Aydınlık 13 Mart 2015 Cuma Yıl: 4 Sayı: 159 STEFAN ZWEIG’IN KALEMİNDEN ‘ÜÇ BÜYÜK USTA’ Balzac Dickens i k s v e y o t s o D ÜLKÜ TAMER ‘Yoksullukla savaş... Bir dilenci öldür!’ 3 ERDEM GEZGİNCİ Perihan’la Alâkadarlar Cemiyeti 6 GÖKHAN ÇELİK Hulki Cevizoğlu ile röportaj 10 13 Mart 2015 Cuma Aydınlık ÜLKÜ TAMER 3 ‘Yoksullukla savaş... Bir dilenci öldür!’ lüm yıldönümünde Edita Morris’ten geçen hafta söz etmiştim. Onunla ilgili birkaç anımı daha aktarayım. Edita Teyze, konusu Latin Amerika’da geçen bir roman yazmak istiyordu. Bunun için de bir ay kadar Latin Amerika’yı dolaşması gerekiyordu. Aslında kocası Ira’yla yapacaklardı bu yolculuğu. Ama Ira’nın ölümü her şeyi altüst etmiş, yolculuk da ister istemez ertelenmişti. Günün birinde bir mektup aldım Edita’dan. “Bu yolculuğa sen gelir misin?” diyordu. “Yayıncımla konuştum. Bütün masrafları karşılayacak.” Meksika, Venezuela, Brezilya, Arjantin, Paraguay, Peru, Kolombiya... İnanılmaz bir öneri! “Evet,” dedim. Gönderilen biletle New York’a uçtum. Edita bir gün sonra gelecekti New York’a. Beni oğlu Ivan karşıladı. Evine götürdü. Ev değil, satranç müzesiydi sanki. Yüzyıllar öncesinden kalma Hint, Çin satranç takımları... Sayılı “usta”lardandı Ivan. İçkilerimizi içtik. Satranç takımlarıyla ilgilendiğimi görünce, “Oynar mısın?” dedi. Acemilikle sıradanlık arasında bir yerlerde bulunan ben, “Oynayalım,” dedim. İlk hamleyi yaptım. Ivan da ilk taşını oynadı. Sıra bende. Öyle bir hamle yaptım ki, Ivan şaşırdı. Öyle ya, benim gibilerle satranç masasına hiç oturmamış ki! Hamlemin arkasında ne gibi hinlikler olduğunu düşünüyor. Oynadı. Sıra yine bende. Berbat bir hamle daha. Ivan’ın şaşkınlığı arttı. Derin düşüncelere daldı yeniden. Oynadı. Dördüncü hamlemle birlikte satrançla pek ilgim olmadığını anladı, altmış saniye sonra “Şah... Mat!”ı çekti. Edita ertesi gün geldi. Uçağa bindik. Doğru Mexico City. Oradan Cuernavaca’ya geçecektik. Ö Bir ay sürecekti yolculuğumuz. Keyifliydi, eğlenceliydi. Meksika’da Brezilya vizesi alışımı, Paraguay’dan Peru’ya uçuşumuzu, Lima’da Çin lokantasında yediğimiz yemeği unutamıyorum. Meksika’dan Brezilya’ya, oradan Arjantin’e, Arjantin’den de Paraguay’a gittik. Asuncion hava alanında pasaport dene- timinden geçerken durdurdular beni. “Sizin aşınız yok,” dediler. “Yok,” dedim. “Paraguay’a giremezsiniz öyleyse.” “Ne yapacağım peki?” diye sordum. “Burada aşı olacaksınız.” Çaresiz, “Peki,” dedim. “İki dolar,” dediler. Verdim. “Geçebilirsiniz.” “Aşı?” diye sordum. “Oldunuz ya.” HHH Stroessner’in baskı rejimi her an her yerde egemendi. Bir gece güç kalabildik Asuncion’da. Ertesi sabah odasına gittim Edita’nın. “Buradan hemen kaçalım,” dedim. O benden hazırlıklıymış. Bavullarını toplamış bile. “Gidip uçak biletlerini değiştireyim,” dedim. Lima’ya bir tek uçak şirketi sefer yapıyormuş. Brainiff. Onlarda da Lima’ya üç hafta boyunca hiç yer yokmuş. Desene, buradan kaçan kaçana! “LAP var,” dediler. “Paraguay havayolları. Bir de onları deneyin.” LAP’a gittim. Ufacık bir oda. Tahta bir masa. Bir kadın. “Lima’ya uçağınız var mı?” diye sordum. “Var,” dedi. “Uçmak ister misiniz?” “Bugün uçağınız var mı?” “Var. Uçmak ister misiniz?” “Yeriniz var mı? İki kişi?” “Var. Uçmak ister misiniz?” “Niye bunu soruyorsunuz boyuna?” dedim. “Uçağımız altı kişilik. Pervaneli.” “Değil pervaneli, kuş gibi kanat çırparak uçsa gideceğim,” dedim. Biletleri aldım. Kadın haklıymış. Havayolları açısından en tehlikeli bölgelerden birini, And dağlarını geçiyordu uçağımız. Bir-bir buçuk saatlik yolu dört saatte alıyordu. Uçağa bindik. Altı kişi koltuklara gömüldük. Pilot hemen önümüzde. Bir de hostes var. Benden daha iri, benden daha bıyıklı bir kadın. And dağlarının üstünde hıçkırık tutmuş kelebek gibi gidiyoruz. Bir alçalıyoruz, bir yükseliyoruz. Hoplaya zıplaya. Bir keresinde öyle hopladık ki, önüm- Aydınlık de oturan Edita’nın kafası uçağın tavanına çarptı. Bir çığlık attı Edita. Hostes sinirlendi. “Korkmayın,” diye bağırdı. “Bir şey olmaz. Hem olsa bile, bir an içinde parçalanarak ölürsünüz, hiçbir şey duymazsınız!” HHH Lima’da bir akşam çok zengin bir ailenin konuğu olduk. Aile, Asturiasların dostuydu. Edita’ya da Paris’te Asturias’lar vermişti onların adını. Edita telefon etti. “Bu akşam yemeğe çağırıyorlar, bizi otelden aldıracaklar,” dedi. Hazırlandık. Söylenen saatte bir limuzin dayandı otelin kapısına. Üniformalı bir şoför. Bindik. Miraflores’e, benzerini ancak filmlerde gördüğüm bir “malikâne”ye gittik. Biz arabadan inerken dev bir köpek geldi yanımıza. Köpeği gören Edita çığlığı bastı. Sesinin bütün gücüyle, “Götürün şu köpeği!” diye bağırıyordu. Köpeklerden korktuğunu o zaman öğrendim. Dört-beş uşak geldi koşarak. Köpeği tutup götürdüler. Ev sahibesi karşıladı bizi. “Eşim şimdi gelecek,” dedi, bir salona aldı. Salon koca bir basket sahası büyüklüğünde neredeyse. Yerden tavana kadar tablolar. Olağanüstü bir kolleksiyon. Ev sahibesi içkilerimizi verdi. Tam kadehlerimizi kaldırırken... ... Kapı açıldı, kadının kocası göründü. Ufak-tefek bir adam. Edita onu görür görmez çığlığı bastı: “Yine geldi o köpek! Götürün şu köpeği!” Adam kapıda kalakaldı. Yapacak hiçbir şey yok. Bıraktım kadehi. Başladım gülmeye. Tamam, çok ayıp! Ama kendimi tutamıyorum ki... O akşam Çin lokantasına götürdüler bizi. Sinirlerim bozulmuştu bir kere. Yemek boyunca güldüm. Isırmaktan dudaklarım yara oldu. HHH Bir de duvar yazısı hatırlıyorum Lima’da. Koca koca harflerle yazılmış... “Yoksullukla Savaş... Bir Dilenci Öldür!” Latin Amerika’yla ilgili romanına Bir Dilenci Öldür (Kill a Beggar) adını koyacaktı Edita. Yayımlandığı zaman gördüm. Kitap bana adanmıştı. HHH Edita Teyze iki kere de Türkiye’ye geldi. Bir keresinde Bodrum’a bile gittik. Sonra Paris’te görüştük birkaç kere. Son gördüğümde üzgündü. Oğlu Ivan’ı da yitirmişti. “Bir İtalyanla evlendi,” diyordu. “Evlendiğinin haftası İtalya’ya gitti karısıyla. Bir dağ köyüne. Gitmeden önce New York’ta check-up yaptırdı. Sapasağlamdı. Köyde üç gün sonra kalpten ölmüş. Apartopar gömmüşler. Karısının annesi uzun süre hapiste yatmış. Kocasını öldürmekten. Kızı da Ivan’ı öldürdü. Şimdi çok zengin bir kadın...” Bir süre sonra da Edita Teyze öldü. TEBESSÜM MOLASI CANKURTARAN KÖPEK Oyun yazarı ve yapımcı Richard Brinsley Sheridan, Frederick Reynolds’un Karavan oyununu Drury Lane tiyatrosunda sergilemişti. Oyunun bir sahnesinde, eğitilmiş bir köpek havuza atlıyor, boğulmakta olan bir çocuğu kurtarıyordu. İlk gece o sahne seyircilerden büyük alkış aldı. Besbelli oyun tutacak, Sheridan da borçlarından kurtulup düşlediği paraya kavuşacaktı. Temsilden sonra sahne arkasına fırladı; bağırarak, “Kurtarıcım nerede?” diye seslendi. Yazar Frederick Reynolds, elini uzatarak, “Buradayım,” dedi. “Senden söz eden kim!” diye bağırdı Sheridan. “Köpek nerede, köpek?” Oyun aylarca afişte kaldı. Bir gece, oyundan önce, baş rolü üstlenen oyuncu, Sheridan’ın yanına geldi. Kısık bir sesle, “Korkunç bir şey oldu,” dedi. “Ne oldu?” “Baksanıza, sesim kısıldı.” “Boş ver,” dedi Sheridan, “ben de köpeğe bir şey oldu sanmıştım.” Sahibi Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Celal Demirel Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmen Yrd. Deniz Yıldırım Yazıişleri Müdürü Ergün Gedek Sorumlu Müdür Murat Şimşek Tüzel Kişi Temsilcisi Metin Aktaş Reklam Servisi Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı [email protected] Sayfa Sekreteri Alev Özgenç Katkı sunanlar: İrem Halıç, Elif Korkut, Deniz Toprak Görsel Tasarım: Hakan Uğurluay, Şener Soysal Reklam Grup Başkanı Saynur Okuroğlu [email protected] Reklam Müşteri Temsilcisi Emel Toraman [email protected] Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 [email protected] Baskı: Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. Tic. A.Ş Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34 4 13 Mart 2015 Cuma MECİT ÜNAL Aydınlık GÜLDEN TERAZİ [email protected] Tuhaflıklarla dolu bir Ankara havası Dar, tıkız, kısır değil kurduğu cümleler; geniş soluklu ve kıvrak bir anlatımı var. Konuya olduğu kadar kişilerine de hakim Alper Beşe. Ankara’yı da soluyoruz bu öykülerde. Geniş caddeleri, gecekonduları, minibüsleri, meydanlarıyla hem bir “Ankara Rüzgârı” alıyoruz, hem de bir “Ankara Havası” Alper Beşe onusu Ankara’da geçen film azdır. Kural haline gelmiş gibi gözüken bu durum TV dizileri için çok daha geçerli. “Behzat Ç” adlı “Ankara Polisiyesi” izlenme çokluğunu başarılı konu, yönetim ve oyunculuğu kadar Ankara’yı konu alması anlamında istisna oluşuna da borçlu. K Ankara’nın ağırlığı Konusu Ankara’da geçen öykü ve romanlar da az öte yandan edebiyatımızda. Az ama öz aynı zamanda da. Yakup Kadri’nin “Ankara”sından, Esendal’ın “Ayaşlı ile Kiracıları”ndan, Sevgi Soysal’ın “Yenişehir’de bir Öğle Vakti”sinden ve nihayet Attila İlhan’ın “Allah’ın Süngüleri/Reis Paşa”sından başka hemen hatırlamaya çalışsak klasiklerimizden kaç roman ve öykü gelir aklımıza? “Edebiyatımızda şehirler” konusuyla ilgili bir istatistik çalışması yapılsa, böyle bir çalışma kimin, hangi cin fikirlinin aklından geçebilirse, ilk sırayı İstanbul’un alacağı kesindir. Şiirde, resimde, sinemada, müzikte, özetle tüm sanat dalarında da durum aynı... Bütün bunlar İstanbul’un tarihimizdeki belirleyici önemi nedeniyle böyle. Başkent bile olsa, yaşı yüz- Birtakım Tuhaflıklar Alper Beşe Alakarga Yayınları 144 s. lerce yılı bulan İstanbul karşısında yeni yetme Ankara’nın ağırlığı siyasal gücüne yorulabilir ki, bu alanda bile İstanbul belirleyicidir aslında. Naylon tuhaflık “Birtakım Tuhaflıklar”, konusu Ankara’da geçen öykülerden oluşan bir ilk kitap. Her ilk kitabın birtakım eksiklikleri olur, oysa “Birtakım Tuhaflıklar”ın bu “genel geçer”e göre ziyadesi var. Bu da en başta yazarın başka kalem tecrübelerine sahip olmasından. Çeşitli radyo ve televizyon programları için metinler yazan, “Dördüncü Rusya Seferi” adlı oyunu Ankara’da sahneye koyulan Alper Beşe, Hacettepe Üniversitesi’nde felsefe öğrenimi görmüş. Şiir ve öyküleri Akatalpa, Sincan İstasyonu, Sözcükler, Sarnıç Öykü ve Varlık dergilerinde yayımlanmış. “Birtakım Tuhaflıklar” adlı şimdi kitap olarak derlenen öyküleri 2013’te Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde “dikkate değer” bulunmuş. “Tuhaflıklar” deyince güncel edebiyat çerçevesinde hemen Orhan Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık Var”ının hatırlanacak olması Nobelli Orhan Pamuk’un “medyatik-reklamatik” önceliğe sahip olması nedeniyle. Yoksa, Mevlut’un kafasındaki ne olduğunu 476 sayfa boyunca bir türlü anlayamadığımız tuhaflık, kitabın çok satılmasını sağlamak üzere metne ve başlığa çıkarılmış bir unsurdan, naylondan bir tuhaflıktan başka bir şey değil. Naylondan çünkü karşımızda nedenini, nasılını açıklayamadığımız tesadüfi bir durum ya da durumlardan ileri gelmiş olaylar yok. Gerçek tuhaflıklar Alper Beşe’nin “Birtakım Tuhaflıklar”ı gerçekten de nedenini, nasılını açıklayamadığımız “garip ama gerçek” birtakım tuhaflıklar barındırıyor. “Martıdan Korkan Oğlan”, “Radyo Tamircisi” ve “Daktilo” içyapılarında belli bir gerilim de taşıyan öykü- ler. Alper Beşe kitapta bu başlık altındaki diğer üç öyküde de gerilimi belli belirsiz ama hissedebileceğimiz bir seviyede tutmayı başarmış. Gündelik hayatta yaşadığımız gerilimlerin yine gündelik hayattaki birtakım tuhaflıklarla bir araya geldiğinde oluşan durumlar bunlar. Yazar başlığa çıkarmasa yine de anlayacaktık bu öykülerde anlatılan tuhaf durumları. Belki adını koyamayacaktık, o kadar. Yazar Ankaralı olunca Ankara’yı solumamız da mukadder. Geniş caddeleri, gecekonduları, minibüsleri, meydanları ile hem bir “Ankara Rüzgârı” alıyoruz bu öykülerde, hem de “Ankara Havası”! Romancı damarı Ancak kitap salt bu tuhaf öykülerden ibaret değil. Kitapta ağırlıklı kısım başta ve sondaki öykülerde. Açıkçası bu iki bölümdeki öykülerin çok da öykü olduklarını söyleyemeyiz. Hayır, elbette öykülerin her biri tüm özellikleriyle öncelikle birer öykü. Ancak, özellikle birbirinin devamıymış gibi ilerleyen öykülerde öyküyü aşan, olay, olgu ve kişilere çok daha geniş bir çerçeve ve açıdan bakan bir anlatım var. Bu öykülerin yer yer bir romandan alınmış seçme bölümler olduğu sanısına kapılmamız yazarın romancı damarına sahip olmasından bana kalırsa. Dar, tıkız, kısır değil kurduğu cümleler; geniş soluklu ve kıvrak bir anlatımı var. Konuya olduğu kadar kişilerine de hakim Alper Beşe. Konuları gündelik hayattan, kişileri otobüste, minibüste rastladığımız insanlardan... İlk anda göze çarpan özellikleri olmayan genç insanlar bunların çoğu. Yaşadıkları geçim zorlukları, aile içi anlaşmazlıklar, yasak aşklar, toplumsal sorunlar abartısız, edebiyata kaçmadan, arabeske, şairaneliğe düşmeden edebi düzey de elden kaçırılmadan anlatılıyor. Bir hazırlık gibi de geldi bana bu “Birtakım Tuhaflıklar”. Geniş soluklu bir Ankara romanına… Şimdi Alper Beşe’den bunu bekliyoruz. 5 Aydınlık SEZA ÖZDEMİR 1920’lerin sanat dünyasına taşlamalar azıları ürettiklerini sanatlaştırmayı ve taşlamalar geçidine dönüşebilir. Picabia’nın alaycı ve küçükseyen bir tarzsonrasında onu yaşamdan daha kutsal hale getirmeyi reddediyor. la yaptığı eleştirilere kimler hedef olmuyor Ocak ayında okurla buluşan “Ker- ki? Eski dostu Marcel Duchamp, Pablo Pivansaray” adlı kitabın yazarı Francis Picabia casso, Paul Eluard, Louis Aragon, Breton ve onlardan biri. Ressam, yazar ve yayıncı diğerleri… Küçük öykülerden oluşan kitabın Francis Picabia, Birinci Dünya Savaşı son- akışı; sergi ziyaretleri, akşam yemekleri, karasında sanat çevrelerinde giderek daha da felerdeki buluşmalar, çıkılan yolculuklar, ruhakim olan avangart (yenilikçi) arayışların let geceleri, “ruhçuluk” seansları ve daha pek arasında başarısız olma pahasına kendi çok gündelik olay ve diyalog ile zenginleşibağımsızlığından vazgeçmeyen ve sanatı kut- yor. Böylece dönemin Fransası’ndan ünlü ressallaştırmaya karşı çıkmayı sürdüren biri. Yaz- sam, şair ve yazarların eklemlendiği roman, dığı tek romanı “Kervansaray” da, onun bu “Kervansaray” adının da hakkını veriyor doğrusu. çabasını gözler önüne seriyor. Eskiden Dadacı olan ve sonradan sürrealizme katılan bir dizi sanatçının yükseli- Yıllarca günışığına çıkmamış şi sırasında, Picabia Dadacılığın her şeyi yıkGerek romanı gerekse de yeniden yamayı savunan, düzen karşıtı tavrını savunyımlamaya başladığı dergi 391’deki yamaya devam eder. Gündelik hazılarıyla o dönem sanat dünyayattan nesneleri kutsallaştırılmış sında adeta bir kavganın içine estetiğe yeğ tutmayı sürdügiren Picabia’nın mücadelerür. “Değer biçilen” yaratısini, “Kervansaray”ı yıllar cılığa karşı “avam” olanı sonra günışığına çıkarıp savunmaya devam eder. yayınlayan Luc-Henri “Sürrealizm ManifestoMercié şöyle özetliyor: su”nun yayımlandığı “Kervansaray bugün, 1924 yılında “Kervantam anlamıyla bir antisaray”ı yazmaya başmanifesto olarak karşılayan Picabia, sanatta mızdadır […] Breton’un ve yaşamda hiçbir kuralı dogmatik kesinliğine, kenkabul etmemek konudi özgürlüğünü teyidi olan sundaki Dadacı direncini Francis yola getirilemez bir serromanının ilk cümlelerine Picabia bestlikle karşı çıkıyor. Kervande yansıtır: “Şöyle söyleyeyim saray, zafere yürüyen sürrealizme size dostum, bir Rembrandt’a karşı dadaizmin yahut en azından bakmaktansa bir sepet kozalağa Francis Picabia’nın şeref mücadelesidir; debakmayı her zaman tercih etmişimdir!” diğim dedik, başına buyruk, uzlaşılması imkânsız, özüne hiçbir unsurun karışmasına Taşlamalar geçidi müsaade etmeyen Picabia’nın.” Picabia’nın romanı, hem eski “yüksek saPicabia eski sanatçı dostları ile arasında yanat” anlayışı hem de dönemin popülerite ka- şanan bu kavga nedeniyle romanını o dönem zanan yaklaşımı sürrealizme bir karşı çıkış yayımlatmayı başaramamış. Hatta bir süre niteliğinde. Üstelik döneminin insanlarının sa- sonra kendisi bile ona karşı olan hevesini yinat eserlerine ve sanatçıya gösterdiği nere- tirmiş. Hatta 1971 yılına kadar kimse sanatdeyse ikiyüzlü yüceltmeyi de adeta alaycı ve çının bu yapıtından haberdar olmamış. Yayıncı iğneleyici bir tutumla eleştiriyor. Bu açıdan Luc-Henri Mercié’nin, Picabia’nın sevgilisi kitap, sanat tarihi ve sanatsal yaklaşımlara Germaine Everling’in evinde bulduğu eser tam uzak olmayan okurların gözünde adeta bir 47 yıl sonra fark edilerek yayınlanmış. B Kervansaray Francis Picabia Çev: Ayberk Erkay Yapı Kredi Yayınları 132 s. 6 13 Mart 2015 Cuma Aydınlık ERDEM GEZGİNCİ Kötüyüm, kötüsün, kötü... Kitaba adını veren öykü “Perihan’la Alakadarlar Cemiyeti” sinir bozucu bir üsluba sahip. Yazar okuyucuya Ankara’nın bir sokağında her camiadan erkeğin Perihan ile olan alakalarını anlatıyor. Aptalca bir iyilik diline bürünen erkek karakterlerle riyakarlık öyküde tavan yapıyor. Özellikle can alıcı sahneleri okurken okuyucunun midesi bulanabilir. Bulansın da, çünkü bu iğrenç cemiyet öyle çok uzaklarda faaliyet gösteriyor değİl elevizyondaki haber programlarından hanelere ulaşan kötülüğü kimse üzerine almaz. Adına yabancılaşma mı dersiniz bilmem ama izlediğimiz, öfkelendiğimiz, isyan ettiğimiz “kötü olaylar” başka bir gezegende olmuşcasına rahat uyuruz geceleri. O katil biz değilizdir, o tecavüzcü bizim sokağımızdan bile geçemez, herhangi bir sübyancıya asla selam vermeyiz, birim buralarda hırsızlık olmaz, kısacası “ben iyiyim, onlar kötü”. “Perihan’la Alakadarlar Cemiyeti” Everest Yayınları’ndan çıkan ve “Yok öyle yama!” diye yakanıza yapışan bir öykü kitabı. Aslında yumuşak bir şekilde yaklaşıyor kitap, siz itiraz ettikçe karnınıza vuruyor, siz olmaz öyle şey dedikçe omuzlarınızdan tutup sizi sarsıyor. Yazar Ferat Emen bir röportajında şöyle diyor: “Takatsizleşiyorum. Var olmak böyle, zaten yıpranıyoruz hiç olmazsa gerçek bir sanat eseri sebep olsun bu yıpranmaya. Öykülerim, sonu itibariyle de olsa, sizde bir nevi eskimeye, yıpranmaya yol açmış ise kendimi bahtiyar sayarım. Türk edebiyatında yarattığım fark bu olsun, kendimi ve okuyucuyu mazeretsiz bırakmak… İlginç olacağım diye soytarılaşmaktansa, klişe kullanarak aşınmayı tercih ederim, yetimlik ve intihar romantizmine meyletmem ve köyün delilerine güzelleme yapmam.” Ferat Emen’in ikinci kitabı “Perihan’la Alakadarlar Cemiyeti”, yanı başımızdaki kötülüğü gösteren öyküler silsilesinden oluşuyor. Bazen karnıma kramplar girse de kitabı elimden bırakamadım. Belki de kitabı bitirdiğimde kötülüklerin de son bulacağına inandım bir ara. Okuyucuyu derin bir kuşkuya ve paranoyaya sürükleme ihtimali olsa da aslında bu beynimizin direncinden kaynaklanan bir durum, gerçeğe olan dirençten. Kimse karşı apartmanın bodrum katında toplumun her kesiminden erkeğin bir kız çocuğuna tecavüz ettiğini kabul etmek istemez. Gelin görün ki kabul etmememiz ve görmezden gelmemiz gerçeği değiştirmez. Yazar edebiyatın büyülü olanaklarını kullanarak içinde olduğumuz gerçekleri önümüze seriyor. Öyküler de diğer edebiyat ürünleri gibi kalıba sokulmak isteniyor. Biraz küfür, biraz kan, biraz kötülük, biraz itilmişlik, biraz normalin dışında bir şey gördüğümüzde hemen yapıştırıveriyoz “yeraltı” diye. “Perihan’la Alakadarlar Cemiyeti” kitabı bir yeraltı edebiyatı mensubu mudur, bu yazıyı yazarken aklıma geldi. Bu demek oluyor ki okurken Chuck Palahniuk vari bir durumla karşılaşmadım veya sezmedim. Yine de yukarıda da saydığım gibi yeraltı edebiyatı olarak nitelendirilebilecek özelliklere sahip. Sıkı durun! Keşke yeraltı edebiyatı ürünü olsaydı “Perihan’la Alakadarlar Cemiyeti”. Neden mi? Çünkü öykülere konu olan durumlar bağıra bağıra yeryüzünde T Perihan’la Alakadarlar Cemiyeti Ferat Emen Everest Yayınları 145 s. olduklarını haykırıyorlar. Yazarın sürekli kafamıza vurmasıyla biz öyküleri “yeraltı” olarak tanımlayıp rahatlama lüksünü yaşayamıyoruz. İyilik, kötülük ve olabildiğince aşk Kitaba adını veren öykü “Perihan’la Alakadarlar Cemiyeti” sinir bozucu bir üsluba sahip. Yazar okuyucuya Ankara’nın bir sokağında her camiadan erkeğin Perihan ile olan alakalarını anlatıyor. Aptalca bir iyilik diline bürünen erkek karakterlerle riyakarlık öyküde tavan yapıyor. Özellikle can alıcı sahneleri okurken okuyucunun midesi bulanabilir. Bulansın da, çünkü bu iğrenç cemiyet öyle çok uzaklarda faaliyet gösteriyor değil. “Bedava Muayene” öyküsü ise iyiliğin nadir olmasını anımsatıyor. İyiliğin nadirliği ile kötülüğün çokluğu arasında ne fark var? Öyküyü okuduktan sonra “Siz olsaydınız ne yapardınız?” gibi bir soru aklıma geliyor aklıma. Yazarın alt metindeki karanlık sopası pek bir seçenek bırakmıyor burada. Evet iyi de olsak, evet ben de böyle yapardım da desek ya da iğrençlik karşısında Yeşilçam kahramanı gibi onurluca dikilirim de desek yazar “yemezler” diyor. Bu toplumda, bu çürümüşlükte iyilik hamlelerinin atılamayacağını dikte ediyor. “Belki de haklı” diyerek öykünün sonunda başladığımız yere varıyoruz. “Aşk Hikayesi 1-2-3” öyküleri aşkın edebiyattaki romantik duruşunu sallıyor. Toplumun her kesimine nüfuz yanlış aşk algısı bana göre duyguların entrika yumağına dönüşmesini sağladı. Oysa televizyon, internet, dedikodu, iktidar ve kıskançlık sarmalında yaşananlar aşktan çok uzak. Bununla birlikte gerçekten aşk diye bir şey varsa onun sanatla beslenmesi gerektiğini düşünüyorum. Öykülerdeki “aşk” bu anlamda gerçekliği yansıtıyor. Kötülük memleketi sarmış Birileri çıkıp nefret tohumları ekerek din adına, ahlak adına, güç adına nutuklar çekiyor. Evrensel de- ğerlerin hor görülmesinden kaynaklanan kötülük caddelerde dolaşırken bile üzerimize bulaşıyor. Yazar Ferat Emen kötülüğün evrensel tınısını öyküleriyle Türkçeye kazandırmış. Evet Türkiye’de kötülük adına pek kaynak olmadığını kitabı okuduktan sonra fark ettim. Kitaplığımdaki Charles Werner’in “Kötülük Problemi” kitabını aldım ve öykülerden içime doğru akan kötülüğü felsefi bir çizgiye oturtmaya çalıştım. Nedir “Perihan’la Alakadarlar Cemiyeti” kitabını okuduktan sonra “Yok canım yazar da abartmış, insanlık ölmedi” dememizi engelleyen şey? İnsanlığın gerçekten ölmesi olabilir mi cevap? Bazı öykülerden önce anonim hikayeler veya haber metinleri olduğunu tahmin ettiğim alıntılar var. Bu epigraflar asıl öykünün önüne geçiyor bazı durumlarda. Çarpıcı, komik veya absürd olmaları itibariyle dikkatimizi kitaba vermemizi kolaylaştırıyorlar ama bazıları başı başına bir olay örgüsünü sezdirdiğinden aşağıdaki yaratıcı metni gölgeliyor. Bir veya birkaç cümle ile sınırlandırılan epigraflar ise yerinde ve yazara ulaşmamızı kolaylaştırıyor. Kitabın kapağı da şahsına münhasır. Bana göre çok yerinde olmuş ve kitabı okumadan önce eser miktarda tedirginlik vererek kitabı okumaya hazırlıyor okuyucuyu. Edebiyatımızın son dönemdeki eğilimi “aman itmesin, aman korkutmasın, ağlayacaksa da aşktan ağlasın, cinsellik olmasın, kan olmasın, kahve olsun, sabah uykusu olsun, kolay okunsun…” şeklinde olduğundan “Perihan’la Alakadarlar Cemiyeti” ilaç gibi gelebilir ilgilisine. Okuyucunun istediğini üretmek güzel bir şeydir ama bu meşhur büyük sorunun bir parçası aslında: İnsanın kolayı seçme eğilimi göz önüne alındığında eğer okuyucuyu memnun etmeye devam edersek ilk okul sıralarına kadar gerileyebiliriz. Aslında bu memnun etme isteği iktidarda kalma (çok satma) adına yapılan bir siyasettir. Sanat da buna karşı doğmuştur bir yerde. İnsan beynini zorlamak, gerçeğe, doğruya, salt iyiliğe ulaşmak amacıyla sarsmayı seçmiştir. Geçer akçe bu günlerde siyaset olsa da sanat mutlaka kazanacaktır. 7 Aydınlık YALIN ALPAY Distopyanın gerçekleşmesi: MUTLAK SAVAŞ on iki yüzyılda uluslararası sistemi en sarsan gelişme I. Dünya Savaşı’dır. Savaşın tarafları, onu farklı şekillerde meşrulaştırmaya girişmişlerdir. Almanya bu savaşı kendi açısından bir “topyekûn savaş” ve ulusal bir varoluş çabası olarak anlamlandırırken, İngiltere ve ABD, aynı savaşı bir “haklı savaş” sloganıyla dünyanın “iyileri ve kötüleri” arasındaki çatışma olarak tanımlamıştır. Gülboy’a göre bu iki tanım da taraflı ve meşruiyet kazanma amaçlıdır. Gülboy, tarafgirlikten kurtulabilmek için Clausewitz’in “mutlak savaş” kavramına başvurmayı önerir. S sıyla bu grup dışa kapalıdır ve statükocudur. Herhangi bir büyük gücün mevcut statükoyu bozmaya girişen bir hareketlenmesinin olması durumunda diğer büyük güçler bir araya gelerek söz konusu duruma karşı tavır koymakta ve bu tavır da diplomatik tepkiden savaşa uzanan bir yelpaze oluşturmaktadır. Bununla birlikte büyük güçler, savaşları minimize ederek, sorunları diplomasi aracılığıyla çözme siyasetini 19. yüzyılın geneline hakim kılmayı başarmışlardır. Diplomasinin üstün geldiği 1815-1914 arası yüz yıllık döneme Avrupa Uyumu denilmektedir. Clausewitz’in savaş distopyası Avrupa Uyumu’nun inşası Clausewitz’e göre savaş, bir devletin, bir başka devleti, kendi siyaseti çerçevesinde davranmaya razı etme mücadelesidir. Eğer savaş siyasetin aracı olmaktan kurtulup da, karşı tarafı ne pahasına olursa olsun yok etme pratiğine dönüşürse ortaya “mutlak savaş” adı verilen bir ideal durum çıkacaktır. Böylesi bir durumda, şiddet başlı başına bir amaç haline gelmektedir. Hedef, karşı tarafa kendi siyasetini kabul ettirmek değil, karşı tarafı tamamıyla yok etmektir. Gülboy’a göre, bu beş devletin, statükonun sürmesinde ortak çıkarları olduğundan, bu yapıyı sağlamlaştıracak bileşenleri inşa etmek durumunda kalarak, kendi aralarındaki sorunları diplomatik görüşmeler yoluyla çözmek ve diğer devletleri kontrol etmek için Kongre Sistemi’ni oluşturmuşlardır. Yüz yıllık süre içerisinde Kırım, İtalyan Birlik ve Alman Birlik Savaşları gibi büyük güçlerin karşı karşıya geldikleri durumlar ortaya çıksa da, bu savaşlar sırasında tarafların birbirleriyle olan diplomatik ilişkileri hep açık kalmıştır. Savaşlar, siyasetin bir uzantısı olarak ve siyasete dahil bir mekanizma olarak tutulmuştur. Yani diplomasinin savaşlara baskın çıktığı bir Uyum inşası gerçekleştirilmiştir. Gülboy’un modeli Gülboy’un savı, I. Dünya Savaşı’nın “gerçek savaş” olmaktan çıkarak, “mutlak savaş”a dönüşmüş olduğudur. Gülboy, I. Dünya Savaşı’nın “mutlak savaş” olduğuna ilişkin geliştirdiği modelini sınamak için kökenlere dönmüş ve 19. yüzyılın uluslararası gelişmelerini Yapısalcı ve Neo-realist kuramlar aracılığıyla makro ve mikro analizlerle incelemiştir. Makro analizde değişen savaş olgusunun Avrupa devletleri arasındaki ilişkilere etkisi, mikro analizde ise İngiltere ve Almanya arasında inşa olan düşmanlık algısının Avrupa sistemine olan etkileri incelenmiştir. Analiz sonuçları, I. Dünya Savaşı’nın “mutlak savaş” olduğunu kuramsal ve tarihsel açılardan desteklemektedir. Büyük güçlerin icadı Avrupa’da 1815 Viyana Kongresi’nin ardından İngiltere, Rusya, Avusturya, Prusya ve Fransa kendilerini Büyük Güçler olarak tanımlamışlardır. Bu devletler, kendilerini yüz yıl boyunca Avrupa’nın diğer devletlerinden nitelik ve nicelik olarak ayırmış ve dışlayıcı bir hiyerarşi inşa etmişlerdir. Büyük güçlerin hangi ölçütlere göre ve kimler tarafından belirlendiği sorusu ise kısır bir döngü yaratmaktadır zira büyük güç sayılabilmek ancak diğer büyük güçler tarafından bir büyük güç olarak tanınmakla mümkündür. Dolayı- İngiltere ve Almanya’nın ‘düşmanlaşması’ Donanması sayesinde küresel güç olan İngiltere, diğer Avrupalı aktörleri kıtada sınırlamaya çalışmakta ve donanma geliştirmeleri durumunda kendi donanmasını genişletmektedir. Fransa ve Rusya’nın ataklarını “İki Güç Standardı” ile aşmayı başaran İngiltere, Almanya’nın “risk kuramı” karşısında donanmasını yalnızca genişletmekle çözüm yaratamayarak, teknolojik atılım yapmak zorunda kalmış ve Dreadnought adlı yeni bir ölümcül gemi üretmiştir. Almanya’nın da bu teknolojik gelişmeye karşılık vermesi üzerine bu yarış bir siyaset olmaktan çıkmış ve çok geçmeden İngiltere ve Almanya arasındaki yarış rasyonel temellerden ve rasyonel siyaset izleğinden ayrılarak, tarafların iç siyasetlerinde konsolidasyon sağlayan birer irrasyonel dış düşman yaratma aracına dönüşmüştür. Avrupa Uyumu’nun krizi: ‘Saldırı Kültü’ Askeri teknolojideki değişim, saldırıyı savunmaya avantajlı kılmıştır. Bu da devletlerin uyum siyasetinden çatışma siyasetine meyletmelerine yol açmış, savaşın daha olası bir sorun çözüm yöntemi olarak görülmesini sağlamıştır. Saldırının savunmadan güçlü bir konuma geçmesi, ilk saldırana avantaj sağlamaktadır. Böylece devletler hem daha yayılmacı amaçlara yönelmişler, hem de daha güvensiz bir savunma durumuna düşmüşlerdir. Bu durum kıtayı güvenlik açısından istikrarsızlaştırmıştır. Bir çatışmada saldırıyı başlatanın üstünlük sağlayacağı görüşü, “önleyici savaş”a başvurma olasılığını arttırmıştır. Bundaki motivasyon, bir devletin, potansiyel rakip olarak gördüğü bir başka devleti kendisinden güçlü hale gelmeden etkisizleştirmektir. Böylece büyük güçler statükonun korunmasından çok, statükonun bozulmasına meyletmişlerdir. Savaşın mutlaklığı 19. yüzyılın savaş teknolojisiyle bir başka devleti tamamıyla yok etmek mümkün değilken, 20. yüzyılda bu durum değişmiştir ve dolayısıyla savaşların içerikleri de dönüşüme uğramıştır. Savaş, siyasetin bir aracı olmaktan çıkarak, Clausewitz’in “mutlak savaş” distopyasında olduğu gibi bir kendinde varlığa dönüşmüş ve karşı tarafı ne pahasına olursa olsun yok etme çabası haline gelmiştir. Gülboy’un kitabı siyasi tarih izleğinden kurtulup kuramsal bir çerçeve oluşturmayı başaran ve alana katkı yapan ilk Türkçe çalışmadır. Gülboy kuramsal anlamda genel kabul gören Anglosakson geleneği sorgulamaya açmış ve alternatif yorumları tartışmıştır. Bu anlamda “Mutlak Savaş”, bir kuramsal uluslararası ilişkiler çalışması olduğu kadar, bir tarih yazımı eleştirisi özelliğini de taşımaktadır Alana katkı yapan ilk Türkçe çalışma Gülboy’un kitabı siyasi tarih izleğinden kurtulup kuramsal bir çerçeve oluşturmayı başaran ve alana katkı yapan ilk Türkçe çalışmadır. Gülboy kuramsal anlamda genel kabul gören Anglo-Sakson geleneği sorgulamaya açmış ve alternatif yorumları tartışmıştır. Bu anlamda “Mutlak Savaş”, bir kuramsal uluslararası ilişkiler çalışması olduğu kadar, bir tarih yazımı eleştirisi özelliğini de taşımaktadır. Mutlak Savaş Burak Gülboy Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi 188 s. 8 13 Mart 2015 Cuma Aydınlık FEYZİYE ÖZBERK STEFAN ZWEIG’IN KALEMİNDEN ‘ÜÇ BÜYÜK USTA’ Balzac, Dickens, Dostoyevski Stefan Zweig Zweig’a göre: “Dickens’in kahramanları söz konusu olduğu zaman resimler, Dostoyevski’nin veya Balzac’ın kahramanları söz konusu olduğu zaman ise musiki gelir aklımıza” Dostoyevski tefan Zweig’ın “Üç Usta, Balzac, Dickens, Dostoyevski” kitabı Can Yayınları’nda yeni bir çeviri ile çıktı. Zweig’ın eserlerinin önemli bir bölümü Can Yayınları’nca güzel çevirilerle geçtiğimiz yıllarda yayınlanmıştı. Edebiyatseverler olarak Can Yayınları’na teşekkür ederiz. Kitaplığımdaki “Üç Büyük Usta” ise yıllar önce Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nca basılmış olan, Dr. Ayda Yörükân tarafından çevrilen kitap. Yapıt Ayda Yörükân’ın Zweig’ın yaşamını, eserlerini irdelediği güzel bir giriş yazısıyla başlıyor. Zweig bu eserini yakın dostu Romain Rolland’a adamış. Şöyle yazmış: “Aydınlık ve Karanlık yıllar boyunca göstermiş olduğu sarsılmaz dostluğa minnet duyguları ile…” Yakın dostları olan diğer ünlü adlar Zweig’ın kültür birikimine de ışık tutuyor: Thomas Mann, Gorki, ünlü heykeltıraş Rodin, ünlü orkestra şefi Toscanini ve Bruno Walter… O bu dostluklardan çok şey kazanmış olmalı. Stefan Zweig, Viyana’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak 1881 yılında doğmuş, bu kentin zengin müzik, sanat, kültür ortamında yetişmiş. Felsefe eğitimi yapmış. Felsefenin yanı sıra psikoloji ve psikiyatriyle ilgilenmiş. Freud’la olan yakın arkadaşlığı bu alandaki birikimini güçlendirmiş. Bu arkadaşlığın onun, insanın kişiliğini, duygularını anlamada, yansıtmadaki ustalığına çok şey kattığı söylenebilir. Avrupa’da ve dünyada yükselen faşizm Zweig’ı, Avrupa’yı terk etmek ve Brezilya’ya yerleşmek zorunda bırakıyor. Brezilya, onu kıymetli bir misafir olarak baş tacı ediyor ama bu onu teselli etmiyor. “Dünün Dünyası”, S Balzac onun Brezilya’da kaleme aldığı kendi yaşamöyküsüdür. Bütün değerleri ve idealleriyle Avrupa’nın çöküşüne tanıklık eden “Anlatacaklarım sadece benim yazgım değil, bütün bir neslin yazgısı,” diyen Zweig, bu eserinde XX. yüzyılın ilk yarısında, düşün dünyasında yaşananları tüm açıklığıyla anlatıyor. Şiir tadında biyografilerin yazarı Zweig Dickens rek mahkûmluğu, sürgün, sara hastalığı gibi sorunların acısını çeken Dostoyevski; açlığın, parasızlığın, borçluluğun, yükselme tutkusunun, para hırsının pençesinde kıvranan Balzac’ın sıkıntıları; Dickens’in çocukken çekmiş olduğu yoksunluklar… Ayrıca Zweig, Dostoyevski’yi anlatırken Rus toplumunu, Rus insanını da tahlil ediyor. Napoléon’un Fransası’nın, Balzac’ı nasıl biçimlendirdiğini, yönlendirdiğini paralellikler kurarak açıklıyor. Dickens’i, Victoria çağının İngilteresi’nde İngiliz burjuva toplumu içerisinde ele alıyor. Böylece üç büyük yazarla birlikte üç önemli kültürü de karşılaştırılmış, kısmen de olsa tanınmış oluyorsunuz. Zweig, ülkemizde en çok “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar (On İki Tarihsel Minyatür)” adıyla çevrilen kitabıyla tanınıyor. Zweig’ın yapıtlarının önemli bir bölümü yaşamöyküsü türünde (biyografi) yazılmış. Sanırım onun dünZweig’ın yanın en ünlü biyografi yaDickens ve zarlarından biri olduğu dünyanın en ünlü Shakespeare söylenebilir. O insanı, yabiyografi yazarlarından şamını ve kişiliğini etkiZweig, Dickens’in debiri olduğu söylenebilir. leyen: tarih, coğrafya, hasından beklenebilecek O, insanı tarih, coğrafya, gençlik-yaşlılık, zenginkadar güçlü eserler yaragençlik-yaşlılık, lik-fakirlik, meslek, hastamadığını yazıyor. Buna zenginlik-fakirlik, meslek, talık gibi etkenlerle birneden olan şeyin ise içinlikte ele alıp inceliyor. Bir de yaşadığı çağ olduğunu hastalık gibi etkenlerle genç kadının ya da yaşlı belirtiyor ve Dickens’i, Shabirlikte ele alıp bir adamın duygularını nakespeare ile karşılaştırıyor: inceliyor sıl bu kadar incelikle sözlere Dickens “Yeni atılımlar yapdöküyor şaşırıyorsunuz. Şiir, mak istemeyen, tutkusuz ama müzik ve sanatla iç içe olan yaşadüzenli, rahat, erdemli bir devletin mının onun sezgi ve anlatma gücünü aryurttaşıydı. (…) gemisinin yelkenlerini yaltırdığı zenginleştirdiği söylenebilir. Tahlillerin- nızca hafif bir rüzgâr şişiriyor ve onu hiçbir de ayrıca bir şiir tadı var. zaman İngiltere’nin kıyılarından uzaklaştırıp Duyarlı kişiliği de onun, insanları anlaması- bilinmeyen bir dünyanın tehlikeli güzelliklerinı onların acılarını kendi canında hissetmesi- ne, yolu izi belli olmayan sonsuzluğuna doğru ni sağlıyor olmalı. Yoksulluk, hor görülme, kü- götürmüyordu.” 9 Aydınlık si alçakgönüllüdür. Zweig, Dickens’i Shakespeare ise “İngiltere tarihinin eleştirir ama yermez. Onun yapıtları belli bir döneminin şiir alanında ulaşaiçin: “İçimizi ısıtan bir güneş saklıdır bu bileceği en yüksek gelişme noktası oleserlerde,” der. “Bazı insanlar güç ve muştur ama o zaman Kraliçe Elizakuvvet yaratırlar; bazıları ise huzur vebeth’in İngilteresi söz konusuydu. Kuvrirler. Charles Dickens, şiir gibi eserlevetli yeni atılımlar yapmak için yanıp riyle dünyayı bir an için huzura kavuştutuşan, taptaze duygularla dolu ve ilk turmuştur.” defa olmak üzere pençesini güçlü bir “Balzac’ın eserlerinin ucu bucağı yokimparatorluğa doğru uzatan, enerji ile tur. Seksen cildin içerisinde bütün bir dolup taşan, ateşli bir İngiltere söz koçağ, bütün bir evren vardır. Ondan önce nusuydu. Shakespeare bir hareket, irahiç kimse, sistemli bir şekilde bu derece de ve enerji yüzyılının oğluydu. (…) büyük bir işe girişmemiştir.” Shakespeare nasıl haris bir İngilteZweig’ın tüm kahramanlarıre’nin pervasızlığını temsil nı güçlü ve zayıf yanlarıyla ediyorsa, Dickens da doyya da günah ve sevaplamuş bir İngiltere’nin Zweig, rıyla birlikte sevdiği tedbirliliğini dile getirDostoyevski’yi kesin. Satırlar bir bimektedir.” Zweig’ın anlatırken çimde bu sevgiyi yaptığı bu karşılaşRus toplumunu da bize de geçiriyor. tırma, insanları tatahlil ediyor. Zweig’ın akıcı, canlı, rihin ve toplumlarıNapoléon’un Fransası’nın insanları daha yanın ürünü olarak kından tanımamızı ele alan, taşları Balzac’ı nasıl biçimlendirdiğini sağlayan küçük ayyerli yerine oturtan açıklıyor. Dickens’i, rıntıları atlamayan bir tahlil. Bu açıklaİngiliz burjuva toplumu bir anlatımı var. Örma iki büyük yazarı içerisinde neğin Balzac’ın sabada daha iyi anlamaele alıyor ha kadar kahve üstüne mızı sağlıyor. kahve içerek hırslı bir şekilde çalışması ve masanın Zweig’a göre Balzac, üzerine tebeşirle yuvarlaklar çizip Dickens ve Dostoyevski içine sevdiği yemeklerin adını yazışı… Zweig’a göre: Zweig’ın yapıtları dünyada büyük bir “Dickens’in kahramanları söz konuün kazanmış ve kısa sürede pek çok su olduğu zaman resimler, Dostoyevs- dile çevrilmiş. Adı Milletler Cemiyeti ki’nin veya Balzac’ın kahramanları söz tarafından, o yıllarda dünyanın en çok konusu olduğu zaman ise musiki gelir yabancı dile çevrilen yazarı olarak ilan aklımıza; çünkü Dostoyevski ve Balzac edilmiş. O bu sevinçleri yaşamış ama sezgi ile yaratırlar, Dickens ise yalnızca tüm bunlar, insanların, kitapların yakıltaklitle; onlar ruhun gözü ile yarattığı dığı dünyaya gözlerini kapamasına nehalde, Dickens bedenin gözü ile yaratden olamamış; onu huzurlu ve mutlu maktadır.” etmeye yetmemiş. Zweig, 1942’de İkin“Balzac’ın kahramanları dünyaya ci Dünya Savaşı’nın yaşattığı acılardan, hükmetmek, Dostoyevski’nin kahrabaskılardan, hayal kırıklıklarından “armanları dünyayı aşmak isterler. Her iki- tık yorulduğunu” söyleyerek, bir sürgün si de günlük bayağı hayatın üstüne yük- olarak sığındığı Brezilya’da, karısı ile selmiş ve sonsuzluğa doğru yönelmişbirlikte intihar ederek yaşamına son tir. Dickens’te ise tersine insanların hep- vermiş. Üç Usta (Balzac, Dickens, Dostoyevski) Stefan Zweig Çev: Zehra Kurttekin, Can Yayınları, 216 s. Dünün Dünyası İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar Stefan Zweig Çev: Gülperi Sert Can Yayınları 338 s. Stefan Zweig Çev: Kasım Eğit Can Yayınları 239 s. 10 13 Mart 2015 Cuma Aydınlık GÖKHAN ÇELİK KIDEMLİ GAZETECİ HULKİ CEVİZOĞLU İLE ‘SORGULAMA TEKNİKLERİ’ ÜZERİNE... Her soru ile gerçeği yakalayabilir misiniz? Birçok “sorgucu gazeteci” tembel ve okumuyor. Okuyormuş gibi yapanlar var. İki cümlesi bile kendisini ele veriyor. Meslek dışındaki sorgucuları ise tanımıyorum. Son yıllardaki adli ve polisiye sorgu ve araştırmalardaki skandallar ortada. Siyasetin karıştığı yerde adalet olmadığı gibi, bilimsel sorgu da olmuyor. Zaten bazılarının buna ihtiyacı da yok! Kararlarını uygulamak için hiçbir engel yok önlerinde ürk medyasının “sorgulama üstadı” Hulki Cevizoğlu ile nasıl soru sorulacağını; belge, bilgi ve deneyimlerini açıklayan büyük bir çalışmaya imza attığı “Sorgulama Teknikleri” kitabı üzerine konuştuk. “Yanıtı olmayan sorular ülkesinde bu kitabı 20 yılda yazdığını” ifade eden kıdemli gazeteci Cevizoğlu, bu dev eseri özelikle, “gazeteci adayları, iletişim fakültesi öğrencileri ve halk okumalı” diyor. n “Sorgulama Teknikleri” kitabınızın sunuş yazısında, bu kitabı 20 yılda yazdığınızı belirtmişsiniz. Neden süreç bu kadar uzun sürdü? Daha erken kaleme alınamaz mıydı? Şimdi bile yazmamı erken bulan meslektaşlarım oldu. “Ne o mesleği mi bırakıyorsun da, sırlarını açıklıyorsun” diyenler oldu. n Hiç gözaltına alındınız mı? Hayır. Bu konuda hiç tecrübem yok! Olmasın da. n Herhangi bir vesile ile sorguya çekildiniz mi? Evet. Beşiktaş’ta 5 saat ifade verdim. Ama savcı 3-4 defa mola verme gereği duydu! n Sorgulama konusunda profesyonel bir eğitim aldınız mı? Hayır. Bunu kitabımda da vurguladım. Ama eğitim verecek düzeye geldim sanırım. İlk sorunuzdaki, “20 yılın” bir yanıtı da olabilir bu. T ‘4 yıllık eğitim yeterli değil’ n Soru sorma, sorgulama teknikleri temelinde Türkiye’de yeterli kaynak olduğunu düşünüyor musunuz? Özellikle İletişim Fakülteleri için böyle bir kaynak görmedim. (Cahil olabilirim!) Zaten bu okullardaki 4 yıllık eğitimin gazeteci olmak için uygun olmadığını düşünüyorum. Ben bir gazeteci adayında iki şey arıyorum: 1- İyi soru sorma yetenek ve cesareti, 2- Haber yazmaya yatkınlık. n 21 yıl boyunca (Ceviz Kabuğu programında) konuklarınıza sorular yönelttiniz. Kitabın hazırlanmasında Ceviz Kabuğu programının etkisi/katkısı ne oldu? Çok oldu elbette ve kesinlikle. Ceviz Kabuğu’nda 21 yıl boyunca, sorduğum “sorular” kadar aldığım ya da alamadığım “yanıtlar” da önemli oldu. Verilemeyen yanıtlar, iyi bir gözlemci için soru sorma tekniğinin gelişmesine büyük katkı sağlar. n “Sorgulama Teknikleri” kitabınızda ağırlıklı olarak polis ve gazetecilik mesleği dâhilinde tanımlamalar ve kavramlar kullanıldığı görülüyor. Bunun nedeni nedir? Diğer mesleklerde sizce daha mı az sorgulama yapılıyor? Hayır. Ama, gazetecilik benim mesleğim olduğu için meslekî, AKP döneminde Türkiye polisiye sorgularla geçtiği için de polisiye örnekler var. Bu iki meslek sorguyu en çok kullanan iki alan. Edebî, felsefi sorgular gibi tarihi mahkeme sorgularından hiç bilinmeyen örneklerle incelemeler yaptım. n Eski sorgulama uzmanı Ahmet Kule ile 1996 yılında yaptığınız söyleşinin bir bölümünde, Sayın Kule konu ile ilgili ABD’de FBI’dan eğitim aldığını ve eğitim sürecinde oradan 15 bin sayfalık bir dokümanı Türkiye’ye getirdiğini ifade ediyor. Siz gerek programlarınızda gerek kitabınızda bu dokümanlardan yararlandınız mı? Hayır, görmedim ki. Görmek ve okumak isterdim. Şimdi de isterim, kitabımın 2. baskısı için. Ahmet Kule, genç bir polisti, hem de helikopter pilotu olduğunu söylüyordu. Ama sorgucuymuş meğerse. Öyle açıkladı. Bebek yüzlü birisiydi. Şimdi ne yapıyor bilmiyorum. Adını duysak da, tekrar Ceviz Kabuğu’na çağırsak keşke. n 34 yıllık mesleki hayatınıza 44 kitap, 21 yıldır süren TV programı ve 22 yıldır yayımladığınız bir fen bilimleri dergisi var. Sizce bu başarının sırrı nedir? Hangi sorunun yanıtıdır bu istikrarlı süreç? Çok çalışmak, üzülmek. Sonra üzüntüyü atıp tekrar çalışmak. Belki de beni güçlendiren budur. Bu hızla yeniden okumaya başladım biliyorsunuz. (En kısa sürede profesör olmak istiyorum. Belki o zaman bana kulak verirler.) ‘Bu kitap ders kitabı olmalı’ n Kitabınızın hedef kitlesi kimlerden oluşuyor? Bu kitabı kimler okumalı? Ya da kimler okumamalı? Gazeteciler okumasın! Onlar her şeyi biliyor! Bu kitap birçok farklı üniversitede ders kitabı olmalı diye düşünüyorum. Konuşturma tekniklerini yazarken, literatüre katkı sağladım ve 15’e yakın yeni kavram ürettim. Bunlar benim adımla anılacak yenilikler. (Kimsede kıskançlık yaratmasını istemem!) n Her soru ile gerçeği yakalayabilir misiniz? Hayır. Her yanıtla da yakalayamazsınız. Kabul edilemeyecek soru ve yanıtlar vardır. n Bir de yeni sıfatınız var. Size “sorgulama üstadı” diyorlar. Bu sıfatı size kim verdi? Herhalde reklam olsun, kitap çok satsın diyedir! n Sizce bugünün başarılı sorgucuları kimler? Kendinize rakip olarak kimi görüyorsunuz? Gazeteci olarak kastediyorsanız pek çok meslektaşıma saygım var, ama rakip olarak düşünmüyorum. Birçok “sorgucu gazeteci” ise tembel ve okumuyor. Okuyormuş gibi yapanlar var. İki cümlesi bile kendisini ele veriyor. Meslek dışındaki sorgucuları ise tanımıyorum. Son yıllardaki adli ve polisiye sorgu ve araştırmalardaki skandallar ortada. Siyasetin karıştığı yerde adalet olmadığı gibi, bilimsel sorgu da olmuyor. Zaten bazılarının buna ihtiyacı da yok! Kararlarını uygulamak için hiçbir engel yok önlerinde. n 21 yıllık televizyonculuk tarihinde birçok isimle canlı yayında söyleşiler gerçekleştirdiniz. Sizce bunlardan en unutulmazı hangisi? Aziz Nesin, Cem Karaca, Müslüm Gündüz, Merve Kavakçı, Tayyip Erdoğan, Edip Yüksel, Yaşar Nuri Öztürk ve daha pek çok kişi var. n Sorularınıza en dobra yanıt veren kişi kimdi? Yukarıda saydıklarımın tümü. n En zorlandığınız ve “sorularıma bir türlü yanıt alamıyorum” diye düşündüğünüz kişi kimdi? İsmini verir misiniz? Çok oluyor. Karşınıza uzman diye geliyor, kitap yazarak geliyor. Yazdığını bilmiyor, uzmanlığını anlatamıyor. Böyle konukları görünce, “Bunlar gerçekten o kişiler mi?” diye düşünüyorum. Kimi zaman da Türkiye’nin durumuna üzülüyorum. Asıl yanıt veremeyecek olanlar ise hiç gelmiyor. Bence akıllıca bir davranış! ‘Erdoğan samimi’ Sorgulama Teknikleri Hulki Cevizoğlu Ceviz Kabuğu Yayınları 330 s. n O dönem Ceviz Kabuğu’nu izleme şansı olmayan biz gençler için bir de Aziz Nesin-Tayyip Erdoğan kapışması var. O günden bugüne bakınca Tayyip Erdoğan’ın o açıklamaları için bugün ne söylenebilir? Samimi miymiş? Samimiyet her zaman iyilik anlamında değildir ama, Erdoğan geçmişte ne söylediyse onu –unutmadan ve usanmadan- yapacak kadar samimi! Hulki Cevizoğlu Aydınlık UMUT ERDOĞAN [email protected] 11 Bir aile olmak Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik”, ilişki oldukça ilgi çekici. Ailede birbiri yüzünden Amerikalı yazar Karen Joy Fowler’ın yarattığı “kurban” konuma düşmeyen birey neredeyse ailenin benzersiz hikayesini çok güzel yok gibi. Sorumlu, en başta sürekli babaymış özetleyen kitabının adı. “Kendimizi kaybettik” gibi sunuluyor. Aslında düşündüğümüzde aiifadesi, normalin dışına çıkan bir ailenin birey- ledeki her bir bireyin diğeri üzerinde yıkıcı etleri üzerinde yarattığı çok yönlü sonuçları da vur- kisi olduğunu görmemek de mümkün değil. gular şekilde. Zira anlatıcı olarak karşımıza çı- Geçmişle olan hesabı asla kapanmayan bu aikan Rosemary Cooke karakterinin beş yaşın- lenin birbiri üzerinde yarattığı yıkımın sonucunda dayken ayrı düşürüldüğü ikiz kardeşi ardından yarattığı “mutsuzluk ve pişmanlıktan yakasını kendisini tamamlayan bir şeyi kaybetmesinin, kurtaramayan bir hayata mecbur” bireyler; başdiğer yarısını kaybetmesinin, ardından ailesin- ta anlatıcı ve baş karakter Rosemary üzerindeki bireylerin içine düştüğü açmazla birbirle- den rahatça görülebileceği üzere. Yıllar önce verrinden uzaklaşarak birbirlerini “kaybetmeleri- dikleri bir karardan dolayı, verdikleri başka bir ni” işaret ettiği gibi, aynı zamanda dışarıdan ba- kararın arkasında duramayacak hale gelmekıldığında, hikaye içindeki başka karakterlerin lerinin etkisi, Cooke aile için yıkımın başlangıya da hikayedeki toplumun gözünden bakıl- cı oluyor. Ve bu yıkım, kitabın başından sonudığında da çizdikleri “farklı, kendini kaybetmiş na dek her şeyin belirleyicisi oluyor. gibi duran, garip” aile portresini pekiştirecek nitelikte. Buna ek olarak, okura sunulan hikaye- Hayvan haklarını nin farklılığına da çok net biçimde vurgu yapan sorguluyor bir ifade. Bu benzersiz ailenin her bir bireyin Anlatıcı karakter Rosemary ile üzerine yapışan bir pişmanlık hali, yola çıkan okur olarak biz, hikendinden memnuniyetsizlik kayenin ortasından başlayave saplantılarla dolu hayatrak ilk başta öncesini, daha ları içinde karşımıza çıkan sonra da sonrasını öğrenikonu ise sadece bir aile hiyoruz. Bu arada hikayenin kayesi olmuyor. Evet, ileortasından da bağımız tişim sorunları ve anlaşkopmuyor. Yani farklı bömazlıklar bir yana, melümlerde farklı zaman safeler bir yana, ailenin gidilimlerinin hikayesini öğzemli biçimde ortadan reniyoruz, zaman üzerinkaybolan bireyleri bir yana, de bir o yana bir bu yana karşımıza çıkan bir diğer kayarak Cooke ailesinin giKaren Joy dram ise insanlar ve hayzemli, karmaşık, sıra dışı yaFowler vanlar üzerinde yapılan deşamının tozunu biraz daha sineyler oluyor. İnsan denekler ve lerek, gerçeğe, olan biteni kavrahayvan denekler kullanılarak yapılan maya yaklaşıyoruz. Rosemary’nin susbilimsel araştırmalar, hayvan hakları kitap bomak bilmeyen bir çocuk olmaktan, nasıl daha yunca sık sık sorgulamanızı bekler biçimde karfazla susma haline geçtiği, sakin ve durağan haşımıza çıkıyor. Deneğin ve amacın birbirine kayatı içinde okura sunulan bir başınalığının sebeplerinin ne olduğunu yavaş yavaş öğreniyoruz. rıştığı, amaçların sonuca varamadan gerçekEn nihayetinde okuru uzun sayfalar boyunca lik karşısında yenik düştüğü durumlarda okumerakta bırakan sorulara cevaplar bulduğu- run bir yandan insan, bir yandan da hayvan hakmuzda ise, sonrası için başka bir merak kü- ları hakkında düşünmesini bekliyor Karen Joy mesinin içine düşüyor ve bir dramın içinde ge- Fowler. 2014 Pen-Faulkner Ödülü, 2014 California zinmeye devam ediyoruz. Edebiyat Ödülü sahibi ve 2014 Man Booker finalisti, Aylak Kitap’tan Türkçe ilk basımı 2015’in Pişmanlıktan kurtulamayan ilk ayında yapılan “Hepimiz Tamamen Kendibir ailenin öyküsü mizi Kaybettik”, okuru bekleyen büyük bir Anne, baba, abi ve ikiz kız kardeşlerden olu- sürprizle kendisini merakla okutacak etkileyişan Cooke ailesinin bireylerinin arasındaki ci bir hikaye sunuyor. “ Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik Karen Joy Fowler Çev: Niran Elçi Aylak Kitap, 320 s. 12 13 Mart 2015 Cuma Aydınlık AHMET ADA ‘KENT KIRGINI’ Şiirde bir harman ERAY CANBERK Şiirini söz sanatlarına boğmayan, sade, yalın bir söyleyişi var. Sözdizimi, gündelik dilden ayrılmasını sağlıyor. “Ayrıca, sessizliğin de bir sesi vardır, diye düşünüyorum” diyen bir şiir kuruyor Canberk 960’lı yıllar şiirinin özel adıdır Eray Canberk. Yazarın şiirleri, öyküleri, denemeleri, günlükleri, çevirileri 1963 yılından beri yayımlanıyor. Eray Canberk, sade, yalın yaşamıyla kendini ve ötekini tanımaya çalışan, içindeki çocuğu koruyan has bir adamdır. 1940’ta İstanbul’da doğan Eray Canberk, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki ve Yüksek Öğretmen Okulu’ndaki öğrenimlerini tamamlamadan hayata atılıp yayıncılık, çevirmenlik, öğretmenlik gibi çeşitli işlerde çalıştı. Eray Canberk’in 1969’da yayımladığı ilk kitabı “Kuytu Sular”da şiirinin genel özelliklerini bulmak mümkündür. Kimi zaman ‘ben’, kimi zaman ‘biz’ söylemiyle, sade, yalın, lirik bir şiir kuruyor. 1962-1968 yılları arasında yazdığı bu şiirlerde yumuşacık bir söyleyiş, kusursuz bir ses tonu kulakları dolduruyor. Yaşama hevesiyle dolu, kavgaların uzağında duran, insani değerlere saygılı özne, bir kendine, bir ötekine bakan, ötekinin durumuna bakarken de kendini sorgulayan bir konumdadır. Daha ilk kitabında şiirinin sesini bulmuş bir şairdir Eray Canberk. Sularına atık karışmamış sessizce akan bir dereye benzetilebilir şiiri. 1966’da yazdığı “Boş” başlıklı şiirinde şöyle diyor: 1 gülyüzlü çocuklar ve İstanbul görünümleri kör bir adamın sattığı bayram tebrikleridir daha çok izinli askerler ve inşaat işçileri almak için uzağından bakarlar bakarlar ve bakarlar alamazlar (s. 18) “Kuytu Sular”ın bu şiirinden yola çıkarak Eray Canberk’in şiirinin genel özelliklerini ortaya çıkarabiliriz. a) Ötekinin durum şiiri. b) Bağlamları sağlam ve duygu yoğun. c) Varoluşunu sözdiziminden alan lirizm egemen. d) Unutulmuş küçük ayrıntılar ve hayat parçaları örüyor şiiri. Kısaca, çekincesiz, aklın denetimini öteleyen, duyguyu öne çıkaran şiir tümceleriyle yazan bir şair Canberk. İnsani bir şiir, çeperlerinden taşan çığlık bugün de duyulabiliyor. Bu da, temelinde insaniliğin olmasıyla açıklanabilir. Eray Canberk şiir poetikasını oluştururken şöyle diyor: “Yaşananı, duyumsananı sessizce, yalınlıkla anlatmaya bakmak. Aracınız ne? Dil. Dilinizi de bulmaktan Kent Kırgını (Toplu Şiirler) Eray Canberk Yapı Kredi Yayınları 200 s. Eray Canberk başka çareniz yok. Araya araya bulacaksınız. Ama dilin tuzağına düşmeden.” Şiir dilini ilk kitabıyla bulduğu görülebiliyor. Şiirini söz sanatlarına boğmayan, sade, yalın bir söyleyişi var. Sözdizimi, gündelik dilden ayrılmasını sağlıyor. “Ayrıca, sessizliğin de bir sesi vardır, diye düşünüyorum” diyen bir şiir kuruyor. Kutsal birey Modern şiirin malzemesinin bolluğu kendi şiir dilini kuran Eray Canberk için olanaklar açıyor. Şiirin yapısını kurmasını kolaylaştırıyor. Arkasında çağdaş Türk ve dünya şiirinin deneyimi, deneyimden oluşan büyük birikimi var. Kendinden ve deneyimlediği dünyadan geriye kalan, ince, zarif şiirler oluyor. Büyük kentin içinde yitip giden bireyin kırgınlıkları naifliklere dönüşüyor dizelerinde. Dizelerin bağlamları arasında dolaşırken bir büyük imgeye ulaşılıyor: Kentin yapaylaşan, nesneleşen şeylerle kuşatılmış bireyi, bireyin sıkıntılı, nefes alması zorlaşan durumu onun büyük imgesi oluyor. Hüzün tortusuyla gezerken de olguları, yaşananları kısa dizelerine taşıyan, yalın, anlam yüklü bir şiir inşa ediyor. Alçakgönüllü sesini, usul usul dokuduğu duyarlığını okura geçirebilen bir şiir yazıyor. “Kuytu Sular”ın ikinci baskısına (1979) yeni şiirler ekliyor Canberk. Kuytu olan her şey bu şiirlerin de çeperlerinde. Ötekini, kendini, yalnızlığını, tedirginliğini, çocuklarla bölüştüğü sevincini, kısaca insana özgü olanı söylemeye devam ediyor. Sözün eksiltildiği “Yine mi Güz” şiirinde sonbaharın olumsuzlandığını görüyoruz. 1983’te yayımlanan “Yüreğin Burkulduğu Zaman”da da kentte bunalmış çocuk ruhuyla, evleri kırlara bakan yerlere gitmeyi umuyor. Bu kitapta, kısa dizelerle yapıya yönelen şiirler çoğalmış, dolayısıyla şairin sözcük tutumluluğu öne çıkmış: “Başlayan ve Bitmeyen” başlıklı şiiri (ki Sadık Gürbüz bestelemiştir) bu özelliği taşıyan tipik şiirlerindendir. Gündelik hayat içindeki bireyin hâlleridir izlekleri. Bazen anlar, bazen insan olduğunu anımsatan şeyler küçük şiirlerin izlekleridir: “daralıyor masallara sığmayan evrenimiz” (s. 62) diyor. “Eskimez Yalnızlığa” (1992) kitabına 1983-1992 yılları arasında yazılmış ve önceki kitaplarına girmeyen şiirleri alıyor. 1962-1992 yılları arasında yazdığı şiirler bunlar. İroni giriyor şiirine; “Şair-i Âzam” şiirinde, şair-öznenin söylemi ironi taşıyor. Kent konusundaki olumsuz düşünceleri sürüyor. Küçük oylumlu şiirlerinde Türkçenin sesi yankılanıyor. Şiir başlıklarında bile belirgin bu: “Ağlarca”, “Sanı” gibi. Türkçe tutkusu, tanıdığı şairler ve insanlar için yazdığı portre-şiirlerde de görülüyor. 1996 yılında yayımlanan “Ebrular”da damıtılmış şiirlerin örneklerini veriyor. “Ebrular” için Turgay Fişekçi şöyle diyor : “Rastlantı değildir bir kitabının adının “Ebrular” olması. Ebru sanatında boyaların ve biçimlerin sudan kâğıda geçişindeki mucize gibidir, şiirlere yansıtılan duygu ve hayat parçaları.” Eray Canberk, “2013 Şiir Günü Bildirisi”nde şöyle diyor: “Şiirin ana maddesi dildir, öteki yazın sanatlarının da ana maddesi dildir ama şiirinki daha da dildir! Çünkü şiirde her sözcük kendi anlamını aşar, gizilgüç anlamını sunar şiire.” Bu saptamalar bilinen bir şeydir ama Eray Canberk’in “Ebrular”ının poetikası gibidir. “Ebrular”da Türkçenin söz dağarının zenginliğini görürken, sözcüklerin ses ve anlam gizilgücü de ortaya çıkıyor: “zorlar ve çatlatır / kabuğunu yalnızlık // ilişme / yalnız kalsın” (s. 106). Burada yalnızlığa yüklenen anlam böyledir. “Ebrular” 105 bölümden oluşuyor ve her bölüm birbirinden farklı izlekler içeriyor. Duygular ve düşünceler birkaç dizeyle dile getiriliyor. Bazen dizeler bilgece söylenmiş sözlere dönüşüyor. Eray Canberk, üstüne başına, yaşantısına benzeyen ya da onlarla örtüşen bir şiir kuruyor. Çocukluk eğretilemesi önümüze konurken her olguda öne çıkıyor. Dolayısıyla, aynı ses tonuyla bir ömür boyu konuşan, çocukluğun doğasını her dönemde yitirmeyen bir şair o. “Ebrular”, bu bakımdan, Eray Canberk’in şiirinin billurlaşmış örnekleridir. Eray Canberk, 2006 yılında “Kuytu Sularda Zaman”ı yayımlıyor. Önceki kitaplarına girmemiş şiirlerine yer veriyor bu kitabında. 2013 yılında da “Öncekiler ve Sonrakiler”i yayımlıyor. Bu iki kitabında da ayrıntılarla hayatın kıyı bucak yönlerine, hayat parçalarına dokunmayı sürdürüyor. “Ebrular II”de de kısa, tutumlu sözcük kullanımıyla beliren şiirlerine kaldığı yerden devam ediyor. Eray Canberk’in şiiri İkinci Yeni’nin tam da şiirde bir değişimi gerçekleştirdiği yıllarda, 1960’larda kendini gösteren, usul sesli bir şiir. Hem İkinci Yeni’den hem de Toplumcu Gerçekçi şairlerden etkileniyor Canberk. Ayrıca dönemin siyasal çalkantıları da etkiliyor Eray Canberk’in şiirini. Ne var ki o şiirini “kuytu sular”dan çıkarıp buruk ve hüzünlü bir duyarlığa taşıyıp günümüze geliyor. 13 Mart 2015 Cuma Aydınlık AYDIN ÖZAKIN 13 Kurumların çürütülmesi veya ‘İN’ on yıllarda sık sık yasa ve tüzüklere eklenen meslekte hizmet sürelerinin kısaltılması ve daha genç yaşta bazı elemanların sorumluluk ve yetkileri daha ağır ve geniş görevlere getirilmesi neyin göstergesi olabilir? Kadroların gençleştirilmesi (YANDAŞ) atamaların fiyakalı cilasından öte hiçbir şey değil, ya da toplum düşmanı güruhunun kendine hizmet ettirebileceği nitelikli eleman sıkıntısı. Bu yetersiz ve yeteneksiz atamalar sonucu artan kazalar, yitirilen canlar, zaten yetersiz olan devlet-millet olanaklarının heba edilmesi, komik hallere düşen bürokrasi, toplumca yitirilen adalet duygusu, güvensizlik girdabında çırpınan vatandaşlar, vesaire… Bir de Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yetiştirilmek için yurtdışına gönderilen genç elemanların en az 4-5 yıl içinde yetişerek dönen gençleri düşünün; “Seni bir kıvılcım olarak gönderiyoruz kızım/oğlum, bir alev topu olarak dönesin. Ama dönüşünde milletinin sana yaptığı fedakârlığın karşılığını makam, mevki düşünmeden veresin. Zira okutamadığımız, yetiştiremediğimiz binlerce yurttaşımızın hakkını hukukunu sen gözetesin, ödeyesin…” Gerçi son dönemlerde daha çok, daha yoğun gençler gönderiliyor, dışarıda eğitim esnasında kandırılamayıp dönenlere; başkanlıklar, danışmanlıklar, müdürlükler vaat edilerek, ya da bilerek veya bilmeyerek yabancı gizli istihbarat örgütlerinin ajanı, haber kaynağı haline getirilenler… Sabri Uzun, devletin en can alıcı noktalarından istihbarat daire başkanlığına üç kez gelmiş, üç kez yollanmış deneyimli bir emniyet görevlisi. F tipi cemaatin ilk kuruluşunun, masumane amaçlarla topluma nüfuz etmesine tanıklık ediyor. Ordunun, emniyetin korkuyla sindirilmesi, satın alınan avukatlar, savcılar, hâkimler… Cemaat krizi emperyalizmle, yüzleşmeden çözülemez S Satılmış medya ve siyaset bezirgânları Bu dar boyutlu yazıyı yazmaktaki amacım, yeni bitirdiğim değerli eski istihbarat daire başkanı Emniyet Müdürü Sabri Uzun’un Cemaat örgütlenmesini anlatan “İN” adlı yapıtı oldu. Hele kitabını “hakkınızı helal edin” diye bitirmesi eski bir Mülkiye Müfettişi olarak kurulun düşürüldüğü durumdan içim acıdı, üzüldüm. Bakanlık teftiş kurulu geçmiş yıllarda en saygın ve güvenilir kurumuydu. Oysa yazar kitabının 86. sayfasında tuhaf bir soruşturma yöntemi başlığıyla her şeyi özetliyor. Oysa Faruk Sükan’ın İçişleri Bakanlığı esnasında Konya Ereğli’sine Sükan’ın kardeşi olan belediye başkanının şikayeti üzerine ayrı ayrı değişik zamanlarda gönderilen 3 mülkiye müfettişinin kaymakam Ömer, İhsan Paköz hakkında olumlu rapor vermesi bir efsane gibi anlatılmaktadır. Zehir hafiye diye isimlendirilen bakana karşı müfettişlerin direnmesi, siyasi baskının beş paralık değer taşımadığı apaçıktı. Mülkiye müfettişleri kesintisiz 6 yıl kaymakamlık yapmış, doğu hizmetini tamamlamış, beraber çalıştığı validen olumlu sicil almış ve yıllık denetimini yapmış, kıdemli mülkiye müfettişinden ‘müfettişlik yapabilir’ sicili almış başarılı idareciler arasından iki aşamalı sınavlarla seçilir ve değil uyduruk yapılanmaların, hiçbir siyasinin ricası önemsenmezdi. Teftiş kurulu başkanı ve bakanlık müsteşarı, müdürler encümeni kapı gibi arkalarında dururdu. Teftişe tâbi valiler, kaymakamlar, belediye başkanları, emniyet müdürleri ve jandarma komutanları müfettişin tarafsızlığına tam güven içindeydiler. O dönem müfettişleri haklının, çaresizin, zayıf Sabri Uzun vatandaşın yanında, yolsuzluğun, hırsızlığın, zulmün ve haksızlığın kaya gibi karşısındaydılar. Sayın İstihbarat Daire Eski Başkanı Sabri Uzun’un değerli bilgiler içeren “İN” kitabı merakla, yeni ufuklar açarak okunuyor. Kitabında taraf tutan, kumpaslara alet olan valileri, emniyet müdürlerini ve ne yazık ki mülkiye müfettişi sıfatını almış kişileri bir güzel sergiliyor; tabii bunların arkasında ki cemaat gücünü, satılmış medyayı ve her partiden siyaset bezirgânlarını… Yazarın cesaret ve hakseverliği, vicdanının sahip çıkması takdire değer. Cemaatin devlet düzeni üzerine tehlikesine ilk dikkati çekenlerden değerli Atatürkçü, Cumhuriyet aydını Prof. Dr. Alpaslan Işıklı’nın (1940-2013) “Fethullah Gülen ve Laik Sempatizanları” toplumu, Ecevit’i maalesef hiç uyandırmadı; halen de uyandıklarını sanmıyorum. lisi. F tipi cemaatin ilk kuruluşunun, masumane amaçlarla topluma nüfuz etmesine tanıklık ediyor. Ordunun, emniyetin korkuyla sindirilmesi, satın alınan avukatlar, savcılar, hâkimler… Nihayet apaçık ortaya çıkan emperyalizmin kirli, kanlı, acımasız yüzü, Sayın Uzun yasadışı dinlemeleri ortaya çıkarma teşebbüsü sonraları cemaatin gerçek yüzü, Hablemitoğlu, Hrand Dink, Behçet Oktay, Eşref Bitlis cinayetleri… Çoğu karanlıkta. Fethullah’ın en yakınındaki Nurettin Verel’in pişman olarak itiraflarda bulunması ve yayınların mahkeme kararıyla durdurulması… Olaylar dağ gibi, vatansever bir iktidar bekliyoruz, tüm olayların faili meçhullerin aydınlatılması için… Sabri Uzun’un kitabının mutlaka okunması gerektiğini düşünüyorum. Cemaat krizi emperyalizmle, yüzleşmeden çözülemez. Bir emniyet görevlisinin ağzından cemaat ve komplolar Cemaatin, müfettişler camiasında kök salması ve çirkin politikanın emrine girmesi 1990’lı yıllardan sonra birbirine dayanarak Cumhuriyet’i yok etmeye ahdetmiş 6-7 kişilik bir çetenin kurumu çürütmeye başlamasıyla gelişmiş ve alabildiğine yandaş tayinler ve devletin etkin ele geçirmesiyle tamamlanmış ve 2002 iktidar değişiminden sonra öldürücü darbelere geçilmiştir. Bu süreç, bu kriz ve örgüt, gözü dönmüş komplolarına devam etmektedir. Sabri Uzun, devletin en can alıcı noktalarından istihbarat daire başkanlığına üç kez gelmiş, üç kez yollanmış deneyimli bir emniyet görev- İN (Baykal Kaseti Dink Cinayeti ve Diğer Komplolar) Sabri Uzun Kırmızı Kedi Yayınevi 360 s. 14 13 Mart 2015 Cuma Aydınlık Yeni çıkanlar ELİF KORKUT Eğitimde Edebiyat Semineri Günışığı Kitaplığı’nın, eğitimciler ve kütüphanecilerin mesleki gelişimlerine katkıda bulunmak amacıyla düzenlediği 8. Eğitimde Edebiyat Semineri’ne öğretmenler, kütüphaneciler ve akademisyenler yoğun ilgi gösterdi ağdaş çocuk ve gençlik edebiyatı yayıncılığında 20. yılını kutlamaya hazırlanan Günışığı Kitaplığı’nın sosyal sorumluluk bilinciyle tüm eğitimciler için düzenlediği Eğitimde Edebiyat Seminerleri’nin sekizincisi 7 Mart Cumartesi günü, FMV Işık Ortaokulu’nun katkılarıyla gerçekleşti. Gelenekselleşen seminere 450’den fazla öğretmen, eğitim yöneticisi, kütüphaneci ve akademisyen katıldı. Günışığı Kitaplığı adına katılımcıları selamlayan Mine Soysal, çocuklar ve gençlerin edebiyatla buluşmasına yönelik özgürleştirici yolları vurguladığı açılış konuşmasının ardından, acısı taptaze Yaşar Kemal’i anmak için, onu en iyi anlatanlardan usta yazar Adnan Binyazar’ı sahneye davet etti. Binyazar konuşmasında, Yaşar Kemal’in, “İnsan, evrende gövdesi kadar değil gönlü kadar yer kaplar,” cümlesini alıntılayarak edebiyatımıza katkısından söz etti. Katılımcılar, Binyazar’ın seminer gününe denk gelen doğum gününü ayakta alkışlayarak kutladı. Ç Resim çizemiyorsan yazarak anlat! Çağdaş edebiyatımızın en önemli temsilcilerinden Selim İleri, “Edebiyatı Sevdiren Öğretmenlerim” başlıklı konuşmasında, benzersiz birikiminden süzdüğü etkileyici öykülerini anlattı; dinleyicileri büyüleyen üslubuyla öğrencilik yıllarında edebiyata yakınlaşmasına neden olan öğretmenlerini andı. Resme olan yeteneksizliğinden esprili bir dille söz eden İleri, resim dersinde öğretmeninin, “Resmi çizemiyorsan, sen de yazarak anlat,” sözlerinden cesaret alarak nasıl öykü yazdığını ve böylece resimden 10 aldığını ak- tardı. Matematik dersinde, yazmaya başladığı romanına daldığı için kızan öğretmeninin sonrasında ona nasıl hoşgörülü davrandığını ve desteklediğini anlatırken gözleri yaşardı. Güzey Gece Uçuşu Sinek Sarayı Mehmet Can Şaşmaz Pan Yayıncılık, 264 s. Antoine de Saint-Exupery Çev: Nilay Ormanlı Dedalus Yayınları, 92 s. Mine G. Kırıkkanat, Kırmızı Kedi Yayınevi, 144 s. Kurtuluş Savaşı yıllarında bir kasaba halkı, dağın güvenli kuzey yamacını yurt edinir. Devasa bir kaya onları gizler gibidir. Savaş bitip de yıllar geçince kasabalıyı kayanın düşme korkusu sarar. Bu korku çoğunu intihara sürükler. Gelen nesillerse artık neden korktuğunu bilmeyen umutsuz ve korku dolu bireylerdir. Asırlık kan davalarını bitirmiş bir kaymakam, bu intihar salgınını da tuhaf cezalarla bitireceğine inanır. “Küçük Prens”in yazarı Saint-Exupéry külliyatından ilginç bir parça, “Gece Uçuşu”. Sivil havacılığın kuruluş dönemi serüvenlerinden birini anlatan bu yapıt, başarılı karakter analizleri, yoğun bir dil ve şaşırtıcı bir ayrıntılandırma tekniğiyle yazılmış. Gökyüzünde koşuşturan uçaklara ve işine yürekten bağlı Şef Riviére’den tutun, Fabian’a kadar farklı karakterlerle ve serüvenlerle dolu bir roman. Fransız bir baba ve Türk bir annenin oğlu olan Sinan Laforge, Paris’teki ideale yakın hayatını askıya alarak geleceğini düşünmek için İstanbul’a gelir. Yakın dostunun ona açtığı Cihangir’deki apartman, âdeta Burlesk bir gösteriden fırlamış gibidir. Cihangir sokaklarındaki renkli manzaraları, çetrefilli ilişkileri, ümitleri ve hayal kırıklıklarını, son derece sade, canlı ve akıcı bir üslupla anlatıyor Mine G. Kırıkkanat. Öğrencilere klasiklerin yanı sıra çağdaş eserler de okutulmalı Ödüllü “Köprü Kitaplar” koleksiyonunu edebiyatımıza kazandıran iki deneyimli editör Semih Gümüş ve Müren Beykan’ın söyleşisi, seminerin can alıcı noktalarından birini oluşturdu. Günışığı Kitaplığı ve ON8 Yayın Yönetmeni Müren Beykan, okullarda öne çıkan 100 Temel Eser Listesi’nden söz ederek, klasiklerin yanı sıra çağdaş eserlerin de bolca okutulmasının öğrencilerin mutluluğu için önemine değindi. “Edebiyat emek ister. Metni okurken zorlanmak iyidir; bir daha düşünürsünüz. Çocuklar aptal olmadığına göre, ellerindeki eseri anlamaları her zaman şart değildir; ileride zihinlerinde açılır düğümler,” diyen Beykan, edebiyatın geleceği biçimlendirici etkisine değindi. Seminerde şair, çevirmen, edebiyat profesörü Cevat Çapan, Notos yayın yönetmeni, eleştirmen, yazar Semih Gümüş, çocuk ve gençlik edebiyatının çok sevilen yazarı Mavisel Yener ve şair Cahit Ökmen de ilgilerini edebiyata yönlendiren deneyimlerini örneklerle anlattılar. Seminerin “Yaratıcı Okuma Uygulamaları” bölümünde, öğretmenler ve kütüphaneciler, öğrencilerle yaptıkları çalışmaları meslektaşlarına sundular. Kitap seçimi, okuma süreci ve sonrasında izlenen yöntemlerin ve kazanımların aktarıldığı sunumlarda, katılımcılara pratik ve etkili yeni yöntemler örneklenerek, yeni yollar önerildi. Merleau-Ponty Asturya’da İsyan Emre Şen Say Yayınları, 488 s. (Bütün Oyunları 1) Kavga Ölüm ve Esmer Aşk Albert Camus, Çev: Ayberk Erkay, Can Yayınları, 72 s. Hüseyin Haydar Kaynak Yayınları, 80 s. Albert Camus’ün 1935 yılında, 22 yaşındayken Alger Emek Tiyatrosu’ndan üç dostuyla birlikte kaleme aldığı “Asturya’da İsyan”, 1934 yılında Asturya’da yaşanan işçi isyanını konu alır. Savaş görmemiş genç bir delikanlı, ömrünün son günlerini yaşayan bir meczup, yıllardır bugünün hayalini kuran idealistler, bu kargaşada yerlerini arayan kadınlar... Şair olay mahallindedir. Kayıt düşen takımından değil, şiirin tarihi içinde saf tutup savaşma görevini üstlenenlerdendir. Ölümün bir ırmak gibi taştığı, kaçağın, ödleğin, çıkarcının ayrıştığı günlerde başı dik direnenlerin de bir sözü vardı elbet. “Kavga, Ölüm ve Esmer Aşk”ın taşıdığı bu söz, dillerde dolaşacak, kulaktan kulağa yayılacaktı, yaşanan budur. Merleau-Ponty, Çağdaş Fransız felsefesinin temelindeki akımları anlamamız için mükemmel bir örnektir. Filozofa göre bugünün felsefesi sonluluk ve olgusallık ufkunda, hakikatin öne çıkışını düşünmeyi önerir. Hazırlanan bu seçkide Merleau-Ponty’nin düşünce dünyasının fenomenoloji ile ilişkisinin yanında, felsefe dışı alanların sorularını da içine alan eksenini betimlemek hedeflendi. 13. KİT KİTAP AP FU FUARINDAYIZ... ARINDAYIZ... Tekin Yayınevi Yazarları ve Yeni Kitaplarıyla Bursa’da... ATAOL BEHRAMOĞLU R. İHSAN ELİAÇIK 15 MART 2015 PAZAR 22 MART 2015 PAZAR Uludağ Salonu Çekirge Salonu Saat 14.30-15.45 Söyleşi ve Dinleti "Ataol Behramoğlu ve Şiirde Yarım Yüzyıllık Yürüyüş" Konuşmacı Ataol Behramoğlu Düzenleyen Tekin Yayınevi Saat 15.30-16.30 Söyleşi "Demokratik Özgürlükçü İslam" Konuşmacı R. İhsan Eliaçık Düzenleyen Tekin Yayınevi İMZA GÜNÜ 21 Mart Cumartesi 22 Mart Pazar Tekin Yayınevi standında sizlerle... İMZA GÜNÜ 14 Mart Cumartesi 15 Mart Pazar Tekin Yayınevi standında sizlerle... %OZBOO¨CSVDVOEBLJEPTUMBSEÝOZPSVN ¨CSVDVOEBLJSNBLMBS A NSİ KL OPE Dİ YALÇIN KÜÇÜK #JSL[TFTTJ[DF¨MZPSTFTTJ[DF¨MZPS7JFUOBN}EB "ÚMBZBSBLCJSZSFLSFTNJJ[JZPSVNIBWBZB 6ZBOZPSVNBÚMBZBSBLCJSHONVUMBLBZFOFDFÚJ[ Çıkış 1 #JSHONVUMBLBZFOFDFÚJ[FZJUIBMBUMBSJISBDBUMBS FZÝFZIMJTMBN #JSHONVUMBLBZFOFDFÚJ[#JSHONVUMBLBZFOFDFÚJ[ #VOVT¨ZMFZFDFÚJ[CJOEFGB 4POSBCJOEFGBEBIBTPOSBCJOEFGBEBIB PÚBMUBDBÚ[NBSÝMBSMB #FOWFTFWHJMJNWFBSLBEBÝMBSZSZFDFÚJ[CVMWBSEB :SZFDFÚJ[ZFOJEFOZBSBUMNBOODPÝLVTVZMB :SZFDFÚJ[PÚBMBPÚBMB Dünden Bugüne &DPL<DODQODUČ &DPL<DODQODUČ BA S K I Aydınlık 13 Mart 2015 Cuma Yıl: 4 Sayı: 159 STEFAN ZWEIG’IN KALEMİNDEN ‘ÜÇ BÜYÜK USTA’ Balzac Dickens i k s v e y o t s o D ÜLKÜ TAMER ‘Yoksullukla savaş... