İtalya Seyahati

JOHANN WOLFGANG VON GOETHE
İtalya Seyahati
Arkadya’da Bile Varım!
Italienische Reise
Auch ich in Arkadien!
ÇEVİREN Gürsel Aytaç
THOMAS P. SAINE’İN ÖNSÖZÜ VE
ROBERTO M. DAINOTTO’NUN SONSÖZÜYLE
Johann Wolfgang von Goethe 28 Ağustos 1749’da avukat Johann Caspar
Goethe ile varlıklı ve tanınmış bir aileden gelen Catharina Elizabeth Textor’un ilk
çocuğu olarak Frankfurt am Main’da doğdu. Dört kardeşinden sadece kendisinden
birkaç yaş küçük olan Cornelia hayatta kalacaktı. Babasından ve özel öğretmeninden aldığı eğitimle Goethe Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Latince, Yunanca gibi
yabancı dillerin yanı sıra bilim, din, edebiyat, resim, çello ve piyano, binicilik, eskrim
ve dans da öğrendi. 1765’te babasının isteği üzerine Leipzig’de hukuk okumaya
başladı. Ancak hukuk derslerine devam etmek yerine şiirle ilgilendi ve bu alanda
dersler aldı. 1768 yılı Haziran ayında ağır şekilde hastalanınca Leipzig’den ayrılmak
zorunda kaldı. Uzun nekahet döneminde, daha sonra Faust’ta da başvuracağı mistik
konularla ilgilenmeye başladı ve ilk tiyatro eseri olan Die Mitschuldigen (Suç Ortakları) komedisini yazdı. 1870’te sağlığına kavuşunca hukuk eğitimine geri döndü ve
yüksek takdir derecesiyle doktora unvanını aldı. Bu dönemde “Urfaust” adını verdiği ve daha sonra “Faust” adını alacak eserine başladı. Yirmi iki yaşında Frankfurt’a
geri döndü ve burada kendi yazıhanesini açarak dört yıl boyunca avukatlık yaptı, bir
yandan da Ortaçağ sanatının etkisini taşıyan Götz von Berlichingen adlı oyunu yazdı
ve bu oyun “Sturm und Drang” (Fırtına ve Coşku) döneminin temelini oluşturan
eserlerden oldu. Arkadaşının nişanlısı Charlotte Buff’a duyduğu aşkın ve yaşadıklarının etkisiyle Genç Werther’in Acıları adlı romanını yazdı ve bu kitap sayesinde bir
anda şöhrete kavuştu. 1775’te politika ile ilgilenmeye başladı ve Weimar Dükü’nün
özel danışmanlığı, ardından bayındırlık ve maliye bakanlığı gibi görevlerde bulundu. Bu dönemde “Iphigenie Tauris’te” trajedisinin ilk düzyazı özeti ile birlikte “Egmont” ve “Tasso” oyunlarını yazdı. 1786-1788 yılları arasında yaptığı İtalya gezisini
“yeniden doğuş” olarak niteleyen Goethe, dönüşünde sanat anlayışında klasisizme
geçti ve bu geçiş Alman edebiyatında da klasisizme geçiş olarak kabul edildi. 1789’da
daha sonra evleneceği Christiane Vulpius ile tanıştı, aynı yıl oğlu Karl August dünyaya geldi. 1791’de Jena Üniversitesi’nde ve Weimar Saray Tiyatrosu’nda görev aldı
ve Friedrich Schiller ile tanıştı. İkili birlikte antik döneme yönelerek Weimar Klasik
dönem edebiyatını geliştirdiler. Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları ve Unterhaltung
deutscher Ausgewanderten (Alman Göçmenlerin Sohbetleri), Schiller’in eleştirileri
ile şekil almıştır. Goethe, Fransız Devrimi’nin etkisiyle Der Groß-Cophta (Büyük
Cophta), Der Bürgergeneral’i (Yurttaş General) yazdı. Son romanı Gönül Yakınlıkları’nı 1807’de tamamladı ve 1809 yılında otobiyografisi Yaşamımdan Şiir ve Hakikat’i
yazmaya başladı. Bu yıllarda Yakın Doğu ile ilgilenmeye başladı, Arapça ve Farsça
öğrendi ve Kuran-ı Kerim’i hatmetti. En önemli eserlerinden Faust’un ilk bölümünü
1808’de, ikinci bölümünü 1832’de ölümünden kısa bir süre önce bitirebildi. 22 Mart
1832’de kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Geride renk teorisi, yer bilimi, madencilik, botanik ve osteoloji konularında kitaplar bıraktı. Cenazesi Frankfurt’ta Friedrich
Schiller’in yanına defnedildi.
İ Ç İ N D E K İ LE R
ROMANA DAİR GÖRSELLER...................................................................................7
KRONOLOJİ........................................................................................................................ 13
ÖNSÖZ
İTALYA SEYAHATİ / THOMAS S. PAINE......................................................... 25
İtalya Seyahati
Karlsbad’dan Brenner’e........................................................................... 35
Brenner’den Verona’ya Kadar....................................................... 49
Venedik’e Kadar Verona........................................................................ 65
Venedik............................................................................................................................. 87
Ferrara’dan Roma’ya................................................................................ 121
Roma.................................................................................................................................. 145
Napoli.............................................................................................................................. 197
Sicilya.............................................................................................................................. 241
Napoli.............................................................................................................................. 329
SONSÖZ
GOETHE’NİN BAVULU / ROBERTO M. DAINOTTO........................... 355
İtalya Seyahati’nin
el yazmasından bir
sayfa (1787).
Johann Wolfgang von Goethe’nin İtalya seyahatinde yaptığı çizim:
Roma’daki Kapitol (1787).
Johann Wolfgang von Goethe’nin İtalya seyahatinde yaptığı çizimler:
Roma’daki Borghese ve Medici Villaları (1787).
Karlsbad’dan Brenner’e
3 Eylül 1786.
Erkenden, saat üçte Karlsbad’dan gizlice kaçtım, çünkü aksi halde beni bırakmazlardı. Doğum günüm 28 Ağustos’u çok
nazik biçimde kutlamak isteyen insanların beni burada tutmaya bu nedenle hakkı vardı; yoksa burada daha fazla durulmazdı. Tek başıma, yanıma yalnız bir palto, bavul ve porsuk derisi bir sırt çantası alarak, kendimi bir posta arabasına atıp saat
yedi buçukta güzel, sessiz, sisli bir sabah vakti Zwota’ya ulaştım. Yukarıdaki bulutlar ince uzun ve pamuksu, aşağıdakiler
yoğundu. Bu bana iyi bir işaret gibi geldi. Ümidim, böyle berbat bir yazdan sonra iyi bir sonbaharın tadını çıkarmaktı. Saat
on ikide, sıcak güneşli bir havada Eger’deydim ve şimdi aklıma
geldi ki bu yerin yüksekliği, benim atalarımın şehriyle aynıdır.
Bir kez daha güneşli bir havada ellinci enlemde öğlen yemeğine oturacağımı düşünerek sevindim.
Bavyera’da insanın karşısına hemen Waldassen Manastırı çıkıyor – bir zamanlar başka insanlardan daha kurnaz olan din
adamlarının muazzam gayrımenkulleri. Bu, çukurda demeyelim ama bir düzlükte, etrafı sevimli yumuşak tepelerle çevrili
güzel bir çayırlıkta bulunuyor. Bu manastırın memleketin dört
bir yanında da mülkleri var. Zemin, ayrıştırılmış arduaz. Bu tür
dağlık arazide bulunan ve dağılmadığı gibi ayrışmayan kuvars,
bölgeyi yumuşak ve oldukça verimli kılıyor. Bölge, Tirschenreuth’a kadar yükselmeye devam ediyor. Sular insanın karşısına, Eger’e ve Elbe’ye doğru akıyor. Tirschenreuth’dan itibaren
artık güneye iniliyor ve sular Tuna’ya akıyor. En küçük akıntıyı inceledim mi nereye doğru aktığını, hangi nehir bölgesine
ait olduğunu çabucak anlıyorum. İnsan o zaman, tamamını göremediği bölgelerde bile dağlarla vadiler arasındaki ilişkiyi düşünerek buluyor. Düşünülen yerden önce o kadar mükemmel
bir granit kumlu yol başlıyor ki, daha mükemmeli düşünülemez. Çünkü ayrışmış granit, çakıl ve balçıktan oluştuğu için
aynı zamanda sağlam bir zeminle yolu dümdüz yapacak güzel
bir bağlayıcı madde ortaya çıkıyor. İçinden geçtiği bölge bir o
kadar kötü görünüyor: Aynı şekilde granit kumu, düz, yosunlu
ve o güzel yol bir o kadar daha arzu edilir. Bugün aynı zamanda bölge de yokuş aşağı olduğundan ve Bohemya dönemeçlerine doğru tamamen değiştiğinden, inanılmaz bir hızla uzaklaşılıyor. Yanımdaki broşürde çeşitli istasyonların adları var. Yeter.
Ertesi sabah on civarı Regensburg’daydım, yani otuz bir saatte
yarım mil yol almıştım. Gün ağarmaya başladığında Schwanendorf ile Regenstauf arasında bulunuyordum ve tarlaların iyileştiğini fark ediyordum. Artık dağların çözülmesi yoktu; tersine,
kabartılmış, karıştırılmış topraktı. Üzerine düşen yağmur, en
eski zamanlarda Tuna’dan gelgitlerle bütün vadileri etkilemiş.
Bunlar şu anda sularını o tarafa döküyorlar ve böylece de üzerinde tarımın dayandığı bu doğal polder ortaya çıkıyor. Bu bilgi, yakındaki bütün büyücek ve küçücek nehirler için geçerlidir ve gözlemleyici bu ipucuyla ekime elverişli her zemini çabucak teşhis edebilir.
Regensburg’un konumu gayet güzel. Bu bölgenin bir şehri cazibesine alması gerekirdi; din adamları da iyi düşünmüşler. Şehrin çevresindeki bütün tarlalar onların; şehirde ise kilisenin karşısında kilise, vakfın karşısında vakıf var. Tuna bana
eski Main’i hatırlatıyor. Frankfurt’da nehir ve köprünün daha
çok itibarı vardır; burada ise karşıdaki şehir bunu sırayla usu36
lünce kullanıyor. Ben hemen öğrencilerin yıllık temsillerinin
verildiği Cizvit toplantısına katıldım. Burada operanın sonunu
ve trajedinin başını seyrettim. Öğrenciler, yetişmekte olan bir
meraklı topluluğundan daha kötü oynamadılar ve kostümleri
güzel, hatta muhteşemdi. Bu resmî sunum da beni Cizvitlerin
akıllılıklarına yeniden inandırdı. Herhangi bir şekilde etki edebilecek hiçbir şeyi göz ardı etmiyorlar ve bunu aşkla ve dikkatle kullanmayı biliyorlardı. Buradaki akıllılık, genel olarak anlaşıldığı anlamda değil, meseleden zevk alma, hayatın içinden fışkıran bir zevk ve keyif paylaşımı. Bu büyük din adamları topluluğu, aralarında nasıl orgculara, ahşap oymacılara ve varak ustalarına sahipse, aynı şekilde şüphesiz tiyatroyu bilgi ve merakla benimseyen ve uygun ihtişamla kendi kiliselerini ödüllendirenleri de var ve bu ileri görüşlü adamlar doğru dürüst bir tiyatroyla dünyevi duyusallığa hâkim oluyorlar.
Bugün kırk dokuzuncu enlemde yazıyorum. İyi gibi görünüyor. Sabah serindi ve burada da nemden ve yazın soğuğundan şikâyet ediyorlar; ama hoş, ılıman bir güne dönüştü. Büyük bir nehrin getirdiği o mülayim hava çok özel bir şey. Meyve öyle değil. İyi armutlar yedim, ama üzümü ve inciri özlüyorum.
Cizvitlerin davranışlarına ve kimliklerine tutuldu gözlemlerim. Kiliselerin, kulelerin, binaların bütün insanlarda içten
saygı uyandıran bir büyüklüğü ve bütünlüğü var. Süsleme olarak altın, gümüş, metal, perdahlanmış taşlar öylesine ihtişam
ve zenginlikle işlenmiş ki, her sınıftan yoksulların ister istemez
gözleri kamaşıyor. Orada burada insanların çoğunu barıştıracak ve cezbedecek zevksiz şeyler de yok değil. Bu, genel olarak
Katolik ayinlerinin dış özelliğidir; ama hiçbir yerde Cizvitlerde
olduğu gibi böylesine akıl, beceri ve tutarlılıkla yürütüldüğünü
görmedim. Burada her şey birbiriyle tutarlı; öyle ki öbür mezheplerin din adamları gibi eski köhneleşmiş ibadeti sürdürmüyorlar, tersine zamanın ruhuna uygun süs ve ihtişamla onu yeniden destekliyorlar.
Görünüşüyle ölüye benzeyen, ama aslında daha eski, en eski, hatta porfi tarzı sayılması gereken tuhaf bir taştan eserler çı37
karılıyor. Bu, kuvarsla iyice karışık, deliklidir ve içinde sağlam
jasperden büyük lekeler bulunuyor ki, bunlar da yine küçük,
yuvarlak Brekzi tarzı lekeler taşıyor. Bir parçası iyice fazla yapıcı ve hoş, ama taşın kendisi fazla sabit ve ben, bu seyahatte taşları yanımda sürüklememeye yemin ettim.
Münih, 6 Eylül.
Beş Eylül öğlen saat yarımda Regensburg’dan ayrıldım. Abach’da Tuna’nın kalker kayalarda parçalandığı Saal’a kadar güzel
bir bölge var. Harz’daki Osteroda yakınlarındaki gibi bir kalker bu; yoğun, ama bütünüyle delikli. Akşam saat altıda Münih’teydim ve on iki saat gezindikten sonra yalnızca pek az şey
not etmek istiyorum. Resim galerisinde kendimi iyi hissetmedim; gözlerimi her şeyden önce tablolara yeniden alıştırmam
gerekiyor. Rubens’in Luxemburg galerisindeki eskizlerinden
çok zevk aldım.
Burada değerli bir oyuncak, Traya sütununun bir modeli duruyor. Zemin lacivert taşı, figürler altın kaplama. Ne de olsa
epey bir emek. Seyretmesi de hoş.
Antik eserler salonunda gözlerimin bu nesnelere alışık olmadığını açıkça fark ettim, bu yüzden oyalanmak ve zaman geçirmek istemedim. Nedendir bilmem ama birçoğu bana hiç hitap
etmedi. Bir Drusus, dikkatimi çekti, iki Antonin hoşuma gitti
ve birkaçı daha. Eserler genel olarak iyi yerleştirilmemiş, acaba
hemen düzenlemek isteseler ve salon ya da daha ziyade kubbe,
eğer biraz daha temiz tutulup daha iyi korunsa, iyi görünmez
mi? Taş koleksiyonunda Tirol’ün güzel şeylerini buldum; bunların küçük örneklerini biliyorum, hatta bende var.
Turfanda oldukları için zamanından önce lezzetlenmiş incirler taşıyan bir kadın çıktı karşıma. Ama genel olarak meyve kırk sekizinci enlemde pek iyi değildir. Burada soğuktan ve
nemden çok şikâyet ediyorlar. Yağmur sayılabilecek bir sis beni Münih önlerinde yakaladı. Gün boyu rüzgâr Tirol dağlarından çok soğuk esti. Kuleden aşağıya baktığımda o taraf kapa38
lıydı ve bulutlar bütün gökyüzünü kaplamıştı. Şimdi güneş batarken henüz benim penceremin önündeki eski kulenin yanında parıldıyor. Kusura bakmayın, rüzgâr ve havaya çok dikkat
ederim: Gemici gibi karada seyahat eden kimse de bu iki şeye
tâbidir ve eğer yaban ellerdeki sonbaharım bizdeki yaz gibi kötü olacak olursa yazıktır.
Şimdi doğruca Innsbruck’a. Ruhumda neredeyse fazla eskiyen o tek düşünceyi uygulamak için sağımda solumda neleri feda etmiyorum ki!
Mittenwald, 7 Eylül, akşam.
Sanırım koruyucu meleğim inancıma amin dedi, ben de ona
beni böyle güzel bir günde buraya getirdiği için şükrediyorum.
Arabacı neşeli bir haykırışla bunun bütün yazın ilk güzel günü olduğunu söyledi. Böyle devam edeceğine ilişkin sessiz batıl inancımı koruyorum. Ama yine havadan ve bulutlardan söz
etmemi dostlarım bağışlasın.
Saat beşte Münih’ten yola çıktığımda gökyüzü aydınlanmıştı. Tirol Dağları’nda bulutlar kocaman yığınlar halinde kıpırdamadan duruyordu. Aşağı bölgelerde de hareket etmiyorlardı. Yol, aşağıda İsar Nehri’nin göründüğü tepelerde kıyıya toplanmış çakıl kümeleri üstünden ilerliyordu. Bazı granit artıkları
arasında Knebel’e borçlu olduğum kıymetli parçaların kardeşlerini ve akrabalarını buldum.
Nehrin ve çayırların sisi bir süre dayandı, sonunda bunlar da
yok oldu. Saatler boyu göz alabildiğine hayal edilebilecek çakıl
tepeler arasında yağmur deresinin yatağındaki gibi en güzel, en
verimli toprak! Şimdi tekrar İsar kıyısına gitmek gerek. Orada
çakıl tepelerinin bir kesiti ve yamacı görünür, herhalde yüz elli ayak yüksekliğinde. Wolfrathshausen’a vardım ve kırk sekizinci enleme ulaştım. Güneş fena halde yakıyordu ve güzel havaya hiç kimsenin güveni yoktu, geçmekte olan yılın kötülüğüne söyleniyorlar, yüce Tanrı’nın yardıma hiç niyeti olmayışına
dövünüyorlardı.
39
Benim içinse yeni bir dünyanın kapıları açılıyordu. Gittikçe
gelişen dağlara yaklaşıyordum.
Benediktbeuern şahane bir yerde ve insanı ilk bakışta şaşırtıyor. Verimli tarlalarda enine boyuna beyaz bir bina ve arkada
geniş yüksek bir kaya sırtı. Şimdi yol yukarı Kochelsee’ye doğru gidiyor; daha yukarı dağlara, Walchensee’ye. Burada ilk karlı zirvelere selam verdim ve karlı dağlara bu kadar yaklaşmış olmanın hayretiyle anladım ki, bu bölgelerde dün gök gürlemiş,
şimşekler çakmış ve dağlara kar yağmış. Bu hava belirtilerinden
daha iyi havalar konusunda ümitli olmak ve bu ilk karla atmosferin değişeceğini beklemek istiyor insan. Çevremdeki kayaların hepsi, henüz taşlaşmamış, en eskisinden kalker. Bu kalker
dağlar, dev gibi ve sürekli sıralar halinde Dalmaçya’dan Sankt
Gotthard’a ve daha da uzaklara devam ediyor. Hacquet bu sıra
dağların büyük bir kısmında dolaşmıştır. Bunlar kuvarslı ve bol
killi en eski dağlara yaslanıyor.
Walchensee’ye saat dört buçukta vardım. Buradan yarım saat
kadar önce hoş bir macera yaşadım: On bir yaşında kızıyla beraber, bir arp çalgıcısı önüme çıktı ve çocuğu arabama almamı
rica etti. Adam çalgısını taşımaya devam etti, kız ise büyük, yeni bir kutuyu ayaklarımın dibine özenle yerleştirdi. Uslu, mektep görmüş bir mahluk, dünyada epey dolaşmış. Maria-Einsiedel’e annesiyle yayan ziyarete gitmiş, babasıyla ikisi, anne ölüp
de yeminini yerine getirmeyince şimdi St. Jago de Compostela’ya uzun bir seyahate başlamak istiyorlarmış. Kız diyordu ki,
Tanrı’nın annesine ne kadar ibadet edilse azdı. Büyük bir yangından sonra bir evin bütünüyle yanıp kül olduğunu ve kapının üzerinde bir camın altındaki Hz. Meryem resminin camla
birlikte zarar görmeden durduğunu bizzat görmüş, ki bu düpedüz mucizeymiş. Bütün seyahatlerini yayan yaparmış, en son
Münih’te Kurfürst’ün önünde çalmış ve tam yirmi bir saraylıya dinletmiş. Beni gayet iyi oyaladı. Zarif iri gözler, bazen biraz yukarı doğru kırışan inatçı bir alın. Konuşurken hoş ve doğaldı, özellikle de çocuk gibi yüksek sesle gülerken; buna karşılık sustuğunda sanki bir şeyi anlamlandırmak istiyordu ve üst
dudağıyla yüzüne mahcup bir hava veriyordu. Onunla çok şey
40
konuştum, her yeri biliyordu ve her şeye dikkat etmişti. Mesela bir keresinde bana bu ne ağacı diye sordu. Bütün seyahatim
boyunca ilk defa karşılaştığım güzel, büyük bir akça ağaçtı bu.
Kız onu hemen fark etmişti ve artık bu ağacı da sık sık karşısına çıktığı için ayırt edebileceğine seviniyordu. Bozen’a fuara gidiyormuş, belki ben de oraya gidermişim. Benimle orada karşılaşırsa ona bir şey almalıymışım, ben de söz verdim. Orada yeni
başlığını da giymek istiyordu, Münih’te kendi kazancıyla yaptırdığı başlığı. Bunu bana önceden gösterecekti. Derken o kutuyu açtı, ben de bu zengin işlemeli, güzel bağcıklı başlığa onunla birlikte sevinmeliydim.
Başka hoş bir haber karşısında da aynı şekilde birlikte sevindik. Bana havanın iyi olacağına dair teminat verdi. Onlar barometrelerini yanlarında taşırlarmış ve barometreleri arpleriymiş.
Arpin üst perde telleri tizse, hava iyi olacak demekmiş. Bugün
de böyleymiş. Bu hayır alametini benimsedim ve keyfimiz yerinde, yakında görüşmek umuduyla ayrıldık.
Brenner Geçidinde, 8 Eylül, akşam.
Buraya gelince tam istediğim gibi sessiz ve sakin bir dinlenme
yerine varmış oldum. Bu, insanın yıllarca hatırlamaktan zevk
alabileceği bir gündü. Saat altıda Mittenwald’dan ayrıldım; şiddetli bir rüzgâr berrak gökyüzünü tamamen temizliyordu. Benzerine ancak şubatta rastlanabilen bir soğuk vardı. Ne var ki
yükselen güneşin parlaklığında bu karanlık, çamlarla örtülü
ön planlar, gri kalker kayalar, aralarında ve arkalarında koyu
bir gök mavisi üzerinde karlı zirveler! Bunlar şahane, hep değişen tablolardı.
Scharnitz yakınından Tirol’e varılıyor. Sınır, vadiyi sınırlayan ve dağlara bağlanan bir setle kapatılmış. İyi görünüyor: Bir
yandan kaya sabitlenmiş, öte yandan dikey olarak yukarı yükseliyor. Seefeld’den başlayarak yol gittikçe ilginçleşiyor ve şimdiye kadar Benediktbeuern’den beri bir tepeden ötekine yokuş
yukarı çıkılırken ve bütün sular İsar bölgesine bakarken, şim41
di bir yamaçtan Inn Vadisi’ne bakılıyor ve Inzingen önümüzde uzanıyor. Güneş yukarıda ve sıcak, kıyafetimi hafifletmem
gerekiyor; günün değişken hava şartlarında bunu sık sık yapıyorum.
Zirl’den Inn Vadisi’ne iniliyor. Görünüm, tasvir edilemeyecek kadar güzel ve buram buram güneş rayihası manzarayı
muhteşem yapıyordu. Arabacı benim istediğimden daha hızlıydı: Şimdiye kadar hiç ayin dinlememiş, Innsbruck’ta dinlemek
istiyordu. Meryem Günü olduğundan, ayin daha da huşu dolu olacaktı. Şimdi de Inn’den aşağı doğru, Martinswand’ın dik
inen dev bir kalker duvarın önünden tıkırtıyla ilerliyordu. Kayser Maximilien’in tırmandığı söylenen yere ben yardımsız çıkmaya herhalde cesaret ederdim, her ne kadar bu, gözü kara bir
teşebbüs olsa da.
Innsbruck, geniş ve zengin bir vadide, yüksek kayalar ve
dağların arasında muhteşem bir şekilde uzanıyor. Önce orada
kalmak istedim, ama rahat edemedim. Otelcinin oğlu, sevimli sırıkla kısa bir süre eğlendim. İşte benim tiplerim böyle zaman zaman karşıma çıkıyor. Meryem’in doğumunu kutlamak
için her şey temizlenmiş. Sağlıklı ve varlıklı halk, kümeler halinde Wille’e gidiyordu. Burası şehirden dağlık bölgeye on beş
dakikalık uzaklıkta bir kutsal ibadet yeri. Saat ikide, benim tekerlekli arabam bu canlı, renkli kalabalığı yardığında her şey
şen ve yolundaydı.
Innsbruck’tan bu tarafa yol güzelleştikçe güzelleşiyordu. En
iyi yollarda, suyu Inn’e gönderen ve sayısız değişik manzara sunan bir dağ geçidinden yukarı çıkılıyor. Yol en sarp kayanın yanından ilerlerken, hatta kayanın içine oyulmuşken karşı tarafın
hafif meyilli olduğu fark ediliyordu, öyle ki orada harika tarım
yapılabilirdi. Hepsi beyaz badanalı köyler, evler, kulübeler, tarlalarla çalıların arasında! Az sonra tümü değişiyor; kullanılabilir toprak, çayır oluyor ve sonra da dik bir yamaçta kayboluyor.
Dünyanın yaratılışı teorim için bazı keşiflerim oldu, ama
bunlar çok yeni ve beklenmedik değillerdi. Aynı zamanda çok
hayal kurdum, uzun zamandır sözünü ettiğim, kendi içimde
dolaşan ve tabiattaki herkese anlatamadığım modelin hayali.
