İndirmek için tıklayın

AKAD DERGiLRi
SAYI
10
NiSAN 2014
1
Şubat 2014
BİZ ALEVİLER
Nihad YENMİŞ
saldırı, tenkit ve eleştiriler gelmektedir. Bu saldırılar,
Laik Hukuk Devletinde suç işleme boyutuna
Biz Aleviler yüzyıllardır var olan bir toplumuz.
kadar vardırılmaktadır. Bazı sözüm ona dostlar da
Varlığımızı bugüne ulaştırmak pek kolay olmadı.
“Kendinizi anlatamadığınız için hakkınızda bu tür
Bugüne gelebilmek için birçok badire atlattık.
saldırılar yapılmaktadır.” gibi ifadeler kullanarak
Yaşadığımız ortak acılar, bizi birbirimize daha çok
suçlanmaktayız.
bağladı, yaşama azmimizi güçlendirdi ve kendimize
Bizler inancımızın ispatını yapma gayret ve telaşı
has bir inanç ve kültür oluşturmamızı sağladı. Bugün içinde değiliz. Kendimizi tanımlama ve anlatma gibi
İslamî bir daire içinde varlığını sürdürmeye çalışan
bizim dışımızdaki inanç gruplarının zaman zaman
bir toplum olarak bazı sorunlarımız ve taleplerimiz
dillendirdikleri bu isteklerine uyma mecburiyetimiz
oluştu. Sorunlarımızın giderilmesi ve taleplerimizin de yoktur. Alevilerin inançlarını kendileri istedikleri
karşılanması
vatandaşlık
ve
gönül
bağıyla gibi, arzuladıkları zemin ve mekânda yaşamaya
bağlandığımız devletimizin görevidir. Devletin de
ve yaşatmaya en az diğer inançtaki insanlar kadar
millet için varlığının nedeni de budur.
hakları vardır. Bunu yapmada kararlı ve büyük bir
İçinde bulunduğumuz dönem ve koşullar bizi uyum içindeler.
olumsuz etkilemektedir. Yeni neslin istenilen düzeyde
Bugün Ortadoğu’da yaşanan İslamiyet’le ilgisi
Alevi kültürünü alamaması değerler yitimine neden
olmayan eli silahlı katiller, İslamiyet adına katliamlar
olmaktadır. Bireyler kültürden yabancılaşmakta, yapmakta ve bunu cihat saymaktalar. Alevileri de
farklı anlayış ve fikirlerin tesiri altında kalmaktadır. müşrik sayma gafletinde bulunarak, Alevilerin ve
Bu olumsuz tesirler saf bir kültürel ve etnik yapıya
Laik Sünnilerin katlini cihat sayma gayreti içine
sahip Alevilerin içine farklı kültürlerin ve bireylerin
girmekteler. Öbür taraftan aynı anlayış; Tevrat’tan
karışmasına neden olmaktadır. Alevi kültürüne
“Öldürmeyeceksin.”
olumsuz etki eden bu değişimin kontrol altına
cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk
alınması gerekmektedir.
çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları
Kuran-ı Kerim’den “Kim, bir
Kültürümüzün devamını sağlamak için önce Alevi öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına
kültürünün esasını ve yapısını belirtmek gerekir: Din sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur”
bir iman meselesidir. İslam’ın dolaysıyla Aleviliğin
(Maide 32) ayeti kerimeyi örnek göstererek ve “Öldürmek
de esası imandır. Nitekim Kuran-ı Kerim “ya eyyuha tanrının emirlerine karşı gelmektir.” diyerek, barışsever
ellezina emenu” olarak hitabını yapar. Bu itibarla olayın olduklarını insanlığa kabul ettirmeye çalışmaktalar. Bu
özü iman etmekten geçer. İman ise sorgulanamaz. ne çelişkidir ki sizleri böyle tutarsız davranmaya sevk
Çünkü iman kişi ve tanrı arasındadır. İşte bütün etmekte ve yanlışa sarılmanıza neden olmaktadır.
meselenin özü budur, inanmak veya inanmamaktan
Hâlbuki İslamiyet barış dinidir. İslamiyet sevgi,
geçmektedir. İmanın esaslarını kabul edip Hz. Ali’nin saygı ve hoşgörü dinidir. Barışın, hoşgörünün ve
imametine iman eden müminlere Alevi denir.
teslimiyetin birçok örneği tarihimizin derinliklerinde
Kuran-ı Kerim, Sünnet-i nebevi ve Ehlibeyt sevgisi
saklı duruyor. Onları açıp okuyunuz. Okuyunuz ki
yolunda İslam’ı idrak eden bizlere, bazı çevrelerden
hakikat zuhur etsin. Söz anlam kazansın. Haklılığımız
2
Şubat 2014
gözler önüne serilsin.
j) Alevi inancını yansıtan dini ve kültürel değerlerin
Alevilerin Karşılaştığı Bazı sorunlar ve Talepleri: resmi televizyon kanallarında yayınlanması eşitlik
a)
Alevilerin
dini
ve
kültürel
sorunları
ÇALIŞTAYLARLA çözülemez. Bunun çözümü ancak
ANAYASANIN
öngördüğü
EŞİT
ilkesinin bir gereğidir.
k) Alevi inancını kendi çocuklarımıza öğretmede
VATANDAŞLIK hiçbir engelleme ve yasak olmamalı. Bunu öğretecek
haklarının tanınması ile sağlanır. Bu nedenle eşit
olan din görevlilerimizin soruşturma ve yargılamayla
vatandaşlık hakları fiili ve yasal zorunluluk olarak
sindirilmemelidir.
yaşama geçirilmelidir.
m) İbadet yerlerimiz bizim kararlığımızla belirlenen
b) Bize göre DİYANET ya tüm inançları temsil edecek
şekliyle Mescit/Cemevi olmasına saygı gösterilmesi,
özerk bir yapılandırmayla yeniden oluşturulmalıdır
bunu sulandırmak için akıl zorlaması ile ortaya atılan
ya da tamamıyla kaldırılmalıdır. Kaldırılması halinde ve asimilasyonu hedefleyen Cami/Cemevi projesi
dine hiçbir şey olmayacaktır. Kuran-ı Kerimde yüce
veya buna benzer alternatif çözümlerle Aleviliği yok
Allah diyor ki; ” Onu biz indirdik biz muhafaza ederiz.” etme girişimlerine son verilmelidir.
Onun için endişelere gerek yoktur.
n) Tarihi konjonktürün ve coğrafi şartların
c) Örgün eğitim kurumlarında ZORUNLU din yarattığı farklılıklar kullanılarak Alevileri
bölmeye
eğitimine derhal son verilmelidir. Bu zorunluluk ve ayrıştırmaya yönelik girişimlere son verilmesi
Kuran-ı Kerim’in ruhuna da aykırıdır. Çünkü Kuran-ı kimliğin sürdürülmesi için gereklidir..(ki, emin olun
Kerim “”La İkraha Fi ed-din” yani dinde zorlama yoktur,
bu farklılıklar diğer mezhepler arasındaki farkların
diye zorunluluğu men etmiştir.
yanında fark bile sayılmaz.)
d) Özgürlükler; ”VATANIN, MİLLETİN, BÖLÜNMEZ
BÜTÜNLÜĞÜNÜ”
ihlal
etmemek
Yukarıda saydığımız talepler “İnsan Hakları Evrensel
kaydıyla Bildirgesinde” bulunan temel haklar kapsamındadır.
genişletilmelidir. Hukukun üstünlüğü ilkesi, yaşama Biz ayrıcalık istemiyoruz. Temel insani taleplerimizin
hakkı, toplumun sorma ve sorgulama hakkı, gösteri
karşılanmasını ve çağa uygun bir yaşam sürmek
ve yürüyüş hakkı ile yasalar önünde eşit vatandaşlık
istiyoruz. Kültürümüzün devamını ve neslimizin bu
hakları ve bireyin özlük haklarını koruma hakkı gibi
kültür etrafında varlığını sürdürmesini arzuluyoruz.
haklar her bireye tanınmalıdır.
Aleviler vatandaş olarak bütün görevlerini yerine
e) Arapçanın devlet okullarında bir hak olarak getirmektedir. Vatanın varlığı için her türlü bedeli de
verilmesini talep ediyoruz.
diğer vatandaşlar kadar ödemektedir. Diğer inanç
(Okullarımızda Arapça ve Kuran-ı Kerim dersleri
gruplarına tanınan haklar Alevilere de tanınmalıdır.
seçmeli olarak verilmektedir. Alevi kardeşlerimizin Bu bir imtiyaz değil bir haktır. Adaletin gereği de
Mayıs ayında yapılan ders tercihleri için okul
budur. Adalet de mülkün temelidir. Bu ilkeye itibar
müdürlüklerine başvuru yaparak ısrarla Arapça
eden idare mülkün selameti ve milletin huzuru için
ve Kuran dersi seçmelerini yapmalarını istiyoruz.)
bu talepleri karşılamaktan çekinmemelidir.
g) Diyanete devredilen mescitlerimizin(cami)
ALEVİLERİN İBADETLERİNİ ÖZGÜRCE YAPABİLDİĞİ,
Alevilere teslim edilerek mescitlerimizin diyanete
DİYANETTE TEMSİL HAKKININ BULUNDUĞU ve
devri zorunluluğuna son verilmesi ve imamlarımızın BÜTÇE AYRILD IĞI, ALEVİLERE KENDİ İNANÇLARINI
din görevlisi olarak atanması için yasal düzenlemelerin ÖĞRETEBİLECEĞİ
yapılması önemli taleplerimiz arasındadır.
KENDİLERİNİ
h) Gerek Devletin bünyesinde bulunan tüm arşiv ve
VE
KURUMLARIN
BULUNDUĞU,
KÜLTÜREL
VARLIKLARINI
SÜRDÜREBİLDİĞİ BİR DÖNEM İÇİN MÜCADELEMİZİN
kitaplar ile, gerekse bütün matbu her tür yazılımdaki DEVAM EDECEĞİNİ BELİRTEREK SÖZLERİME SON
Aleviliği kötüleyen ve hedef haline getiren yazıların VERİYORUM.
imhası için ne gerekiyorsa derhal yapılmasını
3
Şubat 2014
Güzel Ahlak İman Ve Din
Merhum Şeyh İzzettin USLU
İslâm; fazilet ve hikmet dinidir ve baştan sona
güzel ahlâktan ibarettir. Ahlâkla din birbirinden
ayrılmayan iki unsurdur. Her ikisinin de amacı edep
sahibi, erdemli, dünya yaşantısında kendisine ve
topluma yararlı, ahret için de kendisine yararlı olan
kâmil insanlar yetiştirmektir.
Ehlibeyt öğretisi bizlere; edebi olmayanın, dini
de olmayacağını ve hatta edep ve ahlakın, dinden
önce geldiğini bildirmektedir. İnsanın zahiri, fiziki
dış güzelliğinin yanında, Batıni, iç güzelliği de vardır.
Bu da güzel ahlâktır ve bunu kendimiz şekillendiririz.
Allah nezdinde insanın iç güzelliği daha önemlidir.
Nitekim Kuran-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz Hz.
Muhammed (s.a.a.v) için; “Ve şüphesiz sen büyük bir
ahlâk üzerindesin.”(Kalem süresi, 68/4) buyrulmuştur.
Ayrıca Hz. Muhammed’in (s.a.a.v) ; “ Ben güzel ahlâkı
tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk,
8; Ahmed b. Hanbel, 2/381) ve “Ruhumu kudret altında
tutan Allah’a yemin ederim ki cennete ancak güzel
ahlak sahipleri girer.”(Tirmizi, 62, kutub-ı sıtte, 16. Cilt ,
sf. 329), “İmanın kemali, güzel ahlâk iledir.” (Ramuz
El Hadis, 2. Cilt) gibi sözleri dinimizin bir ahlâk dini
olduğunu derin bir şekilde göstermektedir. Demek
ki toplumsal hayat ve ahret güzelliği için mutlak
şartlardan birisi güzel ahlâktır. Bundandır ki Ehlibeyt
İmamları ve Ehlibeyt, ‘’hikmet’’ denilen doğruluğu
kesin olan bilgi ve güzel ahlâkla yoğrulmuştur. Onlar
bu özellikleriyle insanlığa ışık olmuşlardır.
Bundan dolayıdır ki; Ehlibeyt’i gönülden ve gerçek
bir sevgiyle sevmek ve onların izinden gitmek çok
doğru bir tutum olacaktır. Çünkü Kuran-ı Kerim’de
de Ehlibeyt için “Allah, yalnızca siz Ehlibeyt’ten her
çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak
ister.” (Ahzab süresi 33)buyrulmuştur. Ehlibeyt şuurunu,
sevgisini ve onlara bağlılığı yitirmemekle ancak bu
miras sahiplenilmiş olunur. Bunu gerçekleştirmek için
de gerekli olan temel kriterlerden birisi de kuşkusuz
ki onlar gibi güzel ahlaka sahip olmaktır. Bu aynı
zamanda yaşantımız boyunca bizlerin de temel hedefi
olmalıdır. Güzel ahlâklı olmak gerekirken neden
bu faziletli duruma erişilmiyor. Güzel ahlâk sahibi
olmamızın önündeki engeller nelerdir? Bunun altında
yatan bilimsel felsefi ve dini gerçekler nelerdir?
Unutulmamalı ki insan iyi ve kötü davranışlar
yapabilecek bir varlık olarak yaratılmıştır. Nitekim
4
aynı şahıstan
hem kötü hem iyi davranışlar
görebilmekteyiz. Bunlar insanda nasıl ve neden zuhur
etmektedir? Hatta bazen davranışları alabildiğince
bozulmuş
tamamen
kötü ahlak
göstergesi
sayılabilecek şahıslara da rastlanmaktadır. Bu
dereceye nasıl gelinmektedir?
Güzel ahlâklı olma yolunda kötü davranışlardan,
günahlardan kaçınmak
için, İslam dini, nefisle
mücadeleyi
şiddetli bir şekilde tavsiye etmekte
ve bunu yegane yol olarak görmektedir. Çünkü
dinimize göre ‘’nefis’’ şiddetli bir şekilde insana
kötülüğü yaptırmaya çalışmaktadır. Nitekim Hz. Ali
(a.s.)‘nin “Cenneti arzulayan kimse nefsinin heves
ve tutkularından uzak dursun.” sözü bu duruma
tam olarak işaret etmektedir. Nefis ile mücadele
konusuna geçmeden önce toplumda çok yaygın
olan ve güzel ahlâka sahip olma önünde büyük engel
olan ve çoğu zaman başlangıçta hafife alınan;
ama aslında büyük günahların başlangıcını teşkil
eden kötü alışkanlıkları (Kötü alışkanlıkların bazıları: küfürlü
ve kaba konuşmak, yalan söylemek, dedikodu yapmak, dürüst
olmamak, iftira atmak, hırsızlık yapmak büyüklenmek, başkasını
aşağı görmek, kötü zanda bulunmak, alkol kullanmak, sigara
içmek, madde bağımlısı olmak, uyuşturucu kullanmak, kumar
oynamak, aldatmak, fuhuş yapmak, zina yapmak , her türlü gayri
ahlaki davranışlarda bulunmak, beddua etmek, öfkelenmek,
kin beslemek, riyakarlık, kalp kırmak, hak yemek , sabırsız
davranmak, israf etmek, emanete ihanet etmek, kötü şeylerde
ısrar etmek, nankörlük etmek, borcunu ödememek, kaba ve
saygısız davranmak, cimrilik yapmak, birileri ile iyi geçinmemek,
gıybet yapmak, ihtiyacı olanlara yardım yapmamak, ebeveynlere
karşı gelmek , giyim tarzında ölçüsüz olmak, adam öldürmek,
yaşadığımız yada çalıştığımız yerin kurallarına uymamak, namaz
kılmamak, oruç tutmamak, zekat vermemek, ilahi emirlere
karşı gelmek, her türlü nefsani arzu heves tutku ve bedensel
hazların peşinden gitmek… ) incelemekte yarar vardır.
Aslında kötü alışkanlıklar hafife alınmaması gereken
davranışlardır. Toplumda çok yaygın olan sigara
ve içki içme, yalan söyleme, hak yeme vb. birçok
kötü alışkanlığın nedeni
alışkanlıkların mahiyeti
incelediğinde daha iyi anlaşılır. Hz. Ali (a.s.)’nin
kötü alışkanlıklarla ilgili: “Fazilet (erdem) kötü
alışkanlıkları yenmektir.” ve “Kötü alışkanlıkları
yenmek en üstün ibadetlerdendir.” sözleri kötü
alışkanlıkların, insanın erdemli olma yolunda ne kadar
büyük bir engel olduğunu açıkça göstermektedir.
Demek ki; öncelikle kötü alışkanlıklardan uzak
Şubat 2014
durmamız çok önemlidir. Bunun için de kötü
alışkanlıkların mahiyetini bilmemiz yararlı olacaktır.
Kötü alışkanlıkların bilimsel, felsefi ve dini boyutu
olmasına rağmen aslında bu üç boyut da sebep ve
sonuçta yüksek bir bilgi ile aynı noktaya çıkarlar ve
birbirlerini tamamlarlar. Çünkü hepsinin temelinde
ana unsur insan ve davranışlarıdır.
Kuran-ı Kerim’de birçok ayette ve hadiste NEFİS
kelimesi geçmekte
ve
yukarıda anlatılanlara
uymaktadır. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in
(s.a.a.v) “En büyük savaşımız nefislerimizle olan
savaştır.” ve “En iyi cihat, insanın kendi nefsani
arzularıyla Allah rızası için yaptığı cihattır.” (Ebu Zerr-i
elgaffariden rivayetle (Câmiu s-sağîr) 1247) Sözleri ahlak
konusunda nefsin çok önemli bir konumda olduğunu
göstermektedir. Zira nefisle olan savaş kazanılmadıkça
güzel bir ahlâka (erdeme) sahip olmamız mümkün
görülmemektedir. Bundan dolayıdır ki aslında esas
konumuz hepimizde var olan ve olanca gücüyle
bizlere kötülüğü emreden bir bakıma günah
işlettirmeye çalışan NEFİS’tir.
Burada nefsin akıl, iman ve ilahi emirlerle olan
mücadelesi ve nefsin insanı düşürebileceği durumlar
söz konusudur. Dinimizde de kötü bir huy edinmek
insanın o konuda aklına ve imanına ve ilâhi emirlere
değil de nefsine uymuş olmasından kaynaklanır.
Sabah erken namaza kalkması gereken birine aklı ve
imanı manevi olarak kendisine -kalk ve namazını kıldiye manevi telkinlerde bulunur. Diğer taraftan da
nefis uykunun o anda çok tatlı olduğunu hissettirerek
insanı yatakta tutması için direnir. Fazla uykunun
insana bir yararı olmasa bile. Burada nefis uykuyu bir
silah gibi kullanır. Bir bakıma ilahi emirlere şiddetle
karşı koyarak insanı kontrolünde tutmaya çalışır.
Tam bu sırada bir durum muhakemesi yapılırsa o
anda aklımızın ve nefsimizin çatıştığını, bir bakıma
da savaş halinde olduklarını anlayabiliriz. O esnada
aklımızın gücünü ve imanımızı bilgi eşliğinde
kullanarak kalkıp namaz kılmamızın nefsimize bir
tokat atmış olmamızdan bir farkı yoktur. Bunu da
sürekli yapmamız durumunda zamanla nefsimizin
bu konudaki bizim üzerimizdeki etkisini kırar ve nefsi
kendi kontrolümüz altına almış oluruz. Bunun tersi
olması durumunda zamanla nefsimiz bizi kontrolü
altına almış olacaktır. Uykuyu namaza yeğleyen bir
insanın durumu budur. Çünkü nefis insana sürekli ve
şiddetli bir şekilde kötülüğü ve ilahi emirlerin tersini
emreder ve kötü şeyleri yaptırtmaya çalışır. Nefse
her boyun eğme nefsi bir adım güçlendirir. İlâhi
aklımızı ve imanımızı doğru dini bilgiler ışığında
kullanmazsak nefsin bizi kontrolü altına alması
kaçınılmazdır. Bu da herhangi bir konuda kötü bir
alışkanlığa sahip olmamız demektir.
Zaten dinimize göre de Allah (cc), insanı nefsi
5
ile imtihan etmektedir. İnsan, dünya yaşantısında
nefsini kontrolü altına aldığında yada onu terbiye
ettiğinde imtihanı kazanmış olur. Nitekim Kuran’ı
Kerim’de bir ayette nefis ile ilgili “Yemin olsun ki,
sizi korku, açlık; mallardan-canlardan-meyvelerden
eksiltme türünden bir şeyle mutlaka imtihan edeceğiz.
Sabredenlere müjdele.” (Bakara, 155)
Kuran-ı Kerim’de insana kötülükleri emreden
nefis mertebesi olarak şeytanın en büyük silahı ve
hatta belki de kendisi olan “NEFSİ EMMARE” diye
geçmektedir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:
“Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder.”
(Yusuf-53) “Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh
bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise
ziyana uğramıştır.” (Şems,9-10) “Ey iman edenler!
Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru
yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı
olmaz.” (Maide-105) Nefsi emmare gerçekte insanın
karşısına sürekli çok kuvvetli bir şekilde dikilir. İnsanı
kolay kolay rahat bırakmaz. Onunla sürekli ve hayat
boyu mücadele etmek gerekir. Fırsatı yakaladığında
insana yanlış davranış yaptırır ya da günah işlettirir.
Ve şu hususa dikkat etmemiz gerekir; “Nefsimizi
birçok alanda terbiye etmiş olsak bile bize kötülüğü
emretmesi için başka alanlar bulur ve bizi tehdit
etmeye devam eder.” Önemli olan sürekli olarak nefsin
bu emrini yerine getirmemek, nefsin bu arzusunu
reddetmektir. Kötülüğü şiddetli bir şekilde arzulama,
her nefsin tabiatındandır. Ancak Allah’ın emirlerine
samimiyetle yönelen, kendisini tamamen Allah’a
teslim eden Allah’tan korkan ve böylece İlâhî rahmetin
gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı
şeyleri işlemekten çekinirler. Bu şekilde tamamen
iyiliğe yönelen kimselerin üzerinde zamanla nefsin
yaptırım gücü azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise,
kalbe yönlendirici hiçbir tesiri olmayan gelip geçici
düşüncelerden ibaret kalır. İşte nefsin bu hale
getirilmiş şekline “NEFSİ MUTMAİNNE” denir. Nefsi
mutmainne; şirkten, şüpheden, isyan ve hatadan
temizlenmiş, ıstıraplardan kurtulup huzura kavuşmuş
nefis demektir. Allah (cc) Kuran-ı Kerim’de bu nefis
hakkında Fecr suresinde 27,28,29 ve 30. ayetlerde
“Ey mutmain nefis, rabbine razı olunmuş bir
şekilde dön, artık kullarımın arasına gir, cennetime
gir.” diye buyurmaktadır. Açıkça anlaşılıyor ki insan
nefsini terbiye etmedikçe cennete girememektedir.
Bu da ancak nefsin çok şiddetli olan tutku, arzu ve
heveslerine uymayarak kötü alışkanlıklardan ve
günahlardan uzak durulması ile mümkündür.
Kuran-ı Kerim’de nefsi emmare ve nefsi mutmaine
arasında bir basamak olan nefsi levvame diye bir
nefisten söz edilmektedir. Kıyame süresi 2. ayetinde;
(Kusurlarından dolayı kendini kınayan) nefse yemin
ederim (-ki diriltilip hesaba çekileceksiniz.) nefsi
Şubat 2014
levvame insana yaptığı yanlışlardan dolayı bir
sorgulama evresi geçirten pişmanlık duygusunu
yaşatan ve yaptığı yanlışlardan dolayı kendisini
kınayarak insanın iyiye, doğruya yönelmesinde
etkili olabilen bir nefis mertebesidir. İnsanın öfkeli
olduğu zamanlarda ölçüsüz bir şekilde kötü sözler
söylemesi ve davranışlarını kontrol edememesinin
nedeni nefsi emmare,
biraz zaman geçtikten
sonra söylediklerinden ve yaptıklarından pişman
olmasının nedeni de nefsi levvame’dir. Bir bakıma
nefsi levvame bu yönüyle kıymeti bilinmesi gereken
bir nefis mertebesidir. Çünkü insan bu nefse uyarsa
nefs-i mutmainne’ye ulaşması yolunda doğru ameller
yapmış olmaktadır.
