www.dergibursa.com.tr Aralık 2014 - December 2014 Yıl / Year: 4 - Sayı / Issue:24 Fiyat› / Price: 10 MÜTAREKE BİNASI • MİLANO • YEŞİLÇAM • ANGELINA JOLIE • VİVALDİ • İSMAİL BUZCULAR • DEĞİŞİM 1 editör notu editor’s note En g i n Ça k ı r Değişmesini istedikleriniz; ta kendiniz What you wish to change; yourself Öncelikle korkmayın bu bir “kişisel gelişim” yazısı değil... Ne çok şey değişti değil mi? Size söylüyorum. Annenizden meme istediniz daha sonra büyüyüp koca adam oldunuz mesela. Sahip olduğunuz her şey yarın bambaşka bir halde olabilir. Sakın kötümser olmayın, her şey sizin istediğiniz gibi olacak. 21. sayımızda derinlemesine ele aldığımız temamız “değer” kavramının, bu sayıdaki temamız “değişim” ile güçlü bağları var. Zamanı düşünün. Nicelik olarak devamlı bir devinim içerisindedir. Bu durum bizi de dönüştürür. Bugün belli bir değer taşıyan herhangi bir şey, yarın başka bir değer taşıyor olabilir. İşte değişen bu zaten. Bizim bunu fark etmemiz. Diğer bir deyişle hep sitem ettiğimiz “kaybolup giden yıllar” değildir, yılların bizde yarattığı değişimleri anlamamızdır: Çocukluk arkadaşınız çok değişmiştir veya yüzünüz birazcık kırışmıştır. Siz lisedeyken buralar hep bademlikti örneğin. Doğum ve ölüm arasında değişen bir şey yok mu? İhtiyacınız olduğu anda size sırtını çeviren dostunuz artık tanıdığınız kişi değildir. İnkaya Çınarı siz en son gittiğinizde yemyeşilken, bugün onu mevsim çırılçıplak yapmıştır belki. Beraber büyüdüğünüz köpeğiniz yaşamını yitirmiştir ve yalnız hissediyorsunuzdur. Minik 2 kızınız artık gelin olmuştur da siz bunu ancak evden ayrıldığı gün sarılıp ağlarken idrak etmişsinizdir. Eskiden çakı gibi bir delikanlı iken, şimdi merdivenlerle probleminiz vardır kim bilir. “O” hayatınıza girmeden önce yaşamıyor gibiydiniz sanki, değil mi? Anneniz artık yanınızda değildir belki. Cumhuriyet kurulurken okuma yazma oranı yüzde 1 iken şimdi durumun tam tersi olması bize bir şeyleri anlatıyordur herhalde. Açın hatıra defterlerini, fotoğraf albümlerini; neler değişmiş daha net görebilirsiniz. Değiştirmek istemenin, değişmek isteğiyle ilintili olduğunu düşünüyorum bir de. Doğanın ya da insanın en eski, en kaçınılmaz isteği bu. Her şeyi kontrol etmek, değiştirmek istiyoruz. Dünyayı, arkadaşlarımızı, ailemizi, hayatımızda değer taşıyan her şeyi. Fakat esas değiştirmek istediğimiz kendi dünyamız bence. Her şey gönlümüze göre olsun isteği. Ancak değişmesini istemediğimiz First things first: do not be scared, this is not a “personal development” article… A lot of things changed, right? I am telling you. For example you wanted milk from your mother and now you are a grown up. All that you have now can be something else tomorrow. Do not be pessimistic, everything will be as you wish it to be. The concept of “value” that we examined in detail in our 21st issue has strong ties with our current subject of “change”. Think of time. With regard to quantity, it is in a constant change. This also transforms us. What has value today may have a different value tomorrow. That is what changes. Our awareness of this. In other words, it is not “long lost years” that we have always reproached; it is the fact that we now understand the changes those years make on us: your childhood friend has changed or there are now wrinkles on your face. For example all surrounding areas here were covered with almond trees when you were at high school. Isn’t there anything that changes between being born and dying? Your friend who turns his back on you in your time of need is no longer the person you know. Inkaya Sycamore was covered with green leaves the last time you saw it, but now maybe the seasons have shed all its leaves now. The dog you’ve grown up with has died and you may be feeling all alone. Your little daughter has now become a bride and you might have realized this right at the moment when she is leaving the house and you hugged her crying. Maybe you are having problems with stairs whereas once you were a very active young man. It’s as if you were not living before that significant “OTHER” entered your life, right? Maybe your mother is no longer with you. The fact that the rate of literacy was 1 percent when the Republic was founded and that today it is just the opposite should be telling us something. Open up your diaries; photo albums; you will see all that has changed even more clearly. I believe that wanting to change something is associated with wanting to change one’s own self. This is the oldest and the most inevitable desire in life. We want 3 editör notu editor’s note şeyler ne olacak? Ya birisi de onları değiştirmek isterse? Çokça duyduğunuz bir ifadeyi şöyle tarif edeyim ben de naçizane: “Ezelden ebede değeri hiç yerinden kıpırdamayan, değişimin ve dönüşümün ta kendisi...” Bence değişimin diğer ismi insan. Bunun için altın anahtar ise çaba. Siz hiç spor yapmadan sağlıklı ve atletik vücudu olan birisi gördünüz mü? Rahmet bekleyen zatlarımız, zahmeti de görür elbet. Yeni yıldan hepimiz hayatımıza dair değişimler bekliyoruz. Rüzgarın yön değiştirmesini. Hep bizden yana esmesini. Çeşitlilik değişimi zaten getirecek hayatımıza. Çevreniz, yaşamınız, duygularınız, vücudunuz neredeyse her şey değişecek hiç merak etmeyin. Kendinize “mutant” muamelesi yapmayın sakın. Başkaları ya da başka şeyler değil, seçeneklerinizi siz belirleyin. Musluğu açmak da kapatmak da mümkün. Hayatınızda ne değişsin istiyorsanız yüzünüzü o yana çevirin ve metamorfoz geçiren bir kaya gibi ağır hareket etmektense kendi geri sayımınızı kendiniz yapın ve yeni yıla istediğiniz şeyleri elde edebilmek için, kendinizi değiştirin. Yüksek oranda değişim içeren bir sayı hazırladık. Planda tüm ayrıntılar var. Keyifli okumalar. Mutlu seneler. to control and change everything. The world, our friends, our family, everything that is valuable in our lives. But I believe that what we actually want to change is our own world. The desire we feel for everything to be after our own heart. But, what about the things that we don’t want to change? What if someone wants to change them? Let me try to define an expression we hear so often: “Change and transformation itself, the value of which has not changed from all eternity…” I think that another name for change is ‘human’. The golden key for this is effort. Did you see anyone with a healthy and athletic body without working out? Those who await grace are bound to see effort as well. blow in our way. Variety will bring forth change in our lives anyway. Your environment, your life, your emotions, your body; almost everything around you will change, do not worry. Do not behave as if you are a “mutant”. You select the options, do not let others or other things do so. It is possible to open the tap as well as to close it. Turn your head towards whatever you wish to change in your life; make your own countdown instead of acting slowly like a rock undergoing metamorphosis and change yourself in order to get what you want. We prepared an issue with a high dose of change. All details are in the plan. Enjoy reading. Have a happy new year. All of us expect changes for our lives in this coming year. For the wind to change its course. For it to plan 4 bursa dokusu bursa motifs Gençleşen bir eski dost Patience leads to world heritage A friend who keeps on getting younger 24 hayat hikayesi the story of life “Buzcular”ın vefalı emaneti İsmail Buzcular The faithful entrust of “Buzcular” (Icemen) İsmail Buzcular 38 38 tema theme Bu yazı yüksek oranda “değişim” içeriyor This article contains high doses of “change” 46 geçmiş zaman kipinde the past tense Sahi ne oldu o esas kıza? Whatever happened to that girl in the leading role? 56 estetik estetic “Kepçe kulak”lara ameliyatsız çözüm - Op.Dr. Bülent Cihantimur Non-surgical solution to “Prominent Ears”- Op.Dr. Bülent Cihantimur 70 film şeridi storyboard Asi bir punk’tan, iyi niyet elçisi bir anneye... From a rebellious punk to an ambassador of good will mother… 72 evrensel sanat universal art Dört mevsim değişmeyen değer Four seasons unchanging value 86 kitabi literary Bir parsla göz göze gelince değiştim - Emine Civanoğlu I was transformed when I made eye contact with a leopard 90 gezi-yorum travel-ing Neredeyse Tuz Çölü Where in the world is Salt Lake 92 uzaktaki yakın so far so close Futbol soslu moda başkenti Fashion capital with a football dressing on the side 104 5 arka plan masthead Yayıncı / Yapımcı / Yönetim Publisher / Producer / Management Yıl: 4 Sayı: 24 / Aralık 2014 ISSN: 2146 - 1457 Yerel Süreli Yayın (2 Aylık) Yayın Dili: Türkçe - İngilizce Year: 4 Issue: 24 / December 2014 ISSN: 2146 - 1457 Local Periodical Publications (2 Months) Publication Language: Turkish - English İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni Owner and Director Engin Çakır (Sorumlu) [email protected] Koordinatör Coordinator Emine Korku [email protected] Yazı İşleri Editorial Çekirge Mah. Selvili Cad. No:12 Çelebi 2 Apt. D.1 Osmangazi / BURSA T. (0224) 233 87 11 w w w.photographica.com.tr dergi bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. dergi bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır ve tüm sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzin alınmadan alıntı yapılamaz. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir. dergi bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir. dergi bursa is published by Photo Graphica in accordance with the Turkish laws. The name and the right of publishing of dergi bursa magazine belongs to Photo Graphica. Full responsibility of the published texts, photographs and subjects belongs to the owner. All rights are reserved. Be quoted without permission. The responsibility of the advertisements belongs to the advertiser. dergi bursa has promised to comply with “Journalism Ethics and Standarts” Ferhan Petek [email protected] Dijital Yayıncılık Digital Publishing Reklam İletişim Advertise Contact www.dergibursa.com.tr Burcu Dursun www.dijimecmua.com/dergi-bursa/ [email protected] T. (0224) 233 87 11 (0533) 522 00 40 Sosyal Medya Social Media Grafik Tasarım facebook.com/dergi.bursa Graphic Design Photo Graphica Creative twitter.com/DergiBursa [email protected] @dergibursa #dergibursa Çeviriler Translations İdeo Çeviri www.ideoceviri.com Baskı Dağıtım Print Distribution www.furkanofset.com.tr www.seckurye.com.tr Çorbada Tuzu Olanlar Contributors Emine Civanoğlu, Özgür Çakır, Merve Güneykaya, Sezai Evans, Op. Dr. Bülent Cihantimur 6 7 albüm önerileri album recommendations 8 Yonca Lodi 12 Ay (12 Months) Cahit-Berkay Film Müzikleri (Movie Scores) Erol Evgin Tüm bir yaşam (A Whole Life) John Lee Hooker Face to face 9 web önerileri web recommendations 10 www.kelebeketkisi39.blogspot.com.tr www.turknostalji.com www.kendinyap.gen.tr www.sanatblog.com www.birzamanlarsinema.blogspot.com.tr www.sihirlitopuklar.com.tr 11 film önerileri film recommendations 12 Değişim Possession Joel Bergvall, Simon Sandquist- 2008 Dram, Gizem, Romantik Drama, Mystery, Romantic ABD - USA Yeşil Dev The Incredible Hulk Louis Leterrier - 2008 Aksiyon, Macera, Fantastik Action, Adventure, Fantasy ABD - USA Malefiz Maleficent Robert Stromberg – 2014 Aksiyon, Macera, Fantastik Action, Adventure, Fantasy ABD, İngiltere - USA, England Pek Yakında Coming Soon Cem Yılmaz – 2014 Komedi - Comedy Türkiye - Turkey Siyah Kuğu Black Swan Darren Aronofsky – 2010 Gizem, Drama, Korku Mystery, Drama, Horror ABD - USA Küçük Hanımefendi Nejat Saydam – 1961 Komedi, Drama, Romantik Comedy, Drama, Romantic Türkiye - Turkey 13 kitap önerileri book recommendations 14 Dönüşüm Metamorphosis Franz Kafka Değişen Kafalar The Transposed Heads Thomas Mann Kan Yağmuru Rain of Blood Cenk Çalışır Fark et, uygula, değiş Realize, apply, change Arzu Bıyıklıoğlu Uygarlığı değiştiren 100 köpek 100 Dogs Who Changed Civilization Sam Stall Devrim Revolution Osho 15 tek karede bursa one shot in bursa Beyaz gelin White bride Güneş terk etti bizi artık… Tabiat Ana gelinliğini giyip, göz kamaştırıcı güzelliğiyle aklımızı başımızdan alacak. Böylece gözümüzü boyayıp bizi donduran soğuklarına bu şekilde razı edecek belki de… Geride kalan sıcak yaz günlerini özleyeceğiz ama nasıl olsa mevsim yine değişecek, yine bahar gelecek diye düşünüp tadını çıkaracağız bu doğal beyazın… The sun has left us now… Mother Nature will blow our minds off with its beauty after putting on its bridal gown. Maybe it will even make us accept the freezing cold by deluding us… We will miss the hot summer days of the past but we will know that seasons will change again, spring will come and so we will enjoy this natural whiteness… Fotoğraf: Suuçtu Şelalesi, Selman Paksoy, Aralık 2010 Photo: Suuçtu Falls, Selman Paksoy, December 2010 16 17 tek karede bursa one shot in bursa Balkanlar’dan gelen kardeşlik rüzgârı The wind of brotherhood coming from the Balkans Şehreküstü Meydanı’nda, en soğuk günlerde bile sıcacık bir kardeşlik havası karşılar gelip geçenleri… 2008 yılında yapılan ve meydanın dört mevsimine güzellik katan Sarayova Kardeşlik Çeşmesi, açılışının yapıldığı ilk günden bu yana Bosna ve Bursa arasındaki kardeşliğin sembolü kabul edildi. Fatih Sultan Mehmed’in Bosna’yı fethinden sonra yapılan 30 çeşmeden biri olan ve yıllar boyunca her türlü felakete rağmen ayakta kalarak günümüze ulaşabilen çeşme bugün, nüfusunun yaklaşık yüzde 60’ı Balkan göçmenlerinden oluşan Bursa’nın da simgelerinden biri haline geldi. Fotoğraf: Şehreküstü Meydanı, Zafer Turan, Ocak 2012 Photo: Şehreküstü Square, Zafer Turan, January 2012 18 A warm wind of brotherhood greets one at the Şehreküstü Square even on the coldest days… The Sarajevo Fountain of Brotherhood constructed in 2008 to add even more beauty to the square has been accepted as the symbol of the brotherhood between Bosnia and Bursa since the day it was opened. It is among the 30 fountains that have been built following the conquest of Bosnia by Fatih Sultan Mehmed and by standing intact until today has become one of the symbols of Bursa with a population of Balkan immigrants that make up almost 60 percent of the entire population of the city. 19 tek karede bursa one shot in bursa Şehre kış gelince... When winter comes to town… Hazır mevsim değişmiş, sert rüzgârlar, insanın içini titreten soğuklar gelmişken kar da başlasa lapa lapa… Sıkı sıkı giyinip atsak kendimizi sokaklara… Karla kaplanmış sokaklarda, buz gibi havalarda sıcacık yürüyüşlere çıksak. Kartopu oynasak, kardan adamlar yapsak… Ya da alsak kahvemizi, sıcak çikolatamızı, salebimizi otursak pencerenin kenarına da bu kartpostal misali manzarayı izlesek doya doya… Gelen kışın hakkını versek… Mevsim değişene, güneş yeniden sahneye çıkana ve karları eritip içimizi ısıtana kadar kışın tadına varsak. When the seasons have changed, harsh winds have started and cold weather has started I wish it would also start snowing… So that we can wear thick clothes and rush out to the streets… Let us go on heart-warming walks on snow covered streets in ice cold weather. Let us play snowball, build snowmen… Or take our coffee, hot chocolate, salep and watch this scenic view from the windowsill… Do justice to the coming winter… Enjoy it until seasons change, the sun takes center stage and warms our hearts by melting the snow… Fotoğraf: Cumhuriyet Caddesi, Yakup Altan, Ocak 2010 Photo: Cumhuriyet Street, Yakup Altan, January 2010 20 21 tek karede bursa one shot in bursa Kar ... Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam! Uyandırmayın beni uyanamam. Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına, Allah aşkına, gök, deniz aşkına Yağsın kar üstümüze buram buram… Ahmet Muhip Dıranas Snow … This blue is neither morning, nor night! Do not wake me up for I cannot do so. Let it snow on us in whirls For the sake of our lost loves, For the love of God, the sky and the sea… Fotoğraf: Uludağ, Engin Çakır, Ocak 2010 Photo: Uludağ, Engin Çakır, January 2010 22 Ahmet Muhip Dıranas 23 bursa dokusu bursa motifs Gençleşen bir eski dost A friend who keeps on getting younger Ünlü yazar Ernest Hemingway’in “Batılıların barış dilenmeye geldikleri kıyı kasabası” olarak adlandırdığı Mudanya, geçtiğimiz aylarda önemli bir değişime şahitlik etti. Barışı ve Milli Mücadele’nin sonunu simgeleyen Mudanya Mütareke Evi Müzesi yenilendi. Bina geçen zamanın yorgunluğunu üzerinden attığı uzun bir aradan sonra ziyaretçilerini tarihin en önemli dönemlerinden birine götürmeye devam ediyor. Mudania, defined by the famous author Ernest Hemingway as, “the coast town where the occidentals came to beg for peace” witnessed an important change in recent months. The Mudania Armistice House Museum symbolizing peace and the end of the War of Independence has been renovated. The house continues to take its visitors back to one of the most important periods of history after a long hiatus during which it shook of the wear and tear of time. Fotoğraflar / Photos: Bursa Büyükşehir Belediyesi arşivi, Engin Çakır Bursa Metropolitan Municipality archive, Engin Çakır 24 25 bursa dokusu bursa motifs Tarih 11 Ekim 1922… Bir hafta boyunca süren konuşmaların, zaman zaman tansiyonun yükseldiği, sinirlerin gerildiği tartışmaların ardından kazanılan büyük zafer, görüşmelerin yapıldığı evi barışın simgesi haline getirdi. Tarihin belki en yorgun şahitlerinden biri olan Mudanya Mütareke Evi Müzesi ise yıllar boyunca o günleri yaşatma ve gelecek 26 nesillere aktarma görevini üstlendi. Ama son zamanlarda iyice yaşlanmış ve yorgun düşmüştü. Geçen yıl başlayan restorasyon çalışmalarının ardından, geçtiğimiz aylarda yeniden hayata dönen müze, bugün anılarını paylaşmaya devam ediyor. Hem de daha bakımlı ve yenilenmiş olarak… Mudanya’nın görülmeye değer güzellikleri arasında The date is October 11, 1922… The significant victory that came after discussions that lasted for over a week during which the tension sometimes went up and arguments arose ended up by the house becoming a symbol of peace. Mudania Armistice House Museum is probably one of the oldest witnesses of history and now, after many years it has taken on the task of enabling its visitors to relive those days and to pass them down to next generations. But recently it had aged and grown weary. The museum returned back to life following the restoration work that had started during the previous year and it now continues to share its memories with us. In a better kept and renewed fashion… This grand white building stands tall among the places worth visiting in Mudania… It is a building where a great war was concluded with an armistice, filled with many memories bembeyaz, heybetli bir bina çıkıyor karşınıza… Büyük bir savaşın anlaşmayla sonuçlandığı, barışın dalga dalga yayılmasında öncü olan bir mütarekenin yapıldığı, her metrekaresinde başka bir hatıranın saklandığı bir bina… Rus asıllı tüccar Alexander Ganyanof’a ait olan ve daha sonra “Şeker Kralı” olarak da bilinen Mudanyalı iş adamı Hayri İpar’ın satın alıp onardığı Mudanya Mütareke Evi Müzesi; 1937 yılından, Eski Eserler Genel Müdürlüğü’ne devredildiği 1959 yılına kadar Mudanya Belediyesi’ne bağlı bir müze olarak hizmet verdi. 800 metrekare arsa alanına at each square meter… The Mudania Armistice Home Museum actually belonged to the tradesman Alexander Ganyanof of Russian origin and was later bought and restored by the Mudanian businessman Hayri İpar known also as the “Sugar King”; starting from 1937 it served as a museum under the Mudania Municipality until it was passed onto the General Directorate of Ancient Arts in 1959. The total area of the museum is 800 square meters and its available area is 400 square meters; in addition to being the location where the armistice that ended the Turkish-Greek war was signed, it is also the first location in which the Ankara Government was accepted as the only representative of the Turkish nation. With its two grand 27 bursa dokusu bursa motifs ve 400 metrekare bina alanına sahip olan müze, Türk-Yunan savaşına son veren bir anlaşmanın imzalandığı yer olmasının yanı sıra Mustafa Kemal Atatürk başkanlığındaki Ankara Hükümeti’nin de Türk milletinin tek temsilcisi olarak kabul edildiği ilk yer olma özelliğine sahip. İki büyük salonu ve 13 odası bulunan müzeden içeri adım attığınız anda tarihini keşfetmeye, sizinle paylaşmak için yıllarca özenle sakladığı anıları içinize çekmeye başlıyorsunuz. 19. yüzyılın mimari özelliklerine sahip iki katlı ahşap yapının ilk katında, sert geçen mütareke görüşmeleri sırasında çekildiği ve “Gerekirse savaşırız!” diyerek yumruklamasıyla kırılan mermer masanın bulunduğu odasında İsmet Paşa karşılıyor sizi… Bu döneme ait fotoğraflara, belgelere bakarak o yıllara gidiyor, görüşmelere dâhil oluveriyorsunuz. İsmet Paşa ile birlikte sinirleniyor, barış için sabırsızlanıyorsunuz. Bu odanın hemen yanında, görüşmeleri dinlemek için görevlendirilenlerin kullandığı dinleyici odasında buluyorsunuz kendinizi. 3 Ekim 1922 tarihinde başlayan görüşmeler boyunca geçen zamanın izini etrafta gördüğünüz 28 halls and 13 rooms, the building draws you in with its immense history the moment you step inside. Ismet Pasha greets you at the first floor of the wooden two storied structure with 19th century architecture where the marble desk that was broken by him after he punched the table and shouted, “We’ll fight if need be!”… You are taken back in time to those years and feel as if you are participating in the discussions when examining the photos and documents from that time. You get angry together with Ismet Pasha and get anxious for peace. Right next to this room, you find yourself in another room used by listeners who were responsible for listening to the discussions. You can trace the time that passed during the discussions that started on October 3, 1922 from the articles, documents and photographs around you. You see the waxwork statues of Ismet Pasha as well as General Harrington representing the English, General Charphy representing the French and General Mombelli representing the Italian in the room where peace talks had taken place with the Allied Powers which had understood that they would not be able to cope with the Turks. You can even forget that these are only waxwork statues and find yourself right in the midst of these discussions as you are more and more drawn in by history. Only the representatives of the Greeks are missing from 29 bursa dokusu bursa motifs yazılardan, belgelerden, fotoğraflardan sürüyorsunuz. Türklerle savaşarak baş edemeyeceklerini anlayan İtilaf Devletleri’nin talebine karşılık, barış sağlamak amacıyla başlayan görüşmelerin yapıldığı odada İsmet Paşa dışında, İngilizleri temsilen General Harrington, Fransa adına General Charphy, İtalya adına General Mombelli’nin balmumu heykellerini 30 görüyorsunuz. Tarih sizi içine çektikçe onların sadece birer heykel olduğunu aklınızdan çıkarmanız ve kendinizi görüşmelerin tam ortasında bulmanız mümkün. Türklerin lehine, 14 maddelik bir anlaşmayla sonuçlanan görüşmelerde tek eksik ise görüşmeler sırasında Mudanya açıklarında bir gemide heyecanla sonuçları bekleyen Yunanistan temsilcileri... Yunan the room where an agreement with 14 items was signed in countenance of the Turks since they were eagerly awaiting the result in a ship anchored around the coast of Mudania… Even though the Greek representatives General Mozarakis and Lieutenant Sariyenis were directly related with these discussions, they did not participate because they strongly refused to give over Eastern Thrace and the fact that they wanted land and not peace. However, the attitude of Ismet Pasha was clear and they would either sign the agreement presented to them or face fighting a war. The treaty went into effect 3 days after the signing and thus an immense political success was attained by taking Thrace back without spilling a drop of blood. The treaty signed by all representatives but the Greeks ended all possible armed conflicts, thus leaving a permanent trace of peace in world history at 06:00 a.m. in the temsilciler General Mozarakis ve Albay Sariyenis’in bu görüşmeler ile doğrudan ilgili olmalarına rağmen katılmamalarının nedeni, görüşmelerin ana konusu olan Doğu Trakya’yı vermeyi katiyetle reddetmeleriydi ve barış değil toprak istiyorlardı. Ancak İsmet Paşa’nın tutumu netti ve bu masadan ya onlara sunulan anlaşmayı imzalayarak kalkacaklar ya da savaşı göze alacaklardı. İmzalandıktan 3 gün sonra yürürlüğe giren anlaşma sonucu, Trakya tek damla kan dökülmeden geri alınarak siyasi bir başarı elde edilmişti. Yunanlılar hariç tüm temsilcilerin imzaladığı anlaşma, Türk-Yunan arasında herhangi bir silahlı çatışmayı ortadan tamamen kaldırmış, 11 Ekim 1922 sabah saat 06:00’da atılan imza, tarihe barış adına kalıcı bir iz morning of October 11, 1922. The duty of future generations was to keep these traces alive and look after the witness of such a historical event. This awareness was what made Hayri Ipar, who states that he is “proud to be a Mudanian Turk” to purchase this building and turn it into a museum. Ipar bought all the derelict structures around it, demolished them, sought out the old furniture some of which was lost or sold to others, was able to reclaim some of them and give them back to its real owner. Thus, he managed to rebuild the house which is the greatest reminder of a past that should never be forgotten and laid the foundations for the current museum by handing it over to the Mudania Municipality. In 2010, the building was included in the “History Makes Its Call at the Mudania Armistice House” presentation and a development project was prepared with the support of Bursa Eskişehir Bilecik 31 bursa dokusu bursa motifs Development Agency (BEBKA) and the contributions of Bursa Provincial Directorate of Culture and Tourism. The building was repaired and renovated during the restoration work started