42
Şimdi hava karardıkça kararıyor, şeyler tek tek seçilmiyor,
kitleler gittikçe büyüyor, muazzamlaşıyordu; sonunda her şey
önümde derin gizli bir tablo gibi hareket edince, birdenbire yine yüksek karlı zirvelerin ay ışığıyla parladığını gördüm ve sabahın, içinde benim güneyle kuzeyin sınırında sıkışıp kaldığım
bu kaya yarığını aydınlatmasını bekledim.
Buraya hava hakkında birkaç not ekleyeceğim; hava, belki pek çok gözlemimi ona borçlu olduğum için bana iyi geldi. Düzlükte insan havanın iyi ya da kötü olacağını önceden
fark etmiyor ama dağda hava iyileşirken ya da kötüleşirken bunu birebir yaşıyor. Seyahatte, avda, gezide, günlerce gecelerce
dağ ormanlarında, kayalar arasında bulunduğum zamanlar çok
yaşadım; o anda içimde bir kuruntu belirdi, bunu bir şey sandığımdan değil, ama kafamdan atamıyorum, nasıl ki insan kuruntulardan kurtulamazsa öyle. Sanki gerçekmiş gibi onu her
yerde görüyor onu anlatmak istiyorum, dostlarımın hoşgörüsünü defalarca sınadım zira.
Dağları yakından ya da uzaktan seyrettiğimizde, zirvelerini kâh güneş ışığında parlarken kâh sislerle çevrilmiş gördüğümüzde, fırtınalı bulutlarla sarılmış, yağmurla kırbaçlanmış,
karla kaplanmış olduklarında, bunu havaya bağlarız, çünkü
onun hareketlerini ve değişimlerini gayet iyi görür ve algılarız. Buna karşılık dağlar, eski halleriyle bizim dış duyumuzun
önünde hareket etmeden öylece durur. Donup kalmış oldukları için onları cansız sayarız. Ama ben, havada kendini gösteren
değişiklikleri büyük ölçüde onların sessiz, gizli bir iç etkisine
bağlamaktan uzun zamandır kendimi alamıyorum. Çünkü inanıyorum ki yeryüzü kütlesinin tümü, dolayısıyla kendini gösteren asıl kütleler de sürekli, hep aynı çekim gücünü göstermiyor, bu çekim gücü kendini belli bir hareketlilikle gösteriyor,
öyle ki gerekli, tesadüfi iç nedenlerle belki de tesadüfi dış sebeplerle azalıp çoğalıyor. İsterse başka bütün deneyler, bu salınımı ortaya koymakta fazla sınırlı ve gelişmemiş olsun, hava bizi o sessiz etkilerden haberdar edecek kadar hassas ve sonsuzdur. O çekim gücü azıcık azaldı mı havanın bu azalan yoğunluğu, bu azalan esnekliği bize bu etkiyi hissettirir. Atmosfer, için43
deki kimyasal ve mekanik olarak dağılmış olan nemi artık kaldıramaz, bulutlar aşağı iner, yağmurlar yağar ve yağmur selleri
karaya doğru çekilir. Ama dağlar yoğunluğunu artırdı mı, o zaman havanın esnekliği yerine gelir ve iki önemli fenomen oluşur. Bir kere, dağlar muazzam bulut kitlesini kendi çevrelerine
toplar, onu üzerlerinde ikinci bir zirve gibi sabit ve yoğun tutar, ta ki elektrik güçlerinin iç mücadelesiyle gök gürültüsü, sis
ve yağmur olarak aşağıya inene kadar, o zaman geri kalan şeye şimdi yine daha çok su tutan çözülme ve işleme gücüne ulaşan esnek hava etki eder. Ben böyle bir bulutun yok oluşunu
çok net gördüm: En dik zirvenin çevresinde asılı duruyordu,
akşam kızıllığıyla aydınlanıyordu. Uçları yavaş yavaş çözüldü,
birkaç küme sürüklendi ve yukarıya kaldırıldı; bunlar gözden
kayboldu ve böylece bütün kütle zamanla yok oldu ve gözlerimin önünde, bir öreke gibi görünmez bir el tarafından tamamen kendiliğinden eğirildi.
Dostlar bu gezgin hava gözlemcisine ve onun bu tuhaf teorilerine gülümsediklerinde onlara birkaç başka gözlemle daha gülme fırsatı veriyorum, çünkü itiraf etmeliyim ki elli birinci enlemde katlandığım seyahatim aslında bütün o saçmalıklardan bir kaçış olduğu için, umudum kırk sekizinci enlemde tam
bir ferahlamaydı. Ne var ki önceden bilmem gerektiği gibi, hayal kırıklığına uğradım. Çünkü yalnızca kutup yüksekliği değildi iklimi ve havayı yapan, tersine sıra dağlardı, özellikle de
sabahtan akşama kadar ülkeleri bölenler. Bunlarda her zaman
büyük değişimler oluyor ve bundan en çok çeken kuzeydeki
ülkeler oluyor. Bunları yazmakta büyük Alp sıradağlarında bu
hava, bütün kuzey için yaz boyu geçerli olmuş olmalı. Burada
son aylar hep yağmur yağdı ve güneybatı ve güneydoğu, yağmuru tamamen kuzeye gönderdi. İtalya’dakilerin güzel, hatta
fazla kurak bir havası olmalı.
Şimdi de iklim, yükseklik, nem gibi çeşitli şeylere bağımlı
bitki dünyası üzerine birkaç söz! Burada da özel değişiklikler
bulmadım, ama kazançlı çıktım. Elmalar ve armutlar Innsbuck
önlerinde artık sıkça vadide dallarda asılı, buna karşılık şeftali ve üzümü Akdeniz ülkelerinden ya da daha ziyade Tirol’den
44
getirtiyorlar. Innsbruck civarında, harman adını verdikleri mısırı çok ekiyorlar. Brenner’den yukarı, ilk karaçamları gördüm;
Schönberg’de ilk fıstık çamlarını. Arpçı kız bunu da sorar mıydı acaba?
Bitkiler konusunda henüz öğrenci olduğumu hissediyorum.
Münih’e gelinceye kadar gerçekten yalnızca bildiğimiz şeyleri
gördüğümü sanıyordum. Şüphesiz o acele gündüz ve gece yolculuğum böylesi ince gözlemlere müsait değildi. Gerçi şimdi
yanımda botanikçi Linné’m var ve terminolojisini de belledim,
ama analiz edecek zaman ve zemin nerede? Zaten bunlar, kendimi tanıdığım kadarıyla asla benim güçlü yanım olmayacak.
Bu nedenle gözümü genel manzaraya dikiyorum ve Walchensee’de ilk zambağı gördüğümde fark ettim ki, şimdiye kadar ilk
olarak su kıyısında yeni bitkileri buldum.
Dikkatimi daha da çok çeken, dağ yüksekliğinin bitkiler üzerindeki muhtemel etkisiydi. Orada yalnız yeni bitkiler bulmadım, eskilerinin büyümesinin farklılığı da vardı; aşağı bölgelerde dallar ve saplar daha güçlü ve daha kalın, gözler birbirine
daha yakın, yapraklar daha genişken, yukarı çıktıkça dağlarda
dallar ve saplar narinleşiyor, tohumlar birbirinden uzaklaşıyordu ve böylece daha büyük bir mesafe oluşuyor, yapraklar incelip kılıç biçimi alıyordu. Bunu bir söğüt ağacında ve bir centiana’da fark ettim ve bunların farklı türler olmadığına kanaat getirdim. Walchensee’de de aşağılardakinden daha uzun ve daha
ince kamışlar gördüm.
Şimdiye kadar katettiğim Kalker Alpleri’nin gri bir rengi ve
güzel, tuhaf, düzensiz biçimleri var, kaya sanki hemen ufalanacakmış gibi. Ama kabarmış yataklarda ortaya çıktığı için ve kaya bütünüyle farklı ufalandığı için yamaçlar ve zirve tuhaf görünüyor. Bu dağ türü Brenner Geçidi’nin yukarılarına kadar çıkıyor. Yukarıdaki göl bölgesinde onun bir değişiğini buldum.
Koyu yeşil ve koyu gri mika taşına, kuvarsla koyu çizgili, beyaz, yoğun bir kalker taşı yaslanmıştı ve çözülme sırasında son
derece parçalanmış olsa da parlak ve büyük kütleler halindeydi. Bunun üzerinde yine, bana ilkinden daha zarifmiş gibi gelen
mika taşı buldum. Daha da yukarıda bir çeşit gnays ya da da45
ha ziyade gnaysa dönüşmüş bir granit çeşidi ortaya çıkıyor; tıpkı Elbogen bölgesindeki gibi. Burada yukarıda, evin karşısındaki kaya mika taşı. Dağdan inen sular yalnızca bu taşı ve gri kalkerleri taşıyor.
Her şeyin yaslandığı granit damarları uzak olmamalı. Haritaya göre suların çepeçevre aktığı asıl büyük Brenner Geçidi’nin
yanındayız.
İnsan türünün dış görünüşü hakkında yalnız şunları biliyorum: Halk cesur ve dosdoğru. Tipler hemen hemen aynı; kadınlarda iri kahve gözler, siyah kaşlar; buna karşılık erkeklerde
sarışın ve kalın kaşlar. Bunlara gri kayalar arasında yeşil şapkalar neşeli bir hava veriyor. Bunları süs kurdelelerle süslenmiş
ya da iğnelerle püsküllü geniş tafta eşarplar iliştirilmiş olarak
taşıyorlar. Bir de, herkesin şapkasında bir kuş tüyü ya da çiçek
var. Buna karşılık kadınlar, beyaz, pamuklu, pütürlü, çok geniş, sanki erkeklerin gece takkesi gibi başlıklarla çirkinleşiyorlar. Bu onlara yabancı havası veriyor, zira yurtdışında da kadınlar başı iyice örten yeşil erkek şapkaları takıyorlar.
Halkın tavus tüyüne, genel olarak her türlü renkli tüylere nasıl kıymet verdiğini görme fırsatım oldu. Bu dağlık bölgeye seyahat etmek isteyenler yanında böyle şeyler götürmeli. Gerektiğinde birine böyle bir tüy vermek, en makbul bahşiş yerine
geçebilir.
Bu sayfaları ayırırken, toplarken ve dostlarıma şimdiye kadarki yaşantılarımdan şöyle bir genel izlenim verecek şekilde
ve aynı zamanda kendime de şimdiye kadar yaşadıklarımın ve
düşündüklerimin dökümünü yapacak şekilde düzenlerken, bazı kâğıt tomarlarına belli bir ürpermeyle baktım ve bunlar hakkında az ve öz bir itirafta bulunmam gerek: Bunlar benim yol
arkadaşlarımsa da önümüzdeki günlere çok etkileri olmayacaktır!
Karlsbad’a gelirken, Göschen’in yayımlayacaklarını nihayet
düzenlemek için bütün yazdıklarımı yanıma almıştım. Henüz
basılmamış olanlar, çoktan beri becerikli sekreter Vogel tarafından güzelce temize çekilmiş halde duruyordu. Bu zeki adam
becerikliliğiyle yardım etmek için bu kez de bana eşlik etti. Bu
46
sayede ilk dört cildi Herder’in o çok sadık yardımıyla yayıncıya
gönderecek hale getirdim ve son dört cilt için de aynı şeyi yapmak niyetindeyim. Bunlar kısmen, yalnızca planlanmış çalışmalardan, hatta fragmanlardan oluşuyordu; benim o çok şeye
başlayıp hevesim azalınca bırakmak gibi bir kötü alışkanlığım
yüzünden yıllar, uğraşlar ve dağınıklıklarla artmıştı.
Şimdi bu şeylerin tümünü yanıma aldığım için, Karlsbadlı
entelektüellerin isteklerine memnuniyetle uydum ve şimdiye
kadar yabancı kaldıkları her şeyi onlara okudum. Çünkü insan,
üzerinde keşke daha çok dursaydım dediği o tamamlanmamış
şeylere her seferinde acıyor.
Yaş günü kutlamam başlıca şundan oluşuyordu: Bana başlayıp da ihmal edilmiş çalışmalar adına yazdıkları pek çok şiir
armağan edildi; bu şiirlerin hepsinde kendine göre benim çalışma tarzımdan şikâyet ediliyordu. Bunlar arasında, “Kuşlar”
adında bir şiir öne çıkıyordu ki, burada bu heyecanlı yaratıkların Treufreund’a gönderilmiş bir elçi heyeti, kendilerine söz
verilen devleti artık kurması ve düzenlemesini ısrarla rica ediyordu. Diğer eserlerim hakkındaki yorumlar da hiç daha az
zengin ve daha az zarif değildi; öyle ki birden gözümde canlandılar ve ben de dostlarıma ilk niyetlerimi ve tamamlanmış
planlarımı zevkle anlattım. Bu, ısrarlı teşviklere ve isteklere
yol açtı. Herder’in ise, bu kâğıtları bir kez daha yanıma almam,
her şeyden önce de Iphigenie’ye hak ettiği özeni göstermem
konusunda beni ikna çabalarını haklı çıkardı. Şimdiki haliyle o oyun, tamamlanmıştan ziyade bir tasarıdır ve bazen Jambus veznine kayan, bazen de hece veznine benzeyen şiirsel nazımla yazılmıştır. Eğer çok iyi okunup bazı sanatsal taktiklerle eksikleri saklanabilirse, şüphesiz etkisine büyük katkı yapılır. Herder bunu bana öylesine ısrarla benimsetti ve o seyahat
planımı herkesten olduğu gibi ondan da gizlediğim için sandı
ki, yalnızca bir dağ gezintisi yapacağım ve minerolojiye ve jeolojiye karşı hep alaylı ifadeler kullanarak sağır taşları döveceğime, becerimi bu işte kullanmamı söyledi. Ben bu iyi niyetli ısrarlara uyuyordum, ama dikkatimi o tarafa çevirmek şimdiye kadar mümkün olmadı. Şimdi Iphigenie’mi paketten çıka47
rıyorum ve o güzel, sıcak ülkeye giderken, yol arkadaşım olarak yanıma alıyorum. Gün çok uzun, düşünceye dalmak çok
serbest ve çevrenin muazzam manzaraları şiir duyusunu asla
sıkıştırmıyor, o duyuyu hareket ve açık hava eşliğinde sadece
daha da güçlü ortaya çıkarıyor.
48
Brenner’den Verona’ya Kadar
Trento, 11 Eylül, sabah.
Tam elli saat hayatın içinde ve sürekli uğraştıktan sonra dün
akşam saat sekizde buraya vardım; hemen istirahata çekildim
ve şimdi, anlatmaya devam edebilecek durumdayım. Akşamın
dokuzunda, güncemin ilk bölümünü bitirdiğimde, bir de Brenner’deki misafirhaneyi, postaneyi oldukları gibi çizmek istemiştim, ama beceremedim; ruhumu ortaya çıkaramadım ve yarı üzgün geri döndüm. Otelci otelden ayrılıp ayrılmayacağımı
sordu; ay ışığı varmış ve yol çok iyiymiş, herhalde bilirmişim ki
yarın sabah erkenden yıllık samanın ikinci bölümünü getirmek
için atlara ihtiyacı olurmuş ve o zamana kadar dönmüş olmak
istermiş, yani tavsiyesi kendi yararınaydı, ama ben bunu yine
de iyi tarafından aldım, çünkü içimdeki sese uyuyordu. Güneş
yine yüzünü gösterdi, hava fena değildi ve ben saat yedide yola
çıktım. Atmosfer bulutlara hâkim, akşam da güzeldi.
Arabacı uykuya daldı ve atlar yokuş aşağı hızla, hep o malum yola koşuyorlardı; bir düzlüğe gelince de bir o kadar yavaş
ilerleniyordu. Arabacı uyandı ve yine hız verdi ve yüksek kayalar arasından o harika Adige Nehri kıyısından çok çabuk aşağıya indim. Ay doğdu ve muazzam şeyleri aydınlattı. Çok yaş49
lı çamların arasında köpüren nehrin üst tarafında birkaç değirmen, tam ressam Everdingen tablosuydu.
Saat dokuzda Sterzing’e vardığımda, bana hemen buradan
ayrılmak isteyeceğimi ima ettiler. Mittenwald’da tam saat on
ikide, arabacıdan başka herkesi derin uykuda buldum ve böylece Brixen’e doğru yola devam ettim; oradan da beni aynı şekilde kaçırdılar ve gün ağardığında Kollmann’a vardım. Arabacılar öyle sürüyorlardı ki insanın gözü görmez, kulağı işitmez oluyordu ve ben bu şahane bölgeleri geceleyin korkunç
bir hızla uçar gibi geçtiğime üzülüyordum, ama arkamda hayırlı bir rüzgârın beni arzularıma ittiğine içten içe seviniyordum. Şafak vakti ilk asma tepelerini gördüm. Armut ve şeftali
satan bir kadına rastladım ve saat yedide ulaşıp hemen yola devam edeceğim Teutschen’a doğru devam ettim. Bir süre daha
kuzey yönünde ilerledikten sonra, nihayet öğlene doğru Bozen’ın bulunduğu vadiyi gördüm: Oldukça yükseklere kadar
ekili dağlarla çevrilmiş, öğlene doğru açık, kuzeye doğru Tirol Dağları’yla örülmüş. Ilık, hafif bir hava sarıyordu bölgeyi.
Burada Adige Nehri öğlene doğru tekrar güneye dönüyordu.
Dağların eteklerindeki tepeler üzüm bağlarıyla örtülü. Uzun
ve alçak çardakların üzerine direkler konmuş, mor üzümler
yakın zeminin sıcaklığıyla olgunlaşacak şekilde tavandan zarifçe aşağıya sarkıyor. Vadinin genellikle yalnızca çayırların
olduğu tabanında da üzümler yan yana duran böyle çardak sıralara yapılmış, aralarına da sapı gittikçe yükselen mısır ekilmiş. Ben on ayak büyüyenleri çok gördüm. Püsküllü erkek çiçekler henüz kesilmemiş, bunu tozlaşma dönemi bir süre geçtiğinde yaparlar.
Parlak güneş altında Bozen’a geldim. Satıcıların neşeli yüzleri beni de sevindirdi. İyi niyetli rahat bir hayat çok canlı geliyor. Meydanda meyve satan kadınlar oturuyor, çapı dört
ayaktan fazla yuvarlak düz selelerde şeftaliler birbirlerini ezmesinler diye yan yana dizilmiş. Armutlar da öyle. Burada,
Regensburg meyhanesinin penceresinde yazılı olan şey aklıma geldi:
50
Comme les péches et le mélons
Sont pour la bouche d’un baron,
Ainsi les verges et les bâtons
Sont pour les fous, dit Salomon.1
Bunları Kuzeyli bir baronun yazdığı besbelli, ama bu bölgelerde olunca kavramlarını değiştirmesi de doğal.
Bozen fuarında güçlü bir ipek ticareti var gibi; kumaş da getiriliyor ve dağlık bölgelerde yapılan bütün deri işleri de öyle.
Doğal olarak birçok tüccar da genellikle paraları toplamak, siparişleri alıp yeni kredi açmak için buraya geliyor. Aslında burada hep birden bulunabilen bütün ürünleri gözden geçirmek
istedim, ama peşimi bırakmayan telaş, huzursuzluk ara verdirmiyor ve derhal yola devam ediyorum. Bu arada tesellim, bu istatistikler zamanında bütün bunların basılmış olması ve gerektiğinde kitaplardan bilgi alınabilmesi. Benim için şimdi önemli olan, yalnızca hiçbir kitabın, hiçbir resmin vermediği o duyusal izlenimler. Mesele şu: Artık dünyaya yeniden ilgi duyuyorum, gözlemci ruhumun bilimlerim ve bilgilerimle ne kadar
ilerlediğini deniyor ve gözümün saf ve berrak olup olmadığını
ne hızla kavrayabildiğimi ve ruhumda belirip beni ele geçiren
kuruntuların yeniden susturulup susturulamayacağını sınıyorum. Daha şimdiden kendi işimi kendim görüyor, hep dikkatli, hep uyanık olmaya çaba harcıyorum ve bu bana birkaç gündür çok farklı bir zihin esnekliği verdi; eskiden yalnızca düşünüyor, istiyor, emir veriyor, yazdırıyorken şimdi kuru parayla
ilgilenmem, para bozdurmam, ödemem, not etmem, yazmam
gerekiyor.
Bozen’dan Trento’ya, giderek verimlileşen bir vadide yol dokuz mil. Daha yüksek dağlık bölgede yaşamaya çalışan bitkilerin hepsi burada daha çok güçlü ve canlı, güneş ısıtıyor ve parlak, insan bir kez daha bir Tanrı’ya inanıyor.
Yoksul bir kadın, çocuğunun ayakları yandığı için onu ara1
(Fr.) Süleyman’ın dediği gibi
Şeftali ve kavun nasıl baronlar içinse
Değnek ve sopa da
Deliler içindir.
51
bama almamı rica etti. Bu hayrı muazzam güneşin şerefine yaptım. Çocuk ilginç şekilde süslenmiş ve şımartılmıştı. Hangi dille konuşursam konuşayım ağzından laf alamadım.
Adige Nehri şimdi daha yavaş akıyor, birçok yerde geniş çakıl yığınları yapıyor. Karada, nehrin kıyısında, yokuş yukarı
her şey öylesine dip dibe, iç içe ekilmiş ki, insan, biri öbürünü boğacak sanıyor. Üzüm bağları, mısır, dut ağaçları, elmalar, ayvalar ve cevizler! Yabani mürverler duvarların üzerinden taşıyor. Sağlam kökleriyle sarmaşık, kayalardan tırmanıp
onların çok üzerinde yayılıyor; kertenkele aralardan sıyrılıyor, oraya buraya gidip gelen her şey de insana en sevilen tabloları hatırlatıyor. Kadınların başlarına doladıkları saç örgüleri, erkeklerin açık bağırları ve ince ceketleri, pazar yerinden
eve sürdükleri besili öküzler, yüklenmiş eşekler, her şey canlı
ve hareketli bir Heinrich Roos tablosu. Ve şimdi, akşam olurken, ılık havada birkaç bulut dağların yamaçlarında dinlenirken, gökyüzünde hareket etmekten ziyade öylece dururken ve
günbatımından hemen sonra çekirgelerin cızırtısı yükselmeye
başlayınca, işte o zaman insan kendini gizlenmiş ya da sürgünde değil, dünyada evinde hissediyor. Sanki bir Grönland seyahatinden, bir balina avından dönüyormuşum gibi bunun tadını çıkarıyorum. Uzun zamandır haber almadığım, bazen arabanın etrafında esen o memleket tozuna selam olsun! Çan sesleri ve çekirgelerin cızırtısı hepsinden hoş, insanın içine işliyor ve rahatsız etmiyor. Yaramaz çocuklar böylesi bir şarkıcı
sürüsüyle yarışırcasına ıslık çaldıklarında neşe saçıyorlar; insana sanki bunlar birbirlerini azdırıyorlar gibi geliyor. Burada
akşam da gündüz gibi çok ılık.
Güney’de oturmuş, Güney’den gelen birisi benim bu şeylere
nasıl bayıldığımı duysa, beni çok çocukça bulur. Ah, burada dile getirdiğim şeyi çoktan beri, çatık kaşlı bir gökyüzüne katlandığımdan beri biliyorum ve şimdi, bizim ebedi bir doğa gerekliliği gibi her zaman tadına varmamız gereken bu sevinci bir istisna olarak hissediyorum.
52
Trento, 10 Eylül, akşam.
Şehirde dolaşıp durdum. Burası, yalnızca birkaç caddesinde yeni evler bulunan çok eski bir şehir. Kilisede asılı bir resimde,
Cizvit generalinin vaazını dinleyen cemaat görünüyor. Onlara
neler uydurduğunu bilmek isterdim.
Bu babaların kilisesi, ön cephesindeki kırmızı mermerlerle
dışarıdan hemen belli oluyor; kalın bir perde, tozu tutması için
kapıyı örtüyor. Perdeyi kaldırdım ve küçük bir avluya girdim.
Kilisenin kendisi demir parmaklıklarla kapanmış, ama içerisi
görünüyor. Her şey sessiz ve cansız, çünkü artık burada ayin
yapılmıyor. Yalnız ön kapı açıktı, çünkü akşam duası için bütün kiliselerin açık olması gerekiyor.
İşte öylece durmuş, bu babaların öbür kiliselerine benzer
bulduğum yapı stilini düşünürken, yaşlı bir adam içeri girdi ve siyah takkesini hemen çıkardı. Eski, siyah, rengi solmuş
elbisesi, düşkünleşmiş bir rahip olduğunu gösteriyordu. Parmaklıkların önünde diz çöktü ve kısa bir duadan sonra tekrar doğruldu. Bu yana döndüğünde kendi kendine mırıldandı: “Şimdi Cizvitleri kovdular; ama kilisenin maliyetini onlara ödemeleri gerekirdi. Onun ve bu seminerin diğer binlercesi gibi kaça mal olduğunu ben biliyorum.” Bu arada dışarı çıkmıştı, ardından da havalandırdığım ve beni saklayan perde inmişti. Adam yukarıdaki basamakta durdu ve şöyle dedi: “Bunu imparator yapmadı, papa yaptı.” Yüzü caddeyedönük, benim orada olduğumu tahmin etmeden devam etti: “Önce İspanyollar, sonra biz, sonra da Fransızlar. Habil’in kanı, kardeşi Kabil’in üzerinden bağırıyor!” Böylece kendi kendine konuşarak, cadde boyunca merdivenden aşağı indi. Herhalde bu,
Cizvitlerin tuttuğu ve bu müthiş darbe üzerine aklını kaybetmiş biriydi. Şimdi ise her gün gelip bu boş binanın eski sakinlerini ziyaret ediyor ve kısa bir duanın ardından onların düşmanlarını lanetliyordu.
Şehrin ilginç yerlerini sorduğum genç bir adam, bana şeytanın evi dedikleri bir evi gösterdi; hep kırıp dökmeye alışık olan
yıkıcı, burayı bir gecede çabucak getirilmiş taşlarla inşa etmiş.
53
Ama bunun asıl ilginçliğini söylememişti bu saf adam, yani bunun benim Trento’da gördüğüm ve eski bir dönemde şüphesiz
iyi bir İtalyan tarafından yapılmış zevkli tek ev olduğunu.