NEFİS TERBİYESİ VE NEFSLE MÜCADELE
Nefsin terbiyesinde ve kötü alışkanlıklarla
mücadelede dini çerçevede yapabileceklerimizin bir
kısmı:
1- Çok okumak dini bilgilerimizi sürekli geliştirmek
ve davranışlarımızı bu bilgiler ışığında yapmak.
2- Sürekli Allah’ı (cc) anmak,
Allah (cc)’ın emrettiği ibadetleri gerçek amaçları
doğrultusunda bilinçle samimiyetle ve istekle sürekli
yapmak ,
3- Ruhumuzu sürekli salih amellerle beslemek,
4- Ölümü sürekli düşünmek,
5- Tövbe etmek,
6- Ümitsiz olmamak,
İnsan , Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket
etmesi ile nefsi ile mücadele edip onu eğitebilir.
Bunun için yapılabileceklerden birisi dini bilgilerimizi
sürekli geliştirmek, gerekiyorsa bunları mutlaka
uygulamaktır. Gerçekten de iyi bir araştırma yapılırsa
görülür ki; insanın her konuda yanlış yapmasına
neden olan husus bilgisizlik ya da bilgi eksikliğidir.
Çelişkilerimiz de bilgi eksikliğinden kaynaklanır.
Bilgilerimiz arttıkça çelişkilerimiz de azalır. Ancak
doğru bilgileri kullanarak mantıklı işler yapmış
oluruz. Özellikle edindiğimiz sağlam dini bilgileri
nefsin tuzakları karşısında mutlaka kullanmalıyız.
Zaten önemli olan da budur. Çünkü sahip olduğumuz
bilgileri kullanmamak bilgiyi içimizde süs olarak
tutmak gibidir. Oysa bilgi süs değil bir güçtür. Nitekim
Kuran-ı Kerim’de Zümer süresi 9. Ayetinde; “Böyle
bir kimse mi Allah katında makbuldür. Yoksa gece
vakitlerinde secde halinde ve ayakta ahretten
korkarak ve rabbinin merhametini umarak itaat ve
kulluk eden mi? De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir
olur mu. Ancak akıl sahipleri öğüt alır.” insanın bilgi
sahibi olmasının önemi açık bir şekilde belirtilmiştir.
Ayrıca Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in
(s.a.a.v) kendisi hakkında -İlim şehrinin kapısı dediğiHz.Ali (a.s.)’nin ilim ve bilgi ile ilgili vecizeleri:
“İlim bütün iyiliklerin anahtarıdır.” , “ İlim meclisi
6
cennet bahçesidir.”, “İlmin bereketi güzel ameldir.”,
“Faziletlerin başı ilimdir.”, “Bilgi gibi hazine
olamaz.”,
“Bilgin kişinin rütbesi rütbelerin en
üstünüdür.”, “ Bilgin ölü olsa bile diridir. Cahil ise
diri olsa bile ölüdür.” (Gurerül hikem) bu sözleri ilim ve
bilgi sahibi olmamızın güzel ahlak sahibi olmak için
ne kadar gerekli olduğunu fazlasıyla anlatmaktadır.
Zaten bütün kötü amellerin sebebi de aklımıza değil
de nefsimizin isteklerine uymamızdandır.
İnsanın erdemli olma yolunda günah işlemesini
frenleyen, diğer bir etken de Allah’ı sürekli anmaktır.
Allah’ı anmak onun öncesiz sonrasız varlığını,
(ezeli ve ebediliğini) sonsuz kudretini,
sonsuz
mükemmelliğini, kainattaki büyük yaratılış sırrı gibi
gerçekleri düşünmek, kulun boynunu Allah ve
Allah’ın etkinlikleri karşısında eğer. İnsanın kalbi
titrer. Yüce Allah düşüncesi bütün ruhunu sarar. Bu
esnada hissedilen Allah korkusu kuşkusuz insanın
kötü davranış sergilemesini engelleyici bir etken olur.
Gerçekten de Kuran-ı Kerim’de : “Ey iman edenler
Allah’ı çokça anın.” (Ahzab-41) “Allah’ı anmak elbette
en büyük ibadettir.” (Ankebut-45) ”Onlar iman
etmiş ve kalpleri Allah zikriyle yatışmış olanlardır.
Bilin ki kalpler Allah’ı zikretmekle yatışır.” (Rad28) “Onlar ayaktayken otururken ve yanları üzerine
yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı
üzerinde düşünürler. Ve rabbimiz sen bunları boşuna
yaratmadın, sen yücesin bizi ateşin azabından
koru.””derler. (Ali İmran -191) “ Sabah akşam demeden
kendi içinden korkarak ve yalvararak alçak sesle
rabbini an ve gafillerden olma.” (Araf -205) diye
buyrulmaktadır.
Allah’ın dinimizde farz kıldığı ibadetlerin hepsi
(Namaz, oruç, zekat, hac ve diğer bütün salih ameller)
ve bunların yanında akıl ve iman, insana nefsini
terbiye etmesi için verilmiş araçlar ve güçlerdir. İnsan
bunları iyi kullanıp uygularsa Allah’a doğru giden
yoldaki engelleri zayıflar, yavaş yavaş kalkar yani
yolu temizlenir. Ulaşmak istediği ebedi saadete daha
kolay varır. Kuran-ı Kerim’de Ankebut Süresinin 45.
ayetinde namazla ilgili olarak “Sana vahyedilen kitabı
oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve
kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük
ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.” buyrulmakta ve
namazın insanı kötü davranışlardan koruduğu açıkça
belirtilmiştir. Gerçektende ibadetlerin hepsi nefsi
ezen ve gücünü kıran davranışlardır. Namazı gereği
gibi kıldığımız süre içinde sürekli yüce Allah’ı, hesap
gününü düşünürüz. Bu da bize Allah korkusunu,
Allah’ın rahmetini hatırlatır ve yaşatır. Oruç da nefsin
bir çeşit terbiyesidir. Oruçla iştahlarımızı dizginleme
yani kontrol edebilme gibi beceriler kazanırız. Ayrıca
oruç bize birçok nimetten yoksun diğer insanları
hatırlatarak Allah’a daha çok şükretmemize de vesile
Şubat 2014
olur. Çünkü iştahların fazlası da onlara uymak da çok
zararlıdır.
Nefis ile mücadelede yapılabileceklerden diğeri
de bedenimizi beslememizin yanında sürekli olarak
imanlı ruhumuzu da beslemektir. Nasıl bedenimizi
iyi beslemediğimizde bedenimiz zarar görüyor ya
da ölüyorsa, ruhumuzu da iyi beslemezsek ona
zarar vermiş ve zulmetmiş oluruz. Bedenimizin
gıdaları Allah’ın nimetlerinden olan çeşitli rızıklardır.
Ruhumuzun da gıdaları da bilgi, dürüstlük, kendimizi
temiz tutmamız, yardımlaşma, erdemli davranışlar
edinme, namaz kılma, oruç tutma, zekat verme,
sevgi, saygı, zikir ve diğer bütün ibadetler ve
salih ameller olan manevi etkinliklerdir. Muhtaç
olan birisine yardım yaptığımızda ya da aç olan
birisini doyurduğumuzda yahut da emeğimizin
karşılığı olan bir sınavı kazandığımızda veya
namaz kıldığımızda hissettiğimiz huşu, sevinç ve
mutluluk aslında ruhumuzun bundan duyduğu
haz ve memnuniyetten başka bir şey değildir. Bu
da onun beslenmesi ve mutluluğudur. Yani nasıl
bedenimizi gıdalarla beslediğimizde bedenimizin bir
ihtiyacını gideriyorsak çeşitli salih ameller yaparak
da ruhumuzun ihtiyaçlarını karşılamış oluruz. Başka
bir deyişle ruhumuzu beslemiş oluruz. Ruhumuzu
sürekli böyle beslemezsek nefsimizi terbiye etmemiz
mümkün değildir. Bir de şunu unutmamalı ki:
Bedensel hazlar ve zevkler nefsin gıdaları, bedensel
acılar ve sıkıntılar da ruhun gıdaları gibidir. Hz.
Ali’nin (a.s.) “Eğlence ve zevke kapılan, akıldan
kaybeder.” ve “İnanan insanın kalbinde hüzün
vardır.” (NehcülBelaga) sözleri tamamen bu durumu
belirtmektedir.
Ölümü sık sık anmak da insanın nefsani arzularına
uymaması yolunda olumlu bir etkendir. Çünkü
ölümü her anma insanın Allah karşısına çıkacağının
hatırlanmasıdır. Ölümü çok anan bir kimse ölümün
kendisine her an gelebileceğini düşünerek hayatta
iken yapması gereken farzları, ibadetleri ve salih
amelleri ertelememeye çalışır. Yani bir bakıma
insan hayatta iken kendisini ahrete hazırlamış olur.
Gerçekten Peygamber Efendimiz de bir sözünde
“Dünya lezzetlerini yıkan ölümü çokça anınız.” (7)
diye belirtmiştir.
Tövbe de
işlenen günahlardan ya da kötü
alışkanlıklardan kurtulmak ve güzel ahlâka dönmek
için yapılabilecek etkin bir davranıştır. Çünkü
7
tövbe etmeye karar veren bir kimse, mutlak bir
nedamet ve en yüksek motivasyon gücü olan
azimle ve kararlılıkla bir daha günah işlememek
ve o ana kadar işlediği
günahlarından dolayı
Allah’ın rahmetine yönelmek ve Allah’ın mağfiretini
kazanmak isteyen kişidir. Kuşkusuz bu davranış
kulun samimi bir şekilde Allah’ın önünde eğilmesi ve
Allah’a verdiği bir söz niteliği taşımasından dolayı
hem büyük ve önemli bir davranıştır hem de İnsanı
ciddi anlamda günahlardan ve kötü alışkanlıklardan
uzaklaştırmasında çok büyük bir rolü vardır. Kesin
bir pişmanlık ve
bir daha o günahı işlememek
tövbenin şartlarıdır. Bununla birlikte insanın; nasıl olsa
bir gün tövbe ederim ve günahlarımdan kurtulurum,
düşüncesine kapılıp tövbesini ertelemesi doğru
bir davranış değildir. Çünkü tövbenin mümkün
olduğunca erken yapılması daha doğru
bir
davranış olarak kabul edilir.
Yüce Allah Kuran-ı
Kerim’de : “Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra
ona tövbe ile yönelin. Şüphesiz ki benim rabbim
çok merhametlidir.” (Hud-90) “Şüphesiz ki O (Allah)
kullarının yaptıkları tövbeyi kabul eden, günahları
bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.” (Şura: 25) “0
Muhakkak ki ben tövbe eden, iman edip salih amel
işleyenleri ve doğru yola girenleri bağışlayıcıyım.”
(Taha: 82) ayetlerinde, samimi bir şekilde tövbe
edilmesi durumunda kullarını affedeceğini açıkça
belirtmiştir. Gerçekten de tövbe Allah’ın (cc) kullarına
açık bıraktığı bir rahmet kapısıdır. Ayrıca Allah’tan
ümit kesmemekte tövbe için bir zemin oluşturacağı
düşüncesiyle çok önemlidir. Gerçekten de dinimizde
Allah’tan ümit kesmek yoktur. “Onlar korkarak ve
ümit ederek rablerine dua ederler.” (Secde-16) “Deki:
ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!
Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah
bütün günahları bağışlayandır. Şüphesiz ki o çok
bağışlayan çok esirgeyendir.” Zümer-53” ayetleri yüce
rabbimizin bağışlamasının ne kadar bol olduğunu
beyan etmektedir.
Ahireti için, Allah’ın sonsuz ve kalıcı nimetlerini
dünyanın fani nimetlerine tercih ederek kendi iç
güzelliğini, güzel ahlak ile şekillendiren ve yüce
rabbi karşısına bu haliyle çıkan insana ne mutlu. Allah
hepimizi Ehlibeyt’in güzel ahlakına sahip olan salih
kullardan eylesin. Elbette ki gerçek ve sonsuz saadet
Ehlibeyt’in bu mirasını sahiplenebilmektir. Allah’ın
rahmeti hepimizin üzerine olsun.
Şubat 2014
ALIŞKANLIKLAR ÜZERİNE PSİKOLOJİK BİR ANALİZ
Mehmet Uslu
Tanım olarak alışkanlık: İnsanın yinelenen bir
etkiyle edindiği tutumdur. Burada alışkanlık insanın
kazandığı bir tutum olarak karşımıza çıkmaktadır.
Toplumsal yaşantımız süresi içinde iyi ya da kötü
alışkanlıklar edinebiliriz. Tabi ki burada toplum için
sorun olan kötü alışkanlıklar söz konusudur.
Ünlü Amerikalı Eğitimci Horece MANN ; ”Alışkanlık,
bir halata benzer her gün bir lifi örer ve sonunda, onu
koparamayacak kadar güçlü yaparız.” demiştir. Mesela
sigara içmeye yeni başlamış birisinin ilk sigara içişi bu
halatın ilk lifidir aslında. Daha sonraki her bir sigara
içişi bu ilk lifin üstüne bir lif daha örmektir. Dolayısıyla
zamanla sigara içe içe farkında olmadan koparılması
çok zor olan bir halat örülmüş olur.
Filozof ve Tanrıbilimci St. Agustine ; “ Alışkanlıklar,
zamanında bırakılmazlarsa, zamanla ihtiyaç haline
gelirler.” sözüyle alışkanlıklarla mücadelede başlangıç
zamanının çok önemli olduğunu belirtmek istemiştir.
Buna örnek olarak yukarıda açıklanan halat misalinde;
aslında halatta bir lif varken o lif koparılırsa -ki bir
lifin koparılması gerçekten kolaydır - yani bir daha
sigara içilmemeye karar verilirse o kötü alışkanlıkla
zamanında mücadele edilmiş olur. Yoksa daha sonra
her sigara içişte halata bir lif eklenecek ve zamanla
halat kalınlaşacak ve beklide halat koparılamayacak
kadar güçlü olacaktır. Bu da kötü alışkanlığın
kazanıldığının göstergesidir.
İngiliz
Politikacı
Benjamin
Disraelinin;
“Alışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar
hafif, sonra kırılmayacak kadar güçlü olur.” Sözü,
alışkanlıkların bazen ne kadar sinsi ve dikkat edilmesi
gereken, başlangıçta insanı aldatıcı özelliği olan
davranış kazanımları olduğunu anlatmaktadır.
Hayatında ilk kez alkol alan birisinin bu davranışı ile
vücudunun göreceği zarar kendince yok denecek
kadar azdır. Yani alışkanlığın zinciri daha henüz çok
yumuşaktır. İşte insanın bu düşüncede olması onun
bir aldanışından başka bir şey değildir aslında. Çünkü
bilimsel olarak da ispatlanmış ki insan vücudunun
(bir içecek olarak) alkole ihtiyacı yoktur. Nitekim daha
sonra yavaş yavaş alkol bağımlısı olmasıyla vücudunun
göreceği zarar kırılmayacak o zincir kadar olacak ve
sonunda siroz hastalığı ya da alkol bağımlılığına bağlı
olarak gelişen diğer hastalıklar neticesinde hayatını
kaybedecek veya sakat kalacaktır.”Böyle bir ölümün
insanın bilerek ve kendi elinden kaynaklandığı için
dinimizde intihara eşdeğer olduğunu da belirtelim.”
Ünlü Fransız deneme yazarı Montaigne’in alışkanlık
üzerine olan bu benzetmesi çok ilginçtir. Bir köylü
kadın, bir danayı doğar doğmaz kucağına alıp sevmiş,
sonra da bunu adet edinmiş, her gün danayı kucağına
8
alıp taşırmış; sonunda buna o kadar alışmış ki dana
büyüyüp koskoca öküz olduğu zaman, onu yine
kucağında taşıyabilmiş. Tabi ki bunun bir uydurma
olduğu açık. Ama alışkanlığın ne büyük bir güç
olduğunu çok iyi anlatması bakımından önemlidir. Bu
benzetmenin bizlere verdiği mesaj “Kötü bir alışkanlık
ne kadar büyük derecede zararlı olursa olsun onu
edindikten sonra, mantıklı düşünmemizi engelleyerek
ya da mantıklı fikirlerimizi bizden sürekli ve büyük bir
şiddetle uzaklaştırmaya çalışarak bize hakim olması
gerçeğidir. Gerçekten bütün kötü alışkanlıklar pek
yamandırlar ve hiç şakası yoktur. Yavaş yavaş, sinsi
sinsi içimize ilk adımlarını atarlar. Başlangıçta kuzu
gibi sevimli, alçak gönüllüdürler ama zamanla içimize
yerleşir ve kökleşirler. Öyle azılı ve amansız bir yüz
takınırlar ki kendilerine karşı çıkamaz duruma geliriz.
Her bir kötü alışkanlığı birçok kolu olan büyük bir
ahtapota benzetebiliriz. Ahtapotlar kolları vakumlu
özellikleriyle yapıştıkları yerden zor çıkartılırlar.
Aklımızı ve doğru bilgimizi dışlayarak
sadece
arzu heves ve isteklerimize uyarak yaptığımız her
davranış ( sigara içme, alkol alma, yalan söyleme….
gibi davranışlar) aslında o ahtapotun bir kolunu bir
tarafınıza sarması gibidir. Ama o sırada duygularımız
(dini yönüyle nefis) bunu bize tatlı ve hoş göstererek
uyutur. Bu durumda arzularımız ve heveslerimiz
bir nebze olsa bile güç kazanmış olur. Daha sonra
yapacağımız her kötü davranışta ahtapot diğer
kollarını sırayla bize dolar. Bu arada nefis de gitgide
daha da güçleneceği için bize daha kolay bir şekilde
kötü davranış yaptırabilir. Nitekim ahtapot bütün güçlü
kollarını bize doladığında ondan kurtulmamız artık
zordur. Bu durumda bir kötü alışkanlık edinmiş oluruz.
Çünkü aklımızın etkin gücünü kullanmamışızdır. Oysa
ahtapot tek kolunu dolamışken ondan kurtulma
şansımız çok yüksektir. Diğer bütün kötü alışkanlıkları
yani başımızda bekleyen bir ahtapot gibi düşünerek
teyakkuzda olmamız doğru bir tutum olacaktır.
Yunan filozoflarından Aristoteles iyi ve kötü
alışkanlıklar ve nefis ile ilgili çok detaylı ve değerli
araştırmalar yapmış ve eserler vermiştir. Öyle ki
nefis ile ilgili kitap yazan tek filozoftur. Gerçekten de
Aristoteles’in bununla ilgili eserleri okunduğunda
öncelikle hayran olunur. Hatta
denilebilir ki
günümüzün davranış bilimleri Aristoteles’in bu
konudaki araştırmaları ve tespitlerinin gerisindedir.
Tabii ki bu değerli filozofun bu konudaki bütün
söylediklerinin hepsini çok uzun ve birkaç kitap
kadar olmasından dolayı bu yazımızda yazmamız
zordur. (Aynı zamanda belirtelim ki bu filozofun
eserlerinde İslam dininin ve özellikle Ehlibeytin
öğretisinin ve felsefesinin birçok kuralı mevcuttur.
Bu bakımdan gençlerimizin Ehlibeyt öğretisini daha
Şubat 2014
iyi kavramaları için bu filozofun eserlerini okumaları
çok yararlı olacaktır.) Aristoteles felsefesinde amaç
güzel ahlaka sahip olmakla birlikte - ERDEM- güzel
ahlaktan daha üstte durur. Erdemlilik güzel ahlakın en
yüksek şeklidir (faziletli olma) diyebiliriz. Dürüstlük
güzel ahlakın bir özelliğidir. Hırsızlık yapan birisi daha
sonra bu hırsızlığını itiraf edebilir ve çaldığı nesneyi
iade edebilir. Kuşkusuz itiraf etme özelliği dürüstlük
ve güzel ahlak örneğidir. Ama erdemli insan hiçbir
şekilde hırsızlık yapmaz.
Aristoteles kötü alışkanlıkların nedeninin -nefse
hakim olamamayı- tedavi etmemenin olduğunu ve
bu tür davranışların bilgisizlik yada bilgi eksikliğinden
yada bilgiyi kullanmama sonucu yapılan yanlış tercih
ile bedensel hazlara ve heyecanlara arzu ve tutkulara
gereğinden fazla uyulması olduğunu belirtmiştir.
Aristoteles’in bu konudaki tespitlerini diğer
düşünürlerden ayıran önemli özellik, bilginin aklın
ve dolayısı ile düşünmenin etkisini ve işlevini de ele
almasıdır. Gerçekten de aslında “AKIL” Yüce Allah (cc)
tarafından insana bahşedilen çok büyük bir güçtür.
Aristoteles’e göre hayatımızın bütün alanlarında
aklımızı çok iyi kullanmalıyız.
Aristoteles’in en önemli tespitlerinden birisi,
insanın hep arzu tutku ve bedensel hazlar peşinden
gitmesi durumunda zamanla aklının, düşüncesinin
ve bilgisinin bu konudaki etkisini yitirebileceği
ve zamanla tamamıyla arzu ve heveslerinin esiri
olacağıdır. Hatta bu duruma düşen bir insanın
edinmiş olduğu kötü alışkanlıkları savunabileceği
yani kendisine doğruymuş gibi gelebileceğini
belirtmektedir. (Sigara ya da alkol bağımlısı olmuş
birisine, alkolün ve sigaranın zararlı ya da bunları
içmenin günah olduğunu ne kadar anlatmaya
çalışsanız da aklına yatmamasının ya da kendi
edindiği kötü alışkanlığı savunmasının nedeni budur.)
Diğer bütün kötü alışkanlıklar içinde aynı durum
söz konusu olabilir. Bu insanlar doğru bilgiyi kişisel
olarak kullanmadıklarından dolayı doğru mantık
üretmemeleri sonucunda ya da doğru mantığı tercih
etmemeleri sonucu diğer kötü alışkanlıkları da huy
edinebilmeleri daha kolay olur. Aristoteles’in “Aşağıda
olanlar düşmekten korkmazlar” sözü bu durumdaki
insanları anlatmaktadır. Aristoteles insanın bunları
her alanda “yaşam tarzı” durumuna getirmiş olmasına
“insanın ‘ERDEMSİZ’ olması durumu” yani diğer bir
değişle kötü ahlâkın en üst derecesine sahip olması
durumu diye belirtmektedir. Ayrıca eklemektedir
ki erdemsiz olmanın tedavisi çok güçtür. Buradan
çıkaracağımız çok önemli bir ders olsa gerek:
Demek ki erdemsiz olmamamız gerekir. Çünkü
erdemlilik insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli
özelliktir. Erdemsiz olmamamız için de öncelikle
kötü alışkanlıkları başlangıçta hafife almamamız
ve kendimize huy edinmememiz gerekiyor. İnsana
burada düşen en büyük görev -davranış yapılmadan
önce- arzu ve isteklerine karşı aklını vicdanını ve
bilgisini objektif olarak devreye sokup bunları silah
olarak kullanmasıdır.
Aristoteles’in kötü alışkanlıklar ve nefse
9
hakimiyetiyle ilgili birkaç sözünü okuyuculara yararlı
olur düşüncesiyle sıralayalım: “Nefsine hâkim olma,
iyi ve övgüye değer bir huydur; düşünüp taşınılarak
ortaya konur. Arzuların peşinden gitmenin kötü
olduğunu bilmeyi ve onlara uymayı reddetmeyi
gerektirir. Arzu ve tutkunun etkisiyle, nefsine hâkim
olamayan kişi doğru olmadığını düşündüğü, yanlış
olduğunu bildiği şeyleri yapar. Önemli olan sadece
akla ve bilgiye sahip olmak değil bu aklı ve bilgiyi
kişisel olarak kullanarak kendimizi nefsimizin arzu
ve tutkularından uzaklaştırmaktır.
Nefsine hâkim olamayan kişi mutlak anlamda
nefsine hâkim olamayan kişi değildir;
Zaman zaman bedensel hazların peşinden
gitse de böyle olması gerektiğini savunmaz.
