’ın seçim çalışmalarını kendi ekibiyle yürüttüğü ve yerel CHP örgütlerinden yeterince destek alamadığı anlaşılıyor. Bu açıdan, Yavaş’ın CHP içerisinde Sarıgül’e göre çok daha zayıf bir pozisyonda olduğu söylenebilir. Muhtemelen 30 Mart’tan sonra tarafların yolları ayrılacak ancak Yavaş’ın adaylığı CHP yönetimine muhalif kesimler tarafından daha uzunca süreler temel eleştiri noktalarından biri olarak kullanılacak. Sonuç olarak medyada estirilmeye çalışılan tüm olumlu havaya rağmen CHP’nin İstanbul ve Ankara’da büyükşehir belediyelerini AK Parti’nin elinden almasının oldukça zor olduğu söylenebilir. Diğer taraftan 30 Mart’ta alınacak seçim sonuçlarına göre CHP’nin yeni bir liderlik tartışması yaşayabileceğinin işaretleri doğuyor. Partinin aday belirleme sürecinde aldığı “radikal” kararların beklenen etkiyi doğuramaması, ulusalcılar başta olmak üzere muhalif kanatları “şimdilik” kaydıyla susturan Kılıçdaroğlu’nun işini oldukça güçleştirecek. Seçimlerin hayatî önemini gerekçe göstererek AK Parti dışındaki hemen her kesimle işbirliği yapabileceklerinin işaretlerini veren Kılıçdaroğlu, beklediği sonuca ulaşamaması durumunda ortaya çıkan manzarayı izah etmekte oldukça zorluk çekecek. Kaldı ki aday listelerinin oldukça eklektik bir şekilde belirlenmesi CHP tabanında da rahatsızlık doğuruyor. CHP, aday tercihleriyle AK Parti’nin karşısında yer alan tüm muhalif kesimlere belirli ölçülerde yer veren bir “koalisyon” görünümü çiziyor. Bir bakıma, kendi çekirdek tabanı dışında CHP’ye destek veren pek çok unsurun yegane ortak motivasyon kaynağı AK Parti karşıtlığı. Burada gözden kaçırılan gerçek ise koalisyonların geçici ve konjonktürel oluşu. Siyasetin doğası gereği, bir parti, bir ideolojinin beslediği sağlam bir zemine oturamazsa kalıcı bir görünüm sergileyemez. Tam tersine seçim kazanma odaklı stratejilerin ve günübirlik politikaların uzun vadede partiden götürdükleri ilk anda getirdiklerinden çok daha fazla olabiliyor. Bu bakımdan, CHP’nin 30 Mart seçimleri sonrasında yaşayacağı tartışmaların yalnızca genel başkanın kim olacağı ile sınırlı kalmayacağı öngörülebilir bir durum. CHP, ya Kemalist-ulusalcı çizgisine geri dönecek ya da söz konusu koalisyon görünümünü bir süreliğine daha sürdürecek. Bu durum, CHP’nin seçim sonrasında yaşayacağı iç iktidar mücadelesini hangi kesimin kazanacağı ile yakından bağlantılı. Parti içindeki ulusalcı kanadın Deniz Baykal benzeri bir lider üzerinde uzlaşması, CHP’nin aslî siyasal diline dönmesini beraberinde getirecek. Sarıgül’ün iktidar mücadelesinden galip ayrılması ise sözünü ettiğimiz koalisyon modelinin bir süre daha sürmesine neden olacak. Kuşkusuz üçüncü bir seçenek daha var: CHP’nin evrensel değerleri sahiplenen, özgürlükçü ve demokrat, gerçek bir sol parti olması. Ancak Parti içindeki farklı kesimlerin iktidar mücadelelerindeki dile bakıldığında halen CHP için en “uzak ihtimal”in bunun olduğu da kolayca görülüyor. Bir diğer muhalefet partisi olan MHP için ise farklı bir manzara var. 2009 yerel seçimlerinde MHP, iddialı olabileceği bölgeleri önceden belirleyerek adaylarının sahaya erken inmelerini sağlamıştı. Özellikle AK Parti’nin aday belirleme sürecinde nispeten daha ağır davranması MHP’ye avantaj sağlamış ve Parti, biri büyükşehir olmak üzere on ilde belediye başkanlığını kazanmıştı. MHP’nin 30 Mart öncesinde de benzer bir çizgi izlediği görüldü. Bazı merkezlerde MHP adayları aylar öncesinden açıklanarak çalışmalara başlamalarının önü açıldı. Ancak muhtemelen 2012 Kongresinde ortaya çıkan tablonun etkisiyle MHP yönetimi bu kez daha itidalli davranarak genel siyasette tanınan figürlerin çok fazla öne çıkmasına izin vermedi. Bu durumun en belirgin örneği olarak Ankara’da Mansur Yavaş etrafında yaşanan tartışmalar gösterilebilir. 2009’da MHP iki dönem Beypazarı Belediye Başkanlığı yapan Mansur Yavaş’ı Ankara Büyükşehir MART 2014 13 Belediye Başkanlığı için aday göstermişti. Başlangıçta kamuoyu tarafından tanınmayan Yavaş, sessiz ama etkili bir seçim kampanyası yürüttü. Basının önüne çok fazla çıkmayıp daha çok halkla doğrudan temas kurmaya çalışan Yavaş, kampanya sürecinde ön plana çıkmaya başladı. Bu strateji başlangıçta tüm enerjisini CHP’nin adayı ve kendi geleneksel rakibi Murat Karayalçın’a yöneltmiş olan Melih Gökçek’in de taktik değiştirmesine yol açtı. Gökçek, kampanya sürecinin başlarında en yakın rakibiyle arasında yirmi puan fark olacağını savunurken sona doğru yaklaşıldığında oyların bölünmesi halinde başkanlığın sola geçeceği tezini işlemeye başladı. Seçim sonuçlandığında Gökçek yüzde 38,5’lik bir oranla yeniden başkan seçildi. Ancak belki de bundan daha fazla dikkat çeken sonuç, Mansur Yavaş’ın ulaştığı yüzde 26,9’luk orandı. Dolayısıyla seçimi kazanamasa da Mansur Yavaş artık ulusal bir siyasal figür haline gelmişti. Ancak aynı durum, bir bakıma, MHP içindeki muhtemel yükselişinin de önünü kesti. Hemen her seçimden sonra olduğu gibi 29 Mart 2009’un ardından da MHP içinde başlayan liderlik tartışmaları Mansur Yavaş’ın ismini öne çıkardı. Ancak aynı durumun MHP yönetimi açısından bir rahatsızlık kaynağı olması da kaçınılmaz bir durum oldu. Böylece Yavaş, MHP’den giderek uzaklaştı; beklentilerin aksine 2011’de milletvekilliği için aday gösterilmedi ama geçen senenin ortalarında MHP’den Ankara Büyükşehir Belediye başkan aday adaylığını açıkladı. Ancak MHP, bu koltuğa Yavaş yerine, kamuoyunca yeterince tanınmayan 14 MART 2014 Prof. Dr. Mevlüt Karakaya’yı aday gösterdi. Aslında bu tercihle MHP’nin Ankara’da fazla iddialı olmadığına yönelik mesaj verdiğini söylemek çok da haksızlık olmaz. 30 Mart seçimleri öncesi Ankara’da görülene benzer durumlar, İstanbul ve İzmir’de de yaşandı. İstanbul’da daha önce MHP’lilerce bile adları fazla duyulmayan Rasim Acar, İzmir’de ise Murat Taşer aday olarak belirlendi. Gerçekçi bir bakış açısıyla yaklaşıldığında bu tercihlerin MHP’ye söz konusu şehirlerde oy artışı sağlayamayacağı söylenebilir. Daha doğru bir ifadeyle, MHP’nin İstanbul, Ankara ve İzmir’de 2011 genel seçimlerinde aldığı oy oranlarına ulaşması başarı olacaktır. Ancak aşağıda değineceğimiz gibi Ankara’da bazı ilçe belediyelerinde yaşanacak seçim yarışının MHP’nin genel oy oranları açısından artı bir etki meydana getirebilme ihtimali de var. Zira toplam seçmen sayısının önemli bir yekûnunu barındıran bu illerde yaşanan puan artışları Türkiye ortalamasını da yükseltiyor. Nitekim MHP’nin 2009 yılında yaşadığı oy artışında Ankara ve Adana başta olmak üzere bazı büyükşehirlerde doğru aday tercihleri nedeniyle oylarının yükselmesinin büyük etkisi bulunuyor. Öte yandan MHP’nin seçimlerde asıl gücünü, Mersin Büyükşehir ile 30 Mart’tan itibaren bu sıfatı elde edecek olan ve 2009’da zaten kazandığı Balıkesir ve Manisa gibi illere aktaracağı iddia edilebilir. MHP, Mersin’de üst üste dört dönemdir Tarsus Belediye Başkanlığı yapan Burhanettin Kocamaz; Manisa’da mevcut başkan Cengiz Ergün ve Balıkesir’de 2009’da aynı partiden seçilen İsmail Ok ile seçimlere girecek. Genel seçim sonuçlarına göre her üç ilde de AK Parti birinci sırayı almasına rağmen MHP yerel seçimin farklı dinamiklerinden yararlanarak tabloyu kendi lehine çevirmeye çalışacak. MHP’nin özellikle Türkiye ortalamasının iki katına yakın oy aldığı Mersin’de büyükşehir belediye başkanlığını kazanmak için oldukça şanslı olduğu söylenebilir. Bu şehirde, AK Parti’den MHP’ye doğru bir oy kayması güçlü bir ihtimal olarak görülüyor. Balıkesir ve Manisa’da ise MHP adayları, AK Parti’nin biri eski biri de hâlihazırda genel başkan yardımcısı durumunda olan iki milletvekili başkan adayı (Ahmet Edip Uğur ve Hüseyin Tanrıverdi) ile yarışacak. Bu illerde MHP’nin seçimi kazanabilmesi için CHP’den kendisine oy devşirebilmesi adeta zorunlu görünüyor. Ancak her iki ilde de MHP’nin iddiasını muhtemelen son ana kadar sürdüreceği ve seçim sonuçlarını küçük farkların belirleyeceği anlaşılabiliyor Bu noktada, bir parantez de MHP’nin 2009’da kazandığı tek büyükşehir belediyesi olan Adana’ya açmak gerekir. MHP’nin 2009’da Adana’da başarılı olmasını sağlayan en önemli etken, hiç kuşkusuz, AK Parti’den transfer edilen Aytaç Durak’tı. Ancak hakkındaki yolsuzluk soruşturmaları nedeniyle görevden alınan Durak, MHP’den de ihraç edildi. MHP, Adana’da Ceyhan Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü’yü aday olarak gösterdi. Genel seçimlerde AK Parti ile arasında 17 puan fark bulunan (yüzde 37,48’e karşılık yüzde 20,35) MHP, CHP’nin de iddialı olduğu Adana’da başarılı olabilmek için iktidar partisinden oy almak zorunda. 2011 seçimlerinde hiçbir partinin yüzde 40 sınırını geçemediği bu ilde, büyük bir ihtimalle yarışı küçük farklar belirleyecek ve yaklaşık olarak seçmenlerin üçte birinin oyunu alan aday seçimleri kazanacak. Diğer büyükşehirler açısından bakıldığında ise MHP’nin seçimi kazanma şansının giderek azaldığı görülüyor. 30 Mart’ta alınacak seçm sonuçlarına göre CHP’nn yen br lderlk tartışması yaşayableceğnn şaretler doğuyor. Partnn aday belrleme sürecnde aldığı “radkal” kararların beklenen etky doğuramaması, ulusalcılar başta olmak üzere muhalf kanatları “şmdlk” kaydıyla susturan Kılıçdaroğlu’nun şn oldukça güçleştrecek. memleketi Osmaniye için de geçerli olduğu söylenebilir. MHP, Osmaniye il belediyesini 2004’e AK Parti’ye kaybetmiş; 2009’da ise geri almıştı. 2011 genel seçimlerinde AK Parti il genelinde MHP’nin yaklaşık beş puan üzerine çıktı. Seçim sonrasında muhtemel bir liderlik tartışmasında elinin zayıflamaması için Bahçeli açısından Osmaniye’nin kazanılmasının özel bir anlam taşıdığı kolayca tahmin edilebilir. Seçim öncesi propaganda sürecinde miting düzenlemeyi çok fazla tercih etmeyen Bahçeli’nin özel önem atfettiği bu illere bizzat gitmesi daha önceki seçim deneyimlerinden hareketle beklenebilecek bir durum olacak. MHP’nin bir diğer öncelikli hedefi de 2009’da kazandığı illerde aynı başarıyı tekrarlamak olacak. Bu bağlamda, yukarıda sayılan büyükşehirler dışında, Uşak, Osmaniye, Gümüşhane, Kastamonu, Karabük, Bartın ve Isparta MHP’nin öncelikli hedefleri arasında sayılabilir. Bunun yanında 2011 genel seçimlerinde birinci parti olduğu tek il olan Iğdır’da belediyeyi BDP’nin elinden alabilmek de özellikle sembolik anlamı bakımından MHP için önem taşıyor. Benzer bir sembolik durumun Devlet Bahçeli’nin MART 2014 15 röportaj KİM KAZANACAK Siyaset mi Vesayet mi Röportaj: M. Kürşad BİRİNCİ SDE Asistanı İbrahm Uslu Kmdr? 30 Temmuz 1966 tarhnde doğdu. Lsans eğtmn 19831987 yılları arasında İstanbul Ünverstes Syasal Blgler Fakültes, Kamu Yönetm Bölümü’nde tamamladı. Yüksek Lsanasını aynı ünverstede 1988-1991 yılları arasında Sosyal Poltka üzerne yaptı. 1993-1995 yıllarında Amerka Brleşk Devletlernde Doktora Semnerler çn bulundu. 1995 yılında başladığı Doktorasını 1999 yılında İstanbul Ünverstes’nde Sosyal Poltka üzerne yaptı. 1988-1999 İstanbul Ünverstes Araştırma Görevls , 19992003 İstanbul Ünverstes Öğretm Üyes , 1995-1996 YTM (Yüksek Teknoloj Merkez) Proje Koordnatörü, 20022003 Bersay İletşm Danışmanlığı Danışman, 2003-2004 Bersay İletşm Danışmanlığı Başkan Yardımcısı olarak çalışmıştır. 2004 yılından tbaren Ankara Sosyal Araştırmalar Merkez (ANAR) Genel Müdürü olarak görev yapmaktadır. Syasal Vakfı Mütevell Heyet Üyes ve Türkye Araştırmacılar Derneğ üyesdr. Zeynep Karahan Uslu le evldr ve br kız çocuğu babasıdır. 16 MART 2014 İbrahm Bey merhaba. Önümüzdek dönemde sz yen br test beklyor. Sadece br ay sonra 30 Mart yerel seçmler yapılacak. Genel seçm atmosfer çnde geçmes beklenen yerel seçmlere rengn verecek tartışma konuları szce neler olacak? 17 Aralık operasyonundan yaklaşık 1 ay kadar önce, önümüzdeki seçime rengini verecek başlıkların neler olabileceği ile ilgili geniş katılımlı arama toplantılarını başlatmıştık. 17 Aralık’ta bir şekilde bunun cevabını da almış olduk. Artık seçim atmosferinin hangi toplumsal psikolojik faktörlerin etkisi ile gerçekleşeceğini merak etmiyoruz. 17 Aralık öncesinde 30 Mart sadece bir yerel seçimdi. Dolayısıyla yerel faktörlerin tercihlerimizi etkileyeceği yönünde bir beklenti vardı. Ancak AK Parti iktidarları döneminde gerçekleşen yerel seçimlere baktığımızda, sadece 2004 yerel seçimlerinin buna uygun gerçekleştiğini görüyoruz. 2004’te toplumu ayrıştıran ya da genel siyasi performansları tercih nedeni haline getiren bir atmosfer yoktu. Sadece yerel faktörler seçmen tercihleri üzerinde etkiliydi. 2009 yerel seçimlerinde ise elbette ki yerel gündemler önemini korumaya devam etti. Ancak seçime rengini veren temel tartışma konusu uluslararası ekonomik krizdi. Seçmen davranışlarını en çok etkileyen konular da bu merkez etrafında gerçekleşti ve tartışıldı. Bugün de aslında 2009’a benzeyen bir süreç içindeyiz. Yaşananlar, adayların, yerel politika ve kente dair sorunlar etrafında tartışmalara girişmesine izin vermiyor. Yaz başında yaşanan Gezi Parkı olayları ve arkasından gelen 17 Aralık operasyonu sadece genel politik gündemi değil, yerel gündemleri de ele geçirmiş durumda. Türkye’de 2013 yılında çok gerlml günler yaşandı. Szce bütün bu yaşananlar ne anlama gelyor? Önce Gez sonrasında se 17 Aralık süreçlernde seçmen terchler değşt m? Sosyolojk anlamda daha önce var olduğu dda edlen ttfaklar dağıldı mı? Aslında o kadar çok şey yaşanıyor ki belki de uzun bir liste yapmak gerekiyor. Ancak bence en önemlisi Türkiye’nin bu anlamda dönüşümü 2013’te başlamadı. Hem ulusal, hem de uluslararası ve bölgesel birçok süreç uzun zamandır eş zamanlı olarak yaşanıyor. Yeni ittifaklar kuruluyor, hatta birçoğunu ancak yıllar sonra anlayabiliyoruz. Bu anlamda son yaşananları 2012’de MİT’e yönelik operasyon ile başlatsak, çok haklı nedenlerimiz olur. Hatta 12 Eylül referandumuna götürsek de çok anlamlı olabilir. Biraz daha geriye gidip bu süreci cumhurbaşkanlığı seçimlerine, 367 krizine kadar taşısak ya da cunta yargılamalarından başlatsak, o da olur. Hatta en öteye, AK Parti’nin kuruluşuna kadar gitsek yine de bugünü açıklayacak mesnetler bulabiliriz. Benim düşüncem 2013’ü anlamak için bu karşılaşmaların her birine bakmak gerektiği yönünde. 2002’de halk iradesi ve vesayetçi rejim arasında bir kopma yaşandı. Halk, vesayetçileri ve eski Türkiye’nin temsilcisi partileri büyük ölçüde siyasetten tasfiye etti. Seçmen, bizzat operasyon çekerek 1990-2000 arasında yaşananlardan sorumlu gör- düğü bütün yapıyı meclisin dışına itti. Halk, parodi programlarına konu olan siyasetçi ve siyasi parti profillerini siyasetten uzaklaştırdı. Seçmen, o günün şartlarında biri yeni kurulmuş, biri de TBMM’de temsil edilmeyen iki partiyi TBMM’ye taşıdı. Her ne kadar 2007 cumhurbaşkanlığı seçimine kadar direnmeye çalışsalar da bir dönemin siyasal anlayışı tasfiye edildi. 2007’de seçmen bürokratik vesayetin hala etkili olduğunu gördü. 367 krizi, bürokratik vesayetin hala sistemi tıkamak ve demokratik rejimi engellemek konusunda ne kadar mahir olduğunu gösterdi. 27 Nisan Muhtırasını gören seçmen bunun rövanşını Temmuz ayında yapılan seçimlerde aldı. Bir önceki seçimde yüzde 34 ile iktidar olan AK Parti’yi yüzde 47 ile TBMM’ye taşıdı. Verilen bu destek vesayet ile kavgada AK Parti’nin elini güçlendirdi. 2002-2007 vesayetin elinden gelen her şey ile direndiği bir dönemdi. Hatta sonrasında gördüğümüz kadarı ile vesayet o dönemde siyaseti dizayn için bir çok girişimde de bulundu. Ancak 28 Şubat’ı bilen seçmen bu karşılaşmaya çok kristalize olmuş bir şekilde cevap verdi. Vesayet/siyaset karşılaşmasında seçmen ısrarla ve cesaretle siyaset tarafında durdu. Vesayet tarafında duranlar ancak o gün CHP’ye oy vermiş kişilerden ibaretti. Pek, 2007 sonrasında bu vesayet/syaset kavgası btt m? 2007’den sonra gelen kapatma davası vesayet/ siyaset kavgasının bir başka dönüm noktasıydı ve kavganın bitmediğini bir kez daha gösterdi. Vesayet, birinci açılım sürecinin yani AK Parti’nin hem kavramsal hem de politika anlamında Kürt meselesinde bir paradigma değişimine gitmesinin ve AB projesinin paralel yürümesi gibi büyük dönüşümlerin hepsinin karşısında direnç göstermeye devam etti. Ancak bu kez 12 Eylül referandumunda “vesayet değil, siyaset” diyen halk gücünü gösterdi. Vesayet karşısından siyaseti destekleyen insanların bir araya MART 2014 17 Evet, 2013 yılı Türkiye için çok çalkantılı ve heyecanlı bir yıl oldu. Ancak Gezi ve 17 Aralık bazı hayırlı sonuçlara da neden oldu. Gelecek kurguları ve hedefleri çok farklı olan ve asla bir araya gelemez dediğimiz üç yapı bir araya geldi ve ortak bir tehdide karşı siyaseti savundular. Bu üç siyasi ekolün farklı hedef ve farklı gelecek kurgularının olması ülke adına bir zenginlik. Buna ek olarak demokrasiye yöneltilmiş bir tehdide karşı ortak bir tavır göstermeleri, ülkenin geleceği adına büyük bir güvence. Bu ortak tehdide karşı bir araya gelen bu grup ülkenin sigortası. 30 Mart syas dengeler 2011’de oluşan syas dengelere benzer m olacak? Yoksa 2009 yerel seçm sonuçlarına daha uygun br denge m oluşacak? Ayrıca 30 Mart’ta oluşacak muhtemel syas dengenn ortaya çıkmasında AK Part ve Cemaat karşılaşmasının br etks olablr m? geldiği yüzde 58’lik koalisyon çok önemli bir siyasi ve toplumsal gösterge oldu. Ayrıca bunların yanında bir başka süreç daha işledi. Ergenekon, Balyoz gibi cunta davaları ile vesayeti o gün temsil edenler güçlerini yitirdi. O dönemde hepimiz bu gelişmeleri vesayetçilerin tasfiyesi olarak okuduk. Ancak o dönemde yaşananların vesayetin tasfiyesi değil, bir çetenin başka bir çeteyi tasfiyesi olduğunu yeni görmeye başladık. Vesayetin yok olmadığını ancak el değiştirdiğini idrak ettik. Devlet içinde süre gelen kapalı örgütlenmelerin İttihat Terakki’den beri yaşamaya devam ettiğini gördük. Bu gelişmeler asla bir araya gelemez dediğimiz aktörleri bir araya getirdi. Bir kısım MHP’li ile İşçi Partililerin birbirlerine yaklaştığını gördük. MHP seçmeni Orta Anadolu’da AK Parti ile yakınlaşırken, Ege ve Akdeniz’de başka türlü hareket etti. Öte yandan bunca zaman AK Parti Kürtlerin birinci partisi olmayı sürdürdü. Son çatışmada ise muhafazakâr seçmenin de bir miktar çatlamakta olduğu bir dönem başladı. Seçmlern hayl yaklaştığı şu günlerde syas manzara nasıl gözüküyor? Bir tarafta CHP seçmeni ve örgütü var. Gezi ile birlikte Alevilerin CHP içinde önemli bir görünürlük kazandığı, bir yandan da muhafazakâr dediğimiz bir cemaatin desteklediği bir yapı olarak CHP cephesini görüyoruz. 18 MART 2014 Karşısında ise liberal, muhafazakâr, demokrat insanlardan oluşan AK Parti cephesi var. Ayrıca buna ek olarak bu cephede yani siyaset tarafında durmaya özen gösteren cephede, Gezi’ye ve sonrasında vesayetçilere açık bir destek vermeyen MHP var. Ha keza Gezi’de ve 17 Aralık operasyonunda siyasetten yana olan BDP/PKK çizgisi var. Bunlar bir ittifak içinde değiller. Sn. Bahçeli hem Gezi’ye mesafeli durdu hem de 17 Aralık sürecinde “biz iktidarı okyanus ötesinde aramayız” diyerek konumunu çok net belirledi. Ha keza Abdullah Öcalan ve Selahattin Demirtaş da 17 Aralık sürecinin bir darbe girişimi olduğunu söylediler. Diğer tarafta CHP, Cemaat ve İşçi Partisi’nin bir araya geldiği bir yapı söz konusu hale geldi. Bu durum bizlerin bütün ezberlerini derinden sarsıyor. Ama ben bunların hepsinin ötesinde bu gelişmelerde hayırlı bir yan görüyorum. Türklerin bir kısmı, Kürtler ve muhafazakârların aynı blokta, yani siyaset yanında yer almalarını ve temsil ettikleri bloğun oylarının yüzde 65-70’lik bir büyüklüğe sahip olmasını önemsiyorum. Bu gruplar arasında güçlü bağlar yok. Ama ortak bir tehdit algısı var. 17 Aralık’ı tehdit olarak görüyorlar. Umarım gelecekte de ortak vizyon ve gelecek anlamında da bir yakınlaşma olur. Ancak olmasa da dert değil. Siyaset farklı hedef ve idealler için var zaten. Bu kitle, demokrasi ve sivil siyasetin yanında durdukça, arkalarına ulusal ve uluslararası medya desteği alan karşı kitlenin, Türkiye’de siyasi dengeleri değiştirebileceğini düşünmüyorum. Gezi’de Cemaat ve hükümet arasında bir çatışma algılanmıyordu. Orada başka bir yapının hükümet ile çatıştığı algısına sahiptik. Ancak aradaki bağlantıyı biz 17 Aralık süreci ile kurduk. Evet bu anlamda 2013 yılında yaşanan gelişmelerin siyaseti ve siyasi dengeleri dizayn için yapıldığını söylemek mümkün. Ancak her yerel seçimde olduğu gibi 2014 yerel seçimlerinin de kendi doğası olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar ulusal ve uluslararası konuların yerel seçimler üzerinde etkisi olduğunu bilsek de, yerel seçimlerin tıpkı genel seçimler gibi cereyan ettiğini söylemek mümkün değil. Bu anlamda genel seçim oyu ortalaması son iki seçimde yüzde 48-49 olan bir AK Parti’nin yerel seçimlerde kazandığı seçmen desteğinin ortalaması yüzde 40. AK Parti, 2004’te yüzde 42 ve 2009’da yüzde 38 oy oranlarına sahipti. AK Parti’nin 2004’te aldığı yüzde 42, 1980 sonrasında alınmış en yüksek yerel seçim oranıdır. Daha gerilere gidersek bu oranın üzerinde bir kez AP’nin 1960’larda aldığı yüzde 45’lik yerel seçim desteğini görüyoruz. Ulusal ve uluslararası tartışmalardan etklenyor ve tepk veryor olsa da yerel seçmlern kendne özgü br gündem ve denges olduğu anlaşılıyor. Evet, seçmen oy kullanmaya giderken partiye, dünyaya ve ülkeye bakıyor ve ona göre karar vermeye çalışıyor. Ancak bazı mahallî faktörlerin zaman zaman yörede seçimin sonuçlarını güçlü partilerin aleyhine olacak şekilde değiştirmesi bile mümkün oluyor. Bu etkiyi asla unutmamak gerekiyor. Son yerel seçimlerde o esnada TBMM’de olmayan hatta Türkiye genelinde çok küçük oranlar kazanabilmiş partilerin bazı illeri, büyük ilçeleri kazandığını gördük. SP, DP ve DSP bazı kentler ve ilçelerde sürpriz denilebilecek sonuçlara imza attılar. Yerel seçimde baraj uygulanmadığı için her adayın bir şekilde seçilme şansı var. Normal şartlarda oy vermeyeceğiniz bir partiye, adayına duyduğunuz sempati nedeni ile oy verebiliyorsunuz. Bu nedenle 30 Mart 2014’ün bir yerel seçim olduğunu görmek ve yerel seçim standartlarında beklentiye sahip olmak gerekiyor. Partilerin dikkate alınması gereken oy oranı tahminleri de buna göre yapılmalıdır. Eğer AK Parti yüzde 40’ın üzerinde bir Dolayısıyla AK Parti’nin yerel seçim oy ortalaması ortada. Yüzde 43’e ulaşan bir AK Parti kendi rekorunu yenileyecek ve 1980 sonrası rekoru da biraz daha geliştirmiş olacak. Bu anlamda AK Parti yüzde 43 aldığında “AK Parti 7 puan kaybetti” demek, bu şekilde düşünmek yanıltıcı olacaktır. 2007’de yüzde 47 seçmen desteğine sahip AK Parti 2009’da yüzde 38 aldığında da benzer şeyler söylenmişti. Ancak AK Parti’nin 2011’de bu kez yüzde 50 seçmen desteği aldığını biliyoruz. MART 2014 19 oya sahip olursa seçmen desteğinin değişmediğini söyleyebiliriz. Ben bu anlamda bir öngörü olarak, seçmen desteğinin ve siyasi dengelerin de değişmediğini düşünüyorum. AK Parti yüzde 40’ın üzerinde kalacaktır. Ayrıca şuan yapılan araştırma ve gözlemlerimiz de AK Parti’nin yeni bir yerel seçim başarısı yaşayacağını gösteriyor. 17 Aralık’tan bu yana birçok belediye seçim çevresinde (60’ın üzerinde) araştırma yaptık. Ve neredeyse tamamında 17 Aralık öncesi ile karşılaştırdığımızda, yerel seçimlerin doğasından kaynaklanan küçük hareketler olsa da bir değişiklik görmedik. 2013 Mayıs ayından beri düzenli çalışmalar yapıyoruz ve Mayıs-Ocak karşılaştırmalarında, bazı çevreleri mutlu edecek şekilde bir fark görmüyoruz. Hatta bazı seçim çevrelerinde AK Parti’nin oylarını daha da yükselttiğine şahit oluyoruz. Bu anlamda, 30 Mart’ta siyasal dengelerin değişmeyeceğini, aksine seçmenin bu tür manipülatif hareketlere de bir şekilde cevap vereceğini ve siyasal istikrarın güçlenmesi ve devam etmesine destek vereceğini göreceğiz. Bunun sonucunda da, kanaatimce, bugün siyasal dengeleri değiştirmeye çalışan bütün güç odakları, yapılan onca toplum mühendisliği çalışmalarına, hatta darbe müdahalelerine rağmen bir şeyin değişmediğini gördüklerinde, AK Parti ile yaşamaya mecbur olduklarını ve bu duruma alışmaları gerektiğini bir kez daha göreceklerdir. Bu anlamda, 2002’den beri siyasal sistemi domine eden ve şekillendiren seçmen bu kez de bu odaklara itibar etmeyecektir. Gelelm AK Part le Cemaat arasında yaşanan olaylara… “Cemaat AK Part’ye oy vermeyecek” ddaları sıkça duyulmaya başlandı. Cemaat, her br aynı zamanda Ak Part seçmen olan üyelerne ne kadar etk edeblr? Bunun mümkün olduğunu söylemek fazla iddialı olur. Birçok şey birbirine karıştırılıyor. Bu yorumu yapanlar öncelikle cemaatin yapısını yakından bilmiyorlar. Çünkü cemaat homojen bir yapı değil. Cemaati birkaç köyde müridi olan, filmlere konu olmuş şekli ile bir şıhın/şeyhin olduğu bir organizasyon zannediyorlar. Gidip şıh ile anlaşıp o üç beş köyün hangi partiye oy vereceğini belirleyebilirsiniz. Bu durum bu ölçekte mümkündür. Seçmen gelir şıhın işaret ettiği kişi ya da partiye oyunu verir, parmak basar ve gider. Ama cemaat böyle bir yapı değil. Cemaat kentsoylu, kozmopolit bir harekettir. Cemaat içinde her toplumsal sınıftan, her sosyolojik maceradan, her katmandan insanların olduğu bir yapı ve bunlar arasında esnek bir ilişki var. Pek, cemaat çnde hyerarşk br yapı yok mu? Mutlaka var. Ben bunları, belki çok uygun olmayabilir ama cemaat profesyonelleri olarak nitelendiriyorum. Dershanelerde, şirketlerde, okullarda çalışan, evleri, medya kuruluşlarını ve sivil toplum örgütlerini yöneten insanlar var. Bunlar hiyerarşik bir yapı içinde hareket edebilirler. Bunlar siyasi kanaatlerini gelecek talimat ya da isteğe göre belirleyebilir. Ama profesyonellerin dışına çıkıp, çocuğunu dershaneye gönderen, evlere bağış yapan, gazetelerine abone olan, ara sıra sohbetlerine giden geniş kitleler var. Profesyonellerin sayısı, 55 milyon seçmenin olduğu bir yerde yüzbinler olsa ne fark eder ki. Bu grubun (profesyonellerin) varlığı hiçbir siyasi dengeyi değiştirmez. Türkiye’de geniş halk kitleleri, hiyerarşik ilişkiler ve manipülasyon ile hareket etmediğini defalarca gösterdi. Ayrıca, cemaat adına konuşabilen kimselerin, emir, talimat veya böyle bir beyanın olmadığını, hizmet gönüllüleri ya da mensuplarının kendi vicdanlarına göre hareket edeceklerini ifade ettiklerini gördük. Ben de açıkçası bu fikre daha yakınım. Bu durumda siyasi dengelerin değişmesini mümkün görmüyorum. Sandığa yansıyacak bir etkinin olmayacağı açık. Zaten bu nedenle de cemaatte bu karşılaşmanın tarafı olanlar kendi mensuplarını etkileme peşinde değil, toplumun geri kalanını etkileme ve manipüle etme peşindeler. Sadece kendi mensuplarını ve kendilerine karşı olumlu düşünce besleyen kimseleri mobilize edebileceklerini ve bunun yeterli olduğunu düşünseler, bu kadar operasyon hazırlamalarına ve siyasi oyun içinde olmalarına gerek yok. Pek, szce 31 Mart sabahı Türkye nasıl br güne uyanacak? Ankara, İstanbul, İzmr, Dyarbakır gb büyük ve temsl ettkler anlamlar bakımında öneml kentlerde şaşırtıcı sonuçlar beklyor musunuz? Aslında ben heyecan verici yarışların olacağı illerin bu sayılanların dışında olacağını düşünüyorum. 20 MART 2014 Mesela, Adana, Mersin, Van, Tekirdağ gibi illerde çok heyecanlı geçecek bir seçim dönemi bekliyorum. İzmir’de de heyecanlı bir seçim yaşanmasını bekliyordum ama orada çekilen bir operasyonla Sn. Binali Yıldırım’ı zora sokacak bir ortam yaratılmak istendi. Ankara’yı neden heyecan yaşanacak ller dışında tutuyorsunuz? Özellkle Mansur Yavaş’ın adaylığı le CHP artık Ankara’da daha ddalı br konuma geldğn düşünüyor. CHP bir strateji değişikliği yaptı ve sağdan adaylar gösterdi. Anadolu’da bir laf var “duymuş Horasan’da halı dokunuyor, ama enine mi, boyuna mı?” diye. Mansur Yavaş hem MHP hem de muhafazakâr seçmen açısından çok itibarlı ve önemli bir siyasetçi. Ancak CHP’ye geçmesiyle birlikte kendi kendisi ile çelişen bir duruma düşüverdi. Mansur Yavaş MHP’den ayrılırken, Bahçeli’ye mektup yazıp, MHP’yi CHP’lileştirmek ile suçlayan biri. Bu aklımızda tutmamız gereken birinci realite. İkincisi, CHP’nin Ankara’da sahip olduğu oy oranı. Daha önceki seçimlerde gördük ki CHP yüzde 33’e kadar çıkabiliyor. Ancak AK Parti ile aradaki makas açık, çünkü AK Parti bir önceki seçimde Ankara’da yüzde 50 seviyesine ulaşabilmiş bir siyasi hareket. Ayrıca AK Parti ve CHP arasında bir oy geçişkenliğinin olmadığını görüyoruz. CHP’nin Mansur Yavaş’ın adaylığı ile umut ettiği oy geçişkenliği (özellikle Mansur Bey’in 2009’da ulaştığı yüzde 27 düşünülerek) MHP’den CHP’ye doğru. Ancak, Mansur Bey 2009’da yüzde 27 oy aldı. Oysa partisinin oyu MART 2014 21 Diyarbakır’da bir değişiklik beklemediğimi belirteyim. Diyarbakır’ı da İzmir gibi görüyorum. İlçe bazlı bazı değişiklikler olsa da Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın el değiştireceğini düşünmüyorum. Oysa Doğu’nun önemli illerinden Van’da çok heyecanlı bir büyükşehir yarışı olacak. Bu anlamda genel olarak bir değerlendirme yaparsak daha önce yaptığımız bir çalışmaya göre AK Parti’nin kazanacağı il ve büyükşehir belediye sayının 50’nin üzerinde olacağını beklediğimi söyleyebilirim. 2009’da bu 45’ti. Bugün kesinlikle 45’in üzerinde olacaktır. Toplam 81 ilin olduğunu düşünülürse, bunun büyük bir başarı olduğunu ifade etmek gerekiyor. Son olarak, 30 Mart yerel seçmlernden sonra Başbakan’ın cumhurbaşkanlığı konusunda nasıl br yol zlemesn beklyorsunuz? Bu konudak düşüncelernz nelerdr? yüzde 15 civarındaydı. Yani 12 puan gibi önemli bir dış destek kazandı. Melih Gökçek ise yüzde 38 ile AK Parti ortalamasına uygun bir oranla fakat 2011 ile karşılaştırılınca partisinin genel seçim oyunun 12 puan gerisinde kalarak seçimi kazandı. Aslında küçük bir matematik hesabı ile Mansur Bey o 12 puanı AK Partili seçmenden aldı. CHP ve AK Parti arasındaki oy geçişkenliğinin son derece sınırlı olduğunu biliyoruz. Bu durumda CHP kazanabilmek için MHP’nin tüm oylarına (yani geleneksel olarak aldığı yüzde 15’e) ihtiyaç duyacak gibi görünüyor. Peki, bu mümkün mü? Ege ve Akdeniz’de mümkün olabilir ancak Ankara’da o kadar kolay olabileceğini zannetmiyorum. Hele, MHP’ye yakın bir gazetenin “Yavaş Yavaş Gelen İhanet” manşetinden sonra tüm MHP’lilerin gidip kolayca CHP’ye oy vermesini beklemek çok olası değil. Bu anlamda ben her iki realiteyi de düşünerek Ankara’da en güçlü adayın Melih Gökçek olduğunu görüyorum. Pek, İstanbul’da ne olacak? Szce Sarıgül, Topbaş karşısında seçm kazanablr m? CHP adayı Sarıgül’ün İstanbul’da başarılı olabilmesi için bir koalisyona ihtiyacı var, aynen Ankara’da olduğu gibi. İstanbul’da MHP’nin yanı sıra bir aktör daha var: BDP/HDP çizgisi. Çünkü BDP destekli bağımsız adayalar İstanbul genelinde yüzde 5’lik bir seçmen desteği kazandı. Bu ciddi bir oy. O yüzden de hatırlanacağı gibi Sarıgül’ün aday adaylığı sürecin- 22 MART 2014 de HDP ile CHP arasında seçim ittifakı dedikoduları etrafa dökülmüştü. Ama sonrasında HDP çok iyi bir adayla ortaya çıktı: Sırrı Süreyya Önder… Böylece Kürt oyları ile kurulması beklenen ittifak çöktü. Geriye MHP kalıyor. MHP de İstanbul’da yüzde 9-10 gibi ciddi bir seçmen desteğine sahip. Ancak Sarıgül MHP’nin tüm oyunu alsa bile Topbaş ve AK Parti’nin sahip olduğu yüzde 50’lik desteğe yaklaşamıyor. Tabi burada bir parti seçmeninin neredeyse tamamen başka bir partiyi destekleyeceğini beklemek de çok makul değil. Bu yüzden İstanbul’da da dengelerin değişmesini beklemiyorum. Szce İzmr’de ve Dyarbakır’da seçm nasıl geçer? Bir kere, bugüne kadar Sn. Başbakan’ın cumhurbaşkanı adayı olacağını bir kez bile ihsas etmediğini göz önünde bulundurmalıyız. Bunu hep kamuoyu yani bizler yakıştırıyoruz; malum, üç dönem kuralı vs diye. Sn. Başbakan ise defaetle “Siyaset yapıyor olmak bir koltuğu işgal etmek anlamına gelmiyor. Partide belli işler yapabilirim, yurtdışında görev alabilirim veya bir STK’da çalışır, yine siyaset içinde olurum. Ama illa ki aktif bir siyasi koltuk işgal etmek zorunda değilim” diyor. Cumhurbaşkanlığı sorusu sorulduğunda da “zamanı geldiğinde parti organları konuşur ve en doğru kararı verir” cevabını veriyor. Nitekim 2007’de Sn. Abdullah Gül’ün adaylığında da benzer bir sürecin işlediğini hepimiz gördük. Bu nedenle Sn. Başbakan aday olur mu, olmaz mı bir şey söylemek biraz kehanet olur. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: AK Parti yüzde 40’ın üzerinde oy alırsa, Başbakan’ın rahatça ilk turda seçileceğini ve seçmeni ikinci kez sandık başına gitme zahmetinden kurtaracağını düşünüyorum. Aynı şekilde eğer aday olursa çok sevilen bir cumhurbaşkanı olarak Sn. Abdullah Gül’ün de birinci turda seçileceğini düşünüyorum. Ancak yerel seçim sonuçlarının alınacak ve verilecek kararlar üzerinde çok etkili olacağını düşünüyorum. 30 Mart seçimleri bu anlamda her şeyin anahtarı. Bu seçimlerde AK Parti’nin kamuoyu desteğinin devam edip etmediği ortaya çıkacak ve AK Parti buna göre bir cumhurbaşkanlığı stratejisi belirleyecek. Tabii ki AK Parti üst yönetimin zihninde birçok politik senaryo vardır. Ancak 31 Mart sabahından itibaren artık bir strateji üzerinde çalışılmaya başlanır. 30 Mart seçimleri, sonrasındaki bütün siyasal gelişmelerin kilididir bu anlamda. O aşamayı geçtikten sonra herkes önünü çok daha açık olarak görecek. Ancak bugün hala çok bilinmeyenli denklemler ile karşı karşıyayız. Bu durum sadece AK Parti için değil, diğer partiler için de geçerli. Tüm siyasi aktörler sonraki adımlarını 30 Mart’a bakarak şekillendirecek. İbrahm Bey, sorularımızı yanıtladığınız çn çok teşekkür edyoruz. Biraz önce bahsettiğim gibi, yapılan operasyon Binali Yıldırım’ın şansını biraz daha azalttı. Ancak ben İzmir’de ilçelerde tablonun biraz değişeceğini düşünüyorum. AK Parti, bugün, otuz bir ilçenin sadece birinde belediye başkanlığına sahip. Ancak bu seçimde AK Parti’nin İzmir’de kazanacağı ilçelerin sayısının 10 kadar yükselebileceğini düşünüyorum. Yaptığımız çalışmalarda 12-13 ilçede AK Parti adaylarının kazanabileceğini gördük. Biz çalışmalarımızı yaptığımızda aday isimleri kesin olarak belli olmamıştı. O nedenle bugün adaylar belli olduktan sonra çeşitli değişiklikler olabilir. Bu anlamda ilçe bazlı ve isimler üzerinden yapılacak çalışmalar bu konuda daha net fikrimizin olmasını sağlayacak ama her şart altında ben AK Parti’nin İzmir’de 2009’un çok üstünde bir sonuç alacağını düşünüyorum. MART 2014 23 İÇ POLİTİKA SATIR ARASINA DEĞİL BÜYÜK RESME BAKALIM Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Bütün bunları detaydan çıkıp, büyük resmi görebilmek için hatırlatıyoruz. Bu söylediklerimiz “ortada rüşvet veya yolsuzluk yoktur” anlamına gelmiyor. Böyle bir yargılama anlayışı ile adil bir kararın verilemeyeceği kastediliyor. “Gizli emeller” uğruna yargı ve güvenlik kurumlarının kullanılmasına müsaade edilemeyeceği anlamına geliyor. O sebeple kafamızı detaydan kaldırıp büyük fotoğrafa bakmamız gerekir. illet olarak aslında biraz detaycıyız. Ama çoğu zaman detay, o kadar önemli hale getirilir ki, “körün fili tarifi” gibi tuttuğumuz veya gördüğümüz yeri “her şey” olarak görür-gösterir, hadiseyi detaya indirger, bütünü, büyük resmi ıskalar geçeriz. Böylece hem yanılır, hem de yanıltırız. Bakınız, çevremizde neler oluyor? 