Akşam saat beşte yola çıktım; yine güneş battıktan hemen
sonra ötmeye başlayan çekirgelerin akşam konseri duyuluyordu. Bir mil kadar duvarlar arasında gidiliyor. Bunların üzerinde
üzüm dalları görünüyor; yeterince yüksek olmayan öbür duvarları taşlar, dikenli teller vs. ile yükseltmeye çalışmışlar ki,
gelen geçenler üzümleri kopartamasın. Birçok bağcı en öndeki sıraları, üzümleri yenilmez hale getiren ama şarap yapılırken
dışarı atıldığı için zarar vermeyen kireç püskürtüyorlar.
11 Eylül, akşam.
Şimdi, dilin değiştiği yer olan Roveredo’dayım. İçerilerde
dil, henüz Almancayla İtalyanca arasında gidip geliyor. Şimdi ilk defa tam Güneyli arabacım oldu. Otelci Almanca bilmiyor, ben de zorunlu olarak dil becerilerimi denemek zorundayım. Artık o sevgili dilin canlı, konuşulan dil oluşuna nasıl da
seviniyorum!
Torbole, 12 Eylül, yemekten sonra.
Önümdeki manzaranın tadına varmaları için dostlarımın yanımda olmasını ne kadar çok isterdim!
Bu akşam Verona’da olabilirdim, ama yanımda harika bir doğa duygusu, doyumsuz bir göz ziyafeti sunan Garda Gölü vardı ve ben yolumu uzatmanın mükâfatını görmüş oldum. Beşten
sonra Roveredo’dan uzaklaştım, sularını henüz Adige’ye döken
bir yan vadiden yukarıya doğru gittim. Yukarıdan göle inmek
için aşılması gereken muazzam bir kaya duvarı var. Burada resim çalışmaları için en güzel kalker kayalar boy gösterdi. Aşağılara inince gölün kuzey tarafının sonunda küçük bir yer ve kü54
çük bir liman ya da daha ziyade bir iskele var, buranın adı Torbole! İncir ağaçları yokuş yukarı giderken de bana sık sık eşlik
etmişlerdi ve kaya amfi-tiyatroya inerken, üzerleri zeytin dolu
ilk zeytin ağaçlarıyla karşılaştım. Burada aynı zamanda, Prenses Lenthieri’nin bana adi meyveler olarak bahsettiği o küçük
beyaz incirleri de buldum.
Kaldığım odadan aşağı avluya açılan bir kapı var; ben masamı onun önüne çektim ve manzarayı birkaç çizgiyle resmettim. Göl yukarıdan neredeyse boylu boyunca görünüyor. Yalnızca sol tarafın sonunda gözden kayboluyor. Her iki taraftan tepeler ve dağlarla çevrelenmiş sahilde, sayısız küçük kasaba parlıyor.
Gece yarısından sonra rüzgâr kuzeyden güneye esiyor, yani
aşağıya bakıp gölü görmek isteyen kimsenin bu vakit gitmesi
gerekiyor, çünkü seherden birkaç saat önce hava akımı kuzeye
doğru yön değiştiriyor. Şimdi öğleden sonra bana karşı kuvvetli esiyor ve o sıcak güneşi çok hoş serinletiyor. Volkmann bana
bu gölün adının vaktiyle Benacus olduğunu söylüyor ve Vergilius’un bunu hatırlatan bir dizesini okuyor:
“Fluctibus et fremitu resonans Benace marino.”2
Bu, içeriği canlı olarak karşımda duran ilk Latince şiir; şu anda rüzgâr gittikçe hızlanıp göl karşımızda büyük dalgalar savururken yüzyıllar öncesinde olduğu gibi bugün de gerçek! Bazı
şeyler değişmiş, ama rüzgâr hâlâ Vergilius’un bir satırını hâlâ
asilleştiren bu gölde esiyor.
Bu satırlar kırk beşinci enlemde elli dakikada yazılmıştır.
Akşam serinliğinde gezintiye çıktım ve şimdi gerçekten yeni bir ülkede, çok yabancı bir çevrede bulunuyorum. İnsanlar
adamsendeci bir masal ülkesi Schlaraffenland’da yaşar gibiler:
Evvela, evlerin kapıları açık; ama otelci yanımdaki her şey pırlanta bile olsa dert etmememi kesinlikle söyledi. İkincisi, pencereler cam yerine yağlı kâğıtla kaplı; üçüncüsü, burada en gerekli şey yok, öyle ki insan burada doğal haline oldukça yaklaşıyor. Hizmetçiye malum bir yeri sorduğumda aşağıyı, avlu2 (Lat.) Dalgaların kükremesi Benace’de yankılanıyordu.
55
yu işaret ederek “Qui abasso pus servirsi!”3 dedi. “Dove?”4 diye sorunca da “Daper tutto, dove vuole!”5 dedi dostça. O büyük
tatsızlık iyice ortada, ama hayat ve işler de devam ediyor. Komşu kadınlar bütün günü gevezelikle, bağırış çağırışla geçiriyorlar ve hepsinin de yanı sıra yapacakları, uğraşacakları bir şeyleri var. Henüz boş duran bir kadına rastlamadım.
Otelci İtalyan coşkusu içinde, bana leziz alabalık ikram edebileceği için kendini mutlu hissettiğini haber verdi. Bunlar, derenin dağdan aşağıya indiği, balığın da yukarı çıkmaya çalıştığı
Torbole yakınında yakalanır. İmparator bu avlamadan on bin
gulden alırmış. Bunlar büyük, bazen 25 kilo ağırlığında, baştan aşağı bütün gövdesi benekli olan asıl alabalık değil. Lezzetli alabalıkla som balığı arasında, hafif ve zarif.
Benim asıl hazzım ise meyveler; incir ve armutlar, yani limonun yetiştiği yerde leziz olanlar.
13 Eylül, akşam.
Bu sabah saat üçte erkenden iki kayıkçıyla birlikte Torbole’den
yola çıktım. Başlangıçta rüzgâr uygundu da yelkenleri kullanabildiler. Sabah muhteşemdi, her ne kadar bulutlu ise de, günbatımında sessizdi. Limone’un önünden geçtik; yamaçları liman ağaçlarıyla dolu teraslı bahçelerinin zengin ve temiz bir
görünümü vardı. Bütün bahçe, birbirinden eşit uzaklıkta duran ve basamaklar halinde tepeye doğru çıkan beyaz dört köşe
dayanaklardan oluşuyor. Bunların üzerine, aralarına dikilmiş
ağaçları kışın örtmek için sağlam sırıklar konmuş. Bu hoş şeylere bakmak ve incelemek, yavaş ilerleyen bir yolculukla mümkün hale geliyor. Rüzgâr tamamen yön değiştirip normal günlük yönünde kuzeye döndüğünde, biz de Malcesine önlerinden
geçiyorduk. Kürek çekmek bu üstün güç karşısında pek işe yaramıyordu ve biz Malcesine limanına sığınmak zorunda kal3 (İt.) Şurayı, aşağı kısmı kullanabilirsiniz.
4 (İt.) Nerede?
5 (İt.) Nereyi istersen orayı seç!
56
dık. Burası, gölün doğu tarafındaki ilk Venedik bölgesi. İnsanın işi suyla ilgili ise, bugün burada ya da orada olacağım diyemez. Buradaki kalış süremden de elden geldiğince yararlanmak istiyorum, özellikle de su kıyısında güzel bir görüntü sunan sarayı çizmek istiyorum. Bugün önünden geçerken bir krokisini çıkardım.
14 Eylül.
Dün Malcesine limanına zorlayan ters yöndeki rüzgâr, beni
tehlikeli bir maceraya sürükledi; ama bunu tam bir keyifle atlattım ve hatırladıkça gülünç buluyorum. Programladığım gibi sabah uygun zamanda, kapısız, bekçisiz, herkese açık olan
o eski şatoya gittim. Şato avlusunda kısmen kayaların arasında
yapılmış eski kulenin karşısına oturdum. Burası resim yapmak
için çok rahat bir yer: Üç dört basamak yükseltilmiş kilitli bir
kapının yanında, kapı duvarında, bizde de eski binalarda hâlâ
rastlandığı gibi süslemeli, taştan bir oturma yeri.
Çok oturmadım, avluya çeşitli insanlar geldi, beni seyredip sonra oraya buraya gidip geldiler. Kalabalık gitgide arttı,
sonunda durdu ve en sonunda etrafımı kuşattı. Resmimin ilgi çektiğini fark ediyordum, ama bundan etkilenmedim, rahatça çizmeye devam ettim. En sonunda gösterişsiz adamın biri kalabalığı yararak yanıma geldi, ne yaptığımı sordu. Malcesine’den bir hatıra olması için eski kulenin resmini yaptığımı
söyledim. Ardından bunun yasak olduğunu ve vazgeçmem gerektiğini söyledi. Bunu benim tam olarak anlamadığım kaba
Venedik ağzıyla söylediği için ne dediğini anlamadığımı söyledim. Bunun üzerine tam bir İtalyan rahatlığıyla kâğıdımı aldı, yırttı, ama resim defterimin üzerine bıraktı. Çevremdekilerin memnuniyetsizliğini fark ettim; özellikle orta yaşlı bir kadın, bunun doğru olmadığını, bu gibi şeylerde ne yapılacağını
bilen yetkili memurun (podesta) çağrılması gerektiğini söyledi. Oturduğum basamakta ayağa kalktım, sırtımı duvara yasladığımda gittikçe kalabalıklaşan halkı gördüm. O meraklı ve sa57
bit bakışlar, çoğu çehrelerdeki o iyi niyetli ifade ve yabancı bir
halk topluluğunu karakterize eden ne varsa, her şey bende en
hoş izlenimi yaratıyordu. Sanki önümde kuşlar korusunu, Ettersburg tiyatrosunda çoğu zaman Treufreund’u oynarken etrafımı saran o koroyu görüyordum. Bu, beni öyle neşelendirdi
ki podesta, Aktuarius’u ile yanıma geldiğinde onu samimiyetle
selamladım ve kalelerinin resmini niçin çizdiğimi sorduğunda
masumane bir tavırla bu duvarların bir kale olduğunu kabul etmediğimi söyledim. Onun ve halkın bu kulelerin ve bu duvarların yıkılışına, büyük kapıların eksikliğine, kısacası bütün durumun savunmasızlığına dikkatini çekerek burada bir harabeden başka bir şey görmediğimi, yalnızca bunu çizme niyetinde
olduğumu söyledim.
Bana verdikleri karşılık: Eğer harabe ise, ilginçliği neydi? Vakit ve hoşgörü kazanmak zorunda olduğum için cevabım çok
ayrıntılı oldu: Sebep şuydu: Bildikleri gibi birçok seyyah sırf
harabelerin hatırına İtalya’ya geliyordu; Roma, dünyanın başkentiydi, barbarlarca talan edilmiş harabelerle doluydu, bu harabelerin ise yüzlerce kez resmi yapılmıştı, antik dünyadan kalan yalnızca Verona’daki amfitiyatro idi, ki bunu da yakında
göreceğimi umuyordum.
Karşımda, ama daha aşağıda duran podesta, ince uzun olmasa da uzun boylu, otuz yaşlarında bir adamdı. Ruhsuz çehresindeki o kaba hatlar, sorularını açıkladığı bu yavaş ve yavan tarza
çok uygundu. Ufak tefek ve becerikli kâtip ise, bu yeni ve nadir rastlanan duruma çabuk uyum sağlamış gibi görünmüyordu. Benzer birkaç şey daha söyledim. Beni dinlemekten hoşlanıyorlar gibiydi ve iyi niyetli kadın çehrelerine başımı çevirdiğimde desteklendiğimi, kabul edildiğimi fark eder gibi oldum.
Ama burada Arena dedikleri Verona’daki amfitiyatroyu andığımdan bu yana düşünmüş olan kâtip, sözlerimin doğru olabileceğini söyledi; çünkü bu, dünyaca ünlü bir Roma binasıydı, ama bu kulelerin tek ilginç yanı, Venedik’le Avusturya İmparatorluğu arasındaki bölgenin sınırı olmasıydı ve bu nedenle burada casusluk etmek yasak olmalıydı. Bense buna karşılık
ayrıntılı olarak, yalnızca antik Yunan ve Roma değil, Ortaçağ
58
eserlerinin de ilgiyi hak ettiğini anlattım. Ama küçük yaştan
beri bildikleri bu binada benim gibi güzel resimler keşfedememiş olmalarını ayıplamamak gerekirdi. Şans eseri sabah güneşi kuleyi, kayaları ve duvarları fevkalade aydınlattı ve ben onlara bu tabloyu coşkuyla anlatmaya koyuldum. Ama seyircilerim
o övülen nesnelere arkası dönük durduklarından ve benden tamamıyla kopmak istemediklerinden, birden başlarını boyunkıran kuşu denen kuşlar gibi o tarafa çevirdiler, benim kulaklarına hitaben övdüğüm şeyleri gözleriyle görmek için. Hatta podesta bile biraz daha mesafeli de olsa o tasvir edilmiş manzaraya doğru döndü. Bu sahne bana öyle gülünç geldi ki keyfim
arttı ve onlara hiçbir şey veremedim, en azından kaya ve duvarları bol bol süslemek için yüzyıllarca beklemiş olan sarmaşığı hediye ettim.
Kâtip bunun üzerine, bütün bunlara kulak kabartılabilir dedi, ama Kayser Joseph şüphesiz Venedik Cumhuriyeti’ne karşı da başka kötü niyetleri olan huzursuz bir kralmış ve beni tebaası ve vekili olarak sınırları yoklamak üzere göndermiş olabilirmiş.
“Hiç de değil,” diye haykırdım “Kayser’e ait değilim, övünebilirim, gerçi kudret ve büyüklük bakımından yüce Venedik
devletiyle karşılaştırılamazsa da kendi kendini yöneten, zenginlik ve bilgelik yönünden Almanya’daki hiçbir şehrin aşağısında kalmayan bir cumhuriyetin vatandaşı olmakla övünebilirim. Yani Frankfurt am Main doğumluyum. Bu şehrin adı ve
ünü herhalde sizlere kadar ulaşmıştır.”
“Frankfurt am Main’lı!” diye haykırdı genç zarif bir hanım,
“bence iyi biri olan bu adamın kim olduğunu hemen anlayacaksınız podesta bey!” Frankfurt’ta uzun zaman bulunmuş olan
Gregorio’yu çağırın, meseleyi en iyi o karara bağlayacaktır.”
Şimdi çevremdeki dost yüzlü çehreler artmış, o ilk karşı çıkan tavır ortadan kaybolmuştu. Gregorio da gelince, mesele tamamen benim lehime döndü. Bu, elli yaşlarında biriydi, yüzü
bildiğimiz esmer İtalyan yüzü. Konuşurken, yabancı olan hiçbir şey kendisine yabancı gelmeyen biri gibi davranıyordu. Bana hemen Bolongaro’nun yanında çalıştığını ve hatırlamaktan
59
zevk aldığı bu aile ve bu şehir hakkında benden bir şeyler duyacağına sevindiğini söyledi. Tesadüfen onun orada bulunduğu
süre benim gençlik yıllarıma rastlıyordu ve ben iki kat avantajlıydım, hem onun zamanında olanları hem de daha sonra nelerin değiştiğini kesin olarak söyleyebiliyordum. Ona hiçbiri bana yabancı olmayan bütün İtalyan ailelerinden söz ettim; bazı
şeyleri duymak çok hoşuna gitti; mesela Bay Allesina’nın 1774
yılında ellinci evlilik yıl dönümünü kutladığı, bu vesileyle basılan madalyondan bende de bulunduğu. Bu zengin tüccarın eşinin Brentano ailesinden geldiğini tam olarak hatırlıyordu. Bu
ailelerin çocukları ve torunları hakkında da ona anlatacaklarım
vardı: Nasıl büyümüşler, nasıl bakılmışlar, nasıl evlenmişler ve
torunlar vermişlerdi.
Bana sorduğu hemen her şey hakkında tam bilgi verdiğimde,
adamın yüzünde sırayla bir neşe, bir ciddiyet beliriyordu. Sevinçliydi, duygulanmıştı; halk ise gittikçe daha da neşeleniyor
ve bir kısmını onların şivesine tercüme etmesi gereken konuşmamızı dinlemeye doyamıyordu.
En sonunda şöyle dedi: “Bay podesta! Ben bu adamın dürüst, sanatsever, iyi eğitim görmüş, bilgisini artırmak için her
yere seyahat eden biri olduğuna inandım. Onu dostça serbest
bırakalım ki, vatandaşlarına bizim hakkımızda iyi şeyler söylesin ve onları Malcesine’e gelmeye heveslendirsin. Buranın güzel konumu herhalde yabancıları hayran edecek değerdedir.”
Bense bu dostça sözleri, bölgeyi, insanlarını, yargı personelinin
bilgi ve tedbirli kişiler olduğunu unutmayarak övmek suretiyle daha da güçlendirdim.
Bütün bunlar kabul gördü ve bana Gregorio ustayla birlikte
istediğim yeri ve bölgeyi görme izni verildi. Beni getiren otelci yanımıza yaklaştı; Malcesine’in güzellikleri duyulacak olursa ona akın edecek turistlere şimdiden seviniyordu. Büyük bir
merakla benim kıyafetimi inceliyor, en çok da kolayca cepte taşınabilen küçük tabancama özeniyordu. Böyle güzel silahları taşımalarına izin verilen insanların şanslı olduğunu söylüyordu, çünkü bu onlarda en kötü cezalarla yasaklanmıştı. Beni
kurtaran adama teşekkürlerimi sunmak için bu samimi geve60
zenin birkaç kez sözünü kesmek zorunda kaldım. “Bana teşekkür etmeyin, bana hiçbir şey borçlu değilsiniz,” dedi bu namuslu adam, “Eğer o podesta işini tam yapsa ve eğer o kâtip herkesten daha egoist olmasa siz böyle kolay kurtulamazdınız. Biri sizden daha şaşkındı, öbürü ise sizin tutuklanmanızdan, raporlardan, Verona’ya gönderilmenizden beş kuruş bile kazanmayacaktı. Bunu hemen düşündü ve bizim konuşmamız daha
bitmeden kararını verdi.”
Bu iyi adam beni akşama doğru alıp gölün aşağısında güzel
bir konumda bulunan üzüm bağına götürdü. Babası en olgun
üzümleri seçerken, ağaca tırmanıp benim için en iyi meyveleri
toplayacak olan on beş yaşındaki oğlu bize eşlik etti.
Dünyadan habersiz, bu iyi niyetli iki insanın arasında, dünyanın bu ıssız köşesinde çok yalnızdım, ama yine de günün
macerasını düşününce, çok derinden şunu hissettim: İnsan ne
kadar harika bir yaratık ki, iyi bir toplumda güven içinde ve rahatça tadına varacağı şeyi çoğu zaman kendine sırf dünyayı ve
içindekileri kendince mal etmek deliliği uğruna zor ve tehlikeli hale sokuyor.
Gece yarısına doğru otelcim beni Gregorio’nun ikramı olan
meyve sepetini de taşıyarak kayığa götürdü. Böylece Yunan mitolojisindeki canavarlar gibi beni tehdit eden bu kıyıdan elverişli bir rüzgârla ayrıldım.
Şimdi göl yolculuğumu anlatayım! Yolculuk, göl yüzeyinin ve kıyısındaki Brescia’nın güzelliği içimi hakkıyla ferahlattıktan sonra mutlu bir şekilde bitti. Dağların yalçın olmaya son verdiği ve manzaranın göle doğru daha düzleştiği yerde
art arda aşağı yukarı bir buçuk saat boyunca Gargnano, Boiacco, Cecina, Toscolan, Moderno, Verdom, Salo sıralanıyor. Bu
çok nüfuslu bölgenin zarafetini hiçbir söz dile getiremez. Saat
sabahın onunda Bartolino’ya vardım, eşyamı bir katıra yükledim, kendim de bir başka katıra bindim. Şimdi yol, Adige Vadisi’ni deniz yüzeyinden ayıran bir sırtta ilerliyordu. En eski sular burada besbelli iki taraftan muazzam akıntılar halinde birbirine karşı etki etmiş ve bu devasa çakıl barajı oluştur61
muş. Sakin dönemlerde verimli toprak bunun üzerine taşınmış, ama çiftçi her zaman durmadan sürüklenip gelen taşlardan şikâyetçi olmuştur. Elden geldiğince bundan kurtulmaya çalışır, taşları yan yana ve üst üste dizer ve böylece yol kıyısında çok kalın bir duvar örer. Bu yükseklikteki dut ağaçları nemsizlikten dolayı pek güzel görünmez. Kaynaklarsa düşünülemez. Zaman zaman yağmur sularının biriktirdiği çamurlu
sulara rastlanıyor ki, katırlar ve katırcılar susuzluklarını burada gideriyorlar. Aşağıda sulama çarkları konulmuş, daha aşağıdaki bitkileri keyfince sulamak için. Ama şimdi yokuş aşağıya inerken yukarıdan görülen yeni bölgenin ihtişamı sözlerle
dile getirilemez. Bu, millerce geniş ve millerce uzun bir bahçe,
yüksek dağların ve yalçın kayaların eteklerinde, saf temiz bir
düzlük. Ve böylece on Eylül’de saat bire doğru Verona’ya vardım. Burada önce bunu yazdıktan sonra güncemin ikinci bölümünü bitirip akşama doğru da keyif içinde amfitiyatroyu görmeyi ümit ediyorum.
Bugünlerin havası hakkında şunları söyleyeyim: Ayın dokuzunu onuna bağlayan gece kâh berrak kâh kapalıydı; ay, çevresindeki ışığını hep koruyordu. Sabah saat beşe doğru bütün gökyüzü, gün boyu kaybolan gri, koyu bulutlarla kaplandı. Aşağılara indikçe hava güzelleşiyordu. Bozen’da şimdi o büyük dağ silsilesi gece yarısı rengini koruduğu gibi hava bambaşka bir özellik gösteriyordu: Açıkçası az ya da çok mavi çeşitli manzaralarda havanın taşıyabileceği kadar eşit dağılmış
buharla dolu olduğu ve bu nedenle ne çiğ olarak ne de yağmur
olarak yağamayıp bulutlar halinde toplandıkları görülüyordu.
Daha aşağılara indiğimde net olarak görebiliyordum ki, Bozner Vadisi’nden yükselen bütün buharlar, gün ortası dağlarından yükselen bütün bulutlar gece yarısı daha yüksek bölgelere
çekiliyor, onları örtmeseler de bir çeşit zirve sisiyle kaplıyorlar.
En uzaklarda, dağlık bölgenin üzerinde “su çanağı” dedikleri
bir şey fark ettim. Bozen’dan güneye doğru bütün yaz hava güzelmiş, yalnızca zaman zaman biraz su (onlar ‘acqua’ diyorlar o
hafif yağmura) ve ardından yine güneş! Dün de zaman zaman
birkaç damla döküştürdü ve her seferinde ardından güneş ışı62
dı. Onlar uzun zamandır böyle iyi bir yıl görmemişler; her şey
istendiği gibi, kötüsünü bizim tarafa göndermişler.
Dağlardan, taş çeşitlerinden yalnız kısaca söz edeceğim.
Çünkü Ferber’in İtalya seyahati ve Hacquet’nin Alpler’in içine
yaptığı seyahat bizi bu güzergâh hakkında yeterince bilgilendirdi. Brenner’den çeyrek saat ötede, alacakaranlıkta önünden
geçtiğim bir mermer ocağı var. Bunun öbür taraftaki gibi mikalı
şist tabakaları üzerinde olması gerekir. Bunu Kollmann’da, gün
ağarınca gördüm. Daha aşağılara doğru Porfirler kendini gösterdi. Kayalar öyle gösterişliydi ve yolda taş yığınları öyle düzgün parçalara bölünmüş ki, insan hemen bunlardan mücevher
kutuları yapıp yanına alabilir. Ben de eğer küçük ölçülere gözüm ve beğenim alışsa hiçbir kaygı duymadan bir parça alabilirdim. Hemen Kollmann’da muntazam tabakalara ayrılan bir
porfir çeşidi buldum, Branzoll ve Neumarkt arasında da, ama
tabakaları yine de sütunlara ayrılan bir benzerini. Ferber bunları yanardağ ürünleri olarak görüyordu, ama bu on dört yıl önceydi, hani o bütün dünyanın yanardağlar gibi yanıp tutuştuğu
zamanlarda. Hacquet bile buna güler.
İnsanlar hakkında pek az ve pek az hoş şey anlatabilirim.
Brenner’den aşağılara inerken, günün ağardığını görür görmez
tiplerde fark edilir bir değişim gözüme çarptı. Özellikle de kadınlardaki o yanık soluk cilt hiç hoşuma gitmedi. Yüz hatları
sefil görünüyor, çocuklar aynı şekilde acınacak halde, erkekler birazcık daha iyi, ama vücut yapıları iyi ve muntazam. Bu
sağlıksız hallerinin sebebi, kanımca çokça Türk mısırı ve kara
buğday tüketmeleri. Buğdaya siyah harman diyorlar mısıra da
sarı harman. Taneleri öğütülüyor, un suyla karıştırılıp yoğun
bir lapa haline getirilerek yeniyor. Öbür taraftaki Almanlar hamuru tekrar parçalayıp tereyağında kızartırlar. Güney Tirollüler ise bazen üstüne peynir rendeleyerek öylece yerler ve bütün
yıl boyunca da et yemezler. Zorunlu olarak bu, sindirim yollarını yapıştırıyor ve tıkıyor, en çok da çocuklarda ve kadınlarda.
Solgun renkleri de bu tür bir rahatsızlığın işareti. Ayrıca meyve
ve yeşil fasulye yiyorlar. Fasulyeyi kaynatıp sarımsak ve zeytinyağ katarak hazırlıyorlar. Zengin köylüler de yok mu diye sor63
dum. “Tabii var.” – “Kendilerine faydaları yok mu? Daha iyi
şeyler yemezler mi?” –“Hayır, böyle alışmışlar bir kere.” –“Paralarını ne yapıyorlar? Neye harcıyorlar?” –“Ah, parayı efendileri ellerinden oluyor.” İşte, benim Bozen’daki otelcinin kızıyla
konuşmamın özeti buydu.