Dolayısıyla, bunları tercih ederek yapmaz. Oysa
haz düşkünü olan kişi bedensel hazların daima
peşinden gitmek gerektiğini düşünür ve öyle yapar;
dolayısıyla tercihe dayalı olarak hareket eder. Burada
Aristoteles nefse hakim olamamayı tedavi edilebilir
yani eğitimle düzeltilebilir olarak görmektedir.
Gerçekten de Aristotales, eğitimle insanın bilgiye
sahip olup bu bilgiyi kullanmasının eğitimle geri
kazandırılabileceğini ve insanın nefsine hakim
olamaması durumunu nefsine hakim olma durumuna
dönüştürebileceğini belirtmiştir. Yani bir bakıma
Aristoteles ümitsiz olmamamız gerektiği mesajını
vermektedir.
Diğer Yunan filozoflarından Platon’un bu konu
ile ilgili çok düşündürücü bazı sözleri şöyledir: Güzel
huylar kullanıldığı ölçüde pekişir, sağlamlaşır. Şayet
ihmal edilirse silinip gider. Gençler ve çocuklar bunu
bilemezler. Öyleyse gençler ve çocuklar bu konuda
eğitilmelidir. Edebini kaybeden kimse kötülükten
zevk alır. Edep sahibi yalnızca iyiliklerden zevk alır.
Her zaman nefsinin öğretmeni, vicdanının öğrencisi
ol. Buraya kadar söylenenlerden şunu anlıyoruz ki
idealist felsefi manada kötü alışkanlıkların nedeni ;
NEFS kavramı ve bunun içinde barındırdığı tutkular,
arzular, hevesler ve bedensel hazlardır.Yukarıda
örneğini verdiğimiz HORECE MANN , ST AGUSTİNE
ve Benjamin Disraelinin gibi düşünürlerin kötü
alışkanlıklarla ilgili görüşlerindeki , kötü alışkanlıklar
ve nedenlerinin dinimizdeki karşılığı nefis kavramı
ve nefse uymaktır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: Mademki alışkanlıklar
bu kadar güçlü kazanımlardır, o halde bize düşen, kötü
alışkanlıkları değil iyi alışkanlıkları huy edinmektir.
Çünkü kendimizi kötü alışkanlıklara alıştırabiliyorsak
bunun yerine tam tersi olan iyi alışkanlıklara da
alıştırabiliriz. Burada tamamen başlangıçta bireyin
kendi tercihi söz konusudur. Tercih esnasında akıl ve
bilginin doğru bir mantıkla kullanılması halinde kötü
alışkanlığa yönelme olmayacağı için iyi alışkanlığa
yönelme olacaktır. Kuşkusuz ki bu süreçte başta aile
olmak üzere bireyin ve çevrenin aynı duyarlılıkta
olması ve bununla ilgili eğitim evresinin mümkün
olduğunca erken başlatılması
olumlu bir katkı
sağlayacaktır.
Şubat 2014
Allah, Maddeyi Yoktan mı Var Etti?
Mahmut Bayram
Yokluk - Sıfır Noktası
Filozofları yüzyıllarca meşgul eden yokluk, asırlarca
belirsizlik olarak bilindi ve tanımının yapılamayacağı
iddia edildi. Ancak 20. yüzyılın ilk yarısında kuantum
dünyasının keşfinden sonra bu görüşün doğru
olmadığı anlaşıldı ve deyim yerindeyse iktisadi
ömrünü doldurmuş bir araç gibi hurdaya ayrıldı.
Çünkü yokluğun da tanımının yapılabileceği anlaşıldı.
En basit tanımıyla yokluk, enerji ile anti enerjinin
simetrisi yani bakışımıdır. Madde ile anti maddenin,
pozitif ile negatifin, artı ile eksinin simetrisi gibi. Yani
yokluk, sıfır noktasıdır.
Ne evren, ne de evreni oluşturan maddeler
(tanecikler) ve enerji, henüz yokken şimdikine benzer
fizik kurallarının varlığından söz etmek mümkün
değildir. Özellikle hiçbir şeyin olmadığı yokluk
diye adlandırılan bir ortamda belirsizlik kuramı da
olmayacaktır.
Belirsizlik kuramı
Belirsizlik kuramı, bir parçacığın hem hızının
hem de konumunun aynı anda ölçülemeyeceğini
anlatan bir ilkedir. Bir parçacığın hızı ne kadar kesin
ölçülebiliyorsa, konumunu aynı kesinlikte ölçmek
imkânsızlaşacaktır. Ya da konumu biliniyorsa hızının
ölçülmesi mümkün olmayacaktır.
Belirsizlik ilkesi, aynı şekilde enerji ve zaman ilişkisi
için de geçerlidir. Bir dalganın frekansını ölçmek için
belli bir sürenin geçmesini beklemek gerekecektir.
Aynı anda dalganın frekansını ve zaman boyutunu
ölçme imkânı yoktur. Çünkü bir dalganın genişliği
ne kadar kesin biliniyorsa, genişliğinin değişme hızı,
o oranda belirsiz olur. Genişliğinin değişim hızı da ne
kadar kesin hesaplanabiliyorsa, genişliği de o oranda
belirlenemez olacaktır. Buna göre bir taneciğin hızının
ve konumunun belirlenmesi arasında ters bir orantı
vardır. Biri bilinince diğeri bilinmez olur. İşte bu ilke
(belirsizlik ilkesi) kuantum dalgalanmalarına yol açar
ve bu dalgalanmalar, mikroskobik dünyada mesafe
ve zaman ölçekleri küçüldüğünden, daha katı bir hal
alır.
Ancak hızı olmayan yani hareketsiz bir taneciğin
konumu da hızı da aynı anda bilinebilir. Çünkü bu
taneciğin hızı sıfırdır. Yani hızı yoktur. Dolayısıyla bir
yerde duruyor olmalıdır.
Peki, konumu ya da hızı ölçülecek bir tanecik veya
genişliği ya da genişliğinin değişme hızı ölçülecek bir
10
dalga yoksa ne olur?
Taneciğin hızının ve konumunun belirlenmesi
arasındaki ters orantıdan dolayı olmayan bir
parçacığın, olmadığı için konumu olmayacaktır.
Olmadığı için hızı da olmayacaktır. Yani hızı sıfırdır.
Aynı şekilde olmayan dalganın, olmadığı için
genişliği sıfır olacaktır. Bir genişliği olmadığı için
de genişliğinin değişim hızı olmayacaktır. Yani
genişliğinin değişim hızı da sıfırdır. Bu, bildiğimiz
uzay-zaman kavramlarının henüz ortada olmadığı,
kuantum dalgalanmalarının, dolayısıyla enerjinin
ve maddenin de var olmadığı, sıfır noktasının yani
yokluğun ötesidir, hiçliktir. Hiçlikte hiçbir fizik yasası
geçerli olmadığından kuantum dalgalanmaları da
olmayacaktır.
Enerjinin Yaratılması
Bu durumda maddenin ve evrenin oluşabilmesi
için genişliği sıfırdan farklı olan bir kuantum
dalgası gereklidir. Bu bir zorunluluktur. Bu kuantum
dalgasının belli bir genişliği olmalıdır. Çünkü genişliği
ne kadar belliyse, genişliğin değişme hızı, o kadar
belirsiz olacaktır ve olası her değeri alabilecektir.
Genişliği sıfırdan farklı olan bir kuantum dalgası
yaratıldığı takdirde hiçlikten enerji oluşabilecektir.
Çünkü dalga, enerji demektir. Hiçlikte tek bir kuantum
dalgasını başlatacak faktörler mevcut değilken bu
dalganın oluşabilmesi için bir yaratıcının sonsuz
gücüne ihtiyaç vardır. Buruc suresi 13. ayet “başlatan
ve tekrarlatan O’dur” der. O, durağanlıkta, hareketi
başlatmış, hiçlikten sonsuz bir enerji yaratmıştır.
Enerjinin yaratılması sırasında dramatik bir şekilde
yokluğun yani sıfır noktasının korunduğunu,
gözlem ve hesaplamalar neticesinde görmekteyiz.
Termodinamiğin birinci yasası gereğince enerji yok
edilemeyeceği gibi yoktan da var edilemez. Allah’ın
bir kuantum dalgasıyla yarattığı enerji matematiksel
olarak incelendiğinde, bu enerjiyi oluşturan dalganın
frekansı pozitif ve negatif salınımlardan oluştuğu için
bu salınımlar birbirini dengeleyecek ve ortalamaları
yine sıfır olacaktır. Başlangıçtaki sıfır değeri yani
yokluk korunmuştur, değişmemiştir. Bu bize Allah’ın
yoktan bir enerji yaratmak için hiçbir materyale
ihtiyacı olmadığını gösterir. Bu şekilde matematiksel
olarak enerjinin yoktan var edileceğini bununda
termodinamiğin enerjinin korunması yasasıyla
çelişmeyeceğini gördük.
Yaratılan enerji pozitif ve negatif salınımlardan
oluştuğu için değeri sıfırdır, simetriktir. Simetriklikte
Şubat 2014
pozitif ile negatif yani enerji ile karşıt enerji birbirini
yok edeceğinden (dengeleyeceğinden) hiçbir yapı
oluşmaz. Bu sıfır değerden yani yokluktan bir evrenin
oluşabilmesi için simetri kırınımı, yani simetrik
durumunun bozulması gerekir. Bunun için yine
yaratıcının sonsuz gücüne ihtiyaç vardır. Yani 13,7
milyar yıl önce mucizevî bir şekilde denge bozuldu
ve enerji ile anti enerjinin birbirini dengeleyemeyen
dağılımı sonucunda yani simetri kırınımı sonucunda
o an için sadece enerjiden ibaret olan evren oluştu.
Evrenin oluşması aşamasında ve daha sonraki
aşamalarda da sıfır noktasının yani yokluğun
bozulmadığını biliyoruz. Çünkü simetrisi kırılarak
evreni oluşturan enerji ve anti enerjinin, madde ve
karşıt madde olarak toplamları birbirine eşittir ve
bakışım durumunda birbirilerini yok ederler.
Maddenin Oluşması ve Bugünkü Evren
Bildiğimiz uzay-zaman kavramları henüz yokken,
bilimin sebepsiz gibi gördüğü takdiri ilahi kuantum
dalgalarının, simetrik olarak enerjiyi ve anti enerjiyi
oluşturduğunu gördük. Bugünkü evren henüz
oluşmamış olduğu için tüm kuvvetler tek bir noktada
iç içe idi. Bu yüzden bu nokta, sonsuz bir çekime
sahipti dolayısıyla boyutu kavrayamayacağımız kadar
küçüktü, yoğunluğu ve sıcaklığı sonsuzdu. Fizikte
buna teklik denir ve bu ortamda hiçbir kombine yapı
oluşamaz. Yine bilimin sebepsiz olarak nitelediği
enerji ve anti enerji arasındaki dengenin mucizevî
bir şekilde bozulması (simetri kırınımı) bu noktanın
ışık hızıyla genişlemesine sebep oldu. Genişlemeyle
beraber ortaya çıkan evren, termodinamik yasaları
gereğince soğumaya başladı. Çünkü dar alandaki
enerji (ısı) daha geniş bir alana yayılmaya başladı.
Buraya kadar hiçbir şey yokken, olağan üstü bir
şekilde yokluktan enerji oluşabileceğini gördük. İhlâs
suresi 2. ayet Allah hiçbir şeye muhtaç değildir (kendi
kendine yetendir) der.
Peki, madde nasıl oluştu? Ne oldu da enerjiden
atom altı parçacıklar türedi ve bu parçacıklar uygun
ortam bulduklarında bir araya gelip atomları yani
maddeyi oluşturdular?
Atom altı parçacıklar ancak enerjinin kütleye
dönüşmesi ile meydana gelebilir. Einstein’ın ünlü
e=mc2 denklemi kütlenin enerjiye, enerjinin de
kütleye dönüşebileceğini göstermiştir ve deneysel
olarak kanıtlanmıştır. Formüle göre Enerji, kütle ile
ışık hızının keresinin çarpımına eşittir. Formüldeki
birimlerin yerini değiştirirsek m=e/c2 yani kütle,
enerjinin, ışık hızının karesine bölünmesine eşit
olacaktır. Buna göre kütle enerjiye enerji de kütleye
dönüşebilir. Evrenin oluşumu sırasındaki yüksek
sıcaklık bir miktar enerjiyi maddeye ve anti maddeye
dönüştürür ama ortaya çıkan parçacık ve anti
parçacıklar sürekli birbirlerini yok ederler. Dengenin
parçacık lehine bozulması için yaratıcının sonsuz
gücüne ihtiyaç vardır ve mucizevî bir şekilde denge
11
maddenin lehine bozulur ve bu şekilde parçacıklar
meydana gelir.
Genişlemenin ilk saniyesinde ısı yeterince
düşmediğinden proton, nötron ve elektronlar
bunlardan öncede diğer atom altı parçacıklar
oluşabilir ama atom çekirdekleri oluşamazlar.
Ancak birinci saniyeden sonraki ilk üç dakikalık
süre içinde ısı bir milyar derecenin altına indiğinde,
proton ve nötronlar, hafif elementler olan hidrojen,
helyum ve lityum çekirdekleri halinde kombine
olabilirler. Yani bu çekirdekleri oluşturmak için bir
araya gelebilirler. Lityumdan daha ağır elementlerin
atomlarının çekirdeklerinin oluşması için, evrenin
biraz daha genişlemesi ve soğuması gerekti.
Genişlemenin başlangıcından 300.000 yıl sonra evren,
genişlemeden dolayı yeterli soğukluğa ulaştığından,
serbest elektronlar, atomları oluşturmak üzere
atom çekirdeklerinde bir araya geldiler. Bu oluşuma
birleşme çağı denir. Genişleyen ve soğuyan evrene
paralel olarak serbest elektronlar da soğuyacak,
enerji kaybedecek, hızları azalacak ve çekirdeklerin
etrafında, atomları oluşturmak üzere bir yörüngede
yer alacaklardır.
Parçacıklar, atomları aynı cins atomlar, elementleri
elementler,
bileşikleri,
bileşikler,
galaksileri,
yıldız sistemlerini, gezegenleri, uyduları ve farklı
boyutlardaki gök taşlarını oluştur. Nahl suresi 3. ayet
Allah, gökleri ve yeri hak ile hikmeti uyarınca yoktan
var etti der.
Önce hiçbir şey yoktu. Sonra, Allah, hiçlikten
sonsuz bir enerji yarattı. Daha sonra her şeyin tek bir
noktada, teklikte, bitişik ve iç içe olduğu, enerji değeri
sıfır olan ama aynı zamanda enerjisi sonsuz olan ve
bilinen her şeyden daha küçük bir kuantum dünya.
Bu dünyadan, hala genişlemeye devam eden, yerleri
ve gökleri olan bir evren yaptı. Enbiya suresi 30. ayet
gökler ve yer bitişik idiler de Biz onları ayırdık der.
Gelecek
Fatır Suresi 1. ayet hamd, gökleri ve yeri yoktan var
eden Allah’a mahsustur der. Allah, yoktan bir evren
yarattı. Peki, yoktan var ettiği bu evreni yok eder mi?
Kasas suresi 88. ayet O’nun zatından başka her şey
yok olacaktır der. Yok ettikten sonra tekrar yaratır mı?
Yasin suresi 81. ayet gökleri ve yeri yaratan Allah’ın,
onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mi? Evet
yeter. O, hakkıyla yoktan var edendir, hakkıyla bilendir
der.
Uzak galaksilerin, dünyamıza gelen ışıklarındaki
nispi kırmızıya kayma, fosil ışıma veya kozmik
mikrodalga arka plan ışıması, evrenin genişlemesinin,
günümüzde hızlanarak devam ettiğini göstermektedir.
Genişlemeden dolayı evrenin hem sıcaklığı düşmekte
hem de kütle yoğunluğu azalmaktadır. Yaygın bir
teori evrenin madde kütlesinin evrenin toplam
büyüklüğüne göre küçük kalması (1/6’sı kadar) ve
kütle çekim kuvvetinin çok küçük olması nedeniyle
Şubat 2014
gökcisimlerinin hızlanarak sonsuza kadar birbirinden
uzaklaşacağını öngörüyor. Bu teoriye göre, 300
milyar yıl içinde tüm galaksilerin birbirine ışık
gönderemeyecek kadar birbirlerinden uzaklaşacağını
ve yalnızlaşacağını varsayılıyor. Bir başka yaygın
teoriye göre de evrenin sıcaklığı ve kütle yoğunluğu
kritik değerlerin altına düştükten sonra genişleme
duracak ve daralma başlayacaktır. Büyük çöküş
sürecinden sonra başlangıçtaki haline benzer bir
noktada sonlanacaktır. Hacc suresi 65. ayet buyruğu
olmaksızın yere düşmemesi için göğü O’nun tuttuğunu
görmez misin? Der. Bu noktanın çekimi, yoğunluğu ve
sıcaklığı sonsuz, boyutu kavrayamayacağımız kadar
küçük olacaktır. Çünkü var olan bütün enerji çekim ve
kütle bu noktada iç içe olacaktır. Bu sonsuz sıcaklıkta
hiçbir yapı barınamayacağından zaten başlangıçta
toplamları birbirine eşit olan bütün maddeler ve
anti maddeler toplamları birbirine eşit olan enerjiye
ve anti enerjiye dönüşecek bunlar da birbirlerini
dengeleyeceklerinden yokluk yani sıfır noktası tekrar
ortaya çıkacak ve hiçliğe dönülecektir. Tekvir suresi
şöyle başlar; “Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar
kararıp söndüğünde (düştüğünde)…”
Sonuçlar
Madde, içinde pozitif yüklü protonlar olan bir
çekirdekten ve bu çekirdeğin etrafındaki negatif yüklü
elektronlardan meydana gelmişken; anti madde,
maddeyle aynı kütleye sahip olmasına karşın, onun
tam tersi olarak içinde negatif yüklü protonlar olan
bir çekirdekten ve bu çekirdeğin etrafındaki pozitif
yüklü elektronlardan oluşur. Bir araya gelmeleri
durumunda birbirilerini yok ederek hiç bir kalıntı
bırakmadan gama ışınına dönüşürler. (Bir gün anti
kendinizle karşılaşırsanız sakın onunla el sıkışmayın!)
Bu özelliğinden dolayı laboratuar ortamında üretilen
az miktardaki anti madde, tıpta görüntüleme ve
tarama amacıyla kullanılmaktadır. (Dünyanın yıllık
anti madde üretimi 1 gramdan çok daha az ve 1 gram
anti madde 62,5 trilyon avro)
En başa gidildiğinde kendi kendimize bu soruları
sormadan duramıyoruz; hiçlikte hiçbir şey yokken
kuantum dalgaları nasıl ve neden başladı? Gerçekten
başladıysa başlamak için neden başladığı zamanını
seçti? Niye daha önce veya sonra değil? Hiçlikte
sebepsiz yere kuantum dalgaları oluşabiliyorsa bunlar
neden hiçliğin en başından beri oluşmadı? Kuantum
dalgaları sebepsiz ise, oluşmaları için herhangi bir
şartın oluşması veya olgunlaşması gerekmiyorsa
oluşmak için belli bir zaman seçmelerinin bir sebebi
12
var mıdır? Eğer hiçlik dediğimiz durağan noktada
zaman kavramı da yoksa kuantum dalgaları başlamak
için doğal olarak zaman seçimi de yapamıyorsa,
onların başlaması neden zamanı başlattı? Bunun
öncesinde zamansızlık mı vardı? Zamansızlıkta, zaman
nasıl ve niçin başladı? Kuantum dalgalarının yarattığı
ve evrenimizi oluşturacak olan enerji ve anti enerji
en başta simetrik iken daha sonra aralarında neden
enerjinin lehine asimetrik bir durum ortaya çıktı?
Enerjiden türeyen madde ve anti madde başlangıçta
bir birine neredeyse eşitken tüm evrende madde ile
anti madde arasında neden bir çekim gücü vardır?
Birbirlerini çekerek bir araya geldiklerinde gama
ışınlarına, fotonlara dönüşerek yok oluyorlarken
birbirini yok etme savaşı neden madde lehine
sonuçlandı? Evrenin en başında mevcut olan o kadar
anti maddeye ne oldu? Gökyüzünde nereye baksak
neden madde görüyoruz? Uzaydan dünyamıza
neden çok az miktarda anti madde geliyor? Evren
neden tamamen maddeden meydana geliyor ve çok
az miktarda anti madde içeriyor? Madde, kötü ikizimiz
olan anti madde ile girdiği yok etme savaşından
nasıl galip ayrıldı? Ya da yok olmaktan kurtulan ve
evrenimizin uzak noktalarında var olmaya devam
eden çok miktarda anti madde bunun yanı sıra tamamı
anti maddeden oluşan galaksiler mevcut mu? Hiçliğin
devamı neden hiçlik değil? En baştaki hiçliğin hiçlik
olarak devam etmesi yerine neden hiçbir şey yok
değil de her şey var? Bilim, bu sonuçların, cennetten
çıkma olduklarını düşünmekten başka çıkar yol
bulamıyor. Çünkü bu soruların cevapları yok ve evren
tesadüfen oluşmak için çok fazla mükemmel. Ama
iyi ki cennetten çıkma bu sonuçlar var. Aksi halde biz
olamazdık.
Yazarın notu:
Bu makale, evrenle ilgili, bilim çevrelerince en
fazla kabul gören, gözlemlerle ve hesaplamalara en
fazla desteklenebilen bilim insanlarının en görkemli
diye tabir ettikleri kuramlardan yola çıkılarak
yoktan var oluş sürecini bilimsel bir dille anlatmayı
amaçlamış herkesin anlayabilmesi için de, karmaşık
denklemlerden, kompleks eşitliklerden ve akılda
kalması zor, ağır terimlerden olabildiğince kaçınılarak
yazılmıştır. Olaylar ve aralarındaki ilişki son derece
sade bir anlatımla ortaya konmaya çalışılmıştır. Daha
fazla bilgi edinmek isteyenler konu ile ilgili yayınlara
başvurabilirler.
Şubat 2014
Vasiyet ve Gadir Hum Biati
Hüseyin ŞANLI
Gadir Hum Biati’ İslam tarihinde çok önemli
bir vakadır. Bunun önemini anlayabilmek için Hz.
Resulallah’tan önce yaşamış olan Peygamber ve
vasilerin hayatına bakmak gerekir. İlahî dinlerin
tümünde var olan “vasiyet etme” kuralı İslamiyet’te de
uygulanmış mıdır? Bu sorunun cevabını verebilenler
Gadir Hum Biati’nin anlamını ve önemini kavramış olur.
Vasiyet kuralından söz etmeden önce “vasiyet”
sözcüğünün kelime anlamına bir bakalım; vasiyet;
bir kimsenin öldükten sonra yapılmasını istediği şey
olarak tanımlanır. Vasiyeti icra edecek, yönetecek
veya vasiyeti bırakan kişiden sonra tasarruf hakkı
olan kişi, vâsi olarak tanımlanır. Toplumların ve
bireylerin haklarının korunmasında vasiyet çok
önemli bir yer teşkil etmektedir. Gerek Kuran-ı Kerim
gerekse hadislerde vasiyet için çok büyük önem
atfedilmektedir. “Birinize ölüm geldiği zaman,
eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya,
akrabalara uygun bir biçimde vasiyet etmek farz
kılındı. (bu) Takva sahiplerinin üzerine bir borçtur.”