by the Bursa Metropolitan Municipality this past April. The memories laying around every nook and cranny were dusted, the scars were bound up, and its memory was refreshed. After all the work, it re-opened its doors on October 10, 2014. Very few people are curious about history… They watch documentaries, visit museums or listen to the past from the live witnesses if there are any… Mudania Armistice House Museum is ready to tell of its past from where it left off… It is awaiting visitors with all its energy and excitement. To share with them the struggle for peace and freedom it witnessed, the secrets it shared only with Ismet Pasha as well as what it has gone through all these years and its memories… 32 33 bursa dokusu bursa motifs 34 bırakmıştı. Gelecek nesillere düşen görev ise bu izi canlı tutmak ve böylesine önemli bir olayın şahidine sahip çıkmaktı. “Mudanyalı bir Türk” olmaktan gurur duyduğunu dile getiren Hayri İpar’ın bu binayı satın alarak müze haline getirilmesi için yaptıklarının altında da bu bilinç yatıyordu. Etrafındaki yıkık dökük yapıları satın alıp yıktıran İpar, evde daha önce bulunup zamanla kaybolmuş ya da satılmış eşyaların peşine düşerek en azından bir kısmını geri aldı ve gerçek sahibine geri vermeyi başardı. Unutulmaması gereken bir geçmişin en büyük hatırası olan evi ortaya çıkartıp Mudanya Belediyesi’ne devrederek, müzenin bugünkü haline gelmesinin temellerini atmış oldu. 2010 yılında Bursa Eskişehir Bilecik Kalkınma Ajansı’nın (BEBKA) da desteğini alarak Bursa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ile Mudanya Lozan Mübadilleri Derneği’nin katkılarıyla hazırlanan “Mudanya Mütareke Evi’nde Tarih Sesini Duyuruyor” isimli tanıtım ve geliştirme amaçlı projeye dâhil edilen ve yıllar geçtikçe yaşlanan binanın zamana yenilmesine izin verilmedi. Bina, Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin geçtiğimiz yıl Nisan ayında başlattığı restorasyon çalışmalarıyla onarıldı ve yenilendi. Her köşesinde özenle barındırdığı anıların tozları alındı, yaraları iyileştirildi, hafızası tazelendi ve 10 Ekim 2014 tarihinde kapıları yeniden açıldı. gezer veya bulabilirse canlı tanıklardan dinler geçmişi… Mudanya Mütareke Evi Müzesi de geçmişi anlatmaya kaldığı yerden devam etmek için hazır… Bütün enerjisi ve heyecanıyla ziyaretçilerini bekliyor. Onlara şahit olduğu barış ve özgürlük mücadelesini, İsmet Paşa ile paylaştığı ve belki yalnızca ikisinin bildiği sırları, bugüne kadar yaşadıklarını, yaşanmışlıkları anlatmak için… Her insan az çok merak eder tarihi… Belgeseller izler, kitaplar okur, müzeler 35 36 37 hayat hikayesi the story of life İsmail Buzcular 38 “Buzcular”ın vefalı emaneti The faithful entrust of “Buzcular” (Icemen) Evrenin hem gerekli hem de zorunlu değişimleri içinde yuvarlanıp giderken, ister istemez ardımızda boynu bükük hatıralar bırakıyoruz. Tıpkı bir zamanlar hayatın tam ortasında olup bugün adı bile anılmayan meslekler gibi… Bir zamanlar Uludağ’ın zirvesinden bin bir zorlukla getirtilen buzlar ve onları her türlü imkânsızlığa meydan okuyup dağları aşarak Bursa’ya oradan da İstanbul’a kavuşturan, padişahın “Uludağ’daki karların manevi sahibi” fermanı verdiği “Buzcular” gibi… We unavoidably leave behind destitute memories while rolling around the required and imperative changes of the universe. Just like occupations that once took center stage in life but today cannot even be remembered… Just like the ice that was brought down from the peak of Uludağ under many hardships and the “Buzcular” (Icemen), deemed the “spiritual owners of the ice on Uludağ” by the sultan, who went all the way to carry the ice from the mountains to Bursa and from there to Istanbul… Yazı / Text: Ferhan Petek 39 hayat hikayesi the story of life Herkesin birbirine güvendiği, geceleri kapı pencere açık uyunan, hoşgörünün bol olduğu, insanların birbirine saygı duyduğu yıllardan kalan canlı kanlı bir tarih İsmail Buzcular… Atalarının mirasına sahip çıkmayı görev bilmiş kendine. Şahit olduğu, yıllarca büyüklerinden dinlediği, 810 yıllık bir geçmişin hatırasını insanlarla paylaşmaya hayatını adamış biri. Artık adı bile anılmayan bir mesleğin, “Buzcular”ın vefalı emaneti o… Aynı zamanda Bursaspor’un kurucu üyeleri arasında hayatta kalan tek kişi olan İsmail Buzcular, adını mesleğinden alan ve 21 kuşaktır devam eden ailesinden geriye kalanları kitap haline getirerek Bursa belgeliğine kazandırdı. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarına dayanan bir hikâyeyi bilmekle yetinmeyip geçmişine dört elle sarılarak, onu kendinden sonraki nesillere aktarmayı amaçladı. “Buzcular” 40 ailesinin halka hizmet etmeye adanmış hayatları zamana yenilmesin, Uludağ’ın bu manevi hissedarlarını herkes tanısın; bugün tamamen yok olan ama döneminin gözdesi olan bir mesleği herkes bilsin diye… Yüzlerce yıl önce, bugünkü son teknolojinin ürünleri, beyazdan türlü türlü renge terfi eden elektronik eşyaların, derin dondurucuların icadı hayal bile değilken buz ihtiyacının tek çaresi keşişlerin dağı Uludağ’dı. Hem de yalnızca koruyup kolladığı, koynunda beslediği Bursa’nın değil, başka şehirlerin de derdine derman oluyordu. Zirvesinden eteklerine kadar biriktirdiği karları, özenle sakladığı buzları insanlarla paylaşıyor; mutfakların en önemli ihtiyacını karşılarken, ticarete de fayda sağlıyordu. Uludağ’ın kar ve buzları ile şehirler arasında aracılık yapanlara “buzcular” Ismail Buzcular is a living document of history dating back to the times when everyone trusted each other, people lived with open doors and windows, when tolerance was plenty and when people respected one another… He has taken it as his duty to stake a claim for the heritage of his ancestors. He has devoted his whole life to sharing the memories of an 810 year past he has witnessed or listened to from his elders with other people. He is the faithful delegate of “Buzcular” (Icemen) which is an occupation that is not even remembered today… Ismail Buzcular has taken his name from this occupation and is the only person alive among the founding members of Bursaspor; he has also written down all that remains from a 21 generation family thus making a significant contribution to the Bursa archives. He was not content with only knowing this story dating back to the years when the Ottoman Empire was founded but aimed to pass it down to future generations by going after this desire wholeheartedly. So that the lives of the “Buzcular” family devoted to serving the public will not lose the battle against time, so that everyone will get to know these spiritual shareholders of Uludağ and so that everyone will learn about a long lost occupation that was popular in its own time… Centuries ago, when the discovery of electronic items, deep freezers and white goods that are no longer only white was not even a dream, ice demand can only be met via Uludağ, the mountain of priests. It served not only the city of Bursa that it overlooked and protected, but also other cities as well. It shared the snow accumulated on its peak down to its foothills as well as the ice that it so carefully preserved; thus providing benefits to commerce while also meeting a significant demand of every kitchen. Those who worked carried snow and ice from Uludağ as middlemen were known as “buzcular” (icemen) and they took the required consent in the form of a Sultan’s order thus taking their name of “Buzcular” (Icemen) that they would carry adı veriliyor, bu işi yapmak için gerekli izni padişahların verdiği fermandan, kuşaklar boyunca gururla taşıyacakları “Buzcular” ismini de verdikleri bu hizmetle sahiplendikleri bu meslekten alıyorlardı. Buzcular ailesinin bu işi ilk yapmaya başladığı yıllar 1. Murat dönemine dayanıyor. Ailenin Buzcular ailesinin atası Abdurrahman Gazi ile başlayan tarihi boyunca en eski fermanlardan birini 1486 yılında almış ve her padişah döneminde bu ferman yenilenmiş. İsmail Bey’in bu saygın aileyi takdir eden padişahlardan biri olan Abdülmecid ile ilgili aktardığı bir anısı da var. Sultan Abdülmecid, 1844 yılında kalabalık bir kafile ile Bursa’ya Hünkâr Sarayı’nın açılışı için geldiğinde İsmail Bey’in dedelerinden biri olan saray buzcubaşısı Hasan Bey ile karşılaşmış. Aile ve buzculuk işi ile ilgili evrakları incelerken hayretlere düşmüş ve “Buzcubaşım, siz Gazi Abdurrahman’ın soyundan geliyorsunuz. Erkek evlattan erkek evlada geçen bir soyla tam 640 yıldır yaşıyorsunuz. Hiç böyle şey olur mu? Size evliya duası sinmiş.” demiş. Bu hatıra ile ailenin ortaya çıkarılan ve bilinenden daha uzun bir tarihe dayandığı anlaşılıyor. İsmail Bey’in her türlü çabasına rağmen orijinaline ulaşamadığı ama aramaktan da asla vazgeçemediği ve bulmaya hayatını adadığı yazılı belge de bu bilgiyi içeriyor. Yıllardır Türkiye’nin dört bir yanında aradığı eser birçok konuda kaynak kabul edilen eserleriyle bilinen tarihçi Enver Behnan Şapolyo’nun “Osmanlı Sultanları Tarihi” kitabı. Daha önce 1961 yılında basılmış olan ciltli bir kitap eline geçmiş ancak İsmail Bey’in aradığı ve bulduğunda huzura with pride for many centuries to come from this occupation. Back in the reign of Murat the 1st, the Buzcular family started this business. Throughout the history of the family that starts with Abdurrahman Gazi, ancestor of the Buzcular family, the one who received the oldest Sultan’s order in 1486. The order was renewed during the reign of every new sultan. Mr. Ismail has a story about Abdulmecid, one of the sultans who paid tribute to this respected family. When Sultan Abdulmecid came to Bursa for the opening ceremony of the Hünkâr Palace in 1844 with a crowded procession, he has met the chief icemen of the palace, Mr. Hasan, who was also one of the grandfathers of Mr. Ismail. While examining the documents about the family and the ice business, he has been surprised and said, “My dear chief iceman, you are descendants of Gazi Abdurrahman. You have carried this lineage that passes down from father to son for 640 years. How can this be? You have received the blessings of a saint.” This memory puts forth that the family has a history that dates even further back than what is known and what has been discovered today. The documents that Mr. Ismail has devoted his life to finding contain this information as well. The work that he has been looking for years all over Turkey is the book entitled “History of the Ottoman Sultans” written by the historian Enver Behnan Şapolyo whose works are accepted as reference in many topics. He has first got a hold of a hardbound book printed in 1961; however the original book that Mr. Ismail is looking for is a white paperback. Ismail Buzcular has devoted his life to this research and has been able to reach 6 of these Sultan’s orders. These Sultan orders that Ismail Buzcular dotes upon shed light to history. The research work carried out by Ismail Buzcular has, in addition to his family tree, put forth the solution found to carry the ice and snow from Uludağ down to the city during a time of technical impossibilities. With the consent of the Sultan, 41 hayat hikayesi the story of life kavuşacağını söylediği kitap beyaz karton kapaklı orijinal hali. İsmail Buzcular’ın hayatını adadığı araştırmalar ve kendi çabalarıyla bilgi edinmek için ulaştığı kaynaklarla 6 tane padişah fermanına ulaşabilmiş. Bugün İsmail Buzcular’ın gözü gibi baktığı fermanlar tarihe ışık tutuyor. İsmail Buzcular’ın araştırmaları, ailesine ait soy ağacı ile birlikte Uludağ’dan buzların, karların hangi şartlarda ve ne şekilde şehre getirildiğini, teknik imkânsızlıklarla dolu bir dönemde bu konuda bulunan çareyi ortaya çıkardı. Abdurrahman Gazi, padişahtan aldığı izinle Uludağ’dan toplanan kar ve buzları kalıplar halinde atlar aracılığıyla önce Mudanya’ya, buradan da gemilerle İstanbul’a taşınmasını sağlıyordu. Yaklaşık 9,5 saatte Mudanya’ya getirilen buzlar, buradan gemilere aktarılarak İstanbul’daki esnaflara, hastanelere, lokantalara satılıyordu. Kırkpınar, Kilimlisarı, Karapınar, Beypınar bölgelerindeki karlardan ve buzlardan sorumlu olan Buzcular ailesi, kendilerine verilen ferman ile Uludağ’ın kar ve buzlarını toplayarak dağıtma yetkisini Cumhuriyet döneminde ve sonrasında da sürdürdüler. İsmail Buzcular’ın anılarında yer alanlara göre Cumhuriyet döneminden itibaren buzlar artık saray için değil, ticari işletmelere ve halka satılmaya başladı. Ayrıca Tuzpazarı Cami’nin avlusundaki pazarda satılan buzlar 40 – 50 civarı katırla taşınırdı. Aileye verilen ferman Buzcular ailesine babadan oğula devredilebilen vakıf hissesi olarak kar taşıma yetkisi de veriyordu. Böylece buzculuk, günümüzde yerini son teknolojiyle üretilen makinelerin aldığı, 1947 yılından itibaren kurulmaya 42 Abdurrahman Gazi first ensured that the collected snow and ice blocks were carried with horses to Mudanya which were then transported to Istanbul via ships. The ice blocks that were brought to Mudanya in about 9,5 hours were then sold to craftsmen, hospitals and restaurants in Istanbul. Buzcular family was responsible from the snow and ice at Kırkpınar, Kilimlisarı, Karapınar, Beypınar regions and they continued to hold the rights to collect and distribute the snow and ice of Uludağ during and after the Republic period with an order issued to their name. According to the memoir of Ismail Buzcular, starting with the Republic period the ice was not collected for the palace but for selling to commercial businesses and the public. In addition, the ice that was sold at the courtyard of Tuzpazarı Mosque was carried with about 40 – 50 mules. The order issued to the family name also gave them license to carry snow as foundation shares that can be passed down from father to son. Thus, ice work was accepted as one of the most popular occupations until 1947 when ice factories with state of the art machines started to be established. Ice was very important, because it was almost impossible to preserve the food that was cooked in kitchens from going bad in especially hot weather. The food had to be stored in ice to protect them from going bad. Ice was also needed for refreshment in very hot summers. These were only possible by bringing down the snow and ice of Uludağ to the city. The Buzcular family had received the license from the Sultan thus monopolizing the sector. The importance of snow and ice in that period was proven through the “Karcıbaşı” (Chief Iceman) appointed a special permit responsible from placing the food and drinks of the palace and with an event that took place in 1768. At that time, bandits had hijacked the icemen that were carrying ice at Gemlik Katırlı Mountains and threatened the palace by sending this message, “if you do not give us the money we want, you can never get snow and ice from the mountains”. This incident increased the value of snow and ice because all the başlayan buz fabrikalarına kadar en gözde mesleklerden kabul edilmişti. Buzun önemi büyüktü çünkü mutfaklarda yemekleri özellikle sıcak havalarda koruyabilmek, sıcaktan etkilenip bozulmamalarını sağlamak neredeyse imkânsızdı. Yiyeceklerin bozulmamaları için buzun içinde saklanmaları gerekiyordu. Buz aynı zamanda çok sıcak geçen mevsimlerde serinlemek için de bir ihtiyaçtı. Bu ihtiyacın karşılanması Uludağ’daki kar ve buzların şehre getirilmesiyle mümkündü. Buzcular ailesi, padişahtan aldıkları izinle bu yetkiye sahip olmuş, ortaya çıkan “buz sektörü”nün tekeli olmuşlardı. O dönemde kar ve buzun değerini, hem yalnızca bu iş için özel bir izinle görevlendirilen ailenin hem de sarayda yiyecek ve içeceklerinin buz kalıplarının içine koyulmasından sorumlu olan “Karcıbaşı”nın varlığının yanı sıra, 1768 yılında yaşanan bir olay kanıtlıyordu. Bu tarihte eşkıyalar buz taşımakta olan buzcuları Gemlik Katırlı Dağları’nda rehin almış ve saraya “eğer istediğimiz parayı vermezseniz, dağlardan buz ve kar alamazsınız” diye tehdit etmişlerdi. Yaşanan bu sıkıntı kar ve buzun değerini daha da arttırmıştı çünkü yazın sıcağında bozulup kokuşan yiyecek ve içeceklerin hepsi ziyan olmuştu. Buzculuk yalnızca sarayın ve halkın ihtiyacını karşılamakla kalmıyor, Osmanlı’nın en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Bursa’nın ticari açıdan gelişmesine de katkı sağlıyordu. Mesleğin etkin olduğu dönemlerde İstanbul’a ya da Bursa’ya gelen yerli yabancı seyyahlar, yazarlar bu ticareti gözlemleyerek, yalnızca bu işi yaparak büyük ticari kazançlar elde edildiğini aktarıyorlardı. Özellikle Müslümanlar food and drinks that went bad in the heat of the summer months had to be thrown away. Icemen not only met the demands of the palace and the public, but also contributed to the commercial development of Bursa which was one of the important trade centers of the Ottoman Empire. Local and foreign travelers as well as writers who came to Istanbul or Bursa at the time when this occupation was at its peak observed this trade and stated afterwards that high profits could be acquired by only doing this job. Uludağ was believed to be almighty and miraculous especially by the Muslims and ice wells were dug up at the region known today as the snow pit; the snow acquired from here was accepted as the property of the Ottoman sultans and could be rented. Snow commerce provided a significant contribution to the treasury and the snow was carried via the western path to Kadıyayla on mules some of which were handed over to the palace while the remainder was sold to the public. The icemen who took off towards Uludağ every day at about 5 p.m. came back to Bursa at 9 a.m. in the morning. The workers who toiled without any rest covered the ice in special felts so that they would not be damaged on the way, whereas ice was cut only during June 15 – August 15 when it was the most suitable time to do so. Their route started from the Hünkâr Palace, passed by the Buzcular Fountain and reached the mountain via Yantekir, Sarıalan, Dombay Pit. After snow was collected from the Dombay Pit they reached the dairy but snow collection continued at the Küçükkuyu, Büyükkuyu regions. Gölbaşı was the last spot where ice that could be cut only by axes was collected. This took about 11 hours. The region known today as “karlık” was once the workplace of icemen that worked continuously to serve the public. Their occupation took its place amidst the dusty pages of history, but the traces of their service that continued for centuries still remain. Their grandson Ismail Buzcular who sought these remains took it onto himself to serve Bursa all his life 43 hayat hikayesi the story of life arasında ululuğuna ve kerametine yürekten inanılan ve çeşitli topluluklara yurt olan Uludağ’da Osmanlı zamanında bugün kar çukuru olarak adlandırılan yer öncelikli olmak üzere buz kuyuları kuruluyor; buradan elde edilen karlar, Osmanlı padişahlarının öz malı kabul ediliyor ve kiralanabiliyordu. Hazineye büyük katkı sağlayan kar ticareti, karların bugün Kadıyayla’ya çıkan batı patikasından katırlar aracılığıyla taşınarak sağlanıyor, büyük bir bölümü saraya verilirken kalan kısmı halka satılıyordu. Her akşam 17.00’da Uludağ’a doğru yola çıkan buzcuların Bursa’ya varışı sabah 09.00’ı bulurdu. Dur durak bilmeden çalışan işçiler, yolculuk sırasında buzların zarar görmemesi için onları özel keçelere sarar, buz kesimleri ise bu işlem için tek uygun aralık olan 15 Haziran - 15 Ağustos tarihleri arasında yapılırdı. İzledikleri güzergâh Hünkâr Köşkü’nden başlar, köşkün biraz üzerindeki Buzcular Çeşmesi’ni takip ederek Yantekir, Sarıalan, Dombay Çukuru’nu aşıp dağa varırlardı. Dombay Çukuru’ndan alınan karların ardından mandıraya gelinir, kar toplama işlemi zirvedeki Küçükkuyu, Büyükkuyu bölgelerinden devam ederdi. Ancak balta ile kesilebilen buzların toplandığı son yer 44 Gölbaşı olurdu. Bu işlem yaklaşık 11 saat sürerdi. Bugün “karlık” diye adlandırılan bölgeler, zamanında halka hizmet için canla başla çalışan buzcuların görev yerleriydi. Yaptıkları meslek tarihin tozlu hatıraları arasında yerini aldı ama onlardan geriye yüzyıllar boyu bıkmadan, usanmadan verdikleri hizmetin izleri kaldı. Bu izleri süren torunları İsmail Buzcular da hayatı boyunca ailesi gibi Bursa’ya hizmet etmeyi ve padişah fermanlarıyla aldıkları Buzcular soyadını gururla taşıyarak ona sahip çıkmayı görev bildi. 1928 yılında Bursa’da doğan, ailesine padişah tarafından verilen “Uludağ karlarının manevi sahibi” olduklarının ispatı fermanlara evinin başköşesinde yer veren İsmail Buzcular, çocukluğunu meyve ağaçlarıyla dolu kocaman bir bahçede, kalabalık ve mutlu bir ailenin içinde geçirdi. Bursa Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra ticaret ile uğraşmaya başladı. Yerel gazetelerde yazdığı spor yazılarından da tanınan Buzcular, Bursaspor’un kurucuları arasında yer aldı. Yıllar boyunca büyüklerinden dinlediği ya da bizzat şahit olduğu anıları toplayarak Bursalılara yüzlerce yıllık bir tarihi sunan İsmail Buzcular, nesiller boyu buzculuk ile geçinmiş olan ailesinin 1940 yılına kadar yaptığına ve bu mesleğin son dönemlerine şahitlik etti. Hatırladıkları ve dinledikleriyle yetinmeyen İsmail Buzcular yıllarca süren araştırmalar sonucunda ailesinin geride kalan kuşaklarına ulaşmış ve 8 asırlık tarihinin büyük bir kısmını ortaya çıkarmış. Atası Abdurrahman Gazi’ye kadar olan 810 yıllık dönemin içinde 282 yıllık bir geçmişe henüz ulaşamadığını ama hayatta kaldığı sürece bunun için canla başla çalışmaya, araştırmaya devam edeceğini söylüyor. and carry the Buzcular surname they received by way of Sultan’s orders. Born in 1928 at Bursa, Ismail Buzcular spent his childhood amidst a crowded and happy family in a wide garden surrounded with fruit trees and placed the Sultan’s orders proving their surname’s origin at the most important spot in their house. After graduating from Bursa Boy’s High School, he started commerce. Buzcular is also known with the sports columns he wrote for local newspapers and was among the founding members of Bursaspor. Ismail Buzcular collected the memories he listened to from his elders and lived himself for years to present a centennial history while also witnessing the final stages of this occupation that his family carried out until 1940. Ismail Buzcular was not content with what he remembered and listened to so he has researched for years thus revealing an important portion of the eight centuries of his family’s past. He states that he has not been able to reveal a period of 282 years within a history of 810 years dating back to his ancestor Abdurrahman Gazi, but vows to work with all his might to do so as long as he is alive. İsmail Buzcular’ın çıkartmış olduğu soyağacı. Ismail Buzcular owned family tree. 45 tema theme 46 Bu yazı yüksek oranda “değişim” içeriyor This article contains high doses of “change” Taner Yavuz, Gölyazı, Şubat 2014 Taner Yavuz, Gölyazı, February 2014 47 tema theme 48 Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım… Mevlana Ne görüyorsunuz aynaya baktığınızda? Son bir yıldan beri aynı kalan ne var hayatınızda? Hatta son bir gün veya son bir saatten beri neler değişmedi ki dünyada? Değişime ayak uydurmak ne kadar zorsa, değişmeyenlerle yaşamaya devam etmek de bir o kadar zor aslında… Mevlana’nın dediği gibi dün dünde kalmıyor, bugün yeni bir şeyler olmuyorsa ve yarın da hiçbir şey değişmeyecekse ne gerek var ki umut etmeye ya da hayal kurmaya? Dünya değişiyor, insanlar değişiyor; her şey ve herkes bitmeyen bir değişimin içinde var olmaya devam ediyor. Değişim, evrenin değişmeyen kuralı ve biz bu evrenin bir parçası olduğumuz sürece hiç bitmeyecek. Değişim, yaşamın kuralıdır. Sadece geçmişe ya da şimdiki zamana önem verenler geleceği kaçırırlar. John F. Kennedy Engin Çakır, Kazancı Köyü(Village), Eylül(September) 2013 Fiziksel, kimyasal, sanatsal, mevsimsel… Dünya ve içindekiler her türlü ve her an değişiyor bir şekilde… Hayatta kalmak ise bu değişime ayak uydurmaya ve yeni değişimler geliştirmeye bağlı biraz da… Suyun donması, teknolojinin gelişmesi, zamanın ilerlemesi… Hepsi değişimin birer örneği. Dünyanın içindeki her şey ise değişimin değişmez birer parçası… Değişim bazen ihtiyacımız olan bazen de bizi korkutan bir kavram. Çünkü bir şeylerin değişmesi olumlu sonuçlar doğurabileceği gibi var olan bir düzenin bozulmasına da sebep olabiliyor. Neredeyse her insanın hayatı boyunca en az bir kez içinden geçen belki de diline doladığı “dünyayı değiştirmeye çalışma çabası” The past has passed my dear, we should say new things now... Mevlana What do you see when you look in the mirror? What is the one thing that has remained the same in your life since the past year? Indeed, what has not changed in the world within the past one day or even a few hours? Even though it is difficult to keep pace with change, it is actually as difficult to live with those that do not change… If the past had not passed as Mevlana has said and if nothing new happened today or if nothing would change tomorrow what is the point of hoping and dreaming? The world changes, people change; everything and everyone continues to exist in an unending chain of change. Change is the unchanging law of nature and this will not be over as long as we are a part of this universe. Change is the law of life. Those who give importance only to the past or the present miss the future. John F. Kennedy Physical, chemical, artistic, seasonal… The world and all that is on it keep on changing all the time… Staying alive actually depends on keeping pace with this change and bringing about new changes… The freezing of water, the development of technology, the passing of time… All are examples of change. Whatever is on this world is actually an unchanging part of this change… Change is a concept that we sometimes need and also one that we are sometimes afraid of. Because changing things can put forth positive results as well as disrupting the order. Just like the “struggle to change the