Bundan başka ondan öğrendiğim şey, en varlıklı görünen
bağ sahiplerinin durumu en kötü olanlar olduğuydu, çünkü
onlar şehirli ticaret erbabının elindeymiş ve bunlar onlara kurak geçen yıllarda peşin para veriyor, iyi şarabı az bir para ile elde ediyormuş. Ama bu her yerde aynı.
Beslenme konusundaki kanaatimi doğrulayan şey, şehir halkının hep daha sağlıklı görünmesidir. Güzel, dolgun genç kız
yüzleri, bedenler, güçlerine ve kafaların büyüklüğüne göre biraz fazla küçük, ama gayet sevimli ve yardımsever çehreler. Erkekleri, gezgin Tirollülerden biliyoruz zaten. Köylerde kadınlardan daha az zinde görünüyorlar, herhalde onlar daha çok
bedensel işler gördükleri, daha çok hareket ettikleri için. Buna
karşılık satıcı ve işçi olarak çalışan erkekler oturuyorlar. Garda
Gölü kıyısında insanları daha esmer gördüm ve yanaklarında
pembelikten iz yoktu, ama yine de sağlıksız değil, zinde ve rahattılar. Besbelli kayalarının eteklerinde maruz kaldıkları kuvvetli güneş ışığıdır bunun sebebi.
64
Venedik’e Kadar Verona
Verona, 16 Eylül.
Amfitiyatro, demek oluyor ki benim eski zamanlardan kalma
gördüğüm ve iyi korunmuş ilk önemli anıt! İçeri girdiğimde ve
daha da çok yukarıda kıyıda dolaşırken burası bana tuhaf, büyük bir şey ve aslında görülecek bir yer olarak gelmedi. Yine de
boş değil, insanlarla dolu görmek gerek, yakın zamanlarda II.
Joseph ve VI. Pius’un şerefine merasim yapılmış. Gözleri insan
kalabalığına alışmış kayserin buna şaşmış olması gerek. Ama
yalnızca eski zamanda o büyük etkisini göstermiş, hani halkın
şimdiki halk gibi olmadığı dönemde. Çünkü aslında böyle bir
amfitiyatro, halkı bununla ve kendiyle etkilemek için yapılmıştır, halkı kazanmak için!
Eğer görülmeye değer bir şey düz yerde oluyor ve herkes oraya koşuyorsa, arkadakiler öndekilerden daha yükseğe çıkmaya
çalışır. Banklara basılıp geçilir, fıçılar yuvarlanır, arabalar sürülür, yandaki bir tepeye çıkılır ve hızla kendilerine bir krater yaparlar.
Oyun sıkça aynı yerde oynanıyorsa, o zaman parasını verenler için hafif kalaslardan bir iskele yapılır ve geri kalan yığın da
başının çaresine bakar. Bu genel ihtiyacı gidermek, burada mi65
marın görevidir. O, böyle bir krateri sanat yoluyla hazırlar. Elden geldiğince basit, tek süs, halkın kendisi olsun diye. Halk
kendini böyle bir arada görünce, kendine şaşmalı, çünkü başka zamanlar kendilerini yalnızca oradan oraya düzensiz bir kalabalıkta ve özel bir disiplin olmadan koşuşturur görmeye alışmışken, şimdi bu çok başlı, çok duyulu, sallanan, oraya buraya
bilmeden giden hayvan, şimdi asil bir bedende birleşmiş ve birlik olmuş, bir tek yığın oluşturmuş ve sabitlenmiş, tek vücut olmuş tek ruhla canlanmıştır. Oval şeklin sadeliği her göze en hoş
biçimde görünür olmuştur ve her kafa yığına hizmet etmektedir, o bütünün muazzamlığı ölçüsünde! Şimdi boşken neyle kıyaslanabileceğini, küçük mü büyük mü olduğunu bilmiyoruz.
Bu eserin iyi korunmuş olmasından dolayı Veronalıları övmek gerek. Hava şartlarından yıpranmış kırmızımsı mermerden yapılmış. Aşınan basamaklar sırasıyla onarılıyor, bu nedenle de neredeyse yepyeni duruyor. Bir yazıtta Hieronymus Maurigenius ve bu anıta sarf ettiği inanılmaz çaba anılıyor. Dış duvardan yalnızca bir parça kalmış ve ben o duvarın vaktiyle tamamlanmış olduğundan da şüpheliyim. Il Brà’ adını verdikleri
büyük meydanın altındaki hücreler, işçilere kiralanmış; bu mağaramsı yerleri yeniden canlandırılmış görmek pek eğlenceli.
Verona, 16 Eylül.
En güzel ama hep kapalı olan kapının adı Porta Stappa ya da
del Palio. Kapı olarak ve daha uzaktan fark edilir olması bakımından iyi düşünülmemiş. Çünkü ancak yakından bakılınca
binanın işlevi fark ediliyor.
Niçin kapalı olduğu konusunda çeşitli nedenler sıralıyorlar. Yine de benim tek tahminim var: Besbelli sanatkârın niyeti, bu kapıdan Korso’ya yeni bir konum sağlamaktı, çünkü şimdiki yola çok ters duruyor. Sol taraf sırf barakalar ve kapı ortasının açı doğrultusu, zorunlu olarak eskiden yıkılması gereken
bir rahibe manastırında sonlanıyor. Bunu herhalde anlamış olmalılar ve asillerle zenginler bu en uzak bölgeye çekilmek iste66
memişler. Belki de sanatkâr da öldü ve o kapı kapatılarak mesele kapatılmış oldu.
Verona, 16 Eylül.
Tiyatro binasının altı iyon sütunlu girişi oldukça gösterişli. Kapının üstünde iki korint sütununa oturtulmuş boyalı bir nişin
önünde yer alan peruklu Marki Maffei büstü bir o kadar zavallı kalıyor. Meydan şatafatlı, ama o sütunların büyüklüğüne ve
ağırlığına biraz olsun uyması için büstün devasa olması gerekirdi. Şimdi küçük bir taş rafın üzerinde, binanın bütünüyle
uyumsuz ve zavallı duruyor.
Ön avluyu içine alan galeride küçük ve oyuklu Dor cüceleri
o parlak iyon devleri yanında zavallı kalıyor. Ama yine de sütun çardaklarının altına yerleştirilmiş bu güzel binaya bakarak
bu yanlışları hoş görelim. Burada ekserisi Verona ve çevresinden çıkarılmış, toplanmış antikalar sergilenmiş. En eski Etrüsk,
Yunan, Roma dönemlerinden nesneler bunlar, daha yenileri de
var. Hatta birkaçı amfitiyatroda bulunmuş. Kabartmalar duvarlara yerleştirilmiş ve Maffei’in “Verona illustrata” başlıklı eserinde anlatırken verdiği numaralarla numaralanmış. Sunaklar,
sütun parçaları ve benzeri kalıntılar! Beyaz mermerden çok güzel bir üç ayaklı sehpa, üzerinde tanrıların sıfatlarıyla uğraşan
periler. Rafael bu tür şeyleri Farnesia villasının köşeliklerinde
taklit etmiş ve dünyevileştirmiştir.
Eskilerin mezarları üzerinden esen rüzgâr sanki gül yamaçlarından geliyormuş gibi rayihalı. Mezar taşları içten, dokunaklı
ve hep hayatı destekliyor. İşte şurada karısının yanında bir pencereden bakar gibi bir nişten dışarıyı seyreden bir adam! Burada baba ve anne, aralarında oğulları, birbirlerinin gözünün içine anlatılmaz bir doğallıkla bakıyor halde. Öbür yanda birbirlerine ellerini uzatmış bir çift. Şurada divanında uzanmış ailesince eğlendirilen bir baba! Bu taşların doğrudanlığı beni çok etkiledi. Daha geç sanat dönemindenler, ama sadeler, doğal ve genel olarak herkese hitap eder tarzdalar. Neşeli bir yeniden di67
rilmeyi bekleyen, diz çökmüş bir zırhlı yok burada. Sanatçı, az
ya da çok beceriyle insanların yalnızca sade şimdisini işlemiş,
varlıklarını ise bu yolla sürdürüp kalıcı kılmış. Ellerini kavuşturup gökyüzüne bakmıyorlar, bu dünyadalar, eskiden ve şimdi oldukları gibi. Bir aradalar, birbirlerine katılıyorlar, birbirlerini seviyorlar ve hatta bu, taşlarda belli bir zanaat beceriksizliğiyle çok hoş dile getirilmiş. Çok zengin işlemeli bir mermer
sehpa ayağı da bana yeni kavramlar kazandırdı.
Bu bina ne kadar övgüye değer olsa da, yine de onu kuran
asil koruma ruhunun artık onun içinde yaşamaya devam etmediği görülüyor. O kıymetli sehpa, rüzgârların batısına karşı yapılıp dayanaksız olduğundan, önce o mahvolmuş. Oysa ahşap
bir perdeyle bu hazine kolayca korunabilirdi.
İnşasına başlanmış Proveditore belediye sarayı eğer tamamlansaydı, güzel bir mimarlık örneği olurdu. Gerçi asiller çok bina yapıyorlar, ama maalesef herkes eski evinin bulunduğu yerde, yani çoğunlukla dar sokaklarda. Mesela şimdilerde şehrin
ücra bir sokağında bir rahip okulunun muhteşem bir cephesi yapılıyor.
Tesadüfen yanımda bulunan biriyle harika bir binanın büyük, gösterişli kapısının önünden geçerken, bana iyi niyetle avluya bir girmek ister miyim diye sordu. Burası adliye sarayıymış ve binanın yüksekliğinden dolayı avlu yalnızca derin bir
kuyu gibi görünüyordu. “Burada bütün suçlular ve zanlılar tutulur,” dedi. Etrafıma baktım, bütün katlarda sayısız kapıların açıldığı demir parmaklıklı koridorlar vardı. Tutuklu adam,
kendi hücresinden çıkıp duruşmaya giderken açık havada olsa da, herkesin bakışlarına maruz kalıyordu. Şimdi ise mahkeme salonları çok sayıda olduğundan, zincirler bütün katlar boyunca kâh bu koridorda kâh öbür koridorda şakırdıyordu. Beter bir manzaraydı ve ben, itiraf edeyim ki “Kuşlar”ı yazarkenki havamı burada zor bulurdum.
Şehir ve bölgenin en güzel manzarasının gurup vakti tadını çıkararak amfitiyatro kraterinin kıyısında dolaştım. Yapayal68
nızdım ve aşağıda Brà’nın geniş taşları üzerinde insan kalabalıkları, her sınıftan erkekler, orta sınıftan kadınlar geziniyorlardı. Siyah mantolu kıyafetleriyle kadınlar bu kuş bakışı mesafesinden mumyalanmış gibi görünüyordu.
Bu tabakanın bütün gardırobunun yerine geçen “Zendala” ve
“Veste”, bir çeşit milli kıyafet ki, her zaman temizliğe dikkat etmeyen, ama her zaman resmî görünmek, bir kilisede, bir gezmede olmak isteyen halk için düşünülmüş. “Vesta” başka eteklerin üstüne giyilmiş, siyah tafta bir eteklik. Kadın bunun altına
temiz pak bir etek giymişse, o siyah etekliğin bir köşesini yukarı kaldırmayı biliyor. Bu etekliğin bel kısmı çeşitli renklerdeki bluzun eteklerini içine alacak şekilde bağlanıyor. “Zendala”,
uzun püsküllü bir şapka. Şapkanın kendisi tel bir çerçeve ile
başın üstünde tutturulmuş, püsküller ise bir atkı gibi vücuda
sarılarak ve birbirine bağlanarak uçları aşağıya sallandırılıyor.
Verona, 16 Eylül.
Bugün arenadan tekrar ayrıldıktan birkaç bin adım sonra, halka açık modern bir oyuna rastladım. Dört asil Veronalı dört Vicentinliye karşı top oynuyordu. Bunu genelde kendi aralarında
yıl boyu gece bastırmadan önce iki saat yapıyorlar; bu kez yabancı rakibe karşı halk inanılmaz derecede akın etmiş. En azından dört-beş bin seyirci var. Hiçbir tabakadan kadın çarpmadı gözüme.
Daha önce kitlenin böyle bir durumdaki ihtiyacından söz ettiğimde doğal ve tesadüfi amfitiyatroyu tasvir etmiş, halkın burada üst üste yığılmasını gördüğümden bahsetmiştim. Güçlü
bir alkış duydum uzaktan ve okkalı bir vuruş buna eşlik etti.
Oyun ise şöyle ilerliyor: Birbirinden uygun uzaklıkta meyilli iki
tahta saha kurulmuş. Topa vuran kişi, sağ eli tahtadan geniş bir
dikenli çemberle donanmış olarak en yukarıda duruyor. Şimdi
kendi takımından bir başkası topu ona atınca, o, aşağıya topa
doğru koşuyor ve bu sayede topa isabet ederek vuruşun gücünü artırıyor. Rakip oyuncular bunu geri göndermeye çalışıyor
69
ve bu, top sahada kalıncaya kadar bir o tarafa bir bu tarafa devam ediyor. Bu sırada mermere işlenmeye değer, en güzel pozisyonlar ortaya çıkıyor. Bunların hepsi, gösterişli, yapılı, kısa,
dar beyaz formalı gençler olduğu için, taraflar yalnızca renkli
bir işaretle birbirinden ayrılıyor. En güzel pozisyon, kalecinin
meyilli sahadan aşağıya koşarak topu geriye vurması. Bu pozisyon, “Borghese düellosu”na benziyor.
Bana tuhaf gelen şey, bu oyunun seyircilerin rahatı hiç düşünülmeden eski bir kale kıyısında oynanması, oysa amfitiyatro
bunun için çok uygun olurdu!
Verona, 17 Eylül.
Tablolarda gördüklerime kısaca değinmek ve bazı düşüncelerimi eklemek istiyorum. Ben bu seyahati kendimi kandırmak için değil, kendimi gördüklerimle tanımak için yapıyorum. Kendime açıkça itiraf ediyorum ki ben, sanattan, ressamın el işinden az anlıyorum. Dikkatim, gözlemim yalnızca genel olarak uygulama kısmına, nesneye ve onun işlenişine yönelebiliyor.
St. Giorgio, iyi tabloların bulunduğu bir galeri; bütün mihrap kanatları, aynı değerde olmasa da oldukça ilginç resimlerle
dolu. Ama şanssız ressamlar, neyin resmini, kimin için yapsınlar! Otuz ayak genişliğinde bir “Monna” yağmuru, “Beş Ekmek
Mucizesi”nin karşılığı! Bunun resmi yapılacak neyi var? Ufak
ekin tanelerine üşüşmüş aç insanlar, kendilerine ekmeğin gösterildiği sayısız başkaları. Sanatçılar, böyle zavallılıkları önemli
kılmak için kendilerine eziyet etmişler. Ama yine de bu gereklilikle kamçılanan deha, güzel şeyler üretmiş. Azize Ursula’yı o
on bir bin bakireyle işleyecek olan bir sanatçı, üstün bir akılla
işin içinden çıkmış. Azize sanki ülkeyi zaferle kazanmış gibi ön
planda. Çok asil, Amazonlar gibi bakire, cazibesiz gösteriliyor.
Objelerin ufalttığı mesafedekiler ise onun kalabalığı olarak gemiden iniyor ve alaylar halinde Azize’ye doğru ilerliyor. Katedraldeki Tizina’nın “Meryem’in Göğe Yükselişi” tablosu oldukça
70
karartılmış, yaklaşan kraliçenin göğe doğru değil, aşağıya dostlarına doğru bakması, övgüye değer bir fikir.
Gherardini Galerisi’nde Orbetto’nun çok güzel parçalarını
buldum ve bu değerli sanatçıyla birdenbire tanıştım. Uzakta insan yalnızca en büyük sanatçıları tanıyor, çoğu zaman da onların adlarıyla yetiniyor, ama bu yıldızlı gökyüzüne yaklaşınca
ve ikinci, üçüncü büyüklüktekiler de parıldamaya başlayınca
ve her biri yıldızlı manzaranın bütününün parçası olarak kendini gösterince, o zaman dünya genişliyor ve sanatçılar zenginleşiyor. Bir tablonun fikrini burada övmem gerekiyor. Yalnızca yarım figürleri. Simson az önce Delila’nın kucağında uykuya
dalmış, Delila da onun üzerinden yavaşça masada lambanın yanında duran bir makasa uzanıyor. İşleniş çok iyi. Canossa Sarayı’nda bir Danae bana ilginç geldi.
Bevilacqua Sarayı’nda çok şahane şeyler var. Tintorett Cenneti adındaki şey, aslında Meryem, bütün azizler, peygamberler, havariler ve melekler huzurunda göklerin kraliçesi olarak
taç giyiyor: Şanslı bir dehanın bütün zenginliğini geliştirecek
bir fırsat. Fırça hafifliği, zihin, ifade çeşitliliği, bunların hepsine hayran olmak ve bundan tat almak için insanın esere kendisinin sahip olması ve onu hayatı boyunca gözlerinin önünde
tutması gerekiyor. Çalışma, sonsuza uzanıyor, hatta o gerideki,
ışık halesinde kaybolmakta olan melek başlarının bile özelliği
var. En büyük figürlerin boyu bir ayak kadar, Meryem ve ona
taç giydiren İsa, belki ayağın onda dördü. Havva, resimdeki en
güzel kadın ve eskiden beri biraz şehvetli.
Paola Veronese’den birkaç portre, benim bu sanatçıya olan
saygımı artırdı. Antik koleksiyon muhteşem, Niobe’nin uzanmış oğlu nefis! Büstler, düzeltilmiş burun dışında çok ilginç,
başında tacıyla bir Augustus, bir Caligula ve diğerleri!
Büyük olanı ve güzel olanı severek yüceltmek benim tabiatımda var. Bu kabiliyeti böyle muhteşem şeylerle her gün her
saat geliştirmekse, bütün duyguların en mutlandırıcısı.
Gündüzün tadına varıldığı ama özellikle akşamın sevinç yarattığı bir ülkede gecenin başlaması son derece önemli. O zaman iş bitiyor, o zaman tekrar eve dönülüyor, gezintide olan
71
dönüyor; baba, kızını tekrar evde görmek istiyor, gün bitmiştir; ama günün ne demek olduğunu biz Kuzeyliler pek bilmiyoruz. Ebedi ses ve karanlık içinde, bizim için gündüz olmuş
gece olmuş fark etmiyor. Çünkü açık havada ne kadar süreyle
hakkıyla kendimizi bırakıp eğlenebiliyoruz? Burada gece olur
olmaz, gündüz, akşam ve sabahtan oluşan gün tam olarak bitmiş, yirmi dört saat yaşanmıştır, yeni bir hesap başlar, çanlar
çalar, dua edilir, hizmetçi kız lambayı yakmış içeri girer ve “Felicassima notte!”1 der. Bu dönem her mevsim değişiyor ve burada hareketli yaşayan insan, yanılmıyor, çünkü hayatının her
zevki saate değil, günün zamanına bağlı. Bu halka zorla Alman saati dayatılsa alt üst olur, çünkü onun saati tabiat saatiyle iç içe. Geceden yarım saat, bir saat önce asiller yola çıkmaya başlıyor, Brà’ya, Porta Nuova’ya doğru uzun, geniş yola, şehir boyunca! Gece herkes dönüyor. Kısmen kiliselerin önüne,
“Ave Maria della sera” duasına gidiyor, kısmen Brà’da duruyorlar, kavalyeler atlı arabalara yanaşıp hanımlarla sohbet ediyorlar ve bu bir süre devam ediyor; ben hiçbir zaman bunun sonunu beklemedim, yayalar gece yarısına kadar dışarıdalar. Bugün
ancak tozları sindirecek kadar yağmur yağdı, gerçekten canlı,
hoş bir manzaraydı.
Ayrıca kendimi bu ülke alışkanlıklarının önemli bir noktasında eşitlemek ve onların saat hesaplamasına uymak için bir çare düşündüm. Şu şekil size bu konuda bir fikir verebilir: İç daire bizim gece yarısından gece yarısına olan yirmi dört saat, bizim ölçümüzle ve saatlerimizin gösterdiği iki kere on ikiye bölünmüş. Ortadaki daire, burada çanların içinde bulunduğumuz mevsimde nasıl çalacağını gösteriyor, yani aynı şekilde yirmi dört saatte iki kere on ikiye kadar. Yalnız öyle ki, bizde sekizi gösterirken burada biri gösteriyor. Sabahları bizim saatimize
göre sabah sekizken burada yeniden bir vs. En dış daire ise sonunda, hayatta yirmi dört saatin ne anlama geldiğini gösteriyor.
Ben mesela gece yediyi çaldığında gece yarısının beşi olduğunu
biliyorum ve sayıyı oradan aşağıya hesaplıyorum, yani gece yarısı saat ikiyi buluyorum. Gündüz yediyi çaldığını duyduğum1 (İt.) Mutlu akşamlar!
72
ALMAN VE İTALYAN SAATLERİNİ
KARŞILAŞTIRMA ÇEMBERİ VE EYLÜL AYININ
İKİNCİ YARISI İÇİN İTALYAN SAATİ ÇİZELGESİ
Öğle
Gece yarısı
Gece her on beş günde bir
yarım saat uzuyor.
Ay
Ağustos
–
Eylül
–
Ekim
–
Kasım
–
Bize göre
Buna
Gün gece olan göre gece
saat
yarısı
1
15
1
15
1
1
1
15
8½
8
7½
7
6½
5½
5½
5
3½
4
4½
5
6
6½
6½
7
Bu andan itibaren zaman duruyor
ve saat şunu gösteriyor
Aralık
Ocak
}
Gece
Gece
yarısı
5
7
Gündüz her on beş günde bir
yarım saat uzuyor.
Ay
Şubat
–
Mart
–
Nisan
–
Mayıs
–
Bize göre
Buna
Gün gece olan göre gece
saat
yarısı
1
15
1
15
1
15
1
15
5½
6
6½
7
7½
8
8½
9
6½
6
5½
5
4½
4
3½
3
Bu andan itibaren zaman duruyor
ve saat şunu gösteriyor
Haziran
Temmuz
}
Gece
Gece
yarısı
9
3
73
da, öğlenin saat beşi olduğunu biliyorum, aynı hesapla öğleden
sonranın ikisini buluyorum. Ama zamanı buraya göre söyleyeceksem, bilmem gerekiyor ki öğleden sonra saat on yedi, buna
iki daha ekliyorum ve saat on dokuz diyorum. İlk defa duyanlara çok karışık ve uygulaması güç geliyor, ama çok çabuk alışılıyor ve bu işlem eğlenceli bulunuyor; tıpkı çocukların kolay aşılacak güçlüklerle eğlendiği gibi. Bunların zaten hep parmakları havada, her şeyi kafadan hesaplıyorlar ve sayılarla uğraşmayı
seviyorlar. Ayrıca yerli insan için mesele çok daha kolay, çünkü
iki saati karşılaştıran buradaki yabancının aksine, öğle vakti ve
gece yarısı onun umurunda değil. Bunlar yalnızca akşamları saatleri sayıyorlar, gündüz o sayıyı, bildikleri öğlen sayısıyla topluyorlar. Devamını şekle eklenen notlar açıklıyor.
Verona, 17 Eylül.
Burada halk çok hareketli, özellikle de mağaza ve zanaatkâr
dükkânlarının dip dibe yer aldığı birkaç cadde pek eğlenceli görünüyor. Orada dükkânın ya da tezgâhın bulunduğu odanın yalnızca kapısı açık durmuyor, hayır binanın bütün cephesi açık, ta dibe kadar görünüyor olup biten. Terziler dikiş dikiyor, ayakkabı ustaları çekiyor, çekiçliyor, hepsi yarı yarıya sokakta; hatta işyerleri, caddenin bir bölümünü oluşturuyor. Akşamları, asıl ışıklar yanınca canlanıyor.
Meydanlar da pazar kurulan günlerde çok kalabalık, sebze
ve meyvenin haddi hesabı yok, sarımsak, soğan istediğiniz kadar. Üstelik insanlar gün boyu şakalaşıyorlar, şarkı söylüyorlar,
bağrışıyorlar, gülüyorlar. Bu ılıman hava, ucuz yiyecek, hayatı
kolaylaştırıyor. Dışarı çıkabilen herkes açık havada.
Asıl akşamları o şarkılar, gürültüler coşuyor. Marlborough’un şarkısını bütün sokaklarda duyuyorsunuz, ardından bir
çembolo, bir keman. Bütün kuşları ıslıkla taklit ediyorlar. Harika sesler her tarafta çınlıyor. Böylesi bir duygu patlamasına
ılıman iklim gibi yoksulluk da neden olabilir ve halkın gölgesi
saygıdeğer bile görünüyor.
74
Bizim için o kadar göze çarpan pislik ve evlerin kullanışsızlığı da şundan ileri geliyor: İnsanlar hep dışarıdalar ve o kayıtsız halleriyle hiçbir şeyi düşünmüyorlar. Halk için her şey doğru ve iyi, orta sınıf adam günlük yaşıyor, zengin ve asil de yine
Kuzey’deki kadar rahat olmayan evine kapanıyor. Toplantılarını halka açık toplantı salonlarında yapıyorlar. Avlular ve kemer
altları hep çöp içinde ve bu çok doğal karşılanıyor. Halk kendini hep haklı hissediyor. Zengin, zengin olabilir, saraylar yapabilir, asiller egemen olabilir, ama biri bir avlu ya da kemer altı
yaparsa, o zaman halk bundan yararlanabiliyor ve zengin, edindiklerinden kurtulmaktan başka çare bulamıyor. Buna dayanamayan çıkarsa, o zaman efendi rolünü bırakmak zorunda oluyor, yani sanki malikânesinin bir kısmı halka aitmiş gibi davranmıyor, kapılarını kapıyor, böylesi de iyi. Halka açık binalarda, halk hakkını kaptırmıyor ve bir yabancının bütün İtalya’da
şikâyet ettiği de bu.