(Bakara 180) Hz. Muhammed şöyle buyurmaktadır:
“Mahrum olan vasiyetten mahrum kalandır.” (Sünen
ibni maceh c:1 Hadis no 2700 – Müsned Ahmed c:1 s:222 ve 324) Yüce
Allah’ın elçileri hayatlarında ilk olarak dini kuralların
işleyişiyle ilgili vasiyetlerde bulunmuşlardır. “Bu dini
İbrahim, kendi oğullarına vasiyet etti. Yakup da
öyle yaptı: “Ey oğullarım! Muhakkak ki, bu dini size
Allah seçti, başka dinlerden uzak durun, yalnızca
Müslüman olarak can verin!” dedi.” (Bakara 132)
Peygamberler, tebliğ ettikleri dinin ve kurallarının
yerleşmesini sağlarken, kendilerinden sonra vasi tayin
edecekleri kişinin faziletlerini de anlatma gayretine
girmişlerdir. İlahi emrin gereği, Hz. Adem’den
Hatem’ül Enbiya olan Hz. Muhammed’e kadar
bütün peygamberler kendilerinden sonra vasi tayin
etmişlerdir. Peygamberlerin tümünün kendilerinden
sonra halife ve vasi tayin ettikleri hadislerde, tarih
ve siyer kitaplarında belirtilmiştir. Vasi tayin edilen
şahsiyet, insanları hakka hidayet etmek, salih amel
işlemelerini ve doğru ibadet etmelerini sağlamak
için halkın içinde ilahi ilmin varisidir. Hüccet, imam
ve Risalet’in yedd-i eminidir. Hiçbir peygamber bu
ilahi kuralın dışına çıkmamıştır. Hz. Peygamberimiz
kendisinden önceki enbiyanın vasilerini defalarca
hadislerinde zikretmiştir. Hz. Adem Hibetüllah
13
adındaki oğlu Hz. Şis’i kendisinden sonra vasi tayin
etmiştir. Hz. Nuh’un halifesi Hz. Sem, Hz. İbrahim’in
halifesi Hz.İsmail, Hz.Yakub’un halifesi Hz. Yusuf
olmuştur. Hz. Musa ilk olarak Hz. Harun’u vasiyet
etmiş, Hz.Harun Hz. Musa’dan önce vefat ettiği için
Hz. Yuşa Bin Nun için vasiyet bırakmıştır. Hz. Davut’un
halifesi Hz. Süleyman, Hz. Süleyman’ın halifesi Hz.
Asıf, Hz. Zekeriya’nın halifesi Hz. Yahya olmuştur. Hz.
İsa’nın halifesi havarilerin en önde geleni Hz. Şem’un
olmuştur. Enes Bin Malik şöyle rivayet etmektedir.
“Selman-ı Farisi’ye peygambere sor dedik. Senden
sonra vasin kimdir? Selman;“Ya Rasûlullah vâsin
kimdir? Hz. Peygamber “ Ya Selman Musa’nın vasisi
kimdi?” diye sorar. Selman “ Yuşa Bin Nun”dur,
der. Hz. Peygamber şöyle buyurur. “ Benim vasim,
varisim, borcumu ödeyecek ve sözümü yerine
getirecek aranızda bırakacaklarımın en hayırlısı Ali Bin
Ebi Talip’tir.” (Fedailüssahabeh Ahmed Bin Hanbel c:2 615/1052)
Başka bir hadis-i şerifte “Her peygamberin bir vasisi
ve varisi vardır. Benim vasim ve varisim Ali’dir.”
diye buyurmaktadır. (Tarih dimaşk ibnü Asakir c:42 s:392)
Vasiyetin ne derece önemli ve vazgeçilmez
olduğunu irdelemek için Kuran-ı Kerim’de çok sayıda
ayet bulunmaktadır. Bunlardan en dikkat çekeni,
şüphesiz Hz. Zekeriya Peygamberin hayat hikâyesidir.
Hz. Zekeriya 120 yaşına gelip öleceğini anladığında
Allah’a şöyle seslenir: “Rabbim, kemiklerim gevşedi.
Saçlarım ağarıp bembeyaz oldu. Rabbim, sana dua
edip de hiç bahtsız olmadım. Hiç eli boş dönmedim.
Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan
yakınlarımdan endişe ediyorum. (Çünkü onlar bu
işe ehil değiller) Karım da kısırdır. (Çünkü eşi 96
yaşındadır. Bu yüzden kısırdır.) Fakat o ısrarla:
Tarafından bana vasiyet edebileceğim birini ver (bir
oğul ver.) der. Bana mirasçı olsun, Yakupoğulları’na
da mirasçı olsun. Onu, razı olacağın birisi eyle.
Oysa Hz. Zekeriya genç iken de Allah’tan kendisine
bir oğul vermesini isteyebilirdi. Yoksa kendisi 120,
karısı da 96 yaşına geldiğinde mi Allah’a yalvarıp
ondan çocuk istemeyi aklına getirdi? Bu olayın
altında derin bir anlam olmalı…” (Meryem 1-15)
Hz. Zekeriya, peygamber olmanın şartlarını çok
iyi bilir. Bu şartlar iman, dürüstlük, doğruluk, züht,
cömertlik ve vasiyet şeklinde sıralanır ve bu liste
uzayıp gider. Bu şartların hiçbiri peygamberlik
için vazgeçilebilir değildir. Oysa Hz. Zekeriya’nın
ölmeden önce yerine tayin edebileceği bir vasi
Şubat 2014
yoktur. Kendisinden sonra görev başına geçecek
olan yakınlarının yetersiz olduklarından endişelidir.
Onları bu göreve layık bulmuyor. Ama ölmeden önce
peygamberliğin kuralları gereğince yerine bir vekil
tayin etmek zorundadır. Peygamberlerin kimi vasi
tayin edecekleri yüce Allah tarafından kendilerine
tebliğ edilirdi. Hz. Muhammed kendisinden
önceki peygamberler gibi ilahi vasiyeti insanlara
tebliğ etmiştir. Kendisinden sonrası için Hz. Ali ve
torunları Ehlibeyt imamlarını vasiyet etmiştir.
Hilafetin
ve
imametin
Ehlibeyt’te
olduğunu
defalarca
değişik
yerlerde
ve
münasebetlerde
şiddetle
tembih
etmiştir.
Neden Hz. Ali? Hz. Ali’nin faziletlerinin tümünü
yazmak, saymak ve anlatmak mümkün değildir.
İbnü Abbas der ki; “Resûlallah şöyle buyurur:
şayet ormanlar kalem denizler mürekkep olsa
cinler hesap etse insanlar da kâtip olsalar Ali
Bin Ebi Talib’in faziletlerini sayamazlar.” (Yenabiül
Meveddeh c.1 s.249) Bu faziletlerden denizden damla
misali çok az sayıda burada zikredebiliriz. Hz.
Ali’nin dünyaya gelişi çok büyük bir fazilettir.
Hz. Ali, Beytüllah olarak adlandırılan Kabe’nin
içinde doğmuştur. Ne kendisinden önce ne de
kendisinden sonra hiç kimse Kabe’nin içinde
doğmamıştır. (İbni Şehri Aşüb Elmenakıb c.3 s.174)
Hz. Muhammed’e Hira Mağarasında ilk vahiy
inip kendisine peygamberlik unvanı verildiğinde
kendisine ilk inanan Hz. Ali’ydi. Bir hadis-i şerifinde
şöyle buyurmaktadır. “Benden sonra çok geçmez,
bir fitne olacaktır. Böyle bir şey olduğunda Ali bin
Ebi Talip’ten ayrılmayın. Hiç şüphesiz o bana ilk
iman eden kimsedir; Kıyamet Günü benimle ilk
musafaha edecek kimsedir. Odur en büyük sıddık,
odur bu ümmetin Faruk’u, odur müminlerin başı
(hakimi) odur.” (El-İsabe –İbn-i Hacer c.7, 1. bölüm, s.167)
Hz. Muhammed’e ilk vahiy indikten sonra: “En
yakın akraba ve hısımlarını uyar.” (Şuara 214) emrini
içeren ayet indiğinde Hz. Ali’yi yanına çağırır.
Akrabalarımı çağıracağım onlara ikram etmek için
bir koyun ve bir ölçek buğday al yemek pişir, diye
buyurur. Hz. Ali et ve buğdayla yemeği pişirdikten
sonra Hz. Peygamberin akrabası olan Abdülmuttalip
oğullarını çağırır. Geldiklerinde Hz. Ali misafirleri
içeri alıp pişirdiği yemeği önlerine koyar. Hz.
Muhammed Allah’ın adı ve bereketiyle gelin yiyin
diye buyurur. Hepsi doyana kadar yedikten sonra
yemeğin eksilmediği görülür. Sonra Hz. Peygamber
konuşmaya başlar. “Ey Abdülmüttalip oğulları kim
aranızdan borcumu ödeyecek, sözümü yerine
getirecek, makamımda ikamet edecek, ailemde ve
ümmetimde halifem olacak, dünyada ve ahirette
ben onun kardeşi o benim kardeşim olacak,
14
vezirim, arkadaşım, seçkin dostum, sırdaşım, benim
derecemde benimle olacak?” diye sorar. Herkes
susup birbirine bakar. Aralarında yaşça en küçük, en
cesur, en güçlü ve en ince bacaklı olan Hz. Ali (a.s.) “ ya
Resulallah ben senin borcunu öderim, sözünü yerine
getiririm, ümmetinde ve ailende halifen olurum,
kardeşin olduğum gibi kardeşimsin, dünyada ve
ahirette senin derecende seninle beraber olurum.”
demiştir. Hz. Muhammed elini Hz. Ali’nin omuzuna
atarak şöyle buyurur. “Bu benim kardeşim, vasim,
halifem, kendisini dinleyin ve itaat edin” diye
buyurmuştur. (Ettaberi tarihül ümemi velmülük c.2 s.62)
Hz. Muhammed’i küçüklüğünde himayesine alıp
müşriklerden koruyan ve kendisine ilk inananlardan
olan amcası Hz. Ebu Talip’tir. Hz. Ebu Talip vefat
ettiğinde müşrikler kendi aralarında: “Muhammed’i
koruyacak kimse kalmadı.” dediler. Geceleyin evine
baskın yapıp Hz. Peygamberimizi öldürmek istediler.
Bunun üzerine Hz. Muhammed’in o gece yatağında
Hz. Ali yatar. Hz. Muhammed ise o gece Medine’ye
doğru hicret eder. Hz. Ali ölümden korkmadan
ve müşriklerden çekinmeden Hz. Muhammedin
yatağına yatarak Hz. Peygamberi candan öte sevdiğini
göstermiştir. (İbinAsakirTarihMedinetiDimaşkc.42s.98-100-102)
Hz. Muhammed’in Hz. Ali’yi övdüğü ve vasiyet
ettiği hadisleri kitapları dolduracak kadar çoktur.
Uzatmamak adına sadece birkaç tanesini zikredelim.
“Size, kendisine tutunduğunuz takdirde, hiçbir
zaman yolunuzu şaşırmayacağınız birini tavsiye
edeyim mi; O kişi Ali’dir. Onu beni sevdiğiniz
gibi sevin. Bana verdiğiniz değeri ona da verin.
Benim size dediğimi, Yüce Allah bana Cebrail’le
göndermiştir.“( Kenz-ül Ümmal c.6 s.157 hadis no: 2625) Hz.
Ali’ye hitaben “Harun’un Musa’ya olan yakınlığı
ne ise sen de bana öylesin.” (Sahihi Buhari c.5 s.24)
“Bana itaat eden Allah’a itaat etmiştir, bana
isyan eden ise Allah’a isyan etmiş olur. Ali’ye
itaat eden bana itaat etmiştir, ona isyan eden ise
bana isyan etmiş olur.” (Talhis essahih ezzehebi c.3 s.130)
Hz. Muhammed kendisine bu kadar yakın olan ve
yardım eden Hz. Ali’yi çok sevmektedir. Seyyidetü’nNisa-il Alemin (Tüm Alemin kadınlarının efendisi)
olan biricik kızı Hz. Fatimat’üz-Zehra ile evlendirir.
Yakınlıkları ve sevgileri daha da perçinlenmiştir.
Bu evlilikten ilk olarak Hz. Peygamber’in çiçekleri
ve Cennet gençlerinin efendileri, Hz. Hasan ve
Hz. Hüseyin dünyaya gelir. Burada önemli bir
şeye dikkat çekmek istiyorum. Hz. Muhammed’in
onca evliklerinden çocukları olmuştur. Oğulları
ve diğer torunları küçükken vefat etmişlerdir. Hz.
Peygamberimizin neslini sadece Hz. Fatıma’nın ve
Hz. Ali’nin evliliklerinden doğan torunları devam
ettirmişlerdir. Bunda Yüce Allah’ın bir iradesinin
Şubat 2014
olduğu kesindir. Bu irade Hz. Muhammed’in
Ehlibeyt’inin kimin çocukları olacağını belirlemiştir.
Ehlibeyt’in (Hz. Muhammed’in ev halkının) kim
oldukları ayetler ve hadislerle belirtilmiştir. Hz.
Muhammedin zamanında Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin’dir. Hz. Hüseyin’in dokuz
torunuyla Ehlibeyt’in 12 imamı ve 14 masumu
tamamlanmıştır. Hz. Muhammed yemeni örtünün
altında yanına Hz. Ali’yi, Hz. Hasan’ı, Hz. Hüseyin’i ve
Hz. Fatıma’yı aldığında Allah’a şöyle yakarır. “Allah’ım
bunlar benim Ehlibeytim ve yakınlarımdır. Onlardan
günahı, kötülüğü gider, onları temiz kıl” (Tirmizi,
Camiülkebir elMenakıb, c.6 s.125, hadis 3787) Hz. Cebrail
ayetle iner: Ehlibeyt, Allah sizden bütün kötülüğü
kiri gidererek sizi tertemiz kılmak istiyor. (Ahzap33)
Kuran-ı Kerim’de Ehlibeyt’le ilgili ayetler çoktur. Hz.
Muhammed Ehlibeyt’ini birçok hadisi şerifle ümmetine
vasiyet etmiştir. “Sizin aranızda Ehlibeyt’im Nuh’un
gemisi gibidir; kim o gemiye bindiyse, kurtulur; kim
de ondan geri kaldıysa, boğulur.” (Cami’us-Sağir
(Suyutî), c.2, s.533, Hadis: 8162;) “Ben peygamberlerin
en üstünüyüm, Ali de vasilerin en üstünü. Benden
sonraki vasilerim on iki kişidir ki bunların ilki Ali
Bin Ebi Talib ve sonuncusu Mehdi’dir.” (Cüveyni Feraidüs Simtayn, c.2, s.153) Hz. Muhammed’in Hz. Ali’yi ve
Ehlibeyt’ini ümmetine bu kadar sıkı sıkıya vasiyet
etmesi sadece duygusal bir bağ olan sevgisinden
değildir. Hz. Peygamberin her yaptığı ve söylediği
Yüce Allah’ın emridir. “O, havadan (arzularına
göre) konuşmaz. (Onun konuşması kendisine)
vahyedilenden başkası değildir.” (Necm 3 – 4)
Gadir Hum Biati’nde fahr’ül-âlem Muhammed’ül
Mustafa (s.a.a.v) ilahi emre itaat ederek Hz. Ali’ye
vasiyetini aleni bir şekilde tüm Müslümanların
önünde yapmıştır. Gadir Biati’ni anlatmadan
“gadir”in ve “biat”in kelime anlamlarını izah
edelim. “gadir” Arapça kelime olup, yağmur sularının
oluşturduğu akarsudan arta kalan su birikintisidir.
Biat, İslam toplumlarında hükümdarların dinsel yargı
gücüne sahip olabilmeleri, meşru (yasal) ve yetkili
sayılabilmeleri için halktan aldıkları söz ve bağlılık
andıdır. Hz. Muhammed, hicretin onuncu yılında
(miladi 632 de), Veda Haccı’nı ifa edeceğini ilan etmiş,
isteyenin bu farzı kendisiyle yerine getirebileceğini
bildirmiştir. Bunun üzerine dönemin Müslüman
topluluklardan yüz binlerce kişi Beytullah’ta
Peygamberle tavaf etmek üzere Mekke’de toplandı.
Hac gereklerini yerine getirdikten sonra Medine’ye
yönelen Peygamberimizin ardından kafileler
Mekke’den ayrıldı. Zilhicce’nin 18. günü Cuhfe denen
yörede, Medine, Mısır ve Şam (Suriye) yollarının
ayrımında
Gadir Hum mevkiine vardıklarında,
tehditkâr bir üslup içeren ilahi emir Hz. Peygamber’e
15
iletildi: “Ey Resul! Sana Rabbinden indirileni tebliğ
et, eğer yapmazsan Peygamberlik vazifeni yerine
getirmemiş sayılacaksın, Allah seni insanlardan
(onların şerrinden) koruyacaktır. Doğrusu Allah,
kâfirler toplumunu doğru yola iletmez’’ (Maide 67)
Mealindeki ayet üzerine Hz. Muhammed, ardından
gelen yüz yirmi bine yakın kişinin etrafında
toplanmasını emretti. Deve semerleri üst üste
konarak bir tümsek oluşturuldu. Hz. Muhammed
semerlerin üzerine çıkarak ilahi bir emrin kendisine
ulaştığını ve emri kendilerine iletmekle muvazzaf
kılındığını bildirdikten sonra hamd ü sena getirip
dedi ki; “Ey insanlar! Benim Allah tarafından
çağrılıp icabet etmem yakındır. Ben size iki değerli
emanet bırakıyorum. Bunlardan biri; bir tarafı
Yüce Allah’ın diğer tarafı sizin elinizde olan Allah’ın
kitabıdır; diğeri ise İtretim ve Ehlibeytimdir Onlara
sımsıkı sarılın, yanlış yollara sapmazsınız. Bunlar
Kevser Havuzu’na gelinceye kadar birbirinden
ayrılmazlar.” ( Tirmizi, Camiülkebir elMenakıb, c.6
s.125, hadis 3788) “Sonra dedi ki; “Ey insanlar! Ben size
kendi nefsinizden daha evla değil miyim?” Onlar;
“Evet, evlasın” dediler. Bunun üzerine Hz. Ali’nin
elini havaya kaldırarak şöyle buyurdu: “Ey insanlar!
Allah benim Mevlâ’mdır, ben de sizin Mevlâ’nızefendinizim. O halde ben kimin Mevla’sı isem Ali de
onun Mevlâ’sıdır.” “Allah’ım! Onu seveni sev, ona
düşman olana düşman ol. Ona yardım edene yardım
et, onu yalnız bırakanı yalnız bırak, her zaman hakkı
onunla beraber eyle.” dedi ve şu ayet nazil oldu:
“Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki
nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı
seçip beğendim.” (Mâide/3) Bunun üzerine
Resulallah şöyle buyurdu: “Dini mükemmelleştiren,
nimetleri tamamlayan, benim risaletimden ve
Ali’nin velayetinden hoşnut olan Allah en yücedir.”
Sonra orada bulunanlara şöyle buyurdu: “Ali’ye
biat edin; zira ben Allah u Teala tarafından sizden
Ali için biat almakla görevlendirildim.” O gün Hz.
Ali’ye ilk biat edenlerden Ömer Bin Hattab, Hz. Ali’nin
elinden tutarak: ”Ne mutlu sana ya Ali, benim ve tüm
müminlerin Mevlâ’sı oldun.” dedi. Bu biati duyan
El’hars bin Numan El’fahri adında biri merkebine
binip Hz. Peygamberin huzuruna vardığında şöyle
der: “Ey Muhammed, bize emrettiğin şekliyle
Allah’ın birliğine ve senin onun kulu ve resulü
olduğuna şehadet getirdik. Emrettiğin gibi beş vakit
namazımızı kıldık. Emrettiğin şekliyle zekâtımızı
da verdik. Emrettiğin gibi Ramazan’da orucumuzu
da tuttuk. Emrettiğin gibi Hacca da gittik. Bütün
bunlara rıza göstermeyerek amcanın oğlu Ali’yi
elinden tutarak: “Ben kimin Mevlâ’sı isem, Ali de
onun Mevlâ’sıdır.” “Allah’ım! Onu seveni sev, ona
Şubat 2014
düşman olana düşman ol! “dedin. Bu (emir) senden
mi Allah’tan mıdır? “ itirazına” Resulallah “Bu (emir)
Allah’tandır” cevabını verir. Bunun üzerine El’Hars
hiddetle; “Ey Allah’ım Muhammed yalancı ise gökten
başına taş yağsın ki kendisinden sonrakilere ibret
olsun. Eğer Muhammed sadık ise başıma gökten
taş yağdır ki benden sonrakilere ibret olayım.” der.
Henüz sözlerini tamamlamadan gökten başına taş
yağar ve orada ölür. Bunun üzerine Resul-i Ekrem’e
şu ayet nazil olur: “Bir soran inecek azabı sordu:
İnkârcılar için ki onu savacak yoktur.” (ElMeâric/1/2)
(Taberi .h. 310) bu konu ile ilgili özel kitabı ve ElEmininin
ElGadir kitabında zikrettiği yüzlerce kaynak)
Gadir Hum Biati’ni Yüce Allah’ın ne kadar
önemsediği Hz. peygamberine indirdiği tehdit
içeren ayetten anlaşılmaktadır. “Eğer bunu
yapmazsan
peygamberlik
görevini
yerine
getirmemiş olacaksın.”, yani peygamberliğin kabul
edilmeyecektir. Oysa; Peygamberimiz İslam uğruna
sürekli mücadele etti. Bu mücüdele etti çok sayıda
savaşa katılmak zorunda kaldı. Bu savaşlarda en yakın
akraba ve arkadaşlarını kaybetti. Çok zengin olan eşi
Hz. Hatice’nin bütün mal varlığını bu uğurda tüketti.
Kızı Hz. Fatıma ile yoksul bir hayat yaşadı. Doğduğu
ve atalarına ait olan topraklardan göç etmek zorunda
bırakıldı. En inatçı, en cahil, en kaba insanlara doğru
yolu göstermeye çalıştı. Deyim yerindeyse onlara
katlandı. Bütün bunları sadece Allah’ın rızası için yaptı.
Fakat Allah’ın son emrini insanlara tebliğ etmezse
bütün çabaları boşa gidecek ve peygamberliği
geçersiz sayılacaktı. Allah’ın tehdidi bu yönde
idi. “Eğer yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini
tebliğ etmemiş olursun.” diye buyurmaktadır.
Peygamberimiz baş gösterecek bir fitneden korkmakta
bütün Müslümanların Hz. Ali’yi sevmeyeceğini
bilmektedir. “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”
Yüce Allah’ın tüm sorumluluğu üstüne almasıyla Gadir
Hum’da Allah’ın emrini yerine getirmeyi kararlaştırdı.
Dinin kemale erdiğini belirten ayet ise; insanlara
çok büyük dersler vermektedir. Yüce Allah 23 yıl
boyunca Peygamberine indirdiği vahiyle dini farzları
emretti. Toplumun sosyal yaşantısıyla ilgili sayısız
kural ve kaide getirdi. Hz. Peygamberimizin yaşantısı,
söylemleri ve eylemleri Müslümanlara sünnet oldu.
Bütün bunlar dinin tamamlanmasına yetmedi. Ne
zaman Hz. Ali’ye vasiyet, velayet, hilafet ve imamet
tevdi edildiyse; işte o zaman din kemale ermiş oldu.
Yüce Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimet
“İslam” dinidir. Nimetin tamamlanması da dinin
kemale erdiği anlamına gelmektedir. Gadir Biati’yle
kemale eren ve tamamlanan “İslam” dini, Yüce
16
Allah’ın bizim için seçip beğendiği din olmuştur.
Hz. Peygamber bir perşembe günü, yani Hakk’a
yürüyüşünden dört gün önce yanında bulunan
sahabelere: “Bana bir kâğıt verin, size bir vasiyet
yazayım, daha sonra yanlış yola sapmazsınız” diye emir
verdi. Ama emir yerine getirilmedi. İsteği reddedildi.
