173 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ TÜRK CUMHURİYETLERİNİN EKONOMİK GELECEĞİ A.Kadir Kökocak* TÜRK CUMHURİYETLERİNDE YAPISAL EKONOMİK DÖNÜŞÜM SORUNLARI Türk Cumhuriyetleri ve diğer sosyalist ekonomilerin iktisat tarihlerinin farklılığını vurgulamak gerekmektedir. Bahse konu devletlerden bazıları kapitalizmin en ileri safhalarına ulaşmışlar, bazıları yüksek bir medeniyetle birlikte ilkel bir köylü ekonomisini bir arada tecrübe etmiş, bazıları ise Rus İmparatorluğu örneğinde olduğu gibi, Marx'ın dahi sosyalist devrime geçiş için teorik açıdan çok uygun bir örnek olarak görmediği karakteristiklere sahip olmuşlardır. Bu kapsamda Türk Cumhuriyetleri ise gerek Çarlık ve gerekse Sovyet döneminde tam bir sömürge ekonomisi uygulamasına maruz kalmışlardır. Tüm heterojenliklerine rağmen, merkezi planlama uygulamasına geçmeleri ile birlikte bu ekonomik yapılar ortak bazı özelliklere de sahip olmuşlardır. Diğer bir ifade ile, Merkezi planlama uygulaması ile piyasa mekanizmasını tasfiye eden sosyalist uygulama, bu ülkelerin heterojenliklerini, geçici (elli yıllık bir süre ile) bir sürede de olsa törpüleyerek yeknesaklaştırmış, bahse konu ülkeleri kurucu rasyonalist planlama zihniyetinin ortak parantezine alarak Sovyet tipi diyebileceğimiz bir sistemi ortaya çıkarmıştır(http://ekutup.dpt.gov.tr/turkcumh/oik528.pdf ) Geçiş süreci başladığında, eski planlı ekonomilerde özel sektörün GSMH'dan aldığı pay Türk Cumhuriyetlerinin de içinde yer aldığı eski SSCB’de % 1 civarında idi (ABD.de %80 ). Fiyat mekanizması ve kâr kavramı mevcut olmayıp iktisadi kaynakların kullanım ve dağılımında fiyat mekanizması herhangi bir rol oynamamaktadır. Üretim kararları ve kaynak dağılımı, planlama birimleri tarafından tamamen siyasi ve idari kararlarla gerçekleştirilmektedir. Eski planlı ekonomilerde, vergi idaresi, hazine ve vergi yasalarına da ihtiyaç bulunmamaktadır. Devlet neyin ne kadar üretileceğine merkezden karar verdiği için vergi toplama gereği de bulunmamaktadır. Bununla birlikte, işletmeler, işçiler ve bazı işletme kazançları da vergilendirilmektedir. Ancak toplanan vergilerin çoğunluğu gizli vergi niteliğinde olup, bireyler çoğunlukla vergi ödediklerinin farkında bile değildirler. Vergiler devlet memurları ile müzakere ve pazarlık yapılarak ödenmekte, hükümet organları ihtiyaç duyduklarında vergi oranlarını sık sık değiştirmekte, zor durumdaki bir kamu teşebbüsü için vergi hadleri kolaylıkla düşürülebilmektedir. Nihai olarak, hükümete verilen optimal ekonomik rol, ekonomik mülahazaların bir sonucu olmaktan ziyade siyasi ve ekonomik faktörlerin bir etkileşimi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Söz konusu sistemin ve ekonomik ilişkiler bütününün çökmesi ve hemen akabinde gelen reform programları ile tüm üretim sürecinin büyük ölçüde reorganize edilmesi, ilk elde enflasyonu artırmış, üretim ve dış ticareti de ciddi bir durgunluğa sokmuştur. Bununla birlikte, Türk Cumhuriyetlerinin de dahil olduğu, eski Sovyetler Birliği Devletleri Dönüşüm sürecinde, sonraları önemli başarılar elde ederek üretim ve fiyatlar genel seviyesini ciddi şekilde stabilize etmeyi başarmışlardır(http://ekutup.dpt.gov.tr/turkcumh/oik528.pdf). * Yrd. Doç. Dr., Hitit Üniverstesi, İ.İ.B.F İktisat Bölümü 174 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ Geçiş ekonomileri 10 yıllık dönüşüm süreçlerinde ne ölçüde başarılı olmuşlardır? Enflasyon, büyüme, özelleştirme ve devletin yeniden yapılandırılması gibi can alıcı merhaleler ne ölçüde kat edilebilmiştir? 1990'ların başında uygulamaya konulan merkezi planlı ekonomik sistemden piyasa mekanizmasına geçişi sağlayacak reformların ilk aşaması, fiyat kontrollerinin kaldırılması, gevşek makro ekonomik politikaların bir neticesi olarak, enflasyonda ciddi bir yükselişe şahitlik etmiştir. 1992 yılında, Rusya Federasyonu (RF) ve Türk Cumhuriyetlerinin yer aldığı eski SSCB ülkelerin de %1.000.in üzerine çıkmıştır. Bununla birlikte, 1997 yılına gelindiğinde, tüm eski planlı ekonomilerde enflasyon oranı medyanı %11.e çekilmiştir. Aslında anti-enflasyonist tedbirleri almalarının yaklaşık altı ay akabinde, Geçiş Ekonomileri (GE)nin bir çoğu enflasyon oranını %60'ın altına çekmeyi başarmış, buna karşılık örneğin Gürcistan’da enflasyonun düşürülmesi daha kısa bir zaman alırken, Ukrayna ve Estonya’da bu süreç biraz daha fazla zaman almıştır. Türk cumhuriyetleri ve diğer bölge ülkelerindeki özelleştirme süreci için bazı genellemeler yapacak olursak: Mülkiyetin Özel şahıslara devri, kamu iktisadi teşebbüslerinin beklendiği gibi yeniden yapılandırılması gerçekleşmemiş, bazı kısmen özelleştirilmiş firmalar tamamen özelleştirilmiş firmalardan daha başarılı olmuş, bazı ülkelerde ise, özelleştirilmiş firmalar ile kamu iktisadi teşebbüslerin performansları arasında hiçbir farklılık gözlemlenememiştir. Diğer bazı ülkelerde ise, yabancı sermayeye devredilerek özelleştirilen firmaların performansları ile kamu iktisadi teşebbüslerinin performansları arasında özelleştirilen firmalar lehine çarpıcı farklar ortaya çıkmıştır. Kazakistan, Moldova ve Moğolistan şu ana kadar özelleştirme namına pek bir şey gerçekleştirememişler, mülkiyetin tabana yayılma çabaları, özel mülkiyet tecrübesi olmayan bu ülkelerde, işletmelerin verimliliklerini arttırma, yeniden yapılandırma ve zarardan sorumlu olma gibi güdüleri harekete geçirme konusunda bir ilerleme sağlamamıştır. Halihazırda tecrübesizlikler sonucunda ortaya çıkan bu durum, daha yavaş, daha evrimvari ve daha fazla hükümet önderliğinde bir mülkiyet transferi politikasına meşrulaştırmakta kullanılmaktadır. Türk Cumhuriyetlerinin dahil olduğu BDT ülkeleri çok derin bir gerileme ve durgunluk yaşamaktadır. Bu farklılıkların temel sebebi olarak, başlangıç aşamasındaki şartların farklılığı gösterilmektedir. Bilindiği üzere, reform sürecine her devlet değişik şartlarda başlamış, kimi daha çarpık bir ekonomik sistem devralmış, kimi ülkeler ise piyasa mekanizmasına diğerlerine göre çok daha fazla yakınlık arz eden bir yapı ile harekete geçmişler ve hatta bazılarının piyasa ekonomisine yönelik teşvik tecrübeleri diğerlerine göre daha fazla avantaj teşkil etmiştir. Yaklaşık elli yıl merkezi planlı bir ekonomik sistemle yönetilen Türk Cumhuriyetleri ve diğer eski SSCB ekonomileri dünya ile entegre olmanın avantajlarından uzun süre mahrum kalmışlar, maruz bırakıldıkları izolasyon neticesinde ise uluslararası karşılaştırmalı üstünlüklere dayanarak ticaret yapmanın avantajlarından ve teknoloji-know-how ithal etmenin faydalarından yararlanamamışlardır. Dolayısıyla da bu ülkelerdeki yaşam standardı, piyasa ekonomilerinin oldukça gerisinde kalmıştır. Türk Cumhuriyetleri ekonomilerinin, dönüşüm sürecindeki en önemli gereklerinden bir tanesi de dünya ekonomisi ile entegre olabilmek idi. Diğer alanların başarı kriterleri açısından eski SSCB ülkelerinin dünya ile entegrasyonda da mesafe kat edemediğini görüyoruz. BDT’nun kurulmasana rağmen, üye ülkeler arasındaki ticaret bir türlü geliştirilememiştir. Gümrük tarifelerinin 175 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ yükseltilmesi ve Tarife Dışı Engel şeklindeki korumacılık temayülleri, BDT üyeleri arasında sıradan bir vakıa haline gelmiştir. BİRİNCİ STRATEJİK AYAK: POTANSİYEL GÜCÜN KİNETİĞE DÖNÜŞÜMÜ Türk Cumhuriyetlerinin müreffeh bir gelecek inşasında atılacak adımlardan ilki zengin kaynaklarını harekete geçirmek olmalıdır. Ekonomik kalkınmanın vazgeçilmezlerinden olan doğal kaynaklar bakımından önemli imkanlara sahiptir. Var olan mevcut kaynakların harekete geçirilmesi ile diğer ekonomik faktörlerin de canlandırılması mümkündür. İşte birinci ayakta yapılacak olan şey doğal kaynaklardan kalkınmanın önemli bir unsuru olan sermaye faktörünün oluşturulmasını sağlamaktır. Sermayesiz kalkınma düşünülemeyeceği için öncelikle bu ülkelerin sermaye birikimi sorununu aşmaları gerekmektedir. Doğal kaynakların işletilmesi suretiyle oluşturulacak sermaye birikimi ile teknoloji ve beşeri sermaye gibi çağımızın en stratejik üretim faktörlerinin de canlandırılması fırsatı elde edilecektir. Bunun için birinci önceliğimiz atıl duran doğal kaynakların pazarlanmak suretiyle ekonomik hale dönüştürülmesiyle sermaye eksikliğinin giderilmesidir. I. YENİ TÜRK POTANSİYELİ CUMHURİYETLERİNİN DOĞAL KAYNAK Yeni Türk Cumhuriyetleri (YTC) doğal kaynaklar bakımından çok zengin bir potansiyele sahiptir. Bu ülkelerden özellikle Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan’da zengin petrol ve doğal gaz rezervleri vardır (Frishcenschlager, 1995, s.144). Bu kaynakların bir kısmı işletilmekte, bir kısmı ise işletilmeyi beklemektedir. Bölgenin ekonomik kalkınmasının lokomotifi olarak kabul edilen petrolün çıkartılması ve işlenmesi konusunda önemli anlaşmalar imzalanmıştır. Bunlar içinde Azerbaycan’ın Hazar Denizi sektöründe yer alan Çıralı ve Güneşli petrollerinin çıkartılması konusundaki anlaşma “yüzyılın anlaşması” olarak kabul edilmektedir (Bocutoğlu, 1998, s.57). Projede değişik ülke orijinli onbir firma yer almakta ve otuz yıllık bir sürede toplam 8,3 milyar dolarlık yatırım yapılması planlanmaktadır(Gouliev, 1997, s.77; VanderLeeuw, 1997, s.13). Petrol ve doğal gazdan sonra diğer önemli enerji kaynağı kömürdür. Sadece Kazakistan’daki kömür rezervinin eski Sovyetler Birliği’nin 120 yıllık ihtiyacını karşılayacak düzeyde olduğu belirtilmiştir. Bölgenin önemli madenleri arasında demir ve altın madenlerini saymak mümkündür. Dağılmadan önce Sovyetler Birliği petrol üretiminin %32’si, bakır üretiminin %78’i, civa üretiminin %100’ü, kurşun ve çinko üretiminin %86’sı, krom ve uranyum üretiminin %100’ü ve fosfor üretiminin %90’ı Yeni Türk Cumhuriyetleri topraklarından elde edilmekteydi (Doğan, 1997, s.927). Ayrıca, pamuk üretiminin %65’i Özbekistan tarafından sağlanmaktaydı(Davutoğlu,1997, s.915). Genel anlamda bakıldığında, dünya hidrokarbon üretim bölgelerinin Orta Doğu, Kuzey ve Orta Amerika ile eski SSCB coğrafyası olduğu görülmektedir. Buna karşılık tüketim, Kuzey Amerika, Batı Avrupa, Uzak Doğu ülkeleri ve Japonya’da yoğunlaşmış vaziyettedir.Bu durum, Petrol ve doğalgaz sahalarının üzerindeki rekabetin artmasına sebep olmaktadır. Dünya üzerindeki petrol ve doğalgaz rezervlerinin %90’ından fazlası, Arap-İran, Hazar çevresi, Volga-Ural ve Batı Sibirya’da bulunmaktadır.(Üşümezsoy,2003). Ayrıca, Dünya Enerji Konseyi’nin verilerine göre Petrol rezervleri, 2040 ile 2060 yılları arasında 176 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ tükenme noktasına gelecektir. Bu hesap 2010 yılında dünya günlük petrol ihtiyacının 97,1 milyon ton’a ulaşacağı göz önünde bulundurularak yapılmıştır.(Pamir,1999) Petrol ithalatında başı çeken ülkeler ABD, Japonya ve AB ülkeleridir. 2001 yılı itibariyle dünyada üretilen petrolün %27’ABD, %26’AB ve % 12’si de Japonya tarafından tüketilmiştir(http://www.bp.com/productlanding). Ekonomik olarak büyüyen ve önümüzdeki yıllar içerisinde dünya ekonomisinde söz sahibi olması beklenen Çin ve Hindistan’ı da hesaba katarsak gelecek yıllarda petrol tüketiminin daha da artacağını söylemek mümkündür. İşte bu noktada, Orta Asya Bölgesi’nin enerji kaynakları stratejik bir unsur olarak öne çıkmaktadır. Sahip olduğu rezervler bakımından bir Orta Doğu olmasa da, yine de önemli enerji yataklarına sahip olması, sanayileşmiş ülkelerin bu coğrafyayla ilgilenmeleri için yeterli bir sebep olmuştur. 21.yüzyılın enerji deposu olabilecek bir bölgede bulunan bu ülkeler, ellerinde bulunan bu zenginliği en verimli şekilde kullanıp, bu kazancı ekonomilerine aktarmaları gerekmektedir. Orta Asya’nın bilhassa da Hazar Havzasının önemi, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile bir kat daha artmıştır. Bölgedeki enerji potansiyelinin trilyonlarca dolar olduğu tahmin edilmektedir. Zira Uluslar arası Enerji Ajansı’nın verilerine göre Hazar Bölgesinin petrol rezervleri 28 milyar varil, doğal gaz rezervleri ise 8 trilyon m³’tür(http://www.eia.doe.gov/emeu/cabs/Centasia/Full.html). Ancak, ABD Enerji Bakanlığının verilerine göre durum biraz daha farklılık arz eder. Buna göre olası rezervlerde göz önüne alınırsa bölgenin 260 milyar varillik bir petrol rezervine sahip olduğu öne sürülmektedir. Doğal gaz rezervlerinin ise Dünya doğal gaz kaynaklarının %11-12 ‘sini oluşturabilecek şekilde 16-19 trilyon m³ olduğu tahmin edilmiştir. Ancak bu verilerin gereğinden fazla abartıldığını söyleyen kaynaklarda vardır. 90’lı yıllardan 2000’li yıllara gelindiğinde bölgede 16 milyar ile 32 milyar varil arasında kesinleşmiş petrol rezervi ile 50 milyar varil tahmini petrol rezervinin olduğu öne sürülmüştür. Orta Asya ülkelerinin ekonomik kalkınmaları, bu rezervlerin reel olarak kullanılmasına ve ortaya çıkarılan enerji kaynaklarının batı pazarlarına güvenli bir şekilde aktarılmasıyla mümkün olacaktır. Bunun bilincinde olan Kazakistan, Azerbaycan,Türkmenistan ve Özbekistan ise dünya devletleri ile enerji anlaşmaları yapmakta ve yabancı sermayeyi ülkelerine çekmek adına çeşitli reformlar ortaya koymaktadırlar. Bölge merkezli çıkar çatışmalarının etrafında, dış güçlerin enerji politikaları kendi kazanımları çerçevesinde gerçekleşmektedir. Kazakistan, Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın, bölgede dış güçlerin vazgeçemeyecekleri hatta riske atamayacakları yatırımlar yapmalarını sağlamaya çalışmaktadırlar. Hazar’da devam eden enerji rekabetinde büyük siyasi oyunlar oynanmaktadır. Bölgede üretilen enerjinin ulaşım ve işletme süreçlerinde pay alan ülkelerin, ekonomik ve siyasi olarak büyük faydalar bekledikleri görülmektedir. ABD, AB, Rusya, Çin, Hindistan, İran ve Türkiye gibi devletler bu mücadeleye katılan aktörler olarak nitelendirilebilirler. II.KÜRESEL ENERJİ POZİSYONU Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2004 yılı raporunda ülkelerin günümüz enerji politikalarını sürdürmeleri durumunda dünyadaki toplam enerji ihtiyacının 2020 yılına 177 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ kadar %40; 2030 yılına kadar ise %60 oranında artacağı saptanmıştır. Bu hesaplamaya göre, 2002 ve 2030 yılları arasında enerjiye olan küresel talebin yıllık ortalama %1,7 oranında artması beklenmektedir. Rapora göre, gelişmekte olan ülkeler, toplam enerji talebindeki bu artışta önemli rol oynayacaktır. Halen dünyada toplam enerjinin %52’sini kullanan OECD ülkelerinin 2030 yılına gelindiğinde enerjiye olan taleplerinin %43’e gerilemesi beklenmektedir. Bu dönemde, Gelişmekte Olan Ülkelerin payının ise %38’den %48’e çıkması beklenilmektedir. Ülkelerin enerji ihtiyaçlarının nüfus ve büyüme hızları ile paralel artış gösterdiği dikkate alındığında enerji talep edecek ülkelerin gelişmekte olan ülkeler yönünde ağırlık kazanması kaçınılmazdır. Bu itibarla Hindistan ve Çin gelecek dönemde en çok enerji talep eden ülkeler arasında yer alacaktır(World Energy Outlook, 2004,). Dünya üzerindeki ispatlanmış 163.6 milyar ton yani 1200.7 milyar varil petrol rezervlerinin %61.9’u Ortadogu’da bulunmaktadır. Ortadogu’dan sonra en fazla rezerv %11.7lik oranla Avrupa&Avrasya bölgesinde bulunmaktadır. ispatlanmış rezervin %5’i Kuzey Amerika’da, %8.6’sı Orta ve Güney Amerika’da, %3.4’ü de Asya Pasifik bölgesinde bulunmaktadır. Libya ve Nijerya basta olmak üzere Afrika ise rezervlerin %9.5’ine sahiptir(BP Statistical Review of World Energy Report,2006). Ülkeler bazında baktığımızda Suudi Arabistan rezervlerin %22’sine sahipken, onu % 11.5’lik payla İran, %9.6’lık payla Irak ve %8.5’lik payla Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri izlemektedir. Toplam rezervlerin %10,2’si eski Sovyetler Birliği ülkelerinde yer almaktadır. ABD, Meksika, Kanada ve Venezuela’da da önemli petrol rezervleri bulunmaktadır(BP Statistical Review of World Energy Report,2006). Dünyadaki mevcut enerji kaynaklarının 2030 yılına kadar oluşacak toplam talebi karşılaması beklenmektedir. Dünyanın giderek artan enerji ihtiyacının giderilmesi için hidrokarbonlar halen vazgeçilmez enerji kaynağını oluşturmaktadır. Bağımsız kaynaklarca yapılan en iyi tahminlere göre çıkarılması mümkün en az 40 yıllık petrol kaynağı ile 65 yıllık doğal gaz rezervi bulunmaktadır32. Buna henüz bulunmamış petrol ve doğal gaz kaynaklarıyla ağır petrol gibi geleneksel olmayan yakıt kaynakları dahil değildir(World Energy Outlook, 2004). Bugün için geçerli enerji kaynakları ile ilgili temel sorun, arz ile talebin aynı bölgelerde bulunmayışıdır. Petrol üretimindeki artışın büyük bir kısmının OPEC üyelerinde, özellikle de üretim maliyetleri düşük olan Orta Doğu ülkelerinde gerçekleşmesi beklenmektedir. Bu itibarla halen dünya petrol üretiminde %37’lik paya sahip olan bu ülkelerin 2030 yılında toplam üretimlerini %53’e çıkarmaları beklenmektedir. Ayrıca hem Avrupa, hem de Asya ülkelerine petrol ve doğal gaz tedarik eden Rusya ve Orta Asya ülkelerinin de artan talep doğrultusunda petrol ve doğal gaz üretimini arttıracağı düşünülmektedir. 