Bugün çeşitli yollardan şehri, özellikle orta sınıfın milli kıyafetini ve davranışını gözlemledim. Bu sınıf çok sık ve meşgul görünüyor. Yürürken hepsi kollarını sallıyor. Daha yüksekçe bir sınıftan olan ve belli vesilelerle kılıç taşıyan kimseler yalnızca bir kollarını sallıyor, çünkü sol kollarını hareketsiz tutmaya alışmışlar.
Halk, işlerini ve ihtiyaçlarını rahatça yerine getiriyor olsa da,
yabancı olan hiçbir şeyi gözden kaçırmıyor. Ben ilk günler mesela fark ettim ki herkes çizmelerime bakıyor, çünkü kendileri, çizmeleri pahalı bir milli kıyafet olduğu için kışın bile kullanmıyorlar. Şimdi ben ayakkabı ve çoraplı olduğumdan artık kimse bana bakmıyor. Ama benim için ilginç olan, bu sabah çiçekler, sebzelerle, sarımsak ve diğer pazar mallarıyla oradan oraya koşarlarken, benim elimdeki servi dalının gözlerinden kaçmamış olmasıydı. Birkaç yeşil kozalak vardı, bir de çiçeklenmiş bir kapari dalı tutuyordum. Küçük büyük herkes
parmaklarıma bakıyordu ve tuhaf şeyler düşünüyor gibiydiler.
Bu dalları çok elverişli bir konumu ve dev gibi servileri olan
Giusti bahçesinden getiriyordum. Bu ağaçlar sivri tepeleriyle göğü deliyordu adeta. Besbelli kuzey bahçe sanatının taklit75
leriydi bu şahane doğa ürünü sivri budanmış porsuk ağaçları.
Dalları aşağıdan yukarıya, en eskileri gibi en tazeleriyle göğe
yükselmeye çalışan, üç asırlık bu ağaç, şüphesiz saygıya değer.
Bahçenin düzenlediği zamana bakılırsa bunların yaşı az değil.
Yol, Verona’dan buraya kadar çok rahat. Dağların kıyısında
kuzeye doğru gidiliyor ve kum, kireç, kil ve balçıktan oluşan
ön sırtlar hep solumuzda kalıyor. Bunların şekillendirdiği tepelerde yerleşim yerleri, saraylar, evler var. Sağda, içinden geçilen
geniş bir düzlük uzanıyor. Düpedüz, iyi korunmuş geniş yol,
verimli bir tarladan geçiyor, derin ağaç dizilerine bakıyorsunuz; bunların göğe doğru yükselen filizleri sonradan sanki hafif
dallarmış gibi aşağı iniyor. İnsan burada fistolar hayal edebilir.
Üzümlerin zamanı gelmiş, uzun ve sallanarak yere inen asma
dallarını ağırlaştırıyorlar. Yol, her türlü, her meslekten insanlarla dolu: Benim en hoşuma giden, alçak tabak gibi tekerlekli ve dört öküz koşulu, büyük, içinde bahçelerden toplanıp ezilen üzümlerin bulunduğu fıçıları oradan oraya taşıyan arabalar.
Boş olduğunda arabacılar içinde ayakta duruyorlar, Baküs’ün
zafer alayını andırırcasına. Üzüm sıralarının arasındaki toprak
her türlü tahıl, en çok da mısır ve darı yetiştirmede kullanılmış.
Vicenza’ya yaklaşırken tepeler tekrar kuzeyden güneye yükseliyor, bunlar volkanikmiş ve ovayı sınırlıyor. Vicenza bunların eteklerinde, isterseniz oluşturdukları bir körfezde deyin.
Vicenza, 19 Eylül.
Buraya birkaç saat önce vardım, şehri dolaştım, olimpik tiyatroyu ve Palladio binasını gördüm bile. Yabancıların rahatlığı
için, çok derli toplu, gravürlerle süslü, sanat bilgileri sunan metinler içeren bir kitapçık yayımlamışlar. İnsan şimdi bu eserleri
karşısında görünce, asıl büyük değerlerini anlıyor. Çünkü gerçek büyüklükleri ve nesnellikleriyle göz dolduracaklar ve boyutlarının güzel uyumuyla yalnızca soyut eskizlerde değil, bütün perspektifsel nüfuz ve geri çekilmelerle ruhu doyuracaklar;
ben de Palladio hakkında şöyle diyorum: O, gerçekten içtenlik76
li ve büyük bir adammış. Bu adamın bütün yeni mimarlar gibi
mücadele edeceği en büyük güçlük, burjuva yapı sanatında sütun düzeninin uygun kullanılışıdır. Çünkü sütunları ve duvarları bağlamak hep bir tezat olarak kalır. Fakat bu tezadı nasıl
işlemiş, eserlerinin varlığıyla nasıl etkiliyor ve nasıl unutturuyor ki yalnızca inandırıyor! Yapılarında gerçekten ilahi bir şey
var, tıpkı büyük bir şairin hakikat ve yalandan bizi hayran ettiren üçüncü bir gizli varlık yaratan gücü gibi.
Olimpik tiyatro, Antikite’den kalma: Küçük boyutta yapılmış
ve ifade edilemeyecek kadar güzel, ama bizimkinin karşısında
bence asil, zengin, güzel bir çocuk, akıllı bir dünya adamının
karşısında ne ise öyle! Bu adam gerçi ne onun kadar asil ne o
kadar zengin ne o kadar yakışıklı, ama elindeki şeylerle nasıl
etki edebileceğini bilen akıllı biri.
Burada Palladio’nun gerçekleştirdiği bu muazzam binaları yerinde inceleyince ve bunların insanların dar, kirli ihtiyaçları yüzünden nasıl bozulduğunu, bu binaların çoğunun nasıl
yaptıranların güçlerinin üstünde olduğunu, bu şahane anıtların
yüksek bir insan dehasının öteki insanların hayatına ne kadar
az uyduğunu görünce, insanın aklına şu geliyor: Bütün başka
konularda da böyle. Çünkü eğer o insanların asıl ihtiyaçları yüceltilmek istenirse, onların hakiki, asil bir varoluşun mükemmelliğini hissettirmeleri sağlanmak istenirse onlardan pek az
teşekkür alınır. Ama o beyinsizleri aldatır, masallar anlatır, gün
be gün böyle devam ederek onları kötüleştirirseniz, o zaman
onların adamı olursunuz. İşte bu nedenle yeni dönem bir sürü zevksiz şeyden hoşlanıyor: Bunu, dostlarımı aşağılamak için
söylemiyorum, yalnızca onların böyle olduğuna ve her şeyin
nasıl olsa öyle olduğuna şaşmamak gerektiği için söylüyorum.
Palladio’nun bazilikası bitişiğindeki farklı farklı eski pencerelerle doldurulmuş, kale benzeri binanın yanında nasıl fark
ediliyor, anlatması zor; ben de hayret edecek şekilde kendime
hâkim oluyorum. Çünkü burada da ne yazık ki kaçtığım ve aradığım şeyleri yan yana buluyorum.
77
20 Eylül.
Dün opera vardı, gece yarısına kadar sürdü ve ben dinlenmek
istedim. “Üç Kadın Sultan” ve “Saraydan Kız Kaçırma”dan bazı parçalar almış, beceriksizce birleştirmişler. Müzik gerçi hoştu, ama herhalde amatör birinden, beni etkileyen yeni bir fikir
yoktu. Buna karşılık baletler çok hoştu. Baş dansçı çift, bir Alman dansı yaptı ki daha güzeli düşünülemez.
Tiyatro yeni, hoş, güzel, modaya uygun; her şey aynı şekilde, taşra kentine uygun, her locada aynı renk hatlar var, yalnız Kaptan Grande’ınki biraz uzunca bir perdeyle öbürlerinden farklı.
Bütün halkın sevgisini kazanmış baş opera sanatçısı hanım,
sahneye çıkar çıkmaz korkunç bir şekilde alkışlanıyor ve o bir
şeyi iyice kotardığında, ki bu sıkça oluyor, kuş beyinliler zevkten kendinden geçiyor. Bu hanım, zarif bir kişi, sesi güzel, hoş
bir yüzü var ve narin; kolları biraz daha zarif olabilir. Bu arada tekrar gelmek istemem, kendimi o kuş beyinliler gibi hissederim.
21 Eylül.
Bugün Dr. Turra’yı ziyaret ettim: Kendisi tam beş yıldır kendini botanik bilimine tutkuyla adamış, İtalya bitki örtüsünün bir
kurutulmuş bitki koleksiyonunu oluşturmuş, bir önceki piskoposun döneminde bir botanik bahçesi kurmuş. Ama bunların hepsi mahvolmakta. Tıp uygulamaları tabiat tarihini kovdu,
kurutulmuş bitki koleksiyonu kurtlara yem oldu, piskopos öldü, botanik bahçesine, yine lahana ve sarımsak ekildi.
Dr. Turra çok ince, iyi bir adamdır. Bana sık sık, açıkça, saf
dillilikle, tevazu içinde kendi hikâyesini anlatırdı ve çok kesin
olarak ve sevimli bir tonda konuşurdu, ama belki gösterilecek
durumda olmayan dolaplarını açmak istemezdi. Konuşma hemen kesilirdi.
78
21 Eylül, akşam.
Palladio eserinin yayıncısı ve tutkulu, uyanık bir sanatçı olan
yaşlı mimar Scamozzi’ye gittim. İlgimden hoşlanarak bana birkaç öğüt verdi. Palladio’nun binaları arasında benim de özel ilgi
duyduğum bir tanesi, onun kendi eviymiş. Ama yakından bakıldığında, resimde göründüğünden çok çok farklı. Bunu sağlayan malzemeyi ve yaşını vermiş olan boyalarla renklendirilmiş, çizilmiş olarak görmek istedim. Ama sanılmasın ki, mimar kendine bir saray yapmış. Bu, dünyanın en mütevazı evi,
yalnızca üçüncü pencereyi taşıyan geniş bir mekânla ayrılmış
iki penceresi var. Yandaki komşu evlerin de görüneceği şekilde
resmini yapmak isterseniz, o zaman bunun onların arasına nasıl sıkıştırıldığını görmek pek eğlenceli olur.
Bugün şehirden yarım saat mesafede hoş bir tepede bulunan
Rotonda adını verdikleri muhteşem binayı ziyaret ettim. Ortasında yukarıdan aydınlatılmış bir salon barındıran dört köşe bir
bina bu. Dört taraftan geniş merdivenlerle çıkılıyor ve her seferinde altı adet korint sütunuyla oluşturulmuş bir giriş var. Belki de mimariyi asla lüksünden üstün tutmamışlar. Merdivenlerin ve giriş bölümlerinin kapladığı alan, evin kendisinden çok
daha büyük. Çünkü her bir cephe, bir mabedin görünüşü olarak doyurucu olabilir. Kullanış bakımından buna “oturulabilir” denebilir, ama “rahat” denemez. Salon ve odalar çok güzel, orantılı ama kibar bir ailenin yazlık ihtiyaçlarına zor yetebilir. Buna karşılık, bütün bölgede bina, her taraftan aynı ihtişamla kendini gösteriyor. Gezenin gözlerinin önünde binanın
asıl cüssesinin öne fırlayan sütunlarla da hareketlendiği çeşitlilik, büyük ve ardında büyük bir aile mülkü gibi servetinin anlamlı bir abidesini bırakmak isteyen sahibi, amacına böylece
ulaşmıştır. Bina bölgenin her noktasından bütün mükemmelliğiyle görüldüğü gibi, manzara da buradan aynı şekilde en hoş
biçimde görünüyor. Bachiglione Nehri’nin akışını ve gemilerin
Verona’dan Brenta’ya doğru sürüklenişini görüyorsunuz. Marki Capra’yı ailesine bağlayan başka mülkleri de kuşbakışı görü79
yorsunuz. Dört alın duvarının hepsi bir arada bir bütün oluşturan kitabeler de gösterilmeye değer:
Marcus Capra Gabrielis filius
qui aedes has
Arctissimo primogeniturae gradui subjecit
una cum omnibus
Censibus agris vallibus et collibus
citra viam mangam
Memoriae perpetuae mandans haec
dum sustinet ac abstinet.2
22 Eylül.
Bu akşam, Olimpia Akademisi’nin düzenlediği bir toplantıdayım. Bir oyun, ama gerçekten iyi bir oyun, insanlar arasında biraz lezzet ve canlılık da sağlıyor. Palladio Tiyatrosu’nun yanında büyük bir salon, iyi aydınlatılmış, kumandan ve asillerin bir
kısmı burada; ayrıca tamamen aydın kişilerden oluşma bir topluluk, birçok din adamı, hepsi aşağı yukarı beş yüz kişi.
Başkanın bugünkü oturum için açtığı soru, güzel sanatların
daha çok yararına olmuş şey, buluş mu yoksa taklit mi olduğu
idi. Fikir oldukça güzeldi. Çünkü insan bu sorudaki seçenekleri ayırırsa, yüzyıl öncesi ve sonrası üzerine konuşabilir. Akademinin beyleri de bu fırsattan çokça yararlandılar ve nesirde
de nazımda da bazı şeyler ürettiler; bunların aralarında birçok
iyi şey de vardı. Dolayısıyla dinleyiciler çok canlıydı. Bravo diye
haykırdılar, alkışladılar, güldüler. İnsan kendi milletinin karşısında da böyle durup onları neşelendirebilse! Biz en iyi şeyimizi yazıya dökeriz: Her bir kişi bununla bir köşeye kaçar ve elinden geldiği kadar kafa patlatır.
Palladio’nun bu kez her yerde olduğu akla gelebilir, ister bu2
80
(Lat.) Gabriel’in oğlu Marcus Capra / çocukluğundan itibaren bu evi / anayolun
bu tarafındaki tepeler, / vadiler ve diğer alanlarla beraber / elinde tuttu ve daha
sonra / tüm bunlardan feragat ederek / kendi ebedi hatırasının daha / uzun süre
devam etmesini sağladı.
luştan ister taklitten söz edilsin. En sonunda, en şakalı olması istendiği yerde birisi şu yerinde buluşunu söyledi: Ötekiler elimden Palladio’yu aldılar. O ise Franceschini’yi, o büyük
ipek fabrikatörünü övmek istiyormuş. Şimdi Lyon ve Floransa kumaşlarının bu çalışkan girişimciye ve onun yoluyla Vicenza şehrine nasıl yarar sağladığını göstermeye başladı. Bundan çıkan sonuç, taklidin, buluşun çok üzerine çıktığıydı. Ve bu, öyle
iyi bir mizahla oldu ki, kesintisiz bir kahkahayı tetikledi. Genel
olarak taklit lehinde konuşanlar daha çok alkış aldılar, çünkü
kitlenin düşündüğü ve düşünebileceği türden birçok laf ettiler.
Bir keresinde halk büyük bir alkışla kaba bir sofizmi içtenlikle destekledi, çünkü buluş şerefine uygun şeyler hissetmemişti.
Bunu da yaşamış olmak beni çok sevindirdi; sonra Palladio’nun,
vatandaşlarınca bu kadar zaman sonra hâlâ kutup yıldızı ve örnek olarak sayıldığını görmek, son derece ferahlatıcıydı.
22 Eylül.
Bu sabah, kuzeyde dağlara doğru yer alan Tine’deydim. Burada yeni bir bina, eski bir eskize göre inşa ediliyor ki, hatırlanacak fazla bir şeyi yok. Burada eski iyi zamanlardan kalma her
şeye saygı duyuyorlar ve miras kalmış bir plana göre yeni bir
bina yaratacak kadar zevkliler. Saray çok isabetli olarak büyük
bir düzlükte bulunuyor, kalker Alpleri’ni hiç ara bırakmaksızın
arkasında bırakmış. Binadan bu tarafa upuzun caddenin yanında her iki yandan gürültülü bir su, oraya gelmekte olan kimsenin karşısında akıyor ve içinden taşıtla gidilen geniş pirinç tarlalarını suluyor.
Şimdilik henüz yalnızca iki İtalyan şehri gördüm ve pek az
insanla konuştum, ama İtalyanları yeterince tanıyorum. Bunlar, kendilerini dünyanın birincileri sayan saraylılar gibiler ve
inkâr edilemeyecek bazı özelliklerinin yanında buna kendilerini rahatça inandırabilirler. İtalyanlar bana tam manasıyla iyi bir
millet olarak görünüyor; yalnızca çocukları ve sıradan insanları benim şimdi gördüğüm ve görebildiğim gibi görmek gerek,
81
çünkü ben onlarla sürekli temastayım ve sürekli de temasa geçiyorum. Ve bunlar da nasıl tipler, nasıl yüzler!
Vicenzalıları, özellikle büyük şehir imtiyazlarını tattırdıkları için övmem gerekir. Ne isterse yapsın, insanı rahat bırakıyorlar, ama kendilerine hitap edildiğinde konuşkan ve zarifler, en
çok da kadınlara hoş görünmek istiyorlar. Veronesli kadınlara
diyeceğim yok, kendileri iyi eğitim görmüş ve yüz hatları keskin, ama çoğunlukla solgun. O “Zendal” de onlara zarar veriyor, çünkü bu güzel milli kıyafetin altında insan biraz çekicilik
görmek istiyor. Ama burada sevimli yaratıklara da rastlıyorum,
özellikle dikkatimi çeken siyah lüle saçlı bir tür. Bir sarışın tür
de var ama pek hoşuma gitmiyor.
Padova, 26 Eylül, akşam.
Vicenza’dan buraya bugün dört saatte geldim, sediola dedikleri bir tek üstü yarım örtülü arabayla ve her şeyimle birlikte. Aslında bu yol üç buçuk saatte alınıyor. Ama ben bu leziz günü
açık havada değerlendirmek istediğimden, arabacının ağır gitmesi işime geldi. Bu çok verimli ovada hep güneydoğu yönünde ilerleniyor, çalılar ve ağaçlar arasında başka şey görmeden,
ta ki o güzel dağları kuzeyden güneye okşayarak sağ kolda görünceye kadar. Ağaçlardan aşağıya duvarların ve çalıların üzerine sarkmış bitki ve meyve bolluğu, anlatılacak gibi değil. Kabaklar çatıları zorluyor, o harika hıyarlarsa kalasların, sırıkların üzerinden sarkıyor.
Şehrin mükemmel konumunu rasathaneden en açık şekilde
kuşbakışı görebildim. Tirol Dağları’nın kuzeyine doğru karlı,
yarı bulutlarla kaplı, bunlara kuzeybatıda Vicentin Dağları ekleniyor ki bunların bütününü ve oyuklarını net olarak görebiliyorsunuz. Güneydoğuya doğru, hiçbir yükselti izi taşımayan
yeşil bir bitki denizi, ağaçlar yan yana, çalılar yan yana, bitkiler yan yana! Yeşillikler içinde kendini gösteren sayısız beyaz
evler, villalar ve kiliseler! Ufukta Vendik’teki Aziz Mark’ın Çan
Kulesi’ni ve başka tek tük kuleyi çok net gördüm.
82
Padova, 27 Eylül.
Nihayet Palladio’nun eserlerine ulaştım, her ne kadar Vicenza’da gördüğüm, tahta oymalı orijinalleri değilse de tam bir
kopyası, hatta bakır bir gravürü. Yaptıran, Venedik’te eski İngiliz elçisi Smith, mükemmel biri. İngilizlerin eskiden beri iyi
olanın değerini bildiklerini ve yaygınlaştırma konusunda muazzam bir tarzları olduğunu kabul etmek gerek.
Kitap almak üzere İtalya’da özel bir saygınlığı olan bir kitapçıya girdim. Bütün kitaplar ciltlenmiş olarak etrafa yayılmış ve insan burada gün boyu ilginç arkadaşlar buluyor. Tarikatsız Katolik rahiplerden, asillerden, sanatçılardan edebiyatla
ilgili kimseler burada dolaşıyor. Bir kitap istiyorlar, okuyor ve
rastgele hoş beş ediyorlar. Ben de Palladio’nun eserlerini sorunca belki yarım düzine insanın hepsi bana dikkat kesildi. Dükkân sahibi kitabı ararken onlar kitabı övdüler ve beni orijinali
ve kopyası hakkında bilgilendirdiler; adamlar eserin kendisini
ve yazarın hizmetini çok iyi biliyorlardı. Beni mimar sandıklarından başkalarından önce bu ustanın çalışmalarına ilgi duyduğum için beni övdüler. O, kullanma ve uygulama konusunda
Vitruvius’un kendisinin yapmadığı kadar çok iş başarmış; çünkü eskileri ve Eskiçağ’ı iyi incelemiş ve onu ihtiyaçlarımıza uydurmaya çalışmış. Bu samimi adamlarla uzun uzun sohbet ettim, şehrin ilginç yerleri hakkında birkaç şey öğrendikten sonra izin istedim.
Azizler için kiliseler yapılınca, içeride akıllı insanların anılacağı yerler de bulunur. Kardinal Bembo’nun büstü iyon sütunlarının arasında duruyor: Güzel, diyebilirim ki zorla içine çekilmiş bir çehre ve kudretli bir sakal! Yazıt ise şöyle:
Petri Bembi Card. Imaginem Hier. Guerinus Ismeni f. In Publico Ponendam curavit ut cajus ingenii monimenta aeterna sint ejus
corporis quoque memoria nea posteritate desideretur.3
3 Burada resmi olan Kardinal Pietro Bembo’nun halka açık bir yere konan bu
anıtı ölümsüz olsun! Bu sayede onun bedeninin hatırası gelecek nesiller tarafından arzulanmayacaktır.
83
Üniversite binası beni bütün o ihtişamı ile ürküttü. Burada
iyi ki bir şey okumam gerekmemiş. Böylesi bir sıkışıklık tasavvur edilemez, istenirse Alman akademilerinin öğrencileri olarak o derslik sıralarında bazı şeylere katlanmak zorunda kalınsa da. Hele anatomi tiyatrosu, insanları nasıl pestil gibi sıkıştırdığını gösteren iyi bir örnek. Sivri, yüksek bir huni içinde, dinleyiciler üst üste yığılmış. Işık almadığı için hocanın lamba ışığı
altında gösterimde bulunduğu bir masanın yerleştirildiği o dar
zemine yukarıdan bakıyorlar. Botanik bahçe bir o kadar düzgün ve canlı. Birçok bitki kışın da toprakta kalabilir, eğer duvar
kenarlarına konulmuşlarsa ya da bunların çok uzağında değillerse. O zaman ekim ayı sonunda üstleri örtülüyor ve yalnızca
birkaç ay ısıtılıyor. Bize yabancı olan bir bitki dünyasında dolaşmak, zevkli ve öğretici. Bildiğimiz bitkilerin ya da çoktan beri alıştığımız şeylerin karşısında önce hiçbir şey düşünmüyoruz, oysa düşünmeden bakmak nedir ki? Burada karşımdaki bu
çeşitlilik içinde belki de bütün bitkiler bir tek bitkiden geliştirilebilir düşüncesi canlanıyor. Çok rastgele yapıldığını sandığım
türleri ve cinsleri doğru olarak belirlemek ancak bu yolla mümkün olabilirdi. Botanik felsefemde ben işte bu noktada takılıp
kaldım, nasıl işin içinden çıkacağımı da henüz bilmiyorum. Bu
alanın derinliği ve genişliği benim için fark etmez.
Prato della Valle dedikleri büyük meydan, haziranda büyük
pazarın kurulduğu geniş bir yer. Ortasındaki ahşap dükkânlar
çok elverişli bir manzara sunmuyorlar, ama ahali burada da yakında Verona’daki gibi bir taş fuarı görüleceğinden emin. Üstelik meydanın çevresi daha şimdiden güzel ve önemli bir gelecek vaat ediyor.
Kocaman bir elips çepeçevre heykellerle kaplı, hepsi burada
öğrenim görmüş ve ders vermiş ünlü adamların heykelleri. Her
bir yerli ve yabancı insana herhangi bir vatandaşının ya da akrabasının adına o kişinin hizmeti ve akademik yaşantısının Padova’da olduğu kanıtlandığı anda, belli büyüklükte bir sütun
dikme izni verilmiş.
Elipsin çevresini bir su hendeği sarıyor. Yukarı çıkan dört
köprüde papaların ve dükaların heykelleri kocaman; öbürleri,
84
daha küçükleri loncalar, özel şahıslar ve yabancılar tarafından
yaptırılmış. İsveç kralı, Gustav Adolf’unkini yaptırmış, bir kere
Padova’da bir ders dinlediğini duyduğu için. Arşidük Leopold
da Petrarka ve Galilei’nin anısını tazelemiş. Heykeller ölçülü
modern tarzda yapılmış, pek azı fazla işlenmiş, birkaçı doğal,
tümü dönemine ve şanına uygun kıyafetle. Yazıtlar da övülmeye değer. İçlerinde zevksiz ve değersiz hiçbir şey yok.
Bu fikir, her üniversitede yerinde olurdu, Padova Üniversitesi’nde ise fazlasıyla yerindedir, çünkü tam bir mazinin tekrar hatırlanışını görmek insana iyi geliyor. Ahşap barakayı kaldırıp planda olduğu söylenen taş yapıyı yapsalar çok güzel bir
meydan olabilir.
Aziz Antonius’a ithaf edilen bir kardeşliğin toplantı yerinde,
eski Almanları hatırlatan daha eski resimler var. Bu arada Tizian’ın da birkaç resmi. Alpler’in öbür yanında hiç kimsenin göze almadığı büyük bir ilerleme fark ediliyor. Bunun hemen ardından en yenilerden birkaçı! Bu sanatçılar o yüce ciddiyete artık ulaşamadıkları için, mizahı çok iyi yakalamışlar. Piazettalı Johannes’in kafasının koparılması, bu anlamda, ustanın tarzı
teslim edilirse, hiç de fena sayılmaz. Johannes diz çökmüş, ellerini kavuşturmuş, sağ dizi bir taşa değiyor. Gökyüzüne bakıyor, onu arkasından bağlı tutan bir esir uşak, yandan ona doğru eğilmiş yüzüne bakıyor, sanki bu adamın teslim oluşundaki
rahatlığa şaşıyor. Yukarıda bu oyunu tamamlayacak bir başkası duruyor, ama kılıç taşımıyor, tersine yalnızca elleriyle, oyunu önceden denemek isteyen biri gibi davranıyor. Kılıcı aşağıda bir üçüncü adam kınından çıkarıyor. Bu fikir büyük olmasa
da iyi, kompozisyon frapan ve etkili.