Abdullah Bin Abbas’tan rivayetle: Hz. Peygamber
ölümle karşı karşıya kaldığında yanında bulunan bir
grup sahabeye “Bana bir kağıt verin size bir vasiyet
yazayım ki benden sonra yanlış yola sapmazsınız.”
dedi. Ömer Bin Hattab: “Peygamber hastalıktan
kendini kaybetti. Ateşi çıktığı için sayıklıyor” dedi
Elimizde “Kuran” var. Allah’ın kitabı bize yeter”
dedi. Odada bulunanlar arasında ikilik çıktı. Kimisi
Peygamberin istediğini verelim bu vasiyeti yazsın, diyor;
kimisi Ömer’in dediğini tutuyordu. İkilik çekişme ve
gürültü hâline gelince Peygamber hazretleri “Defolun
diyerek onları kovdu. O olaydan sonra İbni Abbas:
“En büyük felaket Peygamberin vasiyet yazmasının
engellenmesidir.” derdi. (M.Reyhani Gölgesiz Işıklar 3 Buhari
sahihi 4/5,
Müslim sahihi 2/14, İmam Ahmet müsned 1/325)
Hz. Muhammed ne yazacaktı acaba? Hz. Muhammed
hayatı boyunca bu vasiyeti gerçekleştirmek için
çok çalıştı bunun üzerinde titizlikle durdu. Fakat bir
türlü kabul ettiremedi. Son nefesini verirken dahi
vasiyetini kesinleştirmek istediyse de kendisine
karşı gelindi. Hilafetin Peygamber soyundan
birisine geçmesini engellemek için vasiyetin
yazılmasına mani oldular. Hz. Muhammed, hayatı
boyunca hadisleriyle vasisinin Hz. Ali olduğunu
söylemişti. Bunu da yazıya döküp kendisinden
sonra çıkabilecek ihtilafları engellemek istemişti.
Kısaca belirtmek gerekir ki; bütün peygamberler
gibi Hz. Muhammed de kendisinden sonra veli,
vasi ve imam olarak Hz. Ali’yi bildirmiştir. Bu
vasiyet ilahi emirle gerçekleşmiştir. Gadir Hum
Biati’nde bulunan bütün Müslümanlar bu olaya
şahit olmuştur. Hz. peygamberden sonra imamet
Hz. Ali’yle devam edecek ondan sonra Ehlibeyt
imamları, sorumluluğu alacaktır. Bu isteğe bağlı bir
şey değildir. Bu sorumluluk ilahi bir emirdir. Ehlibeyt
imamlarının paklığı ayet-i kerimede zikredilmiştir.
Gadir Hum Biati her Müslüman’ın bilmesi gereken
mübarek bir olaydır. Çünkü doğruyla yanlışın ayrıldığı,
doğru yolun Müslümanlara bildirildiği gündür. Gadir
Hum Bayramı, yalnız biz Alevilerin değil bütün
Müslümanların bayramıdır. Çünkü bu biatin değerini
bilen ve Ehlibeyt imamlarının istikametinde yürüyen
her kul mutlak saadete erecektir. Bu bayram İslam’ın
kemale erdiği, Hz. Ali’ye velayetin verildiği gündür.
Şubat 2014
HAYDAR DEĞİL Mİ
S. Cibaroğlu
Şemsi ilk durduran Yuşa bin Nun’dur
Böyle bir kudrete acep kim haizdir
Birçok kez güneşi durduran kimdir
Aliyel Murteza Haydar değil mi?
Her peygamberin vardır vasisi
İsa’nın emini, Şem’un değil mi?
Nebi Muhammed’in, Hakk’ın vasisi
Aliyel Murteza Haydar değil mi?
Devenin sırtında tabut var idi
Deveyi çeken de süren de kendi
Ol yüklü tabutta yatan kim idi
Aliyel Murteza Haydar değil mi?
Fatıma bint Esed Kâbe’ye gelir
Dua eyler sonra duvar yarılır
Cidar adı ondan müstecar kalır
Kâbe’de doğan Şah Haydar değil mi?
Sırdır kimse vakıf olmaz gizine
Bildim diyen zarar verir özüne
Sırrın da sırrını acep kim bile
Aliyel Murteza Haydar değil mi?
Kimdir cehennemle cenneti bölen
Ateşe bu senin bu benim diyen
Yevmel Kıyamede sigaya çeken
Aliyel Murteza Haydar değil mi?
Nesepte, şerefte senden üstün kim
İlimde, hilimde acep dengin kim
Kahramanlıkta hep nam salan kim
Aliyel Murteza Haydar değil mi?
Sıdretül Münteha, Arşü a’lada
‘Kab-ı kavseyn’ idi ara ‘ev edna’
Kelâm etti Ahmet yüce Allah’la
O sesin sahibi Haydar değil mi?
Peygamber sırrının tek sahibisin
Bakmak ibadettir yüzüne senin
Nardan kurtuluştur mümine zikrin
Zalime cevabın Zülf ’kar değil mi?
Ehlibeyt idi Nuh’un duası
Yoksa hep kalırdı suda çakılı
Sefine döşünde Ali yazılı
Nuh’un tevessülü Haydar değil mi?
Cümle peygamberle nurunla geldin
Muhammed nebiyle aşikâr oldun
Tevrat’ta İlya’sın, İslamda adın
Aliyel Murteza Haydar değil mi?
Sorun bana beni yitirmemişken
Ne varsa geçmişten ve gelecekten,
Göğü yerden iyi bilenim diyen
Aliyel Murteza Haydar değil mi?
Nuh’un gemisisin müminlere
Helak sebebisin inat edene
Ne mutlu seni hep veli bilene
Müminlere mevla, Haydar değil mi?
Sıratül müstakim, vallah Ali’dir
İmamül mubin de billâh Ali’dir
İlim şehri Ahmet, kapısı kimdir
Aliyel Murteza Haydar değil mi?
Çok uzun değildir biter hayatın
Vasiyi bil yoksa çetindir işin
Cibaroğlu senin yüce penahın
Aliyel Mürteza Haydar değil mi?
Kimdir Araf ’ın üstünde duran
Geleni yüzünden görüp tanıyan
Hak ehliyle batılı seçip ayıran
Aliyel Murteza Haydar değil mi?
Şem’un: Hz. İsa’nın vasisi/ Fatıma bint Esed: Hz. Ali’nin annesi/ cidar: duvar/ müstecar: Kâbe’nin Hz. Ali’nin değerli annesi için yarıldığı yer/
siga: sorgu/sıdretü’l münteha: son sidre(ağaç-aşama)/arşü a’la: en yüksek arş/ kab-ı kavseyn ev edna: iki yay kadar hatta daha yakın/Ahmet:
Hz. Muhammed’in gök ehli arasındaki ismi/sefine: gemi /tevessül: yakarış, münacat/ Helak: yok olma/Betül: Tertemiz, Hz. Fatıma’nın diğer
adı/pak: temiz/murteza: razı edilmiş, Hz. Ali’ye verilen sıfat/ Sıratül müstakim: dosdoğru yol/ imamü’l mubin: Açıklayıcı imam/ Araf:
Sırat köprüsünün üstünde olan yüksek dağ/ şems: güneş/ Yuşa bin Nun: Yaptığı savaşı kazanacağı sırada güneşin batması üzerine güneşi
durdurma mucizesini gösteren peygamber /ol: o/penah: sığınak
17
Şubat 2014
Vahiy Kâtibi Muaviye (?)
İbrahim REYHANİ
Muaviye bin Ebu Süfyan gerçekten vahiy kâtibi
miydi yoksa ona bu sıfat bilerek ya da bilmeyerek
birileri tarafından mı yamanmıştır? Hayatı ve yaşantısı
bir yana, yaptıklarıyla İslam ümmetini kutuplaştıran,
bölen aynı zamanda da gayrı meşru hilafet süren
Muaviye’ye dokunulmazlık zırhı kazandırma umudu
taşıyan bir çaba mıdır bu yoksa gerçekten bazı
kitaplarda geçen rivayetlerde anlatıldığı gibi vahiy
yazma işini Allah’ın özel talimatıyla mı yapmıştır? Bu
soruları yanıtlamak için Sünni kaynaklardaki kayıtları
incelemek ve sağlıklı bir değerlendirme yapmak
gerekiyor. Çünkü Şii/Alevi kaynakların hiçbirinde
onun vahiy kâtipliğiyle ilgili kayıt bulunmuyor. Acaba
Şii/Alevi kaynaklarda böyle bir kaydın olmaması
Muaviye’ye karşı bir tutumdan mı kaynaklanmıştır
yoksa böyle bir olay/görev gerçekte olmamış mıdır?
Bunların yanıtlarını vermeyi, yazılanları sonuna kadar
okuyanların vicdanına bırakmak en doğrusu olacaktır.
Bilindiği gibi İslamiyet’ten önce Mekke’de
okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı. Belazuri,
Fütuh adlı eserinde bahsi geçen dönemde Mekke ve
Medine’de okuma yazma bilenlerinin sayısının 33 kişi
olduğunu belirtmiştir. (Belazuri, Fütuh S:457)
Hem vahiylerin yazılması hem de komşu kabile
veya devletlerle yazışma, onları İslam’a davet gibi
konularda savaş esirlerinden bile faydalanılmış,
okuma yazma bilmek değer kazanmıştı.
Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan Ebu
Süfyan, Hz. Muhammed’e gelerek oğlu Muaviye’yi
kâtip edinmesini istemiş, Hz. Muhammed de bu isteği
kabul etmiştir.
Kitabul Vüzera’nın yazarı Cahşiyari, bu eserinde
Hz. Muhammed’in vahiy kâtibi olarak Hz. Ali,
Osman bin Affan, Ubey bin Kaab ve Zeyd bin Sabit’i
görevlendirdiğini belirtmiş ve başka kimlerin hangi
konuda kâtiplik yaptığını da yazmıştır. Muaviye’nin
vahiy yazma dışındaki görevlerde yer aldığını eserinde
kaydetmiştir. (Cahşiyari, Kitabü’l Vüzera vel Küttab S:12)
Ayetel Kürsi’yi yazdığı iddia edilen rivayetleri
incelemek ve sonrasında bir değerlendirme yapmak
işi çözecektir.
“….Muaviye kapıyı çaldı ve kendisine içeri girmesi
için izin verildi. Kulağının üstünde yontulmamış bir
kalem vardı. Hz. Peygamber, kulağının üstündeki
nedir diye sorar. Muaviye de onu Allah ve Resulü
için hazırladım dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammed
(saav) vallahi ben seni ancak semadan gelen vahiy
için kâtip edindim, dedi.”
(Belazuri, Ensabul Eşraf C:4 – S:128)
Ebu Hüreyre’nin Peygamberden şöyle duyduğu
rivayet edilir: “Cebrail bana geldi ve ey Muhammed,
Allah vahyini bana ve sana emanet etti, sen de
Muaviye’ye emanet et, dedi.” (Belazurî, Ensab c:4 s:127/ İrfan
AYCAN, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebu Süfyan s:50)
Bazı Sünni kaynaklarda Muaviye’nin vahiy kâtipliği
öyle abartılacak ki vahiy yazma konusunda Yüce Allah;
Hz. Muhammed’i, Cebrail vasıtasıyla uyaracaktır:
“…Ey Muhammed! Allah’ın vahyini yazmak için
seçtiğini azletmek senin hakkın değil, onu yerinde
bırak, çünkü o, emindir.”
(Zehebî, Nübela cilt:3 sayfa:129 / İrfan AYCAN, Saltanata Giden
Yolda Muaviye Bin Ebu Süfyan s:50)
Hatta iş öyle bir dereceye vardırılacak ki, sınır
tanınmayacak ve şöyle bir hadis uydurulacaktır:
(Ahmet bin Hanbel, Fedailüs Sahabe S:168/ İbn-i Kesir, Tefsir C:4 “Cebrail altından bir kalemle indi ve şöyle dedi: “Ey
S:349)
Muhammed, yüce Allah şöyle buyuruyor: Ben kendi
Sünni kaynaklardaki rivayetlerin bir kısmı katımdan Muaviye’ye bir kalem hediye ettim. Ona bu
Muaviye’nin sadece kâtiplik yaptığıyla ilgilidir. (İbn kalemle Ayetel Kürsi’yi yazmasını, harekelemesini ve
Abdirebbih, C:4 S:245/ Cahşiyari, Kitabü’l Vüzera vel Küttab S:12/ noktalamasını emret.” (Zehebî, Nübela cilt:3 sayfa:129 / İrfan
Zehebi, Nübela C:3 S:122/ İbn Hacer, El İsabe C:3 S:434 / İbn Kuteybe,
El Mearif S:349/ Belazuri, Ensab C:1 S:532/ Taberi, C:1 S:1782/
Bağdadi, C S:207/İbn Abdülbir, C:3 S:395/İbnü’l Esir, Üsdü’l Gabe C:3
S:209/ İbn Teymiyye, S:21)
AYCAN, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebu Süfyan s:50)
Bütün bunların uydurma olduğu şu sahte
hadisle sabittir: Güya İbn-i Abbas’tan nakledilmiştir:
“Ayetel Kürsi, nazil olduğunda Muaviye kalem aradı,
Yukarıda yer alan Zehebi, Belazuri,İbn Abdirebbih, bulamadı. Allah, hokkadan kalemleri almasını söyledi
İbn Hacer diğer eserlerinde ve ayrıca Nevevi, İbn ve Cebrail kalemi getirdi. Hz. Peygamber, Muaviye’ye
Tiktaka, İbn Kesir gibi müellifler de Muaviye’ nin vahiy kulağındaki kalemi almasını söyledi. Kalemi alınca bir
kâtipliği yaptığını kaydetmişlerdir.
de ne görsün, üzerinde lailahe illallah, Allah’tan emini
Muaviye’nin vahiy kâtibi olarak ne yazdığı ise Muaviye’ye hediyedir yazılı altından bir kalem.” (Zehebî,
incelendiğinde Ayetel Kürsi’yi yazdığı rivayeti dışında Nübela cilt:3 sayfa:129 / İrfan AYCAN, Saltanata Giden Yolda
Muaviye Bin Ebu Süfyan s:51)
hiçbir kayıt bulunmaz. (Zehebi, Nübela C:3 S:129)
18
Şubat 2014
Ve şimdiki asıl bombaya dikkat edin. Hz. Ali’den (Kettani, Nizamül Hükümetin Nebeviyye C:1-S:115-116)
Sonuç olarak……….kendisinin vahiy kâtibi olduğu
aktarıldığı söylenen rivayet: “Cebrail indi ve
Muaviye’nin emin bir kimse olduğu için kâtip tayin konusundaki rivayetlerin, yazmış olduğu öne sürülen
Ayetel Kürsi’nin nüzul tarihi dikkate alındığında
edildiğini söyledi.”
(Zehebî, Nübela C:3 – S:129 / İbn Kesir, El Bidaye ven Nihaye C:8 asılsızlığı ortaya çıkacaktır.” (İrfan AYCAN, Saltanata Giden
–S:123)
Yolda Muaviye Bin Ebu Süfyan s:65)
Şimdi Allah aşkına, bu dinle alay etmek olmuyor
da ne oluyor? Allah’ın kalemlerini koyduğu hokkası
varmış, Allah ona yazılı bir mesaj yollamış… Allah
aşkına nedir bunlar? Neredeyse, Muaviye ile Allah
hâşâ sümme hâşâ ahbap olmuşlar. Herkes bilir ki,
Allah’ın emini Hz. Muhammed’dir, maşallah Muaviye
yandaşları sınır tanımıyor, Peygamberimizin özellikleri
bile Muaviye’ye atfediliyor. Doğrusunu isterseniz
haksız da sayılmazlar; çünkü Muaviye’nin bunlara
gerçekten ihtiyacı var. Zira Muaviye’nin yılmaz
savunucusu anlı şanlı Zehebî, Nübela adlı eserinin 3.
cildinin 128. sayfasında Muaviye’nin neredeyse nebi
olarak gönderileceğini belirten şu uydurma hadisi içi
sızlamadan nakleder: Güya Hz. Muhammed (s.a.a.v.)
demiş ki:
“Muaviye, hilminden ve Rabbinin kelamı üzerine
güvenilirliğinden dolayı nerdeyse nebi olarak
gönderilecekti.”
Gerçi Zehebî, inanarak bu hadisleri yazmamıştır.
Aslında bunlara kendisi de inanmıyor; ama bir
kurnazlığa başvuruyor. Şunu demek istiyor:
“Ali hakkında hadis varsa Muaviye hakkında da
söylenmiş birçok hadis vardır. Onlar ileri sürülürse
bunlar da ileri sürülür.”
Ama yalancının mumu yatsıya kadar yanar
demişler. Muaviye’nin vahiy kâtibi olduğunu iddia
edenler iddialarını Ayetel Kürsi ile ilgili olan uydurma
hadise dayandırmaktadırlar. Bilindiği gibi Muaviye,
babası Ebu Süfyan’la birlikte Mekke’nin fethinde artık
muhalefet edecek herhangi bir güce sahip olmadıkları
zaman zoraki Müslüman olmuşlardır. Oysa kâtipliğini
yaptığı söylenen Ayetel Kürsi, hicretin ilk yıllarında
nazil olmuştur. Ama insaflı tarihçiler de vardır.
Hatip Bağdadî, ortaya atılan bu uydurma hadisler
karşısında tahammül edemeyecek ve yalancılara
lanet okuyacaktır. (Zehebî, Nübela cilt:3 sayfa:130)
Allah, bu yalanlarını işte böyle izhar edecek ve
yalana başvuranları böyle mahkûm edecektir. Zehebî
için bu hadislerin doğruluğu, yanlışlığı önemli değil.
Onun için önemli olan bu hadislerin uydurma bile olsa
varlığıdır. İşte bunların varlığı sayesindedir ki bugün
bile Muaviye, hâlâ vahiy kâtibi olarak görülmektedir.
Bu anlamda Zehebî, amacına ulaşmıştır.
Muaviye’nin vahiy kâtipliği konusunu bir sonuca
bağlamak için bu Muaviye konusunda tez sunan
Sayın İrfan AYCAN’a sözü bırakıyoruz:
“…Çağdaş araştırmacılardan Abdulhay El Kettani
ve Abbas Mahmud Akkad da (ikisi de Sünnidir) bu
meseleyle ilgilenmişler ve onun vahiy kâtipliği ile
ilgili açık bir delile rastlayamadıklarını belirtmişlerdir.
Öncelikle bir şeyi belirtmekte fayda vardır. Vahiy
kâtibi olmak kimseye dokunulmazlık zırhı vermez.
Bilindiği gibi İbn-i Hatal, vahiy kâtibiyken yeniden
Hristiyan olmuş ve “Muhammed bir şey bilmez. Yalnız
benim kendisine yazdığım şeyleri bilir.” demeye
başlamıştır. (Sahih-i Buhari Hadis No: 1477)
Yine aynı şekilde vahiy kâtibi olduğu söylenen
3. Halife Osman’ın süt kardeşi Abdullah b. Sad b.
Ebi Serh, İslâmı terk etmiş ve “Eğer Muhammed’e
vahyolunuyorsa bana da vahyolunuyor. Eğer Allah
indiriyorsa ben de onun indirdiğinin mislini indiririm.”
demeye başlıyor. (İbn Kesir, Tefsir, Sabuni muhtasarı, I/600)
Bu sözler üzerine bu kişi hakkında En’am-93 ayeti
iniyor:
“Allah’a karşı yalan uydurandan ya da kendisine
karşı bir şey vahyedilmemişken “bana da vahyolundu”
diyenden ve“ben de Allah’ın indirdiği gibi indireceğim”
diyenden daha zalim kim olabilir?”
Hz. Muhammed, Kâbe’nin örtüsünün altına
saklansa bile bulun ve öldürün emrine rağmen 3.
Halife Osman onu evinde saklar ve affedilmesi için
Hz. Muhammed’e yalvarır, daha sonra da halifeliği
zamanında onu valisi yapar.
Muaviye hakkında öyle şeyler uydurulacak ki bu
hadis uydurma işinin boyutlarının nereye vardığını
gösteriyor.
Hz.
Muhammed
güya
şöyle
demiştir:
“Muaviye, hilminden ve Rabbinin kelâmı üzerine
güvenirliliğinden dolayı neredeyse nebi olarak
gönderilecekti.” (Zehebî, Nubela, C.3 – S:128)
Bitmedi devam edelim, yalanda hızlarını
alamayanlar bakın daha neler uyduracaklar:
“Cebrail, üzeri yazılı bir sahife getirdi ve üzerinde
‘La ilahe illallah, Muaviye sevgisi kullarım üzerine
farzdır.’ yazılı idi.” (Zehebi, Nubela, C:3 –S:130-131)
Cafer bin Ebi Talib, Resulullah’a dört adet ayva
getirir. Resulullah da onlardan üç tanesini Muaviye’ye
vererek “Cennette beni bunlarla karşıla” der.
19
(Belazuri, Ensab Cilt: 4 S:127/ Zehebî,Nübela C:3 S:130)
Buna sadece el insaf denir. Cafer bin Ebi Talib,
630 yılında yani Hicrî 8 yılında Mute Savaşı’nda yani
Mekke’nin fethinden önce şehit olmuştur. Muaviye de
tüm tarih kitaplarında kayıtlı olduğu gibi Mekke’nin
fethinden sonra tutunacağı hiçbir dal kalmayınca
zoraki Müslüman olmuş ve Peygamberimiz tarafından
bu yüzden TULEKA taifesine alınmıştır. Bunun
uydurma bir hadis olduğu apaçık ortadadır.
Doktor İrfan AYCAN Saltanata Giden Yolda Muaviye
bin Ebu Süfyan adlı eserinde Hatib Bağdadi’nin
bu uydurma habere tahammül edemediğini ve
Şubat 2014
yalancılara lanet okuyarak feryat ettiğini yazmıştır.
hadisine rağmen kendi nesebine katmasıdır.
Dördüncü büyük hata ise Hucr gibi muttaki bir insanı
yakın arkadaşlarıyla öldürmüş olmasıdır. Bütün
Yukarıda Muaviye hakkında uydurulan hadisleri bunlar bir tarafa Hucr’un öldürülmesi Muaviye’ye
gördük. Bu uydurulan hadisler, onun ne yaşantısına yeter. Hucr’dan dolayı ahirette Muaviye’nin vay başına
ne amellerine ne de Kur’an-ı Kerim’e uygundur.
geleceklere. Hucr’dan ve arkadaşlarından dolayı
Onun hayatı boyunca yaptıklarını araştıranlar Muaviye’nin çarptırılacağı işkenceler ne kadar dehşet
zaten bu verilen hadislere güler geçer. O Muaviye vericidir.” (İbnü’l Esir, C:3 S:487 / Ahmet AĞIRAKÇA, Emeviler
ki; Peygamber’in torunu İmam Hasan’ı zehirletmiştir, Döneminde Kıyamlar S:39-40)
Muaviye, hiçbir suçu olmayan sahabeleri haksız
Hz. Ali’ye cami minberlerinde lanet ve sövgü
dönemini başlatmıştır, Mekke ve Medine’deki ensar yere öldürtmüştür. Kur’an-ı Kerim’de bu fiilin karşılığı
ve muhacirlerin çoğunun biat ettiği meşru halife bellidir:
“Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde
İmam Ali’ye isyan etmiş ve on binlerce Müslümanın
ölmesine neden olmuştur, tek suçları Hz. Ali’ye ebedî kalacağı cehennemdir. Allah, ona gazap etmiş,
sövmemek olan Hucr ve arkadaşlarını şehit etmiştir, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”
Peygamber’in soyunu Kerbela’da katledecek olan (NİSA 93)
Muaviye ölüm döşeğindeyken şunları sayıklayıp
oğlu Yezit’i veliaht ilan etmiştir.
Bir kere kendisi bile akıbetinin ne olacağının duruyordu: “Ey Hucr! Keşke seninle karşılaşacağım
farkındayken diğerlerinin onu aklama işine girişmesi gün çok uzaklarda olsa.” Taberi Tarihi, Hicri 51 Olayları /
bu işe girişenleri çelişkilerin içinde boğmaktan başka İbnü’l Esir, el-Kamil fi’t-Tarih C:3 S:486 / İbn-i Kesir, C:8 –S:55 / Ahmet
AĞIRAKÇA, Emeviler Döneminde Kıyamlar S:40)
bir işe yaramıyor.
Sünnî bir kaynakta Hz. Muhammed’in Muaviye için
Muhammed b. Ukbe der ki: “Muâviye’ye ölüm
geldiğinde şöyle dedi: Keşke ben Zi Tuva (Mekke’de şu sözü söylediği kayıtlıdır: “Muaviye, cehennemde
bir yerin ismi) da basit hayat yaşayan bir Kureyşli kilitli bir tabut içindedir.”