2002–2030 yılları arasında, artan arz ve talep doğrultusunda, OECD üyesi olmayan ülkelerden OECD’ye üye ülkelere enerji ticaretinin %80 oranında artış göstermesi beklenmektedir. Başka bir değişle, 2002 yılında 1500 Mtoe (milyon ton petrol karşılığı) olan toplam ticaret hacminin 2030’da 2700 Mtoe’a ulaşacağı tahmin edilmektedir. Bunlara bağlı olarak gündemdeki ana mesele talep doğrultusunda üretimin arttırılması ve ilgili pazarlara taşınması için gerekli yatırımların yapılmasıdır. Dünya genelinde toplam 16 trilyon dolar olarak hesaplanan bu toplam maliyet için her yıl ortalama 568 milyar dolarlık yatırıma ihtiyaç duyulmaktadır. 2030 yılına gelindiğinde; dünya petrol ihtiyacının yaklaşık yarısına denk düşen günde 65 milyon varillik kısmın OPEC ülkeleri, özellikle de Orta Doğu ülkeleri 178 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ tarafından karşılanması beklenmektedir. Bu artışa paralel olarak 2003-2030 yılları arasında petrol arama çalışmaları, tankerler, boru hatları ve rafineriler için toplam 3 trilyon dolar tutarında yatırıma ihtiyaç duyulacağı tahmin edilmektedir. Petrolden sonra ikinci en önemli enerji kaynağı durumundaki doğal gaza olan talebin Afrika, Latin Amerika ve kalkınmakta olan Asya ülkeleri dikkate alındığında 2030 yılına kadar yılda ortalama %2,3 oranında artışla iki katına çıkması beklenmektedir. Gaz, düşük sermaye maliyeti ve çevre kirliliği konusundaki avantajları nedeniyle özellikle elektrik üretiminde tercih edilmektedir. Özellikle Rusya, Orta Asya Cumhuriyetleri ve Orta Doğu ülkelerindeki mevcut gaz rezervlerinin artan dünya talebini karşılaması beklenmektedir. 2030 yılına kadar Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya ülkelerinin doğal gaz tüketiminde ve buna paralel olarak da gaz ithal eden ülkelerin sayısında artış beklenmektedir(http://ekutup.dpt.gov.tr/disekono/öik686.pdf). III.ENERJİDE TÜRKİYE FAKTÖRÜ Türkiye petrol ve gaz üretimi bakımından kayda değer bir ülke olmasa da artan nüfusu ve gelişen ekonomisi ile bölgede hem önemli bir pazar, hem de sahip olduğu stratejik konumu itibarıyla enerji koridorlarının kesiştiği bir merkezdir. Önümüzdeki dönemde enerji ticaretinin kaçınılmaz bir şekilde artmaya devam edeceği kesindir. Bu itibarla Türkiye artmakta olan enerji ticaretindeki rolünü güçlendirmek ve daha da genişletmek yönünde politikalar benimsemektedir. Türkiye’de yerel petrol üretimi toplam tüketimin yalnızca %5’ini karşılamaktadır. Ülkedeki petrol ve doğalgaz tüketiminin kişi başına düşen milli gelirdeki payı 1990 yılından bu yana yaklaşık %33 oranında artış göstermiştir. Fırsatlar - Avrupa Birliği: Türkiye coğrafi konumu itibarıyla dünya enerji kaynaklarının yoğun olarak bulunduğu Orta Doğu ile Hazar Havzası ile bu kaynakları talep eden Avrupa ülkeleri arasında bir köprü konumundadır. Avrupa Birliği’nin enerjiye olan bağımlılığı artmakta ve halen tükettiği enerjinin yarısını ithal eden Birliğin 2030 yılına geldiğinde ihtiyaç duyduğu enerjinin %70’ini ithal ediyor olacağı tahmin edilmektedir. Avrupa Birliği, Doğu-Batı enerji koridorunu destekleyen politikalar geliştirmiş ve Balkan ülkeleri ile Türkiye üzerinden Hazar Havzası ve Orta Doğu enerji kaynaklarına ulaşma konusunda programlar uygulamaya koymuştur(Resmi Gazete,2Kasım 2004). Bu itibarla Türkiye doğal olarak Orta Doğu, Rusya ve Orta Asya ülkelerinden Avrupa’ya giden enerji koridorlarının kesiştiği bir noktada merkez rolü üstlenmektedir. AB ile bütünleşme yönünde çalışmalarını sürdüren Türkiye için bu önemli bir özelliktir. - Türkiye, enerji konusunda ülkeler arasında yapılan işbirliğini “kazan kazan” (win-win) esasına oturtmakta ve bu sayede Avrupa’dan başlayan güvenlik ağının Türkiye üzerinden Orta Doğu ve Hazar Havzası’ndaki ülkelere doğru genişlemesi mümkün olmaktadır. Bu da Türkiye’nin stratejik önemini ortaya koymaktadır. - Enerji kaynaklarına sahip ülkeler ile bu kaynakları talep eden ülkeler arasında enerji alanında ticaret hacmi artacak, bu da enerjinin saklanması, taşınması ve yeniden ihraç edilmesi konusunda Türkiye’ye yeni fırsatlar sunacaktır. - Doğu Asya’nın gelecek dönemde enerjiye daha fazla ihtiyaç duyması enerji üretiminin arttırılmasını ve bu ürünlerin yeni pazarlara taşınmasını gerektirmektedir. 179 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ Türkiye bu konudaki tecrübesini yeni kurulacak boru hattı projelerinde yer alarak ilgili ülkelerle paylaşabilir. - Avrupa Birliği 2000 yılında hazırladığı “Green Paper” başlıklı raporunda, ihtiyaç duyulan enerjinin serbest rekabet kuralları çerçevesinde belirlenen fiyatlar doğrultusunda ve çevre kirliliğini en aza indirecek politikalar benimsemiştir. Bu çerçevede, enerji stratejileri belirlenirken yenilenebilir enerji kaynakları ile birlikte kojenerasyonun (bileşik ısı –güç üretimi) yaygınlaştırılmasına ve bölgesel enerji üretim teknolojilerine geçilmesine öncelik verilmektedir. Bu alanda Türkiye ve AB ile işbirliği imkanları doğmuştur(http://ekutup.dpt.gov.tr/disekono/öik686.pdf). Tehditler - Bu dönemde OECD ülkeleri ile Çin ve Hindistan’ın petrol ihraç eden ülkelere bağımlılığı artacak ve petrol ile doğal gazın taşınması konusunda güvenlik ön plana çıkacaktır. - Artan petrol ihtiyacı büyük rezervlere sahip bir kaç ülke tarafından karşılanacağı için petrolün dünyadaki arz ve talep esnekliği azalacaktır. - Arz ve talep esnekliğinin azalması fiyatların yüksek seyretmesine ve olası kriz durumlarında fiyat artışlarının fazla olmasına neden olacaktır. - Petrol fiyatlarındaki artış başta kömür olmak üzere diğer enerji kaynaklarına yönelime neden olacaktır. - Enerji kaynaklarına sahip bölgelerdeki siyasi gerginliklerin artması ve enerji temini konusunda yaşanan sıkıntılar ithalatçı ülke ekonomilerini doğrudan etkiler duruma gelecektir. - Enerji ithal eden ülkeler arasında siyasi gerginlikler yaşanabilir - Enerji altyapısı konusunda büyük projelerin finansmanına ihtiyaç duyulacaktır. - Petrol, ulaşım sektörü için en önemli kaynak olmayı sürdürecek ve 2030 yılında toplam petrolün %54’ü bu sektör tarafından tüketilecektir. - İthalatçı ülkelerin ihracatçı ülkelere olan bağımlılığı artacak, bu da boru hatları ve gemi taşımacılığı yoluyla yapılan ticaretin güvenliğini ön plana çıkaracaktır. - Ozon tabakasını tehdit eden karbon dioksit emisyonundaki artış enerji kullanımında kısıtlamayı giderek daha fazla zorunluluk haline getirmektedir. Kyoto Sözleşmesine taraf ülkeler sözleşme gereğince önlemler almaya başlayacak ve enerji politikalarında temiz enerjiye ağırlık vereceklerdir. Bunun sonucunda Sözleşmeye taraf ülkeler ile taraf olmayanlar arasında daha fazla sürtüşme yaşanacaktır(http://ekutup.dpt.gov.tr/disekono/öik686.pdf). IV.SERMAYE BİRİKİMİ VE EKONOMİK BÜYÜME Sermaye birikimi, teknolojik gelişme ve istihdam artışı ekonomik büyümenin temel belirleyicileridir. İstihdam artışının nüfus artışı yanında önemli ölçüde yatırımlara bağlı olması, teknolojik gelişme ve sermaye birikimi faktörlerini ekonomik büyümenin kritik unsurları haline getirmektedir. 