world” that almost everyone dreams about at least once in their life time… Maybe this is a wish for things to get better. The struggle to build a world in which there are no wars, the children are happier and everyone lives in safety. But does not the current state of the world depend on the changes that occurred in the past? The reason for this change was also those who lived on this world. If everyone started to change themselves instead of trying to change the world, wouldn’t change start occurring from the inside out then? As Osho has said, “There is no 49 tema theme gibi… Bir şeylerin düzelmesi için dilediği bir dilek bu belki de. Dünyanın değişmesi, savaşların bitmesi, çocukların daha mutlu olduğu, herkesin daha güvende yaşadığı bir dünya elde etme çabası. Oysa dünyanın şimdiki hali de zaman içinde yaşanan bir değişime bağlı değil miydi? Bu değişimin tek nedeni yine dünyanın içindekilerdi. Tüm dünyayı değiştirmeye çalışmayı hayal etmek yerine herkes kendinden başlasa bir şekilde değişmeye, özelden genele bir değişim gerçekleşmez mi o zaman? Osho’nun dediği gibi “Bütün dünyayı değiştirmene gerek yok, sadece kendini değiştir ve tüm dünyayı değiştirmeye başlamış olacaksın. Çünkü sen dünyanın bir parçasısın. Tek bir insan bile değişse, bu değişim binlerce insana need to change the world, you only need to change yourself and you will have started changing the world. Because you are part of this world. Even if one person changes, this change will reach thousands of people. You will be triggering a revolution that will result in the birth of a completely new form of humanity.” All flowers will one day die, all children will one day grow old; all roads will end, all that is new will get old and be replaced by newer things. Because all that is in this life will keep on changing forever. Sometimes just because it needs to do so… Sometimes we are aware of this change in us and we want that and sometimes we just go with the flow of changes. Or we will leave everything aside and be the change that we wish to see in this world just like Socrates, Gandhi, Tolstoy and many others. We will accept that every change will breed new changes and that more changes will come afterwards the good and bad results of which we will have to live through. We will adopt to change in order to stay alive and continue living; we will keep pace with the times that we live in. Said Tuğcu, Kapalı Çarşı(Bazaar), Ekim(October) 2010 50 51 tema theme ulaşacak. Tamamen yeni bir insanlık türünün doğmasına sebep olacak bir devrim için tetikleyici olacaksın.” Her çiçek bir gün solacak, her çocuk bir gün yaşlı bir insan olacak; her yol bitecek, her yenilik eskiyip, bir gün yerini başka yeniliklere bırakacak. Çünkü hayat ve içindeki her şey her zaman değişecek. Bazen yalnızca değişmesi gerektiği için… Bazen bilerek ve isteyerek değiştireceğiz bazen yalnızca kendiliğinden gelen değişimlere ayak uydurmakla yetineceğiz. Ya da her şeyi bir yana bırakıp Sokrates, Gandhi, Tolstoy gibi daha birçok ismin hemfikir olduğu üzere dünyada görmeyi istediğimiz değişimin, kendisi olacağız. Her değişimin başka değişimleri doğuracağını, ardından başka değişiklikler getireceğini ve iyi ya da kötü tüm sonuçların yaşanması gerektiğini kabulleneceğiz. Hayatta kalmak ve devam edebilmek için değişime bir şekilde ayak 52 uyduracak, yaşadığımız, dâhil olduğumuz her zaman dilimine uyum sağlayacağız. Doğada her şey bir değişimdir fakat bu değişimin arkasında sonsuzluk yatar. Goethe Ne sonu ne de sınırı var değişimin ve değişmenin… Herhangi bir şey herhangi bir sebeple, herhangi bir konu, olay ya da kişi için değişebilir. Beyazperde değişimin sayısız örnekleriyle dolu. Hayatını devam ettirmek için seçtiği meslek uğruna değişime uğrayıp, bambaşka bir görünüme sahip olan oyuncular gibi. Yalnızca 1-2 saatlik görüntü için sağlığını bozma pahasına kilo verenler ya da isimleri, dünyanın en güzel yüzleri arasında anılırken, bu duruma tezat bir değişimle seyircinin karşısına çıkanlar… Christian Bale Makinist filmindeki performansıyla ödüller kazanmış ama bu rol için sıra All that is in nature is change, but what lies behind this change is infinity. Goethe Change has neither an end nor a limit… Something, some issue or some person can change for any reason. The white screen has many examples of change. Just like the actors and actresses who change their appearance for their careers. Those who lose weight despite the risk of losing their health for an appearance of only 1-2 hours and those who are known as the most beautiful faces in the world but who appear in front of the cameras in a very contradicting manner… Christian Bale had won many awards with his performance in the movie The Machinist, but had faced the risk of almost losing his health when he dropped down from 82 kilograms to 54 kilograms in a very short amount of time for this role. He had entered the book of world records with the weights lost for a performance after which he had also managed to attain a muscular appearance for his role as Batman. The innocent angel of Hollywood, Charlize Theron had transformed into a ruthless killer with makeup in her role for “Monster”. These voluntary changes for art are sacrifices that those who have devoted themselves to their careers can make. There are also those who have had to change their paths somewhere in the middle despite their dreams. Like those who have remembered that life is full of as many surprises as changes thereby deciding to enjoy their comfort, or those who continue on their path without any compromise… Within you, around you, near you or at wherever you have always wanted to go… Change has always been and always will be. It is up to you to either stay with the ties of your past, to lose yourself among the memories that you cannot get over or to add new memories to them that have succeeded in keeping step with this change. Because things will always change, there is no means to prevent this and there is no need to do so; however it is up to you how you will greet this change and how you will live your life. dışı bir diyetle sağlık sınırları dışında bir sürede 82 kilodan 54 kiloya düşerek sağlığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya gelmişti. O güne kadar bir oyuncunun rolü için verdiği kilo sınırlaması rekorunu kırarak kitaplara geçmiş daha sonra gelen Batman rolü için karaktere uygun, kaslı bir görünüme sahip olmayı da başarmıştı. Hollywood’un masum meleği Charlize Theron da gerçek bir hayat hikâyesinin anlatıldığı “Cani” filmindeki başrolü için kendisine yapılan makyaj ile acımasız bir katile dönüştürülmüştü. Sanat için yapılan bu gönüllü değişimler, kendilerini mesleklerine adamış, idealleri için sınır tanımayan insanların göze alabileceği türden fedâkarlıklar elbette. Bir de yolun başında kurdukları hayallere rağmen, ortalarda bir yerlerde yollarını değiştirmek zorunda kalanlar var. Hayatın değişimle olduğu kadar, değişik sürprizlerle de dolu olduğunu hatırlayıp tebdil-i mekânlardaki ferahlığın tadını çıkaranlar, bir yandan değişime ayak uydurup diğer yandan kendinden hiç taviz vermeden yoluna devam edebilenler gibi… Kendinizde, çevrenizde, en yakınlarınızda ya da hep gitmek istediğiniz herhangi bir yerde… Değişim her zaman var oldu ve olmaya devam edecek. Geçmişe olan bağlılığınız, çoktan arkanızda kaldığı halde peşini bırakmadığınız anılarınızda kendinizi kaybetmek veya o anılara, değişime ayak uydurmuş anlar katıp devam etmek ise tamamen sizin tercihinize kalmış. Çünkü her zaman bir şeyler değişecek, bunu engellemenin bir yolu ya da gereği yok ama bu değişimi nasıl karşılayıp, hayatı nasıl yaşayacağınız yalnızca size bağlı. 53 54 55 geçmiş zaman kipinde the past tense Sahi ne oldu o esas kıza? Whatever happened to that girl in the leading role? Yeşilçam’ın ardında bıraktığı 100 yılı nice hatıralarla dolu… Şuh kadınların, kötü kalpli adamların zalim kahkahaları ya da duyduğu anda insanın boğazını düğümleyen, gözlerini nemlendiren melodiler… Kabarık saçlı güzeller güzeli artistler, kaytan bıyıklı jönler, tatlı-sert babalar, çilekeş analar, zengin kızlar, fakir oğlanlar… The 100 years of Yeşilçam has left many beautiful memories behind… Laughter of coquette women and malevolent, cruel men or melodies which upon hearing place a lump in one’s throat or move one to tears… Puffy haired beautiful actresses, actors with fanny dusters, mellow fathers, stoic mothers, rich girls, poor boys… Yazı / Text: Ferhan Petek 56 Hatırlar mısınız? Bir zamanlar “fakir ama gururlu gençler” vardı. O zamanlar saadet parayla olmazdı. Büyük acılar yüzünden saçlar bir gecede beyaza döner, esas oğlanın karşısına çıkan kötü adamlar bir yumrukta yerlere serilirdi. Âşıklar senede bir gün “o ağacın altında” buluşur, aşklarını itiraf ederlerken birbirlerine değil bize doğru bakarlardı. Yaşımızın yettiği, aklımızın erdiği kadar izleyip takip ettik onları. Birlikte ağlayıp birlikte güldük yıllarca. Bugün televizyon ya da internette bulup izlediğimiz filmleriyle hala yeri geldiğinde gözyaşlarımızı tutamıyor yeri geldiğinde kahkahalarımıza engel olamıyoruz. Onları zamana yenik düşürmüyor, popüler kültürde bile yaşatarak, hafızalara kazınan repliklere, unutulmaz sahnelere günlük hayatımızda yer veriyoruz. Yeşilçam bu etkisini her bir film için canla başla çalışan, yönetmeninden ışıkçısına dev bir ekibe olduğu kadar, bir kısmı tiyatro kökenli, bir kısmı hayatını tamamen sinemaya adamış oyunculara da borçlu. Hulusi Kentmen, Vahi Öz, Suna Pekuysal, Nubar Terziyan, Ali Şen, Mualla Sürer, Münir Özkul, Adile Naşit, Şener Şen, Cevat Kurtuluş, Müjdat Gezen, Öztürk Serengil, Feridun Karakaya, Bediha Muvahhit, Neriman Köksal, Mürüvet Sim, Güzin Özipek, Hayati Hamzaoğlu, İhsan Yüce, Kadir Savun, Kamuran Usluer, Necdet Tosun, Necdet Yakın, Reha Yurdakul, Renan Fosforoğlu, Sami Hazinses, Toto Karaca, Yıldırım Önal, Ayşen Gruda, Perran Kutman, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Mete İnselel ve daha niceleri… Kim bilir daha önce hiç görmedikleri, tanışmadıkları Do you remember? Once upon a time there was “a man, poor but proud”. Back then money did not bring happiness. Unbearable sadness turned one’s hair white overnight, bad guys who stood before the boy in the leading role went down with one punch. Lovers met “under that tree” once every year, they would look right at us instead of at each other when confessing their love for one another. We watched and tried to understand them. For years we laughed and cried together. Today, we still cannot hold back our tears when we come across those movies online or we cannot stop ourselves from laughing. We do not let them fail against time, make room in our daily lives for those unforgettable scenes and cues by making them live in popular culture. Yeşilçam owes the effect it has on a giant team of people from directors to gaffers all of whom put their hearts and souls in every work they did as well as the actors and actresses some of whom come from a theater background whereas others have devoted their lives to cinema. Hulusi Kentmen, Vahi Öz, Suna Pekuysal, Nubar Terziyan, Ali Şen, Mualla Sürer, Münir Özkul, Adile Naşit, Şener Şen, Cevat Kurtuluş, Müjdat Gezen, Öztürk Serengil, Feridun Karakaya, Bediha Muvahhit, Neriman Köksal, Mürüvet Sim, Güzin Özipek, Hayati Hamzaoğlu, İhsan Yüce, Kadir Savun, Kamuran Usluer, Necdet Tosun, Necdet Yakın, Reha Yurdakul, Renan Fosforoğlu, Sami Hazinses, Toto Karaca, Yıldırım Önal, Ayşen Gruda, Perran Kutman, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Mete İnselel and many others… Who knows how many people they have never met thought of them as their mother, father, grandfather, sister, brother or uncle? Too numerous to be counted… Ayhan Işık, Göksel Arsoy, Ediz Hun, Ahmet Mekin, Tarık Akan, Kadir İnanır, Ekrem Bora, Murat Soydan, Kartal Tibet, Engin Çağlar, Cüneyt Arkın, Sadri Alışık, 57 geçmiş zaman kipinde the past tense kaç kişinin annesi, babası, dedesi, ablası, ağabeyi, dayısı, kardeşi oldular? Saymakla bitecek gibi değil ki… Ayhan Işık, Göksel Arsoy, Ediz Hun, Ahmet Mekin, Tarık Akan, Kadir İnanır, Ekrem Bora, Murat Soydan, Kartal Tibet, Engin Çağlar, Cüneyt Arkın, Sadri Alışık, Yılmaz Güney, Aytaç Arman, Salih Güney, Orhan Günşıray, Mesut Engin, Serdar Gökhan, Tanju Gürsu, İzzet Günay, Fikret Hakan, Kenan Kalav, Dilaver Uyanık, Tamer Yiğit, Kenan Pars, Bulut Aras, Cahide Sonku, Belgin Doruk, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik, Gülşen Bubikoğlu, Itır Esen, Aydan Şener, Bahar Öztan, Müjde Ar, Perihan Savaş, Hale Soygazi, Meral Zeren, Feri Cansel, Esen Püsküllü, Figen Han, Zerrin Egeliler, Zeynep Aksu, Çolpan İlhan, Pervin Par, Sezer Sezin, Arzu Okay, Necla Nazır, Selma Güneri, Fatma Karanfil, Deniz Türkali, Fatma Karanfil, Mine Mutlu, Selda Alkor, Necla Nazır, Selma Güneri, Fatma Belgen, Perihan Savaş, Nilüfer Aydan… Kimlerin hayallerini süslediler, rüyalarına girdiler, kimlere örnek oldular kim bilir? Ayşecik, Ömercik, Sezercik, Gülşah… Acı dolu hayat hikâyelerini izleyen annebabaların hiç dokunmadıkları halde bağrına bastığı, küçüklerin kardeş saydığı, Yeşilçam’ın çocuk yıldızları… Ya kötülük? Yeşilçam’ın pembe dünyası üzerinde az mı dolandı kara bulutlar? Erol Taş, Feridun Çölgeçen, Hüseyin Baradan, Saadettin Erbil, Önder Somer, Ahmet Tarık Tekçe, Atıf Kaptan, Senih Orkan, Necip Tekçe, Turgut Özatay, Kudret Karadağ, Süheyl Eğriboz, Macit Flordun, Coşkun Göğen, Hayati Hamzaoğlu, Hüseyin Peyda, Danyal Topatan, Bilal İnci, Kazım Kartal, Sırrı Elitaş, Nuri Alço, İhsan Gedik, Eray 58 Yılmaz Güney, Aytaç Arman, Salih Güney, Orhan Günşıray, Mesut Engin, Serdar Gökhan, Tanju Gürsu, İzzet Günay, Fikret Hakan, Kenan Kalav, Dilaver Uyanık, Tamer Yiğit, Kenan Pars, Bulut Aras, Cahide Sonku, Belgin Doruk, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik, Gülşen Bubikoğlu, Itır Esen, Aydan Şener, Bahar Öztan, Müjde Ar, Perihan Savaş, Hale Soygazi, Meral Zeren, Feri Cansel, Esen Püsküllü, Figen Han, Zerrin Egeliler, Zeynep Aksu, Çolpan İlhan, Pervin Par, Sezer Sezin, Arzu Okay, Necla Nazır, Selma Güneri, Fatma Karanfil, Deniz Türkali, Fatma Karanfil, Mine Mutlu, Selda Alkor, Necla Nazır, Selma Güneri, Fatma Belgen, Perihan Savaş, Nilüfer Aydan… Who knows who dreamed of them or took them as examples? Ayşecik, Ömercik, Sezercik, Gülşah… The child stars of Yeşilçam who were embraced by mothers-fathers who have never even touched them once or who were thought of as littler brothers or sisters by children watching their movies… How about mischief? There were many a dark clouds covering the pinkish horizon of Yeşilçam? Erol Taş, Feridun Çölgeçen, Hüseyin Baradan, Saadettin Erbil, Önder Somer, Ahmet Tarık Tekçe, Atıf Kaptan, Senih Orkan, Necip Tekçe, Turgut Özatay, Kudret Karadağ, Süheyl Eğriboz, Macit Flordun, Coşkun Göğen, Hayati Hamzaoğlu, Hüseyin Peyda, Danyal Topatan, Bilal İnci, Kazım Kartal, Sırrı Elitaş, Nuri Alço, İhsan Gedik, Eray Özbal, Yadigar Ejder, İbrahim Kurt, Aliye Rona, Lale Belkıs, Sevdağ Ferdağ, Diclehan Baban, Suzan Avcı… Girls and boys in leading roles suffered a lot in their hands. Even though the names of some have long been forgotten, they are the ones who left an “evil” mark on the white screen with cruel looks, mischievous laughter and evil plans… Turkish cinema is an immense dream with a colorful past full of good and bad memories… A great value that challenges the passing of a 100 years with countless memories accumulating on the magical curtain, its wins, losses, unforgettable lines, music, Özbal, Yadigar Ejder, İbrahim Kurt, Aliye Rona, Lale Belkıs, Sevdağ Ferdağ, Diclehan Baban, Suzan Avcı… Az mı çekti esas kızlar, esas oğlanlar onlardan? Bir kısmının adı hatırlanmasa bile attıkları gaddar bakışlar, fettan kahkahalar ve yaptıkları hain planlarla beyazperdede “kötü” izler bırakanlar onlar… Acı-tatlı hatıralarıyla rengârenk bir geçmişe sahip, uçsuz bucaksız bir rüya Türk sineması… Sihirli perdede biriken sayısız anısı, kazançları, kayıpları, unutulmayan sözleri, müzikleri, güzelleri, yakışıklıları, çocuk yıldızları, aşçı-uşak-dadıhizmetçi ve şoförleri, kötü adamları, fettan kadınları ile ardında bıraktığı 100 yıla meydan okuyan büyük bir değer… Zaman geçiyor, teknoloji ilerliyor. Eski imkânsızlıklar yerlerini modern imkânlara, teknik gelişmelere bırakıyor ama Yeşilçam’ın biraz güldüren, biraz hüzünlendiren buruk tadının yerini hiçbir şey tutamıyor. Sevgililerin, şimdi izlerken anlam veremediğimiz fedakârlıkları, çoğu mutlu sonla biten filmlerde sevdiği adama kavuşamadan önce kötü adamların kurduğu tuzaklara düşen esas kızlar; sevdiği kız için ölümü göze almaktan çekinmeyecek kadar gözü kara, mert, yakışıklı delikanlılar… Bir araba kazasıyla hayatı değişen, bir anda kör olan ya da gözleri açılanlar… Türk sineması, zaman içinde birçok değişim geçirmiş, en modern teknolojilerle gelişmeye devam ediyor olsa da Yeşilçam’ın masum yıllarından hatıra bu detayların yeri doldurulamıyor. Sinemanın büyülü dünyası bu sanata hayatlarını adamış, yıllarını vermiş emekçilere olduğu kadar, seyircileri de içine almaya yetecek kadar büyük. Herkesin yerinde beautiful women, handsome men, child stars, cooks-butlersservants and drivers, evil men and coquette women… Time passes, technology is advancing. Old impossibilities give way to new possibilities, but nothing can take the place of the wry taste of Yeşilçam that makes us smile while feeling sad. The sacrifices that lovers make which we cannot understand as we are watching today, leading actresses falling to the traps of bad guys before rejoining with their lovers in happy endings; brave, reckless, handsome young men who face death for their beloved… Those whose lives change in a car accident, suddenly going blind or beginning to see again… Turkish cinema has continued to evolve and develop with modern technologies over time, but the details of such memories from the innocent years of Yeşilçam are irreplaceable. The magical world of cinema is grand enough to encompass the laborers who have devoted their lives to this art form as well as the viewers. Most of the actors and actresses who took part in leading roles are no more. But what remains from them makes up the rich past and history of Turkish cinema that will be passed down to future generations. First we have to go back to the coming of cinema to Turkey in order to reach the centennial history of Yeşilçam. The history of cinema in our country dating back to the Ottoman period started with movie screenings held at the palace during the reign of Abdulhamid the 2nd. The process of passing from short films to feature length movies was followed by several movies shot during the War of Independence and other movies directed by Muhsin Ertuğrul. Ertuğrul, who is also accepted as the founder of Turkish theater, made many firsts in Turkish cinema with these movies and thus was the only person in the history of cinema to shoot films during 1922 – 1939. Of course this was not a record for our country which is home to directors that have shot the highest number of films in the world. Whereas Türkan Şoray 59 geçmiş zaman kipinde the past tense olmak istediği esas kızların, esas oğlanların çoğu yok artık. Ama onlardan geriye kalanlar Türk sinemasının dopdolu geçmişini, nesillere aktarılacak olan tarihini oluşturuyor. Yeşilçam’ın 100 yıllık tarihine varabilmek için önce sinemanın Türkiye’ye gelişine uzanmak gerekiyor. Ülkemizde sinemanın Osmanlı Dönemi’ne dayanan tarihi 2. Abdülhamit zamanında sarayda yapılan gösterimlerle başladı. Kısa metrajlı filmlerden uzun metrajlı filmlere geçiş sürecini İstiklâl Savaşı döneminde yapılan birkaç film ve sonrasında Muhsin 60 Ertuğrul’un imzasıyla çekilen diğer filmler takip etti. Türk tiyatrosunun da kurucularından kabul edilen Ertuğrul bu çalışmalarıyla Türkiye’de sinema alanında da ilkleri gerçekleştirdi ve bu sayede sinema tarihinde 1922 – 1939 yılları arasında film yapan tek kişi oldu. Dünyanın en çok film çeken yönetmenlerinin bulunduğu ülkemizde tek rekor bu değildi elbette. Türk sinemasının görkemli tarihi boyunca geçen yıllar içinde Türkan Şoray, kadın oyuncular arasında en çok film çeken oyuncuyken, erkeklerde bu rekor Cüneyt Arkın’a aitti. Senaryo yazarları arasında bulunan Safa Önal ise yazdığı 395 civarı senaryo ile Guinnes Rekorlar Kitabı’na girmeyi başardı. Türk sinemasının en değerli yönetmenlerinden biri olan Osman F. Seden’in, Türk sinemasında bir yıl içinde 300’den fazla film çekilmiş olmasında katkısı büyüktü. Unutulmaz film müziklerine imza atan Cahit Berkay’ın yalnızca filmler için yaptığı beste sayısı 150’yi buldu. Yeşilçam tarihinde bir ilk de Metin Erksan’ın bir film çekimi sırasında yaşanan bir olaydan sonra taktığı “Godzilla” lakabını yıllarca taşıyan was the actress who starred in the highest number of films throughout the glorious history of Turkish cinema, for actors this record belonged to Cüneyt Arkın. Safa Önal entered the Guinness Book of World Records with about the 395 scenarios credited to his name. Osman F. Seden is one of the highly esteemed directors of Turkish cinema and his contribution was immense with over 300 movies he shot in one year. The number of songs composed by Cahit Berkay for movies, as the composer of unforgettable movie scores, approached 150. Another first in the history of Yeşilçam was Selahattin Geçgel who carried the moniker of Godzilla for years after an incident that took place at the movie set during the shooting of a movie by Metin Erksan. Another attribute of Godzilla Selahattin, in addition to being the only known movie set chief in Yeşilçam, he also led the way for the use of the first fogger, fuse, the jimmy jip he built using the tools at hand as well as many other technical material. The dubbing artists of Yeşilçam who were the heroes behind the screen also broke many records. In addition to names such as Jeyan Mahfi Ayral, Adalet Cimcoz, Nevin Akaya, Toron Karacaoğlu, Abdurrahman Palay; Belkıs Özener was also another hidden hero behind the screen who sang the songs that the actors/actresses sang during the movies. For years, the songs that Türkan Şoray, Filiz Akın or Hülya Koçyiğit sang were actually sung by her The public screenings were soon followed by the first Turkish cinema that was opened at Şehzadebaşı with the name of “National Cinema”. November 14, 1914 was accepted as the birthday of Turkish cinema since it was on that day that Fuat Uzkınay shot a documentary. Following the later movies shot by Uzkınay which could not be completed, “Pençe” and “Casus” were the first feature length movies completed with the help of Sedat Simavi. The return of Muhsin Ertuğrul from Germany and his founding of the first private movie production company, “Kemal Movie Company”, opened up new 61 geçmiş zaman kipinde the past tense “N’ayır, n’olamaz...”, “Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da…”, “Senin annen bir melekti yavrum…”, “Amca, size baba diyebilir miyim?”, “Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla...” “No, can’t be...”, “You are as insolent as you are beautiful…”, “Your mother was an angel my child…”, “Mister, can I call you daddy?”, “You can own my body but you can never own my soul...” 62 Selahattin Geçgel’di. Godzilla Selahattin’in Yeşilçam’ın bilinen tek set amiri olma özelliği dışında bir özelliği de filmlerde kullanılan ilk sis makinesinin, fünyenin, kendi imkânları dahilinde yaptığı jimmy jip’in ve daha birçok teknik malzemenin de sektörde kullanılmasını sağlayan kişi olmasıydı. Yeşilçam’ın arka plandaki diğer kahramanları olan dublaj sanatçıları da hatırı sayılır rekorlara imza attılar. Jeyan Mahfi Ayral, Adalet Cimcoz, Nevin Akaya, Toron Karacaoğlu, Abdurrahman Palay gibi isimlerin aralarında bulunduğu değerli seslerin yanı sıra filmlerde oyuncuların söylediği şarkıları seslendiren gizli kahramanlardan biri de Belkıs Özener’di. Yıllarca Türkan Şoray’dan, Filiz Akın’dan, Hülya Koçyiğit’ten ve daha birçok sanatçıdan doors for Turkish cinema. Movies were started to be shot one after the other. Bedia Muvahhit and Neyyire Eyyir starred in the movie adaptation of the book Halide Edip Adıvar, entitled “The Shirt of Flame”. This was the first movie in the history of cinema in which Turkish women starred. Joint movies were made in the following years. Movies were shot starring Turkish, Greek, Egyptian actors/actresses with dubbing made abroad. “The Rise of a Nation” accepted as one of the most important movies of Muhsin Ertuğrul was also the movie in which an actor became a “star” for the first time. Atıf Kaptan was admired with his role in this movie thus becoming a familiar figure. “Leblebici Horhor” was adapted to cinema for the second time in 1934 again by Muhsin Ertuğrul which received wide acclaim by winning the first international award in Turkish cinema. The movie entitled, “Bataklı Damın Kızı Aysel” was shot in Bursa and was the first village movie in Turkish cinema starring the “first star actress” Cahide Sonku. The first national competition was organized in 1948 by the National Movie dinlediğimiz şarkılar hep onun sesiyle hayat buldu. Halka açık saray gösterimlerini Şehzadebaşı’nda “Milli Sinema” adıyla açılan ilk Türk sineması takip etti. Fuat Uzkınay’ın 14 Kasım 1914’te bir belgesel çekmesiyle de bu tarih Türk sinemasının doğum tarihi olarak kabul edildi. Uzkınay’ın daha sonra çektiği ancak tamamlayamadığı filmlerin ardından Sedat Simavi’nin çalışmalarıyla tamamlanan “Pençe” ve “Casus” isimli ilk konulu filmler çekilmeye başladı. Bu dönemde Muhsin Ertuğrul’un Almanya’dan dönmesi ve ilk özel film yapım şirketi olan “Kemal Film Şirketi”ni kurması Türk sineması için yeni bir kapı açtı. Ardı arkası kesilmeden filmler çekilmeye başladı. Halide Edip Adıvar’ın kitabından uyarlanan “Ateşten Gömlek” filminin oyuncu kadrosunda Bedia Muvahhit ve Neyyire Eyyir bulunuyordu. Film, sinema Producers Association. Directors, scriptwriters, actors/actresses, composers were awarded important prizes. Turkish cinema passed through many stages until Yeşilçam became an important statement. The movie companies that opened up one by one as the movies started becoming a sector in Turkey were already on one street. The name of this street that they started to settle in during the mid-1940s was Yeşilçam Street. This small street would give its name to a whole district over time as the number of doors that tame wannabes will come and go started to increase. The 50s were the start of the “Golden Age” of Turkish cinema. Productions increased over time, new actors/actresses were discovered and scripts laid down the foundation for the peak of the sector that was to come in the 60s and 70s. This period known as the, “Period of Theater Players” ended and left its place to the “Period of Film Makers”. The sign that this new period started came with the movie entitled, “Kanun Namına” directed in 1952 by 63 geçmiş zaman kipinde the past tense tarihine bu özelliği ile ilk kez Türk kadınlarının oynadığı film olarak geçti. Sonraki yıllarda ortak yapımlar başladı. Türk, Yunan, Mısırlı oyuncuların bulunduğu, seslendirmelerinin yurtdışında yapıldığı filmler çekildi. Muhsin Ertuğrul’un en önemli filmlerinden kabul edilen “Bir Millet Uyanıyor”, ilk kez bir oyuncunun “ünlü” olduğu filmdi. Atıf Kaptan bu filmdeki rolüyle halk tarafından beğenilmiş ve tanınmış bir yüz haline geldi. 