(Belazuri, Ensabu’l Eşraf C:4 – S:128 / Taberi Tarihi, C:3 – S:2171)
olsaydım. Keşke bu işe hiç bulaşmasaydım.” ( İbn Ebi
Dünya)
Yine Sünnî tarih ve hadis kitaplarında kayıtlı
Bilindiği gibi Muaviye tüm valilerine Hz. Ali’ye bir hadis de şöyle: “Muaviye’yi minberim üzerinde
(haşa) camilerde lanet okunması konusunda bir gördüğünüz zaman öldürün.”
Belazuri, Ensabu’l Eşraf C:4 –S:128 / Ahmet bin Hanbel, Kitabu’l
emirname gönderir. Ve bu kötü âdet, 83 yıl boyunca
ta ki Ömer bin Abdulaziz bunu kaldırtıncaya kadar İlel C:1-S:159/Taberi, C:3 –S:2171)
Ebu Said El Hudri’nin şöyle dediği kaydedilmiştir:
devam eder.
“Bundan böyle Ali ile onun Ehlibeytinin fazileti “Ensardan birisi Muaviye’yi öldürmek istedi. Biz o
hakkında bir şey anlatacak olan kimsenin mal, can ve adama ‘Ömer’e durumu yazmadan onun zamanında
namus dokunulmazlığı kalmayacaktır. Hutbelerde Ali kılıcını çekme’ dedik. O da Resulullah’tan eğer
Muaviye’yi kürsüde hitap ederken görürseniz onu
ve Ehlibeytine (hâşâ) lanet okunacaktır.”
(Ebul Hasan El Medaini, El Ahdas / Mevdudi s:234 /Taberi, c:4 öldürün.’ dediğini işittiğini söyledi. Bunu biz de
s:188 / İbni’l Esir, c:3 s:234 / İbn-i Kesir, Bidaye c: 8 s: 80)
duymuştuk fakat yine de Ömer’e yazmadan bu işi
Hucr ve arkadaşları sadece buna karşı çıktıkları için yapmamasını söyledik. Ömer’e yazdılar fakat cevabı
Muaviye’nin emriyle kimi toprağa diri diri gömülerek hiç gelmedi.”
(Belazuri, Ensabu’l Eşraf C:4 S:130)
(Abdurrahman bin Hasan El Anezi gibi), kiminin
Hz. Ali’nin ise Muaviye, Amr İbnül As ve taraftarları
organları parça parça edilerek (Sayfi gibi) kimi de
için şunları söylediği kitaplarda kayıtlıdır: “Allah’a
kılıçla şehit edilmişlerdir.
Sünni mezhebinin önderlerinden Hasan Basri yemin ederim ki bunlar İslam’a girmediler ancak
teslim olup küfrü gizlediler, taraftar bulunca da bunu
Muaviye hakkında şöyle demiştir:
“Muaviye’nin dört büyük günahı var ki bu dördünü açığa vurdular” (İbni Ebil Hadid, Şerh-i Nehcü’l Belağa C: 1-S:
değil de sadece birini yapsaydı onun helak olmasına 347)
Muaviye bu yaptıklarıyla acaba yukarıdaki hangi
yeterli gelirdi. O bu ümmet içinde Resulullah’ın ashabı
ve gerçekten çok faziletli insanların bir hayli olmasına hadislerin muhatabıdır? İsteyen istediğine inansın,
rağmen hilafet görevini kılıç zoruyla almış ve ümmetin yeter ki başka türlü inananları dinden çıkmış ilan
başına musallat olmuştur. İkinci husus kendisinden etmesin. Bu herkesin yararına olacaktır. Herkes bu
sonra makama sarhoş, içkici, sürekli ipek giyinip tarihi olayları vicdanında değerlendirsin, eğriye
çalgılarla meşgul olan oğlu Yezit’i getirmiştir. Üçüncü eğri, doğruya doğru demenin kimseye bir zararı
büyük hatası, zina çocuğu Ziyad’ı Peygamber’imizin olmayacaktır.
(Sayfa:57) Hatib Bağdadi’nin bu tepkisini Zehebî de Nubela adlı
eserinde (Cilt:3 S:130) kaydetmiştir.
20
Şubat 2014
KardeşliK
Mehmet UYAR
Din kardeşini kendi nefsi kadar severse bir insan
imanını kemale erdirir. Çünkü imanın kuvveti sevginin
gücü kadardır. Bu gücün ölçütü fedakârlık, merhamet,
vefa ve yardımseverliktir. Bu duygular ne kadar güçlü
olursa kardeşlik duygusu da o kadar güçlü olur. Bu
bağı kuvvetlendiren duygular bireyler arasındaki birlik
ve beraberlik duygularını pekiştirir ve diğer saldırılara
karşı o kardeşlerin bütününü korur. Bu duyguların
zuhuru samimi bir niyetin tecellisiyle şekillenir.
Ancak kendi nefsini ön plana alan, bencilleşen, bu
dünyayla bağını koparamayan bir insanın imanının
samimiyetine güvenmek zordur.
Kardeşliğin manasını nesebi bir kavramdan çok,
manevi ve soyut bir kavram olarak görmek gerekir.
Çünkü din kardeşliği insanları birbirine bağlayan
soyut bir bağdır. Bu bağ, müminin yüce Allah’a(cc)
bağlandığı gönül bağıyla diğer müminlerin gönlü
arasında kurulan bağ arasında oluşan bir ağ gibidir.
Bu ağın içinde şefkat, merhamet, acıma, sevgi, saygı
ve hoşgörü vardır. Bu duygularla donanmış bir yürek
saf bir nur gibi etrafa ışık saçar. Diğer yüreklere bu
ışığı yayar ve Allah yolunda ilerleyen diğer kulların
istikametini tayin eder. Böylece kardeşlik nuruyla tüm
gönüller aydınlanır ve birbirinin ışığıyla kenetlenir.
Bütün müminlerin amacı aynıdır; mutlak güzellik ve
iyiliğin kaynağı olan yüce Allah’ın yolunda yürümektir.
Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarına
uymak, ibadetleri yapmak ve güzel ahlaka sahip
olmakla istenilen hedefe ulaşılır. Küçük yaşlardan
itibaren anne ve babaların dualarla mühürlü mübarek
dillerini işiterek büyüyen nesil bu hedefin yolcusu
olur. Dualarla ve niyazlarla büyüyen, helal kavramını
bilen ve davranışlarına bunu yansıtan bir nesil;
iyilik çemberini genişletir ve ihsanı kuvvetlendirir.
Böyle hislerle güçlenmiş bir nesil istediği hedefe
ulaşır. Hissiyatı böylesine güçlü bağlarla bağlı bir
neslin kardeşliğini hiçbir saldırı bozamaz, birlik ve
beraberliğine zarar veremez.
Hicret’in öncesi ve sonrasında İslam’da kardeşlik
kavramına uygun güzel örnekler yaşanmıştır. Hz.
Muhammed (s.a.a.v) Hicret’ten önce Mekke’de
21
Müslümanları kardeş ilan etmiştir. Hicret’ten sonra
da kırk beşi Ensar ve kırk beşi Muhacir olmak üzere
toplamda doksan kişiyi din bağıyla kardeş kılmıştır.
Hz. Peygamber de Hz. Ali’yi kendine kardeş seçmiştir.
Ahmet Bin Hanbel’den rivayetle: İbnül Müseyyib şöyle
söyler: “Rasülüllah (s.a.a.v.) ashaplarını birbiriyle
kardeşleştirdikten sonra Ali’yi çağırır. “Ya Ali sen
kardeşimsin Ben de kardeşinim. İnkâr eden olursa
de ki: Ben Allah’ın kulu ve Rasulüllah’ın kardeşiyim
dersin. Senden sonra kim bunu iddia ederse
yalancıdır.” diye buyurur. (Tezkiretül Havass essıbt ibnül cevzi
s.26) Hz. Muhammed hayatı boyunca herkesten daha
fazla Hz. Ali’ye değer vermiş, kardeş ilan ederek verdiği
değeri en üst seviyeye taşımıştır. Hz. Peygamberimiz
(s.a.a.v) kardeşliği ashaplar arasında yerleştirerek
maddi ve manevi her türlü yardımlaşmanın önünü
açmıştır. Bu kardeşlik kurumu her bir Medineli reisin
yanına bir aileyi almasıyla şekillenmiş, beraber çalışıp
yaşamasına olanak vermiş, Muhacirlerin barınma ve
yeme gibi birçok sorununu çözmüştür.
Allah rızası için göç eden insanlara merhamet ve
sevgiyle kucak açan ve onlara her türlü yardımda
bulunan Medinelilerin kardeşlik duygusu İslamî
hareketin güçlenmesini ve Müslümanların muzaffer
olmasını sağlamıştır. Herhangi bir şey beklemeksizin
insanlara yardım eden bu insanların ulvi his ve
iştiyakla hareket ettiğini tahmin etmek zor değildir.
Kur’an-ı Kerim’de hicret eden müminlere yardım
eden, kendi ihtiyacı olduğu halde başkasını tercih
eden ve gönülleri sevgiyle dolu olanlar için; “Ve
şunlar ki, onlardan önce yurdu hazırlayıp imana
sahip oldular, kendilerine hicret edenlere sevgi
beslerler, onlara verilenlerden nefislerinde bir
kaygı duymazlar, kendilerinin ihtiyacı olsa bile
onları kendilerine tercih ederler. Her kim de nefsinin
hırsından (cimriliğinden) korunursa, işte onlardır o
kurtuluş bulanlar.” (Haşr 9. Ayet) ayet-i kerimesi inmiştir.
Bir müminin yüreğinin sevgiyle dolu olması, feragat
ettiği şeylerden dolayı kaygı duymaması ve elinin açık
olması imanının gücünü gösteren bir husus olarak
görünmektedir.
İman kalben tasdik, dille ikrar ve amelle
mümkündür. Bir müminin bütün bunları yerine
Şubat 2014
getirmesi gerekir ki imanı tamamlanmış olsun.
Ancak Hz. Peygamber imanın tamamlanması için
bunu yeterli görmez: “Sizden biriniz kendi nefsi için
isteyip arzu ettiğini mümin kardeşi için de arzu edip
istemedikçe mümin olamaz.” (Buhari Müslim Tirmizi)
Hadisiyle kardeşi önemsemek gerektiğini bildirmiştir.
Yukarıda belirtilen hadiste aslında birbirine denk
bir sosyal yapıdan söz edilmektedir. Bu yapı herkesin
eşit koşullarda yaşadığı, adaletli bir paylaşımın
olduğu bir sosyal yapıdır. Böylesine bir yapıyı
oluşturmak cebir kullanarak değil samimi ve ince bir
edayla olmalıdır. “Kendilerinin ihtiyacı olsa bile onları
kendilerine tercih ederler.” anlayışıyla hareket ederek
böylesine bir yapı kurulmalıdır. İslam’ın bu hassas ve
zarif anlayışı, insana ne kadar değer verdiğinin bir
göstergesidir. İnsanın önemsendiği ve korunduğu bu
hassas yapı; ancak sözü edilen empatiyle sağlanabilir.
Müminler arasında husumetin veya başka kötü
duyguların oluşması halinde, diğer müminlere düşen
görev bu olumsuzlukları düzeltmektir. Bir kardeşin
diğer din kardeşine dargın olması kabul edilemez.
Çünkü dargınlık, husumet, kin, nefret gibi duygular
şeytani bir vasıf taşır. Bu vasıflar bir müminde
bulunmamalıdır. Halis bir imana sahip insan hep ulvi
alana ulaşmaya çalışır. Ufku geniştir, kalbi ufukların
ötesindekini arar ve Allah’tan korkar. Bu yüzden bu
dünyayla bağlantılarını zayıflatır. Böylece rahmete
layık biri olur. Şeytanın telkin ettiği kin, nefret vb.
duygulardan kaçar. Ancak şeytana karşı her zaman
dikkatli olmak lazımdır.
Hz. Yakup, oğlunu şeytana karşı bakınız nasıl
uyarmaktadır: “Babası: “Yavrum, rüyanı kardeşlerine
anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar; çünkü
şeytan, insana belli bir düşmandır. (Yusuf 5. Ayet) Bu
ayette anlatıldığı gibi mümin, öfkenin, kıskançlığın
hüküm sürdüğü bir vaziyete düşerse din kardeşleri
o vaziyeti değiştirmeli, sevgi ve merhameti egemen
kılmalıdır. “Müminler ancak kardeştirler, onun için
iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun
ki rahmete layık olasınız.” (Hucurat,10. Ayet) Ayetinden
hareketle kardeşlerini barıştırmalı, muhabbeti
egemen kılmalıdır.
Mümin ancak diğer bir müminin kardeşidir. “Ey
iman edenler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz
imana karşı küfürden hoşlanıyorsa onları dost
edinmeyin! Sizden her kim onları dost edinecek
olursa, işte bunlar kendilerine zulüm edenlerdir.”
(Tevbe 23. Ayet) Ayeti asıl kardeşliğin din kardeşliği
olduğunu ortaya koyuyor. Bu çerçevede insanın
22
seveceği, güveneceği, değer vereceği asıl hüviyetin
iman bağıyla bağlı olan kardeşidir. Kur’an’da anlatılan
ve Allah katında kabul gören kardeşlik anlayışı budur.
Din kardeşliği için en önemli örnek Hz. Nuh’un
oğlu için söyledikleridir: “Gemi, içindekilerle
birlikte dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu
ve Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna: “Ey
oğlum, gel bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber
olma!” diye seslendi. O, dedi ki; “Ben, beni sudan
koruyacak bir dağa çıkacağım”. Nuh da “Bu gün
Allah’ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah’ın
bu emrinden koruyacak kimse yoktur.” dedi. Derken
dalga aralarına giriverdi. O da boğulanlardan oldu.”
(Hud 42-43) Ey Rabbim, beni, babamı, annemi, mümin
olarak evime gireni, bütün inanan erkekleri ve
inanan kadınları bağışla! Zalimlerin ise ancak
helakini artır!“ (Nuh 28. Ayet)
Hz. Nuh iman edenler için bağışlanma dilemiş
diğerlerinin ise helakini istemiştir. Bu örnek
asıl kardeşliğin iman dairesi içinde olduğunu
göstermektedir. Hiçbir akrabalık bağı iman bağıyla
birbirine bağlanan gönüller kadar önemli değildir. Yine
Hz. Lut’un karısı için Kuran’da bakınız hangi ifadeler
yer almaktadır: “İbrahim: “Orada Lut var ama!”
dedi. Onlar: “Biz, orada kimin bulunduğunu pekala
biliriz. Muhakkak onu ve ailesini kurtaracağız;
ancak karısı ötekilerden oldu.” dediler. Elçilerimiz
Lut’a gelince, onlar yüzünden fenalaştı ve haklarında
eli kolu daraldı (bağlandı). Onlar da: “Korkma ve
kederlenme; seni ve aileni kurtaracağız; ancak
karın ötekilerden oldu.” (Ankebut 32.33) Bu ayetlerde de
akrabalık bağının sadece maddi bir bağlılık anlamında
olmadığını söyler. İman dairesine girmeyen bir şahsın
Allah katında değerinden söz edilemez.
“De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz,
kadınlarınız,
aşiretiniz,
ele
geçirdiğiniz mallar, kesat gitmesinden korktuğunuz
bir ticaret ve hoşunuza giden evler size Allah ve
peygamberinden ve onun yolunda cihattan daha
sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar
bekleyin. Allah öyle fasıklar güruhunu doğru yola
erdirmez.” (Tevbe 24. Ayet) Bu ayet-i kerime ise insanı
bu dünyaya bağlayan bağlardan söz etmektedir.
Bu bağlar insanı oyalamakta, onu başıboş şeylerle
uğraştırmaktadır. Hâlbuki bu dünyadaki her şey
fanidir. Bir gölge gibi yok olacaktır. İnsan hak ve
hakikat için cihat etmeli, asıl ve gerçek olan Allah’a
yönelmelidir. Yüce Allah varken, insanın gönlünü fani
dünyaya ve onun değerlerine bağlaması yanlıştır.
Şubat 2014
Böylesine yanlışlara kapılanları Allah felaha erdirmez.
Din kardeşi olmanın şartı Tevbe Suresinde şu
şekilde açıklanmaktadır: “Eğer tevbe edip namazı
kılar, zekatı verirlerse din kardeşiniz olurlar.
Bilecek bir topluluk için “biz” ayetlerimizi daha çok
açıklarız.” (Tevbe 11. Ayet) Namaz kılmak ve zekat vermek
din kardeşi olmak için yeterli görülmektedir. Allah bir
topluluğu hidayete erdirecekse de ayetleri açıklayarak
bunu mümkün kılabileceğini açıklamaktadır.
Bütün bu ayet-i kerimeler kardeşliğin iman için
gerekli olduğunu ve asıl kardeşliğin iman eden
farklı kullar arasında olacağını belirtmektedir. Hz.
Muhammed (s.a.a.v) “Mübahele” olayında akraba
olarak Hz. Fatma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i
yanına almıştır. O dönemde başka Müslümanlar
olmasına karşılık yalnızca kendi sulbünden olan
Ehlibeyt’i tercih etmesi nesebin de önemli olduğunu
göstermektedir.
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı tutunun,
ayrılığa düşmeyin ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini
düşünün. Sizler birbirinizin düşmanları iken O,
sizin kalplerinizde bir uzlaştırma meydana getirdi
ve O’nun nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz.
Bir de siz, bir ateş çukurunun tam kenarında
bulunuyordunuz ve O, sizi tutup ondan kurtardı.
Şimdi Allah’a doğru gidebilmeniz için size ayetlerini
böyle açıklıyor.” (Âli İmran 103) Bu ayette birlik ve
beraberlik telkin eden sözlerle Allah’a tutunmak
gerektiği belirtilmiştir. Allah’ın sunduğu “nimetler”
hakkında insan tefekküre sevk edilmektedir. Düşünen
insan Allah’ın varlığını bilip ona şükreder ve kulluk
vazifesini yerine getirir. Şeytanın şerrinen uzaklaşır.
Menfi duygulardan arınıp iyiye ve güzele yönelir.
Kardeşlik duygusunun hâkim olduğu toplumu arar.
Maddi ve manevi her türlü yardımın sağladığı bir
toplum için şevkle çalışır. Mümin, yapılan maddi
yardımların aslında Allah’ın nimeti olduğunu ve bu
dünyanın bir imtihan dünyası olduğunu bilir. “Onlara:
“Allah’ın size rızık olarak verdiği şeylerden hayra
harcayın” denildiği zaman, o kafirler, iman edenler
için şöyle dediler: “Allah’ın, dileseydi yiyecek
verebileceği kimseyi biz hiç yedirir miyiz, siz apaçık
bir sapıklık içinde değil de nesiniz?” (Yasin 47) ayetiyle
Allah’ın sunduğu nimeti hayra harcamak için insanlara
sunduğunu belirtmektedir. Hayır için harcanan
metaları rızık olarak gönderen de azim’üş-şan Allah
(cc)’tan başkası değildir. Bu yönüyle düşünüldüğünde
hayrın kaynağı yine hayırlara vesile olan yüce Allah’tır.
23
Bu yüzden insan yardımdan sakınmamalı ve din
kardeşlerine gereken yardımı yapmalıdır. Nihayetinde
rızkı bölüştüren ezeli ve ebedi güce sahip olan Allah’tır.
Yüreği sevgisiyle dolu olan mümin, din
kardeşlerinden bu sevgiyi esirgemez. Kâinatın
yaratılmasına sebep olan sevgiyi her alanda hâkim
kılar. Kardeşi kardeşe kırdırtan her türlü saldırıya karşı
çıkar. Zulme karşı durur, din kardeşleriyle dayanışma
halinde olur. Düşmanca taarruza karşı göğsünü siper
etmekten çekinmez. Çünkü hak yoluna canını veren
şehit olur, şehitler de ölümsüzdür ve mekânları da
Cennet’tir.
İmanı kemale eren kişi harama meyletmez. Bilir ki
haramla gelen aynı yolla elden çıkar. Haramla elde
edilen mal, mülk vb. metalar o kişinin kısmeti değilse
sonuçta ona nasip olmazlar. Kazandığını düşünse
de aslında kaybetmiştir. Hem bu dünyada hem de
öbür dünyada ziyana uğramıştır. Çünkü Allah acil bir
şekilde hesap sorucudur.
Olgun insan kendisi için istediğini mümin kardeşi
için de ister. Sahip olduğu bilgi, beceri, güzel ahlak
ve hüsnü niyetin diğer kardeşlerinin de sahip olması
için çalışır. Onlara hidayet meşalesini yakar. Onları
aydınlatır. Onlarla aydınlanır. Hakla alır, hakla satar;
adil ve sadık olur. İnsanları aldatmanın aslında kendini
atlatmak olduğunu bilir. Yalancı limanlara demir
atmaz.
İnsan, bu dünyada yapılan her hareketin bir
önemi olduğunu ve her hareketin bir ödülünün veya
bedelinin olduğunu bilmelidir. Bu dünyada yapılan
her davranış ahrette şahsın aynasına yansıyacaktır.
Tutum ve davranışlar bu bilinçle oluşmalıdır. Çünkü
insanı yücelten şey duygu ve düşüncelerindeki
nezakettir. Nezaket beraberinde zarafeti ve letafeti
de getirir. Bunlar da erdemli bir insanın sahip olması
gereken meziyetlerdendir.
Merhamet ve şefkatin gönül bağına ermek,
güzelliğin ve iyiliğin limanını mesken tutmak, şerefin
ve haysiyetin zirvesine çıkmak, çalışmanın kölesi ve
bilginin efendisi olmak, ışığın ve ufkun ummanına
dalmak için, kardeşlik duygusunu yüreklerde
beslenmesini sağlamalı, Allah’ın her zaman ve her
yerde yanımızda olduğunu bilmeli, muhabbetle
ve hasretle birbirimize kenetlenmeliyiz. Allah’ın
ipine tutunmalı, onun nimetini düşünmeli, ayrılığa
düşmemeliyiz. Direnmeli, daha çok dayanmalı, daha
çok sabretmeliyiz. İmanla ve kardeşçe yaşamak için…
Şubat 2014
Kavramsal Tartışmalar
Bağlamında Bitmeyen Kavga Laiklik
Hakan MERTCAN
ve bunun, Avrupa halklarının ilerlemesi için yegâne
çözüm yolu olduğunu, fakat özgürlüklere açık bir din
olan İslam’ın Batı türü bir laikliğe ihtiyacı olmadığını
I ) LAİKLİĞE İLİŞKİN ÇEŞİTLİ YAKLAŞIMLAR - savunur. (Hasan Hanefi, “Laiklik ve İslam”, İslami Araştırmalar,
TANIMLAMALAR
1995, C.8, S. 3-4, s. 160- 62. Yazar, İslam toplumunu geri bırakanın
Bu konuda iki temel yaklaşım olduğunu “İslam’ın ruhbanlığa, dini sultaya, törenlere, sembollere, rituellere,
söyleyebiliriz. Bunlardan ilki laikliğe çeşitli gerekçelerle cezalar ve hadlere dönüştürülmesidir. Bunun neticesinde insanlar
karşı çıkan yaklaşım- ki bu daha çok dini çevrelerden şaşırıp- kalarak rasyonalizm’i, liberalizm’i, özgürlüğü, demokrasiyi
gelmektedir- diğeri laikliği savunan, demokrasi, insan ve ilerlemeyi temsil eden Batı Laikliği’ne yöneldiler.” tespitini
hakları açısından zorunlu gören yaklaşımdır. Bu son yapmaktadır: Hanefi, 1995, s. 162.) Şunu belirtme gereği
eğilimde olanlar arasında bir görüş birliği olduğunu duyuyoruz: Yazarın- hiç değilse öğretide ve bir
söylemek mümkün değildir. Bunlar arasında laikliği dönemki uygulamalarda- İslam’ın özgürlükçülüğüne,
dine karşı bir mücadele olarak algılayan, dini sadece akılcılığına ilişkin tespitleri kabul edilse bile, bu
devletin meşruiyet kaynağı olmaktan çıkarmak değil, durum, laikliğin yadsınmasına gerekçe oluşturamaz.
toplumdan da soyutlamak gerektiği anlayışında Her şeyin ötesinde, devlet, en özet haliyle, ne kadar
olanlar da vardır (ki biz bu yönlü görüşleri laik olarak özgürlükçü olsa da, meşruiyetini kutsal bir güçten
kabul etmediğimizi açıklayacağız); ayrıca, yine, devlet almış olacaktır ve birilerinin devleti olacaktır; örneğin
ile dinin birbirine karşı özerkliğini savunanlarla birlikte, Müslümanların. Bunun da, teorik olarak ne kadar
devletin dine müdahalesini, dini denetlemesini haklı eşitlikçi olunursa olunsun, hiç değilse pratikte
görenler, bunu laikliğin bir gereği olarak sayanlar da eşitsizliklere yol açacağı şüphesizdir, bütün tarihsel
bulunmaktadır.
deneyim de bunu kanıtlamaktadır.