180 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ Ampirik çalışmalarda sermaye birikimi ve teknolojik gelişmenin ekonomik büyümeye katkıları ayrı ayrı ele alınıyor olmasına rağmen, bu iki faktörün ekonomik büyüme sürecinde birbirleriyle etkileşimde bulunuyor olmaları genel kabul görmektedir. En genel biçimiyle, sermaye birikimi veya sermaye stoku bir üretim biriminin belli bir dönemdeki mal ve hizmet üretme kapasitesi olarak tanımlanabilir. Özellikle işgücünün yoğun olarak kullanıldığı bazı hizmet sektörlerinde ve tarım sektöründe üretim kapasitesinin sermaye birikimine bağımlılığı görece zayıf olsa da sermaye birikimi olmaksızın bir üretim faaliyetinden bahsetmek oldukça güçtür. Teorik ve ampirik düzeylerde yapılan birçok çalışma sermaye birikiminin ekonomik gelişmedeki belirleyici etkisini vurgulamaktadır. Sermaye birikiminin ekonomik gelişmenin temelini oluşturduğu görüşü A. Smith’e kadar uzanmaktadır. A. Smith’e göre ekonomik büyüme ve verimlilik artışı sağlamada büyük önem taşıyan uzmanlaşma ve işbölümünün gerçekleşmesi sermaye birikimini gerektirmektedir. Sermaye birikimi dolayısıyla ortaya çıkacak üretimin mekanizasyonu sürecinin etkileri K. Marx’ın analizlerinin odak noktasını oluşturmaktadır. Klasik iktisatçılar yanında Keynezyen ve Post-Keynezyen iktisat geleneğinde de yatırımlar ekonomik büyümenin ana unsuru olarak ele alınmaktadır. Post-Keynezyen yaklaşımda talepteki artış yatırımları uyarmakta, yatırımlar sonucu ortaya çıkacak içsel ve dışsal ekonomiler dolayısıyla verimlilik ve ekonomik büyümeyi hızlandırmaktadır. Diğer taraftan, bu yaklaşımda yatırımların yeni teknolojilerin ortaya çıkmasında ve/veya yayılmasında önemli bir işlev gördüğü kabul edilmektedir. Örneğin, Kaldor (1957), Kaldor ve Mirrlees (1962) tarafından geliştirilen modellerde teknolojik gelişme yatırımların bir fonksiyonu olarak ele alınmaktadır. Sermaye birikimi istihdam artışı ve teknolojik gelişmenin, dolayısıyla da ekonomik büyümenin temel belirleyicilerindendir ve sermaye birikiminin belirleyici rolünü ihmal ederek ülkelerin kalkınma ve ekonomik büyümelerini açıklamak mümkün değildir (Bulutay, 1995a, 1995b). Sermaye birikiminin ekonomik büyümeye katkısını tahmin eden çok sayıda çalışma bulunmaktadır. Örneğin, Kendrick (1993:136) 1890-1990 döneminde ABD’deki ekonomik büyümenin yüzde 44,2’sinin teknolojik gelişmeden, yüzde 33,1’inin ise sermaye birikiminden kaynaklandığını hesaplamaktadır. Jorgenson, Gollop ve Fraumeni’ye (1987) göre yine ABD’de 1948-1979 döneminde sermaye birikiminin ekonomik büyümeye katkısı yüzde 47, teknolojik gelişmenin katkısı ise yüzde 24 dolayındadır. Boskin ve Lau (1992) tarafından 5 gelişmiş ekonomi üzerine (Fransa, Batı Almanya, Japonya, İngiltere, ABD) yapılan ve genel olarak 1950’li yıllar ile 1985 arası dönemi kapsayan çalışmada, sermaye ile teknolojik gelişme arasındaki ikame etkisini de kapsayacak şekilde yapılan hesaplamalarda, sermaye birikimi ve teknolojik gelişmenin ekonomik büyümeye katkıları, genel olarak, sırasıyla yüzde 30 ve yüzde 70 dolayında tahmin edilmiştir. http://ekutup.dpt.gov.tr/sermaye/saygilis/turkiye/2003.pdf Barro ve Sala-i-Martin (1995:380-381) tarafından sunulan araştırma sonuçlarına göre 1960-1990 döneminde yedi sanayileşmiş ekonomide (G-7) ekonomik büyümenin en önemli unsurları sermaye birikimi ve teknolojik gelişmedir. Bu ülke grubunda sermaye birikiminin ekonomik büyümeye katkısının, genel olarak, yüzde 50’nin üzerinde olduğu hesaplanmıştır. Aynı çalışmada sunulan bulgulara göre bazı Latin Amerika ve Doğu Asya ülkesinde sermaye birikiminin ekonomik büyümeye katkısı yüzde 40 dolayında hesaplanırken, istihdam artışının katkısının yüzde 30 dolayında olduğu tahmin edilmiştir. Genel olarak, bu ülkeler için hesaplanan istihdamın ekonomik büyümeye katkısı gelişmiş ülkelerden daha yüksektir. 181 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ Dolasıyla, Türk Cumhuriyetlerinin öncelikle yapmaları gereken şey doğal kaynak zenginliğini sermaye birikimine dönüştürerek ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeylerini daha üst kategorilere taşımaları zorunluluk arzetmektedir. Burada iki farklı stratejik durum söz konusudur. Birincisi, sermaye açığını kapatmak suretiyle ekonomik kalkınma için ihtiyaç duyulan alt yapı ve sektör yatırımlarını gerçekleştirme imkanına sahip olunacaktır. Böylelikle ekonomik yapı çok boyutluluk kazanarak milli gelir artışının kaynağı sadece doğal kaynak olmaktan çıkacak istihdam ve gelir yaratan çok yönlü bir yetenek kazanacaktır. İkincisi, sermaye birikimi sayesinde günümüz gelişmiş ekonomik yapının temel unsurlarından olan teknolojiyi kullanma, üretme ve yayma fırsatı yakalanacaktır. Görünen o ki, gelişmişlik kategorisindeki tüm ülkelerin ortak özelliği sermaye birikimi ile teknolojik düzeylerinin paralellik göstermesidir. Sermaye birikimini sağlayamamış ülkelerin teknoloji bakımından da geri durumda oldukları gözlenmektedir. Demek ki, güçlü bir ekonomiye sahip olmanın günümüzdeki temel koşulu olan teknolojik gelişmişlik için belli bir sermaye birikimine sahip olmak kaçınılmaz gözükmektedir. Türk Cumhuriyetleri aksi halde refah gücünü doğal kaynaklardan sağlayan ülkeler gibi üretemeyen bir ekonomiyle karşı karşıya olma riskini yaşayacaklardır. Türk Dünyasının diğer ülke ekonomileri karşısında rekabet gücü olan güçlü bir ekonomik yapıya sahip olma zorunluluğu vardır. Aksi takdirde şimdiye kadar olduğu gibi başka ülkeler tarafından sömürülerek hem ekonomik güvenlikleri hem de ülke güvenlikleri tehdit altında olacaktır. Türk Cumhuriyetleri için tek başına doğal zenginlik yeterli olmayacaktır. Bunu sermaye ve teknoloji birikimine basamak yaparak bu iki sinerji doğuran faktörle gelişmelerini tamamlayacak ve altyapısı sağlıklı ve güçlü bir ekonomiye sahip olacaklardır. Önlerinde başka seçenek yoktur. Var olan ikinci seçenek sömürülen ülkeler olmaya sürdürülebilirlik kazandırmak olacaktır ki bu da arzu edilen bir durum olamaz. İKİNCİ STRATEJİK AYAK: GÜÇ BİRLİĞİ STRATEJİSİ Yeni Türk Cumhuriyetlerinin çoğu günümüzün stratejik iki metaı olan petrol ve gaz bakımından zengin kaynaklara sahiptir. Bu durum bu ülkelere rekabet ve güç mücadelelerinde önemli bir stratejik avantaj sağlamaktadır. Gerek ülkeler arası ilişkilerde gerekse de ekonomik rekabet noktasında enerji faktörünü kullanarak her iki platformda da üstünlük sağlayıcı fırsatların değerlendirilmesi mümkündür. Türkiye ise mevcut pozisyonda enerjide dışa bağımlı olan bir ülke olmasına rağmen ekonominin her sektöründe üretim yapan ve bir çok sektöründe ise belli bir challange sahip olan bir ülkedir. Cari olan ekonomik sistemi içselleştirmiş, uluslar arası sermaye ile ciddi ilişkiler kurmuş, dünya ekonomisinin aktörleri ile kurumsal düzeyde sağlam ilişkileri olan, dünya ölçeğinde saygınlık kazanmış, bölgesinde ise bir bölgesel aktör olan etkin bir ülkedir. Her iki tarafın güçlü ve kurumsal bir işbirliği için önemli avantajları vardır. Bunların, geliştirilen sağlam işbirliği stratejileri ile somut ilişkilere dönüştürülmesi Türk Dünyası adına hem kendi ekonomik ve sosyal durumunu hem de uluslar arası ilişkiler gücünü etkileyici sonuçlar doğuracaktır. Türkiye ve Yeni Türk Cumhuriyetleri arasındaki ekonomik işbirliğinin üye ülkeler üzerindeki muhtemel etkileri şöyle ifade edilebilir: a) Bu ülkeler arasında gelişmişlik seviyesi bakımından oldukça önemli farklılıklar vardır. Özellikle, Türkiye ile Azerbaycan, Kırgızistan ve Türkmenistan 182 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ ekonomileri arasındaki önemli boyutlardaki farklılıklar, işbirliğinin ticaret yaratıcı etkisinin bütün ekonomiler olarak ortaya çıkışını engelleyebilecek ve başarısını zora sokabilecek durumdadır. Gelişmişlik seviyelerinin farklı olması yatırımları aynı bölgelerde yoğunlaştıracağından, kaynakların belli kutuplarda toplanmasına sebep olabilecektir. Refah artışı bazı bölgeleri geliştirirken, diğer bölgeleri ise geriye itecektir. Bu da, aynı bölge içinde ekonomik açıdan düal bir yapının ortaya çıkmasına neden olabilecektir. İşbirliğinin kapsamı içindeki ülkeler faktör donanımı bakımından birbirine benzer özellikler arz etmektedirler. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ortak özelliği olduğu şekilde, bu ülkelerde sermaye kıt, emek ise bol olan faktördür. Nicelik olarak benzer yapılar olsa da, Türkiye’nin sahip olduğu emek faktörünün piyasa ekonomisini, modern üretim, yönetim ve organizasyon tekniklerini bilmesi, bu ülke işgücünü diğer üye ülke işgüçlerine göre daha avantajlı konuma getirecektir. Bu durumda, Türkiye’de işsizlik azalırken, diğer üye ülkelerde artabilecektir. Makroekonomik dengeleri bozabilecek olan bu özellik ülkelerin kurumsal işbirliğinden bekledikleri yararları azaltabilecektir. Ancak, burada belirtilmesi gereken nokta, emek faktörünün serbest mobilizasyonu, piyasa ekonomisini yeni tanıyan bu ülke ekonomilerinin işgücü konusundaki açığını kapatacak niteliktedir. Böylece, söz konusu ülkelerin rekabet gücüne potansiyel bir katkı sağlanmış olabilecektir. b) Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin en önemli problemlerinden biri de altyapı yetersizliğidir. Altyapı yatırımlarının en önemlileri ulaştırma ve haberleşme ile ilgili olanlardır. Çünkü bu alanlarda etkinliğin artırılması, kaynakların optimal dağılımı üzerinde etkilere sahiptir. İşbirliğinde, Türkiye dışındaki ülkeler önemli derecede altyapı eksikliği içinde bulunmaktadırlar. Eksikliğin nedeni, altyapı imkanlarının olmamasından ziyade, mevcut altyapıların bakım ve onarım eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Örneğin, yaygın bir demiryolu ağına sahip olmalarına rağmen, lokomotif ve diğer ekipmanların üretimlerinin olmaması yada yetersiz olması, bozulan ve eskiyen parçaların değiştirilememesine neden olmaktadır. Bu da, sistemin bütün olarak etkin bir şekilde işlemesinde aksaklıkların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Karayolu ve demiryolu ulaşımında söz konusu ülkelerin diğer sorunu, Avrupa ile olan bağlantılarının bölge dışı ülkelere bağımlı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu sorunun aşılması için yeni ulaşım rotaları üzerinde çalışılması, dış ticarete konu olan ürünlerin etkin bir şekilde aktarılmasında önemli yararlar sağlayacaktır. YTC’nin ekonomik gelişmelerinin kaynağı olan petrol ve doğal gazın aktarılması konusunda altyapı sorunları vardır. Söz konusu kaynakların dünya pazarlarına aktarılmasında kullanılan boru hattının Rusya topraklarından geçmesi dolayısıyla bu ülkenin aktarma konusunda politik olarak sunî engeller yaratması, daha da önemlisi kota uygulaması, bölgedeki YTC’nin petrol ve doğal gaz ihracatını azaltmakta ve ekonomik kalkınmalarını olumsuz yönde etkilemektedir. YTC’nin haberleşme altyapısında yaşadığı sorunlar, bu ülkelerin serbest piyasaya geçiş sürecini yavaşlatmaktadır. Piyasa ekonomisinin malların yanında bilgilerin akışını da gerekli kılması, ilgili alanda gerekli yatırımların yapılmasını ivedi hale getirmektedir. Haberleşmenin sistem olarak geriliği yanında, kullanılan cihazların da yetersiz olması bu alandaki sorunları daha da artırmaktadır. Altyapı konusundaki problemler yabancı sermayenin bölgeye getirilmesini olumsuz yönde etkileyebilecek boyuttadır. Yabancı sermayenin bölgeye çekilememesi, kurumsal işbirliği faaliyetinden umulan faydaların bir kısmından yararlanılamaması sonucunu beraberinde getirecektir. Bu da, bölge ekonomileri açısından olumsuz bir 183 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ durum olarak ortaya çıkacak ve ticaret yaratıcı etkilerin engellenmesi söz konusu olabilecektir. c) Bu ülkelerin oluşturduğu işbirliği bölgesinde yapılacak yatırımların bölgesel dağılımı için kriter karşılaştırmalı üstünlüklerdir. Karşılaştırmalı üstünlüklere göre oluşturulacak bölgesel yatırım politikası, kaynakların optimal dağılımı üzerinde olumlu etkiler yaparak ticaret yaratıcı etkilerin ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilecektir. Bu da, işbirliği bölgesinin bütün olarak kalkınmasına neden olacaktır. YTC sermaye yetersizliği nedeniyle kendi ülkeleri dışındaki bir ülkede herhangi bir üretim faaliyetine girişememektedirler. Ancak, Türkiye söz konusu ülkelere yönelik bazı yatırımlar yapmış ve yapmaya devam etmektedir. Enerji, deri ve tekstil sektörlerine yönelik olan bu yatırımların karşılaştırmalı üstünlüklere göre yapıldığını söylemek mümkündür. İşbirliği bölgesinde yatırımların karşılaştırmalı üstünlüklere uygun olarak yapılması üretim ölçeklerinin artmasına neden olacaktır. Üretim ölçeğinin artmasına bağlı olarak üretimin de artması, ölçek ekonomilerinin sağladığı avantajlarla üretim maliyetlerini düşürecektir. Maliyetlerin azalması da rekabet gücünü artıracağı için ticaret yaratıcı etkilerin ortaya çıkması sağlanacaktır. d) Gümrük Birliği şeklindeki bir ekonomik entegrasyonda ticaret yaratıcı etkinin ortaya çıkması gümrük tarife oranlarının karşılıklı olarak kaldırılmasıyla sağlanır. Muhtemel entegrasyon bölgesindeki ticaret yapısı incelendiğinde, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın arasındaki ticaretin daha çok kliring şeklinde yapıldığı görülmektedir. Türkiye ile olan ticarî ilişkilerinde belirleyici olan faktör ise gümrük tarife oranlarıdır. 1998 yılı itibarıyla, Türkiye, I-II Sayılı Liste çerçevesinde, yabancı ülkelere yaklaşık ortalama %20,5 oranında gümrük tarife oranı uygulamaktadır. Kırgızistan dışında, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın Türkiye’ye karşı uyguladıkları gümrük tarife oranı yaklaşık ortalama %23’tür. Bazı mallar ölçü birimleri üzerinden vergilenirken, diğer bazı mallar vergiden muaf tutulmuştur. Ortalama tarife oranları hesaplanırken bu unsurlar ihmal edilmiştir. Gümrük Birliği, entegrasyona üye ülkelerin aralarındaki gümrük vergilerini kaldırmayı, üçüncü ülkelere ise ortak gümrük tarife oranı uygulamayı taahhüt eden anlaşmalardır. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan Gümrük Birliği Anlaşması, başka bir ülke grubu ile yapacağı benzer anlaşmaları engeller niteliktedir. 1996 yılı itibarıyla, Türkiye’nin toplam ihracatı içinde Avrupa Birliği ülkelerinin payının %53,1 olması, bu ülke grubu ile olan anlaşmaların sürdürülmesini gerekli kılmaktadır. e) Geleneksel rekabetçi-tamamlayıcı görüş, entegrasyon bölgesine üye ülke ekonomilerinin benzer yapıda olması durumunda ticaret yaratıcı etkilerin ortaya çıkacağını ve tamamlayıcı özellikte ekonomilerin oluşturacağı gümrük birliğine göre daha başarılı olunacağını iddia etmektedir. Ancak, tamamlayıcı ekonomilerin oluşturacağı gümrük birliği şeklindeki entegrasyonların daha fazla ticaret yaratıcı etki ortaya çıkaracağını iddia eden görüşler de vardır. Bu görüş, bölge içindeki ticaret artışının üye ülkelerin üretimini etkilemeyeceği anlayışına dayandırılır. Türkiye ile YTC ekonomilerinde tamamlayıcılık özelliğinin daha baskın olduğu görülmektedir. Türkiye ekonominin aşağı yukarı her sektöründe YTC ülkelerinden daha ileri bir düzeydedir. Dolayısıyla onlara vereceği çok şey vardır. Karşılıklılık ilişkisi çerçevesinde güçlü bir ticari ilişki kurulması söz konusu olabileceği gibi onların doğal zenginliklerinin ortaya çıkarılması noktasında da önemli katkılar sağlayabilecek bir işbirliği mümkün olabilir. f) Ticaret yaratıcı etkinin ortaya çıkmasını sağlayacak bir diğer etki, entegrasyon bölgesi alanının geniş, nüfusunun fazla ve bölge ülkelerinin coğrafî ve kültürel olarak 184 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ yakın olmasıdır. Piyasanın genişliği optimum ölçekli tesislerin kurulmasına imkan verdiği ölçüde entegrasyonu olumlu etkileyecektir. Piyasa, sadece nihaî mallar için değil, bunların yapımında girdi olarak kullanılan maddeler ile hizmetlerin de optimum hacimde üretilmesine imkân veren bir genişlikte olmalıdır ki, bu durumda entegrasyon büyüklük etkisinden yararlanabilsin. Ayrıca, piyasanın geniş olması, bütün olarak entegrasyon bölgesinin pazarlık gücünü artırarak ticaret hadlerinin bölge lehine dönüştürülme imkânı sağlayabilecektir. Gerçekleştirilmesi durumunda, alt bölge entegrasyonlarına örnek olabilecek olan entegrasyon hareketi coğrafî alan olarak oldukça geniş olmasına rağmen, diğer başarılı alt bölge entegrasyonları ile karşılaştırıldığı zaman nüfusunun düşük olduğu görülmektedir. 