1934 yılında yine Muhsin Ertuğrul tarafından ikinci kez uyarlaması yapılan “Leblebici Horhor” filmi Türk sinemasına yurtdışından gelen ilk ödülü kazandırarak büyük bir başarıya imza attı. Çekimleri Bursa’da gerçekleşen ve Türk sinemasının ilk köy filmi olan “Bataklı Damın Kızı Aysel” filminin başrol oyuncusu ise Türk sinemasının “ilk kadın 64 yıldız”ı Cahide Sonku’ydu. Yurtiçinde ilk resmi yarışma Yerli Film Yapanlar Cemiyeti tarafından 1948 yılında düzenlendi. Bu yarışmanın sonucunda filmlerin yanı sıra yönetmenler, senaristler, oyuncular, bestekârlar da ödüllere layık görüldü. Yeşilçam sinema için önemli bir ifade haline gelene kadar Türk sineması birçok evreden geçti. Türkiye’de sinemanın bir sektör haline gelişiyle açılan film şirketleri o zamanlar tek bir sokaktaydı. 1940’lı yılların ortalarında yerleşmeye başladıkları sokağın adı ise Yeşilçam Sokağı’ydı. “Meşhur” olmak isteyenlerin aşındırdığı kapılar arttıkça alan genişleyecek, zaman içinde bu küçük sokak geniş bir semte adını verecekti. 50’li yıllar Türk sinemasının “Altın Çağı”nın başlangıcı oldu. Zaman içinde Ömer Lütfi Akad. Cinema was now completely out of the effect of theater. With this movie, Ayhan Işık won the contest organized by “Yıldız Magazine” thus becoming the first star of Turkey. Belgin Doruk was another name who shared the same fate with Ayhan Işık during the contest. One of the first “child stars” was thus born as “Ayşecik” who was not called by her real name, Zeynep Değirmencioğlu, even after leaving the sector. Ayşecik had broken new grounds at the age of two and was followed by new child stars. “Halıcı Kız” (The Carpet Weaver) was also directed by Muhsin Ertuğrul during that period and was the first color production in Turkish cinema. This movie was also the last by Ertuğrul. Unforgettable names started to emerge in the Turkish movie scene until the mid-50s. Osman F. Seden, Memduh Ün, Abdurrahman Palay… The sector was stirring up and this fast rise in Turkish cinema was crowned with both national and international awards. “Susuz Yaz” (Dry Summer) directed by Metin Erksan won the Golden Bear award at the Berlin Film Festival and was the first important victory in Turkish cinema. This was followed by new records and awards which could not be exceeded anywhere else in the world but Turkey. New movies brought new successes, new names and new stars that would not be forgotten for years to come. Turkish cinema was advancing, reaching new successes while innocent faced beautiful actresses and handsome actors were starring in the dreams of viewers as well as the movies themselves. 60s were the period when Turkish cinema was at its peak and it was a time when each movie that was aired increased the quality bar higher and higher. The rise that started in the 50s continued in the 60s as well without losing any pace. The color productions that started to be shot in 1963 resulted in the coloring up of the market as well hızla artan yapımlar, keşfedilen oyuncular ve senaryolar sektörün zirvesini yaşayacağı 60’lı 70’li yılların temelini attı. “Tiyatrocular Dönemi” olarak adlandırılan süreç sona erdi ve yerini “Sinemacılar Dönemi” aldı. Yeni dönemin başladığının işareti de 1952 yılında Ömer Lütfi Akad’ın çektiği “Kanun Namına” filmiyle geldi. Artık sinema, tiyatro etkisinden tamamen çıkmıştı. Bu filmle birlikte “Yıldız Dergisi”nin yarışmasını kazanarak dikkatleri üzerine çeken Ayhan Işık Türk sinemasına kazandırılmış oldu ve Türkiye’nin ilk büyük yıldızı olarak anılmaya başladı. Aynı yarışmada benzer kaderi Ayhan Işık ile paylaşan diğer isim de Belgin Doruk oldu. Asıl adının Zeynep Değirmencioğlu olmasına rağmen sektörden ayrıldıktan sonra bile “Ayşecik” olarak anılan ilk “çocuk yıldız” da bu yıllarda doğdu. İki yaşında girdiği sektörde çığır açan Ayşecik’i başka çocuk yıldızlar takip etti. Yine bu yıllarda Muhsin Ertuğrul tarafından as dreams. One feature of these years is that Turkish cinema had succeeded in surpassing American cinema. New actors/ actresses were discovered as the number of movies shot increased and names that had entered the movie scene as actors/actresses started to emerge as directors. The names that won competitions organized by important magazines of the period were transferred to the movie sector. The names that are today accepted as the divas, kings and queens of cinema were only starting to emerge amidst the vibrant movie scene. The genres of movies also started to change according to the interests of the time they were shot in. The theme of love was dominant on the white screen followed by detective stories, historical, religious or even fantastic movies. The number of movies shot in 1966 reached 240 after which Turkish cinema became the 4th in the world for the number of feature films shot. Of course not all movies were quality or successful, but the efforts were not wasted, the livening sector created new work areas and the art of cinema continued to gain value. In 1964, the first Antalya Golden Orange Film Festival was 65 geçmiş zaman kipinde the past tense Türk sinemasının ilk renkli filmi “Halıcı Kız” çekildi. Bu film aynı zamanda Ertuğrul’un son filmiydi. Türk sinemasına silinmez izler bırakan isimlerin piyasaya girişi 50’li yılların ortalarında gerçekleşti. Osman F. Seden, Memduh Ün, Abdurrahman Palay… Artık sektör hareketleniyor, Türk sinemasındaki hızlı çıkış, yurtiçi ve yurtdışından ödüllerle taçlandırılıyordu. Metin Erksan’ın Berlin Film Şenliği’nin en büyük ödülü olan Altın Ayı’yı almaya hak 66 kazanan filmi “Susuz Yaz” Türk sinemasının ilk büyük zaferiydi. Bu zaferi dünya genelinde Türkiye dışında kırılamayan rekorlar ve ödüller takip etti. Yeni filmler yeni başarıları, yeni yüzleri, yıllarca unutulmayacak yıldızları ardında getirdi. Bir yandan Türk sineması gelişiyor, yurtdışına taşan başarılara imza atıyor diğer yandan masum yüzlü güzel artistler, yakışıklı jönler yalnızca filmlerde değil, seyircilerin hayallerinde de başrolü üstleniyordu. organized jointly by the Turkish Film Producers Association and Antalya Municipality which went onto become a traditional organization over the years. Two years later the movie, “Horse, Women and Gun” directed by actor Yılmaz Güney was aired. Important literary works were adapted to the movie screen. There were conflicts among the Turkish movie scene as well. Original productions, developing acting skills and directors who wish to tell their own problems in their own style blended art with limitless creativity. There were names in those years that had their names written in letters of gold with their roles, the lines they use or the movies they made. Tourist Ömer Sadri Alışık, Golden Kid Göksel Arsoy, Malkoçoğlu Cüneyt Arkın, Sultan of the White Screen Türkan Şoray were only a few of these. Cinema underwent radical changes during the 70s and 80s amidst the political, economic and sociological turmoil of the country. Television started to take place of cinema and these small boxes that entered every household had set eyes on the magic of the white screen. But cinema continued to exist and Türk sinemasının zirveye oynadığı 60’lı yıllar, kalitenin her seferinde biraz daha arttığı filmlerin arka arkaya vizyona girdiği bir dönem oldu. 50’li yıllarda başlayan yükseliş 60’lı yıllarda da hız kesmeden devam etti. 1963 yılında başlayan renkli filmler, hem piyasanın hem de hayallerin renklenmesini sağladı. Bu yılların bir özelliği de Türk sinemasının Amerikan sinemasının önüne geçmeyi başarmış olmasıydı. Çekilen film sayısı kalitesiyle birlikte artarken, yeni yüzler keşfediliyor, oyuncu olarak sinemaya adım atan isimler yönetmen koltuğuna oturmaya başlıyordu. Dönemin en popüler dergilerinin açtığı yarışmaları kazanan isimler sinema sektörüne kazandırıldı. Bugün sinemanın divaları, kralları, kraliçeleri kabul edilen isimler o yıllarda yeni yeni tanınmaya, dönemin ses yıldızları da sinema sektörüne dâhil olmaya başladılar. İç içe çekilen filmlerin türleri, çekildikleri dönemin ilgi alanlarına göre değişim göstermeye başladı. Daha çok aşk temasının hâkim olduğu beyazperde, polisiye, tarihi, dini hatta fantastik olmak üzere her türden fazlasıyla filmle doldu. Çekilen film sayısının 240’a ulaştığı 1966 yılına gelindiğinde Türk sineması dünya çapında uzun metrajlı film çekimi konusunda 4. oldu. Elbette yapılan filmlerin tamamı kaliteli ve başarılı değildi ama verilen emekler de boşa çıkmıyor, hareketlenen sektör yeni çalışma alanları yaratıyor, sinema sanatı değer kazanmaya devam ediyordu. 1964 yılında Türk Film Prodüktörleri Cemiyeti’nin Antalya Belediyesi ile ortak olarak düzenleyerek yıllar içinde geleneksel hale gelen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin ilki düzenlendi. İki yıl sonra oyuncu Yılmaz Güney’in yönetmen olarak ilk kez çektiği film “At, Avrat, Silah” gösterime girdi. Edebiyatın önemli eserleri sinemaya uyarlandı. Türk sineması kendi içinde görüş ayrılıklarına neden oldu. Özgün yapımlar, gelişen oyunculuklar, her biri kendi derdini, kendi diliyle anlatmak için kendi yöntemlerini kullanan yönetmenler sanatın yaratıcılıktaki sınırsızlığıyla harmanlandı. O yıllarda oynadıkları rollerle, kullandıkları repliklerle, yaptıkları filmlerle sinema tarihine altın harflerle kazınan isimler oldu. Turist Ömer Sadri Alışık, Altın Çocuk Göksel Arsoy, Malkoçoğlu Cüneyt Arkın, beyazperdenin sultanı Türkan Şoray bunlardan yalnızca birkaç tanesiydi. 70’li ve 80’li yıllar arasında sinema, ülkenin bulunduğu siyasi, ekonomik, sosyolojik gelişmelerden etkilenerek köklü değişiklikler yaşadı. Televizyon sinemanın yerini yavaş yavaş almaya başlamış, hızla evlere giren küçük kara kutular, beyazperdenin sihrine göz dikmişti. Ama sinema yine de var olmaya ve birçok dalda, yurtiçi ve yurtdışı ödüllere layık görülen filmlerle yaşamaya devam etti. Piyasayı hareketlendirmek adına yapılan filmleri, televizyon kanalları için çekilen filmler takip etti. Girilen krizlerden en az şekilde etkilenmek adına verilen emekler zaman zaman boşa çıkmış gibi görünse de, Türk sinemasının bugün geldiği son nokta ve vaat ettiği parlak gelecek umut verici. Özellikle son yıllarda dünya çapında başarılar kazanılıyor. Yeşilçam sokağından o kadar çok isim geçti, Türk sinemasına o kadar çok isim emek verdi ki; tamamını sayabilmek, hepsinin ismini eksiksiz olarak anabilmek neredeyse mümkün değil. Ülkemizde sinema tüm gücü, hızı, imkânları, git gide artan başarılarıyla ve geçmişten atılan temellerin izinde devam ediyor. Bize de bu başarılarla övünmek ve emekçilerine, seyircilerine, kendinden sonraki nesillere bıraktığı tatlı hatıralarla bugünkü Türk sinemasının temelini atan Yeşilçam’ın o eski yıllarını tatlı bir tebessüm, saygı ve özlemle hatırlamak kalıyor. Biz ağlamıyoruz ki, sadece gözümüze toz kaçtı. ∞Mutlu Son∞ thrive with movies that received national and international awards. Movies shot to invigorate the market were followed by television series. Even though the efforts made to overcome every crisis faced seems as if in vain, the current place of Turkish cinema is promising. World scale successes have been achieved especially in recent years. So many names passed down Yeşilçam Street, so many people gave effort that it is almost impossible to name them all. Cinema continues to follow the foundations laid down in the past with increasing strength, speed, opportunities and successes. What is left to us is to take pride in these successes and to remember with respect and longing the fond memories of Yeşilçam that paved the way for today’s Turkish cinema. We are not crying, it is only the dust in our eyes. ∞ Happy Ending ∞ 67 geçmiş zaman kipinde the past tense 68 69 estetik estetic “Kepçe kulak”lara ameliyatsız çözüm Non-surgical solution to “Prominent Ears” Op. Dr. Bülent Cihantimur Ameliyatsız ve son derece basit bir teknik olan “İple Kepçe Kulak Operasyonu” kepçe kulak sorunu yaşayan herkesin 20 dakika gibi kısa bir süre içinde estetik kulaklara kavuşmasını sağlıyor. Kepçe kulak, doğumdan veya genetik sebeplerden meydana gelen estetik bir sorun. Büyükten küçüğe, her yaştan insanın sosyal yaşantıları içinde problemler yaşamasına, sosyal hayattan kopmasına ve özgüven kaybı sebebiyle sağlıklı ilişkiler kuramamasına neden oluyor. Oysaki oldukça basit bir operasyon olan “İple Kepçe Kulak Operasyonu” ile kepçe kulak sorunu çözümlenebiliyor ve olası tüm psikolojik sorunların önüne geçilebiliyor. Kepçe kulağın psikolojik açıdan yarattığı sorunlar artık kepçe kulak ameliyatlarıyla tarihe karışıyor üstelik bu sorun basit bir medikal bir ip yardımıyla çözümleniyor. Kendi geliştirdiğim “İple Kepçe Kulak Operasyonu” son derece etkili geri dönüşler aldığımız tekniklerden bir tanesi. Bu teknikle klasik kepçe kulak estetiği uygulamalarından farklı olarak, hastalarımızın daha çabuk toparlandıklarını gözlemliyoruz. Operasyon süresinin oldukça kısa sürmesinden dolayı, özellikle çocuk hastalarımızı yormadan ve onların sıkılmasına mahal vermeden iple kepçe kulak ameliyatını tamamlıyoruz. 6 yaş civarında kulaklar gelişimlerinin büyük kısmını tamamladığı için, bu yaştan itibaren iple kepçe kulak ameliyatı yapılabiliyor. Özellikle çocuklarda doğumsal kepçe kulak deformitelerinin en uygun tedavi zamanı, çocuğun kendine dikkat etmeye ve sosyal hayata girmeye başladığı okul öncesi dönemdir. Bu tür kulak sorunları olan çocukların, arkadaşlarıyla sıkıntı yaşamamaları için erken yaşta tedavi edilmeleri gerekir. Oldukça konforlu bir uygulama olan İple Kepçe Kulak Operasyonu, özel bir alet ve bir ip yardımıyla noktasal kesilerle, kulağın geriye doğru katlanması suretiyle yapılıyor. Diğer tekniklerimde olduğu gibi bu tekniğimde de iyileşme sürecinin kısa olduğu ve hastanın rahatını son derece önemsediğimden komplikasyon olasılığının minimal düzeyde olduğu bir uygulama gerçekleştiriyorum. İple kepçe kulak estetiğinde yine minimal kesi yapıldığından, operasyon sonrasında pansuman ve bandaj gerektirmiyor. Hastaya yaklaşık 15–20 dakika içinde lokal anestezi yapılarak tamamlanan iple kepçe kulak ameliyatı sonrasında, sadece kulağı korumak amacıyla, kulak üzerine saç bandı takıyoruz. Kesisiz otoplasti olarak da bilinen iple kepçe kulak işlemi sonrasında hemen ilk etapta kulağın yeni, normal halini görebilen hastalarımızın tamamı motive olmuş bir şekilde evlerine gönderiliyor. Ayakta tedavi prosedürlerinin uygulandığı son derece basit bir operasyonla, yıllardır dert ettiğiniz ve belki de özgüven kaybı yaşadığınız sorunlu kulaklarınıza elveda diyebiliyorsunuz. The “Prominent Ear Operation with Cord” is a non-surgical and very simple method and enables everyone with prominent ear problem to have aesthetic ears in only 20 minutes. Prominent ears pose an aesthetical problem that is due to birth or genetic reasons. It causes people of all ages to experience problems in their social lives, to be excluded from social life as well as failure to establish healthy relationships because of self-esteem issues. However, prominent ear problem can be solved very easily with the “Prominent Ear Operation with Cord” which is a non-surgical procedure that can prevent all psychological problems. The psychological problems caused by prominent ears are now becoming history and this issue is dealt with using a simple medical cord. The “Prominent Ear Operation with Cord” method developed by me is a method for which I have received immense feedback. Different than classical prominent ear aesthetic applications, we observe in this method that our patients are no more thinking by themselves. We complete the prominent ear operation with cord without tiring our patients in a very short time which is especially suited for our child patients. Since ears complete majority of their development around the age of 6, prominent ear operation can be done starting from that Önce / before 70 Estetik International age. The best time for treatment of congenital prominent ear deformities especially in children is the pre-school period when the child is starting to take care of him/herself and starts taking part in social life. Children with such ear deformities should be treated at an early age so that they do not experience problems at school with their friends. The Prominent Ear Operation with Cord is a very easy operation and it is done by folding the ear backwards using a special tool and cord with point incisions. As is the case in my other methods, I carry out an application with minimum risk of complication since I give importance to the comfort and recovery time of the patient. Minimal incisions are made in the prominent ear plastic surgery with cord and there is no need for medical dressing or bandages after the operation. We only put on a hair band over the ear to protect it following the prominent ear operation with cord that takes about 15–20 minutes under local anesthesia. The prominent ear operation is also known as incision-free otoplasty and the patients who are able to see the new appearance of their ears are sent home with full motivation. You can say goodbye to the ears that have caused you worries and lack of self-esteem with a very simple operation requiring only outpatient treatment procedures. 9 dakika sonra / 9 minutes later 71 film şeridi storyboard Angelina Jolie Asi bir punk’tan, iyi niyet elçisi bir anneye... From a rebellious punk to an ambassador of good will mother… Dünyaya her zaman farklı bir pencereden bakan, 14 yaşındayken bir “cenaze kaldırıcısı” olmayı hayal ederken, bugün dünyanın en güzel kadınları arasında kabul edilen bir “iyi niyet elçisi...” Ona göre ise yalnızca insanlara faydalı olmak için yaşayan bir anne… Mesleki kariyeri başarılarla, özel hayatı sansasyonlarla dolu bir isim Angelina Jolie… An “ambassador of good will” who always looked at the world from a different perspective, who dreamed of being an “undertaker” when she grew up but instead turned out to be accepted as among the most beautiful women in the world today… According to her, she is a mother who only lives to be beneficial for others… A name whose career is full of success stories and whose private life is full of sensational ones: Angelina Jolie… 72 Attığı her adım takip edildi. Her rolü, ilişkisi, doğurduğu ya da evlat edindiği her çocuk, yaptığı her evlilik ve hatta yaptırdığı 12 dövmenin her biri olay oldu. Dudakları ve gizemli bakışları hep konuşuldu. Bugün dünyanın en güzel kadınlarından biri kabul edilen Angelina Jolie, ona yakıştırılan türlü sıfatlara rağmen özel hayatı ya da mesleki başarılarından ziyade “anne” oluşuyla gurur duydu. Küçükken ne o kendini beğeniyordu ne de cılız görüntüsüyle alay eden arkadaşlarına kızıyordu. Onun için asıl hayat 14 yaşında okuldan atıldığı ve babasının isminden “kurtulduğu” zaman başladı. Kendi ayakları üzerinde durmak ve hayata devam etmek zorundaydı. Öyle de yaptı. Hayatın kimi zaman aniden gelen değişimlerine ayak uydurdu. Birkaç kez âşık oldu, yanıldı ama yılmadı. Umutlarını hayal kırıklıklarıyla besledi. Kendini insanlara yardım etmeye ve ulaşabildiği her çocuğun annesi olmaya adadı. Beyazperdede hayat verdiği her kadın kendinden bir parçaydı. Haziran 1975’te oyuncu bir ailenin kızı olarak Los Angeles’te dünyaya gelen Jolie, hayatındaki ilk mutsuzluğu bir yıl sonra anne ve babasının ayrılığıyla yaşadı. Bu ayrılıktan sonra annesi ile birlikte New York’a giderek çocukluğunu burada geçirdi. Yıllar sonra yaptığı röportajlarda itiraf ettiği yılan ve kertenkele koleksiyonuna da bu dönemde başladı. Sinemaya olan ilgisini annesiyle izlediği filmlere bağlayan ve bu dönemde Uzay Yolu’ndaki Mr. Spock karakterine âşık olduğunu söyleyen Jolie, okul yıllarında erkek çocuklarının canını yaktığı için sık sık şikâyet edilirdi. 11 yaşına geldiğinde oyuncu olmak istediğini fark ederek Los Angeles’e geri döndü ve “Strasberg Theatre Institue”ye kayıt oldu. İki yılını burada geçirdikten sonra kendini zengin çocukların arasında mutsuz hissedeceği “Beverly Hills High School”a gitmeye başladı. Çok zayıf ve kendine yakışmadığını düşündüğü gözlükleriyle kötü göründüğüne inanıyor, okul arkadaşlarının onunla alay etmesi de bu düşüncesini doğruluyordu. Buhranlı bir dönemden geçen Jolie, bu dönemde yaşadığı ilk modellik deneyiminde başarısız olunca bileklerini kesti. İlerleyen zamanlarda kendine birkaç kez daha zarar verdi ve gün geçtikçe bundan hoşlanmaya başlamıştı. 14 yaşında okuldan atılarak siyah giyindiği, saçını mora boyadığı ve erkek arkadaşıyla yaşamaya Every step she took was watched. Every role she starred in, every child she gave birth or adopted, every marriage she made and even each and every one of her 12 tattoos became a big deal. Her lips and mysterious looks are always talked about. Angelina Jolie is now accepted as one of the most beautiful women in the world and despite all the different adjectives ascribed to her, she has always been proud of being a “mother” rather than her private life or her achievements. She was not happy with how she looked when she was a kid but she was also not angry at her friends who made fun of her skinny body. Real life started for her when she was expelled from the school at the age of 14 and she “freed” herself from her father’s name. She had to stand on her own and continue her life. And that was what she did. She kept pace with the sudden changes of life. She fell in love several times, she made mistakes along the way but she never gave up. She fed her hopes with disappointments. She devoted herself to helping others and started to be the mother of any child she could reach. The woman she gave life to on the 73 film şeridi storyboard başladığı bir ergenlik dönemine girdi. Bugün çok konuşulan dövmelerinin temeli de bu yıllardaki “punk” yaşam tarzına olan düşkünlüğüyle atılmış oldu. İki yıl süren ilişkisinin sonunda annesine yakın bir ev kiralayarak burada yaşamaya başladı ve okula döndü. Bu süreçte modellik yapmasının yanı sıra çeşitli müzik kliplerinde ve tiyatro oyunlarında da yer aldı. Babasıyla ilişkilerinin iyi sayılabileceği bu süreçte babasını gözlemliyor ve onu örnek alıyordu. Kariyerinin ilk profesyonel deneyimi düşük bütçeyle çekilen “Cyborg 2” filmi oldu. Bu filmi yardımcı rol üstlendiği “Without Evidence” filmi takip etti. Bu dönemde ayrıca ilk kocası olan Jonny Lee Miller ile tanıştı. 