Bir diğer gerçek de laikliğin üzerinde uzlaşılmış,
Profesör el Cabiri de, laikliğin ifade ettiği şeyin,
net ve tam bir tanımının bulunmamasıdır. En az kapalı ve karmaşık olduğunu ve dini devletten ayırma
demokrasi kavramı kadar, herkesin istediği yere anlamında laikliğin, İslam’da devletten ayrılacak bir
çektiği ve birbirine karşıt çeşitli tanımlamaların kilise olmadığından, İslam’da bir karşılığı olmadığını
yapıldığı bir kavramdır laiklik de. Fakat bu demek açıklıyor. ( H. Hanefi, 1995, s. 163-65). Seyit Kutb da laikliğin
değildir ki, laikliğe ilişkin bir tanım yapmamız mümkün Hıristiyanlığa özgü olduğu, İslam toplumunda yeri
değildir. Laiklik tanımlamamıza geçmeden önce, olmadığı gibi gerekçelerle laikliğe karşı çıkıyor. (Samir
tartışmanın zenginliğini göstermek açısından, hem Amin, Avrupa Merkezcilik: Bir İdeolojinin Eleştirisi, İstanbul, Ayrıntı
Türkiye’den hem de Türkiye dışından konuya ilişkin Yayınları 1993, s. 136.)
değerlendirmelere örnek vermeyi yararlı gördük.
İslamcı yazarlardan Abdurrahman Dilipak, çok
A ) Laikliğe Karşı Çıkan Görüşler
sık kullanılan, Müslüman bir ülke olan Türkiye’de
Bu karşı çıkışlar, genel olarak dinsel temelli bir ruhban sınıfı olmadığı gerekçesiyle batı tipi bir
yaklaşımlardan/ tutumlardan kaynaklanmaktadır; laikliğin Türkiye’de uygulanamayacağını savunur.
fakat aynı zamanda laikliğin anlamının yanlış (Abdurrahman Dilipak, Laisizm, İstanbul, Beyan Yayınları, 1991,
anlaşılmasından/ çeşitli ülkelerdeki uygulamaya s. 43-4.) Rasim Özdenören (Meeker’e göre, Rasim Özdenören,
bakarak yani olması gerekene değil de olana Ali Bulaç ve İsmet Özel, “çağdaş Türk deneyiminin etkili bir ifadesi
bakarak laikliği, bir baskı mekanizması, devletin olarak İslami söylemi harekete geçirmeyi amaçlayan en üretken üç
kitleleri manipüle etmesinin ideolojik bir aracı olarak Müslüman aydın”dır: Michael E. Meeker, “Türkiye Cumhuriyeti’nde
görmekten ileri gelen karşı çıkışlar da vardır. (Bu çalışma, Yeni Müslüman Aydınlar”, Çağdaş Türkiye’de İslam, der. Richard
Tezkire dergisinin 45. sayısında (Ekim/Kasım 2006) yayımlanan
Kavramsal Tartışmalar Sağanağında ‘Laiklik Nedir Ne Değildir?’
başlıklı makalenin çeşitli değişikliklerle sadeleştirilmiş halidir.)
Tapper, İstanbul, Sarmal Yayınları, 1993, s. 271. Bu yazarlar
hakkında daha geniş bir değerlendirme için bkz. M. E. Meeker, a.g.e.,
s. 272-287. ) de, laikliği, doğduğu topraklara bakarak,
Kahire Üniversitesi Profesörlerinde Hasan Hanefi, kilise otoritesiyle devlet otoritesinin ayrışması olarak
laikliğin, Batı’da baskıcı bir ortamda ortaya çıktığını tanımlıyor. (Rasim Özdenören, “Laiklik İdeoloji mi?”, İslami
24
Şubat 2014
Araştırmalar, 1995, C. 8, S. 3-4, s. 202.) Yazar, yine Fransa’daki
laikliğe aykırı bazı uygulamalara bakarak, laiklik
ve vicdan özgürlüğünün birbirini zorunlu olarak
gerektiren, birbirinin mütemmim cüzü olan kavramlar
olmadığı sonucuna varmaktadır. (R. Özdenören, a.g.m., s.
204. Yazar, demokrasinin de Batı’ya ait olduğu, “ Irkçı, sömürücü,
sınıflı, ayrımcı bir toplumsal ve siyasal yapıya yer vermeyen İslam’ın
demokrasiye de yabancı kalacağı” görüşünü savunmaktadır:
R. Özdenören, a.g.m., s. 205.) Çok hukukluluğu savunan
Ali Bulaç da, laikliğe, din ve devleti ayırmasının
“sakınca”ları dolayısıyla karşı çıkmakta. Bulaç’a göre
bu ayrım, “ bireyin ve bir dine mensup toplulukların
özel ve kamu hayatlarını tam ortasından bölmekte,
özel hayatı dine ayırırken, kamusal alanı seküler
güçlerin tasarrufuna terk etmektedir. Bu, özel hayat
yanında; sosyal, ekonomik, genel kamusal hayat
konusunda, amir hükümleri olan dinler ve bu arada
İslam’a mensup Müslümanlar için açık bir zulümdür”
(Ali Bulaç, “İslam ve Modern Zamanlarda Din- Devlet İlişkisi”,
Cogito, 1994, S.1, s. 85.)
B ) Laikliği Savunan Görüşler
J. Baubérot, Fransa’daki durumu değerlendirirken,
laikliğin bir çatışmanın meyvesi olduğu gibi bir
uzlaşmanın da meyvesi olduğunu (Jean Baubérot, “Fransa:
‘Laik Cumhuriyet’”, Avrupa Birliği Ülkelerinde Dinler ve Laiklik, der.
Jean Baubérot, çev. Fazlı Arabacı, İstanbul, Ufuk Kitapları, 2003,
s. 99.) ve bu kavramın, çok boyutlu, hukuki kuralların
düzenlenmesinden bir arada yaşama sanatına kadar
uzanan küresel bir fenomen olduğu tespitini yapar. (J.
Baubérot, 2003, s. 35.) Edgar Morin de, laikliği, “ hoşgörü
ve düşüncelerin tartışıldığı çoğulcu bir kamusal
alanın oluşturulması ve savunulması” biçiminde
tanımlamaktadır. (J. Baubérot, 2003, s. 36.)
Jean- Michel Belorgey, laikliği savunurken dinsel
inançlar açısından, oldukça özgürlükçü bir tavır
sergilemekte ve laikliğin, dinsel özgürlüğün iki
boyutunu, dini öğretme ve inançları ifade etme
özgürlüğünü, içerdiğini, aynı zamanda, din- devlet
ayrılığının, devletin bir dine mensup vatandaşlarının
dinsel hayatlarını geliştirecek projelerine yardım
hakkını reddetmesi anlamına gelmeyeceğini
savunmaktadır. (Jean Michel Belorgey, “Laiklik ve Demokrasi
Açık Bir Toplumda Laiklik”, Laiklik ve Demokrasi, der. İbrahim Ö.
Kaboğlu, Ankara, İmge Kitabevi, 2001, s. 38.) Belorgey, çok
yerinde bir tespitle, laikliğin, “hiçbir şekilde din karşıtı
bir mücadele veya dinin özele itilmesi” olmadığının;
fakat bununla birlikte, “devletin dinin yönetimini eline
alması da” olmadığını vurgular. (J. M. Belorgey, a.g.m., s.
44.)
Alain Bockel, laikliği, beraberce yaşayabilmenin ve
hoşgörülü bir toplumun garantisi olarak görür. Ona
göre, laiklik, bir taraftan insanları özgür bırakarak
25
birbirlerine yakınlaşmalarını temin eder, diğer taraftan
da bu insanlardan kimliklerinin çok belirgin çizgilerini
belirtmekten kaçınmalarını isteyerek bir arada var
olmanın zeminini sağlamaya çalışır. (Alain Bockel, “Laiklik
ve Anayasa”, Laiklik ve Demokrasi, der. İbrahim Ö. Kaboğlu, Ankara,
İmge Kitabevi, 2001, s. 55.) Olivier Abel de, laikliği bir arada
yaşamanın, hatta bir adım daha ileri giderek hayatta
kalmanın koşulu olarak görür ve laikliğe mahkûm
olduğumuzu savunur. (Olivier Abel, “Dinlerin Etiği Olarak
Laiklik”, Avrupa’da Etik, Din ve Laiklik, çev. Sosi Dolanoğlu ve
Sera Yılmaz, İstanbul, Metis Yayınları, 1995, s. 32.) Ona göre,
“birbirlerinden oldukça farklı unsurların toplamı olan
toplumlarımızda laiklik, toplumsal yaşantının kırılgan
ancak aşılmaz koşuludur” da. (O. Abel, a.g.m., s. 27.) Bu
koşulu şöyle anlamlandırmaktadır Abel: “Laiklik,
din karşıtı bir gücün siyaseti dinden ayırmasından
çok, çoğul inanç ya da ideolojilerin (dinsel ya da
din karşıtı) başkaları adına yaşama iddiasından
birlikte vazgeçmeleri ve olası bir toplumda birarada
var olmalarına olanak sağlayacak kuralları birlikte
aramaları hareketidir.” (Oliver Abel, “Laiklik Ne Demektir”,
Defter, 1990, S. 13, s. 59.) Ayrıca, laik bir devletin dine
müdahalesinin (Diyanet’in, yurtdışındaki göçmenlere
imam göndermenin ve nüfus cüzdanlarında din
hanesinin vs.) olamayacağının (O. Abel, 1995, s. 31.) ve
laiklik açısından azınlık haklarının öneminin altını
çizmektedir. (O. Abel,1990 s. 63.) Laikliği entelektüel ve
kültürel bir hareket olarak gören Mohammed Arkoun
da, laikliğin, her türlü maneviyatın reddedilmesi, dine
ve dinsel olan her şeye karşı bir düşmanlık şeklinde
algılanmasını, haklı olarak, eleştirmektedir. (Mohammed
Arkoun, “İslam’ı ve Laikliği Bugün Yeniden Düşünmek”, Avrupa’da
Etik, Din ve Laiklik, çev. Sosi Dolanoğlu ve Serra Yılmaz, İstanbul,
Metis Yayınları, 1995, s. 20.)
Türkiye’deki tartışmalara baktığımızda, laikliği
savunanlar arasında en çok kabul gören tanımın, “din
ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklindeki
tanım olduğu görülmektedir. Anayasa’da, Anayasa
Mahkemesi ve Yargıtay kararlarında da yerini alan
bu tanım, yalnızca Kemalistlerin değil, değişik
fikirlerden birçok kişinin de çok sık başvurduğu bir
tanımdır. İlginç olan bir şey de, devlet- din ayrılığını
devletin dini kontrol etmesi şeklinde anlayanların
azımsanamayacak sayıda olmalarıdır. Elbette ki, bu
paradigmanın dışından bakanlar da vardır, fakat
bunlar Türkiye’de az sayıdadır.
Necat Erder, din meselesini değerlendirdiği
makalesinde,“dini ferdi bir vicdan meselesi olarak kabul
etmek ve bunun sosyal düzende ve müesseselerdeki
tezahürlerini bertaraf etmek şeklinde bir müdahale
yapmak zorundayız. İnkilâp umdelerinde lâyıklık
prensibinin bu şekilde anlaşılması ve tatbik edilmesi
Şubat 2014
icabeder” görüşünde ısrarcıdır. (Necat Erder, “Din Meselesi”, gerek ‘devlete bağlı din’ sistemlerini reddeden, din ve
devlet işlerini alan olarak birbirinden tamamen ayıran
Coşkun Kırca da, laikliği - Türkiye bakımından bir yönetim sistemidir” demesine rağmen, Diyanet’in,
– devletin dine müdahalesi şeklinde anlayanlardandır. “Türkiye’nin özellikleri sebebiyle ortaya çıkmış
“Bir devlet, sırf laik olmak için laik olmaz…ancak olan ve aslında laikliği zayıflatıcı değil, aksine onu
laiklikten belli amaçlar güttüğü için laik olur” diyen koruyucu nitelik taşıyan bir çözüm tarzı” olduğunu
Kırca’ ya göre, “Türkiye’de laik devlet sadece inançlar ileri sürer. (Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, 4. B., Ankara,
arasında tarafsız değildir; sadece dini dürtülerle Yetkin Yayınevi, 1995, s. 56.) S. Sami Onar, devletin dine
hareket etmemekle yükümlü değildir; aynı zamanda müdahalesine karşı çıkanlardandır. Ona göre, “(l)aiklik
bu ilkeler saygılı olabilmesi için, dini faaliyetleri prensibi Devletin din aleyhine bir cephe alması demek
kontrol altında tutmak zorundadır.” (Coşkun Kırca, “Türk değildir. Bu, Devlet ve idare teşkilatının bitaraflığının
Usulü Laiklik”, Milliyet, 07. 03. 1990.) Bu, özgürlüklerden yana ve vicdan hürriyetinin tabii bir neticesidir. Lâikliğin
değil, “kutsal devlet” menfaatlerinden yana konan bir hukuk bakımından ifade ettiği mâna Devletin din
tavırdır. Kırca’nın, “(d)evlet…insanoğlunun en asil işlerine müsbet veya menfi bir şekilde yani lehte veya
değerlerini nefsinde toplayan ve bu değerler için aleyhte müdahale etmemesi demektir.” (S. Sami Onar,
vatandaşın kendisini ‘feda’ etmesinin gerekebileceği İdare Hukukunu Umumi Esasları, C. 2, 3. B., İstanbul, İsmail Akgün
inancına dayanan bir üst değerdir” (Yüksel Taşkın, “Coşkun Matbaası, 1966, s. 719.)
Kırca”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Kemalizm, C. 2, 2. B.,
Lütfi Duran da, laikliğin devletin dine müdahalesine
İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2002, s. 575.) tespiti de, bunun izin vermeyeceğini savunur. Ona göre, “laik devlet,
daha açık bir kanıtıdır.
yasama yetkisini kullanırken, din kurallarını göz
Mümtaz Soysal, laikliğin, Türkiye’de, Batı’dakinden önünde tutmak ve emirlerine uymak mevkiinde
farklı olarak, “dinin toplum işlerinden, toplumsal olmadığı gibi; yürütme ve idare fonksiyonları arasında,
görevlerinden sıyrılıp ‘vicdanlara itilmesi’, kişilerin iç dini hizmetler ve faaliyetler yapmamak zorundadır.”
dünyalarından dışarılara taşmayan bir inançlar bütünü (Lütfi Duran, “Bizde Laiklik”, Cumhuriyet, 8 Mart 1965.)
sayılabilmesi” gibi bir “unsur” taşıdığını belirtmektedir.
Bülent Daver’e göre, laiklik, dini ve dünyevi
(Mümtaz Soysal, 100 Soruda Anayasa’nın Anlamı, 11. B., İstanbul, otoritelerin
birbirinden tamamen ayrılmasını,
Gerçek Yayınevi, 1997, s. 172.) Yine, Soysal’a göre, “dinin din işlerinin bireysel, özel bir sorun sayılarak
toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin düzenlenmesinin cemaatlere bırakılmasını; devletin
daha sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi” dinler karşısında tarafsız kalmasını ve muhtelif dinlere
için de devlet bünyesinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olanlar arasında hiç bir ayrım yapmamasını,
yer verilmiştir. (M. Soysal, a.g.e., s. 174.)
böylece din özgürlüğünün sağlanmasını, buna karşılık
Yavuz Sabuncu, laikliği, “ kısaca, din ve devlet dinsel otorite, ilke ve inançların da hiçbir biçimde
işlerinin birbirinden ayrılması ve bu yolla din ve devlet ve dünya işlerine karışmamasını gerektiren bir
vicdan özgürlüğünün sağlanması” biçiminde ilkedir. (Bülent Daver, Layiklik, Ankara, Son Havadis Matbaası,
tanımlamaktadır. (Yavuz Sabuncu, Anayasaya Giriş, 9. B., 1955, s. 8.)
Ankara, İmaj Yayıncılık, 2003, s. 118.) Ayrıca, ona göre de,
Laikliği savunan muhafazakâr çevreler içinde, en
“gerek İslam dininin kendine has özellikleri, gerekse kapsamlı laiklik değerlendirmesi yapanların başında
Türkiye’nin tarihsel koşulları, Türkiye’de dinsel yer alan A. Fuat Başgil (Ahmet İnsel, muhafazakâr çevrelerin
hizmetlerin devlet hizmetlerinden tamamen ayrılarak, laiklik konusundaki tavrının en kapsamlı özetini, Başgil’in yaptığını
tümüyle bağımsız, cemaat örgütlerine bırakılmasına kaydediyor. Bkz. Ahmet İnsel, “Laiklik, cumhuriyet ve sosyalist
olanak vermemektedir.” Bu sebeple, devletin idari hareketler”, Birikim, 1989, S. 2, s. 29.), laikliği, din özgürlüğünün
yapısı içerisinde, Diyanete yer verildiğini belirten bir güvencesi olarak görür. Ona göre, laiklik, Batı’da
Sabuncu; buradaki esas amacın, “dini inançları kişinin olduğu gibi, “din ile devletin ayrılması ve devletin
vicdanında tutma olarak özetlenebilecek olan laiklik din, dinin de devlet işlerine karışmaması; memlekette
politikasının gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak” mevcut ve maruf din ve mezheplere karşı devletin
olduğunu savunur. (Y. Sabuncu, a.g.e., s. 125.) Tanör tarafsız bir vaziyet alması, bunlardan hiçbirini, diğeri
de, Diyanetin, Kemalist laiklik anlayışını kitlelere aleyhine olarak, hususi surette imtiyazlandırmaması;
götürücü bir tramplen, bir araç görevi görmüş olması buna mukabil, dinin de devlete karşı, nisbi de olsa,
dolayısıyla yararlı olduğunu ifade eder. (Bülent Tanör, bir muhtariyet içinde ahlaki ve manevi hayatın nizamı
“Laiklik, Cumhuriyet, Demokrasi”, Laiklik ve Demokrasi, der. İbrahim olarak hüküm sürmesidir.” (A. Fuat Başgil, Din ve Laiklik, 3. B.,
Ö. Kaboğlu, Ankara, İmge Kitabevi, 2001, s. 29- 30.) Aynı şekilde, İstanbul, Yağmur Yayınevi, 1977, s. 161.) Başgil, ısrarla, laikliğin
Özbudun da, laikliğin, “ gerek ‘dine bağlı devlet’, bir din düşmanlığı olmadığını (A. FuatBaşgil, a.g.e., s. 164.)
Forum, 1956, C. 5, S. 52, s. 10.)
26
Şubat 2014
ve din ile devletin birbirine karşı özerkliğinin laikliğin olan makam yine devletin kendisidir. Üstelik modern
bir gereği olduğunu vurgular. (A. Fuat Başgil, a.g.e., s.171. devletin “işi”nin sınırlarının ne olduğunu bir kenara
Ahmet İnsel, Başgil’in görüşlerinde çelişkiler bulunduğunu belirtir. bıraksak bile, din işi denilen şey, Tanrı’nın yeryüzüne
“ Başgil ve onu izleyen muhafazakâr yazarlar için, devlet topluma inip de, “bu benim işimdir” dediği bir şey olmadığına
dini konularda müdahale etmemeli, buna karşılık toplumsal güçler göre, “din işi”nin ne olduğunu, nerede başlayıp nerede
de kendi değerlerinin devletleşerek, genel ve zorunlu değerler bittiğini net bir biçimde ortaya koyabilecek olan
olmasını talep etmemelidirler. Buna karşılık eğitim geleneksel ahlak kimdir? Bunun, basitçe geçiştirilebilecek bir konu
içinde verilmelidir. Geleneksel ahlak içinde din etmeni belirleyici olduğunu düşünmemekteyiz. Cangızbay’ın işaret
olduğu ölçüde…laikliği tartışmalı bir eğitim sistemi teklif” edilmiş ettiği gibi, dinsel olan, hiçbir zaman kendi içinde/
olunacaktır: A. İnsel, a.g.m., s. 29. Ayrıca Başgil’in görüşlerinin ontolojik açıdan dinsel değildir; dinsellik ‘öyle olarak
Kemalist bir eleştirisi için bkz. Özer Ozankaya, Türkiye’de Laiklik bilmeye/ tanımaya bağlı’ (gnozeolojik) bir kategoridir.
Atatürk Devrimlerinin Temeli , 6. B., İstanbul, Cem Yayınevi, 1995,
s. 105- 116.)
(Kadir Cangızbay, Çok- hukukluluk, Laiklik ve Laikrasi, Ankara,
Liberte Yayınları, 2002, s. 67.) Yani, bir şeye dinsel bir
II ) LAİKLİĞİN KAVRAMSAL AÇIDAN YENİDEN
İNŞA DENEMESİ
Yukarıda da görüldüğü gibi, konu hemen
herkesçe tartışılmış ve birbirine karşıt değişik fikirler
ileri sürülmüştür. Laikliği savunur görünenlerin bir
kısmınca, laiklik kavramı daha anlaşılmaz, müphem
bir kavram haline getirilmekte, dayandığı temeller
aşındırılarak, bilerek veya bilmeyerek, laiklik gerçek
anlamına uzak farklı bir öğreti haline getirilmekte
ve bu, devletin baskıcı, toplumu bütün veçheleriyle
düzenleme doğrultusundaki eylem ve işlemlerine
teorik bir dayanak sunmaktadır.
Laikliği savunur görünen kimi görüşler, laik siyasal
iktidarın içinden çıktığı koşullara, yani kiliseden
bağımsızlaşma ve onun siyasal ve sosyal hayat
üzerindeki etkisinin kırılması mücadelesinin verildiği
döneme bakarak, laikliği, dine karşı bir mücadele,
başka bir biçimde söylersek, dinin siyasal ve sosyal
alandaki her türlü görünümünü/ etkisini ortadan
kaldırmak ve onu vicdanlara ‘hapsetmek’ şeklinde
anlamakta/ teorize etmektedirler. İlginç olan ve bizi
yanıltmaması gereken şey; kimileri, devletin dine
müdahalesini, onu denetim altına almasını açıkça
dillendirirken, bazılarının bunu, dolaylı biçimlerde,
tarihsel- toplumsal zorunluluk vb. gerekçelerle
meşrulaştırmaya çalışıyor olmasıdır. Bizce, bu
yaklaşımın temelinde, devleti topluma karşı koruma
‘güdüsü’ yatmaktadır. Bu yaklaşım, halkın “gerici”,
“cahil” bir yığın olduğu ve laikliğin, devletin bu
yığını (onun adına, onun için) “uygarlaştırma”sının
“bilimsel”, “rasyonel” bir aracı olarak kullanılabileceği
algılamasına dayanır.
Türkiye’deki, laiklik konusunda var olan paradigma,
nasıl çeşitlendirilirse çeşitlendirilsin, esasta “din ve
devlet işlerinin ayrılığı” tanımına dayanmaktadır.
Bu tanımı yaptıktan sonra, artık devletin dine
müdahalesini, onu denetlemesini açıktan savunmaya
hiç de gerek kalmamaktadır. Çünkü burada, “din işi”
denilen ile “devlet işi” denilenin ayrımını yapacak
değer ancak “yüklenebilir” ya da “verilebilir”; bu fiiller
bize, bir şeyin “dinsel” / “din işi” olup olmamasının, o
şeyin kendi iç özelliklerinin bir sonucu olarak ortaya
çıkmadığını, dışarıdan birileri, başka bir ifadeyle,
seküler güçler tarafından yapılabilmekte olduğunu
göstermektedir. Müslümanların yaşamadığı, İslam’ın
bilinmediği bir coğrafyadan gelen biri için, camide
okunan ezan, bir tür müzik, belki ağır makamda
söylenen bir nevi şarkı olarak değerlendirilebilecektir.