Eremitler Kilisesi’nde Mantegna’nın tablosunu gördüm; bu,
beni şaşırtan eski ressamlardan biridir. Bu resimlerde nasıl da
keskin, sağlam bir canlılık var! Bunlarda çok hakiki, sanal, yapmacık, sırf hayal gücüne hitap etmeyen, tersine katı, saf, berrak, ayrıntılı, vicdanlı, ince, tanımlanmış bir canlılık var ki, aynı zamanda biraz disiplin, biraz emek ve yoruculuk da taşıyan
resimler! Tizian’ın tablolarında işaret ettiğim gibi. Şimdi deha85
larının hareketliliği, tabiatlarının enerjisi, hocalarının ruhuyla ışımış, onların gücüyle canlanmış, hep daha yükseğe çıkarak
yerden kopup göksel, ama gerçek nesneler yaratıyorlar. Barbar
dönemden sonraki sanat böyle gelişti.
Belediye binasının, haklı olarak Augmentativum Salone adı
verilen kabul salonu, insanın tasavvur bile edemeyeceği, hatırlamaya çalışınca gözünün önüne bile getiremeyeceği en muazzam, kapalı yer. Üç yüz fit genişliğinde ve uzunluğu bakımından bunu örten kubbeye kadar yüz fit yüksekliğinde. Bu insanlar açık havada yaşamaya öyle alışık ki, mimarlar bir pazar yerini kubbeyle örtmeyi becermişler. Bu dev gibi büyük üstü kubbeli mekânın insanda özel bir his yaratması çok doğal. Bu, insana yıldızlı gökyüzünü hatırlatan eksiksiz bir sonsuzluk. Biri
bizi bizden alıp götürüyor, öbürü ise bizi en hafif biçimde kendimize geri getiriyor.
Azize Justine’in kilisesinde de işte böyle seve seve oyalanıyorum. Bu kilise, dört yüz seksen beş fit uzunluğunda, nispeten yüksek ve geniş, büyük ve sade inşa edilmiş. Bu akşam bir
köşeye oturdum, sessizce gözlemledim; kendimi yapayalnız
hissettim, çünkü biri beni aklından geçirecek olsa, asla burada aramaz.
Şimdi burada da toplanmak gerek, yarın sabah deniz yoluyla Brenta üzerinden yoluma devam edeceğim. Bugün yağmur
yağdı, şimdi yine hava açtı. Umarım lagünler ve denizle birleşmiş kraliçeyi güzel gün ışığında göreceğim ve onun kucağında
dostlarımı selamlayacağım.
86
Venedik
Kader kitabında benim sayfamda, 1786 yılının 28 Eylülü’nde
akşam bizim saatimizle saat beşte Venedik’e Brenta’dan lagünler üzerinden geleceğim ve şehri ilk defa göreceğim, hemen
sonra bu Bieber Cumhuriyeti harika ada şehrine ayak basıp gezeceğim yazıyordu. Tanrı’ya şükür, artık Venedik benim için
anlamsız sözlerin can düşmanı, beni ürküten herhangi bir kelime, boş bir isim değil.
İlk gondol gemiye yanaştığında (bu acelesi olan yolcuları Venedik’e ulaştırmak için oluyor) ben, belki de yirmi yıldır aklıma gelmeyen bir çocuk oyuncağını hatırladım. Babamın getirdiği güzel bir gondol modeli vardı, buna çok kıymet verirdi ve
benim bununla oynamama izin verilmesi önemli bir şeydi. Parlak tenekeden ilk gagalar o siyah gondol kafesleri, sanki eski tanıdıklarım gibi selamladılar beni; uzun zamandır ihmal edilmiş
bir çocukluk duygusunun tadına vardım.
Markus Meydanı yakınlarındaki “İngiltere Kraliçesi”ne rahatça yerleştim. Bu, bölgenin en büyük imtiyazı; pencerelerim
yüksek evlerin arasındaki dar bir kanala bakıyor, benim hemen
altımda tek kemerli bir köprü ve karşımda dar, hareketli bir sokakçık! Kaldığım yer bu ve Almanya’ya göndereceğim paketim
tamamlanıncaya, bu şehrin manzarasına doyuncaya kadar da
87
burada kalacağım. Sık sık özlemini çekip inlediğim yalnızlığın
şimdi tadını çıkarabilirim. Çünkü insan hiçbir yerde kendini
hiç kimsenin tanınmadığı bir kalabalıkta olduğundan daha yalnız hissetmez. Venedik’te beni tanıyan belki de yalnızca bir insan vardır ve ona da hemen rastlayacak değilim.
Venedik, 28 Eylül 1786.
Padova’dan buraya nasıl geldiğime dair yalnızca birkaç söz:
Brenta üzerinde posta gemisinde terbiyeli toplulukla (İtalyanlar birbirlerine saygılıdırlar) düzgün ve hoş yolculuk kıyılar
bahçelerle, sayfiye evleriyle süslü, küçük yerleşim yerleri denize kadar yaklaşıyor, hareketli ana cadde kısmen oraya kadar
dayanıyor. Nehir, bentten bente inildiği için yararlanılabilecek,
etrafı seyredip bolca sunulan meyvelerden tadına varılabilecek
kısa duraklar oluşturuyor. Şimdi tekrar binildi ve verimli, hayat dolu bir dünyada ilerleniyor.
Bu kadar çok değişen manzaralara ve tiplere bir görüntü daha eklendi: Bu, Almanya kökenli olmasına karşın, burada asıl
yerini bulmuş, benim ilk kez yakından gördüğüm iki hacıydı.
Bu kamusal fırsattan yararlanarak bedava ulaşım hakkına sahipler; yalnız, geri kalan topluluk onlara yakın olmaktan ürktüğü için üstü kapalı mekânda değil, arkada dümencinin yanında oturuyorlar. Şimdiki zamanda ender görünen bir şey olduklarından seyrediliyorlardı ve daha önce bu kılıkta bazı serseriler etrafta dolaştıkları için itibar görmüyorlardı. Yabancı dil bilmeyen Alman olduklarını anladığımda, yanlarına katılıp Paderporn’dan geldiklerini öğrendim. İkisi de ellisini aşmış adamlardı, esmer ama iyi görünüşlü insanlardı. Her şeyden
önce Köln’deki Üç Aziz Kral’ın mezarını ziyaret etmişler, sonra Almanya boyunca ilerlemişler, şimdi birlikte Roma’ya kadar
yoldalar ve sonra da tekrar Kuzey İtalya’ya döneceklermiş, çünkü bir tanesi tekrar Westfalya’ya gitmeyi, öbürü ise Compostell’deki Aziz Yakup’u ziyaret etmeyi düşünüyormuş.
Kıyafetleri bildiğimiz gibiydi, ama etekleri kısa; kendileri88
ni uzun tafta elbiselerle maskeli balolarımızda takdim ettiğimizden daha iyi görünüyorlardı. O büyük yaka, yuvarlak şapka, baston ve en saf bahşiş kabı olarak taşıdıkları istiridye kabukları... Her şeyin özel bir anlamı, doğrudan doğruya faydası
vardı; teneke kutuda pasaportları bulunuyordu. Ama en ilginci, küçük, kırmızı sahtiyan cüzdanlarıydı. Bunların içinde yalnızca basit ihtiyaç için birçok küçük alet vardı. Elbiselerinde
yamanacak bir şey bulduklarında bunları ortaya çıkarıyorlardı.
Bir tercüman bulduğuna çok memnun olan dümenci, bana çeşitli sorular sordurdu; ben de bu sayede onların görüşleri, özellikle de seyahatleri hakkında bazı şeyler öğrendim. Kendi din kardeşlerinden, hatta dünya ve manastır rahiplerinden
fena halde şikâyetçiydiler. Dindarlık, diyorlardı, çok nadir bir
şey olmalı, çünkü onlarınkine hiçbir yerde inanmak istemiyorlarmış, buyrukla çıktıkları dinî seyahatin programını ve kardinalin kendilerine verdiği pasaportları gösterseler de Katolik ülkelerde neredeyse hep serseri muamelesi görüyorlarmış. Buna
karşılık Protestanlarca nasıl kabul gördüklerini duygulanarak
anlattılar; Suabya’daki bir köy rahibinden özellikle de bir dereceye kadar direnen kocasını kendilerine bolca yiyecek içecek vermeye razı eden karısından gördükleri iyilikten söz ettiler. Hatta vedalaşırken bu kadın onlara, Katolik bölgesine tekrar ayak bastıklarında çok işlerine yarayan bir de harçlık vermiş. Bunun üzerine içlerinden biri olanca gücüyle: “Ama biz
de bu kadını her gün duamıza katıyor, o nasıl bize kalbini açtıysa Tanrı’nın da onun gözlerini açması, geç de olsa onu, başka bir şeye ihtiyaç olmaksızın mutlu edecek kilisenin kucağına
kabul etmesi için yalvarıyoruz. Ümidimiz bir gün onunla cennette karşılaşmaktır,” dedi.
Bütün bunlardan gerekli ve yararlı olan kısmı, güverteye çıkan küçük basamağa oturmuş, dümenciye ve kamaralarından
çıkarak yanımızda toplanan yolculara tercüme ettim. Hacılara
biraz yiyecek içecek sunuldu; çünkü İtalyanlar vermekten hoşlanmaz. Hacılar bunun üzerine küçük kutsal kâğıtlar çıkardılar. Bunlarda üç kutsal kralın resmi ve onları kutsayan Latince dualar vardı. Bu iyi insanlar benden, küçük topluluğa bunla89
rı hediye etmemi ve bu kâğıtların yüce değerini anlatmamı rica
ettiler. Bu işi gayet iyi becerdim, çünkü o iki adam koskoca Venedik’te hacıları kabul edecek manastırı nasıl bulacaklarını çekinerek sorduklarında duygulanan dümenci söz verdi: Demir
attıklarında bir oğlana hemen bir üçlük verecek, onları o uzak
yere götürmesini isteyecekti. Ve samimiyetle orada pek teselli
bulamayacaklarını ekledi. Çok büyük, bilmem kaç hacı alacak
kapasitesi olan bu kurum, artık oldukça küçülmüşmüş ve gelirleri başka şeylere harcanıyormuş.
Böyle konuşarak güzel Brenta’dan aşağıya inmiştik, birçok
mükemmel bahçeyi, birçok mükemmel sarayı ardımızda bırakarak, kıyıdaki hareketli köylere şöyle bir göz atarak. Lagünlere girdiğimizde çok sayıda gondol hemen geminin etrafını sardı. Venedik’te çok tanınan bir Lombardyalı, daha çabuk içeri
girmemizi ve o gümrük derdinden kurtulmamız için kendisine
eşlik etmemizi teklif etti. Yolumuzu kesmek isteyen birkaç kişiyi uygun bir bahşişle savuşturdu ve böylece güzel bir gurup
vakti çabucak hedefimize doğru yol aldık.
29 Eylül, Michael günü, akşam.
Venedik hakkında o kadar çok yazılıp çizildi ki, ben artık ayrıntılı anlatmayacağım. Yalnızca beni nasıl karşıladığını söyleyeyim. Ama bana her şeyden ilginç gelen halk, doğal ve vazgeçilmez varlığıyla büyük bir kitle.
Bu soy, şaka olsun diye bu adalara kaçmamış, arkadan gelenleri onlarla birleştiren şey, irade değildi. Gereklilik, onlara, güvenliklerini kazançsız durumda aramayı öğretmiş, onları kurnaz yapmış, sonuçta çoğalmış ve zengin olmuşlar. Şimdi evler
dip dibe sokulmuş, kum ve çamur yerini kayalara bırakmış, evler, açmamış ağaçlar gibi havayı arıyorlar, azalan genişliklerini yükseklikle telafi etmeye çalışıyorlar. Toprağın her karışını hırsla kullanarak daha başından, dar mekânlara sıkışıp sokaklara gerekli genişliği ve vatandaşa gerekli geçitler bırakmadılar. Ayrıca su, onlar için cadde, meydan ve gezintinin yerini
90
aldı. Venedikli, yeni bir tür yaratık olmak zorundaydı, Venedik’in de ancak kendisiyle kıyaslanabildiği gibi. Büyük, yılankavi kanal, dünyada hiçbir yoldan geri kalmaz, Markus Meydanı önündeki mekânıyla da hiçbir şey karşılaştırılamaz. Asıl Venedik’in bu yakasını hilal şeklinde içine alan o büyük su yüzeyini kastediyorum. Su yüzeyinin üstünde solda Sen Giorgio
Maggiore Adası görünüyor, biraz ileride sağda Giudecca ile kanalı, daha ileride sağda Dogane Adası ve Büyük Kanal’ın girişi,
ki burada karşımızda hemen bir çift muazzam mermer mabet
ışıldıyor. Markus Meydanı’nın o iki sütunu arasından geçtiğimizde gözümüze çarpan esas manzaranın ana hatları bunlar işte. Bütün iç ve dış görüntüler öyle sık bakıra işlenmiş ki, dostlar buralar hakkında kolayca somut bir fikir sahibi olabilirler.
Yemekten sonra bütün manzara hakkında önce bir izlenim
edinmek için acele edip yanıma kimseyi almadan yalnızca yönleri belleyerek kendimi şehrin labirentine attım: Şehir her ne
kadar kanallar ve kanalcıklarla örülü olsa da, köprülerle ve
köprücüklerle tekrar birleştirilmişti. Bütün bunların sıkışıklığını ve iç içeliğini anlamak için görmüş olmak gerekir. Genel
olarak sokak genişliği, kollarını açarak ya tamamen ya da aşağı yukarı ölçülebiliyor, en dar sokaklarda ise insan ellerini yana dayayınca dirsekleriyle bile duvara tosluyor. Daha geniş sokaklar da var tabii, şurada burada bir küçük meydan da! Ama
genel olarak hepsi dar olarak nitelendirilebilir.
Büyük Kanal’ı ve asıl Rialto Köprüsü’nü kolay buldum. Köprü beyaz mermerden bir tek kemerden ibaret. Yukarıdan bakıldığında manzara büyük: Kanal, bütün ihtiyacı bu tarafa taşıyan
ve buraya bırakan, boşaltan gemilerle dolu, arada da gondollar
kaynıyor. Özellikle bugün, Michael bayramında fevkalade canlı bir manzara vardı. Ama bunu bir dereceye kadar olsun anlatabilmek için biraz daha öncesinden almam gerekiyor.
Venedik’in Büyük Kanal’la bölünen iki ana bölümü, bir tek
Rialto Köprüsü’yle birbirine bağlanıyor, ama belki geçiş noktalarındaki açık barkolarla sağlanan başka bağlantılar da mümkün. Şimdi durum çok iyi görünüyor, iyi giyimli ama siyah peçeli kadınlar hep birlikte Kutsal Baş Melek Kilisesi’ne ulaşmak
91
için öbür tarafa geçiriliyor. Köprüyü terk ettim ve aşağıda böyle
bir geçit noktasında inenleri tam olarak gözlemlemek istedim.
Aralarda çok güzel çehrelere ve endamlara rastladım.
Yorulunca bir gondola oturdum, o dar sokakları terk ederek karşı seyirliği hazırlamak için Büyük Kanal’ın kuzey kısmını, Azize Klara Adası’nın çevresinden lagünlere, Giudecca
Kanalı’nın içine, Markus Meydanı’na kadar ilerledim ve şimdi birdenbire kendi gondoluna uzanan her Venedikli gibi kendimi Adriyatik Denizi’nin yarı efendisi gibi hissettim. Bu sırada, bu şeylerden başka söz edilecek güzel şey bilmeyen zavallı babamı hayırla andım. Ben de böyle mi yapacağım? Çevremdeki her şey değerli: Bir hükümdarın değil, bir halkın toplu insan gücünün saygıdeğer eseri, muhteşem bir anıt! Lagünleri
yavaş yavaş dolsa, bataklığın üzerinde çirkin buharlar dolaşsa, ticareti zayıflasa, gücü düşmüş olsa da, cumhuriyetin bütün konumu ve varlığı, seyreden kişi için bir an bile saygınlığını yitirmeyecektir. Gözle görünür bütün varlıklar gibi o da
zamana tâbidir.
30 Eylül.
Akşama doğru rehbersiz, yolumu şaşırdım ve şehrin en uzak
semtlerine düştüm. Buradaki köprülerin hepsi, gondolların ve
büyücek gemilerin rahatça kemerlerin altından geçmeleri için,
merdivenli. Bu labirentte hiç kimseye sormadan, her defasında yalnızca yönümü belirleyerek dolaşmaya çalıştım. Tabii, sonunda yine de uzaklaşılıyor, ama bu inanılmaz derecede iç içe
geçmiş bir çalılık, benim metodum, duyularla kanaat getirme
tarzı, en iyisi. Buralıların davranışını, hayat tarzı, âdet ve kimliklerini de en uç noktasına kadar tespit ettim. Aman Tanrım!
İnsan nasıl da zavallı, iyi bir hayvan!
Pek çok küçük evceğiz doğrudan kanalların içinde bulunuyor, ama orada burada güzelce taş döşeli setler de var; bunların
üzerinde insan su, kilise ve saraylar arasında yukarı aşağı zevkle dolaşıyor. Kuzey tarafındaki uzun taş set hoş ve zevkli. Bura92
dan adalar, özellikle de küçük bir Venedik olan Murano görülüyor. Aradaki lagünler pek çok gondolla canlanmış.
30 Eylül, akşam.
Bugün kendime bir şehir planı bularak Venedik kavrayışımı
daha da genişlettim. Planı bir dereceye kadar inceleyince göze
eşsiz bir gösteri sunan Aziz Mark’ın Çan Kulesi’ne çıktım. Öğle
üzeriydi ve güneş parlıyordu; yani yakını ve uzağı dürbünsüz
net olarak seçebiliyordum. Med dalgaları lagünleri kaplamıştı
ve ben gözlerimi Lido dedikleri lagünleri birleştiren dar toprak
hatta çevirdiğimde, ilk olarak burada denizi ve üzerindeki birkaç yelkenliyi gördüm. Lagünlerin içinde kadırgalar ve firkateynler duruyor; bunlar, Cezayirlilerle savaşan Şövalye Erno’ya
katılacakken rüzgârlar uygun olmadığı için bekliyorlar. Padova
ve Venedik Dağları ve Tirol Dağları akşamla gece yarısı arasındaki manzarayı çok güzel çerçeveliyor.
1 Ekim.
Yürüdüm ve şehri çeşitli yönlerden inceledim. Günlerden tam
da Pazar olduğu için gözlemleyeceğim caddelerin pisliği gözüme çarptı. Herhalde bu konuda bir çeşit polis teşkilatı var; insanlar çöpleri köşelere tıkıyor, ayrıca bazı yerlerde durup çöpleri alan büyük gemilerin oradan oraya gidip geldiğini, komşu
adalıların gübreye ihtiyacı olduğunu görüyorum. Ama bu kurumlarda ne disiplin var ne de düzen, kesinlikle herhangi bir
Hollanda şehri kadar temizliğe ihtiyacı olan bu şehrin pisliği
bir o kadar affedilmez türden.
Bütün caddeler taş döşeli, en uzak semtler bile yüksek köşelere, gerektiğinde ortada biraz yüksek, yanda suyu tutup kapalı
kanallara gönderen oluklu tuğlalar yerleştirilmiş, döşenmiş. İyi
düşünülmüş, mükemmel mimarların elinden çıkma başka tesisler de var; bunlar Venedik’i en özel olduğu gibi en temiz şehir
93
yapmayı amaçlamış. Daha gezinirken hemen bir düzen hazırlamayı ve bunu zihnen öncülük etmeyi ciddiye alan bir polis şefine vermeyi bu nedenle ihmal edemezdim. İşte, insan başkalarının kapısının önünü süpürmeye hep hevesli ve eğilimli oluyor.
2 Ekim 1786.
Her şeyden önce Carita’ya koştum: Palladio’nun eserlerinde,
burada onun zengin ve konuksever eskilerin evlerini göstermek istediği bir manastır binası vardı. Ayrıntılarında olduğu gibi bütününde de eksiksiz çizilmiş bu plan beni son derece sevindirdi ve mucizevi bir eser bulduğumu umuyordum. Ama
onuncu bölümü tamam değildi; yine de bu bölüm onun ilahi
dehasına layık, konum olarak bir olgunluk ve uygulamada benim henüz bilmediğim bir titizlik! Böyle bir eseri insan yıllarca
seyretmeli. Bana öyle geliyor ki, bundan ne daha yükseğini ne
de daha mükemmelini gördüm, bunda yanıldığımı da sanmıyorum. Ama büyük ve güzel konusunda doğuştan yetenekli ve
ancak inanılmaz bir gayretle antik sanatçılardan ilhamla kendini yetiştiren ve onları bizzat kendinde yaratan mükemmel bir
sanatçıyı düşünelim. Bu kimse, güzel bir fikri gerçekleştirmek,
birçok papaza ev, birçok yabancıya otel olacak bir manastırı antik bir özel bina biçiminde dikme fırsatını buluyor.
Kilise tamamlanmıştı, oradan bir korint sütunları avlusuna
giriliyor, insan hayran olup o anda her türlü yobazlığı unutuyor. Bir yanda rahipler sandığı bulunuyor, öbür yanda bir rahipler toplantı salonu, onun yanında da dünyanın en güzel döner merdiveni: İç kavisi genişçe, taş basamakları duvara geçmiş
ve öyle üst üste getirilmiş ki, biri diğerini taşıyor. İnip çıkmak
insanı yormuyor. Ne kadar iyi kotarıldıkları, Palladio’nun kendisinin bunları başarılı bir kısım olarak belirtmesinden anlaşılıyor. Ön avludan büyük iç avluya geçiliyor. Bunu çevreleyecek
binanın ne yazık ki yalnızca sol tarafı yapılmış, üst üste üç sütun düzeni, zeminde kolonad, birinci katta hücrelerin önünden
geçen bir kemerli geçit, üst kat, pencereli duvar. Ama bu tasvi94
rin çizimlerle güçlendirilmesi gerekir. Şimdi de yapı tarzı üzerine birkaç söz!
Sütunların yalnızca başları ve kaideleri ile kemerlerin kilit
taşları yontma taştan; geri kalan her şey, tuğladan diyemem, fırınlanmış killi topraktan. Bu tür kiremiti ben hiç bilmem. Saçak ve damlalık taşların hepsi bu tür kiremitten, keza kemer de
öyle, hepsi kısmen yanmış ve nihayet bina yalnızca az bir kireçle karıştırılmış. Duruşu sanki tek döküm. Bütünü tamamlanmış olsaydı ve ovulup temizlenerek boyansaydı, şahane bir
manzara olacaktı.
Bununla birlikte taslak, yeni dönemin bazı binalarında olduğu gibi fazlaca büyük hazırlanmış. Sanatçı şimdiki manastırın yıkılmasını yalnızca şart koşmamış, komşu evleri de satın
alacakmış, isterse para ve heves tükensin. Ey sen sevgili kader,
nasıl da destekler ölümsüzleştirirsin bazı saçmalıkları, ama bu
eserin ortaya çıkmasına neden izin vermedin!
3 Ekim.
II Redentore Kilisesi, Palladio’nun güzel, büyük bir eseri. Ön
cephesi Sen Giorgio’nunki gibi övgüye değer. Bu, çok kez gravürü yapılmış eserleri, anlatılanı gözünde canlandırmak için
bizzat görmek gerek. Şimdi birkaç söz!
Palladio, antik sanatçıların varlığıyla iyiden iyiye doluydu ve
kendi döneminin küçüklüğünü ve darlığını, tıpkı kendini vermek istemeyip geri kalanı mümkün olduğunca kendi asil kavramlarına göre şekillendirmek isteyen büyük bir insan gibi hissediyordu. Başarılı kitabından anladığıma göre, Hıristiyan kiliselerini eski bazilikalar biçiminde inşa etmeyi sürdürmekten
memnun değildi. Bu nedenle kendi kutsal binalarını eski mabet formuna yaklaştırmaya çalıştı. Bu yüzden de belli uygunsuzluklar oluşmuştu ve ben bunların II Redentore’de başarıyla
silindiğine, ama St. Giorgio’da fazla göze batarcasına ortaya çıktığına inanıyorum. Volkmann bundan biraz söz eder, ama asıl
önemli noktaya değinmez.
95
II Redentore, içi bakımından da aynı şekilde mükemmeldir;
her şey, kilise sunaklarının çizimi bile Palladio’dan. Ne yazık ki
heykellerle donatılması gereken nişler düz, oyulup boyanmış
tahta figürlerle dolu.
3 Ekim.
Kutsal Franziskus’un anısına Kapusen rahipleri bir yan mihrabı
iyice süslemişler; Korint sütun başlıklarının dışında taştan bir
şey görünmüyordu. Geri kalan her şey, zevkli, şaşaalı Arabesk
tarzı işlemelerle kaplıydı, hem de sanki tam da bu görülmek isteniyor gibi. Ben en çok o geniş, altın süslemeli yaprak ve sarmaşıklara hayran oldum. Biraz daha yaklaştığımda çok hoş bir
hile buldum. Altın sandığım her şey, ezilerek genişletilmiş ve
güzel çizimlere bakarak kâğıda yapıştırılmış, zemin canlı renklerle boyanmıştı ve hem de öyle çeşitli ve zevkli ki, malzemesi
hiç de değerli değildi ve muhtemelen manastırda kendilerince
yapılmıştı; eğer hakiki altın olsa binlerce liraya mal olurdu. Gerektiğinde taklit de edilebilirdi!