1996 yılında gerçekleşen düğünlerinde Jolie’nin siyah, deri bir pantolonu eşinin adını kendi kanıyla yazdığı beyaz bir bluz ile giymiş olması birçok kişi tarafından yadırganmıştı. Bu yıl aynı zamanda beyazperdede dikkat çekmeye başladığı dönemin de başlangıcı oldu. “Foxfire” filminde canlandırdığı karakteriyle eleştirmenlerden övgüler topladı. “Hackers” filminde ilk kez başrol aldı. Kendime en yakın bulduğum 74 white screen was a part of her. Jolie was born in June 1975 to a family of actors in Los Angeles and experienced her first unhappiness one year later when her parents got divorced. After this breakup she moved to New York with her mother and spent her childhood there. She started her snake and lizard collection during this period which she admitted years later. Jolie states that her love of cinema stems from the movies she watched with her mother and that she was in love with Mr. Spock in Star Trek; she also received many complaints for hurting the boys at school. When she was 11 she realized that she wants to be an actress and so returned to Los Angeles and signed up at the “Strasberg Theatre Institute”. After spending two years here, she started attending the “Beverly Hills High School” where she would feel sad among all the rich kids. She thought that she looked ugly with her skinny body and her glasses and the fact that her friends at school made fun of her proved her point. Jolie was living through a depressive period in her life and after she failed in her first modelling experience she cut her wrists. In later years she hurt herself several more times and she had even started enjoying this as time passed. She was expelled from school at the age of 14 and entered an adolescence period during which she wore black, dyed her karakter diye tarif ettiği, 1998 yapımı, ünlü model Gia Carangi’nin hayatını konu alan “Gia” filmiyle büyük başarıya ulaşan Jolie’ye “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Dalı”nda Akademi Ödülü’nü “Girl Interrupted” filmindeki performansı kazandırdı. O artık tanınan, konuşulan, beğenilen ve tam anlamıyla başarılı bir isimdi. Dünyaya açılmasını sağlayan Lara Croft: Tomb Raider filminin çekimleri aynı zamanda Jolie’nin hayata olan bakış açısını da değiştirdi. Kamboçya’da yapılan çekimler sırasında kendi deyimiyle bir “farkındalık” yaşadı ve ihtiyacı olan insanlara ulaşarak, gücünün yettiği herkese yardım etmeye karar verdi. Bunun için Birleşmiş Milletler Genel Meclisi tarafından kurulan UNCHR’ye (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) başvuran oyuncu böylece Hollywood’un en çok kazanan, beğenilen ve tanınan oyuncularından biri olmakla yetinmedi “İyi Niyet Elçisi” unvanına da sahip oldu. 1982 yılında başlayan oyunculuk kariyerinde birçok kez ödüle aday gösterildi ve çoğunda ödüle layık görüldü. Aşk hayatında işler kariyerindeki başarılarla uyumlu değildi. Ama ne o aşktan vazgeçiyordu ne de hayat onun aşksız kalmasına izin veriyordu. Kanını boynundaki kolyesinde taşıdığı kocası Billy Bob Thornton ile 1999 yılında yaptığı evlilik de hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştı ama o az zaman içinde de olsa güzel günler paylaştığı insanları sevgiyle anmaktan hiç vazgeçmedi. Aşk hayatını babasıyla olan kopuk ilişkisine bağlayanlar da oluyordu. Babasının hair purple and lived with her boyfriend. The foundation of her widely mentioned tattoos were thus laid down during this period when she was keen on the “punk” style of life. When her two year relationship ended she rented a house near where her mother used to live and got back to school. During this time she continued modelling and took part in several music videos and theater plays. This was a period when her relationship with her father could be considered to be good, she observed him and took him as an example. “Cyborg 2”, a low budget movie, was her first professional experience in her career. This film was followed by “Without Evidence” in which she starred in a supporting role. It was during this time that she met her first husband Jonny Lee Miller. They got married in 1996 and Jolie’s leather pants and the white blouse she wore with the name of her husband written in her own blood was considered to be quite strange by many people. This was also the start of a time when she attracted attention on the white screen. She received good reviews with her role in “Foxfire”. She took the leading role for the first time in the movie entitled “Hackers”. In 1998, Jolie became very successful in the movie named “Gia” based on the life of the famous model Gia Carangi whom she resembled herself to and she won the Academy Award in the “Best Supporting Actress” category with her performance in “Girl Interrupted”. She was now a well-known, talked-about, liked and successful star. The movie that brought her fame all over the world was Lara Croft: Tomb Raider and it was during this time that her perspective of life changed. She experienced an “awareness” during the shooting of the movie at Cambodia and decided to reach all people in need that she can reach and help them as much as she can. She applied to UNCHR (United Nations High Commissioner for Refugees) established by the United Nations General 75 film şeridi storyboard ilgisizliği onu hem mutsuz etmiş hem de baba sevgisinin zamanla nefrete dönüşmeye başlamasına neden olmuştu. 2001 yılında verdiği dilekçe ile babasının soyadı olan “Voight”yi resmen değiştirerek uzun süredir taşıdığı yükten kurtulduğuna inandı. Babasıyla arasındaki sorunlar üzerinden yıllar geçmesine rağmen hiçbir zaman düzelmedi. Jolie babasını hiç affetmedi ve annesinin de desteği ile babasına ihtiyaç duymadan hayatına devam etmeyi başardı. Artık tek hedefi, hiç kimseye ihtiyaç duymadan kendi ayakları üzerinde durabilmek ve hayatını kendi bildiği şekilde yaşayabilmekti. Kariyerinden bahsederken “Yalnızca öğle yemeğine çağırabileceğim kadınları canlandırmak isterim” demişti. Çünkü oyunculuk ona göre uydurmak ya da yalan söylemek değil, oyuncunun canlandırdığı karaktere yakın olan tarafını bulması ve diğer taraflarını unutması demekti. Kendini bulduğu karakterlerle yeniden doğuyor, onlarla besleniyordu. 2008 yılında seslendirme yaptığı Kung Fu Panda ile birlikte 2005 yılında oynadığı Mr. & Mrs. Smith filmi bilindiği gibi Jolie’nin en büyük ticari kazancıydı ama Mrs. Smith ona hayatının aşkını da vermişti. 2005 yılının başlarında Jolie’ye “yuva yıkan kadın” suçlamasına neden olacak skandal yaşandı. Karı-kocayı canlandırdıkları Brad Pitt ile başlayan yıldırım aşkı, Pitt’in o dönem evli olduğu Jennifer Aniston’dan boşanmasına sebep oldu. Jolie ise bu suçlamaları, babasının annesini aldatmış olması nedeniyle asla evli bir erkekle birlikte olmayacağını öne sürerek reddetti. Her şeye rağmen birlikte olan çift tüm dünyayı yakından ilgilendiren bir ilişkiye yelken açtı. Şu anda üçü biyolojik üçü evlatlık olmak üzere toplam 76 Assembly, receiving the title of “Ambassador of Good Will” proving that being one of Hollywood’s highest earning and most popular actresses was not enough for her. She was nominated for many awards throughout her career which started in 1982 and most of the time she won. Her love life was not as smooth as her successful professional life. But she did not give up on love and life did not let her go by without any love. The marriage she made in 1999 with Billy Bob Thornton whose blood she carried in her necklace ended in disappointment as well but she never stopped remembering the good times she shared with the people that entered her life. There were those who blamed her love life to her dysfunctional relationship with her father. The disinterest of her father made her unhappy and over time resulted in the transformation of her love for her father into hate. In 2001, she officially applied to change her father’s surname of “Voight” which led her to believe that she was at last free of a load that she had carried with her for a very long time. The problems she had with her father never died down despite the passing of years. Jolie never forgave her father and succeeded in continuing her life without any need for him thanks to the support of her mother. Now her only goal is to be able to stand on her own feet and to live her life as she wanted to. When once talking of her career she had said, “I would only like to play the lives of women who I can invite for lunch.” Because for her acting was not making things up or telling lies; an actress had to find common things with the character and forget the other parts. She was reborn every time with new characters and fed herself from them. In 2008 she took part in the dubbing of Kung Fu Panda and in 2005 she starred in Mr. & Mrs. Smith which were her greatest commercial successes but Mrs. Smith had also brought her the love of her life. In the beginning of 2005, a scandal arose which would end up with Jolie being blamed as the “woman who ended a family”. The sudden love between her and Brad Pitt who starred altı çocuğa annelik yapan Jolie sakin bir hayat istedikçe aksilikler, skandallar, hayal kırıklıkları peşini bırakmıyordu. Geçtiğimiz yıllarda Jolie’ye kanser teşhisi koyuldu ve göğüslerini aldırdığını açıkladı. Annesi de kanser yüzünden ölmüştü ve Jolie bu riski taşıdığını biliyordu. Bu yüzden tetkikleri aksatmadı ama hastalığın da önüne geçemedi. Hayatının aşkı, bir süre önce evlendiği kocası Brad Pitt’in de desteği ile hayata umutla devam ediyor Angelina Jolie… Eskisi kadar ön planda olmamaya çalışıyor ancak ortaya çıktığında, yıllar boyu hayalini kurduğu sevgi dolu aileye sahip oluşundan duyduğu mutluluğu duruşu ve bakışlarına yansıtıyor. Bugünlerde yapımcılığını da üstlendiği bir filmde kocası ile birlikte kamera karşısına geçeceği konuşulan Jolie, beyazperdeden sevenlerini her şeye rağmen hayata devam ettiğini kanıtlarcasına selamlıyor. Son olarak 2014 yapımı “Malefiz” isimli fantastik filmle bambaşka bir şekilde karşımıza çıkan Jolie, bu filmle peri masallarına olan bakış açısını alt üst etmiş; izleyiciye, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlatmıştı. Dünyanın tescillediği güzelliğinin ardında sakladığı hayal kırıklığı dolu hayatı ve her zaman savaşmak zorunda kaldığı acı gerçekleri anlatmaya çalışır gibi… as her husband in the movie resulted in the divorce of Pitt with Jennifer Aniston who was his wife at the time. Whereas Jolie refused these claims by saying that she would never be with a married man because her father had cheated on her mother. The couple got together despite everything and started a relationship which attracted the attention of the whole world. Jolie was the mother of a total of six children, three of which were her own and three of which were adopted; she wanted a calm and serene life but disappointments and scandals never let her go. Recently, Jolie was diagnosed with cancer and she stated that she had her breasts removed. Her mother also had died of cancer and Jolie knew of this risk. That is why she did not hinder the examinations but also could not prevent the disease. Angelina Jolie continues to hold onto life with hope taking the support of her husband Brad Pitt who is the love of her life… She tries to stay away from the limelight and her happiness for having a loving family that she dreamed of for years is reflected in her eyes. Nowadays it is rumored that she will star in her own production with her husband and she continues to greet her fans from the white screen despite everything. Jolie’s latest appearance was in the 2014 production fantasy movie “Maleficent” turning the perspective on fairy tales upside down and showing the viewers that nothing is as it seems. As if trying to explain the hardships that she had to struggle throughout her life which are hidden behind her world renowned beauty… 77 efsane kareler legendary shots “Değişik” bir sevgi öyküsü A “different” love story Geçtiğimiz aylarda aramızdan ayrılan oyuncu Robin Willams ve arkasında bıraktığı kalıcı izlerden biri olan tiplemesi Mrs. Doubtfire... Williams hem yapımcılığını hem de iki rol birden üstlendiği, Türkiye’de “Müthiş Dadı, Müthiş Baba” ismiyle yayınlanan 1993 yapımı bu filmle uzun süre devam eden bir etki 78 bırakmıştı. Williams’ın fedakâr bir babanın çocukları için yapabileceklerinin sınırsızlığını anlatan filmde yarattığı Mrs. Doubtfire karakterinde yaşadığı değişim hafızalara kazınmıştı. Birkaç yıl önce TV dizisi olarak uyarlaması da yapıldı ancak Haluk Bilginer’in başrolü üstlendiği yapım kısa süre içinde yayından kaldırıldı. Mrs. Doubtfire is one of the unforgettable characters left behind by the actor Robin Williams who passed away just recently… Williams was also the producer of this 1993 movie in which he also starred in two different roles. The transformation that Williams underwent was especially remarkable for his role as a self-sacrificing father who can go to any lengths for his children. Several years ago it was also adapted as a TV series, however the series starring Haluk Bilginer was cancelled within a short period of time. 79 efsane kareler legendary shots Değişimin bedeli The price of transformation Eddie Murphy’nin 8 değişik karakter ile karşımıza çıktığı Çatlak Profesör serisi BilimKurgu-Komedi dalında en iyi film kabul edilmiş ve “En İyi Makyaj” dalında Oscar’a layık görülmüştü. Filmde kısa süre içinde kilolarından kurtulmanın 80 bir yolunu bulan ve bu yüzden hayatı bir anda alt üst olan obez profesör aracılığı ile fiziksel değişimin aslında her şey olmadığı anlatılıyordu. Görünümündeki ani değişim ile birlikte hayatı da değişmiş ve her şey kontrolünden çıkmıştı. The Nutty Professor series starring Eddie Murphy as 8 different characters has been accepted as the best movie in the Science Fiction-Comedy genre and won an Oscar in the “Best Makeup” category. The movie told us through an obese professor who discovered the formula of losing weight in a short time that physical transformation is actually not everything. His life also changed rapidly together with his appearance thereby causing his life to spiral out of control. 81 efsane kareler legendary shots Fantastik dünyanın değişen yüzü The changing face of a fantastic world Ardında sinema tarihinde yıllarca konuşulacak bir “Joker” canlandırması ve ölümüyle çekimleri yarım kalan bir film bırakan Heath Ledger, Batman serisinin en unutulmaz “Joker”i olmayı başarmıştı. 2007 yılında çekimleri sona eren “Batman Kara Şövalye” filmindeki başarısıyla film otoritelerinden 82 aldığı olumlu eleştirilerin yanı sıra 66. Altın Küre ve BAFTA ödüllerine layık görülmüştü. Batman tutkunlarının “Joker”e olan bakış açısını değiştiren Ledger, ölümünden sonra fantastik film dünyasının unutulmayan yıldızları arasındaki yerini aldı. Heath Ledger who left behind an unforgettable “Joker” character as well as an unfinished movie due to his untimely death succeeded in becoming the best known “Joker” in all Batman series. He was awarded the 66th Golden Globe and BAFTA awards in addition to positive reviews from all film authorities with his success in the 2007 movie “Batman the Dark Knight”. Ledger changed the perspective of Batman fans towards “Joker” and took his place among the unforgettable starts of the fantastic movie scene after his death. 83 efsane kareler legendary shots Maskenin ardındaki The one behind the mask Yemyeşil bir yüz, inci gibi bembeyaz kocaman dişler… Sıradan bir adamın taktığı bir maske ile değişerek her an her şeyi yapabilecek gözü kara ve haşarı bir kahramana dönüşmesi… 90’lara damgasını vuran film, mitolojik bir tanrıya ait olan mistik bir maskenin, hayatı boyunca kaybetmeye mahkûm olduğuna inanan kendi halinde bir adamın eline 84 geçmesiyle başlıyordu. Kimine göre bir an önce, bir şekilde yakalanıp icabına bakılması gereken bir suçlu kimine göre dünyanın ihtiyaç duyduğu bir kahramandı. Jim Carrrey’in unutulmaz oyunculuğu ile büyük beğeni toplayan filmin daha sonra başka bir oyuncu tarafından devamı çekilse de ilk filmin yerini almayı başaramamıştı. A green face and big, pearl white teeth… The transformation of an ordinary man into a hero who can do anything anytime just by putting on a mask… The movie was very popular in the 90s and it started when an ordinary man who believed that he was destined to lose all his life somehow got hold of a mythical mask that once belonged to a mythological god. For some, he was a criminal who had to be caught immediately and be dealt with; while for others he was a hero that the world needed. The movie received great acclaim thanks to the unforgettable performance of Jim Carrey and even though a sequel was shot starring another actor, it failed to reach the success of the first movie. 85 evrensel sanat universal art Dört mevsim değişmeyen değer Four seasons unchanging value Dört mevsim, belki kelimelerle bir şekilde ifade edilir; tablolarda anlatılarak, hayranlık uyandıran resimlerde yaşatılabilir. Ama bir mevsimi duyabilmek için yapılabilecek tek şey, onu Vivaldi’den dinlemektir. Four seasons may be expressed in words somehow; it can be depicted in paintings or photos that evoke admiration and awe. But there is only one thing to do to hear a season; that is to listen to it from Vivaldi. 86 Antonio Lucio Vivaldi O, ölümünden sonra değeri anlaşılan isimlerden sadece biri… Onun eserlerini dinlemek, dört mevsim baharı dinlemek gibi… Venedik’ten, tüm dünyaya; Barok döneminden, sonraki tüm zamanlara dalga dalga yayılan konçertoların babası Antonio Vivaldi… Güneş gökyüzünde altın gibi parlar, kuşlar cıvıldar, sular şırıldar. Güneş gitgide daha yakıcı bir hal almaya başlar; kelebekler, yüzlerini aşkla güneşe dönen çiçeklerle kaynaşır. Akşam vakti hafif hafif esen meltemler; yerlerini sert fırtınalara, yağmurlarla gelen hışırtılı hüzünlere bırakır. Soğuk şiddetini arttırır, zamanla her yer beyaza boyanır. Doğanın soğukla girdiği çetin savaş, yeniden bahar gelene, güneş yeniden doğana dek devam eder. Kendinden sonraki müzisyenlere ilham olan ve ölümünden sonra yine başka besteciler tarafından keşfedilerek bugünkü popülerliğine kavuşan Vivaldi, 1678 yılında Venedik’te doğdu. İlk müzik eğitimini, He is only one of the names who has been appreciated after his death… Listening to his work is like listening to spring four seasons… The father of concertos spreading from Venice to the world and from the baroque period to eternity: Antonio Vivaldi… The sun shines in the sky like gold, birds are chirping and waters flow. The sun becomes even more searing hot; butterflies mingle amidst flowers that turn towards the sun. The soft breezes of the afternoons leave their place to fresh gales and rustling sadness carried with the rain. It gets even colder and everywhere is painted white. The tough battle between nature and cold continues until spring and until the sun rises yet again. Vivaldi, who gave inspiration to musicians that came after him and who was discovered by yet other musicians following his death was born in 1678 in Venice. He took his first musical education from his father who had worked as a barber previously and had started playing violin afterwards. He joined the convent prior to starting work as a violin teacher at a girls orphanage. He was given the moniker of “Red Priest” because he successfully 87 daha önce berberlik yapmış ve sonradan keman çalmaya başlamış olan babasından aldı. Bir kızlar yetimhanesinde keman öğretmeni olarak görev yapmaya başlamadan önce papazlık eğitiminden geçti. Hem bu eğitimi başarıyla tamamlamış olması hem de ateş kızılı saçları nedeniyle ona “Kızıl Rahip” lakabı takıldı. 1709 yılında, görevi her ay iki konçerto yazmak ve kızlara keman çalmayı öğretmek olan yetimhaneden ayrıldı. Zamanla, genç yaşta “din adamı” sıfatı kazanmış olmasının yanı sıra keman konusunda hızla gelişen yeteneği ile de dikkat çekmeye başladı. Bu dönem yaptığı besteler kadar, dini kurallara karşı duran “aykırı” bir din adamı oluşuyla da adından söz ettiriyordu. Danimarka Kralı için bir keman sonatı bestelediği dönemde konçertolar yazmaya başladı. Hollandalı yayıncı Estienne Roger’ın desteğiyle yayınlanan, 12 konçertoluk “L’estro Harmonico”, dönemin en ses getiren eseri oldu. Vivaldi’nin bestecilikte önlenemez bir yükseliş dönemi başlamıştı ve eserlerini dinleyen herkesi kendine hayran bırakmakla birlikte, yüksek mevkideki kişilerden sanatıyla ilgili destekler alıyordu. 1714 yılında onun konçertolarını dinleyen Quantz 88 ve Albinoni’nin, Vivaldi’ye, konçertoda reform yapacağına inanarak maddi destek vermiş olmaları bu durumun bir örneğiydi. 1723 ve 1724 yılında Roma’daki “Karnaval Mevsimi” için 3 opera yazdı. Aynı yıl “Pieta” yöneticileri ile ayda 2 konçerto bestelemek koşuluyla bir anlaşma imzaladı. Bu dönemde yazdığı tüm konçertolar adının daha çok duyulmasını ve ününün gittikçe artarak daha fazla insana ulaşmasını sağladı. Vivaldi mesleki verimliliğinin zirvesine ulaştığında, eserlerinin hak ettiği değeri görmeye başladığı bir döneme girmişti. Bu dönemde opera sanatçısı Anna Giraud ile ilişkisi de başladı. 1737 yılında çalışmaya devam ettiği “Ferrara” yöneticileriyle aralarında, gösterimi yapılacak operalarla ilgili bir tartışma çıktı. Bu tartışma Vivaldi’nin işinden olmasına ve Amsterdam’a yerleşmesine sebep oldu. 1741 yılındaki ölümü, Graz’da sahne alacak olan sevgilisi Anna’yı dinlemek için Avusturya’ya giderken, Viyana’da kaldığı bir arkadaşının evinde oldu. Aynı gün kimsesizler mezarlığına gömülmesi, yaşadığı sürece elde ettiği başarıların ve alanındaki üstün yeteneğinin completed this education and because he had fire red hair. In 1709, he left the orphanage at which his responsibilities were composing two concertos every month and teaching the girls how to play violin. In time, he started receiving more attention with his rapidly developing ability to play violin despite his “reverend” title. He was being talked about during this period because of the music that he composed as well as the fact that he was an “adverse” reverend that stood behind religious rules. He started composing concertos during the time when he was also composing a violin sonata for the King of Denmark. The 12 concerto “L’estro Harmonico” which was published with the support of the Dutch publisher Estienne Roger created a tremendous impression at the time. The unavoidable rise of Vivaldi in composing had started and his work evoked feelings of admiration in all who listened, resulting in getting support for his art from various dignitaries. An example for this was the financial support from Quants and Albinoni who had listened to the concertos of Vivaldi in 1714 and who believed that he was going to make a reform in the concerto form. In 1723 and 1724, he composed 3 different operas for the “Carnival Season” in Rome. In the same year he signed a contract with the “Pieta” management to compose 2 concertos every month. The concertos he composed during this period enabled his name to reach more people thereby increasing his fame. Vivaldi had reached the peak of his professional productivity and entered a period during which his work received the praise they deserved. His relationship with the opera artist Anna Giraud started during this time. In 1737, he argued with the “Ferrara” management regarding one of his operas which was going to be staged. This argument resulted in Vivaldi losing his job and moving to Amsterdam. His death in 1741 took place at the home of one of his friends in Vienna where he was staying on his way to listen to his lover Anna at Graz. The fact that he was buried on the same day at the cemetery for the anonymous dead is proof that his superior talent and his successes had no meaning after his death. Throughout his life he composed about 100 concertos and 40 sonatas. 50 of the 90 operas he is believed to have composed have reached our day. Antonio Vivaldi was the sharpest bend in the transformation from the Baroque to the classical period and the net expression of his music, his lively rhythms in addition to his ability to transform his limitless genius into notes was taken as an example by many musicians after his death such as J.S. Bach. What made him “Vivaldi” amidst all the pictures that he painted by shaping the notes with his soul and ability was the “Four Seasons Concerto”. In this piece that has reached the bu dünyayı terk ettikten sonra hiçbir anlamı kalmadığının kanıtı gibiydi. Hayatı boyunca yaklaşık 100 konçerto ve 40 sonatın sahibiydi. Yazdığı söylenen 90 opera eserinden ise günümüzde yalnızca 50’ye yakın eseri kaldı. Barok döneminin klasik döneme geçişindeki en keskin viraj olmaz özelliği de taşıyan Antonio Vivaldi, müziğindeki net anlatımı, ritimlerinin canlılığı ve müzik konusundaki sınırsız dehasını notalarına aktarışıyla yalnızca ölümünden yıllar sonra hakkında araştırmalar yapan J.S. Bach’a değil başka birçok besteciye de örnek oldu. Ruhunu ve yeteneğini katarak şekillendirdiği notalarla çizdiği resimler arasında onu “Vivaldi” yapan “Dört Mevsim Konçertosu”ydu. Bugünün teknolojisine kadar uzanan bu eserde her mevsim için birer sone koymuş; gök gürültüsünden baharın cıvıltılarına, kar fırtınalarından kavurucu yaz güneşine doğanın her halini müzikle ifade etmişti. 1723 yılında bestelediği bu eseri yıllarca eşsiz bir keman konçertosu olarak anılmaya devam etti ve ünlü müzisyenler tarafından defalarca yorumlandı. Vivaldi, her mevsimi, her notayı özenle bir araya getirerek öyle büyük bir hassasiyetle anlattı ki; bu konçertoyu dinlemek, bir mevsimin tüm detaylarını hissetmek ve o mevsimi yaşamak anlamına geldi. Dondurucu bir soğuğun ortasındaki rüzgar, soğuğa rağmen yaşamak için ısınmaya çalışan insanların çaresizliği, dışarıdaki yağmura ve fırtınalara inat evlerde yanan şömine ateşinin sıcaklığını hissetmek… Buz tutmuş suların üzerinde yürümeye çalışan, kimi kayarak kimi düşüp kalkarak ilerlemeye, belki evine belki işine gitmeye çalışanları görmek… Kış mevsiminin yüklendiği tüm anlamları kış sonesinde bulmak mümkün. Sonbaharda başlayan rüzgarlar, onların savurduğu sararmış yaprakların hışırtısı… Yakıcı bir güneşle enerjisi azalan doğa, her şeye rağmen şarkılarını söylemeye devam eden ağustosböceklerinin süslediği yaz mevsimi… Yeniden başlamanın en yeşillenmiş hali ilkbahar… Kış uykusundan uyanmanın, sert ve soğuk geçen bir mevsimin tüm yorgunluğunu, ağırlığını atmanın, yeniden başlamanın en güzel bahanesi… Tüm bunlar ve hatta sınırını yalnızca hayal gücünüzle belirleyebileceğiniz kadar fazlası, gözlerinizi kapatıp Vivaldi’nin “dört mevsim”ine teslim olmanızla gerçekleşiyor. Hayalinde canlandırdığı resimleri notalara dönüştüren bir dehaydı Antonio Lucio Vivaldi. Adından ayrı anılmayan en ünlü eseri “Dört Mevsim Konçertosu” ise bunun en açık kanıtı oldu. Tüm mevsimlerin, kendine has özellikleriyle detaylı olarak anlatıldığı konçertoda, notaları tıpkı bir ressamın, bir manzarayı tablo üzerinde canlandırırken kullandığı fırçası gibi kullanmıştı. Anlatmak istediği tüm detayları, insanların içine işleyerek hissettirmeyi ve duygularını, eserlerini dinleyenlere notaları kullanışındaki ustalığıyla anlatmayı başardı. Görülmeye değer bulduğu manzaraların resimlerini notalarla çiziyor, hayal gücündeki güzellikleri bu yolla herkesle paylaşıyordu. Belki onu ölümsüz yapan en belirgin özelliği de buydu. technology of today, Vivaldi had managed to express every form of nature in his sonnets from the thunderstorms to the chirping of birds in spring, from snow storms to the scorching summer sun. This piece that he had composed in 1723 continued to be commemorated as a unique violin concerto for many years and was interpreted by famous musicians countless times. Vivaldi told each season with such sensitivity that listening to this concerto meant feeling all the details of a season and to experience that season. Feeling the desperation of people who are trying to warm up amidst the biting wind and cold as well as the hot fire in the fireplace that keeps on burning despite the rain and storm outside.. Seeing the people who are trying to walk on frozen lakes, who fall down and get up to maybe reach their homes or work… It is possible to find all the meanings of the winter month in the winter sonnet. The winds that start in autumn, the rustle of the leaves scattered around by the wind… Nature losing its energy under the biting sun and the summer season adorned with the cicadas that continue to sing no matter what… The green form of starting afresh: spring… The best excuse for waking up out of winter sleep and start anew by shaking off the tiredness of a hard and tough season… All of these and even those that are limited only by your imagination take place when you close your eyes and surrender to the “four seasons” of Vivaldi. Antonio Lucio Vivaldi was a genius who could transform the pictures in his mind into notes. His most famous piece, the “Four Seasons Concerto” is the best proof for this. In the concerto depicting each season with details of its own, he used the notes like an artist uses his brush to draw a scenic painting. He succeeded in expressing all the details by touching people deeply and using notes skillfully. He drew paintings of sceneries worth seeing using notes and shared the beauties in his mid with everyone else. Maybe this was the most distinct characteristic that made him immortal. 89 kitabi literary Bir parsla göz göze gelince değiştim I was transformed when I made eye contact with a leopard. “Ormanda göz dolanır, diye geçirdim içimden. Bu, ninemin laflarından biriydi. Ormana fazla gitme, diye tuttururdu ninem, ormanda göz dolanır. Peki bu göz, olursa, nasıl bir gözdür nine, diye sorardım. Ne bileyim, diye anlatırdı; sade bir göz. Renksiz, avuçsuz bir göz. Mesela yalnızca bir göz. Kimseye ait olmayan bir uğursuz. Bunu gerçekten de gördüğünü, gerçekten de görüldüğünü söylerdi. Hem de kaç defa.” Bugünün çocukları hiç bilmeyecek; onlar ne sokak gördüler, ne evden kaçıp top sahasına giderken mezarlıktan geçtiler, ne evin arkasındaki ürkütücü, sırlarla dolu, suratsız gözlerin, elsiz parmakların, dilsiz dudakların, bedensiz uğuldakların yaşadığı mezbelelikte mahallenin kaderini belirleyecek çok önemli meseleler için toplandılar, ne de evde en muhafazalı yerde duran siyah deri kılıflı radyonun tozunu almak için cebinde mis gibi bir Amerikan bezi taşıyan bir dedeleri oldu onların. Neyi bilmediklerinden, neyi hiç yaşamadıklarından, neyi hiç anlayamayacaklarından haberleri bile olmayacak. Bugünün çocukları, kendi farazilerini kendileri uyduracak. Belki çok uzak değil, içinden geçecekleri ormanları bile 90 olmayacak bir zaman sonra. Nereden nereye değişti insan, zaman öyle azgın akıyor ki ve artık ömür denilen yüzeyde yer öyle çorak ki aklımıza tutunacak yer bulamıyor bunca yaşanan. Faruk Duman dedi ki dün sabah, “Gel ormanda biraz dolaşalım. Sana diyeceklerim var. Göstereceklerim var. Ormanda bir kız var. Bir Pars var. Şimdiye kadar sen can kulağıyla dinlememişsindir ormanda otun böceğin sesini, gel bak ormanda çok acayip sesler var. Gel de sana bir orman kokusu sindireyim.” Olur gibi geldi. “Alçak dallar yüzümü yırtıyor, dikenli çalılar ayaklarımı dağlıyordu. Parsın peşimden geldiğini hissediyordum. Dalların, çalıların içinden bir gölge gibi sessiz, kıpırtısız geçiyor, korkunç homurtusuyla onları adeta eritiyordu. Bir ara dönüp ona bakmak istedim. Ama yapamadım. Pars, o koca diliyle ensemi yalıyor, boynumu yemeye hazırlanıyordu. Tam o sırada derenin sesini duydum. Köprüye gidecek zaman yoktu. Dereyi geçmekle canımı kurtaracaktım. Olmadı. Tökezleyen bir ceylan gibi, dizlerim kırılarak yuvarlandım, sulara karıştım.” Daha önce de ormandan geçtiğim oldu. Bu başka. Böyle bir orman görmedim ben daha “An eye wanders about in the forest,” I thought to myself. This was one of the sayings of my grandmother. Do not go deep into the forest, she warned me continuously, an eye wanders about there. What kind of an eye is this, I would ask my grandmother. How should I know, she would respond; a simple eye. Colorless, simple. Only an eye. One that belongs to no one, ominous. And she would tell me that she saw it, that she really did. And many times indeed.” Children of today will never know; they never saw the streets, never ran away from home and passed through a graveyard on their way to the playground, never gathered at the scary dump full of secrets, faceless eyes, handless fingers, tongueless lips where bodyless beings lived to discuss topics important for the future of their neighborhoods and they never had grandfathers who carried an American cloth to dust off the radio with black leather cover hidden away at the most secret location in the house. They will never even know what they do not know, what they never lived or what they will never understand. Children of today will make up their own fantasies. Maybe not very far, but they will even have a forest they can walk through quite soon. How did people change this much, time flows so rapidly and what we call life is so barren that all that we have lived through cannot find a place to hang onto in our minds. Faruk Duman said last night, “Come, let us walk around in the forest for a while. I have things to say to you. Things to show. There is a girl in the forest. There is a leopard. Maybe you did not listen closely to the sounds of the forest, come, these are very strange sounds indeed. Come with me to smell the forest.” I thought, why not? “Low branches scratched my face, thorny bushes cut my feet. I felt that the leopard was coming after me. It was passing through the branches, through the brush like a shadow, motionless, almost melting them with its scary growl. I wanted to turn around and look at it. But I couldn’t. The leopard was licking my nape with its large tongue, it was getting ready to eat my neck. Just then I heard the sound of the river. There was no time to get to the bridge. I was going to save my life by passing over the river. Did not happen. I fell into the water like a stumbling gazelle.” I passed through the forest before. But this time it is different. I never saw a forest like this because I had never looked at the forest like this. Faruk Duman was with me, I did not get scared. I wasn’t afraid of the leopard. I wasn’t scared of that dirty faced man who pushed his own son into his own daughter. I wasn’t scared of the howling branches. He told me of Ceren, may God never allow anyone to live the same things. Faruk Duman told me of Resim, funny boy that Resim. It is clear that he has lived his fate, but they call such people unfortunate where I come from. He told me of Kara Halil. We talked about the spells Emine Civanoğlu önce çünkü ormana hiç böyle bakmadım. Faruk Duman vardı yanımda, korkmadım. Parstan korkmadım. Kendi oğlunu kendi kızının içine sokan o pis suratlı adamdan korkmadım. Ses çıkarak dallardan korkmadım. Ceren’i anlattı, yaşadıkları kimsenin yaşamına geçmesin inşallah. Resim’i anlattı Faruk Duman, alem çocukmuş Resim. Kaderini yaşamış belli ki ama kadersiz derler bizim orada Resim gibilere. Kara Halil’den bahsetti. Kara Halil’in deyimiyle sırtına binmediği binek, gözünden vurmadığı sinek kalmamış yaman bir avcı olan Avcı Kemal’in ormana yaptığı büyülerden konuştuk. Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur kitabında bana daha önce başka bir kitapta başıma gelmeyenleri yaşatan Faruk Duman, başka bir sayfada nereye gidelim dese giderim, kesin, tereddütsüz. “Başımı kaldırıp yukarı baktım; dallar incelerek yükseliyor, birbirine yol vererek. Tazelenip yapraklanarak uzuyorlardı. Bu yağmur sonrasının, bu heyecan verici tazelenmenin çıtırtısını duyabiliyordum. Gövde dallara su taşıyor, dallar biraz daha uzayabilmek için. Sanırsın birer uykulu yılan. Gözlerini gökyüzüne dikmiş inatla genleşiyorlardı. Ama bir dal, bir peygamber devesi güneşi nasıl karşılar. Işığın yükselmesini, gökyüzünün kızararak, pençelenerek açılmasını. Ne ki bu dalın, gövdeden fışkıran bu arzulu ucun bir sesi yoktur. Bu nedenle öyle sincaplar, gelincikler, tilkiler, ağustosböcekleri gibi sevinemeyince ne yapsın. Şıvgın ne yapsın?” Neler neler oluyor sabahtan akşama kadar. Bazısını çocuğumuz hiç olmamış sayıyor. Olanın neye sebep ya da mani olacağını zerre düşünmüyor. Bir Pars vuruluyor, son Anadolu Parsı, çoğu kimsenin umuru bile olmuyor ama onun olmuş. 1974’te Beypazarı’nda vurulan son Anadolu Parsı’na adadığı bir kitap yazacak kadar olmuş hem de. FARUK DUMAN / VE BİR PARS HÜZÜNLE KAYBOLUR FARUK DUMAN / AND A LEOPARD DISAPPEARS SADLY that Hunter Kemal cast in the forest who, in the words of Kara Halil, has ridden every horse and has shot every mosquito from the eye in the forest. And I would definitely go wherever Faruk Duman would take me on another page, because he made me experience things that I had never experienced before in his book entitled And a Leopard Disappears Sadly. “I lifted my head and looked up; the branches are thinning, giving way to one another. They were freshening and growing. I could hear the exciting freshness of the moment after the rain. The trunk carries water to the branches, so that they may grow a bit more. Sleepy snakes each, one might think. They were expanding stubbornly with their eyes on the sky. But how can a branch, a praying mantis greet the sun. The rising up of the light, the darkening of the sky, the opening up of it. This branch has no passionate sound that springs forth from its trunk. What can it do, if it cannot rejoice like the squirrels, weasels, foxes, cicadas? What should Şıvgın do?” All the things that happen from morning to night time. Our children think some of these never happened. Or what these things will cause or will prevent. A leopard is shot, the last Anatolian leopard and no one cares, but he has cared. So much so that he has devoted an entire book to the last Anatolian Leopard that was shot in 1974 in Beypazarı. 91 gezi - yorum travel - ing Yazı ve fotoğraflar / Text and photos: Engin Çakır Neredeyse Tuz Çölü Where in the world is Salt Lake Yıllarca “Türkiye’nin ikinci büyük gölü” diye bildik Tuz Gölü’nü. Fakat son dönemde onun bir göl olduğuna dahi inanmak gerçekten zor. Şu anki halini görünce yıllardır “Türkiye çöl olmasın” diyen TEMA geliyor insanın aklına hemen. Tuz Gölü’nün giderek aldığı hal, iklimimizin değiştiğinin hatta çok yoğun tehlike sinyalleri verdiğinin en açık kanıtı. For years we knew that Salt Lake was the “second largest lake of Turkey”. However, recently it has been getting more and more difficult to believe that Salt Lake is actually a lake. Now when one sees the current status of the lake, one is reminded of TEMA with its motto of “Do not let Turkey become a desert”. The current status of Salt Lake is a clear indication that our climate has changed drastically and is giving signals of danger. 92 Anadolu’nun ortasında Ankara, Konya ve Aksaray sınırında Tuz Gölü. Bu yüzden Şereflikoçhisar yakınındaki günübirlik tesisler o yoldan geçen herkesin uğrak noktalarından. 15 dakika da olsa uğruyorsunuz. Ayaklarımızı, ellerimizi suya sokalım diyorsunuz. Bir çeşit terapi gibi. İnsanı rahatlatıyor. Çok uzaklardan bile hissedilen sarımtırak yoğun beyazlık ve tuz kristallerinin ışık hüzmeleri, insan beyninde kaçınılmaz olarak kar ve buz dolayısıyla soğuk çağrışımı yapıyor. Ayaklarınızı suya sokana kadar bu duygudan kurtulamıyorsunuz. Beden kendini eksi derecelere hazırlıyor. Soğuk olmadığını fark edince; önce şaşırıyor sonra alışıyor, ardından da tuza değdiğinizi iyice algılıyorsunuz. Tuz Gölü’nün Kapadokya güzergahı üzerinde olması nedeniyle turistler göle uğramadan geçmiyor. Çeşitli hediyelik eşyalar da alabilecekleri bir yer burası. Burada mola veren turistler, gölün içinde de yürüyüş yapıyor. Gölde su olunca daha fazla ilgi oluyor. Ancak yaz ilerledikçe suyu görmek neredeyse imkansız. Türkiye’nin en sığ gölü demek bile yetersiz artık. Tuz Çölü demek çok daha yerinde. Tuz üzerinde 3-4 kilometre yürünebiliyor. Sonrasında diliniz damağınız kuruyor Salt Lake is located right in the center of Anatolia, on the border of Ankara, Konya and Aksaray. That is why it is one of the most frequently visited places by those who pass through the road-side facilities and one stops there even for 15 minutes. You even want to put your hands and feet in the water. Like some sort of therapy. It is relaxing. The yellowish whiteness and the light rays reflecting from the salt crystals that can be felt from very far away reminds one of cold due to associations with snow and ice. You cannot shake off this feeling until you put your feet into the water. The body prepares itself for negative temperatures. Once it realizes that the water is actually not cold; it is first surprised and then you realize that you are actually touching salt. Since Salt Lake is located en route to Cappadocia, tourists do not pass by without visiting it. This is a location where they can purchase souvenirs too. The tourists that give a break here walk in the lake. It is even more attractive when there is water in the lake. However, in the summer times it is almost impossible to see any water. Now, it is not enough to say that it is the shallowest lake in Turkey. Salt Dessert would be more fitting. You can walk on salt for 3-4 kilometers. Of course then you get very thirsty. People generally return back after 500-600 meters. The surface of the lake is covered with pearl white salt until the end of October. The tourism season depends on the increasing temperature. Local and international tourists 93 gezi - yorum travel - ing zaten. Genellikle insanlar 500600 metre yürüdükten sonra geri dönüyor. Ekim ayı sonuna kadar göl yüzeyi bembeyaz tuz örtüsü ile kaplı. Turizm sezonu ise hava sıcaklıklarının artmasına bağlı. Yerli ve yabancı turistler; göl içinde çıplak ayakla yürümek, sağlık ürünleri almak, gün batımını izlemek ve hatıra fotoğrafı çektirmek için diğer adı Koçhisar Gölü olan Tuz Gölü’ne geliyorlar. En fazla turist ise bahardan yaz sonuna kadar geliyor. Çünkü tuz kitleleri daha da büyüyor. Her yıl yaklaşık olarak 1 milyon turist ağırlıyor Tuz Gölü. Endonezya, Malezya, 94 Japonya, Kore, Tayvan, Hong Kong ve Fransa’dan gelen turistler ise Tuz Gölü’ne yerli turistten sonra en çok ilgi gösteren gruplar... Özellikle Uzak Doğu’nun konuya ilgili olmasının bir sebebi vardır elbet. Yansıttığı ışıklar çok uzaklardan bile seçilen Tuz Gölü’nün içinde bulunan minerallerle yapılan ürünlere ilgi de oldukça fazla. Sağlığa faydalı ürünler bulunuyor. Kırışıklık, çatlaklar, mantar, ayak kokusu, egzama, baş ağrısı, sedef ve ölü derileri atmaya iyi gelen ürünler bunların başlıcaları... Gölün çamurunun ise romatizmaya come to Salt Lake, known also as Koçhisar Lake to walk barefoot on the lake, to purchase health products, to watch the sunset and to take photos that will forever remain as memories. The crowded season is from spring to the end of summer. Because salt deposits increase in size. About 1 million tourists come here annually. Tourists from Indonesia, Malesia, Japan, Korea, Taiwan, Hong Kong and France are those that are most attracted to the Salt Lake after local tourists… Of course, there should be a reason for tourists from Far East to be interested. The rays of light reflected from Salt Lake can be seen from afar and the products made using the minerals inside it attract a lot of attention. There are many products good for our health. Those that are good for wrinkles, stretch marks, fungus, foot odor, eczema, headaches, psoriasis and peeling are the most popular ones… It is also said that the lake mud is good for rheumatism. A similar lake to Salt Lake is located in the USA. Of course we should not forget Dead Sea as well. The intense whiteness and sparkle of salt crystals resemble snow and ice in most places. You can wear rubber boots and take a long walk along the lake if you do not mind sinking into mud. The salt percentage in our bodies is 3,5. This is the same ratio as that of sea water. It does not seem like a coincidence. Even though the rain area of the lake is iyi geldiği söyleniyor. Tuz Gölü’nün bir benzeri de ABD’de bulunuyor. İsrail’deki Lut Gölü’nü de unutmamak gerek elbette. Çoğu yerde tuz kristallerinin şiddetli beyazlığı ve parıltısı aldatıcı bir biçimde kar ve buz gibi görünüyor. Çamurlu bölgelere batmayı umursamazsanız kauçuk çizmeler giyerek göl boyunca uzun bir yürüyüşe çıkabilirsiniz. Tuzun insan vücudundaki oranı yüzde 3,5. Bu oran dünya denizlerindeki tuz oranı ile aynı. Tesadüf olması pek de mümkün görünmüyor. Gölün yağış alanı geniş olmasına rağmen beslenme kaynakları zayıf. Su getiren akarsular, yazın suları iyice azalan ya da tamamen kuruyan derelerden oluşuyor. Tuzlu yeraltı suları da eski gücünde değil, su seviyelerinin 15 metre kadar düştüğü biliniyor. Şereflikoçhisar’dan gelen Peçenek Çayı, Aksaray’dan gelen Melendiz Çayı, güneyden ve batıdan gelen İnsuyu, Karasu, Kırkdelik çayları Tuz Gölü’nün atardamarları. Ancak artık birer kılcal damardan öteye gidemiyorlar. Beyaz bir vaha olan göl deniz seviyesinden 905 metre yüksekte ve maksimum büyüklüğü kuzeyden güneye 80, doğudan batıya ise 60 kilometre. Diğer bir deyişle küçük bir Avrupa ülkesi kadar. Yağmur ve kar yağışlarının arttığı sezonlarda kapalı bir havzada bulunan Tuz Gölü’nün su seviyesi de artıyor, böylelikle sular çekildiğinde daha çok tuz oluşuyor. Bu demek ki göl içinde suyun daha çok ve daha uzun süre beklediği yıllarda verim artıyor. Tuz Gölü civarında yapılan fauna ve bitki toplulukları ile ilgili çalışmaların ulaştığı sonuçlar da dikkat çekici: “İki yaşamlı, sürüngen, 95 gezi - yorum travel - ing kuş ve memeli hayvan türleri gölü seviyor. Fauna zenginliği genelde gölün batı kesimlerinde yoğun. Çalışmalarda göl civarında 3 iki yaşamlı, 12 sürüngen, 85 kuş ve 20 memeli hayvan türü tespit edilmiş. Göçmen su kuşlarının özellikle de Flamingo popülasyonun tuz yoğunluğunun düşük olduğu ve Artemia Salina türünün bol bulunduğu batı kesimlerinde daha fazla olduğu saptanmış. Tuz Gölü’nün güney ve 96 özellikle güney batı kesiminde yayılış gösteren endemik, nadir ve hassas olmak üzere 41 bitki türü tespit edilmiş. Bakanlıktan yapılan açıklamalara göre, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü, Özel Çevre Koruma Bölgelerindeki tür ve habitat koruma ve izleme projelerine devam ediyor. Ancak muvaffak oldukları da pek söylenemez. Gölün ortalama su seviyesi 40 cm. civarında, yağışın arttığı large, it is low on resources. The rivers that carry water to it consist of small creeks that dry up during the summer months. The salty underground waters are also not as strong as they were in the past and it is known that the water level has dropped down about 15 meters. The Peçenek Creek from Şereflikoçhisar, Melendiz Creek from Aksaray, İnsuyu, Karasu, Kırkdelik creeks from the south and west are the main arteries of Salt Lake. However, they are now almost capillaries. This white oasis is located 905 meters above sea level and at its largest points it runs 80 kilometers from north to south and 60 kilometers from east to west. In other words, it is as large as a small European country. Salt Lake is located in a closed basin and its water level increases during seasons when the rain and snowfall increase; thus, it is much more salty when the waters recede. Meaning that efficiency increases when the water in the lake remains there for a long time. 97 gezi - yorum travel - ing mayıs ayında ise yaklaşık 110 cm. Ağustos ayında göl büyük ölçüde kuruyor ve çöle dönüyor. Tuz oranının fazla oluşu, buharlaşma sonucunda göl sahasının büyük kısmında her yıl yenilenen 10-30 cm.’lik tuz tortulaşmasına neden oluyor. Yaz sonlarına doğru Kaldırım Tuzlası ile karşı kıyı arasında yürümek mümkün oluyor. Bu mevsimde tuzluluk oranı binde 329 gibi dikkat çekici bir orana erişiyor. Kimyasal bileşim itibariyle burada mutfak tuzu (sodyum klorür) karakterinde bir tuzluluk hakim. Magnezyum klorür ve sodyum sülfat oranları daha düşük.” Ülkemizin tuz ihtiyacını %40 gibi bir oranda karşılayan bu göle ve oradaki yaşama daha çok ilgi göstermemiz gerektiği açık bir şekilde ortada. Yazın buharlaşma sonucu tortulanan tuz tabakası makinalarla kazılıp tuzlalarda toplanıyor. Tuz Gölü’nden elde edilen tuzu yıkayıp öğüten tuz fabrikaları Şereflikoçhisar ekonomisinin belkemiği. 2001’den bu yana özel koruma alanı olan Tuz Gölü ve çevresi flamingo kolonilerinin de ana üreme bölgelerinden bir tanesi. Kışın kapladığı geniş su alanı su kuşları için önemli bir kışlama alanı oluşturuyor. Tuzlu ortamlara uyum sağlamış olan flamingo, kılıçgaga, angıt ve benzeri kuşların yanı sıra yağmurcunlar, turnalar, yaban kazları ve yaban ördekleri gölde büyük topluluklar halinde yaşıyor. Tuz Gölü özellikle flamingoların ülkemizdeki en önemli kuluçka alanı ve gölün orta kesimlerinde her biri 5-6 bin yuvadan oluşan dev kuluçka kolonileri bulunuyor. Göl çevresinin nispeten ıssız oluşu nedeniyle kuşlar, etraftaki su birikintilerinde, meralarda ve ekili alanlarda rahatça besleniyor. Kışın en soğuk günlerinde dahi donmayan 98 Studies carried out around the Salt Lake on fauna and flora communities have put forth interesting results: “Amphibian species, birds and mammals love this lake. The fauna richness is mostly located on the western parts. As a result of these studies, 3 amphibian, 12 reptile, 85 bird and 20 mammal species have been determined around the lake. The migratory birds and especially the flamingo population have been detected more in the western sections where the salt density is low and the Artemia Salina species are found commonly. 41 endemic, rare and sensitive plant species have been determined around especially the south and southwest regions of Salt Lake. According to the declarations from the Ministry, the species and habitat preservation work around the Ministry of Environment and Urban Planning Directorate of Natural Heritage areas are ongoing. However, it cannot be said that they are successful. The average water level of the lake is about 40 cm and it rises up to about 110 cm in May when the rainfall is high. In August, the lake mostly dries up and transforms into a desert. The high salt percentage results in the formation of 10-30 cm deposits on most of the lake area as a result of evaporation. It is impossible to walk between the Kaldırım Basin and the opposite coast towards the end of summer. In this season, the salinity ratio reaches a staggering value of 329. The lake salinity is mostly of the common salt type (sodium chloride) by chemical composition. Magnesium chloride and sodium sulphate ratios are relatively lower.” This lake meets 40 % of our country’s salt demand and it is apparent that we should pay more attention to this lake and the life around it. The sediment salt layers that are formed as a result of vaporization in the summer are scraped via machines and collected at saltworks. The factories that wash and grind the salt acquired from the Salt Lake comprise an important portion of Şereflikoçhisar economy. Since 2001, Salt Lake and its environs are under protection 99 gezi - yorum travel - ing 100 göl sularında yüzebiliyor. İlkbaharda göl içinde oluşan adalar ve bataklıklar bataklık kırlangıcı, suna, angıt, çamurcun, kılıçgaga, kocagöz ve martı türlerinin kuluçka yapmalarına imkân sağlıyor. Su seviyesinin düşük olduğu yıllarda flamingo sayısı da düşüyor. Bu yıl 35 binin üzerinde flamingonun göle geldiğini tahmin ediliyor. Gölde binlerce flamingo yavrusu var. Son yıllarda büyük kısmının beslenme yetersizliğinden dolayı öldükleri tahmin ediliyor. Son dönemde güneybatı kıyılarının kızıl renge boyanmasının nedenini araştıran bilim insanları, renk değişikliğine toplu iğne ucunun binde biri büyüklüğündeki “dunaliella salina” adı verilen bir tür su yosununun (alg) neden olduğunu belirlemiş. Buz mavisi rengiyle bilinen gölün böylesini aykırı değişimlere sahne olması da bir işaret fişeği gibi. Tekirdağ açıklarında yapılan doğalgaz depolama tesisinden sonra Tuz Gölü Yeraltı Doğalgaz Depolama Projesi de gündemde. Güney kesiminde Sultanhanı Kasabası sınırları içerisinde yer alan alanda 1 milyar metreküp doğalgazın depolanarak ihtiyaç duyulduğunda kullanılacağı bir tesis yapılıyor. Flora ve faunasıyla dünyanın en önemli doğal alanlarından birisi olan Tuz Gölü’nün çevresindeki aşırı tuzlanmanın yüzde 32’ye ulaştığı, havzada bulunan 28 bin su kuyusundan 16 bininin kaçak olduğu, yeraltı sularında ise son 33 yılda 14 metre azalma meydana geldiği de son dönem haberlerine yansıyan bilgiler... Su Vakfı Başkanı Prof. Dr. Şen, “Konya Ovası’ndaki bilinçsiz tarımsal sulama nedeniyle Tuz Gölü and it is the main reproduction areas for flamingo colonies. The wide areas it covers in winter time comprise an important wintering area for water birds. In addition to birds such as flamingo, avocet, ruddy shelduck and similar other birds well versed to salty environments; ringed plovers, cranes, wild geese and wild ducks also live in groups on the lake. Salt Lake is the most important hatching area for flamingos and there are large hatching colonies in the middle of the lake consisting of 5-6 thousand nests. Birds feed at the nearby puddles, meadows and planted areas since the lake is relatively deserted. They can swim in the waters of the lake even in the coldest days of winter because the water does not freeze. In the spring various islands and marshes from up in the lake thus enabling dovetails, shelducks, ruddy shelducks, teals, avocets, stone curlew and gull varieties to brood. The number of flamingos decrease during years when the water level is low. This year it is estimated that over 35 thousand flamingos have come to the lake. There are thousands of baby flamingos at the lake. It is assumed that most of these die due to lack of nutrition. Recently, scientists examine the reasons for the crimson color of the southwestern shores of the lake and they have determined that this is caused by a type of water algae known as “dunaliella salina” which is about one thousandth of the tip of a needle. This lake is known for its ice blue color and such drastic transformations are like warnings. Salt Lake is in the agenda with to the Salt Lake Underground Natural Gas Storage Project following the natural gas storage facility built around Tekirdağ. A facility is being built to the south, in the borders of Sultanhanı Village which will be able to store 1 billion meter cubes of water. Salt Lake is one of the most important natural areas in the world with its flora and fauna; however recent information has revealed that the excessive salination around the Salt Lake has reached 32 percent, that 16 thousand of the 28 thousand water wells in the basin are illegal 101 gezi - yorum travel - ing her geçen gün çekiliyor. Burada yer altı sularına yüklenildikçe Tuz Gölü daha da küçülecek. Dünyada nüfus artışı, sanayileşme, suların kirlenmesi ve su yönetiminin olmamasına bağlı olarak sadece yer altı sularının değil tüm su kaynakları gün geçtikçe azalıyor. Türkiye’nin su varlığını israf etmeden, bilinçli bir şekilde kullanması gerekiyor.” diyor. Tabi tablo çok da karamsar diye düşünmeyin. UNESCO Türkiye Milli Komisyonu, Tuz Gölü ve çevresini Özel Çevre Koruma Bölgesi Geçici Aday Listesi’ne dahil etti. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan Birleşmiş Milletler’e yapılan resmi başvuruda Tuz Gölü, Akyaka (Gökova) ve KöyceğizDalyan özel çevre koruma 102 bölgelerinin UNESCO Dünya Miras Listesi’ne alınması talep edildi. Bakanlığın başvurusunu değerlendiren UNESCO Türkiye Sekretaryası, UNESCO Dünya Doğal Miras Alanları Geçici Listesi’ne teklif edilen üç bölgeden Tuz Gölü Özel Çevre Koruma Bölgesi’ni kabul etti. Tuz Gölü’nün UNESCO Dünya Mirası Asıl Listesi’ne girmesi durumunda Türkiye’den ilk kez kültür varlıkları dışında doğal bir alan dünya mirası olacak. Bunu sonuna kadar da hak ediyor. Ankara Savaşı esnasında Timur’un fillerini ormanda sakladığı düşünülürse, mirasa iyi bakamamışız. Umarım bundan sonraki süreç hem Tuz Gölü’ne hem de her geçen gün çöle dönüşen ülkemize umut olur. and that a 14 meter drop has occurred in the underground waters in the past 33 years… Water Association President Prof. Dr. Şen says, “Senseless agricultural irrigation in the Konya Basin results in the ebbing of the waters of the Salt Lake each and every day. Salt Lake will get even smaller as underground waters are used more and more. Not only underground waters, but all water sources are decreasing in the world due to increasing population, industrialization, water pollution and lack of water management. Turkey should use its water resources in a conscious manner without any waste.” But do not think that all is that bleak. UNESCO Turkey National Commission has included the Salt Lake and its environs in the Specially Protected Environment Areas Temporary Candidate List. The Ministry of Environment and Urban Planning has made an official application to the United Nations asking for Salt Lake, Akyaka (Gökova) and Köyceğiz-Dalyan specially protected environment areas to be included in the UNESCO World Heritage List. UNESCO Turkey Secretariat has evaluated the application of the Ministry and accepted Salt Lake Specially Protected Environment Area to be included in the UNESCO World Heritage Sites Temporary List. If Salt Lake succeeds in entering the UNESCO World Heritage Site List, a natural area will be world heritage for the first time from Turkey instead of a cultural heritage site. It definitely deserves this. If we consider the fact that Timur has hid his elephants in the forest during the Ankara War, it is clear that we have not taken care of this heritage well. I hope the process that is starting now will be a new hope for both the Salt Lake and our country which is on its way to becoming a desert. 103 uzaktaki yakın so far so close 104 Milano Futbol soslu moda başkenti Özgür Çakır Fashion capital with a football dressing on the side Girizgah bir laf oyunu değil. Modanın ve İtalyan futbolunun başkenti olan Milano; Valentino, Gucci, Versace, Prada, Armani ve Dolce & Gabbana gibi ismini saymanın reklama girmeyeceği dünyaca ünlü lüks İtalyan markalarının yönetici ve tasarımcılarının lig usulü düzenli futbol oynadıkları, dünyanın önde gelen futbol kulüplerinin sponsorlarının modaevleri olduğu, futbolcuların defilelere çıktığı, hem modayı hem futbolu içselleştirmiş, futbolla moda arasındaki çizgilerin birbirine karıştığı bir kent. The intro is not a play on words. Milan, the capital of fashion and Italian football, is a city where the managers and designers of Italian brands that are so famous that naming names would not be considered advertising-as Valentino, Gucci, Versace, Prada, Armani and Dolce & Gabbana-have a football league among themselves, where fashion houses sponsor football clubs, where football players do the catwalk for fashion shows, where both fashion and football have been internalized and where the lines between them have become blurred. 105 uzaktaki yakın so far so close 1,3 milyonu şehir merkezi olmak üzere toplam 7,4 milyonluk nüfusu ile Avrupa’nın en büyük metropoliten alanlarından Milano. Başkent Roma’dan sonra en kalabalık İtalyan kenti ve Lombardiya Bölgesi’nin başkenti. Otomotiv ve moda sektörü şehrin en önemli gelir kaynakları. Aslında ekonomideki ağırlığı ile Türkiye’de İstanbul neyse, İtalya’da da Milano o. Tıpkı İstanbul gibi büyük şirketlerin merkezleri de Milano’da bulunuyor. Dünyanın en büyük ve kapsamlı fuar organizasyonu kabul edilen Expo oylamasını diğer finalist İzmir'i geride bırakarak kazanan ve Expo 2015'e ev sahipliği yapma hakkını elde eden Milano sadece futbol, moda ve otomotiv sektörleri değil; medya kuruluşları, mobilya ve tasarım sektörleri ile de İtalya’nın ekonomi ve sanayisinin kalbinin attığı yer. Tabi bütün bunlar turizm için engel değil. Diğer İtalyan şehirleri Roma, Floransa ya da Venedik kadar olmasa 106 da Milano misafirlerini hayal kırıklığına uğratmayacak türden çok yönlü, renkli ve zengin bir birikime sahip. Kuzeydeki konumuyla İtalya’nın en az İtalyan, en Avrupai şehri. Nasıl gidilir? İstanbul’dan Milano’ya uçuş süresi yaklaşık 2,5 saat. THY Milano şehir merkezine daha yakın konumdaki Malpenza’ya uçuyor. Alternatif olarak Pegasus Hava Yolları ise aslında Milano’ya değil, hemen yakınındaki Bergamo’da bulunan, Orio al Serio Havaalanı’na. İkinci alternatifi seçerseniz dönüşte Milano gezinizin bonusu sayacağınız, ıskalanmaması gereken ikinci bir şehir var indiğiniz alandan sadece 15 dakika mesafede: Bergamo. Sürprizin adı: Bergamo Lombardiya bölgesinin en güzel şehirlerinden biri olan Bergamo 120 bin kişilik nüfusuyla küçük, korunmuş tarihi dokusu ve atmosferiyle Milan is one of the largest metropolises of Europe with a total population of 7,4 million; 1,3 million of whom live in the city center. It is the most populated Italian city following the capital city of Rome and also the capital city of the Lombardy region. Automotive and fashion are the two most important income sources of the city. Actually in terms of economic importance, Milan is to Italy what Istanbul is to Turkey. Just like Istanbul, the headquarters of all large companies are in Milan. Beating Izmir in the race to host the Expo 2015, the largest and the most comprehensive fair organization in the world, Milan is where the hearts of Italian economy and industry of beat through not only football, fashion and automotive but also media, furniture and design sectors. Of course all these facts do not hinder tourism. Even though not as appealing as other Italian cities such as Rome, Florence or Venice, Milan has a great, colorful and rich composition that will not disappoint its guest. It is the least Italian and the most European city of Italy with its northerly location. How to get there? The flight from Istanbul to Milan takes about 2,5 hours. THY flies to Malpenza which closer to the Milan city center. Alternatively, Pegasus Airlines flies not to Milan, but to the Orio al Serio Airport at the city very closely located; Bergamo. If you choose the second alternative, there is another city which will be a real bonus of your trip to Milan, you should not miss it on your way and it is just 15 minutes from the airport: Bergamo. The name of the Surprise is Bergamo Bergamo is one of the most beautiful cities of the Lombardy region and with its 120 thousand population and the small, yet beautifully preserved historical texture and atmosphere; it is a city which is a joy to watch from afar as well as to get lost amidst its streets. The oldest known region of the city is located on top of a hill, overlooking the city. This old section is known as La Citta Alta (the high city) and the new section is known as La Citta Bassa (the low city). I will strongly suggest that you take the funicular up to Citta Alta where you will feel as if you have been beamed back in İtalya hakkında ipuçları veren, uzaktan seyretmesi de sokaklarında kaybolması da keyifli bir yer. Şehrin eski bölümü bir tepe üzerine kurulu ve yeni şehre tepeden bakıyor. Eski bölüm yüksekte olduğundan buraya La Citta Alta (Yukarıdaki Şehir), yeni bölüme de La Citta Bassa (Aşağıdaki Şehir) adı verilmiş. İnsanı birden bire tarihi dokunun içine ışınlayan funiküler ile çıkmanızı şiddetle önereceğim Citta Alta mutlaka görülmesi gereken bir yer. Madrid’in komşusu Toledo’yu fazlasıyla andıran antik şehir 16. yüzyılda yapılan, tarihi dört kapısı ve kendisi büyük ölçüde ayakta olan 5 km uzunluktaki Venedik yapımı surlar ile çevrili. Balıksırtı şeklinde taşlarla döşenmiş Arnavut kaldırımlı dar sokaklar, harika güzellikteki dış süslemeleri ile İtalyan emlak piyasasının rekortmeni binalar, Rönesans döneminden kalma heykel ve tablolarla dolu kiliseler, tarihi dokuya uygun şirin kafeler, restoranlar ve son derece lezzetli yemekler ve ev yapımı şaraplar eşliğinde daha seyahatinizin ilk saatlerinde iken hızlı bir girişe hazır olun. Detaya girsem anlatacak çok şey var ama Milano’ya da yer kalması için burada kesiyorum. Kısaca Pegasus yolcuları için olmazsa olmaz, mutlaka uğranması gereken bir durak Bergamo. Hatta THY ile direkt Malpenza’ya uçanlar için de hiç zor değil. 1,5 saat mesafedeki bu büyülü şehir Milano seyahati planlayanların gezilecek yerler listesine girmeyi fazlaca hak ediyor. Nerede Kalınır? Gelelim Milano’ya ve “nerede kalınır?” sorusunun cevabına. Milan gerçekten pahalı bir şehir olsa da her bütçeye uygun konaklama alternatifi mevcut. Önceliğiniz metro ya da tramvay hattı üzerinde ve mümkünse Duomo Meydanı’na birkaç metro durağı mesafede olursa iyi olur. Navigli semtinde kanal çevresinde gayet ekonomik ve keyifli oteller mevcut. Alternatif olarak son time. This antique city, which is highly reminiscent of Madrid’s neighbor Toledo, is surrounded by 5-km of Venetian city walls that are remarkably intact with four historical gates built in the 16th century. Get ready for a fast pace during the first few hours of your visit with the narrow cobblestone pavements inlaid with diagonal stones, record breaking houses in the Italian real estate sector with perfect exterior ornamentations, churches full of statues and paintings dating back to the Renaissance, pretty cafés and restaurants attuned to the historical texture as well as the tasty food and homemade wines of the city. There are many things to tell about Bergamo if I delve into detail, but I am cutting it short here to leave more room for Milan. In short, Bergamo is a must see location for Pegasus travelers. Actually, it is not that hard to fly directly to Malpenza with THY as well. This magical city that is about 1,5 hours away deserves to be on the list of places to see for those who are planning to visit Milan. Where to stay? Let us now talk about Milan and answer the question of “where to stay?”. Even though Milan is really an expensive city, there are alternatives that suit every budget. It is best if your priority is a location on the subway or tram route and if possible within a few stops to the Duomo Square. There are low cost and enjoyable hotels around the Navigli district, around the canal. Alternatively, you can also rent a house/apart hotel room using the renting web sites which have become popular recently. It is up to you. Transportation Transportation within the city is very comfortable and advanced in Milan. You can go anywhere you want with the three lines of subway and tram. The orange trams are to Milan, what the red double-decker buses are to London. Trams that date back to 1881 have the world’s longest lines. The bicycle rental service known as Bike-Mi is a perfect alternative for those who are young and those who feel young. Let us travel around: Duomo The answer to the question of where to start sightseeing around the city is of course Duomo di Milan, that is the Milan Cathedral. This iconic structure is located 107 uzaktaki yakın so far so close dönemin gözde ev/apart hotel kiralama siteleri yoluyla daha merkezi bir konumda ev konforunda konaklamak da mümkün tabi. Tercih sizin. Ulaşım Milano şehir içi ulaşımı oldukça rahat ve gelişmiş bir şehir. Üç hatlı olan metro ve tramvayla istediğiniz yere kolaylıkla gidebilirsiniz. Kırmızı iki katlı otobüsler Londra için neyse turuncu tramvaylar da 108 Milano için o. Tarihi 1881 yılına dayanan tramvaylar dünyanın en uzun hatlarından birine sahip. Gençler ve kendini genç hissedenler için en güzel alternatif ise mükemmel işleyen bisiklet kiralama sistemi: Bike-Mi. Gezelim görelim: Duomo Şehri gezmeye nereden başlamalı sorusunun cevabı tabi ki Duomo di Milano yani Milano Katedrali. Tarihi at the heart of the historical center as well as the city and the Duomo together with the Piazza del Duomo square in front of it is where the heart of the city beats. As one of the most striking Gothic structures in the world, its construction was started in 1386 and took about 600 years. It is the largest in Italy and the fourth largest in the world. When looked from afar, it seems as if it was embroidered with lace and it really blows one’s mind off with its details when examined more closely. Take the entrance gate with its intense workmanship for instance. You can spend a long time admiring it. Once inside, it is difficult to not be mesmerized. The highest spot in the cathedral is 108 meters. There are a total of 5 different domes in the structure which decreases in height as we move from the center to the outside, with a central ceiling height of 45 meters. There are about 3.500 statues in the cathedral with 135 towers. I must insist you to climb up because majority of these statues are placed at the roof. merkezin ve şehrin en orta noktasında yer alan ve Milano denilince ilk akla gelen ikonik yapı olan Duomo ve önündeki meydan Piazza del Duomo şehrin kalbinin attığı yer. İnşasına 1386 yılında başlanan Duomo dünyanın en etkileyici Gotik yapılarından biri. Yapımı yaklaşık 600 yıl süren katedral İtalya’nın en büyüğü, dünyada ise 4.büyük. Katedral uzaktan bakınca dantelle örülmüş gibi duran, yaklaşınca detaylarıyla baş döndüren bir yapı. İşçiliğin zirve yaptığı giriş kapısı mesela. Çok uzun vakit geçirebilirsiniz önünde. İçeriye girdiğinizde etkilenmemek çok zor gerçekten. Katedralin en yüksek yeri 108 metre. Merkezden dışarıya doğru alçalan yapıda yerleştirilmiş toplam 5 ayrı kubbe bulunan katedralde, iç mekandaki merkez tavan yüksekliği 45 metreye ulaşıyor. 135 kuleli katedralin tamamında yaklaşık 3.500 heykel bulunuyor. Bu heykellerin azımsanmayacak bir kısmı çatıda olduğuna göre yakından görmekte fayda var diyerek sizi yükseklere davet ediyorum. Panoramik manzaranın tadını çıkarmak, taş işçiliğinin detaylarını yakından görmek ve çatıdaki sürreal ortamı yaşamak Milano’da bir turistin yapacağı en doğru hareketlerden biri. Üşenmeyin, gerekirse merdiven yerine ekstra birkaç avroyu gözden çıkarıp asansörü kullanın ama bu çatıda olma şansını ıskalamayın. Duomo Meydanı, şehrin sakinlerine eklenen satıcılar ve turistlerle biraz kalabalık haliyle. Dikkatli olmak gerek. Duomo’nun önünde, size renkli ip bileklik satmaya çalışan bol sayıda Afrikalı göçmen göreceksiniz. Önce bilekliği bedava vermeye çalışacak, sonra biraz sohbet edip para isteyecekler. 1-2 avro ile küçük bir hatıra, neden olmasın. Hanımlara öncelik: Galleria Vittorio Emanuele Meşhur Galleria Vittorio Emanuele II çarşısının göz alıcı girişi katedralin hemen yanı başında bulunuyor. Iskalamanız mümkün değil. Evet, sıradaki durağımız ana kapısı Duomo Meydanı’na, diğer ucu La Scala’nın bulunduğu Piazza della Scala, yani La Scala Meydanı’na bakan Galleria Vittorio Emanuele. Hanımlar, yapımı 1877 yılında tamamlanmış olan İtalya’nın en eski alışveriş merkezi ve dünyanın ilk Prada mağazası sizi çağırıyor. Aslında alışveriş bahane mimari şahane. 4 girişi bulunan çarşının giriş koridorlarının çatısı çelik destekli camdan kemerler ile kapatılmış. Bu 4 koridorun birleştiği orta bölümün üstünde ise cam bir kubbe bulunuyor. Kemerlerin birleştiği duvarlar ise zengin şekilde süslenmiş. Normalde böyle kalabalık bir yerde insan boğulacak gibi hissedebilir ancak burada böyle bir şey söz konusu değil. Yüksek camdan çatısı sayesinde içerisi son derece aydınlık ve ferah. İstanbul’daki Çiçek Pasajı’nı biraz andıran çarşının bir kısmında turistik restoranlar sıralanıyor. Menülerindeki fiyatların sadece bulundukları yer nedeniyle yüksek olduğu, özensizce servis yapılan bu restoranlarda zaman kaybetmeyin. Dışarıda çok daha iyi ve uygun fiyatlı seçenekler bulacaksınız. İstisnası, alışveriş merkezleri yemek katlarının gediklisi McDonald's. Çıkarken tam merkez noktada zeminde yer alan boğa figürünün muteber yerinde topuğunuzun üstünde dönmeyi ve şans dilemeyi ihmal etmeyin. Döneceğiniz yeri bulmakta zorlanmayacaksınız, zira yerde küçük bir delik açılmış durumda. It is one of the most important things that tourists should do in Milan to enjoy the panoramic view, to admire the stonemasonry and to experience the surreal atmosphere in the roof. Do not get lazy, climb up, you can even use the elevator for a couple of euros if you do not wish to climb up the stairs. The Duomo Square is a bit crowded with vendors and tourists who mingle with the residents. One should be careful here. You will see many African immigrants in front of the Duomo who wish to sell you colored bracelets. First, they will offer it for free and then chat for a while and ask for money. A small souvenir for 1-2 euros; why not? Ladies first: Galleria Vittorio Emanuele The striking entrance of the famous Galleria Vittorio Emanuele II is located right near the cathedral. You cannot miss it. Yes, our next stop is Galleria Vittorio Emanuele with its main entrance opening to the Duomo Square and the other side to the Piazza della Scala, that is the La Scala Square where La Scala opera house is located. Ladies, the oldest shopping mall in Italy, constructed in 1877, where the first Prada shop is calling you in. Actually, shopping is just an excuse, but the architecture is grandiose. The shopping mall has 4 entrances and the roof of its entrance corridors have been closed off with steel reinforced glass arches. There is a glass dome on top of the intersection point of these 4 corridors. The intersection point of the arches has been embroidered richly. Normally one can feel suffocated in such a crowded place, however it is not the case here. Thanks to the high glass dome, the interior is very bright and spacious. It resembles the Çiçek Pasajı in Istanbul with touristic restaurants at one side. Do not waste time at these restaurants with sloppy service and pricey menus only because of the location. You will find much better and affordable restaurants outside. The exception is McDonald’s, which you can find at the food court of every shopping mall. Do not forget to turn on your heel at the you-know-where of the bull figure right at the center of the floor. You will find the correct spot easily, becaus it has been worn out. From La Scala to Brera The back door of the mall opens to the Piazza della Scala square where the statue of Leonardo da Vinci is located. The famous opera building of La Scala is to the left of the square, whereas to the right you can see the Chiesa di San Fedele church. You can see the iconic yellow trams here, photographers should be on the lookout here. La Scala has been completed in 1778 and it is one of the largest and most important opera buildings in the world. You should find the chance to watch a performance here at La Scala while in Milan. La Scala season starts in December and the cheapest ticket price is about 20 euros. It is worth it even just to see the grandeur of the building. When you walk deep into the city from the right of Scala, you will reach the trendy and bohemian Brera region of Milan with its small boutiques, cafés and restaurants; a must see. Pizza time for those who are hungry and espresso break for caffeine addicts. I would suggest lovers of art to visit the Pinacoteca di Brera (Brera Art Gallery) in this district. The entrance fee is 10 euros and the gallery has the most important artworks of the Italian history of art and it is at par with Prado in Madrid, Louvre in France or Uffizi in Florence. Sforza Castle Castello Sferzesco or the Sforza Castle, with a past filled with intrigues, is another symbolic structure of Milan within 15-20 minutes walking distance from Duomo at the Brera district. The castle was started to be built in 1450 with the order of Francesco Sforza, the Duke of Milan. It has a hexagonal floor plan and there is a high clock tower at its entrance. You can pass to the inner courtyard by passing over the bridge under the tower. Right in front of the entrance you can see the statue of San Giovanni Nepomuceno, the Bohemia priest believed to protect the city from floods. The castle is a large complex with museums inside. A 109 uzaktaki yakın so far so close La Scala’dan Brera’ya Çarşı arka kapısıyla, ortasında Leonardo da Vinci'nin heykelinin bulunduğu Piazza della Scala Meydanı’na bağlanıyor. Meydanın sol tarafında ünlü opera binası La Scala yer alırken sağ tarafında Chiesa di San Fedele Kilisesi bulunuyor. İkonik sarı tramvaylar ile tanışma imkanı var, fotoğrafçılar burada tetikte olmalı. La Scala 1778 tarihinde yapımı tamamlanmış, dünyanın en büyük ve en ünlü opera binalarından birisi. Milano’ya kadar gelmişken La Scala’da eşsiz bir performans izleme şansı yaratmalı. Sezonu aralık ayında açan La Scala’da en uygun bilet fiyatı 20 avro civarında. Sırf binanın ihtişamını görmek için bile gidilir. Scala’nın sağından içeriye doğru şehrin mahremine ilerlerseniz daralan sokaklarda küçük butikler, kafeler ve restoranlarla Milano’nun arşınlanması elzem, en trend, biraz da bohem Brera bölgesine ulaşacaksınız. Acıkanlar için pizza, kafein bağımlıları için espresso molası. Sanatseverlere önerim bu semtteki Pinacoteca di Brera (Brera Sanat Galerisi). Madrid‘deki Prado, Paris‘teki Louvre ya da Floransa‘daki Uffizi gibi ünlü müzelerle aynı sınıfta değerlendirilebilecek, İtalyan sanat tarihinin önemli eserlerini barındıran galeriye giriş ücreti 10 avro. Sforza Kalesi Brera bölgesinin ilerisinde Duomo’dan 15-20 dakika yürüyüş mesafesinde tarihi entrikalarla dolu olan, Milano’nun bir diğer sembolik yapısı Castello Sferzesco yani Sforza Kalesi sizi bekliyor. Kalenin yapımına 1450 yılında dönemin Milano Dükü isim babası Francesco Sforza'nın emriyle başlanmış. Yerleşim planı altı köşeli bir 110 marble statue by Michelangelo, the famous Rondanini Pietà stand out among all the artworks. Also the Parco Sempione (Sempione Park) stretches outward behind the castle. It is one of the most striking large urban parks in Milan where residents are refreshed amidst the lakes and successful landscaping. The Arco della Pace (Arch of Peace) is located at the end of the park. It has been built in 1807 to where one of the entrances of the city walls was located during the Roman period. It is not as famous as its counterpart in Paris, but still beautiful. Would you join us for dinner? L’Ultimo Cena Our next stop is the Santa Maria Delle Grazie Basilica, within walking distance from the south of the park and the castle. En route to the basilica, you will see the 18 meter tall “Needle, Thread and Knot” statue in front of the train station at Piazza Cadorna Square which will remind you that you are at the capital of fashion. Those who understand needle and thread but don’t know what to make of the knot will find the answer they seek at the fountain pool on the other side of the yellow tram lines. It is almost as if a giant tailor has stitched the ground… Now, let us talk about “supper time”. The monastery is included in the UNESCO World Cultural Heritage List and is an important architectural work of art dating back to the Renaissance. Even though it does not seem different from its counterparts when seen from outside, inside it hides the most important item of its remarkable heritage: L’Ultima Cena, which is the famous mural painting of Leonardo, “The Last Supper”. This last meal that, according to Christian belief, Jesus ate with his apostles the night before his crucifixion was the subject of many paintings during the Renaissance period. The one by Leonardo is of course the most famous. You have to make a reservation weeks in advance to see this giant 8.8 meter long mural painting depicting the moment when Jesus says that someone among them will betray him and the dramatic looks on people’s faces. Even though yıldız şeklinde olan kalenin girişinde yüksek bir saat kulesi bulunuyor. Bu kulenin altındaki köprü ile iç avluya geçiliyor. Girişin hemen önünde ise şehri sellerden koruduğuna inanılan Bohemya papazı San Giovanni Nepomuceno'nun heykeli var. Kale, içinde müzelerin de bulunduğu büyük bir yapı kompleksi. Sergilenen eserlerin öne çıkanı Michelangelo’ya ait bir mermer heykel, meşhur Rondanini Pietà. Kalenin arka bölümünde ise Parco Sempione (Sempione Parkı) uzanıyor. Göletleri ve başarılı peyzajıyla Milanoluların nefes aldıkları büyük şehir parklarından en öne çıkanı. Parkın sonunda ise Arco della Pace (Barış Takı) yükseliyor. Roma dönemindeki şehir surlarının giriş kapılarından birinin bulunduğu yere 1807 yılında inşa edilmiş. Paris’teki benzeri kadar meşhur olmasa da eksiği yok. Yemeğe kalmaz mısınız? L’Ultimo Cena Sıradaki durağımız parka ve kaleye yürüme mesafesinde güney yönünde konumlanan Santa Maria Delle Grazie Bazilikası. Yol üstünde Piazza Cadorna Meydanı’nda tren istasyonunun önünde modanın başkentinde olduğunuzu hatırlatacak olan “İğne, İplik ve Düğüm” isimli 18 m yükseklikte devasa bir heykel göreceksiniz. “İğne-iplik tamam da düğüm nerede?” diyenler sarı tramvayların geçtiği hattın diğer tarafındaki fıskiyeli havuzda sorularının cevabını bulabilirler. Adeta bir dev terzi yeryüzünü teğellemiş gibi gerçekten de... you can stay inside for only 15 minutes, you should not go back without seeing this important cultural heritage. You have to be there right at the moment of reservation – actually right at that very minute. Those who are not punctual lose their spot to people waiting there without any reservation. So those who have not had the chance to make a reservation can go there at 08:30 am in the morning and wait in line to purchase the tickets of those who do not show up. You should not miss another monastery a few blocks away from Santa Maria Delle Grazie towards Duomo: San Maurizio al Monastero Maggiore. A section of this building hosts the Museum of Archeology and the frescoes decorating the walls of the Hall of Nuns where a giant organ built in 1554 is still used during the concerts held there are worth seeing. Did someone mention visiting cemeteries? I will have an extraordinary suggestion for places to visit while in Milan. The monumental cemetery located to the north of the city nearby the Chinese District. The cemetery was designed by Architect Carlo Maciachini to put together all the graves scattered around the city in one single spot. After it was opened in 1866, the cemetery has been transformed into some sort of open air art gallery hosting classical and contemporary Greek shrines as well as scaled-down versions of obelisks and columns. There are personal graves as well as monumental graves for families with designs ranging from the Tower of Babel to Egyptian pyramids. You can get permission to enter these monumental graves if their doors are not locked or if there are others there visiting the graves. The singular headstones have 111 uzaktaki yakın so far so close Gelelim “akşam yemeği” mevzuna. Manastır Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan, Rönesans döneminin önemli mimari eserlerinden biri. Dışarıdan bakınca benzerlerinden bir farkı yokmuş gibi görünse de içerde yemekhanenin duvarında mirasın en önemli parçasını saklıyor: “L’Ultima Cena” yani Leonardo’nun meşhur duvar resmi “Son Akşam Yemeği”. Hıristiyan inanışına göre İsa'nın çarmıha gerilmeden önceki akşam, havarileriyle yediği bu son yemek Rönesans döneminde fazla sayıda ressamın eserlerine konu olmuş. Leonardo’nunki elbette ki en meşhur olanı. İsa'nın içlerinden birinin kendisine ihanet edeceğini söylediği anı ve kişilerin yüzündeki dramatik ifadeleri en iyi yansıttığına inanılan bu 8.8 metre uzunluğundaki devasa duvar resmini görebilmek için haftalar önce rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. 15 112 dakikayı aşmayan kısa bir süre içeride kalınabilse de insanlık mirasının bu önemli eserine bu kadar yaklaşmışken görmemek olmaz. Rezervasyon saatinde -kesinlikle o dakikada hattaorada olmanız gerekiyor. Dakik olmayanların sırası ise rezervasyonsuz bekleyenlere veriliyor. Yani rezervasyon yapmaya fırsat bulamayanlar sabah 08:30’dan itibaren gelmeyen kişilerin biletlerini almak üzere şanslarını deneyebilirler. Santa Maria Delle Grazie’nin Duomo yönünde birkaç sokak ilerisinde bir diğer manastırı es geçmemek lazım: San Maurizio al Monastero Maggiore. Bir kısmı günümüzde Arkeoloji Müzesi’ne ev sahipliği yapan binanın 1554 yılında yapılmış olan ve halen mekanda verilen konserlerde kullanılagelen devasa bir orgun yer aldığı Rahibeler Salonu duvarlarını süsleyen freskler ile görülmeye değer. been designed so as to depict the moment of death via religious symbols, the mourning for the dead or a special memory of the dead person. You can see a woman mourning for her dead husband on some, a dog waiting for its owner or a regretful Grim Reaper or a child with crossed legs enjoying himself in others. There are thousands of graves in this huge cemetery and all are interesting and striking works of art. This is a really interesting experience in a spiritual atmosphere even if at times it may be a bit scary. I suggest you give it a try. While so close to the northern part of the city center, the Piazzale Segrino square nearby the monumental cemetery and the venues around it may be a good preference for resting. Here, Nordest Café on the Viale Francesco Restelli is an enjoyable spot. You mıght even opt for the appetizers in the evening. Blue Note Club is located right past the Nordest Café and it is a restaurant where live jazz music will accompany your dinner. If you are lucky you may even come across an important concert. You should check the activity calendar. A real football shrine: San Siro. I did not call Milan the capital of football for no reason. We are at the only European city with two clubs that have won the UEFA Champions League championship: AC Milan and Internazionale Milan. Our next stop will be the stadium hosting the matches of these two famous football clubs, San Siro is the La Scala of football… With a capacity of just over 80.000 people, it is the largest stadium of Italy and the seventh largest in Europe with an official name of Stadio Giuseppe Meazza. The widely used name of San Siro comes from the neighborhood where it is located at. The fact that these two giant football clubs with fanatic and hotblooded fans use only one single stadium by taking is the definition of urbanization. The eponym of the stadium is a legendary football player whose father has played in both clubs at the time. While Inter Milan fans loyally use the Giuseppe Meazza name, AC Milan fans use the San Siro 113 uzaktaki yakın so far so close Biri mezarlık ziyareti mi dedi? Milano için görülecek yerler listesine eklenmek üzere sıra dışı bir önerim olacak. Şehir merkezinin kuzeyinde yer alan Çin Mahallesi’nin hemen yakınındaki anıtsal Mezarlık. Milano Heykel Mezarlığı, kentin birçok yerinde dağınık duran mezarları tek bir alanda toplamak üzere Mimar Carlo Maciachini tarafından tasarlanmış. 1866 yılında açıldıktan sonra zaman içinde klasik ve çağdaş İtalyan heykelleri ile Yunan mabetleri, dikilitaşlar ve sütunların ufaltılmış kopyalarını barındıran bir çeşit açık hava sanat galerisine dönüşmüş. Kişisel mezarlar olduğu gibi, bazılarının bir kısımları yer altında olmak üzere Babil Kulesi’nden mısır piramitlerine kadar değişen tasarımlarda aileler için anıt mezarlar da 114 var. Bu anıt mezarların kapıları kilitli değilse ya da içeride mezarlık ziyaretinde bulunan birileri varsa izin alarak girilebiliyor. Tekil mezar taşları dini sembollerle ölüm anını, ölünün arkasında tutulan yası ya da ölü hayattayken yaşadığı özel bir anıyı canlandıracak şekilde tasarlanmış. Kiminde ölen eşin yasını tutan bir kadını, kiminde sahibinin mezarı başında bekleyen bir köpeği, bir diğerinde pişman olmuş bir görüntüde Azrail’i ya da ölen bir çocuğun bacak bacak üstüne keyif yapan halini göreceksiniz. Devasa bir alanda binlerce mezar ve hepsi bir birinden ilginç ve etkileyici sanat eserleri. Ruhani bir atmosferde, etkileyici ve bazen biraz ürkütücü olsa da gerçekten ilginç bir deneyim. Öneririm. name. Giuseppe Meazza is one of the first players who became a star in world football. He is still the holder of a record with 31 goals in the first season of his career that started at Inter Milan during the 1930s when the club was his personal sponsor, he scored 243 goals in 361 official games he played and he always came to the stadium 5 minutes before the game; he was a special player who was given the permission to smoke in the national team. If you are interested in football, you can visit the stadium and the museum section via touristic tours. Considering that throughout the season there is a match every week either of Inter or AC Milan, one can spend the weekend nights at this stadium dressed up in black-red or dark blue-black. Tickets – except the combined tickets – can be purchased from partner banks. Eating and Drinking Tips and restroom user’s guide We said that Milan is less Italian but of course not in terms of cuisine. First of all we should mention the famous “aperativo”s. “Aperativo Milanese” is the snack culture in Italy known as aperativo adopted to Milan. You can pay only for the drinks and eat whatever you want at the open buffet from Bruschetta to pasta, deserts to salad at the café and restaurants usually between 19:00-21:30. It would be best to hang around with university students for aperativo at the Navigli district alongside the channel. Other than Navigli, young people generally hang around the Porta Ticinese Street or to put it in more of an Italian manner, Corso di Porta Ticinese. You can reach here from Duomo after a 15-20 minute walk. Ticinese is similar to our Asmalımescit district. It is packed with small bars and restaurants every which way. The place is crowded with young people especially on Friday and Saturday nights. The number of tourists is very low. 115 uzaktaki yakın so far so close Şehir merkezinin kuzeyinde bu kadar yaklaşmışken anıtsal mezarlığın çok yakınında bulunan Piazzale Segrino isimli meydancık ve çevresindeki mekanlar soluklanmak için iyi bir tercih olabilir. Burada Viale Francesco Restelli üzerindeki Nordest Cafe keyifli bir mekan. Akşam için de aperatifler için de tercih edilebilir. Nordest Cafe’nin biraz ilerisinde ise caz temalı bir konser mekanı olan, yemeğe canlı müziğin eşlik ettiği restoran kısmıyla Blue Note Club yer alıyor. Şanslı gününüzde iseniz sıkı bir konsere denk gelmeniz olası. Etkinlik takvimini kontrol etmekte fayda var. Gerçek bir futbol mabedi: San Siro. Milano için boş yere futbolun da başkenti demedim. UEFA Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazanan iki takıma sahip tek Avrupa şehrindeyiz: AC Milan ve Internazionale Milan. Sıradaki durağımız şehrin bu ünlü iki futbol kulübünün maçlarına ev sahipliği yapan stadyum, futbolun La Scala’sı San Siro… 80.000 kişinin biraz üzerinde kapasitesiyle İtalya’nın en büyük, Avrupa’nın da yedinci büyüğü olan stadın resmi adı Stadio Giuseppe Meazza. Yaygın kullanılan San Siro ismi ise bulunduğu semtin adından geliyor. Birbirleriyle yaptıkları derbi (Derby della Madonina) dünyanın sayılı maçlarından olan, son derece fanatik ve ateşli taraftar gruplarına sahip bu iki dev takımın tek bir stadı dönüşümlü kullanmaları şehircilik konusunda örnek sayılabilir. Stadyumun isim babası zamanında her iki takımda da oynamış efsane bir futbolcu. Inter Milan taraftarları sadık kalarak Giuseppe Meazza adını kullanırken, AC Milan taraftarları San Siro adını kullanıyor. Giuseppe Meazza dünya futbolunda star olarak adlandırılan ilk 116 oyunculardan biri. 1930’lu yıllarda kişisel sponsoru olan, oynadığı 361 resmi maçta 243 gol atan, Inter Milan ile başladığı kariyerindeki ilk sezonunda attığı 31 golle hala kırılamayan rekorun sahibi, maçlara 5 dakika kala stada gelen ve milli takımda sigara içmesine izin verilen müstesna bir isim. Futbola ilginiz varsa turistik turların yapıldığı stadı ve müze kısmını gezebilirsiniz. Sezon boyunca sırayla Inter ve AC Milan’ın olmak üzere her hafta bir maç olduğuna göre hafta sonu akşamlarından biri bu stadyumda kırmızısiyah ya da lacivert-siyah renklere bürünerek geçirilebilir. Kombineler dışındaki koltukların biletleri anlaşmalı banka şubelerinde satılmakta. Yeme içme ipuçları ve lavabo kullanım kılavuzu Milano daha az İtalyan dedik ama yemek yerken değil. Öncelikle meşhur “aperativo”lardan bahsetmek lazım. “Aperativo Milanese”, İtalya’daki aperativo denen atıştırma kültürünün, Milano’ya uyarlanmış hali. Kafe restoranlarda, genelde saat 19:00-21:30 arasında, sadece içkiye para verip, yanında açık büfeden aperatif olarak Bruschetta’dan makarnaya, tatlıdan salataya istediğiniz kadar yemek almak mümkün. Aperativo için Navigli civarındaki mekanlarda kanal boyunca üniversite öğrencileriyle birlikte takılmak güzel olabilir. Navigli dışında, gençlerin yoğun olarak takıldığı bir başka bölge ise, Navigli’nin hemen yakınında bulunan Porta Ticinese Caddesi, ya da daha İtalyanca’sıyla Corso di Porta Ticinese. Buraya Duomo’dan yürüyerek 15-20 dakikada ulaşabilirsiniz. Ticinese, bizim Asmalımescit gibi bir bölge. Sağlı sollu küçük barlar ve restoranlarla dolu. Özellikle cuma ve cumartesi akşamı, If we put aside the appetizers, of course pizza and pasta come to mind when we mention Italy. Their pizza is thinner, has less ingredients and is more crispy compared to ours. You can eat pasta at many different locations. I would especially recommend the tortellini which is stuffed and is similar to Turkish mantı. While talking about pasta, do not forget to taste the Italian style basil sauce. Most people think of Risotto when they hear Milan. I don’t know if you need an explanation, but you can eat this dish that is similar to rice served with parmesan cheese almost anywhere. I just wish that you come across a nice chef. The Minestrone (vegetable soup) is especially ideal for vegetarians. Milan is also famous with its meat dishes. Ossobuco is prepared with veal, onion, potato and celery and should not be missed by lovers of meat. As pastry, you can try the 6-7 different types of another Italian classic, Panzerotti, made with classical mozzarella cheese and tomatoes which can be positioned somewhere between a closed pide, pişi and çiğ börek. The venue known as Luini close to the Duomo Square is very famous as you can understand from the long line in front of it. The award for waiting in line is guaranteed taste. Italy is of course as you know the birth place of espresso and cappuccino. Coffee break after Panzerotti. Of course with a classic tiramisu on the side. Restaurants and cafés have Tavalo and Banco application. Even though this is mostly applies to drinks, it is also valid for dishes in some places as well. If you sit and drink (Tavalo), you will pay %50 to %100 more than you would pay if you drank at the bar or standing (Banco). Be sure to ask about this. And a user’s guide: You may experience difficulties in turning on the tap water at the restrooms you go to. Stop making maneuvers to kick off the sensor. There should be a foot pedal underneath. The water will flow if you step on it. How about shopping? Of course an important part of tourism in Milan is shopping. Those who come to Milan for shopping may be greater in number than those who visit the city to see “The Last Supper”. If you are interested in shopping, you can start right away from the La Rinascente near Duomo. This is a multi-storey department store with luxurious and expensive products. The designs at the home furniture and decoration floor should especially be seen. There is a café with a lovely view on the roof overlooking the gorgeous dome of Duomo for those who do not enjoy shopping. You can stop by there even if only to have a coffee. The street that starts in front of the Galleria Vittorio Emanuele and continues towards the La Rinascente direction is Corso Vittorio Emanuele. This is where the heart of shopping beats. You can find many brands you are looking for here. Of course if you are looking for elegant and luxurious shops you can go first to Galleria Vittoria Emanuele II and then Via Montenapoleone and Via Spiga. If you are looking for more moderate things, Corso Vercelli and Corso Buenos Aires are just for you. You can prefer Billa at Via Torino with its good prices and wide variety if you wish to stop by a market for some wine, cheese or pasta. A daily retreat: Como You must have heard of the Como Lake. The most special lake of Italy, which is also the most beautiful and most romantic in Europe is only 1,5 hours away from Milan. It is a long and thin lake in the shape of a “Y”. The easiest would be to take the train, but you might also consider renting a car to travel around. You can go to Como from the Cadorna Railway Station which is within 10-15 minutes walking distance from Duomo. The one with the giant needle-thread and knot statue. The train ticket is only 4,55 euros. Small, green hills stretch up high from right near the lake. The city of Como that has given the lake its name is also fun to walk around, with its beautiful buildings and peaceful atmosphere. The city of Como with its high socioeconomic level residents as well as the villas near the lake will whisper in your ear that it is a real estate record breaker. Still, Como is not a world her yer İtalyan gençlerle dolu oluyor. Turist sayısı da oldukça az. Aperatifleri bir kenara bırakırsak İtalya denince akla pizza ve makarna (pasta) geliyor elbette. Bizdekilere göre daha ince hamur ve daha az malzemeli, daha kıtır. Pasta yani makarnayı da pek çok yerde yiyebilirsiniz. Özellikle Tortellini denilen, mantıya benzeyen dolgulu çeşidini öneririm. Pasta olayına girmişken İtalyan usulü fesleğen sosu tatmayı da unutmayın. Milano denince, pek çok kişinin aklına Risotto geliyor. Tarife gerek var mı bilemiyorum ama parmesan peyniriyle servis edilen bir tür pilav olan bu yemeği hemen hemen her yerde yiyebilirsiniz. İyi bir aşçıya düşmeniz dileğim. Minestrone (sebze çorbası) vejetaryenler için ideal lezzetlerden birisi. Milano et yemekleriyle de ünlenmiş bir şehir. Dana eti, soğan, patates ve kerevizle hazırlanan Ossobuco etoburlar için kaçırılmaması gereken bir lezzet, bir İtalyan klasiği. Hamur işi olarak kapalı pide, pişi ve çiğ börek arası bir yere konumlayabileceğimiz, klasik olarak mozzarella peyniri ve domatesli yapılan bir diğer İtalyan klasiği Panzerotti'nin 6-7 farklı çeşidi daha var. Duomo Meydanı’na çok yakın ve önündeki uzun kuyruktan dolayı hemen fark edeceğiniz Luini isimli mekan çok meşhur. Sıranızı bekleyip turist olmanın gereğini yerine getirmenin ödülü garantili bir lezzet. İtalya malumunuz espresso ve cappucino’nun ana vatanı. Panzerotti sonrası bir kahve molası. Yanına da bir diğer klasik Tiramisu eklenebilir pek tabi. Restoran ve kafeteryalarda Tavalo ve Banco uygulaması var. Bu daha çok içeceklerle famous spot only because of its rich architecture, unique nature, important churches, gardens and museums. The fact that it is preferred by some of the world’s jet-set and some famous stars also plays a part. For instance I believe there is no need to state that George Clooney has a house here. You remember the famous car ad right? There is a Duomo, that is a cathedral, at the center of the city of Como. It is an important structure since it is the last Gothic cathedral built in Italy. The eastern façade of the cathedral overlooks Piazza Verdi. There are touristic spots at the square but still it is a joy to spend time there. You should get on the funicular that climbs up 1000 meters with a 45 degree steep angle to enjoy the panoramic lake scenery. This is called the Brunate. You will see different routes and paths. The panoramic terrace is about 300m ahead. Luxurious mansions competing with each other in terms of architecture will greet you once again. You can try boat tours after you get down. There are ferries that tour around Lake Como and stop by every village. You can get down at any village you want; tour around and get back to Como with the next ferry. It is not a bad idea to go about- if you have indeed rented a car. You can visit the village of Bellagio. But the roads are winding, you should drive carefully. The streets, houses and scenery of Bellagio are all very beautiful and very romantic. You can crown the day with a pizza & house wine at a local restaurant after walking around the streets. Of course we should not miss Venice while mentioning locations that are close by, since it is only 2,5 hours away with a fast train. That is a spot which can be the topic of an article by itself. That is why I won’t go into detail. We already filled up the pages… As you see, Milan might not seem very attractive in terms of tourism when compared to other Italian cities, however it is a rich city that can satisfy any traveler with dozens of alternatives and short stops. If not now, when? Let’s make reservations. 117 uzaktaki yakın so far so close ilgili olsa da bazı yerlerde yiyecekler için de geçerli. Eğer oturarak içerseniz (Tavalo) bankoda ya da ayaküstü içmeye göre (Banco) %50 ila %100 arası fazla bedel ödersiniz. Bu uygulamayı mutlaka sorun. Bir de kullanım kılavuzu: Gittiğiniz mekanlarda lavabo musluklarıyla ilgili suyun nasıl aktığını bulamamak gibi bir sorun yaşayabilirsiniz. Boş yere sensör için türlü manevralar yapmayın. Yerde ayağınızla basacağınız bir pedal olacak. Basınca suyun aktığını göreceksiniz. Peki ya alışveriş? Milano turizminin önemli bir ağırlığı elbette ki alışveriş için gelenler. Milano’ya gezmeye değil alışverişe gelenler “Son Akşam Yemeği” için gelenlerden fazla olabilir. Merakınız varsa hemen Duomo’nun yanında bulunan La Rinascente’den başlanabilir 118 mesela. Burası oldukça yüksek fiyatlı lüks ürünler satan çok katlı bir mağaza. Özellikle ev eşyaları ve dekorasyon katındaki tasarım ürünler görülmeye değer. Alışveriş merakı olmayanlar için teras katında, Duomo’nun eşsiz çatısına bakan çok güzel manzaralı bir kafe restoran var. Hiç olmazsa şık bir mekanda kahve molası için bile gidilebilir. Galleria Vittorio Emanuele’nin önünden başlayıp, La Rinascente yönüne doğru ilerleyen caddenin adı da Corso Vittorio Emanuele. Burası alışverişin kalbinin attığı yer. Aradığınız birçok markayı burada bulabilirsiniz. Şık ve lüks dükkanlar arıyorsanız önce elbette Galleria Vittoria Emanuele II, sonra Via Montenapoleone ve Via Spiga'ya gidebilirsiniz. Yok daha orta düzey bir şeyler arıyorsanız Corso Vercelli ve Corso Buenos Aires tam size göre yerler. Bir süpermarkete gidip şaraptır, peynirdir, makarnadır, siparişleri tamamlamak için Via Torino’daki Billa uygun fiyat ve çeşitleriyle tercih edilebilir. Günübirlik kaçamak: Como Como Gölü’nü mutlaka duymuşsunuzdur. İtalya’nın en özel, Avrupa’nın en güzel ve romantik göllerinden Como Gölü Milano’ya sadece 1,5 saat kadar mesafede. “Y” şeklinde uzun ince bir göl. En kolayı tren yolu ama araba kiralamak çevre gezileri açısından düşünülebilir. Como’ya, Duomo’dan 10-15 dakika yürüme mesafesinde olan Cadorna Tren Garı’ndan gidiliyor. Hani şu önünde devasa İğne-İplik heykeli olan. Tren bileti de sadece 4,55 avro. Gölün hemen dibinden küçük, yemyeşil tepeler yükseliyor. Göle adını veren Como şehri de hem çok huzurlu, hem de çok güzel binalarıyla seyri ve gezmesi de güzel bir yer. Sosyoekonomik düzeyi yüksek sakinleriyle Como şehri ve göl kenarındaki villalar kulağınıza bir diğer emlak rekortmeni mekanda olduğunuzu fısıldayacak. Yine de Como’nun dünya çapında ünlü bir yer olmasının tek nedeni sadece zengin mimarisi, eşsiz doğası, önemli kiliseleri, bahçeleri, müzeleri vs değil tabi. Dünya sosyetesinin ve bazı ünlü simaların tercihi olması da biraz etkili. Örneğin George Clooney'nin burada bir evinin olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Meşhur otomobil reklamını hatırlıyorsunuz değil mi? Como şehrinde de merkezde bir Duomo yani katedral var. İtalya'nın en son yapılan Gotik katedrali olması nedeniyle önemli bir yapı. Katedralin doğu cephesi Piazza Verdi'ye bakıyor. Meydandaki mekanlar turistik ama vakit geçirmesi keyifli. Panoramik göl manzarası için 45 derecelik oldukça dik sayılabilecek bir açıyla 1000 m. kadar yukarıya çıkan funikülere binilmeli. Bu noktaya Brunate deniyor. Değişik rotalar ile patikalar göreceksiniz. Seyir terası 300m kadar ilerde. Yine mimarilerin ve lüksün yarıştığı malikaneler yolda size eşlik edecek. Aşağı indikten sonra tekne turlarını deneyebilirsiniz. Como Gölü etrafında dolaşarak bütün köylere uğrayan feribotlar var. İstediğiniz bir köyde inip dolaşıp bir sonraki feribotla devam ederek Como'ya geri dönebiliyorsunuz. Tekne turu sonrasında -araba kiralama yolunu seçtiyseniz- biraz çevre gezisi fena fikir değil. Bellagio Köyü ziyaret edilebilir. Fakat yolları çok virajlı, dikkatli sürmek gerekiyor. Bellagio'nun sokakları, evleri, manzarası hepsi çok güzel, kesinlikle çok romantik. Sokaklarını arşınladıktan sonra yerel bir restoran bulup pizza & ev şarabı ile günü taçlandırabilirsiniz. Tabi yakın yerlerden bahsederken hızlı tren ile sadece 2.5 saatlik bir mesafede olan Venedik’i atlamamak lazım. O da ilerde ayrı bir yazı konusu olacak türden bir durak. Bu yüzden fazla detaya girmeyeceğim. Zaten sayfaları da çoktan doldurduk... Gördüğünüz gibi Milano ilk bakışta turistik açıdan özellikle diğer İtalyan şehirleriyle karşılaştırınca çok cazip görünmese de aslında onlarca alternatif ve kısa mesafede eklenecek duraklarla meraklı bir gezgini fazlasıyla tatmin edecek türden zengin bir şehir. Şimdi değilse ne zaman? Haydi rezervasyon başına. 119 uzaktaki yakın so far so close Milano’dan 16 instagram karesi / 16 instagram shots from Milano #dergibursa @dergibursa 120 #milano @oscarsnapshotter
© Copyright 2024 Paperzz