Başka bir örnek verecek olursak, bir taş yığını,
ancak birileri tarafından, kutsallık atfedildiğinde, bir
mabet halini alabilir. Bu birinci gerçekliktir. İkincisi
de, açıkça söylemek gerekir ki, dinsel değerler, işler,
edalar, kültürel bir özellik taşır; bunlar kültürün dışına
atılamaz, kültürden soyutlanamazlar. Altını çizerek
söylersek, dinsel dediğimiz- din işi dediğimiz şeyler,
aynı zamanda kültüreldir de ve bu durum “tesadüfi ve
arızi, yani olumsal (contingent, ‘olabilir de- olmayabilir
de’) bir durum değil, varlıksal bir zorunluluktur…
dinsel olan mutlaka kültüreldir de.” (K. Cangızbay, 2002,
27
s. 68.)
Biraz daha açacak olursak, din insanların, oturup
kalkmasından tutun da, traş olma şekline, yeme içme
alışkanlıklarına, selamlama, acı- sevinç- şaşkınlık
belirten ünlemlerine kadar hemen hemen bütün
davranış modellerine etki etmektedir. Öyle ki, dinin,
kültürle olan bu iç içeliği, belli bir kültürel yapı içinde
yetişmiş ve bir eşikten sonra bu yapıya ait olan dini
inançları, felsefi olarak reddetmiş, örneğin ateizmi
benimsemiş bir kişinin bile, çoğu zaman yaşamında
dinsel kökenli alışkanlıkları devam ettirmesinde
rahatlıkla görülebilmektedir; bu, aynı zaman da
kültürel birikimlerin kişi üzerindeki etkisidir de. Bu
açıdan bakılınca, kökleri binlerce yıla dayanan dinsel
değerlerin, kişi ve toplum hayatı üzerindeki etkisi,
ister istemez siyasal alanda da kendini gösterecektir;
bu da gayet anlaşılır bir durumdur. Bakır Çağlar’ın,
“hukuk düzeni ile dini sistemler arasında, yer yer,
açık ya da örtülü birbirine karışmalar görülür. Sosyal
Şubat 2014
kültürlerde varolan dini değerler, hukuk düzenlerini,
hukuk politikalarını da etkilerler” (Bakır Çağlar, “Türkiye’de
Laikliğin ‘Büyük Problem’i Laiklik ve Farklı Anlamları Üzerine”,
Cogito, 1994, S. 1, s. 113. Gözler’e göre de, “laik hukuk sistemlerinde,
her zaman dini kökenli hukuk kuralları bulunmuştur ve halen de
bulunmaktadır. Örneğin hafta sonu tatillerinin Cumartesi ve Pazar
günleri olması tamamıyla dini kökenlidir.” Kemal Gözler, Türk
Anayasa Hukuku, Bursa, Ekin Kitabevi, 2000, s. 149.) şeklindeki
tespiti de bu söylediklerimizi teyit etmektedir
(Aşağıda değineceğiz, fakat bir yanlış anlaşılmayı
önlemek için bu noktada küçük bir parantez açmayı
gerekli görüyoruz: ‘Siyasal hayat üzerinde- hukuksal
düzenlemelerde dinsel etki ve izler görülebilir’
demekle, bu alanların meşruiyetini dinden almasını,
kendilerini dine dayandırmasını savunmak bambaşka
şeylerdir; ki, bu son söylediğimizin laiklikle bağdaşma
imkanı yoktur).
Bu tespitlerimiz göstermektedir ki, kültürel olanın
her tarafında bulunabilecek olan “din işi”, siyasal
iktidar sahiplerince, istenildiği zaman, yani kendi
iktidarlarının tehlikeye girdiği her vakit, “devlet
işi”ne karıştığı gerekçesiyle ve “aklın”, “bilim”in ve
“çağdaş”lığın da bir gereği olarak denetlenip baskı
altına alınabilecektir. Bu, şu anlama da gelmektedir:
Devlet, dinin, sosyal düzende ve müesseselerdeki
tezahürlerini bertaraf etmek ve onu olması gereken
yere, vicdanlara itmek için, toplumsal yapının bütünü
üzerinde bir baskı/ denetim mekanizması kurabilecek
ve bu otoriter ve totaliter yönetim anlayışını, laikliğin
bir gereği olarak meşrulaştırabilecektir. Oysa gerçekte
laiklik, ne adına olursa olsun toplumun baskı altına
alınmasının, tek-tip bir yaşam modelinin ve inançlardüşünceler sisteminin kabulüne zorlanılmasının bir
aracı değil, özgürlüklerin önünü açmanın, farklı inançdüşünce ve dinlerin bir arada yaşayabileceği barışçılçoğulcu bir zeminin oluşturulmasının bir yöntemi
olarak anlaşılmalıdır. (Erkan Akın’a göre de, “laiklik, Kemalizmin
yaptığı gibi dinsel olanı devlete ait olandan ayırt etmek için bir
kriter ortaya koymaya çalışmak olarak değil, ister çağdaşlaşma,
ister akılcılık, ister pozitif bilim adına olsun, devletin sivil topluma
müdahalesini en aza ve ya hiçe indirgemek olarak anlaşılmalıdır”:
Erkan Akın, “Kemalizm, Laiklik,Halkçılık ve Demokrasi”, Türkiye
Günlüğü, 1990, S. 13, s. 80. ) Tam da bu sebeple, demokratik
bir sistem, laik olmaya da mahkûmdur.
Din ve devlet işlerinin ayrılığı söylemi ile aynı
işleve sahip olan bir başka retorik de, dinin vicdani bir
mesele olduğu, , kişilerin iç dünyalarından dışarılara
taşmayan bir inançlar bütünü olarak kabul edilmesi,
bunun için vicdanlara itilmesi gerektiği şeklindeki
söylemdir. Bunun da, devletin müdahalesine açık bir
çek verdiği gün gibi ortadadır. Dinin salt bir vicdan
değil, akıl meselesi de olabileceği şeklinde bir teolojik
28
tartışmaya burada yer verme imkânımız yoktur; fakat
yukarıda da ortaya koymaya çalıştığımız gibi, dini
inançlar, tabiiyetiyle, vicdanın dışına çıkacaktır. Kişinin
inançları, davranış biçimlerine, sosyal ilişkilerine
yansıyacaktır.
M. Ali Kılıçbay da, “Laiklik Türkiye’de söylendiğinin,
ders malzemesi olarak ezberletildiğinin tersine, din
ile devlet işlerinin ayrılması; uygulandığının aksine
devletin dini kendi bünyesinin içine alarak denetlemesi
değildir” (M. Ali Kılıçbay, “Laiklik, Siyaset ya da Uygarlık
Değiştiren Toplumun Su Yüzündeki Kavgası” Türkiye Günlüğü,
1990, S.13, s. 64.) demektedir; öyleyse nedir bu enigmaya
dönüşen paradigma? Cumhuriyetin başından beri,
en çok tartışılan konulardan biri olmasına rağmen,
üzerinde ciddi bir mesafe alınamamış olan laiklik,
kavramsal olarak nasıl temellendirilmelidir? Laiklik,
devletin tarafsızlığını ifade eden bir prensip midir,
yoksa toplumu “aydınlatma” işinin aktif, militan bir
aracı mıdır? Laiklik, özellikle Türkiye gibi toplumlarda
“çözümü olmayan bir problem” (Mümtaz Soysal, “ Türkiye
gibi dine dayalı toplumda laik bir toplum yaratmaya çalışmak,
çözümü olmayan bir problemi yapmaya kalkmaktır. Hiçbir zaman
da biz bu problemi çözemeyiz” demektedir: Mümtaz Soysal,
“Laiklik Problemini Çözemeyiz”, Güneş, 14 Ocak 1990. Biz, Soysal’ın
bu ifadelerinden, farklı bir okumayla, iki anlam çıkarmaktayız:
Birincisi, toplum laikleştirilmeye çalışılmıştır, yani laiklik, Türkiye’de
siyasal- hukuksal bir ilke olmaktan ziyade, “yeni” bir toplum
yaratmanın ideolojisi olarak kullanılmıştır. İkincisi, bu “proje” çok
ciddi bir problem doğurmaktadır; öyle ki, proje başarısız olmuştur
veya olmaya mahkûmdur.) midir, gerçekten? İnsanların
bütün kültürel ve tarihsel bağlarıyla ilişkilerinin
koparılmasının, yaşamlarının her noktası ve anının
“başka birileri” tarafından düzenlenmesinin meşru
dayanağı haline getirilebilen bir kavram, bu biçimde
yaklaşılarak çözümsüz bırakılabilir mi?
Tartışmaya sondan başlayalım; bir kere, bir
takım“eleştiri”ler taşısa bile – ki bizce, meseleyi
köklerine inip ele almayan, değişiklik öngörmeyen
yaklaşım bir eleştiri değil, mevcudu sürdürmek için
eleştirir gibi yapmaktır- bu şekildeki bir yaklaşım,
var olan “çözümsüz” durumu meşrulaştırılmaktadır.
Çözümsüzlüğün kabulü, “birileri” adına benimsenmiş
bir çözümün konmamış adıdır. Örneğin, bir yerde
sürekli bir çatışma hali varsa, sizde üzülerek bunu
sonlandıracak bir yol olmadığını, üstelik bir aydın
olarak, ifade ediyorsanız bu, o çatışmada güçlü olan
lehine bir çözüm benimsemiş olmak ve zayıfın sürekli
mağdur olmasını kabul etmek anlamına gelir; başka
hiçbir şey değil.
İkincisi, çok sık yapılan bir yanlıştır: Laiklik bir
problem/ sorun değil, bir sorunsaldır. Her şeyden
önce bu ikisini ayırmak gerekir. “laiklik problemi/
Şubat 2014
sorunu” şeklindeki ifadelendirmeler, bilinçsiz bir
biçimde yapılan dil yanlışları olarak kabul edilip
geçiştirilebilirse de, bu tarz bir ifadelendirmenin,
sıradan yurttaşların zihninde bıraktığı etki, ilginç bir
araştırma konusu olur diye düşünüyoruz.
Üçüncüsü, altını kalın çizgilerle çizerek söyleyelim,
laiklik kavramı nötr bir içeriğe sahiptir. Bu anlamda,
toplumu, ne adına olursa olsun, dinsel- kutsal
değerlerinden arındırma, bu değerleri kontrol
altına alma, sınırlama, bastırma, ortadan kaldırma
gibi amaçlar gütmez, bu tür amaçlar için militanlık
yapmaz. Laiklik, toplumu dinsizleştirme yönünde
kullanılabilecek bir ideoloji değil; dinin/kutsalın,
devletin meşruiyet kaynağı olmaktan çıkarılmasını
güvence altına alan, hukuksal- siyasal bir ilkedir.
Erdoğan da,“(l)aiklik, sekülerleşme veya sekülarizmden
farklı olarak, sosyolojik değil, fakat yalnızca siyasalhukuki bir ilkedir. Gerçekten, laiklik toplumun veya
toplumsal bir durumun niteliği olmayıp, bir siyasal
örgütlenme biçiminin… bir ilkesi veya niteliğidir”
(M. Erdoğan, 1995, s. 184-5. ) vurgusunu yapar. Vergin de,
laikliğin felsefi bir erek, finalité olmadığını, özgürlük
gayesine ulaşmakta bir araç-kavram, bir sosyal barış
yöntemi olduğu fikrindedir. (Nur Vergin, “Din ve Devlet
İlişkileri: Düşüncenin ‘Bitmeyen Senfono’si”, Türkiye Günlüğü,
1994, S. 29, s. 17.) Ve
bu araç- kavram/ ilke, bütün dinler,
mezhepler, dini, tanrıyı reddeden düşünceler de dâhil
olmak üzere, bütün dini inanç, kanaat ve düşünceler
karşısında tarafsız davranmayı, birini yekdiğerine karşı
imtiyazlı kılacak veyahut da mağdur duruma sokacak
şekilde hareket etmemeyi zorunlu kılar.
Sonuç olarak, söylediklerimizi toparlar ve bir
tanım vermeye çalışırsak: Laiklik, siyasal ve dinsel
otoritelerin/kurumların birbirinden ayrılıp, birbirine
karşı özerklik kazandığı, egemenliğin tanrıya veya
daha kapsayıcı bir ifadeyle söylersek, kutsal olana
dayandırılmadığı, devletin siyasal örgütlenmesini,
hukuk düzenini, herhangi bir eylem ve işlemini
kutsal olan ile meşrulaştırmadığı, bununla birlikte de,
devlete, hukuk sistemini mutlak olarak dinsel olanla
örtüşmeyecek biçimde düzenleme, tamamen dinsel
olanın dışında düzenlemeler yapma (Hukuk düzeninin,
bu durum başlı başına laikliğe aykırı olarak kabul edilebilir mi? Ya
da cumanın, Türkiye’de hafta sonu tatili olarak kalması, laikliğe
halel getirir miydi? Aynı biçimde, Hicri takvimin, dinsel bir başlangıç
noktası olması, bu takvimin, devletin laik niteliğiyle uyuşmayacağı
dolayısıyla reddedilmesini mi gerektirir? Peki bu durum karşısında,
benzer bir anlama sahip olan Miladi takvimin de reddedilmesi
gerekmez mi?)
gibi bir zorunluluk da yüklemeyen
(Kanaatimizce, böyle bir yönelim, bir dini kaldırıp bunun yerine
“çağdaş”, “akılcı” resmi din/dinler yaratma riskini taşıyabilecektir.),
devleti dinler karşısında tarafsız bir konuma iterek,
farklılıkların(değişik inanç gruplarının), hiyerarşik
bir derecelendirmeye tabi tutulmadan, eşit koşullar
içerisinde bir arada yaşamasının güvencesi olan
bir ilkenin adıdır. Laikliğin özünde, dinsel olan her
şeyle uzlaşmaz bir çelişki görmek doğru değildir.
Laikliğin karşı çıktığı şey, dinsellik/ kutsallık değil,
bunların eşitsiz ilişkiler yaratacak bir hak ölçütü, bir
imtiyazlandırma ve/ veya tahakküm aracı haline
getirilmesidir. Cangızbay’ın güzel bir biçimde ifade
ettiği gibi, “ laikliğin derdi, ne şu kültle (tapınıyla), ne
bu kültle, ne de kültlerin kendisiyle değil, herhangi
bir kült adına insanların zapturapt altına alınmasıyla/
alınmak istemesiyledir: hem de bu kült ister dinsel
olsun, isterse de profan (lâdini/ din-dışı).” (K. Cangızbay,
2002, s. 74.) Kesin olan bir şey var ise, o da laikliğin,
insanların yaşamlarını, devletin tercih ettiği/ dayattığı
modellere karşı, kendi inançları doğrultusunda
örgütleyebilecekleri bir özgürlükler manzumesi
olduğudur (B. Çağlar’ın, laikliği, “haklara sahip olma hakkı”
şeklinde tanımlamasının da, yaklaşımımızla paralellik gösterdiğini
Bu özgürlük tabi
ki herkesin her istediğini yapabilmesi anlamında bir
“serbesti” demek değildir. Her şeyden önce “öteki”lerin
hak ve hürriyetlerini baskı altına alınmaması/ ihlal
edilmemesi gerekir. İnsan hak ve hürriyetlerini
ortadan kaldırmaya yönelen bir dini anlayışa/
yoruma, devlet, “laik” niteliği dolayısıyla, “aman dini
vecibesini engelleyerek laikliğime halel getiririm”
diyerek seyirci kalmayacaktır elbette. Örneğin, bir
din, ayinlerinde insan kurban edilmesini emrediyorsa,
devlet buna müdahale etmeyecek midir? Ülkemizde
yaşanan Hizbullah terörünün failleri, kendi İslami
dinsel olanla örtüşebileceği noktaların olabileceğinin söylenmesi, yorumlarına dayanarak, insan kaçırmayı, hapsetmeyi,
bazı Avrupa devletlerinde yapıldığı gibi, dinsele devletin varlığını işkence yapmayı ve nihayetinde öldürmeyi meşru
meşrulaştırmaya yönelik bir işlev yüklenmesi anlamına gelmediği, görüyorlardı; bunu dinin gereği sayıyorlardı. 1993
yaptığımız tanımın bütünü göz önüne alınarak değerlendirildiğinde yılında, Sivas’ta “birileri”, kendilerinden saymadıkları
açığa kavuşacaktır. Bu örtüşmenin anlamını açıklamak için örnek “ötekileri” Allah ve din adına katletmişlerdi. Hemen
verecek olursak, pazar gününü Hıristiyanların dinsel tatili olmasına her Ramazan ayında –özellikle üniversitelerdekarşın, Fransa’da bu gün resmi hafta tatili olarak kabul edilmiştir; oruç tutan (en azından böyle görünen) kişiler
29
düşünüyoruz. Bkz. B. Çağlar, 1994, s. 113.)
Şubat 2014
içinden “birileri”, oruç tutmayanlara karşı çeşitli
biçimlerde (oruç tutmaya zorlama, yeme- içmelerinin
engellenmesi vb.) tacizkar/ saldırgan davranışlarda
bulunmaktadırlar. Bu kişilerin, bu tür eylemleri dini
inançlarına dayandırmaları, devletin bu zapturapta
karşı çıkmayacağı anlamına gelmiyor; bilakis laik
devlet bu tür baskıların önüne geçecektir/ geçmelidir;
bunlara karşı vatandaşın güvencesi olacaktır/
olmalıdır.
İkinci ve önemli bir şey de kamu düzenini tehdit ve
ihlal edecek eylemlerde bulunulmaması gerekliliğidir.
Tabi bu sorun kolay çözümlenebilecek bir şey değildir.
Her devlet modelinin kendine özgü bir kamu düzeni
anlayışı bulunmaktadır. Örneğin, diktatörlüğün
egemen olduğu bir rejimde de devletin bir kamu
düzeni bulunmaktadır ve belki burada bir ırkın/
dinin mensuplarının sokaklarda dolaşması bile kamu
düzenini ihlal eden bir davranış olarak tanımlanmış
olabilir. Böyle çetrefilli bir konuda, bizim yaklaşımımız
özetle şu şekildedir: Özgürlükler kamu düzenlerine
bakılarak tanımlanıp biçimlendirilmemelidir, kamu
düzenleri ancak özgürlükler esasında düzenlenipbiçimlendirilmelidir; bu, gerçek bir demokrasinin de
temelidir.
Ankara: İmge Kitabevi.
Bockel, Alain, 2001, “Laiklik ve Anayasa”, Laiklik ve Demokrasi,
der. İbrahim Ö. Kaboğlu, Ankara: İmge Kitabevi.
Bulaç, Ali, 1994, “İslam ve Modern Zamanlarda Din- Devlet
İlişkisi”, Cogito, S.1
Cangızbay, Kadir, 2002, Çok- hukukluluk, Laiklik ve Laikrasi,
Ankara: Liberte Yayınları.
Çağlar, Bakır, 1994, “Türkiye’de Laikliğin ‘Büyük Problem’i Laiklik
ve Farklı Anlamları Üzerine”, Cogito, S. 1
Daver, Bülent, 1955, Layiklik, Ankara: Son Havadis Matbaası.
Dilipak, Abdurrahman, 1991, Laisizm, İstanbul: Beyan Yayınları.
Duran, Lütfi, 1965, “Bizde Laiklik”, Cumhuriyet, 8 Mart 1965.
Erdoğan, Mustafa, 1995, “Sekülarizm, Laiklik ve Din”, İslami
Araştırmalar, C. 8, S. 3-4
Erder, Necat, 1956, “Din Meselesi”, Forum, C. 5, S. 52
Gözler, Kemal, 2000, Türk Anayasa Hukuku, Bursa: Ekin Kitabevi.
Hanefi, Hasan, 1995, “Laiklik ve İslam”, İslami Araştırmalar, C.8,
S. 3-4.
İnsel, Ahmet, 1989, “Laiklik, cumhuriyet ve sosyalist hareketler”,
Birikim, S. 2.
Kılıçbay, M. Ali, 1990, “Laiklik, Siyaset yada Uygarlık Değiştiren
Toplumun Su Yüzündeki Kavgası”, Türkiye Günlüğü, S.13.
Kırca, Coşkun, 1990, “Türk Usulü Laiklik”, Milliyet, 07. 03. 1990
Meeker, Michael E., 1993, “Türkiye Cumhuriyeti’nde Yeni
REFERANSLAR:
Müslüman Aydınlar”, Çağdaş Türkiye’de İslam, der. Richard Tapper,
Abel, Olivier, 1995, “Dinlerin Etiği Olarak Laiklik”, Avrupa’da Etik,
İstanbul: Sarmal Yayınları.
Din ve Laiklik, çev. Sosi Dolanoğlu ve Sera Yılmaz, İstanbul: Metis
Onar, S. Sami, 1966, İdare Hukukunu Umumi Esasları, C. 2, 3. B.,
İstanbul: İsmail Akgün Matbaası.
Yayınları.
Ozankaya, Özer, 1995, Türkiye’de Laiklik Atatürk Devrimlerinin
Oliver Abel, 1990, “Laiklik Ne Demektir”, Defter, S. 13
Akın, Erkan, 1990, “Kemalizm, Laiklik,Halkçılık ve Demokrasi”,
Temeli , 6. B., İstanbul: Cem Yayınevi.
Özbudun, Ergun, 1995, Türk Anayasa Hukuku, 4. B., Ankara:
Türkiye Günlüğü, S. 13
Amin, Samir, 1993, Avrupa Merkezcilik: Bir İdeolojinin Eleştirisi,
Yetkin Yayınevi.
Özdenören,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Arkoun, Mohammed, 1995a, “İslam’ı ve Laikliği Bugün Yeniden
Düşünmek”, Avrupa’da Etik, Din ve Laiklik, çev. Sosi Dolanoğlu ve
Rasim,
1995,
“Laiklik
İdeoloji
mi?”,İslami
Araştırmalar, C. 8, S. 3-4.
Sabuncu, Yavuz, 2003, Anayasaya Giriş, 9. B., Ankara: İmaj
Yayıncılık.
Serra Yılmaz, İstanbul: Metis Yayınları.
Arkoun, Mohammed, 1995b, “Hristiyanlık ve İslam’da manevi/
Yüce Otorite ile Siyasi Güç Arasındaki İlişkinin Serüveni”, İslami
Soysal, Mümtaz, 1997, 100 Soruda Anayasa’nın Anlamı, 11. B.,
İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Soysal, Mümtaz, 1990, “Laiklik Problemini Çözemeyiz”, Güneş,
Araştırmalar, C. 8, S. 3-4.
Başgil, A. Fuat, 1977, Din ve Laiklik, 3. B, İstanbul: Yağmur
14 Ocak 1990
Tanör, Bülent, 2001, “Laiklik, Cumhuriyet, Demokrasi”, Laiklik ve
Yayınevi.
Baubérot, Jean, 2003a, “Fransa: ‘Laik Cumhuriyet’”, Avrupa
Birliği Ülkelerinde Dinler ve Laiklik, der. Jean Baubérot, çev. Fazlı
Demokrasi, der. İbrahim Ö. Kaboğlu, Ankara: İmge Kitabevi.
Taşkın, Yüksel, 2002, “Coşkun Kırca”, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce Kemalizm, C. 2, 2. B., İstanbul: İletişim Yayıncılık.
Arabacı, İstanbul: Ufuk Kitapları.
Baubérot, Jean, 2003b, “Önsöz”, Avrupa Birliği Ülkelerinde
Dinler ve Laiklik, der. Jean Baubérot, çev. Fazlı Arabacı, İstanbul:
Tunaya, Tarık Zafer, 1999, Batılılaşma Hareketleri, C. 2 , İstanbul:
Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Vergin, Nur, 1994, “Din ve Devlet İlişkileri: Düşüncenin ‘Bitmeyen
Ufuk Kitapları.
Belorgey, Jean Michel, 2001, “Laiklik ve Demokrasi Açık Bir
Senfono’si”, Türkiye Günlüğü, S. 29.
Toplumda Laiklik”, Laiklik ve Demokrasi, der. İbrahim Ö. Kaboğlu,
30
Şubat 2014
31
Şubat 2014
32
Şubat 2014