Bir rıhtım duvarı üzerinde, suyun karşısında birkaç kez, ufak
tefek bir adam dikkatimi çekti: Az ya da çok sayıda dinleyiciye Venedik şivesinde hikâyeler anlatıyordu. Gerçi ben tek kelimesini bile anlamıyordum, ama hiç kimse gülmüyordu, ancak
en çok aşağı tabakadan oluşan oditoryum nadiren gülümsüyordu. Adamın kendisinin tarzında da göze çarpan ya da gülünç
bir yan yoktu, daha ziyade tavırlarında oturaklılık, aynı zamanda da hayran olunacak bir çeşitlilik ve incelik vardı ki, sanata
ve düşünmeye çağırıyordu.
3 Ekim.
Elimde şehir planı, en tuhaf yan yollardan Mendicanti Kilisesi’ne ulaşmaya çalıştım. Şu anda en çok alkış toplayan konservatuvar burada. Kadınlar parmaklıklar arkasında bir orator96
ya veriyorlardı, kilise dinleyicilerle doluydu, müzik çok güzel,
sesler mükemmeldi. Bir alto, destanın başkahramanı Kral Saul’u okuyordu. Böyle bir sesi hiç bilmezdim; müziğin birkaç
yeri sonsuz derecede güzeldi, metin tamamen şarkıya geliyordu; öyle İtalyan Latincesiydi ki, insan bazı yerlerinde gülmeden
edemiyordu, ama müzik burada engin bir alan buluyor.
Eğer şu lanet orkestra şefi bir nota rulosuyla tempoyu parmaklıklara ve böylesine sanki önünde öğrencilerine ders verir
gibi utanmazcasına vurmamış olsaydı, şahane bir keyifti bu ve
kızlar da parçayı çokça tekrar etmişlerdi, onun el kol hareketleri çok gereksizdi ve bütün etkiyi bozuyordu; tıpkı bize güzel
bir anıtı açıklamak isteyen birinin anıtın dirseklerine bir kırmızı paçavra yapıştırması gibi. O yabancı seda bütün ahengi mahvediyor. Bu bir müzisyen ve duymuyor ya da daha ziyade kendi varlığının bir yakışıksızlıkla algılanmasını istiyor, oysa değerini icranın mükemmelliğinde hissettirse daha iyi olurdu. Biliyorum; Fransızların tarzı budur, ama İtalyanlardan bunu beklemezdim. Dinleyiciler de üstelik buna alışmış görünüyor. Tat
almayı yok eden bu şeyden hoşlanıldığına ilk kez tanık olmuyoruz.
3 Ekim.
Dün akşam, Sen Moses Operası’nda (çünkü burada tiyatrolar
en yakındaki kilisenin adıyla anılıyor) durum pek sevindirici
değildi. Eserde, müzikte, şantözlerde böyle bir temsili en yukarılara taşıyabilecek bir ruh enerjisi eksik. Bir kısım için kötüydü denebilir; ama yalnızca iki kadın, hem üretmeyi hem de hoşa gitmeyi başardılar. Bu ne de olsa iyi bir şey. Bunlar iki güzel
figür, iyi ses, düzgün, şen yaratıklar. Erkekler arasında ise seyircilere bir şeyler katacak ruhsal güç, heves eksik, keza parlak
bir ses de yok.
Zavallı bir buluş olan balet, genel olarak ıslıklandı, bununla
birlikte seyircileri bedenlerinin her güzel kısmıyla tanıştırmayı görev sayan birkaç mükemmel akrobat bolca alkışlandılar.
97
3 Ekim.
Buna karşılık bugün beni oldukça sevindiren bir başka komedi gördüm. Dük sarayında halka açık bir mahkemenin yürütülüşünü dinledim. Mahkeme önemliydi ve şansıma, tatilden önceye alınmıştı. Avukatlardan biri, abartılmış bir komedi figürü
neyse oydu. Şişman, kısa boylu, ama hareketli, son derece sivri bir profili vardı, sesi metal gibiydi ve sanki söylediği şey kalbinin derinliklerinden gelen bir ciddiyet havasında kesin ve
güçlüydü. Buna komedi diyorum, çünkü bu halka açık gösteri
olurken galiba her şey zaten bitmişti. Hâkimler ne söyleyeceklerini biliyorlar ve taraflar başına geleceğin ne olduğunu biliyor. Bu arada bu tarz bizim oda ve kalem sohbetlerimizden çok
daha hoşuma gitti. Şimdi de şartlar hakkında ve her şeyin nasıl doğal, yerinde ve düzgün yürüdüğü hakkında bir fikir vermeyi deneyeceğim.
Sarayın geniş bir salonun bir tarafında hâkimler yarım daire şeklinde oturuyorlardı. Onların karşısında, birden çok kişiyi yan yana oturtan bir kürsüde tarafların avukatları doğrudan
doğruya o kürsünün önünde bir bankta, davacı ve bizzat davalı! Davacının avukatı kürsüden inmişti, çünkü bugünkü oturumda hiçbir karşı taraf yoktu. Lehte ve aleyhte bütün gerekçelerin basılı olarak okunması gerekiyordu.
Eski siyah elbiseli uzun boylu zayıf bir kâtip, okuma görevini yerine getirmeye hazırlanıyordu. Salon seyirciler ve dinleyicilerce hıncahınç doluydu. Davanın konusu gibi ilgili kişiler de
Venedik halkı için son derece önemliye benziyordu.
Aile mülkleri bu devlette çok önemli: Bir kez bu özelliği tanınmış olan bir mülk, bu özelliği ebediyen korur, isterse bir değişim ya da durum yüzlerce yıl önce, birçok elden geçmiş olsun, en sonunda bir sorun söz konusu olursa, ilk ailenin varisleri o hakkı elinde tutuyor ve mülklerin onlara verilmesi gerekiyor.
Bu kez anlaşmazlık son derece önemliydi, çünkü şikâyetçi,
dükün kendisine ya da daha ziyade onun eşine karşıydı ve o da
bizzat davacının oturduğu yerin hemen yanındaki bir küçük
98
bankta zendalına bürünmüş oturuyordu: Asil, endamlı, üzerinde ciddi, hatta denebilir ki biraz üzgün ifade okunan güzel yüzlü yaşlıca bir hanım. Venedikliler bir düşesin, kendi sarayında
mahkemenin ve kendilerinin önüne çıkmak zorunda oluşundan gurur payı çıkarıyorlardı.
Kâtip okumaya başladı ve ben ancak o zaman hâkimlerin
karşısında, avukatların kürsüsüne yakın küçük bir masanın
arkasında alçak bir taburede oturan adamcağızın, özellikle de
onun aşağıya indirdiği o kum saatinin ne ifade ettiğini tam olarak anladım. Yani kâtip okuduğu sürece zaman ilerlemiyor,
ama bu arada konuşmak isterse kendisine belli bir süre veriliyor. Kâtip okuyor, saat duruyor, küçük adamın eli saatte. Avukat ağzını açtı mı, saat da o susar susmaz hemen aşağıya indirilmek üzere yukarıda. Burada sanat, okumanın akışı içinde söze karışıp ufak eklemeler yapmak ve dikkati üzerine çekmek. O zaman o küçük Satürn çok güç duruma düşüyor. Saatin yatay ve dikey durumunu her an değiştirmek zorunda kalıyor; kukla oyunundaki kötü ruhların durumunda buluyor kendini. Bunlar, cüretkâr Hans Wurst’un1 sık sık değişen “Berlicke! Berlocke!”lerinde gitmeleri mi gelmeleri mi gerektiğini bilmezlerdi.
Mahkemelerdeki evrak karşılaştırmalarını dinlemiş olan biri, bu okuma tarzını tasavvur edebilir: Hızlı, monoton, ama yeterince açık, tane tane. Becerikli avukat yine de can sıkıntısını
şakalarla kesmeyi biliyor ve halk da onun şakalarından hoşlanıp beklenmedik kahkahalar atıyor. Tam anladıklarım arasından en hoş birini hatırlamam gerek. Okuyan adam az önce bir
belge alıntıladı; bunun üzerine o kanuna aykırı mülk sahiplerinden biri, tartışmalı mülkler konusuna karşı çıktı. Avukat,
ona daha yavaş okumasını söyledi ve o da, “Hediye ediyorum,
bağışlıyorum!” sözlerini net olarak telaffuz edince kâtibin üzerine yürüyüp haykırdı: “Ey zavallı aç şeytan herif! Sen neyi hediye ediyor, neyi bağışlıyorsun? Dünyada sana ait bir şey yok
ki!” diye devam etti, düşünür gibi yaparak, “az önceki o muhterem adam da senin gibi sahip olmadığı şeyleri hediye etmek,
1 Alman komedi tiyatrosunda yarı ahmak yarı kurnaz bir tipleme – e.n.
99
bağışlamak istiyordu.” Sonsuz bir kahkaha patladı, ama kum
saati hemen yatay konuma döndü. Kâtip okumaya devam etti, avukata surat astı; ama bütün bunlar önceden kararlaştırılmış şakalardı.
4 Ekim.
Dün, Sen Lukas Tiyatrosu’nda çok hoşlandığım bir komedideydim. Maskelerle, çok doğal, enerjik ve ustaca oynanan bir doğaçlamaydı. “Pantolon” oldukça iyiydi, kadın güçlü ve yapılıydı, olağanüstü bir oyuncu sayılmaz, konuşması düzgün, nasıl
davranacağını biliyor. Bizde “Kamara” başlığıyla sahnelenmiş
olana benzer çok hoş bir konu. İnanılmaz bir hareketlilikle insanı üç saatten fazla eğlendiriyor. Her şeyde olduğu gibi burada
da halk temel alınıyor, her şey ona dayanıyor; seyirciler oyuna
katılıyor ve kitle, tiyatroyla bir bütün oluşturuyor. Ertesi gün,
kıyıdaki meydanda, gondollarda ve sarayda, satıcısı, müşterici,
dilencisi, gemicisi, komşu kadını, avukatı ve hasmı, bütün herkes bağırıp çağırıyor, gürültü ediyor, birbirini kandırıyor, küfrediyor, çalıyor ve söylüyor, akşam da tiyatroya gidiyor, günlük hayatının sanatlı sunuluşunu seyredip dinliyor. Masala karıştırılmış, maskelerle gerçeklikten ayrılmış, biraz daha geleneklerle beslenmiş olarak. Buna çocuklar gibi seviniyor, bağırıyor, alkışlayıp yeniden patırtı ediyor. Her gün gece yarılarına
kadar hep aynı şey.
Şimdiye kadar bu maskeliler kadar doğal oynayanları hiç
görmedim; bu başarılı doğallığa ancak uzun provalarla ulaşılabilir.
Ben bunları yazarken penceremin altında, kanalda müthiş
gürültü çıkarıyorlar; işte gece yarısı geçti bile. İyide de kötüde
de, her zaman birlikte oldukları bir şey var.
100
4 Ekim.
Daha sonra halk hatiplerini dinledim: Meydanda ve rıhtım duvarı üzerinde üç adam, her biri kendi tarzında hikâyeler anlattılar, ardından da iki avukat, iki vaiz ve oyuncular, ki bunların arasında özellikle “Pantolon”u övmem gerek. Hepsinin ortak bir yanı var, hem açık havada yaşayan ve tutkulu konuşan
bir milletten oldukları için hem de kendi aralarında birbirlerini taklit ettikleri için. Buna bir de niyetlerine, zihniyetlerine ve
duygularına eşlik eden beden dilinin ifadeleri ekleniyor.
Bugün, Aziz Franziskus Bayramı’na, onun Alle Vigne Kilisesi’ne gittim. Kapusan rahibinin yüksek sesine, kilisenin önündeki satıcıların sesleri karşılık verir gibi eşlik ediyordu. Ben, kilisenin kapısında iki sesin arasında duruyordum ve dinlemesi
oldukça tuhaftı.
5 Ekim.
Bu sabah Arsenal Tersanesi’ndeydim; şimdiye kadar hiç denizcilik bilmediğim ve ilk dersi burada gördüğümden benim için
oldukça ilginçti. Çünkü burası çiçek ve meyvenin o iyi zamanı
geçtiği halde hâlâ uğraşan eski bir aileye benziyor. Ben işçilerle
de ilgilendiğimden bazı ilginç şeyler de gördüm ve seksen dört
kanonluk, iskeleti tamamlanmış bir gemiyi gezdim.
Bunun bir eşi altı ay önce Riva dé’ Schiavoni’de su seviyesine
kadar yanmış. Cephaneliği çok dolu değilmiş, patladığı zaman
hasar büyük olmamış. Komşu evlerin camları kırılmış, o kadar.
İstriya’dan gelme en iyi meşenin işlenişini gördüm ve bu arada bu kıymetli ağacın gelişmesi üzerine gözlemlerimi sessizce
sürdürdüm. Ne kadar söylesem azdır: İnsanın malzeme olarak
ve kendi yararı için kullandığı doğal şeyler hakkında güçlükle
elde ettiğim bilgilerin, sanatçının ve zanaatkârın işleyiş tarzını
öğrenmem konusunda bana çok yardımı olmuştur. Keza, kayalar ve taşlar hakkında ve bunlardan elde edilen taşlar hakkındaki bilgim de sanatta büyük bir hamledir.
101
5 Ekim.
Bucentaur gemisi kavramını tek kelimeyle telaffuz etmek için
ona “muhteşem kadırga” diyorum. Bugün resimlerine sahip olduğumuz eskisi, bu adı, parlaklığıyla göz kamaştıran şimdikinden daha fazla hak ediyor.
Ben her zamanki konuma dönüyorum. Bir sanatçıya hakiki
bir konu verilmişse, o da hakiki bir şey yaratabilir. Burada ona
bir kadırga yapma görevi verilmişti; bu, Cumhuriyet’in büyüklerini en büyük bayram olan İsa’nın göğe yükselişinde, geleneksel deniz egemenliğinin kutsanmasına taşıyacaktı ve bu
görevi fazlasıyla yerine getirdi. Bu gemi, süslerle doluydu denemez, çünkü kendisi başlı başına süstü: Tamamıyla yaldızlı oyma işleri, içine ekmek koymaktan başka şeyde kullanılmayan gerçek bir Monstranz; hepsi halka başında bulunanları muhteşem göstermek amacıyla yapılmış. Biliyoruz ya şapkalarını süslemekten hoşlanan bu halk, büyüklerini de şaşaalı ve bakımlı görmek istiyor. Bu muhteşem gemi tam bir gösterge, Venediklilerin ne olduklarını ve ne olduklarını sandıklarını gösteriyor.
5 Ekim, gece.
Trajediden gülerek geliyorum ve bu şakayı derhal yazıya dökmeliyim. Oyun kötü değildi, yazarı bütün trajik kahramanları bir araya getirmişti ve oyuncular da iyi oynamışlardı. Sahnelerin çoğu bilinen şeylerdi, birkaçı da iyi ve hiç de başarısız değildi. Birbirlerinden nefret eden iki baba, dağılmış ailelerden oğullar ve kızlar, çaprazlama olarak tutkulu âşıklar, hatta bir çift gizlice evleniyor. Her şey kaba ve acımasızca ilerliyor
ve sonunda gençleri mutlu edecek tek şey, babaların birbirini
bıçaklaması oluyor ki, bununla alkışlar arasında perde kapanıyor. Ne var ki alkışlar daha da güçleniyor, “Fuori”2 diye bağrılıyor, hem de o iki çift zahmet edip eğilerek seyirciyi selam2 (İt.) Dışarı!
102
lamak üzere perdenin arkasından çıkıp öbür yandan gidinceye
kadar devam ediyor.
Seyirci hâlâ tatmin olmamıştı, alkışlamayı sürdürerek “I
morti”3 diye bağırdı, sonunda o iki ölü de çıkıp eğilerek selam
verinceye kadar, çünkü birkaç kişi de “Bravi i morti!”4 diye bağırmıştı. Alkışlarla uzun süre öylece tutuldular, sonunda aynı şekilde sahneden çekilmelerine izin verildi. Bu komedi, yani İtalyanların hep dilinde olan “Bravo! Braii!”ler, benim gibi onlarla iç içe yaşayanların kulaklarında sonsuza kadar çınlar, üstüne bir de birdenbire ölülerin de bu beğeni nidalarıyla çağrılışı!
“İyi geceler!” sözünü biz Kuzeyliler, karanlıkta birbirimizden ayrılırken kullanırız. Ama İtalyanlar “Felicissime notte!”yi
yalnızca bir defa, hem de ışığın odaya getirildiği, gündüzle gecenin birbirinden ayrıldığı zaman söyler ve bu, böylece bambaşka bir anlam taşır. İşte her dilin özelliklerinin tam tercümesi bu kadar imkânsızdır. Çünkü en yücesinden en aşağısına kadar her kelime, milletinin karakter, zihniyet ya da hayat şartları gibi kendine özgü durumlarıyla ilgilidir.
6 Ekim.
Dünkü trajedi bana bazı şeyler öğretti. Birincisi, İtalyanların o
on bir heceli jambus vezinlerini nasıl kullanıp konuştuklarını duydum, sonra Gozzi’nin maskeleri trajedi figürleriyle nasıl birleştirdiğini anladım. Bu halk için bu, asıl seyirlik oyundur. Çünkü kaba bir şekilde duygulanmak istiyor, mutsuz
olanla içsel, ince bir duygu birliği yaşamıyor, yalnızca kahramanın iyi konuşmasından hoşlanıyor; çünkü konuşmaya çok
önem veriyor, ama sonra da gülmek ya da aptalca bir şeye girişmek istiyor.
İtalyanların oyuna katılmaları ancak gerçeklik bazında. Hükümdar oğluna kılıcı uzatıp da onun karşısında duran eşini öl3 (İt.) Ölüler!
4 (İt.) Ölülere tebrikler!
103
dürmesini isteyince, seyirci bu yersiz beklentiden hoşlanmadığını yüksek sesle göstermeye başladı; oyunun kesilmesine neredeyse ramak kaldı. İhtiyarın kılıcını geri almasını istediler ki,
bu, oyunun geri kalan sahnelerinin doğrudan doğruya ortadan
kalkması demekti. Sonunda zorlanan oğul sahnenin önüne gelerek mahcupça seyirciden birazcık daha sabır göstermesini rica etti, oyun onların arzuladığı şekilde bitecekti. Sanat yönünden bakıldığında ise bu durum, şartlara göre aptalcaydı ve suniydi; bense halkı duygusundan dolayı takdir ettim. Şimdi Yunan trajedisindeki o uzun konuşmaları ve gidip gelen tartışmaları daha iyi anlıyorum. Atinalılar dinlemeyi İtalyanlardan daha çok seviyorlardı ve bundan daha iyi anlıyorlardı. Bütün gün
dinledikleri mahkemelerden bir şeyler öğrenmişlerdi.
6 Ekim.
Palladio’nun tamamlanmış eserlerinde, en çok da kiliselerinde,
nefis şeylerin yanında eleştiriyi hak edenlere de rastladım. Şimdi düşünüyorum da, böylesi olağanüstü bir adama karşı ne kadar haklı ya da haksızım derken, o sanki karşımda durup şöyle diyordu: “Şunları istemeden yaptım, çünkü mevcut şartlar
altında yalnızca bu biçimde en yüksek fikrime yaklaşabildim.”
Bu konuda düşündükçe bana öyle geliyor ki o, mevcut bir kilisenin, eski bir evin cephelerini yapması istendiğinde yüksekliği ve genişliğine bakarak, yalnızca şöyle düşünüyordu: “Bu
mekânlara nasıl en yüksek formu verirsin? Her birinde ortaya
çıkan ihtiyaçlardan dolayı biraz hileye ve geçiştirmelere mecbur kalacaksın, şurada burada bazı uyumsuzluklar oluşacak,
ama olsun, bütünü yüksek bir üslupta olacak ve sen zevkle çalışacaksın.”
İşte böylece yüreğinde taşıdığı o büyük tabloyu, ona uymayan ve aslında tamamıyla kırıştırıp parçalayacağı yere kadar getirmiş oldu.
Buna karşılık Carita’daki kanat bizim için çok kıymetli olmalı, çünkü sanatçının eli özgürdü ve yüreğinin sesini kayıt104
sız şartsız dinleyebiliyordu. Eğer manastır tamamlanmış olsaydı, bugün dünyada mimari sanatının bundan daha mükemmel
bir eseri var olamazdı.
Onun eserlerini okudukça ve bu arada antik sanatçıları nasıl
ele aldığına baktıkça, onun nasıl düşünüp nasıl çalıştığını daha iyi anlıyorum. Çünkü az ama öz konuşmuş. Antik mabetleri ortaya koyan dördüncü kitap, eski harabeleri anlayarak seyretmek için tam bir kılavuz.
6 Ekim.
Dün akşam, Sen Crisostomo Tiyatrosu’nda Crébillon’un “Elek­
tra”sını, tabii çevirisini seyrettim. Oyunun bana nasıl tatsız geldiğini ve nasıl canımın sıkıldığını anlatamam.
Aslında aktörler iyiydi ve seyirciyi belli pasajlarla eğlendirmeyi biliyorlardı. Orest’in üç farklı hikayesi vardı, şiirle desteklenmiş, bir tek sahnede. Elektra: Zarif bir kadıncık, orta boylu,
topluca ve az çok Fransız canlılığında, hoş. Mısraları güzel söylüyor, yalnızca baştan sona delice davranıyor, maalesef o rolün
gereğince. Ben bu arada yine çok şey öğrendim. On birli hece ölçüsüyle yazılan İtalyan jambusu okumada büyük güçlük
barındırıyor, çünkü son hece iyice kısa ve okuyanın isteminin
tersine yükseliyor.
6 Ekim.
Bu sabah Katolik ayinine katıldım, her yılın bu günü Sen Justine Kilisesi’nde, Türklere karşı kazanılan zafer dolayısıyla yapılan bu merasime, Venedik dükü da katılmak zorunda. O küçük meydana prensi ve asillerin bir bölümünü getiren yaldızlı sandallar yanaşınca, tuhaf kıyafetli kayıkçılar kırmızı boyalı
küreklerle çabalıyor, kıyıda din adamları ve dinî cemaatler ellerinde değnekler ve gümüş şamdanlarda yanan mumlarla gelip gidiyorlar, sonra halılarla döşenmiş köprüler taşıtlardan ka105
raya uzatılıyor, önce vekiller heyeti “savj”ın mor elbiseleri, ardından senatörlerin uzun kırmızıları kaldırım taşları üzerinde yayılıyor, en sonda da altın frigya paralarıyla süslü sırma işlemeli uzun cübbesiyle ihtiyar dük, onun eteklerini tutan üç
uşak! Bunların hepsi bir kilisenin kapısı önündeki küçük meydanda. Kilisenin kapılarının önünde Türk bayrakları tutuluyor; insan birdenbire sanki güzel çizilmiş ve boyanmış eski bir
duvar kâğıdı görüyor! Kuzeyli kaçak benim için, bu tören çok
hoştu. Bizde, böyle törenlerin kısa eteklerle yapıldığı, en büyük
töreninse omuzda tüfekle yapıldığı ülkede, böyle bir şeyin yeri yoktur. Ama yerleri süpüren bu etekler, bu şenlikler buranın özelliği.
Dük, boyu posu yerinde yakışıklı bir adam, galiba hastaymış,
ama mevkii gereği bu ağır kıyafetin altında dik duruyor. Başka zaman bütün milletin dedesi gibi ve çok tatlı ve alçak gönüllü görünür. Kıyafeti yakışıyor, külahının altındaki, o çok ince
şeffaf başlık, dünyanın en ak, en berrak saçlarının üzerinde duruyor. Onun yanında elli kadar asilzade yer alıyor; yere kadar
uzun, koyu kırmızı renk elbiseli, çoğu yakışıklı erkekler, aralarında bir tek eğri büğrü olan yok, çoğu uzun boylu, sarışın perukların yakıştığı koca kafalı kimseler. Çehreleri düzgün, yumuşak, beyaz; öyle gevşek, iğrenç değil, daha ziyade, kendiliğinden ağır başlı, sakin, kendinden emin, var olmanın hafifliği
içinde ve iyiden iyiye neşeli.
Bütün bunlar kilisede yerini alıp da tören başladığında, dinî
cemaat erkânı büyük kapıdan içeri girdi ve sonra çifter çifter
kutsal suya dokunup dükün ve asillerin önünde eğildiler.
6 Ekim.
Bu akşam için kendime Tasso ile Ariost’u kendi melodileri tarzında söyleyen kayıkçıların enfes şarkısını ısmarlamıştım. Bunun gerçekten sipariş edilmesi gerekiyor. Alışılmış gibi gelmiyor insana, bunlar daha ziyade eski çağın yarı yarıya unutulmuş efsaneleri. Ay ışığı altında bir gondola bindim, şarkıcıla106
rın biri önde öbürü arkada, şarkılarına başladılar ve bir biri,
bir öteki mısraları sırayla okudu. Rousseau’dan bildiğimiz melodi, koral ve rezitatif arası bir şey. Hep, belli bir ölçüsü olmadan gidişi oldukça tekdüze. Ama ruhu, hayatı aşağıdaki gibi anlaşılıyor.
Melodinin nasıl oluştuğunu araştırmayacağım. Yeter işte, daha önce biçimlenmiş bir şeyi, ezbere bildiği bir şiiri böyle bir
şarkıya uygulayan avare bir insana uyuyor ya!
İçe işleyen bir sesle –halk, güce her şeyden çok önem verirbir adanın, bir kanalın kıyısında bir kayıkta oturuyor ve olanca gücüyle şarkısını söylüyor. Sakin denizin yüzeyinde yayılıyor sesi. Uzakta, bu melodiyi bilen, sözlerini anlayan biri bunu
duyup sonraki mısralarla cevap veriyor; bu cevaba ilk kişi karşılık veriyor ve işte böylece biri hep öbürünün yankısı oluyor.
Şarkı geceler boyu sürüyor, onları yormadan eğlendiriyor. Yani birbirlerinden ne kadar uzakta iseler şarkı o kadar cazip hale geliyor. Dinleyen kimse eğer iki şarkıcının tam arasında bulunuyorsa, tam yerinde demektir.
Bana bunu yaşatmak için Giudecca’nın kıyısında kayıktan
indiler, kanal boyunca birbirlerinden uzaklaştılar; ben, aralarında bir aşağı bir yukarı gidip geldim, öyle ki sürekli söylemeye başlayacak olandan ayrılıp bitirmiş olana yaklaşıyordum.
Şarkının anlamı benim için ancak böyle anlaşılır oluyordu. Ses
uzaktan son derece tuhaf, acısız bir ağıt gibi tınlıyor; içinde inanılmaz bir şey, gözleri yaşartan duygulandırıcı bir şey var. Ben
bunu kendi ruh halime yordum; ama ihtiyar bana şöyle dedi:
“É singolare, come quel canto intenerisce, e molto piú quando lo
cantano meglia.”5 Benim Lidolu ve özellikle Malamocco ve Pelestrinalı kadınları dinlememi istiyordu. Onlar da Tasso’yu ve
benzer melodileri okuyorlardı. Bir de şöyle dedi: “Onların âdetidir: Kocaları denizde balığa çıktığında, sahile oturup akşamları yüksek sesle bu şarkıları tuttururlardı, ta ki uzaktan kendilerinkinin sesini duyuncaya ve onlarla böyle haberleşinceye
kadar.” Bu çok güzel değil mi? Yine de, yakındaki dinleyenin,
5 (İt.) Şarkının bu şekilde yumuşaması eşsiz; ve şarkıyı daha iyi söylediklerinde
daha da duygulu.
107
denizin dalgalarıyla yarışan bu seslerden pek hoşlanmadığı aklımıza gelebilir. Ama ölü harfleri üzerine kafa patlattığımız bu
şarkının özü böylece insani ve hakiki, melodisi canlı oluyor.
8 Ekim.
Pissani Moretta Sarayı’nı, Paola Veronese’nin nefis bir tablosu hatırına ziyaret ettim. Darius ailesinin kadınları İskender ve
Hephästio’nun önünde diz çöküyor, önde diz çöken anne, Hephästio’u kral sanıyor, o ise bunu reddediyor ve gerçek kralı işaret ediyor. Anlatılan şayia, sanatçının bu sarayda iyi karşılandığı
ve uzunca bir süre şanına layık bir saygı gördüğü; buna karşılık
o tabloyu gizlice yapmış ve hediye olarak rulo yapıp yatağın altına sokmuş. Ne olursa olsun bunun özel bir nedeni var, çünkü
o ustanın bütün değeri hakkında bir fikir veriyor. Eserin tamamı üzerine yansıyan genel bir hava olmadan ustaca bölüştürülmüş ışık ve gölge sayesinde, keza bilgece değişen yerel renklerle bu en leziz ahenge ulaşılması burada çok net, çünkü tablo iyi
korunup sanki dün tamamlanmış gibi taptaze karşımızda duruyor. Çünkü gerçekten, bu çeşit bir tablo zarar görünce, sebebinin ne olduğunu bilmeden zevkimiz hemen kaçar.
Sanatkârla buradaki kostümler hakkında hesaplaşmak isteyen kimse yalnızca şöyle diyebilir: Aslında 16. yüzyılın bir
hikâyesi resmedilmeliydi, o zaman mesele tamam olurdu. Annenin eşle ve kız evlatlarla aralarındaki fark son derece hakiki ve başarılı. En genç prenses, en sonda diz çökmüş olanı, zarif bir yaratık ve çok terbiyeli, dediği dedik, inatçı bir yüzü var,
konumundan hiç memnun görünmüyor.
8 Ekim’e ek.
Dünyayı, tablolarını az önce hafızama işlediğim ressamın gözüyle görme konusundaki eski kabiliyetim, beni özel bir düşünceye ulaştırdı. Çok açık bir şeydir ki göz, gençliğinden be108
ri gördüğü nesnelere göre oluşur. Bu şu demektir: Venedikli
ressamın da her şeyi öbür insanlardan daha berrak ve daha şen
görmesi gerekir. Kâh pis kâh tozlu, renksiz, yansımaları çölleştiren bir zeminde ve hatta belki küçük odalarda yaşayan bizlerse, böyle şen bir bakışı kendiliğimizden geliştiremiyoruz.
Pırıl pırıl güneş ışığında lagünlerden geçerken ve gondolların kıyılarında gondolcuları hafif sallanır, renkli kıyafetler içinde, kürek çeker halde açık yeşil suyun üzerinde masmavi havada nasıl bir manzara çizdiklerini görünce ben, Venedik ekolünün en iyi, en taze resmini gördüm. Güneş ışığı o yerel renkleri pırıl pırıl ortaya çıkarıyordu ve gölge taraflar öyle şeffaftı ki
nispeten tekrar ışıklara hizmet edebilir gibiydiler. Aynı şey, deniz yeşili suyun yansımaları için de geçerliydi. Her şey aydınlıklar içinde resmedilmişti, öyle ki ayrıntıyı belirtmek için köpüren dalga ve üzerindeki şimşek ışıkları gerekirdi.
Tizian ve Paul’da bu parlaklık yüksek derece mevcuttur ve
bunu onların eserlerinde bulamadığımız yerde, resim kaybetmiştir ya da üstü boyanmıştır.
Yan cepheleriyle birlikte Markus Kilisesi’nin kubbeleri ve tonozları, hepsi resimlerle süslü, hepsi de yaldızlı zemin üzerine
renkli figürler, hepsi mozaiklerle işli. Bazıları çok iyi, diğerleri
zayıf, her biri kartonları hazırlayan ustası ölçüsünde.
Beni kaygılandıran şu oldu: Her şeyde önemli olan, ilk buluştur ve bu buluş, doğru ölçüye, hakiki ruha sahiptir. Bir yerde dört köşeli cam parçacıklarda, başka yerde en temiz biçimde kötü olan gibi iyi olan da taklit edilebiliyor. Antiklere zeminini hazırlayan, Hıristiyana kilise kubbesini işleyen sanat, şimdi kutuların ve bileziklerin üzerine toplaştı. Zamanımız, sanıldığından daha kötü.
8 Ekim.
Farsetti Sarayı’nda en iyi antikaların değerli bir koleksiyonu
var. Mannheim’da görüp çoktandır bildiklerimi bir yana bırakarak yalnızca yeni tanıdıklarıma değineceğim. Koluna kobra
109
yılanı sarılmış sonsuz sükûnet içinde ve ölmek üzere olan bir
Kleopatra, sonra en küçük kızını Apollon’un oklarından koruyan anne Niobe, sonra birkaç gladyatör, kanatlarını kapamış,
dinlenen Genius, oturan ve ayakta duran filozoflar.
Bunlar, dünyanın binlerce yıldır zevk aldığı ve sanatçının değerini düşüncelerle yıpratmadan kendini geliştirebildiği eserlerdir.
Birçok önemli büst beni o harika eski zamanlara götürdü.
Ne var ki kendimin bu bilgilerde ne kadar geri olduğumu hissediyorum, ama yine de ilerleyeceğim, en azından şimdi bunun yolunu biliyorum. Palladio bana o yolu ve bütün sanat ve
hayat yolunu açtı. Bu, belki kulağa biraz tuhaf geliyor, ama Jakob Böhme’nin Jüpiter’in parlattığı bir metal çanağı gördüğünde evrenin sırrını sezmesi kadar paradoks değil. Bu koleksiyonda Antonius Mabedi’nin ve Roma’daki Faustina’nın bir saçak
parçası da var. Bu mükemmel mimari eserin öne çıkan varlığı,
bana Mannheim’daki Pantheon sütun başlığını hatırlatıyor. Bu
doğal olarak bizim Gotik süs tarzımızdan, konsol taşları üzerine üst üste yığılmış aziz heykellerinden, çubuk biçimli sütunlarımızdan, sivri kuleciklerimizden ve çiçek süsleriyle dolu taşlarımızdan birazcık farklı bir şey. Artık Tanrı’ya şükür, bizimkilerden ebediyen kurtuldum!
Heykel sanatının birkaç eserinden de şimdi söz etmeli. Bunları bugünlerde, hem de yoldan geçerken, ama hayret ve huşu içinde seyrettim: Arsenal’in kapısı önünde beyaz mermerden iki muazzam arslan; biri, ön pençelerine dayanmış dik
oturuyor, öbürü yatıyor. Canlılıkta ve çeşitlilikte iki muhteşem kutup! Öyle büyükler ki çevrelerindeki her şeyi küçültüyorlar ve eğer yüce nesneler bizi yüceltmese insan kendisi
de hiç olacak. Bunlar Yunan devrinin en iyi döneminden olmalılar ve Cumhuriyet’in en parlak günlerinde Pire’den buraya getirilmişler.
Aynı şekilde birkaç kabartma levha da Atina’dan olmalı.
Bunlar Türkleri yenen Azize Justina’nın mabedinde, ama ne
yazık ki kilise sandalyeleriyle bir parça karartılmış. Bekçi dikkatimi buna çekti, çünkü efsaneye göre Tizian, işkence çeken
110
Aziz Petrus’un öldürülmesini işleyen resimde sonsuz güzellikteki meleklerini bundan esinlenmiş. Bunlar tanrıların sıfatlarıyla sürünen dehalardır, doğal olarak aklın almayacağı kadar
güzeller.
Sonra bir sarayın avlusunda Marcus Agrippa’nın çıplak dev
heykelini çok özel bir duyguyla seyrettim. Onun yan tarafına
doğru kıvrılıp yükselen bir yunus, bir deniz kahramanına işaret. Böylesi bir kahramanlık tablosu temiz insanı nasıl da tanrılara benzetiyor!
Markus Kilisesi’nin üzerindeki atları yakından seyrettim.
Aşağıdan bakınca lekeli oldukları, kısmen güzel sarı metal parıltısı taşıdıkları, kısmen de bakır yeşiline çaldıkları fark ediliyor. Yakından bakıldığında bunların eskiden baştan aşağı altın
kaplama oldukları fark ediliyor ve barbarlar altını okla delemeyip kazıdıkları için de üst üste çiziklerle dolu oldukları görülüyor. Böylesi de iyi, hiç olmazsa gövdeleri kalmış. Muazzam bir
at alayı! Attan iyi anlayan birinin ne diyeceğini dinlemek isterdim. Bana tuhaf gelen, bu atların yakından ağır, aşağıda meydandan geyikler gibi hafif görünmeleri.
8 Ekim.
Bu sabah Schutzgeist’la birlikte Lido’ya lagünleri bitiren ve onları denizden ayıran kara parçasına gittim. Taşıttan indik ve kara parçasında çaprazlama yürüdük. Güçlü bir gürültü işittim,
denizdi bu ve hemen ardından gördüm onu. Gerilerken kıyıya
doğru yükseliyordu, öyle vaktiydi, yani cezir zamanı. Yani böylece denizi de gözlerimle gördüm ve çekilerek denizi terk eden
o güzel düzlük üzerinde onun peşinden yürüdüm. Orada çocukların yanımda olmasını isterdim, midyeler için! Kendim de
çocuklar gibi yeterince topladım, ama bunları birkaç kullanmalık ayırdım, burada çokça görünen mürekkep balığı salgısından
birazını kurutmak istiyorum.
Lido’da, denizin yakınlarında, İngiliz mezarları var, ilerde de
Yahudi mezarları, iki tarafın da kutsal topraklarda yatmaları is111
tenmemiş. Asil Konsolos Simith’in ve ilk eşlerinin mezarını da
buldum; Palladio’nun ilk nüshasını ona borçluyum ve kutsanmamış mezarı başında bunun için ona teşekkür ettim.
Mezar kutsanmamışlığın dışında, bir de yarı yarıya harap.
Lido yalnızca bir set görünümünde; kum oraya sürükleniyor,
rüzgârla oraya buraya savrulup yığılarak, her yana itilerek.
Ama deniz muazzam bir manzara! Bir balıkçı kayığında gitmek
isterim; gondollar uzağa açılmaya cesaret edemiyorlar.
8 Ekim.
Deniz kıyısında farklı bitkiler de buldum. Bunların benzer karakterleri, özelliklerini daha yakından tanımamı sağladı. Hepsi hem etli hem sert hem sulu hem dirençli. Besbelli kum zemininin eski tuzu, ama daha da çok tuzlu hava onlara bu özelliklerini vermiş. Su bitkileri gibi sıvı fışkırtıyorlar, dağ bitkileri gibi de sabit ve sertler. Yapraklarının uçları, dikene yaklaşırken,
güçlü, sivri ve sağlam. Bu tür çalı yaprakları buldum, bizim zararsız marula benzettim, ama burada keskin silahlar donanmışlar ve yaprak, deri gibi, aynı şekilde tohum torbacıkları da öyle,
sapların hepsi etli ve yağlı. Yanımda tohum getireceğim ve birkaç salamura yaprak da (Eryngium maritimum).
Balık pazarından ve o sayısız deniz ürünlerinden çok hoşlandım; oraya sık sık gidip o yakalanmış talihsiz deniz sakinlerini inceliyorum.
9 Ekim.
Sabahtan akşama kadar nefis bir gün! Chiozza’nın karşısında
Pelestrina’ya kadar gittim. Orada Cumhuriyet’in denize karşı
yaptırdığı, Murazzi adı verilen büyük binalar var. Bunlar yontma taşlardan yapılmış ve görevleri aslında Lido’yu, lagünleri denizden ayıran bu uzun dili, onun vahşi dalgalarından korumak.
112
Lagünler, eski doğanın bir etkisi. Önce med, cezir ve kara
birbirlerine karşı çalışarak, sonra en eski suların yavaşça aşağıya inmesi, Adriyatik Denizi’nin üst sonunda belirli bir bataklık çizgisinin bulunmasının nedeniydi ki, bu çizgi med dalgalarına maruz kalıp cezir tarafından kısmen terk ediliyor. Sanat
en yüksek yerlere hâkim olmuş ve böylece Venedik, yüzlerce
ada biçiminde oluşmuş ve yüzlercesiyle çevrilmiş. Aynı zamanda, med zamanında savaş gemileriyle önemli yerlere ulaşılabilmek için inanılmaz bir çabayla ve maliyetle bataklığa derin kanallar açılmış. İnsan zekâsı ve çabasının eskiden düşünüp gerçekleştirdiği şeyi şimdi akıllılığın ve çabanın koruması gerekiyor. Uzun bir kara çizgisi Lido, lagünleri denizden ayırıyor ki,
bu da yalnızca iki yerde kalenin yanında, yani karşı tarafın sonunda Chiozza’da içeri sokulabiliyor. Med dalgaları genel olarak gündüz iki kez içeri giriyor ve cezir, suyu iki kez dışarı atıyor, hep aynı yolla aynı yönlerde. Med dalgaları iç bataklıkları örtüyor ve yükselmiş olan yerleri kuru kalmamışlarsa görünür hale getiriyor.
9 Ekim.
Deniz kendine yeni yollar arasa, kara çıkıntısını yalayıp keyfine göre içeri dışarı aksa, bambaşka olurdu. Lido’daki yercağızın Pelestrina, Aziz Petrus ve diğerlerinin batmak zorunda oldukları hesaba katılmayıp o ulaşım kanalları da dolar ve su her
şeyi birbirine katarken Lido adalara, şimdi arkadaki adalar kara
çıkıntılarına dönüşürdü. Bunu korumak için Lido’yu olabildiğinçe sakınmak zorundalar ki, o su öbürünü keyfince ele geçirip insanların artık sahiplenip belli bir amaç için biçim ve yön
vermiş olduklarını oraya buraya fırlatıp durmasın.
Olağanüstü hallerde, deniz aşırı yükseldiğinde yalnızca iki
yerden içeri girip öbürlerinin kapalı kalması özellikle iyidir.
Demek oluyor ki, deniz çok büyük güçle içeri girmemeli ve
birkaç saat içinde cezire boyun eğip öfkesini dindirmek zorunda kalmalı.
113
Ayrıca, Venedik’in yapacağı bir şey yok; deniz suyunun yavaş yavaş alçalması, ona binlerce yıl zaman tanıyor ve burada
yaşayanlar kanallara akıllıca yardımcı olacak ve kendilerini koruyacaklar.
Eğer şehirlerini yalnızca biraz daha temiz tutsalar, ki bu kolay olduğu kadar gereklidir de, sonucu yüzyıllar sonrasına kalacak kadar önemli olacak. Gerçi kanallara çöp boşaltmanın cezası büyük, ama köşelere toplanmış süprüntüleri yağmurun
kanallara sürüklemesi yasaklanmamış, hatta daha da kötüsü,
yağmurun çöpleri, aslında yalnızca suları akıtacak olan mazgalların üzerine sürükleyerek bunların tıkanmasına sebep olması.
Sonuçta bunlar öyle taşıyor ki, ana meydanlar sular altında kalma tehlikesine giriyor. Küçük Markus Meydanı’ndaki ve büyük
meydanlarda olduğu gibi isabetli konulmuş birkaç mazgalı bile
tıkanmış ve sularla dolu gördüm.
Bir gün sağanak gelince, her taraf dayanılmaz bir çamura bulanıyor, herkes bela okuyup küfrediyor, köprülere çıkıp inerken mantolarını, yıl boyu sürükledikleri tabarroslarını kirletiyor ve herkes ayakkabı ve çorap giymiş olduğundan bunları lekeliyor, çünkü bu, herhangi bir çamur değil, yapıştığı yeri bitiren bir çamur. Hava tekrar açıyor ve kimse temizlenmeyi düşünmüyor. Ne kadar doğru söylemişler: Halk her zaman kötü hizmetten dolayı şikâyet eder, ama daha iyi hizmet görmeye
nereden başlanacağını bilmez. Burada, eğer baştakiler istese bu
işler hemen halledilir.
9 Ekim.
Bu akşam Aziz Mark’ın Çan Kulesi’ne gittim. Geçenlerde lagünleri med zamanındaki ihtişamı içinde yukarıdan seyrettiğim için şimdi de cezir zamanındaki tevazusunda görmek istedim ve eğer doğru bir fikir sahibi olunacaksa bu iki tabloyu birbirine bağlamak gerek. Daha önce deniz yüzeyi olan çepeçevre
her tarafta karayı görmek, tuhaf bir şey. Adalar artık ada değil,
yalnızca büyük gri yeşil bir bataklığın yüksekçe tepeleri. Batak114
lık kısım, su bitkileriyle dolu ve bu sayede yavaş yavaş yükseliyor, her ne kadar med ve cezir sürekli yıpratsa da ve canlıları rahat bırakmasa da.
Anlatmaya yine denizle devam etmek istiyorum; bugün orada yengeçler, kabuklu istiridyeler ve deniz salyangozlarının yaşayışını gördüm. Bir canlı, ne hoş, ne mükemmel bir şey! Durumuna nasıl ayarlanmış, nasıl gerçek, nasıl var! Benim o birazcık tabiat incelemelerim bana ne kadar faydalı ve bunu sürdürmekten nasıl memnunum! Ama anlatmak imkânı varken, dostları sırf nida işaretleriyle heveslendirmeyeyim.
Denize karşı örülen duvarlar önce birkaç dik basamaktan
oluşuyor, sonra hafif meyilli bir zemin geliyor, sonra yukarıda taşan bir saçak taşıyan dik bir duvar. Bu basamaklardan, bu
düzlüklerden aşıyor işte kabaran deniz, ta ki sonunda alışılmamış durumlarda yukarıda duvarda ve saçaklarında çarpıp parçalanıncaya kadar.
Denizi, sakinleri izliyor: Küçük, yenebilir salyangozlar, tek
kabuklu istiridyeler ve hareketli olan her şey, en çok da yengeçler. Ama bu hayvanlar düzgün duvarlarda yer tutar tutmaz, deniz, kabara kabara geldiği gibi geri çekiliyorlar. Başlangıçta bu
kalabalık ne olduğunu anlamıyor ve hep ümit ediyor ki, tuzlu dalgalar geri gelecek. Ama gelmiyor, güneş yakıyor ve hızla kurutuyor, işte o zaman geri çekilme başlıyor. Bu arada yengeçler yağmalama peşine düşüyorlar. Bu, yuvarlak bir bedenle
iki uzun makastan oluşmuş yaratıkların davranışlarından daha
hayret verici ve daha komik bir şey göremezsiniz. Çünkü geri kalan örümcek ayaklar hiç fark edilmiyor. Ayaklıkları andıran kollarının üzerinde dolaşıp duruyorlar ve bir istiridye kendi kabuğu altında yerinde hareket eder etmez, onlar makası kabukla zemin arasına sokmak, çatısını ters çevirmek ve içini yemek için harekete geçiyor. İstiridye ise yavaşça yolunda ilerliyor, ama aynı zamanda da düşmanını yakında fark eder etmez
taşa yapışıyor. Ama düşmanı, onun çatısı etrafında tuhaf bir şekilde, hatta hoş ve maymunsu davranıyor, ama o yumuşak hayvancığın güçlü kasını alt etmeye gücü yok; bu avdan vazgeçerek başka bir dolaşan ava koşuyor. İlk av ise yavaşça yoluna de115
vam ediyor. Bu kafilenin çekilişini, her iki düzlüğü ve aradaki basamakları nasıl indiklerini saatlerce seyrettiğim halde herhangi bir yengecin hedefine ulaştığını görmedim.
Nihayet bir komedi seyrettiğimi söyleyebilirim! Bugün Sen
Lukas Tiyatrosu’nda “Le Baruffe Chiozzotte”yi oynuyorlardı.
Bu da aslında “Chiozza’nın Bağırış Çağırısı” olarak çevrilebilir.
Bağrışanlar, gemiciler, Chiozzalılar ve karıları, kızları, kız kardeşleri. Bu insanların iyi şeyde ve kötü şeydeki alışılmış bağırış
çağırışları, davranışları, şiddetleri, uysallıkları, saflıkları, esprileri, mizahları ve doğal hareketleri, her şey gayet iyi yansıtılmış.
Oyun, Goldoni’nin ve ben ancak dün bu bölgede olduğum ve
gemicilerin ve liman insanlarının sesleri ve davranışları gözüme
ve kulağıma yabancı geldiği için bazı tek tük ilişkileri hemen anlamadığım halde çok eğlendim ve oyunun bütününü takip edebildim. Oyunun kurgusu şöyle: Chiozzalı kadınlar, evlerinin
önündeki rıhtımda her zamanki gibi oturmuş, yün eğiriyor, örgü örüyor, dikiş dikiyor, kesiyorlar; genç bir adam oradan geçerken kadınlardan birini öbürlerinden daha dostça selamlıyor;
iğnelemeler anında başlıyor, kararında kalmayıp sertleşiyor ve
alaya kadar varıyor, suçlamalara kadar düşüyor, edepsizlikler
birbirini kovalıyor, öfkeli bir komşu kadın patlayarak hakikati
ortaya koyuyor. Şimdi de azarlamalar, küfürler, bağrışmalar birden boşalıyor, öyle ki mahkeme işe karışmak zorunda kalıyor.
İkinci perdede bir mahkeme salonundalar. Asillerden olduğu için tiyatroda görünmesi yasak olan hâkimin yerinde kâtip
var. Kâtip kadınları tek tek çağırıyor; bu durum ise, ilk sevgiliye âşık olan kâtibin onu sorgulamak yerine onunla yalnız konuşmaktan, ona aşkını itiraf etmesiyle kuşku uyandırıyor. Kâtibi seven bir başka kadın, kıskanarak içeri dalıyor, ilk kadının
heyecanlı sevgilisi de keza, diğerleri arkadan geliyor, yeni suçlamalar yığılıyor, şimdi de şeytan, daha önce liman meydanında olduğu gibi, mahkeme odasındadır.
Üçüncü perdede bu şakalar daha da artıyor ve bütün oyun,
acele, zorunlu bir çözümle son buluyor. Ama en başarılı fikir,
aşağıdaki şekilde kendini ortaya koyan bir tek karakterde dile geliyor.
116
Üyeleri, özellikle de konuşma organları, gençliğinden beri sürdüğü kötü hayat şartları yüzünden dumura uğramış ihtiyar bir gemici, hareketli, geveze, çığırtkan bir halkın karşı kutbu olarak ortaya çıkar. Bu adam en sonunda düşündüğü şeyi
söyleyinceye kadar önce dudaklarının hareketiyle ve ellerinin
kollarının yardımıyla bir giriş yapar. Bunu yalnızca kısa cümlelerle başarabildiği için de az ama öz bir ciddiyete alışmıştır,
öyle ki söylediği her şey kulağa bir özdeyiş ya da alıntı gibi gelir ve böylece halkın vahşi, tutkulu davranışları güzel bir şekilde dengelenir.
Ama halk kendinin ve kendininkilerin böyle doğal temsil
edildiğini gördüğünde öyle coştu ki, böylesi bir zevki ben de
hiç yaşamadım. Başından sonuna kadar kahkaha ve alkışlar.
Ama şunu da itiraf etmeliyim; oyuncular mükemmel oynadılar. Karakterlerin durumuna göre, halkın arasında sıkça ortaya çıkan çeşitli seslere ayrılmışlardı. Baş kadın oyuncu son
derece sevimliydi, geçenlerdeki kahramanlık ve tutku rolündekinden çok çok iyi. Genel olarak kadınlar, özellikle de bu
halk sesini, halk davranışını ve karakterini çok hoş taklit ettiler. Oyunun yazarı ise, bir hiçten en zevkli eğlenceyi yarattığı için büyük övgüyü hak ediyor. Aynı övgüyü onun hayattan tat alan halkı zaten hak ediyor. Oyun gerçekten deneyimli bir elden çıkmış.
Gozzi’nin çalıştığı ve sonra dağılan Sacchi grubundan Smeraldina’yı gördüm. Bu, kısa boylu, şişman, hayat dolu, becerikli
ve neşeli bir figür. Onunla birlikte Brighella’yı gördüm. Bu, ince uzun, iyi yapılı, özellikle mimik ve el kol oyunlarında mükemmel bir erkek oyuncu. Bizim için ne hayat ne de anlam ifade ettiklerinden yalnızca mumya olarak bildiğimiz bu maskeler, burada bu manzaranın yaratıkları olarak hoşumuza gidiyorlar. İleri gelen ihtiyarlar, karakterler ve sınıflar şahane kıyafetler içinde canlandırılmışlar ve eğer insan yılın en büyük bölümünü maskeyle dolaşarak geçiriyorsa, yukarıda siyah çehrelerin görünmesinden daha doğal bir şey düşünemez.
117