1995-2000 dönemi tahminine göre, bölge nüfusu, 121 milyon civarında olacaktır. Bu toplamın %50’sinden fazlasını da Türkiye nüfusu oluşturmaktadır. Coğrafî yakınlık, taşıma maliyetlerini düşürmesi nedeniyle, ticaret yaratıcı etkilerin ortaya çıkmasını sağlar. Entegrasyona üye olması muhtemel ülkeler coğrafî olarak birbirine yakın olmalarına rağmen, Türkiye ile YTC arasında ortak sınırların olmaması önemli zorluklar ortaya çıkarabilecektir. Ayrıca, Türkiye ile diğer üye ülke sınırları arasındaki bölgelerde, İran ve Ermenistan gibi Türkiye ile geleneksel sorunları olan ülkelerin ve sürekli olarak etnik çatışmaların yaşandığı Gürcistan’ın yer alması, durumu daha da zorlaştırabilecektir ama imkansız da kılmayacaktır. Türkiye ve YTC’nin din, dil, tarihî geçmiş ve kökler itibarıyla ortak özelliklere sahip olmaları, söz konusu ülkelerin ortak harekete gitme eğilimlerini artıran temel güdüdür. İlgili alanlardaki homojenlik derecesinin yüksek olması, bu ülkeleri ekonomik ve siyasî alanlarda doğal olarak birbirine yaklaştırmaktadır. Avrupa Birliği’nin de böylesi bir tabanda gerçekleştirilmiş olması, entegrasyon girişimlerinde bu tür özelliklerin ne kadar önemli olduğunu gösterir niteliktedir. g) Tüketim etkileri, mallar arasındaki ikamenin artması sonucu ortaya çıkar. Bunun için ortak ülkelerin reel gelirlerinin artması, bölge dışı mallara olan talebin azalması ve bu talebin yurtiçi mallara kayması gerekir. Entegrasyon durumunda Türkiye’nin diğer üye ülkelerden ithal edeceği mallarda entegrasyon öncesine göre bir değişme olması beklenmezken, bu ülkelerin Türkiye’den yapacağı ithalatta artma söz konusu olabilecektir. Bu da, karşılaştırmalı üstünlüklerin sonucu ortaya çıkabilecek bir durumdur. h) İşbirliği bölgesi içinde mallara olan talebin kısa dönemde bölge dışı mallara kayması ihtimali oldukça yüksektir. Ancak, bu ülkeler, pazarlık gücüne bağlı olarak bölge dışı ülkelerle olan ticarî ilişkilerinde ticaret hadlerini bölge lehine çevirme imkanına sahiptirler. Ticaret hadlerinin bölge lehine çevrilmesinde kullanılacak mallar olarak petrol ve doğal gaz yeterli potansiyele sahip durumda olan kaynaklardır. Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan arasında oluşturulması muhtemel bir ekonomik işbirliği kısa dönemde olmasa da, uzun dönemde üye ülke ekonomileri üzerinde olumlu büyüme katkıları sağlayabilecektir. Muhtemel işbirliği bölgesi içinde bulunan Türkiye dışındaki ülkeler için kısa dönemde önerilen politika, ticarete hassas olan ekonomilerini BDT entegrasyon süreci içinde tutmaları ve bunun yanında Tercihli Ticaret Anlaşmaları yaparak birbirleriyle ve Türkiye ile olan ticaretlerini geliştirmeleridir. Bunun için bileteral anlaşmalar uygun seçeneklerdir. Tercihli Ticaret Anlaşmaları’nın amacı,“dengeli ticaretin sağlanması için gerekli mekanizmaların oluşturulması ve güvenli işlemler için kuralların belirlenmesi” olmalıdır. Burada liberalizasyonun genişletilmesi aşamalı bir şekilde sağlanmalıdır. Gümrük vergilerinin ortalama olarak Avrupa Birliği’nin 2001 yılından itibaren 185 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ uygulayacağı oran olan %3,5’e yakın noktalara çekilmesi ticaret yaratıcı etkinin ortaya çıkmasına sebep olacak ve ticarete taraf olan ülkelerin kalkınma çabalarını olumlu yönde etkileyecektir. Başlangıç olarak, liberalizasyon kapsamına belli sektörler alınmalıdır. Ölçek ekonomilerinin dünya standartlarına uygun olduğu gıda, ilaç, otomotiv, tekstil, deri, dayanıklı tüketim malları sanayii, cam ve seramik ürünleri sanayi, temizlik ürünleri sanayii, endüstriyel makine sanayii, silah sanayii, enerji ve petro-kimya sanayi bu kapsamdaki en uygun sektörler olarak görülmektedir. İşbirliğinin başlangıç aşamasında böylesi bir faaliyet, dengeli ticaret büyümesi yaratması açısından oldukça önemlidir. Ayrıca, bu tip gelişmelerin bilateral protokollerle sağlanmasının mümkün olması, siyasî olarak entegrasyon faaliyetine karşı olacak tepkilerin şiddetini azaltabilecektir. Böylesi bir işbirliğine gidiş, belli sektörlerdeki işletmelerin uzmanlaşmasını artırmak için değil, sektörler içi entegrasyonu sağlamak için olmalıdır. Daha önce, COMECON’a üye ülkeler arasında karşılaştırmalı üstünlükler prensibi dikkate alınmadan sektörel paylaşımın yapılması ve ülke bazında uzmanlaşmaya gidilmesi sistemin bütün olarak başarısız olmasını da beraberinde getirmiştir. Bu ön aşamalardan sonra, liberalizasyon kapsamına alınan malların kapsamı genişletilerek bütün ekonomiye yayılması mümkün hale getirilmelidir.(Güngör,2002) ÜÇÜNCÜ STRATEJİK AYAK:PAYLAŞIMCI LİDERLİK Türkiye’nin sahip olduğu üretim tecrübesi ve birikimi bu ülkelerde farklı üretim sektörlerinin oluşumu ve gelişimine önemli bir destek sağlayacaktır. Kapitalizm kulvarına erken girmiş olmanın sağlamış olduğu deneyim ve birikimin diğer Türk cumhuriyetleri ile paylaşılması halinde tüm taraflar lehine yaşamsal sonuçlar doğurma ihtimali güçlüdür. Bu deneyim kapitalist bir sistem tarafından yönetilen dünya ekonomisi koşullarında stratejik bir avantaj sağlayacaktır. Burada söz konusu olan paylaşımcı liderliktir. Kurulacak ilişkilerin doğal seyri içerisinde oluşan, belirlenmiş veya kararlaştırılmış değil, bir bakıma kucakta bulunan, tamamen şartların kendiliğinden ortaya çıkardığı bir liderlik. Bu liderlik sorumluluğunun iki farklı boyutu vardır; birincisi, rehberlik odaklı bir liderlik diğeri ise, paylaşımcılığın hakim olduğu lider-ortak ilişkisi. Bu liderlikte ne ağabeylik ne de liderlik rolü vardır. Güçlü bir işbirliğinin sonucunda oluşan doğal bir roldür. Önceden ilan edilmiş veya zorlama bir rol değildir. İlişkilerde karşılıklılığın belirleyici olduğu ortaklık şuuruna dayanan ilişkiler ağının örgülediği bir takım yapısıdır. Türkiye’nin kapitalist ekonomi tecrübesi, uluslar arası ve batılı kurumlarla güçlü ilişkileri ve ilişkiler deneyimi, 200 ülkeye ihracata konu olan üretim yapısı, eğitimli işgücü ve beşeri sermayesi, serbest piyasa tecrübesi, dinamik ve girişimci toplumsal yapısı, Osmanlıdan ve batıdan tevarüs etmiş zengin kültürel özellikleri ve tüm dünyaya açılmış orta öğretim kalitesi ile Türk Cumhuriyetlerinin hem kendi aralarında oluşturacakları işbirliğine hem de bu ülkelerin sahip oldukları doğal zenginliklerin gerçek zenginliğe dönüştürülmesine yapabileceği büyük katkılar ve destekler vardır. Türkiye ağabeylik havalarına girmeden rasyonel kardeşlik ilişkisi çerçevesinde hem diğer aktörlerle hem de bu ülkelerle kuracağı çok akılcı ve stratejik politikalar geliştirmek suretiyle durumdan vazife çıkarmak zorundadır. Bu zorunluluk hem tarihsel hem de günün uluslar arası şartlarının gerektirdiği teknik bir zorunluluktur. Bugün Orta Asya olarak tanımlanmakta olan bölgeyi oluşturan ülkelerin büyük bir çoğunluğu, 1991 yılına kadar Sovyetler Birliği içerisinde yer almıştır. Birliğin dağılmasından sonra yeni dengeler ortaya çıkmış ve söz konusu bölge yeni dünya düzeni 186 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ içerisinde kendisine bir yer bulma arayış içerisine girmiştir. Son 15 yıllık dönem içerisinde söz konusu ülkeler sosyalist sistemden pazar ekonomisine geçişin sancılarını çekmişler ve bu süreci halen tam anlamıyla tamamlayamamışlardır. Sovyet tipi merkezden idare edilen planlı ekonominin sona ermesi, bu ülkeler arasındaki üretim ve ticaret ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemiştir. İlerleyen yıllarda ise hepsi aynı seviyede olmasa da söz konusu ülkeler kendi ekonomilerini oluşturma ve kalkınma konusunda önemli adımlar atmışlardır. Orta Asya, sahip olduğu petrol ve doğalgaz kaynaklarıyla küresel enerji jeopolitiğinin önemli oyuncularından birisi konumundadır. 2004 yılı itibariyle dünyadaki toplam ispatlanmış petrol rezervlerinin yüzde %10,2’si, doğalgaz rezervlerinin ise %32,6’sı bu bölgede yer almaktadır(http://ekutup.dpt.gov.tr/disekono/öik686.pdf). Türkiye, bölgeye ilgisini Sovyetler Birliği dağılmadan önce göstermeye başlamıştır. Orta Asya ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra girdikleri ekonomik dönüşüm sürecine de ilk destek veren ülkelerden birisi Türkiye’dir. Türkiye, bağımsızlıklarını kazanan Avrasya ülkelerini tanıyarak, diplomatik ilişkileri derhal tesis etmiştir. Bölgesel işbirliğinin geliştirilmesi için karşılıklı ve çok taraflı anlaşmalar imzalanmış, Türk Hava Yolları Orta Asya’ya doğrudan uçuşları başlatan ilk havayolu şirketi olmuş ve TRT bölge ülkelerine yayın yapmaya başlamıştır. Diğer yandan bu ülkelerin bürokratları, Türkiye’de eğitim görmüşlerdir. Türk girişimcileri de ilk yıllardan itibaren bu ülkelerde iş yapmaya başlamışlardır. Bu ülkelere giden ilk firmalar bölgeyi yeterince tanımadan gitmişlerse de zamanla deneyim kazanmışlar, bölgeye uzun vadeli yaklaşmışlar ve giderek iş hacimlerini büyüterek Orta Asya’nın her köşesinde iş yapmaya başlamışlardır(http://ekutup.dpt.gov.tr/disekono/öik686.pdf). Son 15 yıl içerisinde Türk özel sektörünün, Avrasya ülkelerindeki faaliyetlerinin gelişimi incelendiğinde, firmaların iki yoldan birini izledikleri görülmektedir. Birinci yolu takip eden Türk firmaları, Orta Asya’yı önceleri ürettikleri malları ihraç edecekleri bir pazar olarak görmüşler, ilk yıllarda barter sistemi ile çalışmışlar ve giderek pazar paylarını artırmışlardır. Daha sonra bu bölgenin sunduğu imkanlardan faydalanmak amacıyla üretimlerini bölge ülkelerine taşıyarak yatırımcı olmuşlardır. İkinci yolu izleyen firmalar ise müteahhitlik firmalarıdır. Bu firmalar öncelikle, kamu ihaleleri yoluyla pazara girip projeler üstlenmişlerdir. Ancak finansman sıkıntıları nedeniyle projeler yavaşlayınca, kendileri finansman sağlayarak yatırımcı olmuşlar ve faaliyet alanlarını genişletmişlerdir. 2005 yılı itibariyle Orta Asya bölgesindeki Türk doğrudan yatırımlarının toplam tutarı 9 milyar doları aşmış durumdadır. En fazla yatırım yapılmış olan ülkeler sırasıyla Rusya Federasyonu, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’dır. Orta Asya’daki Türk yatırımcısının en büyük özelliği ise Batı ülkelerinden farklı olarak, sadece enerji sektöründe değil, birçok değişik sektörde faal olmasıdır. Yatırımların önemli bir bölümü tekstil, gıda, içecek, otel ve iş merkezleri, alışveriş merkezleri, makina, ulaştırma, telekomünikasyon, kimya, cam ürünleri ve bankacılık sektörlerinde gerçekleştirilmiştir. Türk özel sektörünün, bu ülkelerde en faal oldukları alanlardan birisi ise müteahhitlik hizmetleridir. Dış Ticaret Müsteşarlığı verilerine göre 2004 yılı sonu itibariyle Türk firmaları tarafından üstlenilmiş olan projelerin toplam değeri 59,5 milyar dolar olup, bu projelerin yaklaşık yarısına denk gelen 29,4 milyar dolarlık kısmı Orta Asya ülkelerinde yer almaktadır. 14,5 milyar dolarlık proje toplamıyla, Rusya Federasyonu Türk müteahhitlerinin en faal olduğu ülke olurken, bu ülkeyi sırasıyla Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Azerbaycan ve Ukrayna takip etmektedir. Türk 187 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ müteahhitlik firmaları, bu ülkelerde havaalanları, otoyollar, konutlar, boru hatları, otel ve iş merkezleri ve birçok sektörde sanayi tesisleri inşa etmişlerdir. Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre 2004 yılı itibariyle Orta Asya –Rusya da dahil- ülkeleri ile yapılan ticaretin, Türkiye’nin toplam dış ticareti içerisindeki payı %10,4’tür. Aynı yıl, bu ülkelerle yapılan ticaret hacmi, 3,93 milyar doları Türkiye’nin ihracatı, 12,85 milyar doları Türkiye’nin ithalatı olmak üzere 16,78 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Bu rakamlardan görüldüğü üzere Türkiye açısından ciddi bir ticaret açığı söz konusudur ve bu açığın en önemli sebebi de bu ülkelerden yapılmakta olan petrol ve doğalgaz ithalatıdır. Türkiye’de 2004 yılı itibariyle ihracatın ithalatı karşılama oranı %64,7 iken Avrasya ülkeleri ile yapılan ticarette bu oran %30,6’ya düşmektedir. Türkiye’nin Avrasya’da en fazla ticaret yaptığı ülkeler Rusya Federasyonu ve Ukrayna olup, bu ülkelerle yapılan ticaret, tüm Avrasya bölgesi ile yapılan ticaretin %82,8’ini oluşturmaktadır. Bu da Türk Cumhuriyetleri ile yapılması gereken ekonomik ilişkilerin ne kadar ihmal edilmiş olduğunun bir göstergesidir. Avrasya bölgesi, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte girdiği değişim sürecine devam etmektedir. Önümüzdeki 10-15 yıllık dönem içerisinde de bölge ülkelerinin önemli değişiklikler yaşaması beklenmektedir. Bu değişiklikler, Türkiye’nin bu bölgeyle olan ticari ve ekonomik ilişkilerinin seyrini de şekillendirecektir. Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan ve Özbekistan gibi Türk Cumhuriyetlerinin bugünkü durumlarına bakıldığında ekonomik yapılarının büyük ölçüde enerji ve doğal kaynakların ihracatına bağımlı oldukları görülmektedir. Bu durum ekonomileri kırılgan hale getirmektedir. Petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki değişiklikler veya talepte oluşan dalgalanmalar, ekonomileri kontrol dışına çıkartabilmektedir. Ayrıca teknolojinin gelişmesiyle birim enerji kullanımı düşmekte ve aynı zamanda alternatif enerji kaynakları da geliştirilmektedir. Bu da doğal olarak tüketimi olumsuz yönde etkilemektedir. Belirli doğal kaynakların üretimine bağımlı bir ekonomi sürdürülebilir değildir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde bu ülkelerin ekonomik yapılarında değişiklikler meydana gelmeli ve sektörel anlamda çeşitlilik sağlanmalıdır. Bu doğrultuda, bölgede yabancı yatırımın önemi artacak ve Türk Cumhuriyetleri yabancı sermayeyi çekebilmek için daha uygun ve daha cazip ortamlar sağlamalıdır. Pazar ekonomisinin temel direği olan özel sektöre daha çok ağırlık verilecek, devletin rolü mümkün olduğunca azaltılacaktır. Özel sektörün içinde KOBİ’ler ekonomik büyümenin motoru haline getirilmelidir. İşletmelerinin %90’ı KOBİ’lerden oluşan Türkiye’nin bu konuda kardeş ülkelerle paylaşabileceği çok büyük deneyimler vardır(http://ekutup.dpt.gov.tr/disekono/öik686.pdf). Avrasya ülkelerinde enerjiden sonra tarım, hayvancılık, turizm, maden sanayi ve gıda sanayi gibi sektörlerin bu “çeşitlendirme” çerçevesinde ön plana çıkmaları ve ülke GSYİH’leri içindeki paylarını artırmaları gerekmektedir. Türk özel sektörü, Avrasya ekonomilerinin enerji-dışı sektörlerine halihazırda büyük önem vermektedir. Söz konusu ülkeler bu sektörleri yabancı yatırıma daha fazla açtıkça Türk firmaları için de yeni yatırım imkanları doğacaktır. Bu nedenle önümüzdeki dönemde Türk firmalarının yatırım yaptıkları alanları çoğaltmaları ve uygun yatırım fırsatlarından yararlanmak amacıyla bulundukları ülkelerde merkezi bölgelerden ve büyük şehirlerden, ülkelerin diğer bölgelerine açılmaları beklenmektedir. Bu öngörü, müteahhitlik firmalarının üstlenecekleri projeler için de geçerlidir(http://ekutup.dpt.gov.tr/disekono/öik686.pdf). 188 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ Türk Cumhuriyetleri arasındaki işbirliği şu anda asgari düzeydedir. Şu anda bu ülkeler arasında zayıf bölgesel anlaşmaların dışında ekonomik anlamda da bir entegrasyon yoktur. Bu durum bölgenin ekonomik gelişmesi karşısında bir engeldir. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde Orta Asya’da bölgesel işbirliğinin artırılması beklenmektedir. Avrupa Birliği’ne tam üyeliği hedefleyen Türkiye’nin diğer yandan da kendisi için önemli bir ekonomik potansiyel arz eden Orta Asya’da oluşturulacak işbirliği oluşumlarında etkin rol oynaması hem kendisi için hem de bölge ülkeleri için faydalı olacaktır. Avrasya bölgesindeki demografik değişiklikler de dikkate alınmalıdır. Önümüzdeki dönem için Slav kökenli ülkelerde ve Kafkasya’da nüfuslarda azalma, Orta Asya’da ise nüfus artışı tahmin edilmektedir. Rusya’nın bugün 146 milyon olan nüfusunun, 2015 yılında 130 milyona kadar inebileceği düşünülmektedir. Nüfusun azaldığı ülkelerde ekonomik potansiyelin daha etkili bir şekilde değerlendirilmesi, kişi başına düşen GSYİH’lerde, yani insanların refah seviyelerinde artış anlamına gelecektir. Nüfus artışı beklenen Orta Asya ülkeleri ise bu artışı karşılayacak ekonomik büyümeyi sağlamak zorundadırlar. Küresel ekonomik entegrasyon konusundaki olumlu çabalara Türkiye’nin vereceği destek önemlidir. Diğer yandan tüm Orta Asya’da piyasa ilkelerinin iyice oturmuş hale gelmesi gerekmektedir. Bu durum Türkiye’nin bu ülkelerle olan ve bu ülkelerin kendi aralarındaki ticari ve ekonomik ilişkilerini geliştirmelerini etkileyecektir. Son dönemlerdeki gelişmeler, Orta Asya ülkelerinde Batı tarzı demokrasiye doğru yavaş da olsa adımlar atılmaya başlandığını göstermektedir. Demokrasinin gelişmesi, bu ülkelerin dünya ile hem ekonomik hem siyasal entegrasyonlarını kolaylaştıracaktır. Avrasya bölgesinde ekonomik açıdan rekabet gittikçe artmaktadır. Avrasya ülkelerinin ekonomik yapılarındaki değişme yeni fırsatlar yaratacağı gibi, Çin, İran, Hindistan gibi yeni rakipler de ortaya çıkaracaktır. Türk Cumhuriyetleri, özellikle Türkiye fırsatları ve tehditleri iyi tespit etmeli ve rekabet gücünü arttırıcı yapılanmalar ve ortaklıklara girmelidirler. SONUÇ Yeni Türk Cumhuriyetlerinin çoğu günümüzün stratejik iki metaı olan petrol ve gaz bakımından zengin kaynaklara sahiptir. Bu durum bu ülkelere rekabet ve güç mücadelelerinde önemli bir stratejik avantaj sağlamaktadır. Gerek ülkeler arası ilişkilerde gerekse de ekonomik rekabet noktasında enerji faktörünü kullanarak her iki platformda da üstünlük sağlayıcı fırsatların değerlendirilmesi mümkündür. Türkiye ise mevcut pozisyonda enerjide dışa bağımlı olan bir ülke olmasına rağmen ekonominin her sektöründe üretim yapan ve bir çok sektöründe ise belli bir challange sahip olan bir ülkedir. Cari olan ekonomik sistemi içselleştirmiş, uluslar arası sermaye ile ciddi ilişkiler kurmuş, dünya ekonomisinin aktörleri ile kurumsal düzeyde sağlam ilişkileri olan, dünya ölçeğinde saygınlık kazanmış, bölgesinde ise bir bölgesel aktör olan etkin bir ülkedir. 189 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ Türk Cumhuriyetlerinin öncelikle yapmaları gereken şey doğal kaynak zenginliğini sermaye birikimine dönüştürerek ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeylerini daha üst kategorilere taşımaları zorunluluk arzetmektedir. Burada iki farklı stratejik durum söz konusudur. Birincisi, sermaye açığını kapatmak suretiyle ekonomik kalkınma için ihtiyaç duyulan alt yapı ve sektör yatırımlarını gerçekleştirme imkanına sahip olunacaktır. Böylelikle ekonomik yapı çok boyutluluk kazanarak milli gelir artışının kaynağı sadece doğal kaynak olmaktan çıkacak istihdam ve gelir yaratan çok yönlü bir yetenek kazanacaktır. İkincisi, sermaye birikimi sayesinde günümüz gelişmiş ekonomik yapının temel unsurlarından olan teknolojiyi kullanma, üretme ve yayma fırsatı yakalanacaktır. Görünen o ki, gelişmişlik kategorisindeki tüm ülkelerin ortak özelliği sermaye birikimi ile teknolojik düzeylerinin paralellik göstermesidir. Sermaye birikimini sağlayamamış ülkelerin teknoloji bakımından da geri durumda oldukları gözlenmektedir. Demek ki, güçlü bir ekonomiye sahip olmanın günümüzdeki temel koşulu olan teknolojik gelişmişlik için belli bir sermaye birikimine sahip olmak kaçınılmaz gözükmektedir. Türk Cumhuriyetleri aksi halde refah gücünü doğal kaynaklardan sağlayan ülkeler gibi üretemeyen bir ekonomiyle karşı karşıya olma riskini yaşayacaklardır. Türk Dünyasının, diğer ülke ekonomileri karşısında rekabet gücü olan, güçlü bir ekonomik yapıya sahip olma zorunluluğu vardır. Aksi takdirde şimdiye kadar olduğu gibi başka ülkeler tarafından sömürülerek hem ekonomik güvenlikleri hem de ülke güvenlikleri tehdit altında olacaktır. Türk Cumhuriyetleri için tek başına doğal zenginlik yeterli olmayacaktır. Bunu sermaye ve teknoloji birikimine basamak yaparak bu iki sinerji doğuran faktörle gelişmelerini tamamlayacak ve altyapısı sağlıklı ve güçlü bir ekonomiye sahip olacaklardır. Önlerinde başka seçenek yoktur. Var olan ikinci seçenek sömürülen ülkeler olmaya sürdürülebilirlik kazandırmak olacaktır ki bu da arzu edilen bir durum olamaz. Türkiye ve Yeni Türk Cumhuriyetlerinin güçlü ve kurumsal bir işbirliği için önemli avantajları vardır. Bunların, geliştirilen sağlam işbirliği stratejileri ile somut ilişkilere dönüştürülmesi Türk Dünyası adına hem kendi ekonomik ve sosyal durumunu hem de uluslar arası ilişkiler gücünü etkileyici sonuçlar doğuracaktır. KAYNAKÇA • Barro, R. J. ve X. Salai-Martin (1995), Economic Growth, McGraw-Hill, Inc. Singapur • Bocutoğlu, E., Orta Asya ve Kafkasya’daki Durum ve Avrupa Güvenliği (Çeviri), Trabzon: Karadeniz Teknik Üniversitesi, 1998 • Boettke, Peter,J; “ Is the Transition to the Market too Imported to be Left to the Market” http://www.econ.nvu.edu/user/boettke/transition/html (12.03.2004) • Boskin, M. J. ve L. J. Lau (1992), “Capital, Technology and Economic Growth” çinde Rosenberg, ve diğ. (der.), Technology and the We17-55, Stanford University Press, Stanford. • BP Statistical Review of 2002(http://www.bp.com/productlanding) • BP Statistical Review of World Energy Report,2006. World Energy, Haziran, 190 II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ • Bulutay, T (1995a), Employment, Unemployment and Wages in Turkey, Devlet statistik Enstitüsü, Ankara. • Bulutay, T (1995b), “Investment as the Fundamental Force of Development”, içinde T. Bulutay (der.) Investment and the Labour Market in Turkey: Proceedings of a Seminar Held in Ankara, Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara. • Davutoğlu, A., “Orta Asya’daki Dönüşüm, Asya içi Dengeler ve Türkiye”, Yeni Türkiye Dergisi, III/15, 1997,Ankara • Doğan, D.M., “Türk Dünyasının Yakın Dönemde Ortaya Çıkışı ve Geleceği”, Yeni Türkiye Dergisi, III/15, Ankara: 1997 • Frischenschlager,A., “Siyasal ve Ekonomik Bağımsızlık Türkmenistan”, Avrasya Etütleri, II/.3, 1995, s.38-50 • DPT; Dokuzuncu Kalkınma Planı Dış Ekonomik İlişkiler Özel İhtisas Komisyonu Raporu • DPT; http://ekutup.dpt.gov.tr/disekono/öik686.pdf • DPT;http://ekutup.dpt.gov.tr/sermaye/saygilis/turkiye/2003.pdf • GÜNGÖR,B.;“Türkiye İle Yeni Türk Cumhuriyetleri Arasındaki Ekonomik Entegrasyonun Olabilirlik Etüdü”,Akademik Araştırmalar Dergisi,Sayı:6,İstanbul • Jorgenson, D. W., F. M. Gollop ve B. M. Fraumeni (1987), “Productivity and U.S. Economic Growth”, Harvard University Press, Cambridge. • Kaldor, N. (1957), “A Model of Economic Growth”, Economic Journal. 67, ss. 596-624. • Kaldor, N. ve J. A. Mirrlees (1962), “A New Model of Economic Growth”, Review of Economic Studies, 29, ss. 174-192. • Kendrick, J. (1993), “How Much Does Capital Explain”, içinde A. Szirmai, B. Van Ark ve D.Pilat(der.),”Explaining Economic Growth”, ss.129-145, NorthHolland, Amsterdam. • Morgil, O., “Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri Arasında Ekonomik İşbirliğinin Geliştirilmesi”, Yeni Türkiye Dergisi, III/15, 1997 • PAMİR,Necdet. Bakü-Ceyhan Boru Hattı,Asam Yayınları,Ankara,1999,s.58 • Resmi Gazete, 2006 Yılı Programı, 2 Kasım 2004, s.34. • Susan Strange, “States and Markets”, New York: Basil Blackwell, 1988 • TASAM, “Avrupa Birliği Raporu”,Şubat,2005,İstanbul • Turan,F.;“Türkiye - Türk Cumhuriyetleri Ticari Ve Ekonomik İlişkileri Hakkında Değerlendirme”,Dış Ticaret Dergisi,Ocak Özel, 2002,Ankara • ÜŞÜMEZSOY,Şener.Ş. Şamil:Petrol Düzeni ve Körfez Savaşları,İnkılap kitabevi, İstanbul, 2003, s.14 • World Energy Outlook, 2004, IEA; Türkiye istatistikleri Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı • http://www.eia.doe.gov/emeu/cabs/Centasia/Full.html ve Hazar Bölgesi Jeopolitik Yolundaki Araştırma
© Copyright 2024 Paperzz