3 yılı aşkın süredir Suriye’de iç savaş yaşanıyor. Batılı-doğulu güçler, diktatör Beşşar Esad’ın arkasında. Esad’ın, resmen tespit edilmiş 150 bine yakın insanı öldürtmüş olması, “Medeni Batının” umurunda değil. Ülke nüfusunun yarısının göç etmiş olması onlar için önemli değil. 11 bin insanın sistematik işkence yöntemleriyle öldürülmesinin 55 bin fotoğrafla belgelendirilmesi bir anlam ifade etmiyor, Batı açısından… Gezi olayları gibi, 17 Aralık süreci gibi konularda da benzer gariplikler yaşanıyor. “Tamam da ayakkabı kutusu ne olacak?”, “Tamam da rüşvet yok mu diyorsunuz?”, “Öyle de kasalar neydi?”, “İyi de şu villalara ne diyeceksin?”, “Filanca işadamı şu kadar ihale almış”, “Filan adam sövmüş…” Tepkiler devam ediyor. Bütün bunlar yargının alanına giriyor. Yargı görevini yapacak. Gerçekler ortaya çıkacak. Ancak, yargı, adalet dağıtmak için vardır. Siyaseti, siyasetçiler yapar. Yargının siyaseti dizayn etme yetkisi yoktur. Ama siyasetin “millet adına” yargıyı dizayn etme kabiliyeti vardır. Siyaset, yargıyı dizayn ederken milletin değerlerine aykırı hareket ediyorsa bunun faturasını sandıkta öder. Yargı da adalet dağıtmak için değil de siyaseti dizayn etmek için uğraşıyorsa bunun faturasını öder. “Siyaset MART 2014 Savcılar, polise toplattırdıkları belge çuvallarının mührünü bile açmadan gözaltı, tedbir ve tutuklama istiyorlar, mahkeme de yine çuvalların mührüne dokunmadan tedbir ve tutuklama kararı veriyorsa, orada hukuk bitmiş, siyaset, siyasi ve toplumsal mühendislik işi başlamış demektir. Böyle bir yargı asla savunulamaz. Böyle bir yargıdan asla adalet çıkmaz… “Satır arasında şunu anlatmak istedi.”, “Detaylarda şunlar var!” M 24 hata eder de yargı hata etmez” diye bir kural yok. İnsanın olduğu her yerde hata olur. Mısır tarihi boyunca ilk defa halkın oylarıyla seçilmiş cumhurbaşkanının kanlı bir askeri darbeyle devrilmesinin Batı açısından hiçbir mahzuru yok. Darbecilerin, 10 bin civarında darbe karşıtını katletmiş olması Batı için sıradan bir hadise. Libya’da geçen Şubat ayı içinde en az 2 askeri darbe girişimi yapılmış olması, Batı açısından sorun değil. Batı’ya göre Orta Afrika’da Fransız askerlerinin gözetiminde her gün ortalama 10 Müslümanın vahşice öldürülmesinde bir gariplik yok. Batı’ya göre İsrail’in, Filistin’de insanlık dışı ambargoyu devam ettirmesi, oradaki Müslümanların aç susuz, ilaçsız, çaresiz kalmaları olağan bir durum. Batı’ya göre Afganistan’da ülkenin sahipleri Taliban mensuplarının hak iddia etme yetkileri yok. Arakan’da on binlerce Müslümanın barbarca öldürülmüş olmaları Batıyı hiç ilgilendirmiyor. Doğu Türkistan’da devam eden Çin işkencesi ve zulmü, Batı’nın insan hakları örgütlerinin hiç dikkatini çekmiyor. Batı, Bosnalı Müslümanların elde ettikleri hakların tekrar ellerinden alınması için Sırp zalimlerini destekliyor. Ukrayna’da AB ve ABD, Rusya ile savaşıyor, savaşın faturasını Ukrayna halkı ödüyor. Ukrayna, bölünmenin eşiğine getirildi. Dünya seyrediyor. Ukrayna’da olan şeyler 2013’ün Haziran ayındaki Gezi kalkışmasıyla Türkiye için de planlanmıştı. Çok şükür ki başaramadılar. Büyük bir küresel savaşın farklı cephelerinden söz ediyoruz. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi, Batı Cephesi, Kafkas Cephesi, Yemen Cephesi, Trablusgarp Cephesi gibi farklı farklı cepheler var idiyse, şimdi de benzer bir küresel savaşta benzer cephelerde savaş devam ediyor. Sadece bu defa şu aşamada sıcak savaş olarak değil de postmodern bir savaş yöntemiyle yürütülüyor. Darbelerin postmoderni keşfedildiği gibi savaşların da postmoderni icra ediliyor. Sudan’da olanla Afganistan’da olanların, Arakan’da olanlarla Bosna’da olanların, Doğu Türkistan’da olanla, Ukrayna’da olanların, Tunus’ta olanla Gezi’de olanların, Orta Afrika’da olanlarla, 17 Aralık sürecinde olanların ilişkilerini kavrayamazsak düpedüz yanılırız. “Körün fili tarif etmesi” hatasına düşeriz. 17 Aralık süreci, yargı eliyle yürütülmek üzere planlanmış postmodern bir darbe girişimidir. Tüm aşamaları planlanmıştır. 17 Aralık darbesini planlayanlar, Sisi darbesini, Libya’daki başarısız darbe girişimlerini, Bosna’daki kargaşayı, Arakan’daki Müslüman katliamını, Orta Afrika’daki Müslüman kıyımını, Gezi kalkışmasını planlayanlarla aynıdır. 17 Aralık darbe teşebbüsü çökmüştür. Deşifre olmuştur. 17 Aralık darbesini yapmaya çalışanların arkasındakileri her geçen gün halkımız daha net görecektir. Ama Müslümanlarla, kısaca Haçlı zihniyeti diyebileceğimiz güçler arasındaki savaş, görülüyor ki burada bitmeyecek ve şiddetlenerek devam edecektir. O nedenle 17 Aralık darbesi atlatıldı diye rehavete kapılmamak gerekir. Her zaman her şeye hazırlıklı olmakta fayda var… MART 2014 25 İÇ POLİTİKA kanlığınca kurulan Tedkik Heyeti Amirlikleri’nden sonra Fevzi Çakmak’ın direktifiyle istihbarat grupları Müsellâh Müdâfaa-i Milliye (M.M.) adıyla birleştirilmiş ve resmileştirilmiştir (3 Mayıs 1921). Bu teşkilatın faaliyetleri de 1923’te İstanbul’un kurtuluşundan sonra son bulmuştur. 1926 tarihine kadar haber alma çalışmaları Ordu Müfettişlikleri İstihbarat Şubeleri tarafından yürütülmüştür. T.C.’nin çağdaş ilk istihbarat kuruluşu olan Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti (M.E.H/MAH) 6 Ocak 1927 tarihi itibariyle şeklen İçişleri Bakanlığına bağlı olarak kurulmuştur. MAH, duyulan ihtiyaçlara bağlı olarak zaman zaman içerisinde birkaç kez yapısal revizyon geçirmiş ve 1965 yılına kadar Türkiye’nin istihbarat çalışmalarını yürütmüştür. YENİ TÜRKİYE’YE YENi MiT Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı T ürkiye’de sistemli ve kurumlaşmış nitelikte istihbarat örgütü kurma girişimleri Osmanlı Devleti’nin son yıllarında başlamıştır. Bunlardan ilki Sultan II. Abdülhamit Han’ın Yıldız Sarayı bünyesinde oluşturduğu Yıldız Teşkilatı’dır. Daha sonra, Siyasi birliğin korunması, ayrılıkçı hareketlerin önlenmesi ve özellikle yabancı devletlerin Ortadoğu üzerinde odaklaşan örtülü faaliyetlerinin izlenmesi için istihbarat çalışmalarının bir merkezden organize yürütülmesi ihtiyatıyla, 17 Kasım 1913 tarihinde İttihat Terakki döneminde Enver Paşa tarafından Teşkilat-ı Mahsusa adlı bir istihbarat teşkilatı kurul- 26 MART 2014 muştur. I. Dünya Savaşı sırasında önemli görevler ifa eden örgüt savaşın bitiminde imzalanan Mondros Mütarekesi’yle (1918) dağıtılınca, bu gelişmeyi izleyen Milli Mücadele döneminde de pek çok istihbarat teşkilatı kurulmuştur. 1918 sonlarında kurulan Karakol Cemiyeti’nin 1920’de dağılması üzerine Zabitan, Yavuz, Hamza Grubu ve Felah Grubu gibi değişik istihbarat grupları Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Daha sonra 18 Temmuz 1920’de Genel Kurmay Başkanlığı tarafından Askeri Polis Teşkilatı (A.P.) kurulmuştur. 1921-1922 yılları arasında yine Genel Kurmay Baş- Devletin Milli Güvenlik politikasının hazırlanmasıyla ilgili her konuda istihbaratın tek elde toplanması amacıyla, 25 Temmuz 1965 tarihinde TBMM tarafından 644 sayılı kanunla kuruluşun adı Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) olarak değiştirilmiştir. Kanun MİT’in bir müsteşar tarafından yürütülmesi ve Müsteşar’ın Başbakan’a sorumlu olmasını öngörmüştür. 19 yıl sonra 12 Eylül darbe yönetimi tarafından 2937 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu” çıkarılarak 1 Ocak 1984 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 30 yıldır halen bu kanun ve gizli yönetmeliklerle yürütülen istihbarat faaliyetleri 2005-2006 yıllarına kadar TSK’nın gölgesinde kalmıştır. MİT Müsteşarlarının ve mensuplarının çoğunun Özal dönemine kadar asker kökenli olması, 1992’ye kadar bütün MİT müsteşarlarının general olması kurumun TSK’nın bir birimi gibi yönetildiğini gösteriyor. 1992’de ilk sivil müsteşar olan Sönmez KÖKSAL ve 2005’e kadar sonrakiler kurumun militarist yapısını değiştiremedi. Eski Türkiye’nin derin devlet statükosu içinde NATO ve CIA gibi dış etkilere açık olan teşkilat; darbelere destek olan, sadece kendi halkına karşı operasyonlara girişen, onları fişleyen ve hor görerek “iç düşman” konseptiyle ezen bir yapıdaydı. Meşru hükümete karşı darbe planları içinde yer alan MİT 12 Mart ve 12 Eylül’de Başbakan’a ve hükümete bilgi vermedi hatta Başbakan’ın istifasını bile istemişti. Rahmetli Başbakanlar Menderes ve Ecevit bu kurumla birlikte özel harp dairesinin maaşlarının ABD’den ödendiğini anladıklarında şaşkına dönmüşlerdi. 2005 yılına kadar geçen uzunca bir Emre Taner dönemnde ç sstemlerde güvenrlğ artan MİT; Hakan Fdan dönemnde çerde ve dışarıda etknlğ gderek artan br dönem yaşıyor. İşte bu dönemler, değşen Türkye’de “Yen MİT”n adım adım nşa edldğ br sürece tanıklık edyor. dönem içinde, 1944’e kadar İngiltere, ondan sonra da ABD istihbarat örgütleri ve diğer Batılı devletler (Fransa, Almanya, İsrail) gizli servislerine bağımlı kalan MİT; içe dönük, reaktif çalışmalarıyla soğuk savaş döneminin tehdit algıları ve düşman tanımlarıyla, İKK (İstihbarata Karşı Koyma) konusunda yetersizliği ile yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Bu dönemlerde, komünizmi ve irticayı önlemek, casusluk eylemlerini ortaya çıkarmakla görevlendirilen MİT, dışarıdan gelen istihbaratı çoğu kez irdelemeden olduğu gibi kabullenmiş, esas misyonunu bir türlü gerçekleştirememiştir. MİT’in Bugünkü Durumu (2005-2014) MİT, 2005’e kadar yerleşik statüko tarafından Derin Devletin ve dış istihbarat servislerinin yaptıkları operasyonlara karşı susturulmuş ve fonksiyonsuz bırakılmıştır. Özellikle 90’lı yıllardan itibaren yaşanan derin siyasi, ekonomik operasyonlar, toplumsal provokasyonlar, faili meçhul suikastlar bu tablonun resmiydi. 2005 yılında MİT Müsteşarlığına Emre Taner’in gelmesi kurum ve hükümet adına çok önemli bir adım oldu. Emre Taner’in hükümetle kurduğu sağlıklı iletişim, halkın seçtiği iktidar nezdinde kazanılması gereken güven ortamını sağlamış ve MİT’e yepyeni bir hava getirmiştir. 2006 Mayıs ortalarında çökertilen derin yapı, Yeni Türkiye’nin inşası ve demokratik değişim süreci için bir milat olmuştur. 2002’de iktidara gelen AK Parti çok badireler atlatmış, darbe teşebbüslerine ve baskılarına maruz kalmıştır. 2007’de askerin muhtırasına ve parti kapatma davasına direnirken de, 2009’da başlayan Ergenekon operasyonlarında da MİT’i hep yanında ve desteğinde bulmuştur. Derin yapılar tasfiye olurken, ülke darbecilerden, cuntacılardan kurtulurken ve Türkiye yeni dış politika vizyonu ile medeniyet havzasına açılırken başında Emre Taner’in bulunduğu MİT baş aktör durumundaydı. Kısa zamanda içindeki arazlardan kurtu- MART 2014 27 ve dış dengeler ve şartlar bakımından MİT yasasının güncellenmesi zorunluluk oldu. Yasal boşluklardan yararlanarak MİT’i hedef yapan odaklar var. Bilişim ve iletişim teknolojisi ile internetle ilgili gelişmelere ayak uydurmak; bu alandaki gelişmelerin yabancı istihbarat birimlerinin faaliyetleri ve casusluk için yarattığı tehditlere karşı koyabilmek ihtiyacı çok acil. lan kurum, Şubat 2007’de 80. kuruluş yıldönümünde Yeni Türkiye’nin uluslararası vizyon ve harekat planını kamuya açıklıyordu. Türkiye’nin sadece içe dönük ve halkıyla uğraşan çizgiden kurtulması, dışa dönük, proaktif, operasyonel, dışlayıcı değil kuşatıcı ve öncü rolde, kendine ve köklerine güvenen iradesinin yansımasıydı bu belge... Şöyle diyordu Taner: “Yaşadığımız bu süreç, aynı zamanda parçası olduğumuz uluslararası sistemin de kuralları, başrol oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok farklı bir boyutta yeniden doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir. Kendini zamana, çağa hazırlamayan sistemler, değerler ve ulus devletler bu küresel fırtına karşısında tutunamayacaklardır. Güçlü ekonomi, kusursuz bir dış politika, caydırıcı bir askeri yapılanma ve çağa uygun bir istihbarata ihtiyaç vardır.” Emre Taner’in ortaya koyduğu bu hedef, hem 2010 yılına kadar yürüttüğü müsteşarlığı süresince hem de emekliliğinde uzunca bir süre ülkemizde ve İslam Dünyası’nda önemli bir misyonun ifası için fedakârca hizmet etmesini gerektirmiştir. Tarihi önemdeki bu hizmetler onun adını altın harflerle yazdırmıştır. 2010 yılında yerine gelen Hakan Fidan, aynı hizmetleri aynı rotada gençlik dinamizmiyle sürdürmüştür. TİKA Başkanlığı, Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı ve Oslo sürecine Başbakan’ın özel temsilcisi olarak katılması önemli bir referanstır. Müsteşar olunca ‘Çözüm Süreci’ni başlatan İmralı görüşmelerine katılması ve buradaki 28 MART 2014 başarısı Fidan’ı içeride ve dışarıda gündemin odağına yerleştirmiştir. İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın; “Hakan Fidan sırlarımızı İran’a verebilir” demesi ve Atlantik ötesinden “Arabası bir gün havaya uçabilir” yollu tehditlerle anılması “Yeni MİT’in kimleri rahatsız ettiğini anlatıyor. 7 Şubat 2012’de KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağırılması, Oslo sürecindeki rolünün rahatsız ettiği odaklar tarafından kurgulandı. ‘Gezi’ ve bugünkü “17 Aralık Süreci”nin fitili işte orada ateşlendi. Emre Taner döneminde iç sistemlerde güvenirliği artan MİT; Hakan Fidan döneminde içeride ve dışarıda etkinliği giderek artan bir dönem yaşıyor. İşte bu dönemler, değişen Türkiye’de “Yeni MİT”in adım adım inşa edildiği bir sürece tanıklık ediyor. Yeni MİT Kanunu Neler Getiriyor? Özel kanununda; “MİT, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğüne, anayasal düzenine, varlığına, bağımsızlığına, güvenliğine ve milli gücünü meydana getiren bütün unsurlarına karşı içten ve dıştan gelecek mevcut ve muhtemel tehditler hakkında bilgi toplamak, önlem almak ve gerekli durumlarda ilgili makamları uyarmakla görevlidir.” denmiştir. Bu gün için MİT yasasının yenilenmesinin gerekçeleri şöyle sıralanabilir: Yeni Türkiye’ye istihbaratta yeni vizyon gerekiyor. 30 yıl öncesinin vesayet süreci, darbe dönemi yasasıyla işler yürümüyor. Değişen iç Gelşen, değşen Yen Türkye çn, gelşen, değşen, yen MİT zarurdr. Son 10 yılda ‘sessz devrm’ yaşayan, temel paradgmaları değşen Türkye’nn MİT’ de değşmel ve Yen Türkye vzyonuna göre yenden yapılandırılmalıdır. 2023 ve 2071 vzyonları çn, bölgesel güç ve küresel aktör rolü çn MİT güçlendrlmeldr. İsthbarat faalyetlernde başarı uluslararası şlerle ölçülür. Teşkilatın yeni güvenlik ve dış politika ihtiyaçlarını karşılaması, başından beri eksikliği sorgulanan “Dış istihbarat” ile MİT’in operasyonel yetkilerle donatılması ve koruma zırhına alınması yeni bölgesel ve küresel konjonktürde hayati bir ihtiyaç halindedir. Arap Baharı üzerinden Mısır Darbesi, Suriye İç Savaşı, Libya, Lübnan ve Irak’taki gelişmeler MİT için dış istihbarata ilişkin kapsamlı bir ihtiyaç listesi oluşturuyor. İçeride Gezi kalkışması, Reyhanlı, Yüksekova, Cilvegözü ve Gaziantep patlamaları ile son olarak Hatay’da TIR baskınlarında yaşananlar MİT’in operasyonel yetkisi ve koruma gereksinimini apaçık ortaya koymuyor mu? MİT mensuplarını, gizli bilgi ve belgeleri deşifre edenlerin cezalandırılması sağlanıyor. Peki Yeni MİT Yasası Neler Getiriyor? 15 Maddelik Değişiklik Paketinde Neler Var? Önleyici istihbarat ve İKK’da (İstihbarata Karşı Koyma) yetki ve alan genişletiliyor. MİT’in görev alanı netleştiriliyor, ağırlıkla dış istihbarat, savunma, terör ve casusluk alanlarına yöneliyor. Savcılar; “MİT, görev gereği yaptılar” derse, MİT mensuplarına karşı soruşturma açamayacak. MİT’in bilişim teknolojilerine dayalı teknik alt yapısı güçlendiriliyor; özellikle iletişim teknolojisi ve internet üzerinden yapılacak ‘siber casusluk’a karşı faaliyetlerin yasal altyapısı oluşturuluyor. MİT her türlü elektronik dinleme ve izlemeyi yapabilecek. MİT dünyadaki güçlü istihbarat kurumlarıyla aynı teknik imkânlar ve yasal altyapıya kavuşturularak rekabet yeteneği destekleniyor. Gizli yönetmeliklerle yürütülen faaliyetler açık, meşru ve şeffaf olarak yasaya alınıyor. Dış güvenlik, terörle mücadele ve milli güvenliğe ilişkin konularda Bakanlar Kurulunca verilen her türlü görevi yerine getirmesi sağlanıyor. Teknik istihbarat, siber saldırı, siber casusluk girişimlerine karşı ‘siber savunma’ da MİT’in çalışma alanları arasına alınıyor. MİT’in siber teknolojisi yabancı ülkelerdeki muadilleriyle eşit düzeye çıkarılıyor ve yasal altyapıya kavuşturuluyor. Halen Emniyet ve Jandarma İstihbarat birimlerinin sahip olduğu yasal izin ve imkanlar MİT’e de sağlanıyor. İmralı görüşmeleri ve Çözüm Sürecine sigorta yaptırılıyor, hukuki güvenceler getiriliyor. MİT gerekli görürse terör örgütleriyle bile ilişkiye geçebilecek. Devlet kurumları ile özel kuruluşların MİT’e bilgi verme zorunluluğu getiriliyor. MİT hem mevcut elemanlarını, hem de yeni MİT’te göreve başlayacak olanları ‘yalan makinesi’ne bağlayabilecek. MİT, yabancılara ilişkin her türlü işlemde ‘talepte’ bulunabilecek. MİT’e Savunma Sanayi Fonu’ndan kaynak aktarılacak. MİT, devletin güvenliği ile ilgili sınır ötesi görevler de yapabilecek. Sonuç olarak, MİT, faaliyetleriyle ilgili olarak meşruiyet, şeffaflaşma, çağdaşlaşma, siber güvenlik yetenekleri, iletişim güvenliği, teknik ve yasal referanslar ile dış politikaya uyum ve destek konularında güçlendiriliyor. Gelişen teknoloji siber istihbaratı başat bir konuma taşırken sosyal medya ağlarında algı operasyonları, her türlü propaganda, teknoloji casusluğu, terör eylemleri ve para trafiği ile psikolojik savaş istihbarat çalışmalarına insan faktörüne rağmen yepyeni bir boyut katıyor. MART 2014 29 Yeni MİT yasa tasarısı ile ilgili eleştiri ve tartışmalar, özel hayatın gizliliği, muhaberat devleti, Baas rejimi üzerinden yapılıyor. MİT yasasını tam bir felaket olarak görenler; dinleme merkezlerini, her türlü kişisel bilgiye ulaşılabilmesini, banka hesaplarının görülmesini tepkiyle karşılıyorlar. MİT’le ilgili belge yayınlayanlara hapis cezası verilmesini, buna mukabil MİT mensuplarının yaptıkları işlemlerden dolayı hukuken dokunulmazlık zırhına bürünmelerini demokrasi dışı görüyorlar. Yetkilerle donatılan MİT’in yasal denetimi de özellikle sorgulanan önemli bir unsur. MİT’in Başbakan’ın izniyle sorgulanabilir olmasını yeterli görmeyenlere Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, MİT’in parlamento tarafından denetimi için yasal bir çalışma da yapıldığını açıkladı. “Kontrolsüz güç, güç değildir” sözüyle birlikte, denetlenmeyen kurumların keyfiliğe ve içten çürümeye sürüklenmesini göz ardı etmemek gerekir. Mesela ABD’de CIA Başkanı kongreye usulüne uygun hesap veriyor. Diğer eleştirilere gelince; Dünyadaki önemli ülkelerin güçlü istihbarat örgütlerinin tabi olduğu yasal çerçeveler incelenirse yeni MİT yasası üzerinden Türkiye’ye çok haksızlık yapıldığı görülecektir. Bu arada yasa tasarısında iki değişiklik gerçekleşti: Bu değişikliklerin ilki, MİT’le ilgili haberlerde ceza tavanının 12 yıldan 9 yıla çekilmesi, ikincisi ise, MİT koordinasyon Kurulu’na Başbakan’ın başkanlık etmesi kuralından geri adım atılması oldu. MİT zaten Başbakan’a bağlıdır, MGK’ya karşı sorumludur ve MGK tarafından veriler görevleri yapar. Yeni düzenlemede ise aynı zamanda Bakanlar Kurulu tarafından verilen görevleri de yapacak. MGK’ya karşı sorumlu olan MİT’ten rahatsız olmayanlar, seçilmiş Başbakan’a karşı sorumlu olmasından rahatsızlar. Bu tipik Erdoğan alerjisi, ancak unutulmamalıdır ki devlet bakidir… Bu tepki yanlış oldu bence... 30 MART 2014 Dünya’daki Güçlü İstihbarat Örgütleriyle MİT Yasasının Kıyaslanması İngiltere, Hollanda, Fransa ve İspanya’da istihbarat örgütünün istemesi halinde bilgi paylaşması zorunlu olan kurumlar arasında, posta, kargo ve telekomünikasyon/internet hizmet sağlayıcıları öne çıkıyor. ABD’de kapsam daha da geniş; ek olarak bankalar ve finans kuruluşlarının da ellerindeki ‘mali ve finansal’ bilgi ve belgeleri vermeleri zorunlu. MİT yasa teklifinde ‘bilgi-belge verme zorunluluğu’na örnek olarak İngiltere, Fransa, İspanya, Hollanda ve ABD yasaları gösterilebilir. MİT’in personelini ‘mahkeme kararı olmadan dinlemesi’, ABD ve Hollanda yasalarında; ‘tek mahkemede yargılama’, Rusya, İsrail, İngiltere, Hollanda ve ABD yasalarında açık bir şekilde yer alıyor. Ayrıca, ‘MİT personelini veya gizli belgeleri ifşaya ceza’; ABD, Fransa, İngiltere, Rusya, Kanada ve Romanya’da aynen geçerlidir. Görüldüğü gibi yeni MİT yasası dünyadan kopuk değildir. Yukarıda adı geçen ülkeler de ‘Baas Rejimi’yle yönetilmiyor ve hiç biri de ‘muhaberat devleti’ olarak eleştirilmiyor. Oralarda da özel hayatlar var ve demokrasi işliyor, o halde bu eleştiriler samimi, meşru ve adil değil. Dünya standartlarında güçlendirilmiş ve onlarla rekabet edecek yapıdaki bir MİT bu milleti ancak gururlandırır, onurlandırır ve kendilerini daha güvenli hissetmelerini sağlar. Operasyonel Bir MİT’in Yeni Türkiye Hedefleri, Uluslararası Vizyonu, Rekabet Gücü Açısından Olması Gereken Konum Nedir? Dünya bilgi çağında... Çağın savaşı hızla gelişen teknolojiyle ‘bilgi savaşı’. Bu savaşta aktör ise istihbarat teşkilatı… ‘Soğuk Savaş’tan (1990) sonra dünya sisteminde kurulmaya çalışılan denge, eski tip doğrudan saldırılarla değil, örtülü psikolojik operasyonlar ve bilgi/veri/teknoloji/sanayi casusluğu ile kuruluyor. İstihbarat önemli hale geliyor ve kullanabildiği teknoloji ile gücü artıyor. Ülkelerin sahip oldukları topyekûn güç o ülke istihbaratının gücüyle doğru orantılıdır. İstihbaratın güçlü olması ülkenin gözü, kulağı, duyuları ve beyninin kuvvetli olması demektir. ABD’yi süper güç yapan ve dünyanın her noktasında nüfuz sahibi kılan en önemli unsur CIA değil midir? Ortadoğu gibi terör, savaş, kan ve gözyaşının cehenneme çevirdiği bir coğrafyada, İsrail, MOSSAD olmadan düşünülebilir mi? İsrail (Yahudi) Lobisi ABD’de ve Dünya’da MOSSAD’la etkin değil mi? Almanya’nın BND’si, İngiltere’nin M16’sı asırlardır bölgemizde ve küresel ölçekte her yerde cirit atmıyor mu? ‘Gezi’ eylemleri için bile bu istihbarat örgütleri tartışılmadı mı? Bölgemizde istihbarat örgütleri cirit atarken, kendi topraklarımızda MİT TIR’larına operasyon yapılırken, Suriye muhaberatı Reyhanlı’da bombalı eylem yaparken, içeride devlete paralel yapılar oluşurken ve binlerce kişiyi sorumsuzca dinlerken biz hala MİT dış istihbarat yapsın mı, operasyonel yetki kullansın mı diye tartışıyoruz. Gelişen, değişen Yeni Türkiye için, gelişen, değişen, yeni MİT zaruridir. Son 10 yılda ‘sessiz devrim’ yaşayan, temel paradigmaları değişen Türkiye’nin MİT’i de değişmeli ve Yeni Türkiye vizyonuna göre yeniden yapılandırılmalıdır. 2023 ve 2071 vizyonla- Büyük ülke olmak demek; büyük ekonom, güçlü ordu, uzay teknolojs, sağlam demokras ve genş sthbarat ağı demektr. Doğru dürüst yasası olmayan, gzl yönetmelklerle çalışan br sthbarat teşklatı bu yükler taşıyamaz. rı için, bölgesel güç ve küresel aktör rolü için MİT güçlendirilmelidir. İstihbarat faaliyetlerinde başarı uluslararası işlerle ölçülür. MİT, iç meselelerde Emniyet ve Jandarmayı anında bilgilendirecek, dışta ise milli menfaatler ve dünya barışı, huzuru ve güvenliği adına sahadan bilgi alacak, gerektiğinde operasyon yapacak, uluslararasında ağırlığını ve gücünü hissettirecek bir istihbarat teşkilatı olmalıdır. Elbette MİT’in önceliği yurtdışı olmalı. Temel fonksiyonu oluşabilecek tehditleri öngörüp engellemek olan MİT’in, operasyon kabiliyeti ve istihbarata karşı koyma yeteneği olmalıdır. Türkiye artık kabuğuna çekilen kaplumbağa, höt deyince sinen bir tavşan değildir. İç tehditlerle boğuşuyor olsak da, onlar hem dışarıyla ilgili hem de dış tehditler çok daha yoğun. Büyük ülke olmak demek; büyük ekonomi, güçlü ordu, uzay teknolojisi, sağlam demokrasi ve geniş istihbarat ağı demektir. Doğru dürüst yasası olmayan, gizli yönetmeliklerle çalışan bir istihbarat teşkilatı bu yükleri taşıyamaz. İstihbarat, ehliyete/liyakata/vasfa/niteliğe/bilgiye en çok gereksinim duyulan bir alandır. MİT bu kalitedeki eleman sayısını da süratle arttırmalıdır. “Ekonomik istihbarat” çok hayati bir öneme sahiptir. Ekonominin güvenliği, güvenliğin ekonomisi, ekonomi/ sanayi/teknoloji casusluğu/borsa manipülasyonları/ finans spekülasyonları ihmal edilemeyecek konulardır. Paranın izini sürebilirseniz her şeyi çözersiniz. Para nerede toplanıyor ve hangi kanallardan nerelere akıyor bilebilirseniz operasyon kolaylaşır. MİT yasası sadece yetki artırımı olmamalı. Özellikle dış istihbarat, siber istihbarat ve ekonomik istihbaratta istihbarî gelişim ve genişleme getirmelidir. Siyaset dışı odaklarla iş tutan, kontrol dışı ve yabancı istihbarat örgütlerinin partneri olan değil, tüm demokratik ülkelerde olduğu gibi parlamentonun, ülke siyasetinin kontrolünde ve hizmetinde olan bir MİT Türkiye’nin ihtiyacıdır. Yeni Türkiye’de Yeni MİT inşa ediliyor... MART 2014 31 İÇ POLİTİKA YENİDEN İstiklal Savaşı Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı 17 “ Aralık saldırısının hedefi sadece hükümete yönelik değildir, millet’e ve Yeni Türkiye’ye yönelik bir saldırıdır. Türkiye dışarıdan yönetilecek bir ülke değildir. Bunlar artık tarih oldu. Bu saldırıda bir kısım yargı ve bir kısım emniyet güçlerimiz kullanılıyor. Saldırıda ses kayıtları, ortam dinlemeleri, kara propaganda, en önemlisi de paralel yapı kullanılıyor. CHP ve MHP kasetleri de bunların işi. Bizim karşımıza mertçe çıkmıyorlar, hesaplarını sandıkta görme gibi bir dertleri yok. Milletle aynı yolda yürümüyorlar. Aynı istikamete bakmıyorlar. Millet bunların arkasında değil karşısında. Bakın biz 17 Aralık’tan sonrası mücadelemizi yeni bir istiklal mücadelesi olarak ilan ettik.’’ Başbakan Erdoğan’ın, parelel yapının, 17 Aralık darbe girişimi nedeniyle çeşitli platform ve toplantılarda yaptığı konuşma ve değerlendirmelerde öne çıkan başlık, şüphesiz, Türkiye’nin son defa yeniden İstiklal Savaşı ve bağımsızlık mücadelesi verdiğine yönelik değerlendirme ve tespitleri olmuştu. Paralel Yapının Yurt Dışı Merkezi Medya’ya yansıyan iddialara göre, paralel yapı; 2010 yılında, Türkiye’de siyaseti dizayn etmek, ekonomik vesayet ve kaos yaratmak ve Türkiye aleyhindeki bu faaliyetlerinin deşifre olmaması için, güvenlik kuvvetlerinin takip ve denetiminden kaçmak amacıyla yaklaşık 40 yıllık istihbarat arşivini 32 MART 2014 paralel imamlar vasıtasıyla iki seferde okyanus ötesine taşıdı. İlk operasyon, 5 paralel imam aracılığıyla büyük bir gizlilik içinde gerçekleşti. Fişlemeler ve binlerce gizli kamera kaydından oluşan birinci derece öneme haiz arşiv Fransa üzerinden Kanada’ya götürüldü. İkinci derecede öneme haiz örgüt içi arşiv de ABD’nin Pensilvanya eyaletine bağlı Philadelphia kentine taşındı. Paralel yapı, merkezinde Pensilvanya’nın bulunduğu Virginia, Philadelpiha ile Detroit üçgeninden oluşan istihbarat ağını faaliyete geçirdi. Türkiye’nin uluslararası itibarına zarar verecek PR çalışmalarına hız veren paralel yapı, tek merkezden gelen talimatlarla birbiriyle koordineli olarak çalışan 3 ayrı şubede hizmet vermeye başladı. Faaliyete geçen bu merkezlerde ülke ve bölgesine göre görev dağıtımı yapıldı. Türkiye’yi kontrol altında tutarak yeni bir vesayet mekanizması oluşturma çabasındaki örgüt Philadelphia şubesini kendine merkez olarak seçti. Arşiv dağılımı da buna göre ayarlandı. Türkiye ile ilgili tüm bilgiler bu şubeye aktarılarak Türkiye masası burada oluşturuldu. İnternette yayınlandığında, Türkiye’de büyük tartışmalara yol açan kasetlerin paralel yapının Philadelphia merkezinde tutulduğu iddia edildi. Bazı siyasilerin ve iş adamlarının ses ve görüntü kayıtlarının tutulduğu bu merkezde, paralel yapı elemanlarınca, Türkiye’den ABD’ye gönderilen tüm bilgilerin depolandığı iddia edildi . Türkiye’nin, 12 Eylül ve 28 Şubat Darbelerine yargı yolunu açan 12 Eylül 2010 referandumunda, ileri standartlarda demokrasiye kavuşma özlemi içinde sandığa koşması, askeri vesayet’ten boşalan illegal alanı hukuk ve demokrasinin arkasına dolanarak doldurmaya çalışan paralel yapının, yargı’nın son ve en önemli kalesi olan HSYK’ya sızma ve ele geçirme operasyonuna alet edilmişti. 12 Eylül 2010 yılı referandumundan birkaç gün önce CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve CHP Ankara Milletvekili Nesrin Baytok’a ait kasetin internete sızdırılması sonrasında, Baykal istifa etmiş, Kılıçdaroğlu CHP’nin Genel Başkanlığı’na getirilmişti. Bu kez 2011 Genel seçimleri öncesinde, MHP’nin üst karar organı olan MYK (Merkez Yönetim Kurulu) üyesi bazı milletvekillerine ait kasetlerin internete sızdırılması neticesinde MHP’nin üst düzey yöneticileri de milletvekili adaylıklarından çekilmişlerdi. 17 Aralık’tan günümüze kadar yapılan kamuoyu araştırmalarında, AK Part’nn 2011 Genel seçmlerndek oy oranını koruduğunun anlaşılması, operasyonun arkasında uluslararası güçlern olduğuna nananların oranının % 70.6 olması ve ankete katılanların % 63.3’nün son hadselern, büyüyen Türkye’nn önünü kesmek çn yapıldığına nandıklarını belrtmeler mllet radesnn, darbeclern hedef ve amaçlarının aksne Erdoğan ve Ak Part’ye sahp çıktığının öneml br göstergesdr. Oslo Görüşmelerini Kim Sızdırdı? Hedef Mit’in Tamamen Ele Geçirilmesi miydi? PKK ile MİT arasında Oslo’da 2006 yılında başlayan müzekkere ve görüşmelere ait ses kasetlerinin, 2011 yılında Dicle Haber Ajansı tarafından sızdırılması sonrasında çözüm süreci sonlandırılmıştı. PKK ve paralel yapı birbirlerini çözüm sürecinin görüşmelerini deşifre etmek ve sızdırmakla suçlamışlardı. Sabah Gazetesinin 2014 yılında 7 Şubat MİT krizi ile ilgili kaleme aldığı yazı dizisinde, Oslo’daki görüşmenin ses kayıtlarının, yabancı bir istihbaratçının getirdiği hard disk içinde paralel yapıya teslim edildiği, bu disk’in Diyarbakır BDP İl Başkanlığı’nda yapılan aramada bulunmuş gibi gösterilerek provoke edildiği iddia edilmişti. 7 Şubat 2012 tarihinde özel yetkili savcılar Bilal Bayraktar ve Sadrettin Sarıkaya, aralarında Hakan Fidan’ın da bulunduğu 5 üst düzey MİT görevlisini, PKK-KCK terör örgütü içindeki hiyerarşik yapıya dâhil olmamakla birlikte örgüte bilerek, isteyerek yardım etme ve soruşturmanın gizliliğini ihlal etme suçlaması ile ifadeye çağırıyordu. T.C. Başbakanı’nın bilgisi ve kontrolü dâhilinde Oslo’da başlatılan çözüm süreci üzerinden MİT ve Başbakan’ın hedef alınması, paralel yapının MİT’i ele geçirmeye ve millet iradesinin gaspına yönelik ilk deneme hamlesiydi diyebiliriz. Üstelik MİT görevlilerinin ifadeye çağrılması ile ilgili zamanlama da oldukça manidardı. Başbakan Erdoğan, bağırsaklarındaki bir sorun nedeniyle Şubat ayı başında ikinci kez ameliyata girme hazırlığı için- MART 2014 33 Bu nedenle Türkiye’yi içine kapatmak Ortadoğu ve dünyada söz sahibi olmasını engellemek amacıyla yerel işbirlikçilerini de harekete geçirerek, kutuplaşma, kamplaşma ve kardeş kavgası çıkarmak amacıyla Oslo’da olduğu gibi, çözüm sürecini hedefe koymuş görünüyorlar. Barış ve kardeşlik projesinin ikinci önemli ayağını oluşturan Öcalan’a yönelik olarak, sürece olan güvenini sarsmak amacıyla yapılan ajite eylem ve dezenformasyonlara rağmen, Öcalan’ın çözüm süreci iradesi devam etmişti. Bu kez değişik bir strateji ve taktik izlenerek, PKK içinde ve Kürt halkı nezdinde nüfuz ve otoritesini kırarak Öcalan’ı itibarsızlaştırmak suretiyle bertaraf etmeye yönelik komplo ve kara propaganda içeren psikolojik harp yöntemlerini uygulamak amacıyla, derin yapının legal unsurları öne sürüldü. deydi. Ameliyatı birkaç gün erteleyen Başbakan, 2937 sayılı MİT Kanunu’nun 26. maddesinde, MİT personeli ile ilgili yapılacak tüm adli soruşturmalarda Başbakan’lıktan izin alma şartını getiren değişiklik sonucu bu girişimi önlemişti. Taşeron, parelel yapının küresel merkezli 17 Aralık darbe girişiminin devlet tarafından deşifre ve tasfiye edilmesi neticesinde başarısızlığa uğraması, Türkiye’nin birlik ve beraberliğinin bozulmasına, kaos ortamı ve kardeş kavgası yaratılmasına yönelik senaryo ve provokasyonları gözler önüne serdi. Hedef’in ise, Oslo görüşmelerinden sonra başlatılan yeni ve yerel “Çözüm Süreci’’ ve bu sürecin arkasındaki Başbakan Erdoğan’ın siyasi iradesi ve Öcalan olduğu ortaya çıktı. Yolsuzluk ve rüşvet kılıfı altında, Başbakan Erdoğan ve AK Parti’nin kamuoyunda itibarsızlaştırılması ve seçimlerde oy oranının düşürülerek iktidardan uzaklaştırılması amacıyla, birçok ilde eş zamanlı ve Devlet’ten gizli bir şekilde hukuka aykırı yapılan soruşturmalar ve darbe girişimleri, hükümet tarafından alınan idari ve hukuki tedbirlerle engellenmişti. Paralel yapının polis ve yargı başta olmak üzere tüm devlet kurumlarında “devlet gücünü’’ kullanarak 34 MART 2014 millet iradesinin gaspına yönelik illegal faaliyetleri, istihbarat birimlerince kısmen deşifre edilerek ortaya çıkarıldı. İllegal yapının devlet gücü ve yetkisini kullanmasının önünü kesmek amacıyla bir dizi acil kod’lu güvenlik önlemleri tespit edilerek hayata geçirildi. 17 Aralık’tan günümüze kadar yapılan kamuoyu araştırmalarında, AK Parti’nin 2011 Genel seçimlerindeki oy oranını koruduğunun anlaşılması, operasyonun arkasında uluslararası güçlerin olduğuna inananların oranının % 70.6 olması ve ankete katılanların % 63.3’nün son hadiselerin, büyüyen Türkiye’nin önünü kesmek için yapıldığına inandıklarını belirtmeleri millet iradesinin, darbecilerin hedef ve amaçlarının aksine Erdoğan ve AK Parti’ye sahip çıktığının önemli bir göstergesdir. Öcalan Neden Hedef Alındı? Barış ve Kardeşlik projesinin başarıya ulaşmasını, Türkiye’nin Ortadoğu’da ve dünyada bölgesel ve küresel aktör olması yönünde önemli bir parametre olarak gören, Batı’lı ve küresel güçler, bu durumu kolonyalist politikaları açısından bir tehdit olarak algılamışlardı. Bu amaçla, Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye teslim edildiği 1999 yılına ait, JİTEM’ci H. Atilla Uğur tarafından yapılan sorgu görüntüsü ve ses kayıtlarını, 15 yıl sonra İşçi Partisi’nin kamuoyuna açıklaması, Öcalan üzerinden çözüm sürecini sonlandırmak ve seçimler öncesi ülkede çatışma ortamı yaratmak gayesi güden açık bir provokasyon niteliği taşıyor. Ancak görüntü ve ses kayıtlarının kurgulanmış ve montaj olma ihtimali çok yüksek. Zira Atin.org sitesinde, Ergenekon hükümlüsü Perinçek’in ürettiği yalan haberler sebebiyle Mehmet Eymür’ün ‘Fabrikatör’ lakabı ile yaftalanmasına dair birçok delil yer alıyor. Aynı şekilde, Kılıçdaroğlu’nun 27 Eylül 2012 tarihinde yaptığı basın toplantısında, Başbakan Erdoğan’a “Hain’’ demesine sebep olan belgenin sahte çıkması üzerine Aydınlık kaynak gösterilmiş, ancak yapılan araştırmada gazetedeki çevirinin belgenin Wikileaks’teki orijinal haline uymadığı anlaşılmıştı. Erkam Tufan Aytav’ın kaleme aldığı ‘Aydınlık’tan Kaçanlar’ kitabında, Cengiz Çandar’ın Perinçek hakkındaki, üst düzey bir istihbaratçıya dayandırdığı ‘JİTEM’in sözleşmeli personeli’ iddiası da oldukça ilginç! Mit’e Ait Tırlar Devlet Görevi mi? Son günlerde ve yıllarda MİT’e yönelik saldırıların adresi açık… Batılı İstihbarat örgütleri, bağımsız bir Başbakan Erdoğan’ın, paralel yapının 17 Aralık darbe grşm nedenyle çeştl platform ve toplantılarda yaptığı konuşma ve değerlendrmelerde öne çıkan başlık, şüphesz, Türkye’nn son defa yenden İstklal Savaşı ve bağımsızlık mücadeles verdğne yönelk değerlendrme ve tesptler olmuştu. politika izleyen Yeni Türkiye ve MİT’i, yerel işbirlikçi etki ajanları kanalıyla deşifre ederek, Türkiye’nin uluslararası kamuoyu nezdinde itibar ve prestij kaybetmesi için propaganda amaçlı psikolojik harp faaliyetlerine hız vermiş görünüyorlar. Türkiye’nin, insan kasabı Esed’e karşı, Özgür Suriye Ordusu’nu desteklemesi karşısında, El-Kaide uzantısı örgütlere silah yardımı yaptığına yönelik kara propaganda içerikli iddialar, Esed rejimi tarafından dile getirilmekte ve bu iddialar işbirlikçi neocon çetesi ve İsrail lobileri tarafından da uluslararası kamuoyunu etkilemeye yönelik olarak desteklenmektedir. Ne hazindir ki, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu başta olmak üzere Türkiye’deki Esed muhiplerinin, kendi ülkesinde etnik kimliği nedeniyle 11 bin insanı sistematik işkencelerle, 120 bin insanı konvansiyonel ve kimyasal silahlarla katleden ve katliamlara devam eden eli kanlı diktatörü destekler mahiyetteki açıklamaları kamuoyu tarafından hayret ve ibretle izleniyor. Kılıçdaroğlu’na göre MİT silah kaçakçılığı yapıyor. Bu nasıl bir devlet anlayışı! Siyasi menfaat uğruna bir insan kendi ülkesinin milli kurumlarını bu kadar aşağılayabilir mi? Ülke menfaatlerini bu derece göz ardı edebilir mi? Yazıklar olsun. Hatay ve Adana’da Suriye’ye giden MİT’e ait TIR’ların El-Kaide uzantılı terör örgütlerine silah yardımı yapıldığı iddiası ile savcıların kontrolünde polis ve jandarma tarafından durdurularak kanunsuz bir şekilde aranmak istenmesi, MİT Kanunu’nun 4. maddesi f fıkrasına ve 26. maddeye aykırı bir duruma işaret ediyor. 2937 Sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilat’ı Kanunu’nun 4. Maddesi f bendi, MİT’in görevleri arasında, Milli Güvenlik Kurulu’nda belirlenecek diğer görevleri yapmak olduğunu açıkça belirtiyor. Kanaatimce MİT’in Suriye’ye gönderdiği TIR’lar, MGK’da alınan kararların uygulanmasına yönelik bir devlet görevidir. MART 2014 35 MİT’e Surye’ye gden TIR’lar üzernden operasyon çekmeye çalışanlar, Ortadoğu ve Surye’ye müdahale eden, Batılı ülke gzl servslernn, hang uluslararası hukuk kuralına göre faalyet gösterdklern, on bnlerce ajanı nasıl elde ettklern, bölge ülkelerne hang örtülü sthbarat operasyonlarını gerçekleştrdklern neden merak etmezler? En önemls de Esed rejmne legal ve llegal konvansyonel ve kmyasal slahları hang ülkelern sattıklarını neden araştırmaz ve neden sormazlar? MİT’e Suriye’ye giden TIR’lar üzerinden operasyon çekmeye çalışanlar, Ortadoğu ve Suriye’ye müdahale eden, Batı’lı ülke gizli servislerinin, hangi uluslararası hukuk kuralına göre faaliyet gösterdiklerini, on binlerce ajanı nasıl elde ettiklerini, bölge ülkelerine hangi örtülü istihbarat operasyonlarını gerçekleştirdiklerini neden merak etmezler? En önemlisi de Esed rejimine legal ve illegal konvansiyonel ve kimyasal silahları hangi ülkelerin sattıklarını neden araştırmaz ve neden sormazlar? İnanın ki Ortadoğu’da ve Suriye’de en hukuki, masum ve insancıl gizli servis, Türkiye’nin istihbarat teşkilatı MİT’tir. Son Gelişmeler ve Seçimler Öncesi Türkiye’yi Bekleyen Tehlike Paralel yapı tarafından MİT’e ait TIR’lara Hatay ve Adana’da (Ceyhan) yapılan müdahale nedeniyle Adana Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ‘Karşı casusluk ve MİT’i zafiyete düşürmek’ suçlarından soruşturma başlatıldı. Savcılık TIR’larda görevli MİT mensuplarının kanuni görevlerini yaptığını açıkladı. MİT’e ait olup Suriye’de Türkmenlere insani yardım malzemesi taşıyan TIR’ların paralel yapı tarafından güzergâh ve plakalarının nasıl öğrenildiği konusu MİT’in içinde ayrıca araştırılıyor. MİT’in, ülkenin çıkarları ve teşkilatın hedefleri dışında çalışan tüm yapılardan arındırılması konusunda kararlılık olduğu görülüyor. Bu yöndeki soruşturmaların MİT’in üst düzey kadrosundan önemli isimlere uzanma ihtimali güçlü bir olasılık olarak değerlendiriliyor. Başbakan Erdoğan’ın Almanya dönüşünde evi ve çalışma ofisinde bulunan dinleme cihazları (Böcek) 36 MART 2014 ile ülke güvenliği ve dış politika stratejilerine ilişkin devlet sırrı niteliğindeki bilgilere ulaşıldığı ve bu bilgilerin yabancı istihbarat örgütlerine servis edilerek “Casus’luk’’ suçu işlendiği iddia edilmişti. Casusluk suçunu oluşturan bilgi ve kanıtların böcek soruşturmasını yürüten Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na verildiği öğrenildi. Başbakan’ın evinde ve çalışma ofisinde sınırlı sayıda kişi ile gerçekleşen toplantılarda konuşulan ayrıntılar, aralarında ABD’nin de bulunduğu, Batı’lı bazı ülkelerle yapılan ikili ve heyetler arası görüşmelerde yabancı devlet yetkilileri tarafından örtülü ifadelerle ima edildiği belirtilmişti. Siyasetin kasetlerle, illegal telefon ve ortam dinleme yöntemleri ve şantajla dizayn edilmesi ve itibarsızlaştırılması amacına yönelik operasyonların CHP ve MHP’den sonra 2010 yılından başlayarak Başbakan ve hükümeti hedef aldığı anlaşılıyor. Hükümeti iktidardan uzaklaştırmak amacıyla; yolsuzluk ve rüşvet operasyonları kılıfı altında darbe girişimi planlandığı, yaratılacak kaos ortamında şantaj ve tehdit ile 78 milletvekilinin AK Parti’den istifa ettirileceği, Başbakan başta olmak üzere birçok bakan, milletvekili ve partililerin illegal olarak telefonlarının dinlemeye alındığı, makam odalarında ve ikametlerinde ortam dinlemesi yapıldığı, içte 28 Şubat medyası ve sermaye gruplarının, STK’ların da kotarıldığı, dışta ise gezi eylemlerine destek veren dış medyanın kullanıldığı bugün tüm ayrıntıları ile ortaya çıkmış görünüyor. 17-25 Aralık’ta yolsuzluk ve rüşvet kılıfı altında İstanbul’da başlatılan ve diğer illere de sıçraması planlanan darbe girişimi, Hükümetin büyük bir kararlılık ve dirayetle yerinde aldığı idari ve hukuki tedbirler ve milli iradenin sağduyusu ile önlenmişti. Hükümeti hukuk darbesi ile düşüremeyen NEOCON ve AIPAK (Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi) çeteleri ve yerel işbirlikçileri bu kez seçimler öncesi, ülkenin birlik ve beraberliğine yönelik kamplaşma ve kutuplaşma yaratacak sansasyonel suikastlar ve toplumsal olaylar ile çözüm sürecini bozmak, Türkiye’yi geçmişte olduğu gibi terör kıskacı içine almak ve kardeş kavgası başlatmak amacıyla harekete geçmiş görünüyorlar. Bu gaye ile doğu ve güneydoğu’da PKK-HizbullahDevlet çatışması meydana getirecek provokasyonel eylemlerin planlanması yapılırken, Batı’da ise Türkiye’nin en kanlı ve gizemli örgütü, Ergenekon ve Batı’lı ülke gizli servislerinin taşeronu DHKP/ C’nin devreye sokulmasını planladıkları anlaşılıyor. DHKP/C (Eski ismi Dev-Sol) 1978 yılından günümüze yüzlerce devlet görevlisine suikast düzenledi. Örgüt, Alevi-Sünni çatışması ve kamplaşması yaratılmasına yönelik sansasyonel provoke eylemler ve toplumsal olaylarda kışkırtıcı ajan misyonunu benimsedi. DHKP/C Terör örgütü, 1 Şubat 2013 tarihinde Ankara ABD Büyükelçiliğine yönelik canlı bomba saldırısını üstlendiği açıklamasında, eylemin iki temel amacı olduğunu belirtmişti. Açıklamada, Türkiye’nin Suriye politikası ile yeni ve yerel İmralı süreci hedef alınmıştı. Örgüt açık açık PKK’nın silah bırakmasına karşı çıkıyordu. Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı 2013 yılında DHKP/C militanlarının gerçekleştirdiği önemli saldırıları mercek altına almıştı. Yapılan detaylı ve titiz çalışmalar sonucu, örgütün Türkiye’de büyük ve sansasyonel bir suikast ve eylem hazırlığı içinde olduğuna yönelik önemli bilgiler elde edildi. Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı ve MİT koordinesinde bu durum Yunanistan gizli servisi EYP ve CIA ile paylaşılarak, Atina’da düzenlenen bir operasyonla 4 ör- güt elemanının hücre evinde silah ve mühimmatları ile birlikte yakalanmaları sağlandı. Yakalanan militanların kimlikleri ve eylemleri ise bir hayli ilginç! 18 yıldır kırmızı bültenle aranan Sabancı suikastı tetikçisi İsmail Akkol, Örgütün derin yapılar ile bağlantısını sağlayan Askeri Kanat sorumlusu Hüseyin Fevzi Tekin, AK Parti Genel Merkezine lav silahlı saldırı zanlısı Murat Korkut ve Bilgehan Karpat. ABD ve Yunanistan’ın, Almanya başta olmak üzere Avrupa ve Türk Gladio’sunun en önemli taşeron örgütü olan DHKP/C’nin üst düzey kadrosunun tasfiye edilmesine yönelik yapılan operasyona destek vermeleri, Türkiye’de haklı olarak şüphe ile karşılandı. ABD derin devleti NSA’nın eski ajanı John Perkins’in, Akşam Gazetesine yaptığı, ‘derin operasyonun arkasında faiz lobisi ve CIA’nın olma ihtimali çok yüksek’ açıklaması da gösteriyor ki, DHKP/C’nin seçimler öncesinde Türkiye’de yapabileceği suikast ve eylemlerde ABD’nin parmağı olmadığına yönelik kontra bir istihbarat operasyonu ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor. Seçimler öncesine çok dikkat! MART 2014 37 İÇ POLİTİKA de oldu. İmralı sürecinde 4 bin insan hayatını kaybetti. Ergenekon’un istediği oldu. Şimdi de aynı stratejiyle hareket ediliyor: Öcalan’ı PKK’dan ayırmak ve çözüm sürecini bitirmek. İmralı’ya getirildiğinde kendisine, ‘daha şiddetli savaşmazsanız devlet sizi ciddiye almaz’ tavsiyesinde bulunan ve daha sonra Ergenekon’dan yargılanıp ceza alanlarla karşılaşmalarını anlatan Öcalan şunları söylüyor: Orhan MİROĞLU SDE Başkan Danışmanı P KK lideri Abdullah Öcalan’ın mahkûm olarak tutulduğu İmralı adasında, hükümetin inisiyatifi ele aldığı 2009’a kadar neler oldu sorusuna cevap vermek çok kolay değildir. Öcalan İmralı’ya getirildiğinde, Kürt sorununda belirlenecek yeni tutum bakımından, devletin istihbarat kanadı ile güvenlik birimi arasında tam bir mutabakat yoktu. Öcalan’ın asılmasını isteyenler de vardı, mümkün olabilecekse onu devletin çıkarları için, kullanmaktan yana olanlar da… Kalıcı ve gerçek bir çözüm isteyen yoktu. Öcalan da, PKK üzerindeki nüfuzunu kaybetmek istemiyor, bunun için onu İmralı’ya getirip koyanlarla işbirliğine hazır olduğunu gösteren bir tavır sergiliyor ve PKK için geliştirdiği bütün paradigmaları terk etmiş görünüyordu. Hak temelli bir anlayışı savunuyor ve silahlı mücadelenin sonuna gelindiğini ilan ediyordu. ‘Öcalan’sız PKK’, Kürt sorununda birer aktör olarak görülen iç ve dış güçlerin temel hedefleri arasındaydı ve Öcalan bu gerçeğin kuşkusuz farkında olarak hareket ediyor, PKK’yı kaybetme korkusu taşıyordu. Çözüm sürecine gelinceye kadar Öcalan ve karşıtları arsındaki mücadele bu yönüyle devam etti. Aradan geçen zaman içinde, İmralı’da ve kısmi tecrit koşullarında olmasına rağmen, kazanan hep Öcalan oldu. Osman Öcalan’ın PKK’yı bölme ve örgüte egemen olma çabaları bile sonuç vermedi. Kardeş Öcalan, Ağabey Öcalan’a karşı yenilgiye uğradı. Öcalan’ın zaman içinde PKK üstündeki siyasi nüfuzu azalmadı, tersine daha da güçlendi. Eğer bu 38 MART 2014 güçlenme olmasaydı, hükümetin İmralıyla yeni bir çözüm süreci başlatması çok mümkün olmazdı. Çözüm süreci AK Parti hükümetine karşı güçlü toplumsal direnişlerin meydana geldiği bir zamanda oldu. Gezi olayları bu toplumsal zemini daha da güçlendirdi. Ama bu zeminde yer alan siyasi aktörlerin, Kürt siyasetinin Gezi ve 17 Aralık’ta Öcalan’ın aldığı tavırdan çok da memnun kalmadığı görülüyor. Öcalan’ı itibarsızlaştırma kampanyaları işte bu koşullarda meydana geldi. Öcalan’ı İmralı’da sorgulayanlardan H. Atilla Uğur ile Öcalan arasında geçtiği söylenen konuşmaların kaydedildiği bir takım kasetler internette servis edildi. Aslında bu kasetlerde yeni bir şey yoktu. Öcalan eğer fırsat verilirse, PKK’yı sisteme entegre edeceğini, silahlı mücadeleyi bitireceğini ifa ediyor, bunun için destek istiyordu. Öcalan’ın bu tavrı ne Kürtler ne de örgütü PKK için yeni ve bilinmedik bir tavırdı aslında. Peki, o halde, İmralı’da çekilen bu kasetlerin medyaya servis edilmesinin sebebi neydi? Kasetleri basın toplantıları yaparak duyuran İşçi Partisi’nin sözcüleri çok net ifadelerle amacın, çözüm sürecini durdurmak olduğunu söylüyorlar. En azından bu tür itibarsızlaştırma faaliyetleriyle çözüm sürecini durdurabileceklerine inanıyorlar. Öcalan’ı ve İmralı sürecini on yıl kontrol eden güçlerle çözüm sürecini baltalamak isteyen güçler aynı güçler. Öcalan’ı sorgulayanlar -Hasan Atilla Uğur dâhildaha sonra Ergenekon’la bağlantılı olarak yargılandılar ve çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar. İmralı’da Öcalan’dan istedikleri daha sıkı savaşmasıydı. Öyle ‘2000’in başında buraya sorguya da katılan bazı askerler gelmişti. Bu askerlerin bir kısmı komutandı, yetkili olarak konuştu. Bana, ‘Siz güçlerinizi sınır dışına çektiniz, tek taraflı adım attınız, bundan sonra da tek taraflı adım atacaksınız. Aksi takdirde ordu da devlet de sizi dikkate almaz. Savaşı tırmandırın, daha ciddi bir savaş verin o zaman dikkate alınırsınız, sizi dikkate almak zorunda kalırlar’ diyorlardı.’ Öcalan, Bekaa’dan çıktıktan ve hayatında yeni bir sayfa açıldıktan sonra, Türkiye’ye getirilirken uçakta başlayan, sonrasında da mahkemede devam eden savunmalarında ve Kandil’e gönderdiği mektuplarda ne düşündüğünü açıklamıştır. Bu açıklamaları, kayıtlar ve kamuoyuna yapılan duyurular sebebiyle herkes biliyor. Ama PKK’nın silahlı gruplarına karşılıksız olarak ülke topraklarını terk etme çağrısı yapan Öcalan’a karşı devletin nasıl davrandığını, silahsız bir PKK mı yoksa silahlı mücadele yürüten bir PKK mı istendiğini kamuoyunun ekseriyeti maalesef bilmiyor. Kamuoyu bu konudaki her ayrıntıyı bilseydi, bir zamanlar Bekaa’da kırmızı güllerle karşılanıp, gerilla birliklerini Öcalan’la beraber resmi törenle denetleyenler bugün ellerindeki o kasetleri servis edip, bunlardan bir fayda umarlar mıydı? Öcalan, İmralı’ya getirildiğinde, karşısında bulduğu ‘İmralı’daki Devlet’ acaba ona nasıl davrandı? O yıllarda, Öcalan’ın PKK’yı sınır ötesine çekip, silahlı mücadele döneminin bittiğini ilan ettiğinde, mensupları bugün Silivri’de yatan ‘İmralı’daki Devlet’, Abdullah Öcalan’a gidip, ‘çoğu gitmesin, beş yüzü burada kalsın’ diyen devlettir. Bu devletin mensuplarından biri, Öcalan’a daha şiddetli savaşmazsa, bu yoğunlukta bir savaşla devletin kendisini muhatap almayacağını söylemiştir. Ve bütün bu bilgiler, Öcalan’la görüşen avukatların ajandasına yazılarak İmralı’dan dışarıya ulaşmıştır. Dikkatinizi çekerim, Güney Afrika’da, beyazların devletini temsil eden hiç kimse Mandela’ya gidip, Afrika Ulusal Kongresinin daha sıkı savaşması tavsiyesinde bulunmamıştır. Yine hiç kimse İngiliz devleti Acaba, Ergenekon sanıklarının Doğu ve Güneydoğu’da görev yaptıkları yıllarında işlenen suçlara ışık tutulabilseydi, Ergenekon davasının, JİTEM davalarıyla birleşmesi mümkün olacak mıydı? Böylelikle, Türkiye geçmişiyle yüzleşme ve hesaplaşma imkanı bulacak mıydı? adına Belfast zindanlarında yatan İRA gerillalarına gidip, ‘İngiltere’ye karşı daha şiddetli savaşın, yoksa bağımsızlık bir hayal’ dememiştir. Gerçek şu ki, devlet, karşısında savaşı bitirecek güce sahip bir Öcalan -ki dikkat edilirse servis edilen tapelerde bile Öcalan bu gücünü sık sık sorgucularına ya da sohbet ettiği kişilere hatırlatıyor- değil, savaşın yoğunluğunu arttırabilecek bir Öcalan görmek istemiştir. İki yıl önce yayınlanan ve ‘Silahları Gömmek’ ismini verdiğim kitabımda şu soruyu muhataplarına sormuştum, şimdi yeniden soruyorum: “Demokratik bir mecrada akması muhtemel olan, ama bastırılmış etno-kültürel talepler ve dinamikler nedeniyle şiddet potansiyeli de taşıyan bir toplumsal ve siyasi sorun karşısında, devletin görevi demokratik alanı açmak ve hareketin bu mecraya akmasını sağlamak mıdır, yoksa kanı kaynayan ve dağı, isyanı yeniden denemeye kararlı gençleri provoke etmek, onlara dağlara giden yolları yeniden ve sonuna kadar açmak mıdır? Kürtlere 12 Eylül askeri darbesinden sonra reva görülen zulmün eseridir PKK... Çok trajik olsa gerektir: O yıllarda bu zulmü bir halka reva görenlerle, bu zulme başkaldıran gençlerin lideri Öcalan’ı Bekaa’da sık sık ziyaret edenler, yakalanıp İmralı’ya getirildiğinde sorgulayanlar ve ondan daha sıkı savaşmasını isteyenler aynı güçlerdir. Öcalan’ı İmralı’da sorgulayan ekibin içinde yer alan Hasan Atilla Uğur’un Qoser’e (Kızıltepe) geldiği 1992 yılı sonlarında, Mehdi Aslan DEP Mardin il Başkanıydı. Atilla Uğur, Kızıltepe Alay komutanı olduktan sonra, faili meçhul cinayetler ve köy yakmaların sayısında hızlı bir artış oldu. DEP İl Başkanı Aslan, “Atilla Uğur geldikten sonra köy yakmalar, ortadan kaybolmalar ve direkt infazlar bir anda Mardin MART 2014 39 Öcalan, İmralı’ya getirildiğinde, karşısında bulduğu ‘İmralı’daki Devlet’ acaba ona nasıl davrandı? O yıllarda, Öcalan’ın PKK’yı sınır ötesine çekip, silahlı mücadele döneminin bittiğini ilan ettiğinde, mensupları bugün Silivri’de yatan ‘İmralı’daki Devlet’, Abdullah Öcalan’a gidip, ‘çoğu gitmesin, beş yüzü burada kalsın’ diyen devlettir. bölgesinin günlük hayatının bir parçası haline geldi” diye hatırlıyor. Qoser’de Atilla Uğur döneminde katledilenlerden 4 kişinin kemiklerine ulaşılmasına değinen Aslan, Bûqetêr köyünde bulunan kuyunun daha derin ve geniş kazılması halinde onlarca kişinin kemiklerine ulaşılabileceğini belirterek şunları söylüyor: “Ortaya çıkarılan kemikler Uğur’un emri ve onayı ile gerçekleşen infazların çok az bir kısmını yansıtabiliyor ancak. Kuyu en son infaz edilenlerin cesetleri atıldıktan sonra kuvvetli bombalarla çökertildi, derin ve geniş kısımlarının üstü kapatıldı. Kuyu çökertildiği için, bulunan kemiklerin kuyunun yüzeyinde kalan kemikler olabileceğini düşünüyorum. O kuyu Atilla Uğur’un ceset kuyusudur. Kuyudan sadece 4 kişiye ait kemikler çıkarıldı, bu çok az bir sayı, o kuyuda onlarca kişinin kemikleri bulunuyor.” “Qoser- Wêranşar yolu üzerinde, Qoser’e 5-6 kilometre uzaklıktaki 10-15 haneli Elîdizkê köyünde sabah saatlerinde askerlerce evlerinden alınan, çoğunluğu ‘Yiğit’ soy isimli tamamı akraba olan köylüler, köyün üst kısmında kalan İpekyolu’na yakın bir bölgede elleri, kolları bağlanmış, ağızları kapatılmış ve kafalarına birer, ikişer kurşun sıkılarak infaz edilmiş vaziyette bulundular.” 1993 Eylül ayı başlarında Stewr ilçesine bağlı Bakustan köyünde bir çatışma çıktığı haberini aldıklarını ve bunun üzerine bir heyet olarak çatışmadan hemen sonra köye gittiklerini söyleyen Aslan, “Köye vardığımızda tanık olduğum manzarayı asla unutmayacağım. 13 yaşındaki bir kız çocuğu erkekleri görünce eteğini sıkı sıkıya tutarak avazı çıktığınca bağırıyordu. Çatışma bittikten sonra korucular ve özel timler o kız çocuğuna annesinin gözleri önünde defalarca tecavüz etmişlerdi. O kız çocuğunun 40 MART 2014 çığlıkları ve korku dolu bakışlarını asla unutamayacağım.” lüdür. Öcalan’ı sorgulayan kişi olarak elinde tuttuğu kayıtlar şimdilerde medyaya servis ediliyor. Kızıltepe Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı fezlekede, Hasan Atilla Uğur, “Silahlı örgüt kurma ve yönetme, kasten adam öldürme, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, işkence” suçlamasıyla birinci şüpheli olarak yer alıyor. Kızıltepe ve Mardin’de meydana gelen birçok ölüm olayı Uğur’un yargılandığı Ergenekon davası iddianamesinde yer almış ve gizli tanıklar olaylar hakkında kapsamlı ifadeler vermişlerdir. İçerden biri, koruculuk yapmış ve JİTEM’de görev almış bir korucu olan Bedran Akdağ da aynı dönemi şöyle anlatıyor: ‘Yaklaşık olarak 18 senemi terörle mücadeleye vermiş biri olarak çok sayıda kanunsuz işe şahit oldum. Örneğin, bir köylünün eline devletin silahını, gücünü ve yetkisini verdiğinde neyle karşı karşıya kalacağınızı görmek istiyorsanız bölgedeki koruculuk sistemine bakmalısınız. Albay Rıdvan Özden’in -Mardin’de öldürüldü- yardımcısı Yarbay Celal Kısa ve dönemin Kızıltepe İlçe Jandarma Komutanı Atilla Binbaşı (Şu an Ergenekon tutuklusu Emekli Albay Hasan Atilla Uğur) ile ilgili bölgede sürekli şikâyetler vardı. Yarbay Kısa ve Binbaşı Uğur tarafından kurulan ve yasadışı faaliyet gösteren korucuların da aralarında bulunduğu timler, bölge halkına terör estirip, para karşılığı gözaltılar yapıyorlardı. Bu illegal yapılanmalara şiddetle karşı çıkan Albay Özden, sınırda kaçakçılık ve uyuşturucu sevkiyatını ortaya çıkardı ve bazı görevliler hakkında dava açılmasını sağladı. Albay Uğur ve Veli Küçük, Özden’le ölümünden bir gün önce tartışmışlar ve ertesi gün Albay Özden’i teröristlerin yoğun olduğu bölgeye çekerek, orada öldürmüşlerdir. Daha sonra da PKK ile girdiği çatışmada şehit oldu diye açıklamışlardır. Genel Kurmayın PKK ile girdiği çatışmada öldürüldü diye kestirip attığı Albay Rıdvan Özden de, 24 Kasım 1994’te, görevden dönerken, Mardin girişinde kimliği belirsiz kişiler tarafından, resmi aracındayken silahlı saldırıya uğramıştı. Eşi Tomris Özden, silahlı saldırı olayıyla ilgili eşine yönelttiği ‘Bunu PKK mı yaptı?’ sorusuna, Rıdvan Özden, ‘Deli misin, PKK’nın Mardin’in merkezinde ne işi var?’ cevabını vermişti. (Dağın ardındaki Gerçekler) Hasan Atilla Uğur’un adı kurduğu Bıçak Timi’yle de anılıyor. Bu tim kendisine bazen PKK süsü vermekte ve katliamlar, toplu cinayetler işlemekteydi. Hasan Atilla Uğur Ergenekon davasından hüküm- Durum o kadar ilginçtir ki, Atilla Uğur kendisini mahkemede savunurken, bu olayların Ergenekon davasıyla ilgisinin olmadığını savunmuş ve şunları söylemiştir: ‘Bu davanın Güneydoğu’da görev yaptığım 1990’lı yıllarla ne ilgisi vardır? Kimliği çoktan ortaya çıkmış itirafçı bir şahsın uydurmalarını iddianameye koydunuz. Peki, neden cinayet suçundan da cezalandırılmamı talep etmediniz? Madem terörle mücadele içinde geçen yıllarımı karalamak isteyen yalancı ve besleme bir tanığın ifadesini ciddiye aldınız, neden delillerin değerlendirilmesi bölümünde bu ifadeyi es geçtiniz? Gerçek niyetiniz nedir?’ H. Atilla Uğur bu sorularında haksız sayılmaz. Ergenkon’u soruşturan emniyetçiler ve savcılar, acaba neden Fırat’ın öte yakasında Ergenekon tarafından işlenen suçları tasnif edip bir kenara koydular? Bu siyaset mühendisliği kimin veya kimlerin işine yaradı ve en çok kimi mağdur etti dersiniz? Acaba, Ergenekon sanıklarının Doğu ve Güneydoğu’da görev yaptıkları yıllarda işlenen suçlara ışık tutulabilseydi, Ergenekon davasının, JİTEM davalarıyla birleşmesi mümkün olacak mıydı? Böylelikle, Türkiye geçmişiyle yüzleşme ve hesaplaşma imkanı bulacak mıydı? Bu sorulara cevabım evettir benim. Bu suçların en azından bir kısmının iddianamelere girmiş olmasına rağmen, Ergenekon soruşturmalarının iddianameye dönüştüğü safhada, ne yazık ki, bu suçlar es geçilmiş ve Ergenekoncular sadece darbe suçundan yargılanmışlardır. Başta Hrant Dink cinayeti olmak üzere suçla dolu bir geçmişin üstü itinayla örtülmüştür. H. Atilla Uğur, sadece Kızıltepe’deki görev yılları itibariyle tanınan bir isim değildir. H. Atilla Uğur, Suriye’de, Şam elçiliğinde askeri ateşe olarak da çalışmış biridir… Öcalan’ı da İmralı’dan değil, Suriye’deki görev yıllarından tanıdığı ve aynı apartmanda kaldığı bilinmektedir. Öcalan’ı sorgulayanlar -Hasan Atilla Uğur dâhildaha sonra Ergenekon’la bağlantılı olarak yargılandılar ve çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar. İmralı’da, Öcalan’dan istedikleri daha sıkı savaşmasıydı. Öyle de oldu. Öcalan İmralı’ya getirildikten sonra, çeşitli ateşkes girişimlerine rağmen, 4 bin insan hayatını kaybetti. Ergenekoncular şimdi de Öcalan’ı itibarsızlaştırmaya ve PKK’yı yeniden şiddet zeminine çekmeye çalışıyorlar. Ama bu defa yalnız değiller. Öcalan’ı Erdoğan’la işbirliği yapıp Kürtleri ve Türkleri satışa getirmekle suçlayan liberaller ve ‘Kürt mahallesinin gülleri’ olmakla övünen etki ajanları, kaleme aldıkları yazılarıyla Ergenekoncuların Öcalan’ı itibarsızlaştırma mücadelesine katkı sunmaya devam ediyorlar. Türkiye’nin yakın geçmişini, ölüm kuyularını, Ergenekon’un Bekaa’daki ve Fırat’ın öte yakasındaki faaliyetlerini, İmralı sürecini araştıracak bir ‘Hakikat Komisyonu’na ihtiyacımız var. Biz Kürtlerin de, öyle ucuz suçlamalara filan başvurmadan, şunu bunu hain ilan etmeden, İmralı sürecini ve olup bitenleri tartışmamız gerekir. Bunun zamanıdır diye düşünüyorum. Kemalizm, PKK’yi ve kurucusu Öcalan’ı neden bu kadar etkilemiştir? Bugün Ergenekon’dan tutuklu olan Kemalistler’in, ta Ankara’dan başlayarak Bekaa’ya, oradan da İmralı’ya uzanan bir tarihi süreç içinde, PKK içinde oynadıkları rolün mahiyeti, amacı ve yarattığı sonuçlar nedir? KDP ve YNK’nin siyasi mücadele tarihi, bir çeşit Arap Kemalizm’i olan Baasçılığı reddetmenin ve ona karşı mücadele etmenin tarihiyken, Türkiye Kürtlerinin PKK’yla özdeşleşmiş siyasi mücadele tarihleri neden Kemalizm’in bekaası için mücadele eden ve bugün Silivri cezaevinde yatan Kemalist siyasi figürlerle bu kadar iç içe geçmiştir? MART 2014 41 DIŞ POLİTİKA Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı YAKLAŞAN KÜRESEL ANARŞİ Türkye’dek gez parkı olayları, Brezlya’dak ktlesel eylemler, Ukrayna’dak “AB m? Rusya mı?” tartışmalarının sokağa yansımaları; Tayland’dak sokak gösterler; Surye’dek btmeyen ç savaş ve Orta Afrka Cumhuryetndek çatışmalar acaba küresel güç dengelerndek syas depremlern yansımaları olarak da okunamaz mı? U luslararası ilişkilerin en temel sorularından biri küresel barış ve düzenin nasıl kurulacağı ve eğer istikrar sağlanmışsa bunun nasıl ve hangi araçlarla sürdürüleceğidir. Son yıllarda tüm dünyada bir istikrarsızlık hayaleti dolaşıyor. Özellikle 11 Eylül olaylarının tetiklediği gelişmeler bugünlerde zirveye ulaştı. Modern dünyada insanların daha “barışçıl ve medeni” yöntemleri kullanması beklenirken, kitlesel şiddet olaylarında ciddi bir artış gözleniyor. “Wall Street’i işgal et” hareketlerinden Arap dünyasındaki post-kolonyal düzeni yerle bir eden yaygın sokak hareketlerine kadar dünya yeni ve histerik bir şiddet ve istikrarsızlık dalgasına tutulmuş durumda. Bunların geçici siyasi hıçkırıklar olmadığı, olayların küresel düzlemde birbiriyle ilişkisi olmayan farklı ülkelere yayılma eğiliminden daha iyi anlaşılıyor. Üstelik bu siyasi dalga çarptığı ülkelerde kalıcı siyasi tesirler de bırakıyor. Tehlikeli bir bilgisayar virüsü gibi sürekli farklı şekil ve içerik kazanıyor ve kendi kendini klonlayarak yayılıyor. 2013 yaz aylarında Türkiye’yi ve Brezilya’yı vuran toplumsal huzursuzluk dalgaları, bugünlerde 44 MART 2014 Karadeniz’in Kuzeyindeki Ukrayna’yı, Balkanlar’da Bosna-Hersek’i, Güneydoğu Asya’da Tayland’ı ve Latin Amerika’da Venezüella’yı ve Orta Afrika’yı kasıp kavuruyor. Ortadoğu’da Mısır ve Suriye’de süregiden düşük yoğunluklu iç çatışmaları ve Irak ve Lübnan’da artık sıradanlaşan bombaları da unutmamak gerekiyor. Dünyanın gerçekten çivisi mi çıkıyor? Toplumsal çatışmalar konjonktürel ve geçici/ tesadüfi olaylar mıdır, yoksa daha derindeki dip dalgaların dışa vurumu mudur? Dünya yeni bir şiddet, belirsizlik ve anarşi dönemine mi giriyor? Eğer böyleyse istikrarsızlığı besleyen sosyo-politik dinamikler nelerdir? Küresel Yönetişim Sistemi İşlevsizleşiyor Dünyanın farklı bölgelerinde artan istikrarsızlığın temel nedenlerinden biri küresel yönetişim sisteminin giderek anlamsız ve işlevsiz kalması ve meşruiyetinin sorgulanır hale gelmesidir. 20. yüzyılın ortalarında kurulan ABD merkezli küresel hegemonik düzen, son otuz yılda gözlenen bir dizi ekonomik, siyasi ve sosyolojik gelişmenin etkisiyle giderek çözülmeye başladı. Soğuk savaşın bitmesi uluslararası politi- kada askeri, moral ve ideolojik anlamda Amerikan tek kutupluluğunun yolunu açtı. Baba Bush dönemi askeri anlamda, Clinton dönemi ise ekonomik ve liberal değerler açısından ABD hegemonyasının altın çağını ve zirve yıllarını temsil ediyordu. ABD’nin karşısında başkaldırmayı düşünecek ne bir güç kalmıştı ne de direnecek bir ideoloji. Fukuyama’nın zafer naraları ancak on yıl sürebildi. 11 Eylül olayları bir dönüm noktası oldu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. ABD, geleneksel askeri yöntemler kullanarak terörle mücadele adına maliyeti çok yüksek olan Afganistan ve Irak savaşlarını başlattı. Meşruluğu tartışmalı olan bu savaşlarda ABD gücünü, enerjisini ve kendine güvenini kaybetti. ABD’nin desteği ile kurulan BM sisteminin Irak işgalinde hiçe sayılması ve Pakistan’dan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir alanda gerçekleşen Drone saldırıları ile BM ve özellikle Amerika tüm insanlığın gözünde ciddi bir değer ve güven kaybına uğradı. Suriye’de 130 bin kişinin hayatını kaybetmesine, kimyasal silahların kullanılmasına ve insanlığa karşı suç oluşturan işkenceye bağlı kitlesel katliamlara rağmen, BM güvenlik konseyinin vetolar nedeniyle kilitlenmesi, karar alamaz duruma düşmesi küresel yönetişim(sizliğ)in en son ve somut örneğini oluşturmaktadır. Başarısız olan Cenevre-2 görüşmeleri BM’nin ve sözde hegemonik güçlerin içine düştüğü trajediyi göstermektedir. Artık dünya halkları arasında adaletsizlik, mağduriyet ve maduniyet algısı giderek derinleşmektedir. MART 2014 45 ABD’nn küresel sstemden eln çekmeye başlaması ve BM’nn şlevsz kalması nedenyle, dünyanın kırılgan jeopoltk fay hatları olarak tanımlanablecek olan bölgelernde devletlerarası rekabet kesknleşmekte ve çatışma rskler gderek artmaktadır. Liberal Değerlere Güven Sarsılıyor Öte yandan 2008’de başlayan küresel mali kriz ABD’yi ve Batılı ülkeleri daha da sarstı. G-20 gibi oluşumlar yükselen güçlerin taleplerini ve beklentilerini karşılamaya yetmiyor. Yeni arayışlar ve farklı gruplaşmalar oluşmaya başladı. Liberal değerlere dayalı serbest piyasa ekonomisinin içine sürüklendiği derin krizler, soğuk savaş sonrası dönemde adeta fetişize edilen piyasa kapitalizmine dayalı ekonomik gelişme ve istikrar modeline yönelik inancı derinden sarstı. Çin ve Rusya gibi otoriter siyasetin kontrolüne dayalı yönetim, gelişme ve kalkınma modelleri siyasi ve ekonomik istikrarı sağlama bakımından daha güvenli bulunmaya başladı. Başka bir deyişle, artık gelişmekte olan ülkeler için Washington Konsensüsü’nün dışında farklı ekonomi politikaları geliştirmenin ve denemelerin yolu açıldı. Bu arada kriz ve ekonomik belirsizlik ortamında kitleler başarılı karizmatik liderlere de yöneldi. Bugün Rusya’da Putin’e, Almanya’da Merkel’e Türkiye’de Erdoğan’a yönelik güçlü halk desteğinin arkasındaki temel nedenlerden biri de bu olsa gerektir. Çin’de ise bu destek daha çok komünist partiye destek olarak tezahür ediyor. 46 MART 2014 Artan belirsizlik ve kriz ortamında güven kaybeden bir diğer değer ise siyasi liberalizmdir. Burada özellikle vurgulanması gereken şey halkların bir yönetim biçimi olarak demokrasiyi arzu etmeleridir. Ancak, gerek batılı ülkeler gerekse gelişmekte olan ülkelerdeki siyasi elitler, güvenlik, düzen ve istikrarı koruma ihtiyacı adına bu demokrasinin mutlaka liberal olması gerektiği konusunda eskisi kadar ısrarcı değillerdir. Batının Mısır’da askeri darbeyi kabullenmesi, Arap Baharı sürecinde demokrasiye yönelik gönülsüz desteği ve Ukrayna ve Ermenistan gibi batı ile bütünleşmek isteyen ülkelerdeki hükümetlere destek verme anlamında geçmiş yıllara göre sergilediği duyarsızlık bu tutumun tipik örnekleridir. Kaldı ki Freedom House gibi batılı kuruluşlar da, son yıllarda küresel düzlemde liberal demokrasinin ivme kaybettiğini ve demokrasinin bir daralma periyoduna girdiğini raporlarında vurgulamaktadırlar. Küresel Güç Dengeleri Değişiyor Küresel düzlemde artan belirsizliklerin ve gerginliklerin bir başka nedeni ise güç dengelerindeki değişimin hızlanmasıdır. Devresel tarih anlayışının öncülerinden olan İbni Haldun gibi düşünürler, dev- letlerin yükseliş ve düşüşlerinin sosyolojik dinamiklerini “asabiyet bağı” ile açıklar. Göçebe kavimlerin dinamizminin yerleşik hayata geçişle zayıflamaya başladığını ve birkaç nesil sonra dışarıdan gelen saldırılarla devletlerin dağıldığını anlatır. İbni Haldun devletin hayatının ortalama yüz yıl sürdüğü sonucuna da ulaşır. Paul Kennedy gibi tarihçiler ise büyük güçlerin yükselişini ve düşüşünü ekonomik temelli yaklaşımlarla açıklarlar. Toynbee ve Braudel gibi düşünürler ise tarihin akışını medeniyet perspektifinden okuma eğilimindedirler. Uluslararası ilişkiler alanında da, uluslararası sistemde düzen (istikrar) ve değişimin (order and change) uzun dönemde nasıl açıklanabileceğine ilişkin ciddi çalışmalar yapılmıştır. Hatta denilebilir ki, son yıllarda siyaset bilimi ve uluslararası ilişkilerin en sıcak tartışma konularından biri küresel sistemin geleceğinin nasıl şekilleneceğidir. Güç kaymasını açıklayan ve geleceği öngörmeye çalışan pek çok kitap ve makale yazılmaktadır. Zira küresel sistemde birkaç yüz yıldır başat rol oynayan Avrupa ve ABD’nin içinden geçmekte olduğu derin siyasi/ekonomik kriz bu ülkelerin küresel rollerini ciddi biçimde sarsarken, diğer yandan yükselen güçlere ise önemli bir manevra alanı sağlamaktadır. Bu bağlamda, BRICS ve MİTKA (Meksika, Endonozya, Türkiye, G. Kore ve Avustralya) gibi oluşumlar, batının küresel hegemonyasındaki çözülmenin küresel sistemde yarattığı güç boşluğu ve belirsizlik ortamında oluşan dayanışma platformları olarak okunabilir. Gerçekten de Obama gibi liderler, küresel sistemdeki güç kaymasının farkındadırlar ve bu geçiş sürecinde nasıl bir dış politika izlenmesi gerektiği konusunda ABD siyasi elitleri arasında bugünlerde ciddi tartışmalar yaşanmaktadır. Örneğin ABD-İran yakınlaşması ve ABD-İsrail ilişkilerinin geleceği gibi konular, ABD kongresini ve güvenlik elitlerini bölmüş durumdadır. Güç Kayması Belirsizlikleri Artırıyor Üzerinde durulması gereken esas konu ise küresel sistemdeki değişim sürecinin yarattığı belirsizliklerin ve gerginliklerin bölgesel güçlerin iç ve dış politikalarına nasıl yansıdığıdır. Türkiye’deki gezi parkı olayları, Brezilya’daki kitlesel eylemler, Ukrayna’daki “AB mi? Rusya mı?” tartışmalarının sokağa yansımaları; Tayland’daki sokak gösterileri; Suriye’deki bitmeyen iç savaş ve Orta Afrika Cumhuriyetindeki MART 2014 47 BRICS ve MİTKA (Mekska, Endonozya, Türkye, G. Kore ve Avustralya) gb oluşumlar, batının küresel hegemonyasındak çözülmenn küresel sstemde yarattığı güç boşluğu ve belrszlk ortamında oluşan dayanışma platformları olarak okunablr. çatışmalar acaba küresel güç dengelerindeki siyasi depremlerin yansımaları olarak da okunamaz mı? Bizce okunabilir ve bu konu ciddi bir analizi gerektirmektedir. Uluslararası ilişkilerde hegemonik dönüşümleri açıklamak için Gilpin gibi akademisyenler genelde dönüştürücü savaşlardan söz ederken, Holsti gibi yazarlar ise değişimin habercileri olarak kritik önemdeki teknolojik ilerlemeleri veya bazı büyük olayları önemserler. Günümüzde de gerçekten iletişim teknolojilerindeki değişmeler iletişim alanında büyük bir devrime sebep olmuştur. Sosyal medya küresel bir fenomene dönüşmüş ve siyasi anlamda yeni katılım ve etkileşim imkânları yaratmıştır. Tersinden okunduğunda, iktidarlar için vatandaşlarının özel hayatlarını kontrol etme anlamında yeni güç imkânı sağlasa da, iletişimin gelişmesi iktidarların meşruluğunu ve yönetme gücünü ciddi biçimde zayıflatmakta, gezi parkı olayında gözlendiği gibi kitlesel manipülasyonlara imkân vermektedir. Arap dünyasındaki ani sosyal patlamalardaki twitter ve facebook gibi yeni, TV gibi (CNN ve El Cezire etkisi) eski medyanın etkilerini hatırlatmak yeterlidir. Diğer yandan, hegenomik zayıflama ve küresel güç dengelerindeki akışkanlık ise özellikle siyasi, kültürel, etnik ve sekteryan bölünmelerin yaşandığı ülkelerdeki siyasi istikrarı zayıflatmakta ve kırılganlıkları artırmaktadır. Zira küresel sistemde ekonomik-politik belirsizliklerin artması, kendi siyasi-ekonomik kurumları zaten zayıf olan gelişmekte olan ülkelerin dışsal şokları absorbe etme yeteneklerini felce uğratmakta; dolayısıyla toplumsal fay hatları da hızla harekete geçebilmektedir. Bugün hala Türkiye siyasetinin üzerinde dolaşmakta olan “gezi hayaletinin” toplumda yarattığı ideolojik ve sekteryan kutuplaşmaları bu gözle bir kez daha okumak gerekir. Hükümetin internet üzerindeki kontrolü sağlamaya yönelik yasal düzenlemeler, yargı ve emniyet bürokrasisindeki paralel yapılanma türü örgütlü grupların siyaset üzerindeki öngörülemez operasyonlarına karşı tedbir olarak yapılan HSYK düzenlemesi ve nihayet MİT’in yetkilerini 48 MART 2014 artırmaya yönelik yasal düzenlemeler artan belirsizliğe karşı Türkiye’nin aldığı tedbirler olarak görülebilir. Söz konusu düzenlemeler demokratik özgürlükler açısından eleştirilse de, bunları küresel düzlemde artan belirsizliklere ve Türkiye’nin çevresinde artan güvenlik risklerine karşı siyasetin bir cevabı olarak okumak gerekir. Hegemonik Çözülme Jeopolitik Fay Hatlarını Tetikliyor Küresel hegemonik çözülmenin yarattığı gerginlik ve çatışmaların bölgesel yansımaları ise uluslararası barış ve güvenliği etkileme bakımından çok daha ciddi sonuçlar doğuracak boyutlardadır. Burada altını çizmeye çalıştığım asıl konu şudur: ABD’nin küresel sistemden elini çekmeye başlaması ve BM’nin işlevsiz kalması nedeniyle, dünyanın kırılgan jeopolitik fay hatları olarak tanımlanabilecek olan bölgelerinde devletlerarası rekabet keskinleşmekte ve çatışma riskleri giderek artmaktadır. Realistlerin deyimiyle, uluslararası sistem bugün düne göre çok daha anarşik bir duruma doğru evrilmektedir. Normlara bağlılık azalmakta, güç mücadelesi çok daha acımasız ve ahlaksız bir hal almaktadır. Dahası, batının zayıflaması batı kaynaklı siyasi değerler olan demokrasi ve insan hakları gibi değerleri de zayıflatmaktadır. Çin, Rusya ve İran gibi otoriter ülkelerin kaba güce dayalı yönetim anlayışları ne yazık ki devletler arasındaki ilişkilerde sonuç almada daha başarılı olmaya başlamıştır. Suriye’deki diktatör Esed’in ayakta kalması, Rusya ve İran gibi güçlü otoriter dostlarının dünya kamuoyunu, uluslararası hukuku ve diplomatik teamülleri yok sayan politikaları olmasaydı mümkün olabilir miydi? Kimyasal silahla yapılan katliamlar başka türlü nasıl görmezden gelinebilirdi? Çin, tek taraflı olarak ilan ettiği yeni hava savunma konseptini komşularının itirazlarını hiç umursamadan uygulamaya sokabilir miydi? Rusya’nın “güç politikası” olmadan Ukrayna ve Ermenistan gibi ülkelerde hükümetler bu kadar kolayca Avrupa öncelikli politikalarından vaz geçip, Rusya ile eski SSCB’yi andıran Avrasya Birliği projesine evet diyebilirler miydi? Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Müslüman azınlık Fransız ordusunun gözü önünde bu kadara acımasız saldırılara uğrayabilir miydi? Şunu söylemek mümkün; gelecek yıllarda en keskin mücadeleler, jeopolitik fay hatlarının kırılgan olduğu bölgelerde, çevresini kontrol ederek kendi değerlerine ve çıkarlarına göre düzen ve istikrar sağlamaya çalışan güçler arasında olacak gibi görünüyor. Kırılgan ve sıcak çatışmaya dönüşme riski taşıyan bölgeler ise şunlardır: 1) Karadeniz’in kuzeyi ve kuzey doğusu, 2) Balkanlar, 3) Ortadoğu, 4) Güney Asya (Afganistan-Pakistan), 5) Kuzey Çin ve Orta Asya, 6) Kuzey Afrika ve 7) Körfez bölgesi. İlginçtir ki, çoğu zaman bu bölgeler aynı zamanda tarihsel ve sosyolojik olarak farklı medeniyetleri ve kültürleri temsil eden halkların/ulusların karşılaştığı coğrafyalardır. Batı dışı medeniyetlerin yeniden küresel düzlemde meşru rol arayışlarının artacağı önümüzdeki yıllarda, ne yazık ki bölgesel ve küresel barışı kurmak ve korumak o kadar kolay olamayacaktır. Bu- gün Türkiye’nin açılım ve reform politikaları vasıtasıyla Anadolu’yu ve çevresini çoğulculuk ve adalet ruhuyla yeniden inşa etme çabalarını bu bağlamda yeniden okumak çok daha anlamlı olacaktır. Maalesef dünya 21. yüzyılın ikinci on yılına belirsizlikler ve gerginliklerle girmiş durumdadır. Küresel yönetişim sisteminin işlevini yitirmesi, meşruiyetini kaybetmesi; ekonomik dalgalanmaların artması ve liberal siyaset ve ekonomi idealinin temel varsayımlarına yönelik sarsılan güven ve artan şüpheler, insanlığı topyekûn bir belirsizliğe doğru sürüklemekte ve zihinsel, ekonomik ve siyasi anarşi riskini artırmaktadır. Yine de bu kriz ortamından iyi bir sonuç çıkarmak gerekirse eğer, o da şudur: Batı kaynaklı düşüncelerin tekelini kaybetmesi belki de batı-dışı diğer medeniyetlerin sahip olduğu siyasi ve ekonomik değerlerin tarih sahnesine yeniden dönüşünü hızlandıracaktır. Ama her hâlükârda gelecek on yıllarda dünya her alanda ciddi bir rekabete sahne olacaktır. Bizler böyle bir gelecek için hazırlanmalıyız. MART 2014 49 DIŞ POLİTİKA mından dolayı İran’a uygulanan yaptırımlar, iki ülke arasındaki ticaret hacmini de etkilemiştir. Başbakan Erdoğan, son İran ziyaretinde 2015’te iki ülke arsındaki ticaret hacminin 30 milyar Dolara çıkarılmasını temenni ettiklerini belirterek, ilişkilerin daha ileri noktalara taşınacağını vurgulamıştır. İki ülke arasında ekonomik alandaki ilişkilerin artacağını tarafların açıklamalarından rahatlıkla anlamak mümkündür. Nitekim Başbakan Erdoğan’ın Tahran ziyaretinde, ikili ilişkilerde sorunsuz alan olan ekonomik ilişkiler ön plana çıkmıştır. Her iki taraf da ekonomik alandaki ilişkinin daha ileri bir noktaya taşınmasını kendi çıkarı açısından faydalı görmektedir. 2000’li yıllarda Türk Dış Politikasının önemli bir işbirliği aracı olan ve bugüne kadar birçok komşu ülkeyle imzalanan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi anlaşmasının İran’la da imzalanacağı ifade edilmiştir. Bunun yanında, ziyaretten önemli somut sonuçlar da çıkmıştır. İki ülke arasında “Ortak Ticaret Komitesi”nin kurulmasına dair “Tercihli Ticaret Anlaşması” imzalanmıştır. Ayrıca iki ülkenin haber ajansları (Anadolu Ajansı&İRNA) arasında işbirliğinin yapılması kararı da alınmıştır. BAŞBAKAN ERDOĞAN’IN İRAN ZİYARETİ 28 -29 Ocak 2014 tarihlerinde Başbakan Erdoğan Tahran’a önemli bir ziyaret gerçekleştirdi. Hem ikili ilişkilerde önemli işbirliği ve anlaşmazlık konularının mevcudiyeti, hem Ortadoğu’da başta Suriye’de yaşanan iç savaş olmak üzere acil çözüm bekleyen konuların varlığı, hem de İran-ABD/Batı yakınlaşmasının devam etmesi Başbakan Erdoğan’ın Tahran ziyaretini ziyadesiyle önemli kılmaktadır. 50 MART 2014 Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü İki Ülke Arasındaki İkili İlişkiler Son on yılda iki ülke arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkilerde, geçmiş yıllara nazaran önemli ilerleme sağlandığı rahatlıkla söylenebilir. Siyasi alana nazaran, ekonomik alanda -enerji ağırlıklı- kayda değer bir artış olduğu görülmektedir. 2000’li yılların başında iki ülke arasında yok denecek kadar düşük olan ticaret hacmi, 2012 yılında yaklaşık 22 milyar Dolar seviyesini yakalamıştır. Fakat nükleer progra- İki komşu ülke olan Türkiye ve İran, ekonomik ilişkileri ilerletmede kararlı adımlar atarak bu doğrultuda yeni anlaşmalar imzalasalar da, siyasi ve bölgesel konularda aynı ortaklığı yakalayamamaktadırlar. 2011 yılın başında başlayan ve Arap Baharı diye adlandırılan Arap Halk Hareketlerinin gelmiş olduğu nokta, iki ülke arasında bölgesel konularda farklı bakış açılarının olduğunu ortaya koydu. Özellikle, Suriye’de yaşanan iç savaşta, iki ülkenin aldığı tavır, söz konusu bölgesel rekabetin en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, iki ülke arasında ekonomik ilişkiler artış gösterse de bölgesel rekabet devam edecektir. Fakat bu rekabetin yönetilebilir bir rekabet olduğunu da görmek gerekir. Bu ilişki türü Türk Dış Politikası için yabancı olunan bir ilişki türü değildir. Türkiye-Rusya ilişkilerinde de benzer bir durumun olduğu görülmektedir. Aynı İran’la olduğu gibi, Rusya ile de Suriye konusunda farklı bakış açıları varken, farklı taraflara destek verilirken, ekonomik ilişkilerin artarak devam ettiğine şahit olmaktayız. İki ülkenin karar alıcılarının, bölgesel konularda farklı noktalarda dursalar da, sıcak gündemi oluşturan konuların bölge istikrarı açısından çok önemli Suriye’de yaşanan iç savaşta, iki ülkenin aldığı tavır söz konusu bölgesel rekabetin en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, iki ülke arasında ekonomik ilişkiler artış gösterse de bölgesel rekabet devam edecektir. olduğunu bildikleri anlaşılmaktadır. Son yıllarda gerçekleştirilen karşılıklı ziyaretlerin sıklığı, bu gerekçelerle daha rahat izah edilebilir. İlişkileri Zorunlu Kılan ve Kolaylaştıran Etkenler İran’la Türkiye arasında ilişkilerin ileri noktalara taşınmasının önünde çok önemli engeller vardı. Hâlâ bunlar önemli oranda devam etse de iki ülke arasında ilişkilerin artmasını hem zorunlu kılan hem de kolaylaştıran faktörler mevcuttur. İran, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi yaptırımlarının yanında, ABD ve AB’nin tek taraflı yaptırımları sebebiyle ciddi sorunlar yaşamaktadır. Yakın çevre ülkelerinin içinde bulundukları kötü durum dikkate alındığında, Türkiye ile ilişkilerin İran için çok önemli olduğu görülecektir. Türkiye ise her geçen gün artan enerji ihtiyacını en uygun şekilde karşılamak zorundadır. Bunun için İran önemli bir alternatif olarak ortaya çıkmaktadır. Bunlar iki ülke arasındaki ilişkileri zorunlu kılan faktörlerdir. Söz konusu faktörlerin yanında iki ülke arasındaki ilişkileri kolaylaştıran önemli gelişmeler de yaşanmıştır/yaşanmaktadır. 14 Haziran 2013 tarihinde yapılan İran’daki cumhurbaşkanlığı seçimini Hasan Ruhani’nin kazanması, akabinde ABD-İran yakınlaşması ve nükleer meselede İran ile P5+1 ülkeleri arasında anlaşmaya varılması, Türkiye’nin İran MART 2014 51 İran-Türkiye ilişkilerinin iyi olması, istikrara su kadar, ekmek kadar ihtiyacı olan bölge için faydalı olacak, ilişkilerin kötü olması da sadece iki ülkeyi değil, topyekûn bölgeyi huzursuz edecektir. ile ilişki kurmasını kolaylaştırmaktadır. Ruhani’nin Batı’ya karşı yeni bir söylemle gelmesi ve Batı ile ilişki kurma konusunda attığı adımlar, Türkiye’nin de İran ile ilişki kurmasının önünü açan bir etki yapmaktadır. Çünkü bugüne kadar Türkiye İran ile ilişki Başbakan Erdoğan, son İran ziyaretinde 2015’te iki ülke arsındaki ticaret hacminin 30 milyar Dolara çıkarılmasını temenni ettiklerini belirterek, ilişkilerin daha ileri noktalara taşınacağını vurgulamıştır. 52 MART 2014 kurarken, Batı engeliyle karşılaşmaktaydı. Batı İran ile ilişki kurmaya başlıyorsa, Türkiye neden İran’la ikili ilişkilerini ileri noktaya taşımasın? Nükleer meselede İran ile P5+1 ülkeleri arasında anlaşma sürecinin başlaması da İran’la rahat ilişki kurma konusunda Türkiye’nin elini güçlendirecektir. Bu konuda en önemli gelişmenin Türkiye ile İran arasındaki ticarette olacağı rahatlıkla söylenebilir. Bunun yanında bölge ve dünya ile barışık bir İran, bölge meselelerinde yapıcı bir tutum takınabilir ki, bunu en fazla isteyecek ülkelerin başında Türkiye gelecektir. Gelişmekte olan her ülke gibi Türkiye de, yanı başında istikrarlı bir alanın olmasını arzulamakta ve ona göre hareket etmektedir. nin yapıcı tutum takınmasının önemi büyüktür. Hem Irak’ta hem de Suriye’de, İran ve Türkiye’ye rağmen bir çözümün oluşması ihtimal dışıdır. Aynı zamanda, her geçen gün siyasi istikrarsızlığa bağlı olarak bölgede etkisini artıran radikal gruplara karşı ortak hareket etmek iki ülke için de önemlidir. Bölgenin kontrol edilemez bir sürece doğru sürüklenmesi iki ülkenin de zararına olacaktır. Bunun için bölgesel konularda zaman zaman işbirliği yapmanın gereği ortadadır. Son söz; iki ülke ilişkilerinin iyi olması, istikrara su kadar, ekmek kadar ihtiyacı olan bölge için faydalı olacak, ilişkilerin kötü olması da sadece iki ülkeyi değil, topyekûn bölgeyi huzursuz edecektir. İki Ülke İlişkilerinin Bölge Açısından Önemi Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler sadece ikili ilişkiler açısından değil, aynı zamanda bölge açısından da çok büyük bir önem arz etmektedir. Üç yıldır Ortadoğu’da tüm yakıcı hızıyla devam eden siyasi türbülans düşünüldüğünde, iki ülke arasındaki yakın işbirliğinin önemi anlaşılacaktır. Bugün kirli bir iç savaşın ortasında olan Suriye ile her geçen gün siyasi çıkmaza doğru hızla ilerleyen Irak’ta, iki ülke- MART 2014 53 Nereye? DIŞ POLİTİKA Kuzey Afrika Doç. Dr. Ahmet UYSAL SDE Uzmanı 2 013 yılı Ortadoğu için tam bir kaos yılı olmuş ve özellikle bölgedeki Arap Baharı ülkeleri yıl içinde oldukça olumsuz gelişmeler yaşamıştır. 2011 başında Tunus’ta kıvılcımı atılan demokratik Arap isyanları ilk iki yılında demokratik gelişme konusunda umut verirken, geçtiğimiz yılda giderek tartışma, çatışma ve krize dönüşmüştür. Suriye’de eli kanlı Baas rejimi hala ayaktadır. Mısır’da darbe ile seçilmiş Hükümet düşürülmüş ve kan dökülmüştür. Diğer Arap Baharı ülkelerinde de durum çok farklı değildir. Burada, Kuzey Afrika ülkeleri için durum analizi yapılırken, 2013 yılı değerlendirilerek 2014 yılı için de ipuçları sunulacaktır. Mısır Ortadoğu’nun en büyük ve önemli ülkesi Mısır, Hüsnü Mübarek’in düşmesinden sonra ciddi bir kaos yaşamıştır. Aradan geçen üç yıl içerisinde eski rejim güçlü bir şekilde geri dönmeyi başarmıştır. Geçen yıl, ülke tarihinin seçilmiş ilk devlet başkanı olan Muhammed Mursi silahlı müdahale ile düşürülmüştür. Bunda iç ve dış statüko güçlerinin rolü olduğu kadar, İhvan yönetiminin tecrübesizliği ve taktik hatalarının da ciddi payı olmuştur. Özellikle geçiş sürecini sivillerin yerine, devletin temsilcisi olan ve statükonun değişmesini istemeyen ordunun yönetmesi belirleyici olmuştur. Mısır askeriyesi, zaman içinde devrimi yapan laik ve lidersiz gençlerle, devrime destek veren İslamcılar ve Nasırcılar’ın arasını açmayı başarmıştır. Darbeciler, parlamentoyu feshederek ve toplumsal itibarını yıkarak, 2012 54 MART 2014 ortasında seçilen Muhammed Mursi yönetimini yalnızlaştırmış ve ülkeyi yönetemez hale getirmiştir. Bir yandan muhalefet İhvan Yönetimi’ne karşı birleştirilerek Tahrir’de devrimden sapıldığı fikri yayılmış, diğer taraftan yeni devrim talebi ile Tahrir’de toplanan muhalifleri kullanan asker harekete geçmiştir. Ciddi zorlama ve teşvikle organize edilen Mursi karşıtı gösteriler sonucunda, 2013 yılının Haziran ayında Mursi askeri darbe ile görevden alınmış, parlamento fesh edilmiş ve daha sonra İhvan-ı Müslimin yasaklanarak ciddi şekilde bastırılmaya çalışılmıştır. İhvan yöneticileri başta olmak üzere binlerce darbe karşıtı kişi öldürülmüş veya tutuklanmıştır. Aradan geçen sürede İhvan ve darbe karşıtları direnmeye devam etmekle beraber, Darbeciler tarafından ortaya konan yol haritası ilerlemektedir. Yeni anayasa, Ocak 2014 ortasında referandumda “Hayır” demenin yasak olduğu, darbe karşıtlarının boykot ve protesto ettiği bir ortamda, düşük katılımla onaylanmıştır. Darbeciler ülkeyi yönetememekte, karşıtları da direnseler de darbe sürecini geri çevirememektedirler. El-Sisi’nin yolunu açmak için geçici hükümet de istifasını vermiştir. Bu arada, Mursi’nin rakibi ve eski Hava Kuvvetleri Komutanı Ahmed Şefik de başkanlığa ilgisini belirtmiştir. Darbeyi destekleyen Birleşik Arap Emirlikleri’nden Şefik hakkında destek açıklamaları geldiyse de General El-Sisi, uğruna kan döktüğü başkanlığı Şefik’e teslim etmeyecektir. Bahar aylarında yapılması planlanan başkanlık seçim- 2014, Kuzey Afrka ülkeler çn krtk br yıl olacaktır. Mısır’da slahlar gölgesnde referandum yapıldı ve nezh olmasa da onaylandı. Yapılacak başkanlık seçmlernde General Ss’nn başkan olması muhtemeldr ve Mübarek dönemne ger dönülecektr. Lbya’da se stkrarsızlığın devam edeceğ ve güvenlğn sağlanamayacağı görülmektedr. Tunus’ta zor da olsa demokratk br anayasa yazıldı ve anayasa le lgl referandum sürec başlayacak; daha sonra sıkıntılı da olsa seçmlern yapılacağı öngörüleblr. Cezayr’de mart ayında yapılacak olan başkanlık seçm, ülkenn gelecek on yılını belrleyecektr. Gelşmelern demokras ve kalkınma yolunda daha olumlu olacağı öngörülmektedr. Fas’ta se çok cdd br değşm beklenmemektedr. Adalet ve Kalkınma Parts üzerndek statüko baskısının ve ekonomk sıkıntıların artacağı düşünülmektedr. MART 2014 55 lerinden hemen sonra yaz veya sonbahar aylarında da parlamento seçimlerinin yapılması öngörülmektedir. Bu şekilde Mubarek dönemindeki sisteme dönülmesi planlanmaktadır. Böyle bir rejimin başarı şansı zor olsa bile yıkılması iki üç yıl alacaktır. Tunus Tunus, Arap Baharı’nın beşiği ve sembolü olmuştur. Seyyar meyve satıcısı, eğitimli işsiz bir gencin kendisini yakmasıyla başlayan süreçte otuz yıllık başkan Bin Ali devrilmiştir. Ülkede demokrasiye geçiş sürecini siviller yönettiği için Mısır’a göre nisbeten başarılı olsa da süreç zor ilerlemiş, ama yol alınmıştır. Aradan geçen 3 sene içinde parlamento seçimleri gerçekleştirilmiş, El-Nahda öncülüğünde koalisyon hükümeti kurulmuş ve başkanlık seçimi yapılmıştır. Hükümet, henüz ikinci yılına girerken, demokrasiye geçişin getirdiği bir takım sıkıntılarla, iç çalkantılarla, sosyal adalette ve ekonomik alanda yaşanan sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Ülkenin en önemli gündem maddesi, yeni bir anayasa yazılması ve demokrasiden dönüş olmadan parlamento seçimlerine gidilmesi olmuştur. ve Mohamed Brahmi gibi laik siyasi figürler, Selefi gruplarca öldürüldüğü için ülkede gerginlik ve kutuplaşma çok artmıştır. Bu süreçte eskiden beri güçlü olan laik eğilimli sendikalar, entellektüeller ve eski rejimin adamları ile El-Nahda Hükümeti arasında ciddi gerilimler yaşanmıştır. Bu ortamda Mısır darbesinin verdiği motivasyon ile Tunus’ta hareketlenmeler olmuştur. Siyasi kriz tırmandıkça sorunlar artmış, sonunda El-Nahda teknokrat bir hükümetin kurulmasına ikna olmak zorunda kalmıştır. Ancak Aralık ve Ocak aylarında Anayasa konusunda uzlaşma sağlanarak kriz aşılabilmiştir. Burada özellikle El-Nahda’nın sabırlı ve yapıcı rolü dikkat çekmiştir. İdeolojik tutumdan daha çok demokrasi çarkının dönmesine odaklanmıştır. 2014 yılına girilirken Tunus’ta demokratik süreç biraz örselense de yoluna devam etmektedir. Anayasa yapımından sonra yıl içinde planlanan parlamento seçimlerinin sağ salim yapılabilmesi çok kritiktir. Seçimlerin yapılabilmesi, demokrasinin ülkede yerleşmesi açısından çok kritik önem taşımaktadır. Teknokrat Hükümeti’nin becerisi henüz test edilmemiştir. Parlamento oluştuktan sonra demokratik hükümet kurulabilecek ve başkan seçilebilecektir. Demokrasinin başarısını tehlikeye atacak girişimler ve özellikle Körfez ülkeleri destekli demokrasiyi geri çevirme çabaları bilinmektedir. Tunus’u daha istikrarlı ve demokratik bir yapıya kavuşturmak için 2014 yılı kritik bir yıl olacaktır. Mısır ve Libya’ya göre Tunus çok daha umut verici bir durumdadır. 2014’ün hemen başında Tunus’un en büyük başarısı, siviller eliyle yeni anayasa taslağını yazabilmesi olmuştur. Uzun tartışmalar ve çıkan krizlerden sonra, uzlaşı ile yazımı tamamlanan anayasada, ElNahda’nın özellikle ideolojik konularda önemli tavizler verdiği görülüyor. Ancak burada önemli olan, başta El-Nahda olmak üzere konunun taraflarının demokrasi vurgusu yapmış olmalarıdır. Bundan sonra referanduma gidilerek halkın onayı alınacak. Libya Arap Baharı’nın ilk kanlı devrimi Libya’da olmuştur. Çünkü halk Kaddafi yönetimini devirecek güçte olmadığı için dış destekle rejim devrilmiştir. Kaddafi yıkıldıktan sonra Libya’da yeni bir düzen kurulamamış ve istikrar sağlanamamıştır. Bunun bir nedeni, Muammer Kaddafi’nin düzen kurmayarak, yönetimi kendi kişiliği etrafında şekillendirmiş olmasıdır. Diğer bir neden, ülkede hâkim olan kabilecilik ile DoğuBatı veya Bingazi-Trablus arasında oluşan tarihsel farklılaşmadır. Bir diğer neden ise, Kaddafi’nin silahlarını ele geçiren eski devrimcilerin ve kabilelerin silahlı çetelere dönüşmüş olmasıdır. Ayrıca, istikrarsızlık ortamında güç kazanan El-Kaide’ye bağlı radikal grupların faaliyetleri de artmıştır. Birçok zorluk yaşanmasına rağmen, Libya’da da demokrasinin kesintiye uğramamasının sebebi, geçiş sürecinin siviller eliyle yürütülmüş olmasıdır. 2012 yazında parlamento seçimleri yapılmış ve hükümet kurulmuştur. Ancak daha önce hiçbir sivil 2013 yılında Tunus’un tam bir istikrara kavuştuğu söylenemez, çünkü laik ve İslamcı gruplar arasında ciddi bir güvensizlik ve kamplaşma yaşanmaktadır. Yıl içinde Chokri Belaid 56 MART 2014 MART 2014 57 siyasi tecrübe bulunmamasından ve topluma yön verebilecek kişilerin çoğunun ya hapiste ya da sürgünlerde ezilmiş olmasından dolayı ciddi bir liderlik sorunu yaşanmaktadır. İç savaşta derin yaralar açılması, terörist ve çete faaliyetlerinin istikrarı ve petrol üretimini engellemesi sebebiyle Libya’nın ekonomik ve siyasi açıdan toparlanması zaman alacaktır. Kabilecilik ve bölgecilikten dolayı ülkede ciddi federalizm tartışmaları yaşanmaktadır. Federalizm tartışmaları da bölünme korkularını artırarak her kesimin daha fazla silaha sarılmasına yol açmaktadır. Ülkedeki güvenlik eksiliği hem adi suçları hem de terör eylemlerini artırmaktadır. Son dönemde silahlı grupların karıştığı birçok silahlı saldırı ve suikast yaşanmıştır. Bazı silahlı gruplar ile kabile ve çetelerin aktiviteleri petrol üretimine zarar vermekte ve bazı kuyularda petrol üretimini engellemektedir. Azalan petrol gelirleri istikrarsızlığı artırmakta ve böylelikle kırılması zor bir kısır döngü oluşmaktadır. Türkiye’nin hem demokratik kaygıları hem yapılan yatırımlar hem de eski dönemden kalan alacakları sebebiyle, Libya’nın istikrarı, refahı ve gelişmesi için elinden geleni yapmasında ciddi yararları vardır. Mısır’dan başlayarak bölgenin tamamında yaşanan kargaşa düşünüldüğünde, Libya’nın yakın zamanda toparlanması zor görünmektedir. Cezayir Türkiye’nin gerektiği kadar ilgi göstermediği Cezayir, Kuzey Afrika’nın Mısır’dan sonra en önemli ülkesidir. Cezayir, ekonomik potansiyeli, petrol ve doğal gazı, Türkiye’ye olumlu bakışı ve bölgede aktif politika uygulaması bakımından bölgedeki önemli ülkelerden birisidir. Kuzey Afrika’yı toptan sarsan Arap Baharı süreci Cezayir’i çok etkilememiştir. Bunun nedeni, bugün Suriye ve Mısır’da yaşanan sürecin Cezayir’de 1990’larda yaşanmış olmasıdır. İslami Selamet Cephesi (FİS)’nin seçimleri kazanma ihtimali ortaya çıkınca, ordu siyasete müdahale etmiş ve ülke 1990’lar boyunca iç savaşa sürüklenmişti. İç savaşta 200 bin kişinin hayatını kaybettiği ülke, büyük bedel ödemiş ve ciddi şekilde içine kapanmıştı. 1999’da Abdülaziz Bouteflika’nın başkan seçilmesiyle ülke yeni bir kulvara girmiştir. Bu yeni süreçte yaygın terörü bitirmek için mali destek yanında genel af uygulanarak toplumsal barışın önü açılmıştır. Bugün terör bitmese bile güvenlik büyük ölçüde 58 MART 2014 rinde uzlaştıkları bir başkan seçilecektir. Bugünkü durumda Cezayir’de değişim treni yavaş da olsa ilerlemektedir. Nisan 2014’te yapılacak seçimler bu treni hızlandırabilir. Ayrıca, 2013 ortasında Başbakan Erdoğan’ın ülkeye gerçekleştirdiği ziyaret başarılı geçmiş, bu ziyaret, ülkede var olan Türkiye’ye sempatisini ve işbirliği imkânlarını arttırmıştır. 2014 yılında Türkiye siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan Cezayir’e daha fazla ilgi göstermelidir. Fas sağlanmış ve ülke dünyaya açılmaya başlamıştır. Fransız lobisinin ciddi etkisine rağmen Cezayir giderek kendinden daha emin ve daha bağımsız dış politika uygulamaktadır. Arap Baharı’nın Cezayir’de siyasi bir değişime yol açacağı öngörülmüştü ancak beklenen olmadı. 2012 yılındaki parlamento seçimlerinde hâkim partiler konumlarını korudular ve İslami hassasiyetleri ile bilinen muhalefet partileri fazla varlık gösteremediler. Cezayir’in genel olarak muhafazakâr bir toplum olduğu dikkate alındığında bu konu daha ilginç bir durum arz etmektedir. Cezayir’de şaşırtıcı gelişmeler 2012 sonbaharında gerçekleşmeye başladı. Başkan Bouteflika, muhafazakâr bir lider olan Abdelmalek Sellal’ı başbakan atadı ve sivilleşme eğitimleri arttı. 2013 yılında Cezayir’in başını ağrıtan en önemli konu Mali Krizi olmuştur. Mali’de yaşanan çatışma ve güvenlik eksikliği Cezayir’i de etkilemiş, Fransa’nın Mali’ye operasyonu ve Cezayir’in Ein Amenas petrol tesislerine yapılan terör saldırısı ülke içinde ciddi endişe ve tartışmalara yol açmıştır. Fransa’nın gerçekleştirdiği bu operasyonun iyi niyetli olmadığı ve özellikle güney çöl bölgelerinde Cezayir’in doğal kaynaklarının sömürülmesine yönelik olduğu konusunda yaygın bir inanç vardır. 2013 yılında hastalanan Başkan Bouteflika, Fransa’daki uzun tedavisinden sonra ülkeye döndü. Rejimin sivilleşmesi yönünde daha ileri tasarruflarda bulundu. Örneğin, dokunulmaz denen İstihbarat Şefi Bou Medién’i değiştirebildi. Bouteflika’nın yaşından dolayı yapılacak seçimlerde yeniden aday olma ihtimali azdır. Ancak ülkede siyaset yapan büyük partiler, aday olması halinde Bouteflika’yı destekleyeceklerini de ilan etmiştir. Başka bağımsız adaylar olsa da asker ve hâkim siyasi güçlerin üze- Fas, Arap Baharı’nın yumuşak geçişle yaşandığı bir ülkedir. Bölgedeki tek krallık olan Fas’ta, 2011 ayaklanmaları sonucunda rejim demokrasiye geçişe izin vermiş ama Kral kritik yetkileri elinde tutmuştur. Kral Abdullah, Maliye, İçişleri ve Dışişleri bakanlıkları gibi kritik mevkilere atama yetkisini bırakmamıştır. Anayasa revizyonundan sonra yapılan seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi birinci olmuş ve koalisyonla başa gelmiştir. Hem dünya ekonomisinin tam olarak düzelmemesinden hem de fazla etkili olamamasından dolayı (2013 yılında Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi) hükümetin gücü zayıflamıştır. Kral’a yakın İstiklal Partisi koalisyondan çekilince, Adalet ve Kalkınma Partisi daha zayıf bir koalisyona razı edilmiştir. 2013 ortalarında Başbakan Erdoğan Fas’a resmi ziyaret yapmıştır. Gezi protestolarının sürdüğü ortamda gerçekleşen bu ziyarette, rejim ile hükümet arasındaki çekişmeden ve Fransa baskısından dolayı Kral etrafında şekillenen yönetim ziyarete fazla ilgi göstermemiştir. Özellikle Krallık ve Fransa lobisinin direnci yüzünden ziyaretin etkisiz kalması, ülke kamuoyunda ciddi eleştiri konusu olmuştur. Yine 2013 yılında, Fas ile Cezayir ilişkileri oldukça gerilmiş ve kopma noktasına gelmiştir. Batı Sahra Sorunu, Fas’ın dış politikasını etkileyen ve komşusu Cezayir ile ilişkilerini geren en önemli konudur. Cezayir’in bağımsız gördüğü Batı Sahra Bölgesi’ni, Fas kendi toprağı saymaktadır. Akdeniz’in batısında ve Afrika’nın Kuzeybatısındaki konumu ile dünya jeopolitiğinde önemli bir yere sahip olan Fas’ta, ekonomik sıkıntılar devam etmekte ve rejim sivil hükümetin başarısız olması için ciddi bir direnç göstermektedir. Sonuç olarak, Arap Baharı’nın önemli ölçüde etkilediği Kuzey Afrika’da, 2013 yılında ciddi karışıklıklar ve krizler yaşanmıştır. Demokrasi, insan hakları, istikrar ve refah konularında ilk iki yıla göre geriye gidildiği söylenebilir. Mısır’da Mursi Yönetimi’ne karşı yapılan askeri darbe kanlı bitmiştir. Libya’da sivil bir yönetim bulunmakla beraber, yönetimin etkisizliği sebebiyle sıkıntılar sürmektedir. Fas ve Tunus’taki İslami partiler, hükümeti bırakmasalar da ciddi ölçüde güç kaybetmişlerdir. Tunus’ta El-Nahda, teknokrat hükümetine razı olmak zorunda kalmış, Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurduğu koalisyon zayıf bir koalisyon haline gelmiştir. Sınırlarında güvenlik sıkıntıları yaşamakla birlikte Cezayir, sivilleşme ve dışa açılmayı kısmen de olsa başarmaktadır. 2014 yılı da Kuzey Afrika ülkeleri için kritik bir yıl olacaktır. Mısır’da silahlar gölgesinde referandum yapıldı ve gerçekçi olmasa da onaylandı. Yapılacak başkanlık seçimlerinde General Sisi’nin başkan olması muhtemeldir ve Mübarek dönemine geri dönülecektir. Libya’da ise istikrarsızlığın süreceği ve ülkede güvenliğin sağlanamayacağı öngörülmektedir. Tunus’ta zor da olsa demokratik bir anayasa yazılarak referandum süreci tamamlanacaktır; daha sonra sıkıntılı da olsa seçimlerin yapılacağı öngörülebilir. Cezayir’de mart ayında yapılacak olan başkanlık seçimi, ülkenin gelecek on yılını belirleyecektir. Bu gelişmelerin demokrasi ve kalkınma yolunda daha olumlu olacağı öngörülmektedir. Türkiye siyasi, ekonomik ve kültürel olarak ülke ile ilişkilere daha fazla önem vermelidir. Fas’ta ise çok ciddi bir değişim beklenmemektedir. Adalet ve Kalkınma Partisi üzerindeki statüko baskısının ve ekonomik sıkıntıların artacağı düşünülmektedir. MART 2014 59 DIŞ POLİTİKA AB, adanın yarısını üye yaparak çözümsüzlüğü pekştren oyuncu olmuş; almadığı yarısını da Türkye le pazarlık konusu halne getrmştr. Dolayısıyla Kıbrıs’a uluslararası hukuk kapsamında çözüm üretecek br yapı, doğrudan uluslararası hukuk dışına çıkmıştır. KIBRIS MÜZAKERELERİ: YENİ BİR BAŞLANGIÇ Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi K ıbrıs’ta yaklaşık 20 ay sonra müzakerelerin yeniden başlamış olması, yeni bir dönemin işareti olarak kabul edilebilir. Bilindiği gibi Annan Planı ile başlayan umutlar, Plan’da öngörülen hükümlerin farklı zamanlarda halkoylarına sunulmasıyla sönmüştü. Rum tarafı, AB adaylığı belli olduktan sonra yapılan halkoylamasında birleşik Kıbrıs’ı kuran anayasa taslağını reddetmiş, sürecin bu aşamaya kadar gelmesine neden olan KKTC’de ise öneri kabul edilmişti. Bu gelişme sonrasında da taraflar defalarca bir araya gelmiş, Annan Planı’nın bir dizi versiyonu gündeme alınmış, ancak ilerleme kaydedilememişti. Görüşmeler tarihi boyunca, liderlerin yüz yüze görüşmesinden mekik diplomasisine kadar hemen her yol denenmiş, kullanılmadık yöntem bırakılmamıştı. Görüşmeler genel olarak BM Genel Sekreterliği’nin gözetiminde yürüse de, Kıbrıs’ın AB üyeliğiyle birlikte konu AB bünyesine taşınmıştı. AB ise, yeni çözüm önerileri geliştirmek yerine, sorunun taraflarının genişlemesine yol açmış, Kıbrıs giderek Türkiye-AB ilişkileri sorunu halini almıştı. Söz konusu durum, sorunun çözümünü daha karmaşık hale getirmiş, iki toplumla birlikte Türkiye-Yunanistan ve Birleşik Krallık’ı ilgilendiren ada, AB ile 60 MART 2014 Türkiye arasına sıkışmıştı. Ancak Kıbrıs’ı bünyesine katan AB, yaşadığı ekonomik krizi Kıbrıs sorununa taraf olan Yunanistan ve Rum kesimine taşımış ya da başka bir ifadeyle bu ülkelerden kaynaklanan krizleri Brüksel’e taşımak zorunda kalmıştı. ABD’nin Oyuna Girişi Kıbrıs’ın AB üyeliği sonrasında ortaya çıkan AB ekonomik krizi, en fazla Türkiye-Yunanistan ilişkilerini etkiledi. Türkiye’deki deprem felaketiyle başlayan olumlu ilişkiler, Yunanistan’ın savunma harcamalarını kısmak zorunda kaldığı kriz döneminde pekişti. Ege’nin iki yakasında sağlanan güven ilişkisi, bir yandan iki ülke arasında Kıbrıs konusunu büyük bir kriz nedeni olmaktan çıkartırken, öte yandan ekonomik kriz nedeniyle Yunanistan’ın AB’ye olan güveninin sarsılmasıyla da pekişti. Kabul etmek gerekir ki, Yunanistan’ın AB içindeki pozisyonu zayıfladıkça, Yunanlı siyasiler Akdeniz’deki ABD müttefikleriyle daha yakın ilişkilere girmeyi tercih etmişlerdi. Bu da, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde, en azından global anlamda, kriz ihtimallerinin aşağıya çekilmesine neden oldu. Söz konusu koşullar, zaten Doğu Akdeniz’de gücünü yeni ve eski müttefikleriyle korumayı, bu gölgedeki Rusya varlığını en aza indirmeyi ve Güney eksenindeki enerji yol ve kaynaklarını başkasının denetimine vermemeyi ilke edinen ABD’yi harekete geçirdi. Tarihte hiç olmadığı kadar etkin bir rol oynayarak ABD, Kıbrıs sorununa taraf oldu. ABD’nin Kıbrıs’taki rolü, geçmişteki Johnson Mektubu Krizi’nde olduğu gibi bir duruma değil, tam tersine çözüm getirici nitelikte bir girişime karşılık gelmekte. ABD açısından BM’nin Kıbrıs konusunda oynayabileceği rol, gelebileceği en üst noktaya gelmiş, birkaç Genel Sekreter tüketmiş ve sınırına ulamış durumda. BM’nin yeni bir girişime nezaret etmesi için, yeni bir girişime ihtiyaç duyulmuş ve bu da ABD’den gelmiştir. ABD’nin Kıbrıs konusuna, neden şimdi bu denli dâhil olduğu sorusuna yanıt aramak için ise, haritaya biraz uzaktan bakmak yeterli olacaktır. Gürcistan, bıçak sırtı bir bölünmüşlük içindedir, Ukrayna bölünmenin eşiğine gelmiştir. Rusya buralardaki elini çekmediği gibi, Mısır’la yeni ilişkiler kurmakta, Suriye’deki varlığını sürdürmektedir. Tam bu ortamda Balkanlar’da, özellikle de Bosna’da grevlerin ve tedhiş hareketlerinin ortaya çıkması, kuşku verici bulunmuş olmalıdır. ABD’nin en önemli müttefiki İsrail, uyguladığı politikalarla ABD’yi zora sokmakta, Suudi Arabistan terörle mücadele konusunda kuşku yaratmakta, Körfez ülkeleri de İran’ı kazanma siyasetine fren uygulamaktadır. Söz konusu panoramanın ABD açısından yeni adımlara ihtiyaç anlamına geldiğine şüphe bulunmamaktadır. Dolayısıyla bugüne kadar göz ucuyla izlenen Kıbrıs sorunu, artık ABD’nin himayesi altında bir BM sorunu olarak değerlendirilmektedir. AB’nin Yedek Kulübesinde Beklemesi Kıbrıs konusunun taşındığı aşama, AB’nin bir miktar oyun dışına itilmesi anlamına gelir. Bu durum, bir açıdan olumludur; zira AB işin içine doğrudan taraf olduğunda, tam da Kıbrıs sorununu büyüten meseleler kilitlenmelere neden olmaktadır. Sorunu büyüten meseleler, adanın statüsü belirlenmeden Kıbrıs’ın AB’ye üye yapılması, buna karşın AB müktesebatının kuzeyde uygulanmamasıdır. Yani MART 2014 61 sadece Yunanistan ile Türkiye’yi kapsaması, ama bu sorunun esasen tam ortasında bulunan Birleşik Krallık’ın bulunmaması. Şu an sanki Kıbrıs, iki halkı ve iki devleti ilgilendiriyormuş gibi gözüküyor. Oysa bugün adada hem epeyce İngiliz nüfusu var, hem de Birleşik Krallık hâlâ önemli bir oyuncu, ama onlarla kim görüşüyor belli değil. Netleşmesi Gereken Kurallar AB, adanın yarısını üye yaparak çözümsüzlüğü pekiştiren oyuncu olmuş; almadığı yarısını da Türkiye ile pazarlık konusu haline getirmiştir. Dolayısıyla Kıbrıs’a uluslararası hukuk kapsamında çözüm üretecek bir yapı, doğrudan uluslararası hukuk dışına çıkmıştır. AB’nin bir miktar oyunun dışına çekilmesindeki bir diğer etmen ise, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarıdır. Söz konusu kaynakların miktarı ve kapasitesi konusunda farklı veriler bulunmakla birlikte, AB’nin enerji konusundaki Rusya bağımlılığını azaltmaya ve kaynak çeşitliliği aradığına kuşku bulunmamaktadır. İran, Irak ya da Doğu Akdeniz’den sağlanacak her enerji kaynağı, bir biçimde Türkiye’ye dokunmakta, dolayısıyla AB’yi de Türkiye ile gerilim yaşamamaya teşvik etmektedir. Üstelik özellikle Doğu Akdeniz’de İsrail ile Türkiye arasında kurulabilecek bir ittifakın AB’yi tümüyle dışarıda bırakacak stratejik bir rekabete yol açma ihtimali de bulunmaktadır. İhtimaller ileri götürülebilir. Türkiye, İsrail ve Yunanistan, pekâlâ bir alt bölge ittifakı kurabilir; bu yolla AB ile arası bozuk olan Yunanistan’ın eli güçlenirken, Türkiye pazarlık imkânını artırır, İsrail de eski müttefikiyle yakınlaşma imkânı bulur. AB’yi bir miktar dışarıda tutmanın, ama tümüyle de oyundan çıkartmamanın tek yolu, Kıbrıs sorununu iç oyuncuları ve garantörleri ile çözmek ve adayı bir bütün olarak AB’ye dâhil etmek olarak görülmüştür. Oyunun Kuralları Görüşme yöntemlerine bakılırsa, bu kez masadan kalkma gibi bir sürece izin verilmeyecek. Anlaşmazlıklar olursa, süreç uzayacak, anlaşılamayan konular atlanacak, anlaşmaya varılan konularda yol alınacak. İki kesimin liderleri, müzakereleri başlatan ortak bir deklarasyon yayınladılar. Bu, bir anlamda prensipte anlaşmaya varıldığını gösteren yemin belgesi olarak kabul edilebilir. 62 MART 2014 Üzerinde anlaşmaya varılan konu ise, iki eşit toplumlu konfedere bir yapı. Nüfusu daha az olan Türk kesiminin azınlık değil, eşit statüde olması kabul ediliyor. Yaşamsal tüm kararlar, iki tarafın da onayıyla hayata geçecek. Bu yaşamsal kararlara örnek olarak, adanın silahlandırılması gösterilebilir. Kısacası adanın kaderi, iki tarafın da elinde olacak; Kıbrıs BM üyesi yeni bir devlet olarak ortaya çıkacak. Muhtemelen AB müktesebatında da bir dizi değişiklikler yapılacaktır. Güney enerjinin, Kuzey de suyun taşınmasında görev alacak, bu görev dağılımı sonucunda elde edilenler de eşitler arasında bölüşülecek. Her bir kesimin yurttaşları, iki kesimin de vatandaşı sayılacak, bir kantonla diğeri arasında sınır olmayacak, kısacası yeşil hat tarihe karışacak. Muhtemelen başlangıçta Rumlar Rum tarafında, Türkler Türk tarafında yaşamaya devam edecekler ancak, zamanla ortak yerleşim alanları gelişecek. Malların ve toprakların paylaşımı gibi maliyetli konular ise, muhtemelen ada herkesin olacağından, önceki dönemlerdeki kadar büyük krizlere neden olmaksızın ele alınacak. Kabaca bu çerçeveye sığdırılan müzakerelerin ayrıntıları ise, müzakereciler tarafından yürütülecek. Rumların temsilcisi Türkiye ile Türklerin temsilcisi Yunanistan ile görüşecek. Böylece, anlaşmazlık halleri için bir tür hava yastığı sistemi uygulandığı, söze ve diplomasiye fırsatlar yaratacak zaman kazanmalara izin verildiği söylenebilir. Uzlaşılan metin de adanın iki yakasında eş zamanlı referanduma sunulacak, diğer bir ifadeyle tarafların birbirlerinin tutumuna göre pozisyon almalarına izin verilmeyecek. Taraflardan ikisi de onaylarsa yeni tek bir devlet kurulacak, orası açık. Ancak biri onaylamaz ise ne olacağı ile ilgili ancak tahminde bulunmak mümkün ki bu da muhtemelen iki ayrı devlet senaryolarıyla ilgili olur. Bu biçimde düzenlendiği anlaşılan oyunda, oyuncularla ilgili açık olmayan bir konu olduğu belirtilmeli. Sorun, çapraz görüşmelerin Birleşik Krallık ile ilgili soru, esasen yeni düzenlemede garantör ülkelerin konumunu ilgilendiren bir soruna işaret ediyor. Kıbrıs, bağımsız ve yeni bir devlet olacaksa, garantöre ihtiyacı olmayacaktır. Yani taraflar askeri varlıklarını geri çekeceklerdir. Muhtemelen başta Birleşik Krallık olmak üzere taraf devletler üslerini tamamen boşaltmak istemeyeceklerdir. Bu durumun ikili anlaşmalarla sürdürülmesi muhtemel… Ada’nın askeri yapılanması, üçüncü ülkelerin askeri varlıkları, silahlanması gibi konular muhtemelen Türkiye açısından en kritik konular. Bu çerçevede yeni Kıbrıs’ta her iki kesimin de onayladığı ikili anlaşmalar yapılabilir. Ancak Kıbrıs Türk tarafı ile Türkiye’nin her durumda paralel beklentilere sahip olacaklarını öngörmek yanıltıcı olabilir. Diğer bir ifade ile Rum ve Türk tarafları Kıbrıs ile bir başka ülkenin savunma anlaşması yapmasını onaylayabilirler ama Türkiye bu anlaşmaya karşı çıkabilir. Türkiye açısından iki konunun, birisi güvenlik diğeri serbest geçiş konularının düzenlenmesi muhtemelen yaşamsal önemdedir. daha ileri götürülerek kişilerin serbest dolaşım hakkına taşınabilirse, Kıbrıs için de sorun kalmaz. Tıpkı Sırbistan’a uygulandığı gibi, Türkiye AB üyesi olmadan, Katma protokol gereği, serbest dolaşım hakkı kazanabilir; Schengen Anlaşması’na taraf edilir ve bu anlaşma kapsamındaki ülkelerde serbestçe dolaşabilir. Dolayısıyla Türkiye-Kıbrıs ilişkilerinin stratejik olmayan her alt başlığı, AB-Türkiye ilişkilerinde atılacak adımlarla aşılabilir. Türkiye’nin sorunun çözümü konusunda gösterdiği irade, Rum kesiminde ve hatta Yunanistan’da bulunmuyordu; daha ziyade onların çözüm yoluyla kazanacakları bir durum bulunmadığından, Türkiye’ye AB engeli çıkarması bakımından işlevsel bir sorun olarak kullanmaları söz konusuydu. Anlaşılan o ki, ABD Rum tarafına ve muhtemelen Yunanistan’a da baskı uygulamış ve geri adım atmaları sağlanmış. Bu, aynı zamanda ABD’nin AB’ye de yaptığı bir baskı olarak görülebilir. Kıbrıs konusunu sorun olmaktan çıkardığımızda, Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyecek kritik bir konu bulmak AB ülkeleri için zor olacak. Görüşme sürecinin bizzat kendisi, bir yandan Akdeniz’deki yeni stratejik alt bölge oluşumuna işaret ediyor, bir yandan da Türkiye-AB ilişkilerini ivme kazanmaya zorluyor. Dolayısıyla bugüne kadar Türkiye-AB ilişkilerinde engel olan Kıbrıs, bugünden sonra Türkiye’yi AB’ye taşıyacak bir değişken haline gelebilir. Yeter ki tüm taraflar uzun vadeli hesaplar yapsınlar ve bu fırsatın kullanılamaması halinde karşılaşacakları riskleri iyi hesaplasınlar. Güvenlik-savunma konularında çıkabilecek krizlere ABD merkezli iki öneri gelmesi mümkün olabilir. Bunlardan birisi, Kıbrıs’ın NATO üyesi olması ve tüm tarafların askeri gücünün NATO karargâhı bünyesinde faaliyet göstermesidir. Buna itiraz fazla olursa, o zaman adanın silahlardan arındırılmış bölge olmasıdır ki bu Birleşik Krallık’ın da eşyalarını toplayıp evine dönmesi anlamına gelir. Güvenlik-savunma konusunun NATO çerçevesinde ele alınması yüksek olasılıkken, serbest geçiş ve dolaşım konusunun AB ilkeleri çerçevesinde ele alınması muhtemel gözüküyor. Türkiye’den Kıbrıs’a nüfus kâğıdıyla geçebiliyor olmak demek, esasen kişilerin serbest dolaşımı ilkesi demek. Eğer Türkiye-AB arasında imzalanan geri alım anlaşmasının karşılığı olarak bahsedilen vize kolaylıkları, MART 2014 63 DIŞ POLİTİKA Türkye, 2006 yılında meşru seçmler kazandığı halde, terörst suçlaması le ktdardan uzaklaştırılan Hamas’ın, Flstn halkının meşru temslcs olarak kabulü ve Hamas le Feth arasındak problemlern çözümü çn gayret edyordu. Gazze bombardımanını takp eden 2009’dak Davos zrves le brlkte İsral le lşkler kopma noktasına geld. Mayıs 2010’da gerçekleşen Mav Marmara saldırısı, lşkler tamr mkânsız br noktaya taşıdı. Sinan TAVUKÇU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi 2014 Flstn Halkıyla Dayanışma Uluslararası Yılı İk Devletl Çözümü Getrecek m? Arap Barış Girişimi Yazımızın brnc bölümünde, Brleşmş Mlletler Genel Kurulu’nun 2014 yılını “Flstn Halkıyla Dayanışma Uluslararası Yılı” lan etmş olması dolayısıyla, 2014 yılında k devletl çözüm çabalarının yoğunlaşacağına dkkat çekmş, Flstn meselesn çözmeye yönelk müzakerelern tarhn ele alarak, El-Aksa ntfadasına kadar olan sürec değerlendrmştk. Yazımızın bu bölümünde, El-Aksa ntfadasından sonrak gelşmeler ve barış müzakerelernn geleceğ konu edlecektr. 64 MART 2014 İ ntifadanın devam ettiği süre içindeki çatışma ve saldırılarda Filistin tarafından 1.238, İsrail tarafından 366 olmak üzere toplam 1.604 kişi öldü. 2 Aralık 2001’de Kudüs’te ve Hayfa’da meydana gelen dört patlamada 26 kişi öldü, 220 kişi yaralandı. Saldırıyı Hamas üstlendi. İsrail hükümeti, Arafat’ı saldırıdan sorumlu tuttu. Ertesi gün İsrail, Gazze’ye ve Batı Şeria’ya saldırdı. Batı Şeria’da birçok eve füze isabet ederken, Gazze’deki hedef Arafat oldu. İsrail Güvenlik Kabinesi, 13 Aralık’ta Arafat’la tüm ilişkilerini kesme kararı aldı ve Arafat’ı saldırı dalgasının doğrudan sorumlusu olmakla suçladı. İntifadanın dünya kamuoyunda meydana getirdiği etki ve Filistin’in gündemden inmemesi sebebiyle, çatışmaları sona erdirme ve bir barış imkânı bulma yolunda çabalar yoğunlaştı. İki Devletli çözümü öngören barış planı ilk defa, şümullü olarak, Suudi Arabistan Kralı Abdullah tarafından 2002 yılında Beyrut’ta Arap Birliği zirvesine sunuldu ve Arap Birliği tarafından benimsendi. Bundan sonra bu plan “Arap Barış Girişimi” olarak isimlendirildi. Arap Barış Girişimi; İsrail’in 1967 savaşında işgal ettiği tüm topraklardan çekilmesini, BM Güvenlik Konseyi’nin 194 sayılı kararı çerçevesinde Filistinli mülteciler sorununa adil bir çözüm bulunmasını, 1967 sınırlarında kurulacak ve başkenti Doğu Kudüs olacak bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını öngörmekteydi. Bu barış planına göre Filistin tarafı, Yahudi bölgesinin ve Batı Duvarı’nın Ağlama Duvarı kısmının hâkimiyetini İsrail’e devredecek, eski şehrin kalan kısmındaki hâkimiyetini koruyacaktır. Yine bu plana göre; kurulacak Filistin devleti savunma amaçlı olarak silahlanabilecek, kendi hava sahası ve karasularına sahip olacak, bunun karşılığında Arap ülkeleri Arap-İsrail çatışmasını bitmiş kabul edecekler ve kapsayıcı bir barış süreci çerçevesinde İsrail ile normal ilişkiler kuracaklardır. Arap Barış Girişimi’nin öngördüğü toprakların paylaşılması, Kudüs’ün statüsü, mültecilerin dönüşü ve tam bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına ilişkin bu plan gündeme geldiğinde, İsrail tarafından kabul görmedi. 1967’de işgal edilen tüm top- raklardan İsrail’in çekilmesini öngören maddenin İsrail’in milli güvenliğini tehlikeye atacağı, mülteci meselesinin Arap Girişimi doğrultusunda çözülmesi halinde demografik olarak devletin Yahudi karakterinin bozulacağı gerekçesiyle bu plana itiraz ettiler. Yine, 1980 yılında kabul ettikleri Kudüs Yasası ile Kudüs’ün bir bütün olarak İsrail’in ebedi başkenti olduğunu, bu nedenle Kudüs’ün statüsünün tartışılamayacağını iddia ettiler. Arap ülkeleri ile ilişkilerin normalleşmesi konusunda ise, İsrail’in varlığına muhalif İslamcı hükümetlerin iktidarı ele geçirmeleri ihtimaline karşı, güven ortamının oluşabilmesi için zamana ihtiyaç olduğunu öne sürdüler. 2003 Dörtlü Görüşmeleri Ortadoğu Dörtlüsü (ABD, Rusya, AB ve BM) 30 Nisan 2003 tarihinde, 2005 yılına kadar Ortadoğu’daki çatışmaya iki devlet prensibi çerçevesinde son vermeyi amaçlayan bir yol haritasını açıkladı. “İsrail- Filistin Çatışmasına İki Devletli Bir Çözüm İçin Performansa Dayalı Yol Haritası”, Madrid Konferansında ortaya sürülen “barış karşılığı toprak” ilkesi esas alınarak ve taraflar ile Arap Barış Girişimi’nin daha önce anlaşmaya varmış olduğu Güvenlik Konseyi’nin 242 (1967), 338 (1973) ve 1397 (2002) sayılı kararlarına dayanan ve ölçülebilir adımların uygulanacağı üç aşamalı bir plandı. MART 2014 65 tasfiye etmek ve bu süreçte Arap devletlerinden destek almak hedeflenmişti. 2007 Annapolis Konferansı ABD yönetimi, yeni bir Filistin başbakanı atanana kadar planı yayınlamayacağı konusunda ısrar etmiş, Arafat’ı, Mahmud Abbas’ı başbakan olarak atamaya icbar etmişti. Nitekim düzeltilmiş yol haritası 30 Nisan 2003’te Abbas’ın meclisten güvenoyu almasının ardından aynı gün, taraflara sunuldu. Yol Haritası’nın hayata geçirilmesi ile alakalı olarak ilk görüşme, 3-4 Haziran 2003 tarihinde Mısır’ın Şarm el-Şeyh kasabasında W. Bush, Filistin’in yeni başbakanı Mahmut Abbas, Mısır, Ürdün, Bahreyn ve Suudi Arabistan yetkilileri arasında gerçekleşmiş, bu görüşmede Suriye ve Lübnan dışlanmıştır. 5 Haziran’da ise Ürdün’ün Akabe kentinde yapılan toplantıya W. Bush, Ariel Şaron, Mahmud Abbas ve Kral Abdullah katılmıştır. Arafat’ın yerine sürece Mahmud Abbas’ın monte edilmesiyle başlayan süreci müteakip yapılan bu zirvelerde Filistin direnişini Üç yıldır İsral ve Flstn arasında tamamen duran görüşmeler, 2013 yılının Temmuz ayında tekrar başladı. Bölgede mekk dplomass yürüten ABD Dışşler bakanı John Kerry’nn grşmyle, 29 Nsan 2014 tarhne kadar nha statü anlaşması çn dokuz aylık br müzakere sürec planlandı. 66 MART 2014 27 Kasım 2007’de, Amerikan Dışişleri Bakanı Condolezza Rice’ın ev sahipliğinde Annapolis’te kırkı aşkın ülke temsilcisinin katılımıyla bir konferans düzenlendi. İsrail’i tanımayan Suriye ve Suudi Arabistan gibi pek çok Arap ülkesi de ilk defa bu kadar yüksek düzeyli bir toplantıda, İsrailli yetkililerle aynı ortamda bulunmayı kabul etti. Bu konferansta konuşan ABD Başkanı George W. Bush, Filistin ve İsrail’in barış görüşmelerini derhal yeniden başlatacağını ve 2008 yılının sonuna kadar, Kudüs’ün sahipliği, mültecilerin yurtlarına dönmesi, sınırın çizilmesi ve yerleşim merkezlerinin geleceği gibi çekirdek sorunlar üzerinde barış anlaşmasına varmaya çalışacaklarını ilan etti. Konferans’tan sonra İsrail Başbakanı Ehud Olmert ile Filistin Devleti Başkanı Mahmud Abbas, konferansta çizilen yol haritasını ve ayrıntılarını yaptıkları direkt görüşmelerde ele aldılar. İsrail yine kuralı değiştirmedi, barış sürecinin inisiyatifi dışına çıktığı her dönemde olduğu gibi bu defa da süreci sabote etti. 27 Aralık 2008 tarihinde başlayan ve 22 gün süren bir Gazze saldırısı yaptı. Saldırılar sonucu, 347’si çocuk 1.393 Filistinli hayatını kaybetti, 19.400’den fazla Filistinli de yaralandı. Dünya gündemini sarsan İsrail’in Gazze saldırıları ile Annapolis süreci çökmüş oldu. 2006 Kasım ayından 2008 Eylül’üne kadar, İsrail Başbakanı Ehud Olmert ile Mahmud Abbas’ın 36 kez bir araya gelmesine rağmen bu görüşmelerden beklenen sonuç alınamadı. Gazze saldırısı, Annapolis Konferansı’nın ardından Filistin-İsrail problemine aracılık etme konusunda inisiyatif alan Türkiye’nin İsrail’le ilişkisinin tamamen değişmesine sebep oldu ve yerini sertleşen politikalara bıraktı. Türkiye, 2006 yılında meşru seçimleri kazandığı halde, terörist suçlaması ile iktidardan uzaklaştırılan Hamas’ın Filistin halkının meşru temsilcisi olarak kabul edilmesi ve Hamas ile Fetih arasındaki problemlerin çözümü için gayret ediyordu. Gazze bombardımanını takip eden 2009’daki Davos zirvesi ile birlikte İsrail ile ilişkiler kopma noktasına geldi. Mayıs 2010’da gerçekleşen Mavi Marmara saldırısı, ilişkileri tamiri imkânsız bir noktaya taşıdı. Türkiye bu yeni dönemde, önde gelen ülkelerin İsrail’e sağladığı dokunulmazlık zırhının Filistin meselesini çözümsüzlüğe mahkûm ettiğini seslendirmeye başladı. Bölge ülkelerinde başlayan Arap baharı ile birlikte, Türkiye’nin İsrail karşısındaki politikası ve duruşu Arap halkları tarafından da desteklenmeye başladı. Ekonomik krizlerle başı dertte olan batı ülkelerinin kendi içlerine dönmeleriyle İsrail yalnızlaşmıştı. Obama’nın Ortadoğu Barış Planı ABD Başkanı Barack Obama, 2009 yılında başlattığı “Ortadoğu Barış Planı” konusunda Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell’i görevlendirdi ve ardından 4 Haziran 2009 tarihinde tüm İslam dünyasına mesaj vermek için Kahire’ye gitti, burada bir konuşma yaptı. Konuşmasında İsrail ile ülkesi arasında güçlü bağların bulunduğunu ve İsrail’in Yahudi anavatanı özleminin haklı olduğunu dile getirdikten sonra, İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşimleri genişletmesine karşı olduğunu, bunların uluslararası hukuka aykırı olduğunu, genişlemenin durması gerektiğini vurguladı, Amerika’nın, Filistinlilerin devlet özlemine duyarsız kalamayacağını belirtti. Ancak, İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşim birimlerinin inşası konusundaki vazgeçmez tutumu, Hamas ve El-Fetih arasındaki anlaşmazlık, Obama’nın Ortadoğu barışına yönelik girişimlerinin tıkanmasına neden oldu. İsrail Barış Girişimi 2011 yılına gelindiğinde, İsrail’in önde gelen siyasetçi ve devlet adamlarından yaklaşık 40 kişilik bir grup Araplarla barış için yeni bir girişim başlattılar. Aralarında Mossad ve Şin Bet (İsrail iç güvenlik teşkilatı) eski başkanları ve askerlerin yer aldığı grup, İsrail’in uluslararası kamuoyunda yalnızlaştırıldığını ve barışa karşı olarak gösterildiğini, İsrail’in bir barış inisiyatifi göstermesinin vaktinin geldiğini açıklaya- rak, Arap Ligi tarafından 2002 ve 2007 yıllarında hazırlanan “Arap Barış İnisiyatifi”nden esinlenerek “İsrail Barış İnisiyatifi” adlı bir belgeyi 31 Mart 2011 tarihinde imzaladılar. Belge; esas olarak 1967 sınırlarına dönülmesi, başkenti “Doğu Kudüs” olan, Batı Şeria’nın hemen hemen hepsine ve Gazze’ye hâkim bir Filistin Devleti kurulması ve İsrail’in Golan Tepeleri’nden çekilmesi planını teklif ediyordu. Bu planda, Batı Şeria’da en fazla %7’lik bir toprak değişimi teklif ediliyor, söz konusu değiş tokuşta Kudüs’teki Yahudi mahallelerin İsrail tarafında, Arap mahallerin de Filistin tarafında kalması, Mescid-i Aksa’yı bulunduran tepenin hiçbir ülkeye ait olmaması öngörülüyor, Ağlama Duvarı ve Eski Şehrin Yahudi mahallesini bulunduran kısımları İsrail’e bırakılıyordu. Ayrıca, her iki devletin güvenliği için bölgesel güvenlik mekanizmaları ile ekonomik işbirliği projeleri öngörülüyordu. Belgede; mülteciler konusunda, Filistinli mültecilere ancak yeni Filistin Devleti’ne göç etmeleri durumunda maddi tazminat verilmesi teklif ediliyordu. Filistin Devleti’nin Filistinli bir ulus-devlet, İsrail’in de içinde barındırdığı Arap azınlığın Yahudilerle eşit haklara sahip olduğu bir Yahudi ulus-devlet olması benimseniyordu. 2012 Gazze Saldırısı İsrail, 14 Kasım 2012’de Gazze’ye yönelik bir saldırı başlattı. “Savunma Sütunu” adı verilen ve 7 gün süren saldırıda, Türkiye-Mısır-Katar üçlüsünün çabaları sonucunda 21 Kasım 2012 tarihi itibari ile ateşkes sağlandı. Bu saldırılarda yarısı çocuk, yaşlı ve kadın olmak üzere 167 Filistinli hayatını kaybetmiş, 1.200’den fazla Filistinli de yaralanmıştı. MART 2014 67 Bu saldırı, Filistin Devleti’nin BM’deki statüsünü “gözlemciden”, “üye olmayan gözlemci devlete” taşıyacak 29 Kasım’daki Genel Kurul oylaması öncesine denk gelmesi bakımından dikkat çekiciydi. Diğer taraftan Tunus, Libya, Mısır ve diğer Müslüman ülkelerde Müslüman Kardeşler ve benzeri İslami hareketlerin iktidara gelmesi sebebiyle güvenlik endişesi duyan İsrail’in bu saldırıyı gözdağı amaçlı yaptığı kanaati yaygınlaştı. Nitekim saldırının hemen ardından İsrail’i kınayan Mısır, büyükelçisini bu ülkeden çektiği gibi Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi de BM Güvenlik Konseyi’ni ve Arap Birliği’ni acil toplantıya çağırmış ve Gazze’yi yalnız bırakmayacaklarını söylemişti. Yine Gazze’ye giden Tunus Dışişleri Bakanı Refik Abdülselam’ın “İsrail dünyanın ve aynı zamanda Arap ülkelerinin değiştiğini ve köprünün altından çok sular aktığını bilmelidir. İsrail kuvvet kullanma- ya devam edemez, uluslararası hukukun üstünde değildir ve ayrıcalıklı bir konumu yoktur. İsrail’i kınıyoruz” demişti. Mısır, Arap Birliği’ni de harekete geçirmiş, Birlik 17 Kasım’da Dışişleri Bakanları düzeyinde acil olarak toplanmış ancak kınama dışında bir karar alamamıştı. Özellikle Türkiye’nin tenkitleri karşısında Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil el-Arabi başkanlığında Mısır, Tunus, Fas, Irak, Sudan, Lübnan, Filistin yönetimi, Kuveyt ve Suudi Arabistan dışişleri bakanlarından oluşan Arap Birliği heyeti 20 Kasım’da Gazze’yi ziyaret etmişti. Yeniden Başlayan Görüşmeler Üç yıldır İsrail ve Filistin arasında tamamen duran görüşmeler, 2013 yılının Temmuz ayında tekrar başladı. Bölgede mekik diplomasisi yürüten ABD Dışişleri bakanı John Kerry’nin girişimiyle, 29 Nisan 2014 tarihine kadar nihai statü anlaşması için dokuz aylık bir müzakere süreci planlandı. Barış sürecinin en zorlu konusunun Yahudi yerleşim yerleri meselesi olacağı açıktır. 1980’de İsrail meclisinin kabul ettiği yasa ile de Kudüs’ü İsrail’in bölünmez başkenti olarak ilan eden İsrail, halen Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Golan Tepeleri’ni uluslararası hukuka aykırı olarak işgali altında tutmaya devam etmektedir. 1946’dan 2000’e Filistin toprakları BM Güvenlik Konseyi 22 Mart 1979’da aldığı 446 sayılı kararla, Yahudi yerleşimlerinin hukuki geçerliliğinin olmadığını ilan etmiş ve İsrail’i 1967’den itibaren işgal altında tuttuğu topraklara kendi nüfusunu yerleştirmekten, toprakların yasal statüsünü, fiziki coğrafyasını ve demografik yapısını değiştirmekten men etmiştir. BM Güvenlik Konseyi, 1980 yılında aldığı 465 sayılı kararla İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında yer alan Yahudi yerleşimlerinin Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal ettiğini, dolayısıyla yasa dışı olduğunu tekraren ilan etmiştir. Uluslararası hukukun yasaklamasına rağmen işgal topraklarında Yahudi yerleşim yerleri kurulmaya ısrarla devam edilmiştir. 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren Filistinlilerin özel mülkiyeti niteliğindeki arazilere gerek İsrail devleti gerekse bizzat Yahudi yerleşimciler tarafından zorla ve şiddet kullanılarak el konulmaya başlanmıştır. Doğu Kudüs dâhil Batı Şeria bölgesinde bulunan yerleşim birimlerinde ikamet eden Yahudi yerleşimcilerin nüfusu hâlihazırda 600,000’i geçmiş durumdadır. İsrail Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’te yerleşim yerleri inşasına devam ederek bir yandan Filistin’in tarım arazilerini ve su kaynaklarını kendi kontrolüne alıp Filistinlileri ekonomik olarak kendisine bağımlı kılmayı, bir yandan da gelecekte kurulabilecek bir Filistin devletinin temelini oluşturacak bu toprakları denetim altında tutmayı hedeflemiştir. Sonuç 2013 yılı Haziran başıyla birlikte, başta Türkiye olmak üzere Arap Baharı’nın etkilediği Mısır, Tunus ve Libya’da İslamcı-muhafazakâr hükümetlerin devrilmesine yönelik bir sürecin başlatıldığı görülmektedir. İsrail’in 2012 Gazze saldırısı sırasında, kendisine karşı ittifak kuran ve birlikte hareket eden bu yönetimleri birer birer ortadan kaldırmak istemesi, ABD neoconları ve İsrail’in planlaması dâhilinde yürütülen ve bölgenin siyasi haritasının yeniden dizayn edilmesini hedefleyen bir proje olarak değerlendirilmektedir. Kaynak: İsrail Siyasetini Anlama Kılavuzu, Ufuk Ulutaş, Selin M. Bölme, Gülşah Neslihan Demir, Furkan Torlak, Saliha Ziya, SETA Yayınları XIX, Aralık 2012, s.181 68 MART 2014 Nitekim Mısır’da, seçilmiş Müslüman Kardeşler iktidarının askeri bir darbeyle devrilmesinden sonra Camp David çizgisinin temsilcisi olan odaklar tek- BM Güvenlk Konsey 22 Mart 1979’da aldığı 446 sayılı kararla, Yahud yerleşmlernn hukuk geçerllğnn olmadığını lan etmş ve İsral’ 1967’den tbaren şgal altında tuttuğu topraklara kend nüfusunu yerleştrmekten, toprakların yasal statüsünü, fzk coğrafyasını ve demografk yapısını değştrmekten men etmştr. rar işbaşına geçmiştir. Türkiye’de de 2013 yılında Gezi Olayları ile başlayan iktidar karşıtı gösteriler, 17 Aralık’ta yeni bir boyut kazanmış, bu defa devlet içindeki “paralel devlet” adı verilen unsurlar aracılığıyla hükumetin seçimleri kaybetmesine yönelik bürokratik hamleler peş peşe gelmiştir. Başbakanın “Dost-modern darbe” diye tabir ettiği bu darbe teşebbüsüne destek verenlerin ortak şikâyeti, AK Parti hükumetinin İsrail’i eleştiren politikaları olmuştur. Tunus ve Libya’da da siyaseti kaos içinde tutma ameliyesi başarıyla yürütülmektedir. İsrail ve işbirliği içinde hareket ettiği ABD neoconları, 2014 yılında İslamcı iktidarları uzaklaştırmak, Hamas’ı müzakereler dışında tutmak suretiyle, Mahmud Abbas yönetimiyle birlikte 2014 Filistin Halkıyla Dayanışma Uluslararası Yılı’nda arzularına uygun şekilde Filistin meselesini çözmek istemektedirler. Ancak, halkların iradesine rağmen bölge devletlerinin siyasetini tayin etmeye yönelik bu teşebbüslerin kalıcı bir barış tesis etme kabiliyetinin olmayacağı açıktır. MART 2014 69 DIŞ POLİTİKA Çalışır durumdak fabrkaların yaklaşık yüzde 80’nn kapalı olduğu, şszlğn resm rakamlara göre yüzde 50 ama gerçekte yüzde 70’lere ulaştığı özellkle genç nüfusta bu oranın daha da yüksek olduğu blnyor. Eşt gelr dağılımının olmadığı, emekl maaşlarının 450 TL cvarında olduğu ve maaşların düzgün ödenemedğ ülkede toplumsal br tepk gelşmes zaten beklenyordu. Bosna’da Neler Oluyor Amine YAZICI İLERİ SDE Asistanı B osna Hersek’in kuzeyindeki Tuzla kantonunda 4 Şubat’ta başlayan olaylar, ülkede “Bosna Baharı” ya da “Dayton Revizyonu” girişimi şeklinde yorumlara neden oldu. Ağır bir siyasi ve ekonomik krizin içinde olan Bosna Hersek’te yaşananlar bölgeyi izleyenler açısından sürpriz olmadı. Çalışır durumdaki fabrikaların yaklaşık yüzde 80’inin kapalı olduğu, işsizliğin resmi rakamlara göre yüzde 50 ama gerçekte yüzde 70’lere ulaştığı, özellikle genç nüfusta bu oranın daha da yüksek olduğu biliniyor. Eşit gelir dağılımının olmadığı, emekli maaşla- 70 MART 2014 rının 450 TL civarında olduğu ve maaşların düzgün ödenemediği ülkede toplumsal bir tepki gelişmesi zaten bekleniyordu. Tuzla’da bir fabrikanın özelleştirilmesi sonucu kapanmasının ardından 10 bine yakın işçinin, işsiz kalmalarına ve maaşlarını alamamalarına tepki olarak başlattıkları protestolar ülkeye yayıldı. Tuzla’da hükümet binası, tramvay durakları ve iş yerleri ateşe verildi. Tuzla’dan sonra başkent Saraybosna’da da protestolar kontrolden çıktı. Mostar’da Hersek-Neretva Kantonu Meclisi ve Mostar Belediyesi’ne ait binaların yanı sıra bazı siyasi partilerin il başkanlıkları binaları da ateşe verildi. Gösterilerde ayrıca Saraybosna Kanton Parlamentosu ve Saraybosna Merkez Belediyesi’nin bulunduğu binalar ve savaş zamanında bile korunmuş olan Cumhurbaşkanlığı binası ateşe verildi. Neden Tuzla Kantonu? Ülkede en kalabalık nüfusa sahip olan ve özellikle savaştan sonra başta Srebrenitsa olmak üzere Bosna’nın doğusundan çok fazla göç alan Tuzla kantonu, elektrik, tuz, kömür, deterjan, gübre, odun işleme ve mobilya üretimi ile ülkenin en büyük madencilik ve sanayi bölgesi olarak biliniyor. Tuzla Kantonu bölgesinde linyit rezervleri, önemli miktarda kaya tuzu ve diğer minerallerin bulunması nedeniyle Yugoslavya döneminde bu bölgede elektrik ve kimyasal imalat şirketleri kurulmuştu. Bosna Hersek’te 1992-1995’de yaşanan savaşın ardından bu bölgedeki fabrikaların çoğu kapandı, yerel verilere göre, Tuzla bölgesinde savaştan sonra 66 fabrika kapatıldı. Savaştan sonra kapanmayan fabrikaların bir kısmı ise özelleştirildi. Başarısız özelleştirme, yatırımcıların çekilmesi, maaşların ve sigortaların aylarca yatırılmaması, çalışanlarda memnuniyetsizliği artırdı. Fabrikalarda çalışanların birçoğu sigortaların yatırılmamasından dolayı ne emekli olabiliyor ne de devlet hastanelerinde tedavi görebiliyorlar. Uzun yıllardır içinde bulundukları durumu kamuoyuna yansıtmaya çalışan vatandaşlar, sonuç alamayınca Şubat ayı başında gösterilerini sıklaştırmışlardır. Dayton Anlaşması İşlevini Yitirdi mi? Bosna Savaşı’nı 14 Aralık 1995’de sona erdiren Dayton Anlaşması, temelde iki amaca hizmet ediyordu. Birincisi, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’nın göbeğinde yaşanan en kanlı savaşı durdurmak, ikincisi ise ülkede kalıcı barış ve istikrarı tesis etmekti. Bu hedeflerden ilki gerçekleşmiş olsa da ikincisi hâlâ tam anlamıyla sağlanabilmiş değil. Dayton Anlaşması etnik temelli, bürokratik ve işlevsiz bir devlet yapısı ortaya çıkardı. Üç kurucu halkın (Boşnak, Sırp, Hırvat) ülke idaresinde, uzlaşarak ortak karar almasını şart koşan ve her birine bu anlamda veto hakkı tanıyan siyasi yapı uygulamada pek çok sıkıntıyı beraberinde getirmiştir. Dayton Anlaşması’nın özünden kaynaklanan yapısal sorunlar olsa da, ülke de yaşayan Sırpların uzlaşmadan uzak tutumları ve Hırvatların özellikle son dönemde artan ayrılıkçı davranışları ülkede diyalog ortamının oluşmasını zorlaştırmaktadır. Dayton Anlaşması’nın son derece başarılı bir barış anlaşması olduğunu söyleyebiliriz, ancak anayasal bir anlaşma olarak MART 2014 71 Bosna Savaşı’nı 14 Aralık 1995’de sona erdren Dayton Anlaşması, temelde k amaca hzmet edyordu, brncs II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’nın göbeğnde yaşanan en kanlı savaşı durdurmak, kncs se ülkede kalıcı barış ve stkrarı tess etmekt. Bu hedeflerden brnc gerçekleşmş olsa da kncs hâlâ tam anlamıyla sağlanablmş değl. karmaşık bir yapıya sahip olması, aynı ölçüde başarılı olmasını engellemiştir. Sırplar ve Hırvatlar Sırp siyasetçiler, Sırbistan Başbakan Yardımcısı Aleksandar Vuçiç, Bosna Sırp Cumhuriyeti Başkanı Milorad Dodik ve Bosna Sırp Demokrat Partisi Genel Başkanı Mladen Bosiç olayların başladığı günlerde Belgrad’da bir araya geldiler. Bosna Hersek’deki gelişmelerin değerlendirildiği toplantı sonrasında Bosna Sırp Cumhuriyeti Başkanı Dodik, Yugoslavya örneğini vererek Bosna Hersek’in bu krizi aşamayacağını, bölünmeye doğru gittiğini ve bu sonunun kaçınılmaz olduğunu söylemiştir. Yine aynı dönemde Hırvatistan Başbakanı Zoran Milanoviç’in Mostar ziyareti akıllarda soru işaretleri bırakmıştır. Sırp ve Hırvat bölgesindeki bu hareketlenmeler ülkenin diğer kurucu unsurlarından biri olan Boşnaklar tarafından eleştirilmiştir. Üçlü konseyin Boşnak üyesi Bakir İzzetbegoviç, toplumsal ayaklanmanın kötüye kullanıldığını, Bosna Sırp Cumhuriyeti’nde şartların Boşnak tarafına göre daha kötü olmasına rağmen olayların büyük çoğunluğunun Boşnak bölgesinde cereyan ettiğini bu durumun bir provokasyon niyeti taşıdığını belirtmiştir. na için daha iyi olacağını söylemiştir. Ayrıca, Davutoğlu, topraklarını bırakıp kaçmak zorunda kalmış Boşnakların ülkelerine geri dönmeleri ve Bosna ekonomisinin canlandırılması için Türkiye’nin destek verdiğini, bu kapsamda, Doğu Bosna’da yatırım yapacak yatırımcılara, yatırımın özellikleri ve çalıştırdıkları Boşnak personel sayısı göz önüne alınarak kredi desteği verildiğini ifade etmiş, bu durumun da çok olumlu geri dönüşlerinin olduğunu söylemiştir. Dünya’da var olan istikrarsızlık dalgasının yeni bir durağı da Bosna Hersek oldu. Üç yılı aşkın süredir devam eden Arap Baharı’nın olumlu etkileri ortadan kalkmakta, Libya’da, Mısır’da ve Suriye’de karmaşa devam etmektedir. Güneydoğu Asya’da Tayland’da, Karadeniz’in kuzeyinde Ukrayna’da ve Türkiye’nin doğu komşusu Ermenistan’da benzer toplumsal olaylar yaşanmıştır/yaşanmaktadır. Birbirinden uzak coğrafyalarda yer alan bu ülkelerin ortak özellikleri kırılgan toplumsal yapılara sahip olmalarıdır. Jeopolitik fay hatlarının kırılgan olduğu ve küresel güç dengelerinde göreli olarak kaymaların yaşandığı bir dönemde, toplumsal hareketliliğin etkili olduğu bu bölgelerde güven ve istikrarın kısa sürede tesis edilebilmesinin kolay olmayacağını söyleyebiliriz. Dayton Anlaşması’nın özünden kaynaklanan yapısal sorunlar olsa da, ülke de yaşayan Sırpların uzlaşmadan uzak tutumları ve Hırvatların özellkle son dönemde artan ayrılıkçı davranışları ülkede dyalog ortamının oluşmasını zorlaştırmaktadır. Tuzla’da br fabrkanın özelleştrlmes sonucu kapanmasının ardından 10 bne yakın şçnn, şsz kalmalarına ve maaşlarını alamamalarına tepk olarak başlattıkları protestolar ülkeye yayıldı. Tuzla’da hükümet bnası, tramvay durakları ve ş yerler ateşe verld. Davutoğlu’nun Bosna Ziyareti Bosna Hersek’te yaşanan olaylar üzerine Bosna’ya giden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ziyareti, en başta Boşnak halkına yalnız değilsiniz mesajı vermesi bakımından çok büyük bir önem arz ediyordu. Davutoğlu, Bosna için Dayton modelinin sürdürülebilir olmadığını, bunun yerine entegrasyonu daha kolay sağlayacak ve şimdi olduğu gibi bölünmüş bölgelerin olmadığı Lübnan modelinin Bos- 72 MART 2014 MART 2014 73 DIŞ POLİTİKA Çinli uzmanlara göre, ABD’nin, taraflı bir tutum ile Çin-Japonya arasındaki gerilimi gidermeye çalışması veya arabulucu rolünü icra etmesi, Çin-ABD ilişkilerinin gelişmesine ve bölgenin istikrarına zarar vermektedir. ABD-Çin İlişkileri: John Kerry’nin Çin Ziyareti Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı nizi ile Güney Çin denizi kapsamında Çin’in komşu ülkeleri ile ilişkileri ve üçüncüsü de Kuzey Kore nükleer sorunu, İran nükleer sorunu, Afganistan sorunu ve Suriye sorunu kapsamında uluslararası sıcak noktaların görüşülmesidir. Çin Sosyal Bilimler Akademisi ABD Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Huang Ping, ziyaretin zamanlamasına dikkat çekerek şunları söylemiştir: “Ziyaretin Çin’in geleneksel Bahar Bayramının hemen sonrasına rastlaması ve yeni yılın hemen başında gerçekleşiyor olması iki ülkenin de Çin-ABD ilişkilerine verdiği önemi göstermektedir. Aynı zamanda, ziyaretin sene başında yapılması Çin-ABD ilişkileri kapsamında bir yıllık faaliyetlerin değerlendirilmesine de önemli katkıda bulunacaktır.” A BD Dışişleri Bakanı John Kerry 13-18 Şubat 2014 tarihlerinde Güney Kore, Çin, Endonezya ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni ziyaret etmiştir. 14-15 Şubat tarihlerinde Çin ziyaretini gerçekleştiren John Kerry’nin bu ziyareti, beşinci Asya ziyareti ve ikinci Çin ziyaretidir. Bu ziyaret, Başkan Barack Obama’nın Nisan 2014’te yapacağı Çin ziyareti için hazırlık amacı ile yapılmıştır. John Kerry de son on yıldan beri ABD Dışişleri Bakanlarının ilk yarıyıl içerisinde Çin’i ziyaret etme geleneğini devam ettirmiştir. Bu ziyaretin, ABD’nin Çin’i stratejik hedefe aldığı ve 2020 yılına kadar silahlı güçlerinin % 60’ını Asya Pasifik’te konuşlandırma politikasının uygulamaya geçtiği, Çin-Japonya geriliminin arttığı ve Çin-Filipinler arasındaki sınır anlaşmazlıklarının gidererek şiddetlendiği bir dönemde yapılması oldukça anlamlıdır. Kerry’nin Çin Ziyaretinin Amacı ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jennifer Psaki, 9 Şubat 2014’te yaptığı basın toplantısında, Bakan Kerry’nin Çin’e yapacağı ziyarette, ABD’nin Çin ile pozitif, işbirlikçi ve kapsamlı ilişkilerin geliştirilmesin- 74 MART 2014 de kararlı olduğunu, barışçıl ve müreffeh bir Çin’in uluslararası ilişkilerde oynayacağı olumlu rolün ABD ve dünya tarafından memnuniyetle karşılanacağını Çin makamlarına bildirileceğini beyan etmişti. Ayrıca Kuzey Kore nükleer sorunu, iklim değişikliği ve temiz enerji üzerinde ABD-Çin işbirliğinin önemine de vurgu yapılacağını açıklamıştı. 10 Şubat’ta Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hua Chunying yaptığı basın toplantısında, ABD Dışişleri Bakan John Kerry’in Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin davetlisi olarak 14-15 Şubat tarihlerinde Çin’e bir ziyaret gerçekleştireceğini ve bu ziyarette Çin-ABD ilişkileri ve ortak sorunlar üzerinde görüş alış verişinde bulunulacağını beyan etmişti. Çin Halk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Müdür Yardımcısı Jin Canrong, son dönemde ÇinABD arasında üst düzey temasların azaldığını, böyle bir dönemde Dışişleri Bakanı Kerry’nin Çin’i ziyaret etmesinin, bu eksikliği tamamlama rolü oynayacağını ve bilinenlerin dışında, Kerry’nin Çin-Japonya ilişkilerini de gündeme getireceğini belirtmişti. Jin Canrong’a göre, Kerry’nin Çin ziyaretinin üç önemi vardır: İlki Çin-ABD ilişkileri; ikincisi Doğu Çin De- Aslında John Kerry’nin Çin ziyareti bir rutin faaliyettir, ancak, önemli bir rutin faaliyettir. Bu konuda, Çin Halk Üniversitesi ABD Araştırmaları Merkezi Başkanı Shi Yinhong: “Düzenli ziyaretler, ÇinABD ilişkilerinin istikrarlı olduğunun en önemli göstergesidir. Çin-ABD arasındaki ilişkiler anlık olaylarla sınırlı değildir.” diyerek ikili ilişkilerin önemine açıklık getirmiştir. Çin Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde (IISS) misafir araştırmacı olarak görev yapan Jia Xiudong, Çin-ABD arasında sadece liderler düzeyinde görüşme yapılmadığını, aynı zamanda, 90’dan fazla diyalog ve işbirliği mekanizmasının bulunduğunu ve ikili temasların gerçekleştirildiğini ifade ederek, Kerry’nin Çin ziyareti- MART 2014 75 ABD’nin, taraflı bir tutum ile Çin-Japonya arasındaki gerilimi gidermeye çalışması veya arabulucu rolünü icra etmesi, Çin-ABD ilişkilerinin gelişmesine ve bölgenin istikrarına zarar vermektedir. Mart 2014’te, Hollanda’nın Lahey kentinde düzenlenecek olan nükleer zirvede Başkan Obama ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in görüşmeleri beklenmektedir. Ayrıca, Nisan ayında, Başkan Obama’nın Çin’i ziyaret etmesi de gündemdedir. Yaz aylarında Çin-ABD Stratejik ve Ekonomik Diyalogu Pekin’de düzenlenecektir. Bütün bu konuların Bakan Kerry’nin Çin ziyaretinde gündeme geldiği ve bu ziyaretin en önemli boyutunu oluşturduğu düşünülmektedir. ABD’li uzmanlar, yükselen Çin’in komşularına ya ABD’yi ya da kendisini tercih etmeleri hususunda baskı yaptığını düşünmektedirler. Bazıları ise, Çin’in ABD’yi Asya’dan atacağına dair endişe taşımaktadırlar. John Kerry’nin Çinli Liderler ile Görüşmeleri nin Çin-ABD ilişkilerinin istikrarlı ve tempolu olduğunu açık bir şekilde gösterdiğini ileri sürmektedir. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Çin ziyaretinin amacı hakkında Jia Xiudong, bu ziyarette, siyasî, ekonomik ve ticarî konulara mutlaka değinileceğini, iki ülke arasındaki önemli konuların müzakere edileceğini ve diyalog mekanizmasının işletileceğini belirtmektedir. İki ülke arasında, Kuzey Kore nükleer sorunu, İran nükleer sorunu ve Suriye sorunu gibi konular üzerinde işbirliğinin kesintisiz bir şekilde ilerlediğini ifade eden Shi Yinhong, iki ülkenin uluslararası güvenlik sorunu üzerinde de işbirliğinin belirgin bir şekilde ilerlediğini ifade etmiştir. Bu duruma örnek olarak, Japonya Başbakanı Shinzõ Abe’nin Yasukuni şehitliğini ziyaret etmesine hem ABD’nin hem de Çin’in tepkilerini göstermek mümkündür. ABD, Başbakan Abe’nin Çin ve Güney Kore gibi ülkeleri kızdırabilecek bu eylemini önlemek için bazı tedbirler almıştı. Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen, Shi Yinhong, Doğu Çin Denizi ile Pasifik’teki çıkarları yüzünden Çin-ABD arasında bir takım çatışmaların devam ettiğini göz ardı etmemek gerektiğine dikkat çekmektedir. Çinli uzmanlara göre, 76 MART 2014 ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, 14 Şubat’ta, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Başbakan Li Keqiang ve meslektaşı Wang Yi ile bir dizi görüşmeler gerçekleştirmiştir. Çin Devlet Başakanı Xi Jinping, Kerry’yi kabulünde, ABD ile yeni model büyük ülke ilişkilerinin oluşturulması ve diyaloğun güçlendirilmesi, karşılıklı güvenin arttırılması, anlaşmazlıklara uygun çözüm önerilerinin getirilmesi ve ikili ilişkilerin sağlıklı ve istikrarlı ilerletilmesi konularında kararlı olduklarını açıklamıştır. Başkan Xi Jinping, Çin-ABD üst düzey ilişkilerinin ve stratejik diyaloğun sıkılaştırılarak devam ettirilmesi gerektiğini vurgulayarak, Çin-ABD Stratejik ve Ekonomik Diyaloğu, Çin-ABD Kültürel Değişim ve Üst Düzey İstişareler ve Çin-ABD Ortak Ticaret Komisyonu gibi diyalog mekanizmalarının korunması ve geliştirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Ticaret, yerel yönetim, kültürel, askerî, enerji ve diğer işbirliği alanlarının güçlendirmesinin gerektiğini ifade eden Xi Jinping, iki ülkenin uluslararası ve bölgesel sorunlar üzerinde diyaloğu, işbirliğini ve istişareyi arttırmasının önemine işaret etmiştir. John Kerry de, iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin tesis edildiği günden bu güne, 35 yıl içerisinde, Çin’in hızla geliştiğini ve uzun zamandan beri ABD-Çin arasında yeni model büyük ülke ilişkilerine önem verildiğini ifade ederek, dünyanın en büyük iki ekonomisi olan ABD ve Çin’in pragmatik işbirliğinin güçlendirilmesi, anlaşmazlıkların iyi kontrol edilmesi ve ikili ilişkilerin geliştirilmesi için itici gücün artırılması gerektiğini dile getirmiştir. Ayrıca iklim değişikliği, ekoloji, enerji tasarrufu ve Kore Yarımadası sorunları da gündeme gelmiştir. Çin Başbakanı Li Keqiang, John Kerry ile yaptığı görüşmede, kalkınmakta olan ülkelerin en büyüğü Çin ile en gelişmiş ülke ABD arasındaki stratejik diyalog ve işbirliğinin, Çin-ABD yeni model büyük ülke ilişkilerinin ilerleme sürecine önemli katkılarda bulunacağını ifade etmiştir. Li Keqiang, söz konusu olumlu ilişkilerin bölgesel barışa, hatta dünya barışına, kalkınmasına ve refahına yararlı olacağını belirtmiş, iki tarafın, karşılıklı saygı, eşitlik ve çıkarları koruma konularında kararlı olmalarının önemini dile getirmiştir. John Kerry ise, iki ülke arasındaki yapıcı diyaloğun ve işbirliğinin fevkalade önemli olduğunu belirtmiş, ticaret alanında pragmatik birlikteliğin, ikili yatırım anlaşmalarının, iklim değişikliği gibi küresel sorunlara karşı işbirliğinin güçlendirilmesinin ve bu alanlarda etkin bir iletişim sağlanmasının, ABD-Çin yeni model büyük ülke ilişkilerini ilerleteceğini ifade etmiştir. Ayrıca, Başbakan Li Keqiang, iki ülke ticaret hacminin 500 milyar dolara ulaştığını belirtmiş ve bunun da ikili ilişkilerin güçlenmesinde önemli bir rol oynadığını vurgulamıştır. ABD-Çin ticaret dengesi, ABD’nin aleyhine gelişmektedir. ABD’nin 2013 yılında 301 milyar dolar açığı bulunmaktadır. her alanda pragmatik işbirliğinin arttırılması, anlaşmazlıklara uygun çözüm önerilerinin getirilmesi ve yeni model büyük ülke ilişkilerinin sürdürülmesi gibi konuların, Çin-ABD ilişkilerinin ilerlemesi için önemli olduğunu da ifade etmiştir. Çinli yetkililerin, Çin-ABD arasında yeni model büyük ülke ilişkilerini bütün görüşmelerde vurguladıkları görülmektedir. Söz konusu ilişkiyi, ilk defa Haziran 2013’te Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, ABD ziyareti sırasında Başkan Obama’ya önermişti. ‘Yeni model büyük ülke ilişkilerinin içeriği ise; çatışmamak ve karşı koymamak; karşılıklı saygı göstermek; işbirliği yapmak ve birlikte kazanmaktır. Ancak bu ilişkinin uygulanması ve içeriğinin doldurulması kolay olmamaktadır. John Kerry, Çin ziyareti sırasında büyük ölçüde anlaşmazlıkları azaltmaya çalışmış ve daha çok anlaşmazlıkların nasıl kontrol altına alınacağı ile ilgilenmiştir. ABD, Çin’in Bölgedeki Etkisinden Endişeli İnsanoğlunun son 500 yıllık tarihinde, yeni yükselen güçler çoğu zamanda mevcut hegemonya güce meydan okumuştur. Çin’in ekonomik büyümesine dayalı askerî modernizasyonu da hızlı gelişmekte- John Kerry, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile de bir görüşme gerçekleştirmiştir. Bu görüşmede Wang Yi, ABD ile ikili ilişkilerin geliştirilmesi ve iki ülke liderleri arasında varılan ortak anlaşmaların hayata geçirilmesi için çaba göstereceğini dile getirmiştir. Ayrıca, karşılıklı temel çıkarlara saygı gösterilmesi, her düzeydeki diyalog ve temasların güçlendirilmesi, MART 2014 77 dir. Çin’in siyasî ve askerî alanlarda şeffaf olmayışı, ABD gibi küresel güçler başta olmak üzere, dünya ülkelerini ve özellikle de komşularını rahatlatacak hedefler göstermeyişi ve menfaat alanında baskıcı bir dış politika sürdürmesi endişeleri artırmaktadır. Çin’in büyümesi güvenlik alanında ülkeleri ikilemde bırakmış, bu ikilem bölgede silahlanma yarışının giderek artmasına sebep olmuştur. Bu durumda ABD’nin Çin’den endişe duyması ve askerî kuvvetlerinin % 60’ını Asya Pasifik bölgesine kaydırması da doğal bir gelişme olarak görünmektedir. Nitekim Unbalanced: The Codependency of America and China kitabının yazarı Stephen Roach, bu durumu ‘ABD-Çin arasındaki zorunlu evlilik sona ermiştir’ diye kayda geçmiştir. 1 Şubat’ta, Washington, Çin’in Güney Çin Denizi’nde Hava Savunma Kimlik Bölgesi (ADIZ) uygulamasından vazgeçmesi gerektiğini beyan etmiştir. Japonya basınında yer alan bu ifadeye karşı Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong Lei de, egemenlik hakkına sahip olan Çin’in özgürce politika belirleme ve bu politikaları hayata geçirme yetkisinin olduğunu açıklamıştır. 5 Şubat’ta, ABD’nin Doğu Asya’dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Russel, Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde tanıklık yaparken, Çin’in, Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik hak iddiasının uluslararası hukuka uymadığını ve Çin’in bölgedeki girişimlerinin komşularını endişeye soktuğunu, bölgede belirsizlik, güvensizlik ve istikrarsızlık oluşturduğunu ifade etmiştir. Çin tarafı buna karşı tepki gösterdiyse de, bu hamley- 78 MART 2014 le ABD’nin Güney Çin Denizi’ndeki temel çizgisini Pekin’e bildirmeye çalıştığı aşikârdır. ABD’nin Heritage Foundation kuruluşunun Çin uzmanı Kim R. Holmes, 5 Şubat’ta, ABD’nin Asya’daki etkisini koruyabilmesi için, Çin’e karşı daha sert önlemler alması gerektiğini belirtmiştir. ABD’li uzmanlar, yükselen Çin’in komşularına ya ABD’yi ya da kendisini tercih etmeleri hususunda baskı yaptığını düşünmektedirler. Bazıları ise, Çin’in ABD’yi Asya’dan atacağına dair endişe taşımaktadırlar. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong Lei, daha önce 1 Şubat’ta, Çin’in Güneydoğu Asya ülkeleri ile ilişkilerinin parlak olduğunu ve komşu ülkelerden güvenlik tehdidi ile ilgili bir şikâyetin gelmediğini ifade etmişti. Çin Halk Üniversitesi ABD Araştırmaları Merkezi Başkanı Shi Yinhong, Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Russel’in ifadesine atıfta bulunarak, 6 Şubat’ta Global Times gazetesine verdiği röportajında, ABD’nin hâlâ Güney Çin Denizi ile Güneydoğu Asya’ya önem verdiğini ifade etmiş, bölgenin özellikle stratejik güvenlik ve ekonomi alanlarında ABD için önemini kaybetmediğini, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi bugün de bu ilgisinin hiç değişmediğini ortaya koymuştur. Shi Yinhong’a göre, ABD’nin Güney Çin Denizi’ne önem vermesi, Çin askerî kuvvetlerinin bu bölgede etkisini artırarak dışa yayılması ve bu konuda ABD ile rekabet edecek bir güce ulaşması ihtimali sebebiyle önemlidir. Çin, Kasım 2013’te, Doğu Çin Denizi’nde Hava Savunma Kimlik Bölgesi (ADIZ) uygulamasını başlatmış, böylelikle bölgede ciddi risk ve beklenmedik çatışma ihtimali meydana çıkmıştır. ABD Pasifik Komutanı Amiral Samuel Locklear, 5 Şubat’ta yaptığı Japonya ziyareti sırasında, Çin’in ADIZ uygulamasını tanımadığını, mevcut durumun değiştirilmesi ile ilgili herhangi bir girişimi kabul etmeyeceklerini ifade etmiştir. ABD daha önce Çin’in ADIZ uygulamasını provokasyon olarak nitelemişti. ABD, Güney Çin Denizi’ndeki ADIZ uygulamasına da karşı olduğunu bildirmişti. Buna karşı Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hua Chunying, 10 Şubat’ta bir basın toplantısı yapmış ve Çin’in bu konudaki görüşünü beyan etmişti. Hua Chunying, yaptığı basın toplantısında: “İlk olarak, Çin daima bölgenin barışı ve istikrarını korumaya çalışmıştır, bölgenin refahı ve kalkınması için önemli katkılarda bulunmuştur. Çin, diğer ilgili ülkelerle birlikte diyalog ve istişare yoluyla ilgili sorunlara çözüm getirecektir, bölgenin barışı ve istikrarını birlikte koruyacaktır. İkincisi, Çin tarafı ilgili duruma yönelik kendi tutumunu kapsamlı olarak defalarca beyan etmiştir. ADIZ uygulaması, bir egemen devlet olarak Çin’in meşru hakkıdır. Herkes bilir ki, dünyada 20’den fazla ülke ADIZ uygulamaktadır, ABD ise 60 yıl önce ADIZ uygulamaya geçmiş, dünyada ilk ADIZ uygulayan ülkedir. Herkes uygular da neden sadece Çin bunu uygulayamaz? Bazı ülkelerin yetkilileri bu konudaki görüşlerini beyan etmeden önce bir vicdan muhasebesi yapsınlar, onlar ne hakla Çin’in meşru hakları üzerinde safsata yapabilirler? Çin tarafı olarak, ilgili tarafların bu tür sorumsuzca ifadelerden kaçınmasını istiyoruz.” Ancak bu açıklamalar ABD’nin geri adım atmasını sağlayamamış, nitekim John Kerry, Çin ziyareti sırasında Pekin’in Güney Çin Denizi’nde ADIZ uygulamasından vazgeçmesini istemiştir. ABD, Güney Çin Denizi’nde gerginliği tırmandıran tarafın Çin olduğunu ileri sürmektedir. Washington’da faaliyet gösteren Center for Strategic and International Studies kuruluşunun Çin uzmanı Bonnie Glaser, Obama yönetiminin, Çin’in Güney Çin Denizi’nde yani Paracel Adaları ile Spratly Adalarının bulunduğu denizde uygulamaya çalıştığı Dokuz Tireli Çizgi haritasını (The nine-dash line) illegal bulduğunu ve bu sebeple de Çin’e yönelik baskıyı artırmaya çalıştığını açıkça ifade etmektedir. Washington’un bu tutumu oldukça önemlidir, çünkü geçmişte ABD bu sorun üzerinde görüş beyan etmekten sürekli kaçınmıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Marie Harf’in 10 Şubat’ta düzenlediği basın toplantısında, Bakan Kerry’in Çin tarafı ile görüşmesinde, Bakan Yardımcısı Danny Russel’in daha önce dile getirdiği Doğu Çin Denizi’ndeki ihtilaflar hakkındaki ABD görüşünü tekrarlayacağını açıklamıştır. Danny Russel’in sözlerine karşı Çin’in gösterdiği tepkileri eleştiren Marie Harf, tarafların anlaşmazlıkları kışkırtıcı eğilime girmemeleri, silah gücü ile birbirlerini tehdit etmemeleri ve sorunların uluslararası hukuka dayanılarak barışçı yollarlar çözülmesi gerektiğini düşündüklerini ifade etmiştir. Marie Harf’a göre, Güney Çin Denizi’nde hak talepleri uluslararası hukuku esas almalıdır. ABD, sadece Çin’in yayılmasını eleştirmekle ve bu konuda baskı yapmakla kalmıyor, aynı zamanda, bölgede Çin ile toprak davası olan eski ve yeni müttefiklerini Çin’e karşı desteklemeye de söz veriyor. Japonya Dışişleri Bakanı Fumio Kishida’nın 7 Şubat’ta yaptığı ABD ziyaretinde, Bakan Kerry, Çin’in bazı adalar üzerinde egemenlik hakkı iddia ederek Japonya’ya karşı bir saldırıda bulunması halinde ABD’nin Japonya’yı koruyacağını belirtmişti. Bakan Kerry’ye göre, ABD-Japonya Güvenlik Antlaşması henüz yürürlükte ve Japonya’nın güvenliği bu antlaşma çerçevesinde gerçekleşecektir. ABD Deniz Operasyonları Şefi Amiral Jonathan Greenert, 13 Şubat’ta, Filipinler Ulusal Savunma Üniversitesi’nde öğrencilerin bir sorusu üzerine, Çin’in, Filipinlere saldırması durumunda ABD’nin Filipinlere destek vereceğini bildirmişti. Çinli ve yabancı araştırmacılar, benzer problemlere yönelik farklı yorumlar yapmaya başlamışlardır. Örneğin, Şanghay Sosyal Bilimler Akademisi Çin Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Zhang Weiwei ile Singapur National University Lee Kuan Yew School of Public Policy Müdürü Kishore Mahbubani’nin, The Security Times’te (January 31, 2014) yayınlandıkları makalelerinde; Zhang Weiwei, Çin’in barışçıl kalkınma yolunda ilerlerken, Japonya ile ilgili tarafların Çin’in kırmızı hattını görmelerinin zamanının geldiğini belirtmektedir. Kishore Mahbubani ise, Çin’in ortaya koyduğu yeni sert tavrın uzun vadede Çin’in çıkarlarına zarar vereceği görüşündedir. Yükselen Çin’in giderek sertleşen dış politika tavrıyla bu tür görüş farklılıkları daha çok artacak ve ABD-Çin arasındaki anlaşmazlıklar da bu tavırlar sebebiyle ortadan kalkmayacaktır. MART 2014 79 DIŞ POLİTİKA Rusya ve Putin de oyunları bir vesile olarak gördü. Rusya’nın olimpiyatları bu ölçüde önemsemesinin altında Putin’in buz hokeyine çok düşkün olmasının ötesinde bir amaç bulunuyor. Putin bu amacın, SSCB’nin çökmesinin Rus milletinde yarattığı moral bozukluğunu giderme, ona özgüvenle birlikte itibar kazandırma olduğunu ifade ediyor. Rusya olimpiyat oyunlarını Soçi’de düzenleyerek hem Karadeniz coğrafyasındaki hâkimiyet arayışını gözler önüne seriyor hem de uluslararası ilişkilerdeki görünürlüğünün artmasını hedefliyor. 300 yıl önce Çar Büyük Petro’nun başkenti St. Petersburg’a taşımasının altında yatan neden Rusya’yı Avrupa’ya yaklaştırmaktı. Günümüzde ise Rusya’nın, Avrupa’ya ve batıya yaklaşmaktan ziyade güneye inmeyi hedeflediği ve bu doğrultuda Karadeniz havzasını çıkış noktası olarak gördüğü anlaşılıyor. Rus liderlerin bu tür semboller üzerinden politikalarını açık etmeleri, liderlik üzerinden yürütülen ve güce dayanan siyaseti hatırlatıyor. Olimpiyatlarla ilgili ve olimpiyatlar vesilesiyle güvenlik, insan hakları, yolsuzluk gibi konularda pek çok kaygı dile getiriliyor. Rusya, Kuzey Kafkasya’nın Rusya olmpyat oyunlarını Soç’de düzenleyerek hem Karadenz coğrafyasındak hâkmyet arayışını gözler önüne seryor hem de uluslararası lşklerdek görünürlüğünün artmasını hedeflyor. Bu arada, Çerkezler, kendlerne uygulanan soykırımın unutturulduğunu ve üzernn oyunlarla kapatıldığını fade edyorlar. Rusya se Soç topraklarında Çerkezlern varlık göstermedğn ve yaşamadığını çeştl veslelerle vurgulamak sted. batısında yer alan Soçi kentinde olimpiyatları düzenleyerek Karadeniz havzasındaki baskın ve vazgeçilmez rolünü tüm dünyaya tekrar duyurma fırsatı yakalarken, Çerkezler için bu tür bir keyiften söz etmek mümkün değil. Çerkezler için 2014 yılı yas yılı olarak nitelendiriliyor. Zira 2014, 1864’te yüz binlerce kişinin öldüğü katliamın 150’nci yıldönümü olması açısından önem taşıyor. Çerkezlerin başkentleri olarak gördükleri ve sürüldükleri bu coğraf- Soç Kış Olmpyatları’nın Ötes Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı 2 014 Kış Olimpiyatları, 7-23 Şubat tarihleri arasında Rusya’nın Soçi kentinde gerçekleştiriliyor. Karadeniz’in kıyısında yer alan bu şehir Sovyetler Birliği döneminde üst düzey bürokratların ve yöneticilerin popüler tatil yöresiydi, günümüzde ise ultra lüks bir sayfiyeye dönüşmüş durumda. Olimpiyat oyunlarının altyapısı yetersiz bulunan bu turistik kentte düzenlenmesi çok eleştirildi. Bu eleştiriler güvenlik sorunlarından, yolsuzluğa kadar pek çok alanda dile getiriliyor. 1980 Moskova Olimpiyatları’nın ardından, Rusya’nın uluslararası arenadaki imajını yenilemek ve Putin’in 80 MART 2014 popülerliğini güçlendirmek için 2014 olimpiyatlarını Rusya bir fırsat olarak gördü. Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin kış olimpiyatlarının gerçekleştirilmesi için beklenmedik şekilde, kayak merkezi bulunmayan bir şehri seçmesi ve Soçi’nin olimpiyatlara uygunluğu uzun süre tartışılsa da Rusya bu fırsatı değerlendirmekte kararlı davrandı. Olimpiyatların düzenlenmesi bir şehir ve ülke için yalnızca spor oyunlarının oynanmasına ev sahipliği yapmak anlamına gelmez. Olimpiyatlar uluslararası seviyede itibar kazanmaktan, kalkınmanın desteklenmesine kadar pek çok konuda değişim ve yenilik yaratır. MART 2014 81 Olmpyat oyunları her zaman syaset le lgldr. Ancak konu Rusya ve Karadenz kıyısında gerçekleşen oyunlar olduğunda syaset brkaç adım daha öne çıkıyor ve oyunların yerne devletlern faalyetlern anlamaya çalışmak kaçınılmaz hale gelyor. ni” ileri sürüyorlar. Ancak evlerinden edilen insanların, inşaatlarda çalışan işçilerin şikâyetleri veya yerel halkın yaşadıkları göz önüne alındığında Rus yetkililerle aynı fikirde olmayanların sayısı artıyor. yada olimpiyatların gerçekleştirilmesi söz konusu halk için kırıcı ve incitici bir anlam taşıyor. Çerkezler, kendilerine uygulanan soykırımın unutturulduğunu ve üzerinin oyunlarla kapatıldığını ifade ediyorlar. Rusya ise Soçi topraklarında Çerkezlerin varlık göstermediğini ve yaşamadığını çeşitli vesilelerle vurgulamak istedi. Ancak pek başarılı olduğunu söylemek mümkün değil. Olimpiyat oyunlarının bir halkın acılarının tanınmasına hizmet edip etmeyeceği ise henüz bilinmiyor. 1980 yılında Moskova’da düzenlenen yaz olimpiyat oyunları ile 2014 Soçi oyunlarının ortak yönlerinden biri her iki organizasyonun da boykot edilmesi olarak gösterilebilir. Sovyetler Birliği’nin, 1979 yılında Afganistan’ı işgal etmesini gerekçe göstererek, ABD önderliğinde 60’tan fazla devlet, oyunları boykot etmişti. Her ne kadar aynı boyutlarda olmasa da Soçi ise Rusya’nın eşcinsel karşıtı düzenlemeleri ve insan hakları ihlalleri gerekçeleriyle boykot ediliyor. ABD Başkanı Barack Obama’nın yanı sıra İngiltere Başbakanı David Cameron ile Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck ve Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande açılış törenine katılmayacaklarını duyurdular. Ayrıca Almanya Başba- 82 MART 2014 kanı Angela Merkel de Soçi’ye gitmedi. Rusya’da düşünce, inanç, ifade özgürlüklerini sınırlandıran, yargıyı ve medyayı baskı altına alan, insan haklarını hiçe sayan uygulamalara sıkça rastlanıyor. Bu olaylara batılı liderlerin tepki göstermelerinin yanı sıra 30 ülkeden 217 (Orhan Pamuk ve Elif Şafak’ın da içerisinde bulunduğu) entelektüel ve yazar, Putin’e açık bir mektup yayınladılar ve politikalarından duyulan rahatsızlığı dile getirdiler. Buna ek olarak olimpiyatlara önceden katılmış eski sporcuların öncülüğünde eşcinsel karşıtı yasalar protesto edildi. Rusya’nın, Soçi kış olimpiyatlarıyla ilgili en fazla eleştirildiği konuların arasında yolsuzluk yer alıyor. 2004 olimpiyatlarının Yunanistan’a 11 milyar dolara, 2008 Pekin olimpiyatlarının 40 milyar dolara mal olmasının yanında, Soçi olimpiyatları için 51 milyar dolar harcanması yolsuzluk söylentilerini beraberinde getirdi. Üstelik 2016 Rio yaz oyunlarının 14 milyar dolara mal olmasının planlanması dahi Brezilyalıları sokağa dökmüştü. Rus yetkililer, Soçi’de yol, elektrik, turizm, su, doğalgaz altyapılarının yetersiz olmasından dolayı bu kadar büyük harcamalar yapıldığını ve Soçi’nin yalnızca olimpiyatlar için değil; yatırım ve daha fazla turist çekmek için “yenilendiği- Soçi olimpiyatlarına rekor para harcanmasının yanı sıra Soçi’de güvenliğin sağlanması için Rusya “rekor” önlemler aldı. Putin’in totaliter politikalarına ve Kuzey Kafkasya’daki gerginliklere dikkat çekmek için oyunlar sırasında gerçekleşebilecek terör eylemlerinin engellenmesi amacıyla Rusya azami çaba harcıyor. Rus polisine yardımcı olması için Putin’in çelik çemberler olarak adlandırdığı Rus kazaklar, polis ile birlikte güvenlikten sorumlu kılındılar ve kente 70 bin güvenlik görevlisi getirildi. Kafkasya Emirliği lideri Doku Umarov, 2013 Temmuz ayında olimpiyatları hedef alacaklarını duyurmuştu. Bu arada, Umarov’un 2012 yılında verdiği, sivillere zarar verilmemesini öngören emrini iptal ettiğini hatırlatmak gerek. Aralık 2013’te Volgograd’da meydana gelen üst üste intihar saldırıları, olimpiyat oyunları için duyulan haklı endişeyi artırmıştı. Bu endişe Rus yetkilileri daha katı ve kapsamlı önlemler almaya itti. Bu nedenle Rusya, polisiye güçleri, askeri güçlerle takviye etme yoluna gitti. Rusya sporculara, sponsorlara, vatandaşlara yönelebilecek bir güvenlik tehdidini bertaraf etmek için önlemleri tek başına almayı tercih etti ve ortaklarla yakın işbirliğinden sakındı. Bununla birlikte işbirliği tekliflerinin geri çevrilmesi üzerine ABD, bir güvenlik sorunu doğduğunda Amerikan vatandaşlarını korumak ve tahliye etmek üzere tıbbi müdahaleye imkân veren, helikopter pisti bulunan, kapsamlı donanıma sahip iki askeri gemisini Karadeniz’e gönderdi. Gemiler olimpiyatlar süresince Karadeniz’de kalacaklar. Bir anlamda ABD, bölgesel denetimi, bölge ülkelerine bırakan politikasının bir yansıması olarak Rusya’nın benimsediği bölgesel politikaların uygulanmasını engellemiyor. Ancak kendi çıkarlarıyla ve bölgedeki güç dengeleriyle ilgili bir değişimde doğrudan müdahil olacağını ortaya koyuyor. 3000’den fazla sporcunun 90’ı aşkın madalya için yarışacağı Soçi olimpiyatları, oyunlardan daha fazla güvenlik, siyaset, yolsuzluk gibi konularla gündeme geldi. Olimpiyat oyunları her zaman siyaset ile ilgilidir. Ancak konu Rusya ve Karadeniz kıyısında gerçekleşen oyunlar olduğunda siyaset birkaç adım daha öne çıkıyor ve oyunların yerine devletlerin faaliyetlerini anlamaya çalışmak kaçınılmaz hale geliyor. Aslında Rusya da biraz bunun için uğraşıyor. Rusya, yeniden uluslararası siyasetin merkezine yerleşme ve kendisine tanımladığı etki alanlarında başka aktörlere hareket imkânı vermeme niyetlerini ve gayretlerini Soçi’deki oyunlar aracılığıyla ortaya konuyor. Putin hiçbir eleştiriye aldırmadan ve hatta üzerinde dahi durmadan Soçi’ye ve Soçi’nin temsil ettiklerine dikkat çekiyor. Basında sıkça yer aldığı gibi Rusya’nın ve kendisinin imajını tazeliyor. Putin’in bu tavrının ciddi bir meydan okuma ile karşılaştığını söylemek ise mümkün değil. Batılı liderler, Rusya’nın ve Putin’in çabalarını bir tehdit veya çatışma nedeni olarak görmüyorlar. Üstelik belirli bölgelerin paylaşımında ve politika sınırlarının belirlenmesinde Rusya ile ortak hareket edildiği dahi söylenebilir. Orta Asya buna örnek olarak verilebilir. Ancak aktörlerin paylaşmakta zorlandıkları veya paylaşmak istemedikleri bölgelerde tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi güç oyunları devam ediyor. Bu güç oyunları ise değerler üzerinden ifade buluyor. Batılı liderlerin olimpiyatları boykot etmelerinin altında insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı duyulmaması yatıyor. Oysa şimdiye kadar herhangi bir liderin Çerkez katli nedeniyle Soçi’ye gitmekten vazgeçtiğini duymadık. Rusya ile sürdürülen reel politik mücadele ve rekabet, aktörlerin benimsedikleri siyasi kimlikler üzerinden yürütülüyor. Rusya’ya bırakılan alanda, Rusya’nın özgürce hareket etmesine izin verilirken diğer alanlarda, Rusya’nın görünürlüğü kısıtlanmaya çalışılıyor. Rusya elbette buna pek razı değil. Libya deneyiminden sonra aynı hatayı tekrarlamamak için dikkatli davranıyor. Hatta bunun ötesinde Suriye konusunda gelinen nokta göz önüne alındığında ipleri elinden bırakmıyor. Bu güç çekişmesine dayalı hava olimpiyat oyunlarına da yansıdı. Oyunlar geçmişteki heyecanı yaratmadı ve daha az takip edildi. Dünyanın her yerinden toplumların birbiriyle karşılaşmasına fırsat yaratan ve aslında insanları aynı “oyun” üzerinde bir araya getiren olimpiyatlar, güç mücadelesinin ortasında kaldı. MART 2014 83 röportaj SON 10 YILDA DEĞİŞEN TÜRK DIŞ POLİTİKASI Röportaj: M. Fatih SEZGİN SDE Uzmanı Mesut Özcan Kmdr? Mesut Özcan, lsans eğtmn 2000 yılında Marmara Ünverstes Syaset Blm ve Uluslararası İlşkler Bölümü’nde tamamlamıştır. Yüksek lsans eğtmn aynı bölümde 2002 yılında btrmştr. Doktora eğtmn 2007 yılında Boğazç Ünverstes Atatürk Ensttüsü’nde tamamlamıştır. Doktora eğtm sırasında Jean Monnet Master Bursu le 2005-2006 yıllarında Oxford Ünverstes St. Antony’s College’da br yıl eğtm almıştır. 2000-2005 yılları arasında Beykent Ünverstes Uluslararası İlşkler Bölümü’nde araştırma görevls olarak çalışmıştır. 2009 yılında Kuveyt Ünverstes Syaset Blm Bölümü’nde kısa sürel msafr öğretm üyes olarak bulunmuştur. 2007-2011 yılları arasında İstanbul Tcaret Ünverstes Uluslararası İlşkler Bölümü’nde öğretm üyes olarak çalışan Mesut Özcan, 2011 yılının Eylül ayından bu yana Dışşler Bakanlığı Stratejk Araştırmalar Merkez’nde Başkan Vekl olarak çalışmaktadır. Mesut Özcan aynı zamanda Dışşler Bakanı’nın danışmanıdır. 84 MART 2014 Son on yıl çersnde, Türk Dış poltkasındak en öneml değşklklerden brs de Türkye’nn yakın çevresyle etkleşmnn artmış olmasıdır. Öncek zamanlarla mukayese edldğnde Türkye’nn Dış Poltkasını nasıl değerlendryorsunuz? Son dönemde, Türkiye’nin dış politikasındaki en önemli gelişmelerden birisi, Türkiye’nin yakın çevresiyle daha ciddi bir etkileşime girmiş olmasıdır. Belli bir bölgeyle sınırlı olmaksızın Türkiye’nin Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar gibi bölgelerle siyasi, ekonomik ve kültürel araçları kullanarak bu alanlarda ciddi bir etkinlik sağlamaya çalıştığını görürüz. Yeni Türkiye vizyonunda, yeni kuruluşların ortaya çıkması, yani TİKA’nın daha da güçlenmesi, Yunus Emre Enstitüsü’nün kurulması, Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın (YTB) kurulması ve bu kuruluşların asırlardır ilgilenilen coğrafyaların yanında özellikle Sahra Güneyi Afrika, Latin Amerika ve Uzak Asya gibi yeni alanlara açılmaları önemli gelişmelerdir. Bu bağlamda Türkiye, şu anda dünya üzerinde en fazla temsil edilen yedinci ülke konumundadır. Bu durum, Türkiye’nin daha ciddi bir şekilde dünyanın farklı yer- lerinde kendini aktör olarak hissettirmesini beraberinde getiriyor. Bütün bu gelişmelerle birlikte bir yandan da geleneksel dış politika çizgisinin araçlarının ve kavramlarının da kullanıldığını görüyoruz. NATO ittifakının önemli bir üyesi olarak genel dış politikasını devam ettiren Türkiye’nin, aynı zamanda AB adaylık sürecini ciddi bir şekilde takip ediyor olması dikkate almamız gereken bir konudur. Önceden Türk dış politikasının gündeminde olmayan bölgeler ile sağlıklı bir etkileşim kurulamamış yerlerle artık yakından ilgilenildiğini görüyoruz. Örneğin, Güney Afrika, Latin Amerika ve Uzak Asya Türk Dış Politikasında daha önce çok aktif olunamayan alanlardı. Şimdilerde buralarda siyasi ve ekonomik alanlarda etkinlik sağlanmaya çalışılıyor. Türkiye, bu coğrafyalarda, siyasi etkinliği diplomatik temsille, ekonomik etkinliği ise çeşitli ticari araçlarla sağlamaya çalışıyor. Afrika ve Latin Amerika’nın yanında Uzak Asya’ya da aynı şekilde bir açılım başlatılmış durumda. Türk dış poltkasında bölgemz ve yakın çevremzle etkleşm hang araçlarla ve nasıl gerçekleştrlmeye çalışılıyor? Elbette öncelikle siyasi araçlar kullanılmaya çalışılıyor. Ortadoğu’da, Kafkaslar’da, Balkanlar’da ve bunun dışındaki genel coğrafyada çeşitli ülkelerle stratejik işbirliği ve diyalog mekanizmaları kuruldu. Yılda en az bir defa o ülkelerle, devlet başkanlığı ya da başbakanlık düzeyinde yapılan ortak kabine toplantılarıyla stratejik diyalog kurulmaya ve geliştirilmeye çalışılıyor. Bütün bu faaliyetler, ülkeler arası siyasi diyaloğu geliştirmek, iş adamları ve akademisyenlerin bu ülkelerde rahat hareket etmelerinin önünü açmak için yapılmaktadır. Bu sebeple Türkiye, bu türden mekanizmaları her ülke ile kurmaya çalışmaktadır. Rusya, Ukrayna, Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Bulgaristan, Yunanistan, Irak, Mısır, Suriye, Ürdün ve Tunus gibi ülkelerle bu ilişkiler kuruldu. Ancak, ne yazık ki her ülkede aynı ölçüde verim alınamadı. Bazı ülkelerde çok daha verimli bir şekilde işleyen işbirliği süreci, bazı yerlerde, özellikle henüz kargaşa ortamından kurtulamamış Ortadoğu’daki geçiş sürecindeki ülkelerde beklenen seviyeye ulaşamadı. Her şeye rağmen bu sürecin en önemli faydası, diyalog mekanizması kurularak, özellikle algılardaki sıkıntıları azaltmak ve bir araya gelerek çeşitli sorunları karşılıklı olarak yüz yüze konuşmaktı. Türkiye-Rusya arasındaki ilişkilere bakıldığı zaman, çok önemli bir dönüşüm sağlandığını rahatlıkla görebiliriz. Osmanlı-Rus savaşları ve Soğuk Savaş döneminde farklı kamplarda yer almış olmak sebebiyle Türklerin ve Rusların zihninde karşılıklı bir olumsuz algı söz konusuydu. Son zamanlarda gerçekleştirilen diyalog ve toplantılar, Suriye meselesi gibi bazı konularda farklı tutumlara rağmen Türkiye ve Rusya’yı birbirine yakınlaştırmış, doğalgaz ticareti, nükleer santral projesi ve ekonomik işbirlikleri sebebiyle Rusya, Türkiye’nin bir numaralı ticaret partneri haline gelmiştir. Bu dönemde hayata geçirilen ekonomik etkileşim mekanizmalarına bakacak olursak; Türkiye’nin özellikle yakın çevresiyle serbest ticaret anlaşmaları imzaladığını görürüz. Bu kapsamda, Ortadoğu da Suriye’yle, Ürdün’le, Lübnan’la ve Tunus’la anlaşmalar imzalandı. AB ülkelerinden söz etmeye gerek görmüyorum, çünkü zaten gümrük birliği söz konusu olduğu için böyle bir şeye gerek yok. Bunun dışında başka ülkelerle de serbest ticaret anlaşmaları imzalandı. Son dönemde ekonomik araçlar da dış politikada daha fazla kullanılmaya başlandı. 2013 yılı ekonomk verlerne göre, dış tcaret potansyelmzn her geçen gün artmakta olduğu görülüyor. Szce hracat rakamlarındak artış le dış poltka lşklendrleblr m? Bildiğiniz gibi 2013 yılında ihracatımız tarihi bir rekor kırarak, 152 milyar dolara ulaştı. Şayet az önce bahsettiğim siyasi diyalog mekanizmaları geliştirilmemiş olsaydı, ülkeler arasında serbest ticaret anlaşmaları imzalanmamış olsaydı ve dış ticareti destekleyici bazı düzenlemeler yapılmamış olsaydı böylesi bir ticaret rakamına ulaşmak mümkün olmazdı. MART 2014 85 Özellikle 2008-2009’daki küresel ekonomik krizin etkilerini azaltmak için yeni alanlara açılmış olması, Türkiye’nin krizden nispeten daha az etkilenmesini de beraberinde getirmiştir. Bir diğer boyut ise sosyal-kültürel çalışmalardır. Bir takım ülkelerle vizelerin bütünüyle kaldırılması veya kolaylaştırılmasıyla, bu ülkelerde sosyal ve kültürel alanlarda birçok çalışma yapılmasının önü açılmış oldu. Türk Hava Yollarının da buna benzer bir politika izlemesiyle beraber daha fazla ticaret erbabının, öğrencinin, akademisyenin farklı ülkelere gitmesi söz konusu oldu. Bu gelişmeleri desteklemek üzere az önce bahsetmiş olduğum aktörlerin devreye girmeleri olumluya giden süreci hızlandırmıştır. Kamu Diplomasi Koordinatörlüğü bu aktörlerden birisidir. Yunus Emre Enstitüsü daha çok bu işin kültürel boyutunu üstlenmektedir. Günümüzde diplomasinin sadece diplomatlar veya devlet adamları tarafından yapılmadığını, kültür diplomasisinin de çok etkili olduğunu düşünecek olursak, Türk kültürünü daha iyi tanıtmak ve Türk diline olan ilgiye cevap vermek için çeşitli ülkelerde toplamda 36 enstitü açılmış olmasının önemini daha iyi anlarız. Burada iki temel hedeften bahsedebiliriz: Birincisi, Türklerin yoğun olarak yaşadığı başta Avrupa ve Amerika olmak üzere, soydaşımızın ve vatandaşımızın olduğu yerlere aktif aktif hizmet götürülmesidir. İkincisi ise, 2. ve 3. nesil Türk çocuklarına Türkçeyi daha iyi öğretmek ve Türkiye’ye ve Türk kültürüne ilgi duyan yabancılara kültürümüzü tanıtmaktır. Bu kapsamda, Türk dilini öğretmek, sinema günleri ve çeşitli festivaller düzenleyerek Türk kültürünü tanıtmak yapılan faaliyetlerden bazılarıdır. Bu faaliyetleri yumuşak güç unsuru olarak görmek gerekir. Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın kuruluşunda da buna benzer bir strateji söz konusudur. Bütün bu çalışmalarla, bir yandan farklı ülkelerde yaşayan Türk topluluklarının toplumsal statülerini yükseltmek, eğitim seviyelerini ve ekonomik durumlarını üst düzeye çıkarmak, diğer taraftan da onları Türkiye için daha önemli birer aktör haline getirerek ülkelerini gerektiği gibi temsil etmelerini sağlamak hedeflenmiştir. Ayrıca, koordinasyonu YTB tarafından yapılan ve Türkiye getirilerek eğitim görmeleri sağlanan birçok yabancı öğrenciye burs imkânı sağlayan ‘Türkiye Bursları’ isimli proje ile de bu öğrencilerle Türkiye arasında etkileşimin sağlanması amaçlanmıştır. Bu da adı geçen kurumların dış politika kapsamında ne kadar faydalı faaliyetler yürütüyor olduğunun göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bölgeselleşme ile çeşitli aktörlerin ortaya çıkması, yeni alanların açılması söz konusu. Türkiye aslında daha önceki dönemlerde de Latin Amerika, Asya ve Afrika’ya yönelik açılım politikaları geliştirmiş bu türde planlamalar yapmıştı. Ancak, 1990’lı yıllarda, Türkiye’nin yaşadığı art arda gelen siyasi ve ekonomik krizler, uzun vadeli bir politika izlemesini çok da mümkün kılmadı. Unutulmamalıdır ki, bu türden bir açılım gerçekleştirmenin bir de ekonomik maliyeti var... Bu maliyeti karşılayacak gücünüz yoksa bunu gerçekleştiremiyorsunuz. Ama son dönemlerde bu noktada çok ciddi adımlar atıldı. Türkiye’nin ekonomisi belli bir ölçüde bunu destekleyebilir hale geldiği için bu sağlandı. Yeni alanlara açılmak ekonomik olarak da kısa vadede geri dönüşümü olan bir politika. Avrupa’da büyükelçilik açmanın maliyetiyle Afrika’da büyükelçilik açmanın maliyeti oldukça farklı... Afrika’da çok daha uygun bir bedelle büyükelçilik açma imkânı olduğu için kısa süre içerisinde o ülkeyle yapılan ticaretle masrafı karşılamak mümkün oluyor. O bakımdan buralara büyükelçilik açılması bir yandan siyasi temsili sağlıyor, diğer taraftan da ekonomik açılım ve dönüşüm fırsatı sunuyor. Türkye’nn AB adaylığı, Batı le olan ttfakının devam etmes ve Türkye’nn bağımsız, kend öncelklern dkkate alan br aktör olarak poltka zlemeye çalışması gb lk bakışta brbrleryle çelştğ düşünülen brçok konu gündemmzde. Bu sürec nasıl değerlendryorsunuz? Bağımsız bir aktör olarak hareket ettiğiniz zaman, ister istemez, bundan rahatsız olan çeşitli aktörlerin dengeleme çalışmaları ile karşı karşıya kalırsınız. Tabii ki her davranışınız mükemmel olmayabilir, hata da söz konusu olabilir. Hata yaparım endişesiyle bir kenarda durup hiçbir şey yokmuşcasına beklemenin de bir anlamı yoktur. Bir şekilde sürece dâhil olduğunuz zaman, yanlış yapma ihtimaliniz olmakla beraber bir aktör olarak bir konumlanma, bir rol oynama durumunuz da ortaya çıkmaktadır. Bir yandan AB ile üyelik sürecini ilerletmeye çalışırken, öte yandan diğer bölgelerle ilişkilerinizi geliştirmeniz gayet doğaldır. Siyasi anlamda işbirliği dediğimiz 86 MART 2014 zaman ilk olarak Orta Asya’da birkaç ülke ön plana çıkıyor. Azerbaycan ile stratejik işbirliği konseyi kurulmuş durumda, ciddi manada karşılıklı etkileşim var. Benzer şekilde Kırgızistan ve Kazakistan’la da bugün stratejik düzeyde işbirliği kurulmuş durumda. Özbekistan’la bazı sorunlar var. Türkmenistan’la ilişkilerde ciddi bir ilerleme gerçekleşti, son dönemde karşılıklı ziyaret oldu. Ancak, Orta Asya’ya yönelik politikaların son zamanlarda daha gerçekçi bir zemin üzerinde yürümesine ve ilişkilerin her geçen gün iyiye gitmesine rağmen, aradaki coğrafi mesafenin büyüklüğü nedeniyle istenen etkileşim ortaya çıkmıyor. Uzakdoğu’ya bakacak olursak; Çin’de birtakım çalışmalar var. Çin, şu anda dünyanın en büyük ikinci ekonomik gücü konumunda ve kısa bir süre sonra da dünyanın en büyük ekonomik gücü olması bekleniyor. Çin sadece ekonomik olarak büyümekle kalmıyor, aynı zamanda siyasi alanda da etkisini arttırıyor. Bu sebeple, Türkiye’nin Çin’e muhakkak ve muhakkak ağırlık vermesi gerekiyor. Bu kapsamda karşılıklı iş birliği anlaşmaları ve ziyaretler gerçekleştiriliyor. Çin her alanda dikkate alınması gereken bir aktör… Efendm bu keyfl röportaj çn teşekkür ederz. MART 2014 87 Ekonominin Son Sınavı 17 Aralık Dr. M. Levent Yılmaz Avrupa Birliği Ekonomisi Toparlanıyor mu? Dr. Dilek Yiğit EKONOMİ Grafik 1: Dolar, Euro, BIST Gelişmeleri (Nisan 2013, Şubat 2014) 95000 90000 Son Sınavı 17 ARALIK Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı G eçtiğimiz yıl nisan ayında Stratejik Düşünce Enstitü’nden yayınlamış olduğumuz “Ekonomi Güvenliği” başlıklı raporumuzda1, ekonominin sadece rakamlardan ibaret olmadığını, günlük hayattaki diğer pek çok gelişmenin ilk olarak ekonomiye yansıdığını anlatmaya çalışmış ve bir ekonominin güvende olabilmesi için siyasi istikrara vurgu yapmıştık. Rapor yayınlandığında gerçekten ekonomide hiçbir sıkıntı yoktu ve borsamız ardı ardına rekorlar kırıyor, kredi derecelendirme kuruluşları birbiri ardına Türkiye’nin notunu yükseltiyordu. Ancak çok kısa bir süre sonra Türkiye tamamen ekonomi dışı ancak ekonomiye çok ciddi zararlar veren “Gezi Parkı2” olaylarına bağlı olarak çalkantılı bir süreç yaşamaya başladı. Oldukça uzun süren toplumsal olaylar, ekonomide onarımı zor ve oldukça maliyetli yaralar açtı. Söz konusu döneme kadar uzun süre yatay seyreden Dolar kuru, olayların başlaması ile beraber aniden yukarı yönlü hareket etti, 100.000 seviyesini zorlayarak yeni bir rekor kıracağı konuşulan Borsa İstanbul (BIST) ciddi bir düşüş yaşadı ve önemli bir miktarda yabancı sermaye ülkemizden çıktı. Sürekli yükselen kura Merkez Bankası döviz satarak ve ek parasal sıkılaştırma (EPS) uygulaması 90 MART 2014 yaparak defalarca müdahale etti. Nihayet ardından gelen ve yine ekonomi dışı bir olay olan “17 Aralık Süreci” ile beraber, faiz oranlarında oldukça ciddi bir düzeyde artış yapmak zorunda kaldı3. Bu olayın ardından çok kısa bir süre sonra da uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor’s, Türkiye’nin not görünümünü “negatif” seviyesine düşürdü. Gezi Eylemleri ile başlayan ve ardından 17 Aralık süreci ile devam eden olaylar, her ne kadar farklı gibi görünse de, neticede Türkiye ekonomisine kısa sürede çok ciddi zararlar verdiği için ekonomik açıdan birbirinden farklı değildir. Bu olaylar, her ne kadar başlangıç itibari ile ekonomik olmasalar da hedef olarak ekonominin seçildiğini söyleyebilecek oldukça fazla done de elimizde bulunmaktadır. Sonuçta, görüldüğü üzere yukarıda belirtilen olayların hiçbirisinin sebebi ekonomi ile ilgili olmasa da, sonuçları ekonomi üzerinde ciddi tahribatlar oluşturdu. 2002 yılından bu yana özellikle siyasi istikrar desteği ile ciddi bir ivme yakalayan ve 2008 Küresel Finansal Krizi’nin bile etkilerini en kısa sürede üzerinden atan ekonomilerden birisi olan Türkiye, bu kez tamamen siyasi istikrarına yönelik bir süreç ile baş başa kaldı. Grafik 1, yukarıda kısaca özetlenen sürecin ekonomideki yansımalarını göstermektedir. 631RW'úú *H]L3DUNÕ 2OD\ODUÕ0D\ÕV 7&0%)DL] $UWÕUÕP.DUDUÕ 2,4 2,3 %,67¶LQøúOHPH .DSDWÕOPDVÕ 85000 2,2 $UDOÕN6UHFL %DúODQJÕFÕ 80000 2,1 75000 2 70000 1,9 65000 1,8 60000 1,7 %ø67 Dolar 01.04.2013 04.04.2013 09.04.2013 12.04.2013 17.04.2013 22.04.2013 26.04.2013 02.05.2013 07.05.2013 10.05.2013 15.05.2013 20.05.2013 23.05.2013 28.05.2013 31.05.2013 05.06.2013 10.06.2013 13.06.2013 18.06.2013 21.06.2013 26.06.2013 01.07.2013 04.07.2013 09.07.2013 12.07.2013 17.07.2013 22.07.2013 25.07.2013 30.07.2013 02.08.2013 07.08.2013 14.08.2013 19.08.2013 22.08.2013 27.08.2013 02.09.2013 05.09.2013 10.09.2013 13.09.2013 18.09.2013 23.09.2013 26.09.2013 01.10.2013 04.10.2013 09.10.2013 14.10.2013 23.10.2013 28.10.2013 01.11.2013 06.11.2013 11.11.2013 14.11.2013 19.11.2013 22.11.2013 27.11.2013 02.12.2013 05.12.2013 10.12.2013 13.12.2013 18.12.2013 23.12.2013 26.12.2013 31.12.2013 06.01.2014 09.01.2014 14.01.2014 17.01.2014 22.01.2014 27.01.2014 30.01.2014 04.02.2014 07.02.2014 12.02.2014 Ekonominin 0RRG\ V1RW $UWÕUÕPÕ 27 Mayıs 2013’te Gezi Parkı eylemleri başlamadan hemen önce aslında Türkiye için oldukça önemli ekonomik bir olay yaşanmıştı. Moody’s Türkiye’nin uzun vadeli yabancı sermaye kredi notunu “BA1”den “BAAA3”e yükseltmişti. Piyasalarda bu olumlu durumun yansımalar devam ederken, Türkiye ekonomisi, ekonominin tamamen dışında ama ilk olarak ekonomiyi etkileyen “Gezi Parkı” eylemleri ile baş başa kaldı. Bu sürecin ardından Dolar kurunun aniden yukarı hareket ettiği ve BIST’in oldukça ciddi kayıplar verdiği uzun bir türbülans dönemi ekonomiyi etkisi altına aldı. Bu uzun süreç boyunca Merkez Bankası, içeriden ve dışarıdan sürekli faiz artırımı baskısına rağmen piyasaya döviz enjekte ederek, EPS uygulayarak ve bazen de “forward guidance” yani algı yönetimi ile müdahalelerde bulunarak süreci kontrol altında tutmaya çalıştı. mana denk gelmesinin basit bir tesadüf olup olmamasıdır. Zira bizim gibi gelişmekte olan ekonomiler FED’in bu kararını uzun süredir bekliyorlardı. Piyasalarda ve kurda negatif etkisi olacağı öngörülmekteydi ve hatta uzun süredir de bu durumun piyasa tarafından fiyatlandığı düşünülmekteydi. Ancak FED kararlarına ilave olarak içeride yaşanacak olan ekonomi dışı bir olayın etkisini tahmin etmek mümkün değildi. Her ne kadar bazı piyasa aktörleri TL’nin değer kaybını sadece bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin tamamında Dolar’ın değerlenmesine bağlasa da, bu dönemde TL çoğu zaman içerideki toplumsal olayların etkisi ile negatif ayrışma yaşadı. Yani, TL’deki değer kaybı sadece FED’in tahvil alımını azaltacağı beklentisinden değil, onunla beraber toplumsal olaylardan da önemli ölçüde etkilendi. Tüm bu süreç, zaten uzun süredir kırılgan bir ekonomiye sahip olduğumuz algısını dillendiren kredi derecelendirme kuruluşları tarafından hemen rakamlara yansıtıldı. CDS (Credit Default Swap) adı verilen ve ülkelerin risk algısını gösteren oranımız Piyasalar bu ilk şokun etkisine alışmaya çalışırken, 17 Aralık günü Türkiye 2. şok dalgasının etkisi altına girdi. Aynı gün gelen ve FED’in tahvil alımını 85 Milyar Dolar’dan 75 Milyar Dolar’a düşüreceği haberi ile beraber Doların önlenilemez artışı ve BIST’in kontrolsüz düşüşü başlamış oldu. Bu noktada altı çizilmesi gereken ve belki de irdelenmesi gereken durum, FED’in kararı ile 17 Aralık Süreci’nin aynı za- 17 Aralık süreci ile Doların karşı konulamaz yükselişine Merkez Bankası 28 Ocak günü faiz artırımı yaparak cevap vermek zorunda kaldı. Her ne kadar bir gün sonra FED’in tahvil alımını 10 milyar Dolar daha azaltacağını açıklaması kuru çok az yukarı hareket ettirse de nihayet zamanla Dolar/TL 2,20 seviyesinin altına yeniden geriledi. 2002 yılından bu yana özellkle syas stkrar desteğ le cdd br vme yakalayan ve 2008 Küresel Fnansal Krz’nn etklern ble en kısa sürede üzernden atan ekonomlerden brs olan Türkye, bu kez tamamen syas stkrarına yönelk br süreç le baş başa kaldı. MART 2014 91 Grafik 2: Türkiye CDS Oranları (Nisan 2013, Şubat 2014) CDS 280 260 'ĞnjŝWĂƌŬŦKůĂLJůĂƌŦ ϮϳDĂLJŦƐ Duran Adam LJůĞŵůĞƌŝ ϭϳƌĂůŦŬ Süreci 240 220 200 180 &'6 160 140 100 01.04.2013 04.04.2013 09.04.2013 12.04.2013 17.04.2013 22.04.2013 26.04.2013 02.05.2013 07.05.2013 10.05.2013 15.05.2013 20.05.2013 23.05.2013 28.05.2013 31.05.2013 05.06.2013 10.06.2013 13.06.2013 18.06.2013 21.06.2013 26.06.2013 01.07.2013 04.07.2013 09.07.2013 12.07.2013 17.07.2013 22.07.2013 25.07.2013 30.07.2013 02.08.2013 07.08.2013 14.08.2013 19.08.2013 22.08.2013 27.08.2013 02.09.2013 05.09.2013 10.09.2013 13.09.2013 18.09.2013 23.09.2013 26.09.2013 01.10.2013 04.10.2013 09.10.2013 14.10.2013 23.10.2013 28.10.2013 01.11.2013 06.11.2013 11.11.2013 14.11.2013 19.11.2013 22.11.2013 27.11.2013 03.12.2013 06.12.2013 11.12.2013 16.12.2013 19.12.2013 30.12.2013 03.01.2014 08.01.2014 13.01.2014 16.01.2014 21.01.2014 24.01.2014 29.01.2014 03.02.2014 06.02.2014 11.02.2014 120 tüm bu süreç boyunca yukarı yönlü hareket etti. Grafik 2, Türkiye’nin CDS rakamlarını göstermektedir. Grafiğe baktığımızda, yabancı yatırımcılar tarafından oldukça fazla dikkate alınan CDS’lerin, olaylar başlamadan önce 110-120 seviyesinde olduğunu ve hem Gezi eylemleri hem de 17 Aralık süreci ile beraber 270-275 seviyelerine çıktığını gözlemleyebiliyoruz. 16 Aralık 2013 günü BİST’teki yabancı pay değeri 113,7 milyar TL iken, 31 Ocak 2014 günü aynı değer 111,2 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Bu süreçte toplam yabancı çıkış miktarı 22,5 milyar TL’ye ulaşmıştır. 17-27 Aralık 2013 tarihine ait halka açık şirketlerin toplam değer kaybı ise 49,3 milyar Dolara ulaşmıştır.4 Grafik 3, açık bir şekilde göstermektedir. En son 2012 Haziran ayında 61,000 puan seviyelerinde olan BİST Endeksi, tekrar 61,000’li seviyeleri görerek yaklaşık 1,5 yıllık kazancını birkaç ay içerisinde kaybetmiştir. CDS’lerdeki düşüşün BİST’e nasıl yansıdığını ve halka açık şirketlerin değerinin nasıl düştüğünü Neredeyse ekonomdek tüm enstrümanları etkleyen bu sürecn br ekonomk krze dönüşmeden mümkün olan en az zararla atlatılması, tüm gelşmekte olan ülkelern çnde bulunduğu olumsuz dönemde ekonomnn gücünün test açısından oldukça öneml br sınav olmuştur. Grafik 3: Türkiye CDS Oranları ve BİST Endeks Değeri (Nisan 2013, Şubat 2014) *H]L3DUNÕ2OD\ODUÕ 0D\ÕV 95000 'XUDQ$GDP (\OHPOHUL 85000 Konunun siyasi ve toplumsal kısmı bir tarafa, ekonomik sonuçlarının bütün Türkiye’ye mal olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 1,70 seviyelerinde olan Dolar/TL’nin 2,35’lere kadar çıkması, BİST’in aşırı değer kaybı, yükselen CDS’ler yüzünden yabancı sermaye çıkışı ve bunları engellemek adına alınan faiz artırım kararı, Türkiye’nin 2001 Krizi’nden bu yana elde ettiği kazançlarına yönelik oldukça ciddi bir risk oluşturmuştur. Görülmektedir ki, siyasi istikrara yönelik yaşanan ekonomi dışı olayların faturasını Türkiye ekonomisi ödemektedir. 2002 yılından bu yana elde edilen ekonomik kazanımlarla yapımına başlanan ve Türkiye’yi dünyada söz sahibi yapacak bazı projelerin (3. Havaalanı, 3. Köprü, Kanal İstanbul vb.) gündeme gelmesinin ardından ortaya çıkan ve ekonomiye önemli zararlar veren olayların oldukça ciddi bir şekilde irdelenmesi gerekmektedir. Her ne kadar 2002 yılından bu yana Türkiye ekonomisinde elde edilen çok ciddi kazanımlar olsa da halen atılması gereken bazı adımlar vardır. Cari açığın azaltılması, toplam tasarrufların artırılması ve dış ticaret dengesinin lehimize gelişmesi gibi bazı alanlarda atılacak adımlar, Türkiye’nin benzeri olaylar karşısındaki kırılganlıklarını azaltacak ve siyasi istikrara destek verecektir. Sebebi ve kaynağı ne olursa olsun 17 Aralık Süreci son dönemde Türkiye’nin yaşadığı en önemli ekonomik sınavlardan bir tanesidir. Neredeyse ekonomideki tüm enstrümanları etkileyen bu sürecin bir ekonomik krize dönüşmeden mümkün olan en az zararla atlatılması, tüm gelişmekte olan ülkelerin içinde bulunduğu olumsuz dönemde ekonominin gücünün testi açısından oldukça önemli bir sınav olmuştur. 270 $UDOÕN 6UHFLQLQ %DúODQJÕFÕ 1 250 230 75000 210 190 65000 2 Gezi Olaylarının ekonomik sonuçlarına ilişkin detaylı bilgi için, SD Dergi’nin 2013 Temmuz sayısındaki “Gezi Parkı Eylemlerinin Ekonomik Sonuçları” Başlıklı yazıyı inceleyebilirsiniz. 3 Merkez Bankası’nın 17 Aralık sonrası almış olduğu faiz kararına ilişkin değerlendirme için SD Dergi Şubat sayısında yayınlanan “Merkez Bankası’nın Faiz Kararı ve Yansımaları” başlıklı yazıyı inceleyebilirsiniz. %ø67 170 55000 150 &'6 45000 92 01.04.2013 04.04.2013 09.04.2013 12.04.2013 17.04.2013 22.04.2013 26.04.2013 02.05.2013 07.05.2013 10.05.2013 15.05.2013 20.05.2013 23.05.2013 28.05.2013 31.05.2013 05.06.2013 10.06.2013 13.06.2013 18.06.2013 21.06.2013 26.06.2013 01.07.2013 04.07.2013 09.07.2013 12.07.2013 17.07.2013 22.07.2013 25.07.2013 30.07.2013 02.08.2013 07.08.2013 14.08.2013 19.08.2013 22.08.2013 27.08.2013 02.09.2013 05.09.2013 10.09.2013 13.09.2013 18.09.2013 23.09.2013 26.09.2013 01.10.2013 04.10.2013 09.10.2013 14.10.2013 23.10.2013 28.10.2013 01.11.2013 06.11.2013 11.11.2013 14.11.2013 19.11.2013 22.11.2013 27.11.2013 03.12.2013 06.12.2013 11.12.2013 16.12.2013 19.12.2013 30.12.2013 03.01.2014 08.01.2014 13.01.2014 16.01.2014 21.01.2014 24.01.2014 29.01.2014 03.02.2014 06.02.2014 11.02.2014 130 35000 MART 2014 “Güvenlik Kavramında Yeni Bir Boyut; Ekonomi Güvenliği, Türkiye Ne Kadar Güvende?, Stratejik Düşünce Enstitüsü, ISBN: 9786055386061, Nisan, 2013, Ankara.” Raporun tamamına www.sde.org.tr adresinden ulaşılabilir. 110 4 31 Aralık 2013 günü Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından açıklanan resmi veriler. Ne oldu da böyle oldu? 5 Nisan 2013 – S&P 6 tane Türk finansal kuruluşun notunu yükseltti. 16 Mayıs 2013 – Moddy’s uzun vadeli yabancı sermaye kredi notunu BA1’den BAA3’e yükseltti. 27 Mayıs 2013 - Gezi Parkı Olayları başladı. 31 Mayıs 2013 - Borsa kapatıldı. (2 gün sonra açılan, güne yüzde 7’lik sert bir düşüşle başlayan İMKB, son 10 yılın en büyük düşüşünü yaşadı ve günün sonunda % 10.47 değer kaybetti.) 12 Haziran 2013 - Gezi Parkı Olayları sakinleşmeye başladı. 21 Haziran 2013 - Duran Adam eylemleri başladı 26-27 Temmuz 2013 - Gezi Parkı olayları Temmuz sonuna kadar devam etti. 29 Ekim 2013 - Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan metro hattı “Marmaray” açıldı. 22 Kasım 2013 – S&P, Türkiye’nin BB+ olan kredi notunu “durağan” olarak açıkladı. 29 Kasım 2013 – S&P, Türkiye Euro Bölgesini resesyona sokabilir şeklinde bir rapor yayımladı. 29 Kasım 2013 – S&P, Türkiye’nin notunu, yatırım yapılabilir düzeyin bir kademe altı olan BB+’da tutmaya devam edeceğini ve görünümünün ise durağan devam edeceğini açıkladı. 17 Aralık 2013 – 17 Aralık süreci başladı. 17- 18 Aralık 2013 – FED, ekonomiye destek amacıyla yürüttüğü aylık 85 milyar dolarlık tahvil alım miktarını 2014 yılı Ocak ayından başlayarak 75 milyar dolara düşürme kararı aldı. 28 Ocak 2014 – Dolar tarihi bir seviye olan 2,35’e kadar çıktı. 28 Ocak 2014 – TCMB faiz artımı kararı aldı. 29 Ocak 2014 - FED tahvil alım miktarını 75 milyar dolardan 65 milyar dolara indirdi. 7 Şubat 2014 – S&P, Türkiye’nin not görünümünü “negatif” seviyesine düşürdü. MART 2014 93 EKONOMİ ye başlanmıştır. Diğer taraftan bütçe açığı, kamu borcu gibi Birliğin yapısal ekonomik sorunlarını derinleştiren kriz, zaten mevcut olan bu sorunlara çözüm üretilmesini “çok acil” hale getirmiştir. Dördüncüsü, küresel ekonomik krizin Birlik açısından siyasi yansımaları olmuş, Avrupa bütünleşme hareketinin geleceği ve nihai hedefine ilişkin tartışmalar yoğunlaşmış, Avro alanının ve hatta Birliğin dağılacağına yönelik söylemler ifade edilmiştir. Kısaca ekonomik kriz Birlik için siyasi bir krizin de kapısını aralamıştır; bu kapsamda üye devletlerin Birliğin ekonomik ve siyasi mimarisinde oynadıkları aktif ve pasif roller tekrar sorgulanmaya başlanmıştır. AVRUPA BİRLİĞİ EKONOMİSİ TOPARLANIYOR MU? Dr. Dilek YİĞİT Hazine Müsteşarlığı 2 008 yılında başlayan küresel ekonomik kriz Avrupa Birliği için çeşitli açılardan anlam ve önem taşımaktadır. Birincisi, küresel kriz Avrupa Birliği üyelerinin, 1930 yılındaki Büyük Buhran sonrası yaşadıkları en derin krizdir; dolayısıyla üye devletlerin 1930 krizindeki tecrübeleri masaya yatırılırken, yeni küresel krizin Büyük Buhran’a benzerlikleri ve farklılıkları analiz edilmiştir. İkincisi, küresel kriz Avrupa entegrasyon tarihinin ilk derin ekonomik krizini işaret etmektedir; zira entegrasyon hareketi- 94 MART 2014 nin başladığı 1951 yılından sonra ilk kez bu derece büyük bir ekonomik krizle karşılaşılmış, kriz sadece Birlik üyelerinin değil, bizzat Birlik kurumlarının yüzleşmek zorunda kaldığı bir kriz olmuştur. Kısaca 2008 ekonomik krizi ulus-üstü oluşumun tecrübe ettiği ilk büyük ekonomik krizdir. Üçüncüsü, küresel kriz Avrupa ekonomik entegrasyon hareketinin geldiği noktanın tekrar sorgulanmasına sebebiyet vermiş, özellikle Avrupa Ekonomik ve Parasal Birliği’nin mimarisi şiddetli bir şekilde tartışılmaya/eleştirilme- Ne olmuştur da Avrupa Birliği kendisini ABD’de başlayan krizin ortasında buluvermiştir? ABD’de başlayan kriz, başlıca üç kanaldan Birliğe yansımıştır. İlk kanal, ABD ve AB mali piyasaları arasındaki güçlü bağlardır. İkinci kanal küresel ticaret, üçüncü kanal ise piyasalarda oluşan güvensizlik ve küresel talep üzerinde oluşan olumsuz baskıdır. Kriz karşısında Avrupa Komisyonu’nun Birliğin ekonomik büyümesinin yavaşlayacağının altını çizmesi ile Birliğin uzun dönemli ekonomik büyümesinin sürdürülmesi amacıyla kısa-dönemli talep yönlü politikalardan, arz yönlü yapısal önlemlere geçilmiştir. Bu süreçte Birliğin genelinde kamu borcu ve bütçe açığının Birliğin gayri safi iç hasılasına1 oranları hızla artmıştır.2 Dolayısıyla Birlik küresel krizin etkisiyle mücadele etmeye, ekonomik büyüme potansiyelini korumaya çalışırken, Avro alanında borç krizi patlak vermiştir. Kısaca Birlik kriz içinde krize sürüklenmiştir. Kriz içinde kriz yaşayan Avrupa Birliği, bu koşullarda “ekonomik büyüme” ve “kemer sıkma politikaları” ikilemi ile karşılaşmıştır. Ekonomik büyüme potansiyelinin korunması amacına itiraz eden yoktur; ancak büyüme stratejisinin başlıca unsurları, işgücü piyasasında reform, iç pazarın sağlıklı işleyişinin temini, Avrupa Yatırım Bankası’nın küçük ve orta ölçekli işletmelere yönelik kredi kapasitesinin artırılması, alt-yapı yatırımlarına daha fazla kaynak aktarılması olarak sıralanmakta olup; özellikle son iki unsurun harcamaları artırıcı etkisi olduğu açıktır.3 “Ne yardan geçerim, ne serden” anlayışıyla Birlik hem ekonomik büyüme odaklı politikalara hem de kemer sıkma politikalarına yönlenmiş; bir başka deyişle üye devletleri her iki tercihe aynı anda yönlendirmiştir. Bu kanıya varmamızın nedeni, Birliğin, bir taraftan Altılı Paket, İkili Paket ve Mali Antlaşma aracılığıyla Avrupa Brlğ ekonoms, 2006 yılında başlayan büyüme hızındak yavaşlama devam ederken küresel krz le yüzleşmek durumunda kalmıştır. 2006 yılında %3,4, 2007 yılında %3,2 büyüyen Avrupa Brlğ ekonoms 2008 yılında %0,4 büyürken, 2009 yılında krzn etksyle % 4,5 daralmıştır. 2010 ve 2011 yılları Brlk çn ekonomk toparlanma sürecnn başladığı yıllar olarak ntelendrleblrken, 2012 yılında Brlk ekonoms yne % 0,4 daralmıştır. üye devletlerde bütçe harcamalarını ve kamu borcunu kontrol etmeye çalışırken, diğer taraftan Avrupa 2020 Stratejisi ile büyüme odaklı hedefler belirleyerek, her ülkenin Strateji kapsamındaki hedefleri ulusal hedeflere dönüştürmesini gerekli kılmış olmasıdır. Gros Birliğin bu tutumunun ilk kez karşılaştığımız bir tutum olmadığını belirtmek amacıyla “İstikrar ve Büyüme Paktı”nı örnek olarak göstermektedir; önce mali disiplinin sağlanması için planlanan “İstikrar Paktı”, 1995 yılında yaşanan ekonomik resesyon neticesinde “ekonomik büyüme” hedefine yönelerek “İstikrar ve Büyüme Paktı” olmuştur.4 Aslında bu örnekler, “Birlik içinde “borçlu” ve “kreditör” ülke ayrımı yapılarak, borçlu ülkelerde kemer sıkma politikalarına, kreditör ülkelerde büyüme yönlü politikalara odaklanılmasını sağlayacak farklı düzenlemelere gidilebilir mi?” sorusunu da şahsen benim aklıma getirmiştir; ancak bu tür ayrıştırmanın hem ekonomik hem de siyasi yansımalarının -mutlaka olacaktır- özenle tartışılması gereken bir mesele olacağı açıktır. Hem hukuki tasarruf araçları ve Mali Antlaşma kapsamında “kemer sıkma” politikalarına, hem de “Avrupa 2020 Stratejisi” kapsamında “ekonomik büyüme” odaklı politikalara yönelen Avrupa Birliği ekonomisi küresel kriz sonrası toparlanmış mıdır? Bu yazıda anılan soruya, Birliğin ekonomik büyüme performansını ve potansiyelini tartışarak yanıt vermeye çalışalım. Avrupa Birliği ekonomisi, 2006 yılında başlayan büyüme hızındaki yavaşlama devam ederken küresel kriz ile yüzleşmek durumunda kalmıştır. 2006 MART 2014 95 yılında %3,4, 2007 yılında %3,2 büyüyen Avrupa Birliği ekonomisi 2008 yılında %0,4 büyürken, 2009 yılında krizin etkisiyle % 4,5 daralmıştır. Zira krizle birlikte 2009 yılında AB’de özel tüketimin, kamu harcamalarının ve yatırımların gayri safi iç hasıla içindeki payı hızla azalmıştır. 2010 ve 2011 yılları Birlik için ekonomik toparlanma sürecinin başladığı yıllar olarak nitelendirilebilirken, 2012 yılında Birlik ekonomisi % 0,4 daralmıştır. Grafik 1’de, 2006-2012 döneminde Avrupa Birliği ve Avro alanında ekonomik büyüme seyri gösterilmektedir. devam edeceğini, zira uluslararası ekonomik koşulların iyileşmeyeceğini, ekonomik aktiviteler kısmen artarken küresel ekonomik ticarette beklenen artışın gerçekleşemeyeceğini tahmin ederken, bu koşullarda Avrupa ekonomisinin çok yavaş da olsa büyüme eğilimine gireceğini öngörmektedir.5 2013 yılında özel tüketimin ve sabit sermaye yatırımının gayri safi iç hasıla içindeki payında azalma beklenirken, 2014 ve 2015 yıllarında anılan kalemler dahil kamu harcamaları ile mal ve hizmet ticaretinin gayri safi iç hasıla içindeki paylarında artış olacağı tahmin edilmektedir. Grafik 1- AB ve Avro alanında reel ekonomik büyüme (%) Grafik 2’de Avrupa Komisyonu’nun, AB’nin tümü ve Avro alanı için 3 yıllık büyüme tahminleri verilmektedir. Grafik 2’de görüleceği gibi, AB yavaş da olsa ekonomik büyüme sürecine girerken, 2013 yılında Avro alanında ekonomik daralma devam etmektedir. 4 3 2 1 0 AB (27) 2007 2008 2009 2010 2011 2012 $YURDODQÕ -2 -3 -4 -5 Yazar tarafından Eurostat verileri kullanılarak hazırlanmıştır. 2009 yılındaki ekonomik daralmayı takiben 2010 ve 2011 yıllarındaki ekonomik büyümenin yarattığı olumlu beklentiler 2012 yılındaki daralma ile sarsılmıştır; tabi bu durum sadece Birliğin meselesi değil, küresel ticaret ve finans kanalları aracılığıyla olumsuz etkilenme durumları söz konusu olan, bir başka deyişle küresel piyasalara entegre olmuş ve olmaya çalışan diğer bölge ekonomileri için de ciddi bir risk/ mesele teşkil etmiştir ve hala etmektedir. Avrupa Komisyonu, küresel krizin büyüme üzerindeki olumsuz etkilerinin önümüzdeki dönemde de Grafik 2- AB ve Avro alanında ekonomik büyüme tahminleri (%) Yukarıda verilen her iki Grafik, AB’nin tümü ve Avro alanında ekonomik büyüme oranlarını ve tahminlerini göstermektedir. Ancak her iki Grafik’te yer alan verilere istinaden yorum yapılması, Birliğe üye devletler arasındaki ekonomik büyüme ve büyüme potansiyeli arasındaki farklılıkların göz ardı edilmesine sebep olmamalıdır; zira küresel krizin altını çizdiği gibi, Birlik ekonomisi heterojen bir ekonomidir ve alınan önlemler sonuç vermediği takdirde heterojen kalmaya devam edecektir. Bu yazıda Grafik 3 ile 2013 yılında üye devletlerde beklenen ekonomik büyüme oranları, Birliğin heterojen ekonomik yapısını büyüme performansı açısından gösterebilmek amacıyla yer verilmiştir. 2015 yılında üye devletlerin hiç birinde ekonomik daralma beklenmemektedir; ancak 2013 ve 2014 yıllarında bazı üyelerde ekoGrafik 3- AB’ye üye devletlerde 2013 büyüme tahminleri (%) 2,5 6 2 4 2 1,5 0 1 AB (27) $YURDODQÕ 0,5 -2 Bel. Alm. Est. øUO Yun. øVS Fr. t. *.ÕE Let. Lük. Mal. Hol. Avu. Por. Slo. Slova. Fin. Bul. Çek. Dan. +ÕU Lit. Mac. Pol. Rom. sveç %LUOHúLN 2006 -1 -4 0 2013 2014 -0,5 -8 -1 -10 Yazar tarafından hazırlanmıştır. 96 2015 -6 MART 2014 Yazar tarafından hazırlanmıştır. 2013 ekonomik E\PH (%)-tahmini Avrupa Komsyonu, küresel krzn büyüme üzerndek olumsuz etklernn önümüzdek dönemde de devam edeceğn, zra uluslararası ekonomk koşulların yleşmeyeceğn, ekonomk aktvteler kısmen artarken küresel ekonomk tcarette beklenen artışın gerçekleşemeyeceğn tahmn ederken, bu koşullarda Avrupa ekonomsnn çok yavaş da olsa büyüme eğlmne greceğn öngörmektedr. nomik daralma yaşanırken, diğerlerinde ekonomik büyüme yaşanmasının beklenmesi, Birlik ekonomisinin yavaş ilerleyen iyileşme sürecinin “iki-vitesli” bir süreç olduğu sonucunu vermektedir. Ekonomik büyüme ve daralma oranları arasındaki farklılıkların aslında “iki-vitesli” değil “çok-vitesli” bir iyileşme/ toparlanma sürecini işaret edip etmediği de ayrıca tartışılabilir. Diğer taraftan en ciddi ekonomik daralmaların Avro alanında yaşanmış ve yaşanıyor olması, Avro alanı mimarisine yönelik eleştirilerin, en azından kısa vadede sonlanmayacağı izlenimi vermektedir. 2013 yılından itibaren Birlik ekonomisinin çok yavaş da olsa toparlanma sürecine girdiği görülmektedir; ancak “Birlik ekonomisi ne zaman iyileşmiş sayılacaktır?” sorusu da akla gelmiyor değildir. Bu soruya, Birliğin büyüme performansının artarak devam ettiği süreç, ya da hiçbir üye devlette ekonomik daralmanın yaşanmadığı dönem, ya da belli bir büyüme oranının üzerine çıkıldığı dönem, hatta Birliğin ekonomik büyümesinin ABD ve Japonya’daki ekonomik büyümeyi, ya da küresel büyüme oranlarını aştığı dönem gibi çeşitli yanıtlar verilebilir sanırım. Ancak şahsen Birlik ekonomisi iyileşmiştir denilebilmesi için, Birliğin küresel kriz öncesindeki büyüme oranlarını yakalaması gerektiğini, bir başka deyişle Birlik küresel kriz öncesi ekonomik büyüme oranlarını yakaladığında ekonomisi en azından büyüme göstergeleri açısından iyileşmiştir denilebileceğini -tartışmaya açık olmakla birliktedüşünüyorum. Bu açıdan bakılırsa, Komisyon’un ekonomik tahminleri, Birlik ekonomisinin 2015 yılı da dâhil, kısa dönemde iyileşmiş/toparlanmış sayılamayacağını göstermektedir. 1 AB ve Avro alanı için kullanılan “EU (27-28)- EU (17) gross domestic product- GDP” kavramının, AB “devlet” niteliğini haiz olmadığından “gayri safi yurtiçi hasıla” olarak değil, “gayri safi iç hasıla” olarak tercüme edilmesinin daha uygun olacağı düşüncesiyle, makalede AB (27) ve Avro alanı için “gayri safi iç hasıla” kavramı kullanılmıştır. 2 European Commission, Economic Crisis in Europe: Causes, Consequences and Responses, 2009. 3 Daniel Gros, Europe’s Misguided Search for Growth, CEPS Commentary, 7 May 2012. 4 Ibid. 5 European Commission, European Economic Forecast Autumn 2013. Makalede ifade edilen görüşler yazarın değerlendirmeleri olup, görev yaptığı kurumla ilişkilendirilemez. MART 2014 97 Biat Kültürü ve İstismarı Prof. Dr. Talip Özdeş İslam’da Kadın: Sosyal Hayatta ve İş Hayatında Kadın Hakları Prof. Dr. Ali Şafak “17 Aralık Süreci ve HSYK Düzenlemesi” Çalıştayı SDE Haber GENEL BİAT KÜLTÜRÜ ve İSTİSMARI Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı B iat kelimesinin aslı, Arapça’da bey´at veya mubâya´a olup, bir veya daha fazla kimsenin, biate taraf olan diğer bir kimse ile itaat, sadakat, teslimiyet ve ahde vefa üzerine anlaşıp el sıkışarak veya ellerini birbirlerinin elleri üzerine koyarak sözleşmeleri anlamına gelir. Bu biat gerçekleştiğinde, biat edenlerin biat edilen kimseye karşı her iki tarafın da bildiği birtakım kurallar üzerinden itaat ve teslimiyet sorumluluğu terettüp eder. Biat kavramının, Hz. Peygamber’e yapılan biatlerden hareketle, Müslüman toplumlarda tarihi süreç içerisinde özellikle devlet başkanı (halife/imam/ siyasi lider) ile tebaa (halk) arasında itaat, teslimiyet ve ahde vefa üzerine gerçekleşen bir sözleşme olarak anlaşılıyor olması, söz konusu kavramın din ve siyasetle yakından bağlantılı olduğunu gösterir. Hz. Peygamber’e Yapılan Biatin Mahiyeti İslam tarihinde ilk biat Hz. Peygamber’le Medineli bir grup arasında gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber’in, çevresine İslam’ı tebliğ ederken Mekkeli müşriklerin baskılarına, eza, cefa ve işkencelerine muhatap olması, hac mevsiminde Zülmecâz ve Ukaz mevkilerinde kurulan serbest ticaret merkezlerine Mekke dışından gelen kabilelerle ilişkiye geçerek, onlara İslam’ı tebliğ etmesine ve böylece bir çıkış yeri aramasına vesile olmuştur. Bu tebliğ ve arayış faaliyeti içerisinde Hz. Peygamber, peygamberliğinin 11. yılında Akabe denilen yerde bir kısım Medineli Araplarla bir araya gelmiş, birer yıl arayla üç defa onlarla görüşerek onlardan biat almıştır. Birinci görüşmede Medine’den 6 kişi, 100 MART 2014 ikinci görüşmede 12 kişi, 3. Görüşmede ise ikisi kadın 73 Medineli hazır bulunmuşlar, İslam’ı kabul etmişler, Hz. Peygamber’e bağlılık, itaat ve teslimiyet üzerine biat etmişlerdir. Yapılan bu biatlerin metinlerine dair haberler esas alındığında, biat edenlerin başta Allah’ın birliğine ve O’ndan başka ilah olmadığına, Hz. Peygamber’in Allah’ın elçisi olduğuna tanıklık ettikleri görülmektedir. Medineli bu kimseler Allah’a şirk koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, iftira etmeyeceklerine, iyiliği emredip kötülükten sakındıracaklarına, Hz. Peygamber’i otorite olarak kabul edip meşru hiçbir işte ona muhalefet etmeyeceklerine, onu canları, kadınları ve çocukları gibi koruyacaklarına dair söz verip biat ederek onu kendi yurtlarına davet etmişlerdir.1 Nitekim mensup oldukları müşrik toplumdan kaçarak, Müslümanlara sığınan kadınların biatlerinin kabul edilmesine dair Mümtehine suresinde geçmekte olan ayet-i kerime de Hz. Peygamber’e olan biatin mahiyetini göstermektedir: “Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, hayırlı işler yapmakta sana karşı gelmemek hususunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”2 Fetih suresinde, Hz. Peygamber’in Hicret’in altıncı yılında ashabıyla beraber umre yapmak için Mekke’ye doğru hareket edip, Mekke’den dokuz mil uzakta Hudeybiye denilen yerde konakladığında, Mekkelilerin kendilerine barış elçisi olarak gönderilen Hz. Osman’ı şehit ettikleri haberi geldiğinde ashabından aldığı biate işaret edilmektedir. Hz. Peygamber’in ashabını bir ağacın (Rıdvan Ağacı) MART 2014 101 altında toplayıp ellerini birbirinin elleri üzerine koyarak onlardan aldığı bu biatin konusu da Allah’a ve Resulüne kesin itaatle hiçbir şekilde savaştan kaçılmayacağına dairdir.3 Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olanlardan alınan biatin konusu ise yine Allah’a ve Resulüne itaat bağlamında İslam, cihat ve hayır işlerde koşturmak üzerinedir.4 Bu biatler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Hz. Peygamber’e yapılan biatlerin konusunun Allah’ın birliğini, onun peygamberliğini, İslam’ın temel esaslarını itiraf ve tasdik etmeye yönelik iman biati olduğu açıktır. Bu biat üzerine Müslüman olanların, müşrik ve inkârcıların düşmanlık, ihanet ve saldırılarına karşı yapılan mücadelede Hz. Peygamber’e itaat etme ve onunla kader birliği yapma sorumlulukları vardır. Biat etmeden vefat eden kimselerin ölümlerinin cahiliyet (müşrik) ölümü üzerine olacağı mealindeki hadisleri5 de bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Biatin Dini, Sosyo-Politik ve Kültürel Bir Olgu Olarak Gelişmesi ve Mihverinden Kaydırılması Elbette ki Hz. Peygamber’in tebliği karşısında, Allah’ın birliğine, O’nun Allah’ın elçisi olduğuna, şirk koşmayacağına, hırsızlık ve zina etmeyeceğine, çocuklarını öldürmeyeceğine, meşru her işte ona itaat edeceğine dair biat etmeden ölen kimsenin ölümünün cahiliyet ölümü üzerine olduğu kabul edilmelidir. Ancak bu mealdeki hadislerin, özellikle Emevi dönemi ve sonrasında hanedanlık üzerine kurulan saltanatlar ve birtakım siyasi hareketler tarafından Müslüman toplumu kendilerine biat etmeye ikna edip bazen de zorlayarak iktidarlarına meşruiyet kazandırma amacına matuf kullanıldığı da bir Biat anlayışı içerisinde, siyasi lidere, tarikat veya cemaatin liderine biat edenler, kendilerini biat ettikleri kimselere karşı mutlak itaat sorumluluğu içerisinde telakki ederek hiçbir şekilde onları eleştirememekte, onların her yaptıkları işte bir hikmet aramakta, onlardan hiçbir hata veya yanlışın çıkabileceğini kabul etmemektedirler. vakıadır. Yine söz konusu bu hadisler, birtakım dini cemaat ve tarikat yapılanmalarında, tarikat veya cemaatin başında bulunan, çoğunlukla da veli olduğuna iman edilen kimselere mutlak itaatin sağlanması için kullanılmış ve ne yazık ki kullanılmaya da devam edilmektedir. Böyle bir biat anlayışı içerisinde, siyasi lidere, tarikat veya cemaatin liderine biat edenler, kendilerini biat ettikleri kimselere karşı mutlak itaat sorumluluğu içerisinde telakki ederek hiçbir şekilde onları eleştirememekte, onların her yaptıkları işte bir hikmet aramakta, onlardan hiçbir hata veya yanlışın çıkabileceğini kabul etmemektedirler. Onların ilhamlar veya rüyalar üzerinden kendilerine anlattıkları şeyleri, Allah’ın peygamberlerine olan ilahi vahiy gibi telakki etmektedirler. Hâlbuki hangi dini motifler ve söylemler kullanılarak meşrulaştırılmaya çalışılırsa çalışılsın, İslam’ın üzerine dayandığı tevhit inancı açısından insanın insana mutlak itaati ancak şirk kategorisi içerisinde değerlendirilebilir. Siyasi liderlere, tarikat veya cemaat büyüklerine yönelik meşru zeminde yapılacak itaat problem olmamakla beraber, söz konusu itaatin sorgulanmaksızın mutlaklaştırılması, mensupların akıl ve iradelerine ipotek konularak siyaset, cemaat ve tarikat yapısı içerisinde bireysel akıl ve iradenin yok edilmesi hiçbir şekilde kabul edilemez. Hz. Peygamber’in 632 yılında Medine’de vefatından sonra, Hz. Ebubekir’in Müslümanların halifesi olarak seçiminde Müslüman toplumun ona yaptığı biat, tevhide imanın yanında Hz. Muhammed’in peygamberliğini itiraf ve tasdik biati olmayıp, halifeyi Müslümanların meşru siyasi lideri olarak tanımaya, idare ile ilgili meşru her işte ona itaat edileceğine dair bir oy verme işlemidir. Yani Hz. Peygamber’e yapılan biat ile Hz. Ebubekir’e yapılan biat aynı kategoride değildir. Nitekim sahabeden bazı kimseler kendilerince birtakım nedenlerden hareketle Hz. Ebubekir’e biat de etmemişler, 102 MART 2014 ancak çoğunluğun oylarına (biatlerine) saygı duyarak onun halifeliğini kabul edip itaat etmişlerdir. Hz. Ebubekir de kendisinin Müslümanların en hayırlısı (iyisi) olmadığı halde onlara başkan seçildiğini söyleyerek başladığı tarihi konuşmasında, kendisine biat eden toplumdan doğru ve meşru işlerde kendisine yardımcı olmalarını, Allah’a ve Elçisine itaat ettiği müddetçe kendisine itaat edilmesini istemiş, yanlış ve gayr-i meşru işlerde kendisine itaatin olamayacağını belirtmiştir. Ayrıca, kendisinin Allah’ın halifesi değil, Allah’ın Elçisi’nin halifesi olduğunu ifade etmiştir.6 Nitekim Kur’an’da müminlerden emanetlerin ehillerine verilmesi, hükmedince adaletle hükmedilmesi, bu bağlamda Allah’a, Elçisine ve kendilerinden olan ulu’l-emre (yetki sahiplerine) itaat etmeleri; herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüklerinde ise konuyu Allah’a ve Elçisi’ne (Kur’an ve Sünnet’e) götürerek çözmeleri istenmiştir.7 Yani böyle bir durumda, ulu’l-emr makamında olanların yapacakları şey de kendi keyf ve hevalarına göre hükmetmek değil, meseleyi dinin, ahlakın ve hukukun temel kaynaklarına götürerek çözmektir. Tebaanın (halkın) da ulu’l-emr konumunda olan kimselere mutlak itaati caiz değildir. Hz. Osman’ın isyancılar elinde şehit edilmesinden sonra Medine’de, Müslümanların meşru oylarıyla Halife seçilen Hz. Ali’ye karşı kabileciliği öne çıkararak kıyam eden Şam valisi Muaviye’nin ihtilal girişimi, Cemel ve Sıffin olayları gibi müessif hadiselere, Haricilik ve Şia gibi siyasî-mezhebî hareketlerin ortaya çıkmasına, Hz. Ali’nin şehit edilmesine ve böylece Müslümanların birliğinin bozulmasına neden olmuştur. Hilafeti ihtilal yoluyla saltanata dönüştürmek için IV. Halife Hz. Ali’ye karşı başlatılan bu kıyam hareketinde, ne yazık ki Kur’an sahifeleri mızrakların ucuna asılmış, Kur’an ayetleri ve hadisler yanlış tevil edilip çarpıtılarak din ve hukuk araçsallaştırılmıştır. Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra MART 2014 103 GENEL Hangi dini motifler ve söylemler kullanılarak meşrulaştırılmaya çalışılırsa çalışılsın, İslam’ın üzerine dayandığı tevhit inancı açısından insanın insana mutlak itaati ancak şirk kategorisi içerisinde değerlendirilebilir. Şam’da saltanatını ilan eden Muaviye, kendisinden sonra sultanlık tahtına oturması için oğlu Yezid b. Muaviye’ye zorla biat alma yönüne gitmiştir. Bu şekilde alınan bir biatin meşru olmadığında şüphe yoktur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebubekir’e ve ondan sonra gelen üç halifeye yapılan biatin mahiyeti ile Yezid b. Muaviye’ye yapılan biati aynı kategoride değerlendirmek mümkün değildir. Muaviye’nin ölümünden sonra onun yerine sultanlık makamına oturan Yezid de babasının isteği doğrultusunda, valilere mektup göndererek kendisi adına halktan zorla biat alınmasını istemiştir. Sonuçta Temelinde çıkarcılığa, asabe ve kabileciliğe dayalı saltanatın inşası ve devamı için din araçsallaştırılmış, iradelere ipotek konulmuş, Müslüman toplumlar siyasi yönden irade ve etkinliği olmayan yığınlara dönüştürülmüştür. Böylece, siyasi anlamda orijinalliğini Hz. Peygamber’in vefatından sonra Dört Halife’nin seçiminde gördüğümüz biat geleneği, mihverinden kaydırılarak daha sonraki Müslüman nesiller ve devletler için yanlış bir gelenek oluşturulmuştur. Bütün bunlar yapılırken, İslam’ın siyasette emanetlerin ehillerine verilmesini, şura’yı, adaletle hükmedilmesini, müminlerin kardeşliğini, müminlerin aralarının ıslah edilmesini, mutlak itaatin ancak Allah’a yapılabileceğini, hangi isim ve makam altında olursa olsun insanlara mutlak itaat edilemeyeceğini, zalime itaatin olmayacağını öne çıkaran prensipleri devre dışı bırakılmıştır. Sonuç olarak, Müslüman toplumlarda biat konusu, dini mahiyeti ve bağlamından dolayı siyasi kültür içerisinde önemli yer işgal ettiği gibi, tasavvufi kültür içerisinde, tarikat ve cemaat yapılanmaları içerisinde de kendisine yer bulmuştur. Ancak şu var ki, biat geleneğinin siyasi zeminde mihverinden kaydırılması sonucu ortaya çıkıp kurumsallaşan yapı, Emevi hanedanlığı döneminden sonra Müslüman toplumlarda ortaya çıkan sosyo-politik ve kültürel yapılanmalarda, örgütlenme ve liderlik anlayışlarında da model oluşturmuştur. Bu model yapılanma içerisinde takipçileri tarafından kendilerine mutlak itaat ve bağlılık üzerinden biat edilerek 104 MART 2014 lider konumuna gelen kimselerin eleştirilip sorgulanmalarının zemini ortadan kaldırılmış; sorgulama yönüne gidenler de, haklılık payları ne olursa olsun, bir şekilde mensubu bulundukları hareketten (hizip, tarikat veya cemaatten) dışlanılarak tasfiye edilmişlerdir. Bu tip bir liderlik anlayışı ile önderlere mutlak itaat edilmesi, onların kibir ve gururunu artırarak büyüklenmelerine, birtakım yanlış işlere sapmalarına, yaşadıkları toplumda siyasi alan dâhil her şeyi rakipsiz olarak kendi kontrolleri altına almak istemelerine ve dolayısı ile tefrikaların, çatışmaların ve otoriter rejimlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Böyle bir liderlik ve lidere bağlılık anlayışı üzerine kurulan yapılanma, her an istismar edilmeye ve müdahalelere de açık hale gelebilmektedir. Nitekim günümüzde İslam dünyası bunun sıkıntılarını çekmektedir. Çözüm, şirki nehyederek Allah’ın birliğini, O’nun eş ve ortağının bulunmadığını öne çıkaran; kula kulluğu, her türlü tiranlık ve zulmü, insanların Rabb haline getirilmelerini reddeden dinin, asli kaynaklarına uygun olarak topluma ve gelecek kuşaklara doğru anlatımındadır. 1 Fazla bilgi için bk. Kasım Şulul, İlk Kaynaklara göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2011, s. 361-376; İbn Hanbel, Müsned 3/322; 6/357, Buharî, Sahih, Tefsiru Sureti’l-Mumtehine, 2-3, Müslim, Sahih, İmâre 88; Nesâî, Sünen, Biat 18; İbn Mace, Sünen, Cihad 43. 2 Mümtehine, 60/12 3 “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir… Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.” (Feth, 48/10, 18); Müslim, Sahih, İmare 67-71 4 Müslim, Sahih, İmare 83-84 5 Bk. Müslim, Sahih, İmare 58; İbn Hanbel, Müsned, 3/111 6 Bk. Kasım Şulul, a.g.e., s. 1052-1053 7 Nisa, 4/58-59 İSLAM’DA KADIN SOSYAL HAYATTA ve İŞ HAYATINDA KADIN HAKLARI Prof. Dr. Ali ŞAFAK SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Çalışma Hayatı ve Kadın İ İslâm; ndğ günden ber, kadına ve erkeğe değer vermştr. Yan dünyanın, henüz hak ve ödevlerde kadınerkek eştlğn kavramaya hazır olmadığı br zamanda, bundan on beş asır önce İslâm bunu gerçekleştrmştr. Modern zamanlarda hâlâ kadın-erkek eştlğnn tam gerçekleştrlemedğ toplumlar vardır. slâm tarihi boyunca ve günümüzde, Müslüman toplumlarda kadının ev dışında, tarım ve ticaret alanında çalışması veya çalışmaması hiçbir zaman tartışılmamıştır. Kadın da başkasına bağımlı olmaksızın ya kendi kendisine iş yapmış ya da eşiyle, diğer aile bireyleriyle birlikte çalışmıştır. Kadın, her zaman günlük hayatın bir parçası olarak telakki edilmiş ve kendi kendisine yeter bir varlık olarak algılanmıştır. Medenî hakları kullanma ve medenî haklardan yararlanma bakımlarından kadınla erkek arasında bir fark gözetilmemiştir. Ancak İslâm dininin kendi sistemi içerisinde ve kadının da cinsiyeti bakımından özel durumları gözardı edilmemiştir. Bugünkü çalışma ve sağlık mevzuatının getirdiği bazı sınırlamalara ya da pozitif ayrımcılığa İslâm hukuk sisteminde de rastlanır. Bunlardan birkaçının kısa açıklaması aşağıda yapılacaktır. İlke olarak Kur’ânda şu hüküm yer alır: “Bir de Allah’ın kiminize, kiminizden daha fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere çalışmalarından nasipleri olduğu gibi kadınlara da çalışmalarından nasipleri vardır. Çalışın da daha hayırlı şeyleri Allah’ın fazlından isteyin. Allah her şeyi hakkıyla bilir.”1 Kadın-erkek arası ilişkilerin genelde eşitliği ve iyi niyetle sürdürülmesi konusunda ise, “… Eşleriniz sizin elbiseleriniz, siz de eşlerinizin elbiselerisiniz. Allah nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için yüzünüze bakıp, size bu lütufta bulundu. Artık bundan böyle onlara yaklaşıp Allah’ın sizin için takdir buyurduğu neslin arayışı içinde olun…”2 Kur’ân’ın çalışma hayatıyla ilgili hükümlerine gelince; “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Bu gayretinin meyvesi ve ürünü MART 2014 105 de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir….”3 İşte burada din ve cinsiyet ayırımı yapılmaksızın herkesin çalışma hakkı olduğu ve bunun da yeterli karşılığını yakında göreceği vurgulanmıştır. Nitekim fakihlerin çoğu; “Kadının yaptığı iş dolayısıyla aldığı ücret veya ticaretten kazandığı para, erkekten bağımsız olarak müstakilen kendisinindir, içtihadını sıklıkla vurgulamışlardır.4 O nedenledir ki, İslâm miras hukukuyla aile hukukunda mal rejimi bakımından; mal ayrılığı sistemi benimsenmiştir. Kadın, kocasının borçları için açıkça kefâlet, güvence vermedikçe kendi malı ile kocasının borcundan sorumlu değildir. Günlük hayatta kadın bir obje değil bir süjedir, erkekle eşdeğer bir konuma sahiptir. Bir diğer âyette; “Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır. Onlar iyilikleri teşvik edip kötülükleri menederler. Namazı hakkıyla yerine getirir, zekâtı verir, Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte onları Allah geniş rahmetine mazhar edecektir. Çünkü Allah, Azîz’dir, Hakîm’dir.”5 buyurulur. Hz. Peygamber toplumdan biat aldığında, o toplumda bulunan kadın ve erkekleri eşit ve aynı oya sahip tutmuştur. Onlara da görüşlerini sormuş- 106 MART 2014 tur. Ne cinsiyeti ne de dindeki yeri ve inancı bakımından kadın için bir ayrım yapılmıştır. Aile hayatı, iki farklı cinsin birlikteliği olunca elbette burada da taraflar arasında bir uyum ve âhenk aranacaktır. Türkçemizde güzel bir söz vardır; “Yuvayı dişi kuş yapar.” Gerçekten çok doğrudur. Yuvanın yapılışı sadece materyal bakımından değil, moral ve çocukların eğitimi bakımından da önemli ve gereklidir. Toplumdaki bozulmaların en temel sebebi, yavruların anne-baba sevgi ve şefkatinden, ilgisinden mahrum kalmalarından, aile içi eğitimlerin tam olarak yerine getirilmeyişidir. İslâm’ın getirdiği örtünme kurallarına ve kendisine nikâhı düşen bir yabancı ile tek başına baş başa kalınmaması emrine uymak koşuluyla, kadın da erkek de günlük hayatta şahsına ve cinsiyetine uygun her işte çalışabilir. Anılanın dışında herhangi bir sınırlama da yoktur. Elbette bu, aile içi sorumlulukları paylaşma ve masraflara katılma kadının ödevi değildir, anlamına gelmez, getirilemez. Aile içi masraflar tamamen erkeğe ait, onun sorumluluğu altındadır da denilemez. Aile hayatı her zaman müşterektir. Günlük hayatta kadın çalışmak için başkasının izin ve icâzetine muhtaç değildir. İslâm hukukçuları ta- rafından tartışmaya açılan iki konu vardır; kadının devlet başkanı olabilmesi ve kadının hâkim olabilmesi. Devlet reisinin gerektiğinde savaşlara komuta etmek ve ibadetlerde öne geçip imamlık yapmak gibi sorumlulukları olduğundan ve bu görevleri de ancak erkeklerin yapabileceğinden hareketle, kadınların Devlet reisi olması olumlu karşılanmamıştır. Ama tarih boyunca Müslüman toplumlarda hatunlar hep hakan ya da sultanların yanında olmuş, devlet yönetimine bizzat katılmışlar, sultanları yönlendirmişlerdir. Diğer taraftan, hukuk davalarının çözümünde tek hâkimli ya da heyet halinde çalışan mahkemelerde kadının hâkimlik yapabileceği ifade edilmiş, ancak, ceza (cinâyet) davalarında, ceza yargılamasında böyle bir görevi üstlenemeyeceği kanaati belirtilmiştir.6 İslâm Hukukunda Kadın-Erkek Eşitliği İlkesi Bu ilke, genel eşitlik ilkesinin bir parçası, bir bölümüdür. Bir başka ifadeyle bu ilke, eşitlik ilkesinin, günlük hayatta uygulanış türüdür. Kadın-erkek eşitliği görüşü, İslâm’da kanun koyucunun genel ilkeleri rastgele değil de bir yararı gerçekleştirmek veya bir zararı önlemek, gidermek için koyduğunun açık bir kanıtıdır. İslâm hukuk sisteminde genel kural şudur: Hak ve ödevlerde kadınla erkek eşittirler. Kadın da erkeğin sahip olduğu her türlü hakka sahiptir ve erkek kadar sorumluluğu vardır. Müslüman toplum erkek ağırlıklı bir toplum da değil, kadın ağırlıklı bir toplum da değildir. Aile hayatında erkeğin kadına karşı yükümlülükleri olduğu gibi, kadının da erkeğe karşı yükümlülükleri vardır. Kadının erkek üzerindeki hakkı karşılığında, erkeğe karşı bir kısım görevleri, ödevleri vardır. Erkeğin de kadının üzerindeki hakkı karşılığında, kadına karşı bir kısım yükümlülükleri ve görevleri vardır. Bu konu “… Erkeklerin hanımları üzerinde bulunan hakları gibi, hanımların da kocaları üzerinde meşru çerçevede hakları vardır. Şu kadar ki, erkeklerin onların üzerindeki hakları bir derece daha fazladır...”7 Burada geçen bir derece fazlalık ve farklılık İslâm hukukçularının çoğu tarafından ev reisliği, erkeğin sorumluluğu ve çocukların nesebi, nafakalarının temini bakımındandır. Kadın-erkek arasındaki eşitliği, İslâm hukuku genel kural şeklinde saptamakla birlikte, erkeğe kadın karşısında bir özellik tanımış durumdadır. Erkeğe sağlanan bu özelliğin sınırını Kur’ân şu âyetle çizmiştir: “Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdirler. O sebepledir ki, Allah onlardan kimini (kimi erkekleri) kiminden (ka- MART 2014 107 İslâm hukuk sstemnde genel kural şudur: Hak ve ödevlerde kadınla erkek eşttrler. Kadın da erkeğn sahp olduğu her türlü hakka sahptr ve erkek kadar sorumluluğu vardır. Müslüman toplum erkek ağırlıklı br toplum da değl, kadın ağırlıklı br toplum da değldr. dınlardan) üstün kılmıştır. Bir de erkekler mallarından infak etmektedirler.”8 İslâm’a göre, erkek, hiç kuşkusuz, kadının ve çocukların yetiştirilip eğitilmelerindeki masraflarını karşılamakla yükümlü ailenin ilk sorumlu kişisidir. Bu durum, İslâm hukukundaki “Külfet nimete, nimet külfete göredir.”, “Ganimet garamete göredir.”8 ilkelerinden kaynaklanır. Erkek başkanlığa ve ailenin ortak işlerini idareye daha çok hak sahibidir, bu durum da erkeğe büyük sorumluluk yüklemektedir. Erkeğin sorumluluğuna karşılık olarak, ona bu üstünlük tanınmıştır. Nitekim özel hukukta, medeni ilişkiler ve borç ilişkilerinde de durum böyledir. Bir şeyin yararına erişmek isteyen kişi, o konudaki zarara ve külfete de katlanmak zorundadır. Mesela paydaşlardan her biri ortak maldaki hisselerine göre kâr aldıkları gibi, malın gerektirdiği masraflara da ona göre katlanırlar. Paydaşlıkta ortaklar evin kirasından paylarına göre yararlanabildikleri gibi evin tamirine de hisseleri oranında katlanırlar. Taşınmaz malın tapuya tescil edilmek suretiyle satışında müşteri tescil masrafını öder. Çünkü tescil iş ve işlemlerinde onun yararı bulunup, masraflarına da onun katlanması gerekir.9 İşte bu genel ilke, İslâm’da yetki sahiplerinin, başkalarıyla olan ilişkilerini düzenlemekte, yetki ve sorumluluklarını belirlemektedir. Hz. Peygamber (sav) “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden, idare ettiklerinizden sorumlusunuz. Devlet reisi çobandır ve idare ettiklerinden sorumludur. Erkek, ailesinin çobanıdır ve idare ettiklerinden sorumludur. Kadın, kocasının evinde çobandır ve idare ettiklerinden sorumludur.”10 buyurmakla bu bireysel ve ortak sorumluluklara değinmiştir. Ailede karı-kocadan her birinin özel mesele ve işlerinde kendi aralarında böyle bir üstünlükleri sözkonusu değildir. Yani bu 108 MART 2014 gibi durumlarda, her ikisi birbirlerine eşittirler. Erkek, hanımını kendi özel işlerini yürütmekten men edemez. O konularda kadın, kocasının izin ya da icâzetini almak zorunda değildir. Meselâ kadın, bir takım mülkler edinebilir, şirket kurabilir ve bunlardan doğan haklarını kullanabilir. O kadını; babası ya da kocası bu işlerinde kısıtlayamaz, ona müdahale edemezler. Böyle bir hakları da yoktur.11 İslâm; indiği günden beri, kadına ve erkeğe bu düzeyde bir değer vermiştir. Yani dünyanın, henüz hak ve ödevlerde kadın-erkek eşitliğini kavramaya hazır olmadığı bir zamanda, bundan on beş asır önce İslâm bunu gerçekleştirmiştir. Modern zamanlarda hâlâ kadın-erkek eşitliğinin tam gerçekleştirilemediği toplumlar vardır. Günümüzde bile bazı yerlerde yürürlükte bulunan seküler kanunlarda kadınlara; kocalarının izni olmaksızın özel işlerinde tam bir fiil ehliyeti tanınmadığı gibi gelenekçi toplumlarda da kadının toplumdaki yerine ve konumuna bakış geleneğe göredir ve daha bir geridir. İslâm ve birden fazla kadınla evlilik sorunu: Bu sorun hem gayr-ı Müslimlere hem de kendi nefsine düşkün Müslümanlara göre sanki Müslümanlıkta genel ve baskın-yaygın bir ilke imiş gibi algılanır. Birden çok kadınla evlilik, çoğu zaman istisnâî bir uygulama olarak karşılanır. Bu durum İslâm’da sanki genel bir kural ve uygulama şeklinde düşünülüp algılanmakta, dolayısıyla Müslümanlara da öyle bakılmaktadır. Kişisel ve cinsel duygularını öne çıkaran bilgi eksikliği sahibi Müslümanlar da böyle algılayıp uygulamaya kalkışmaktadırlar. Bir diğer ifadeyle kuralı istisna, istisnayı da kural haline getirmektedirler. Konuyla ilgili âyet; “… Size helâl olup arzu ettiğiniz diğer kadınlarla iki, üç veya dört hanım olmak üzere evlenin. Eğer bu takdirde de aralarında adaleti gerçekleştirmekten endişe ederseniz, bir kadınla … yetinin. Bu durum, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.”12 Burada erkek için dörde kadar eş ile nikâhlanma ruhsatı (istisnası) verilmektedir. Fakat eşler arasında adaleti gerçekleştiremeyen, âhirette olacağı gibi, dünyada da perişan olur. İndiği günden beri İslâm, erkeğin, maddî güç ve kuvvetinden, adâletli davranmasından emin olması şartıyla birden fazla kadınla evlenmesine müsaade etmiştir. Eğer erkek, eşleri arasında âdil olamayacağını biliyor ve âdil olamayacağından korkuyorsa, ancak bir kadınla (kuralı) evlenebilir. Böyle bir durumdaki erkeğe birden fazla kadınla evlenme yasağı konulmuştur. İslâm, kendi özel hukuk mantığına ve beşerî yaratılışa uygun olarak, birden fazla kadınla evlenmeyi kabul ederken, evliliğin amacıyla bağdaşan kurallar koymuştur. Zira İslâm, zinayı kesinlikle yasaklamış, en ağır cezalar koymuştur. Bir taraftan zina yasaklanırken, diğer taraftan da insanlar zinâya yönlendirici eylemlerden vazgeçmeye çağrılmıştır. Kişiler, hukuk dışı cinsel ilişki kurmaya yönlendirici sebeplerle karşı karşıya bırakılmamıştır. Tek kadınla evlilik kuralı, insanları; başka kadınlarla veya başka erkeklerle bir bakıma yasadışı yollarla cinsel ilişki kurmaya yönlendirici olabilmektedir. Dünyada kadın nüfusunun erkek nüfusundan fazla olduğu savaşlar sonrasında, kadın nüfusun sayıca erkek nüfusundan fazla olması, insanları yasadışı yollara yönlendirebilmektedir. Birden fazla kadınla evliliği yasaklamak, birçok kadının önünde evlenme imkânı varken evlilikten mahrum kalmalarına, yaratılışı ve duygularıyla savaşmalarına yol açmakta, zorlamaktadır. Bu türlü bir nefis mücadelesinde birçokları genellikle başarısız kalmakta, sonunda zina fiiline razı olur durumlara düşmektedirler. Cinsel saldırı suçlarında artış, yabancılarca kirletilen hayâ duyguları ve namuslar, toplumun yüz karası ve de kanayan yarasıdır.13 İslâm cinsel duyguların kuvvetini, hakkaniyetle takdir etmiştir. Erkek ve kadını, beş on kişinin başardığı fakat pek çoğunun başaramadığı bir imtihana tâbi tutmamıştır. Çalışan Kadınlar, İşyerinde Taciz Olayları ve Hukukî Sorunlar vermektir. Bunun sistemli uygulanmasına, ileri götürülmesine ise psikolojik savaş denilir. a) Psikolojik tacize uğrayanların genel özellikleri şöyle özetlenebilir: • İşini çok iyi, hatta mükemmel yapan kişiler, • İlişkileri olumlu ve çevresindekilerce sevilenler, • Çalışma ilkelerinden ödün vermeyenler, • Bağımsız ve buluşçu olanlar, b) İşyerinde tacize (mobbinge)maruz kalan çalışanların karşılaşmaları muhtemel olaylar da kısaca şöyledir; • Çalışanların şerefi, doğruluğu, güvenirliği ve meslekî yeterliliğine saldırılar başlar. Bazan bunun tersi de olabilir; meslekî yeterliliği sorgulandığında bu o kişiye güvenilemeyeceği anlamını ifade eder, • Olumsuz, küçük düşürücü, yıldırıcı, taciz edici davranışlar şeklinde olur Mesela, verilen süre içinde başarılması zor görevler vermek, diğer çalışanlardan izole edilmek, kendisinden bilginin saklanması, çalışma kurallarının sıkça değiştirilmesi gibi. • İşyerinde oluştuğu ileri sürülen hatalı durumların, tacize maruz kalanca oluşturulduğu kanısının yaygınlaştırılması, başarılı bir kişinin birdenbire yetersiz gösterilmesi gibi. Sosyal bilimlerde, özellikle de çalışma hayatında son zamanlarda bir teknik terim olarak kullanılan mobbing kelimesinin dilimizdeki karşılığı; tacizde bulunmak, rahatsız etmek, suç hukuku noktasından cinsel ve psikolojik rahatsızlıklarda bulunmak anlamlarındadır. Mobbing, bazılarının ifadesiyle bir psiko-terördür; düşünce ve inanç ayrılığından tutun da, kıskançlık ve cinsiyet ayrımına kadar uzanan bir alanda rahatsız edici eylemler olabilir. Günümüzün büyük bir kısmının geçtiği işyerlerinde “mobbing”in en basit anlamı; duygusal taciz etmek, rahatsızlık MART 2014 109 le gerçekleştirilmesi hâlinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza yarı oranında artırılır.” Yine TCK “Cinsel taciz” kenar başlığını taşıyan md. 105’de “(1) Bir kimseyi cinsel amaçlı olarak taciz eden kişi hakkında, mağdurun şikâyeti üzerine, üç aydan iki yıla kadar hapis cezasına veya adlî para cezasına hükmolunur. (2) Bu fiiller; hiyerarşi, hizmet veya eğitim ve öğretim ilişkisinden ya da….. aynı işyerinde çalışmanın sağladığı kolaylıktan yararlanılarak işlendiği takdirde, yukarıdaki fıkraya göre verilecek ceza yarı oranında artırılır. Bu fiil nedeniyle mağdur; işi bırakmak, okuldan veya ailesinden ayrılmak zorunda kalmış ise, verilecek ceza bir yıldan az olamaz.” • Taciz kurbanın itibarını kaybetmesine, yıldırılmasına, onu yanıltmaya yönelik olması ve kendisine karşı utandırmaya yönelik eylemler şeklinde ortaya çıkabilir. İşte tüm ihtimallere binaen son zamanlarda sendikalar TİS taslaklarına “Sendika Üyeliğinin Güvencesi” başlığı altında; işyerinde tacize (mobbinge) de yer vermeye başlamışlardır. Çalışma hayatında çok yaygın hale gelen; işyerlerinde psikolojik tacizin önlenmesi amacıyla; 19/03/2011 tarih ve 27879 sayılı RG’de yayımlanan 2011/2 sayılı Başbakanlık “İşyerlerinde Psikolojik Tacizin (Mobbing) Önlenmesi Genelgesi” yayımlanmıştır. Yukarıya özet olarak çıkarılan ve işyeri barışını olumsuz etkileyici her nevi girişimler yasaklanmıştır. Bunlar, her kim olursa olsun, kişinin verimliliğini azaltır, psikolojisinin bozulmasına ve sağlığının kaybına neden olur. Genelgeyle çalışanlar arasında “Eşit Davranma Yükümlülüğü” zorunlu hale getirilmiştir. Yakın zamanlara kadar işyerinde psikolojik tacizle ilgili engelleyici yasal doğrudan düzenlemeler bulunmamaktaydı. 4857 sayılı İş Kanunu’nda dolaylı tarzda düzenlemeler bulunuyordu. Psikolojik tacize maruz kalan işçiler İş Kanunu’nun 5’inci maddesinde öngörülen; ı. İş ilişkisinde dil, ırk, cinsiyet, siya- 110 MART 2014 sal düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplere dayalı ayrım yapılamayacağı; ıı. İşverenin, biyolojik veya işin niteliğine ilişkin sebepler zorunlu kılmadıkça, bir işçiye, iş sözleşmesinin yapılmasında, şartlarının oluşturulmasında, uygulanmasında ve sona erdirilmesinde, cinsiyet veya gebelik nedeniyle doğrudan veya dolaylı farklı işlem yapamayacağı; ııı. İşçinin cinsiyeti nedeniyle özel koruyucu hükümlerin uygulanmasının daha düşük bir ücretin uygulanmasını haklı kılmayacağı, vb. sınırlamalar getirilmiş ve uyulmama durumunda işçinin, 4 aya kadar ücreti tutarındaki uygun bir tazminattan başka yoksun bırakıldığı haklarını da talep edebileceği vurgulanmıştır. Konunun isbatı ve diğer sorumluluk boyutları için de İş Kanunu’nun 20’inci ve 24’üncü maddelerinde kurallar yer alır. Şayet, çalışanın cinsel tacize uğraması ve bu durumu işverene bildirmesine rağmen gerekli önlemlerin alınmaması gibi ahlâk ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri söz konusu ise işçi, süresi belirli olsun veya olmasın iş sözleşmesini, sürenin bitiminden önce veya bildirim süresini beklemeksizin feshedebilecektir. Durumun TCK boyutuna gelince; Kanun “Çocukların cinsel istismarı” kenar başlığını taşıyan md. 102/3. fıkrada; “Cinsel istismarın…. hizmet ilişkisinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiy- Buraya kadar verilen bilgiler ışığında şunları ifade etmek mümkündür: Bu tür suçların mağdurları, maalesef çoğu kez bayanlardır. Eski Türk filmlerinde ofislerde veya fabrikalarda çalışan kadınların maruz kaldıkları taciz olayları filmin ana konusunu oluşturuyordu. Sonunda ya zoraki evlilikler, aile yuvası perişanlıkları oluyor ya evlilikler yıkılıyor vs. vs. Şimdilerde bu türden olaylara toplum nerede ise kanıksadığından o konular rafa kalkmış vaziyettedir. Ama gerçek hiç de öyle değildir ki, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Başbakanı konu hakkında GENELGE çıkarma lüzumunu hissediyor. Burada, psikolojik tacize maruz kalanlara Çalışma ve Sosyal Güvenlik İletişim Merkezi Alo 170 üzerinden psikologlar vasıtasıyla yardım ve destek verilmesi bir ödev haline getirilmiştir. İslam hukuku açısından konuya göz atıldığında şunlar ifade edilebilir: Kur’an’da “... Kim Allah’ın sınırlarını aşar, tecavüz ederse, onlar zâlimlerin tâ kendileridir...”15 buyurulur. İslâm’ın izin vermediği sahalarda hukukî işlemler yapma ve şartlar ileri sürmeyi yasaklayan hadisler bulunmaktadır. Meselâ “Kim emrimizin olmadığı (İslam ilkelerine uymayan) bir işi işlerse o iş kabul görmez, geçersizdir.”16; “İnsanlara ne oluyor ki, Allah’ın Kitabı’nda bulunmayan şartları ileri sürüyorlar. Kim Allah’ın Kitabı’nda olmayan şartları ileri sürerse, (bu şartlar yüz tane de olsa) geçerli değildir.”17; “Müslümanlar arasında sulh anlaşması caizdir. Ancak helali haram, haramı helâl hale getirenler yasaktır. Müslümanlar arasında her türlü şart geçerlidir, yerine getirmek mecburîdir. Ancak helâlı haram, haramı helâl kılan şartlar yerine getirilmez”18. Demek oluyor ki, örf ve âdet anlaşmazlığı giderici olduğunda ve temel ilkelere de ters düşmediğinde, iş hayatında da olsa kabul edilen şartla iş sözleşmesi yapmak geçerlidir. Osmanlı dönemi hukuk uygulamasında özel hukuk alanındaki uygulamaları ve hukukî sorunları düzenleyen Mecellede “Kitabü’l-İcâre” (kira ve insan istihdamı konularını içeren Kitapta) ve diğer borç ilişkilerinde hâkim ilkeler az önce anılanlardır. Pek tabiî Osmanlı toplumu daha çok tarımcı bir toplum olduğundan toplu işçi istihdam edilen yerler, iş merkezleri yok denecek az idi. Tarım sektöründe de çoğu kez aile ziraatı ve imece usulü uygulanıyor, bırakınız tacizi herkes birbirlerine fedakârlık gösteriyor, yardımda bulunuyordu. Ama siz günlük hayatta hukukun etik kurallarla, tabiî hukukun temel ilkeleriyle ilişkisini keserseniz, sonunda daha çok psikolojik taciz olayları ortaya çıkar, önlemek için de nice genelgeler yayımlanır… 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 Kur’ân, en-Nisa 4/32. Kur’ân, el- Bakara 2/187. Kur’ân, en-Necm 53/39-41. Bu konuda ayrıntılı bilgi için Bak Akşit, M. Cevat; “Kadının İş Hayatında İslâma Göre İstihdam”, I. Uluslararası İslâm Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi Kitabı s. 65, Konya 1997. Kur’ân, et-Tevbe 9/71. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bak Akşit; a.g.m., s. 56 vd. Kur’ân, el-Bakara 2/228. Kur’ân, en-Nisâ 4/34. Mecelle, md. 88. Müşterek mülkiyetle ilgili MK md. 694-697, Âriyetle ilgili BK md. 301 v.s. hükmü de Mecellenin bu 88. maddesindeki prensipten ortaya çıkmaktadır. Buharî, cuma 11, cenâiz 32. Müslim, imare 20. Ebû Davud, imare 1. vs. Bugünkü modern hukuk sistemlerinde kadınlar, bazı konularda hâlâ sınırlı tam ehliyetlilerden sayılır. Kadın, günlük hayatta mutadın üstünde işler yaptığında, işlemin geçerliliği kocasının açık iznine bağlanmıştır. Bu tür yaptığı işlerde kocasının iznini alması gerekmektedir. O nedenledir ki, bir şirkete sınırsız sorumlu ortak olması, bir otomobil alması... gibi işlerde kocasının iznine gerek duyulur. Kur’ân, en-Nisâ 4/3. Son zamanlarda zengin batı ülkeleri ve zenginleri, toplumlarında tek kadınla evlilik esasını benimseyen ve bunu emreden kuralları uygularlarken, sekreterleriyle sürdürdükleri hukukdışı ilişkileri gazetelerde yer aldığı gibi, Uzak Doğu ülkelerine düzenledikleri şehvet turizmleri de yine gazetelerde boy boy yer almaktadır. Uzak doğunun ve diğer kıtaların fakir ülkelerinin büyük bir gelir kaynağı, maalesef, bu tür şehvet turizmi olmaktadır. Kur’ân el-Bakara 2/229. Müsnedü Ahmed, c. 6/s. 146, 180. İbnü Teymiye, Nazariyetü’l-Akd, s. 15, Medine 1949; Ebu Zehra; el-Mülkiyye ve Nazariyetü’l-Akd, , s. 245-246, Kahire 1939; Senhûrî, Masâdıru’l-Hak li’l-Fıkhi’l-İslâmî, c. 3/187, Mısır 1967. Şevkani; Neylü’l Evtâr, c. 5/225, Mısır 1357 h.; el Aclûnî, Keşfü’l Hafa, c. 2/ s. 209, nu: 2303, Beyrut 1351 h. MART 2014 111 haber “17 Aralık Süreci ve HSYK Düzenlemesi” Çalıştayı SDE Genel Merkezi’nde 17 Aralık Süreci ve HSYK Düzenlemesi çalıştayı yapıldı. Türkiye’de 17 Aralık süreci ile başlayan “paralel devlet” yapılanması, halka hesap verme yükümlülüğü olmayan bürokratik güçlerin halkın tercihleriyle oluşan meşru siyasi iktidarı düşürmeye çalışması, örneği az rastlanan yeni bir vesayetçi anlayışı yansıtmaktadır. Bu süreç Türkiye’deki darbe ve vesayet tartışmaları açısından yeni bir vak’a olarak incelemeyi ve üzerinde düşünmeyi hak etmektedir. ile bazı iş adamlarının da aralarında bulunduğu tutuklama dalgası, üç ayrı dosya kapsamında yapıldığı halde kamuoyuna tek dosya halinde yapılıyormuş gibi yansıtıldı. SDE Genel Merkezinde, moderatörlüğünü SDE İç Politika ve demokratikleşme Programı Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz’ın yürüttüğü çalıştaya, SDE Başkanı, Program Koordinatörleri ve SDE uzmanlarının yanı sıra diplomasi uzmanı, gazeteci, yazar ve akademisyenler katıldılar. Son dönemde yolsuzluk ve rüşvet görüntüsü altında yürütülmeye çalışılan operasyonun bütün yönleriyle masaya yatırıldığı çalıştay 18 Şubat 2014 tarihinde yapıldı. Süreç, önemli sayılabilecek bir kabine değişikliğini de beraberinde getirdi. Bu arada, 25 Aralık günü yapılmak istenen operasyon son anda engellendi. Öncekine göre daha kapsamlı olduğu sonradan anlaşılan operasyonun engellenmesi belki de ülkeyi uçurumun sınırından kurtaran bir hamle oldu. Kamuoyu tarafından yakından takip edilen operasyon süreci, daha önce duyulmayan yeni kavramların da gündeme gelmesine sebep oldu. ‘Paralel Devlet’, ‘Paralel Yapı’ gibi kavramlar ülke gündemine girdi. Emniyet’ten, adli mekanizmalara, TÜBİTAK’tan TİB’e varana kadar birçok yerde paralel yapılanmalardan bahsedildi. Ortaya çıkan dinlemeler, ses ve görüntü kayıtları olayın ahlaki zeminden kaydığını ve kazanmak için her şeyin meşru olarak gösterildiği paylaşıldı. Bilindiği üzere, 17 Aralık 2013 günü yolsuzluk ve rüşvet gibi toplumun hassas olduğu iki konu ön plana çıkartılarak, bakan çocukları başta olmak üzere birçok kişinin tutuklandığı bir operasyon başlatıldı. Halkbank Genel Müdürü Çalıştay’da; 17 Aralık Süreci ve HSYK düzenlemesindeki tespitler ve öneriler (öncelikli öneriler – orta vadeli öneriler – uzun vadeli öneriler) rapora dönüştürülerek kamuoyu ile paylaşılacak. 112 MART 2014
© Copyright 2024 Paperzz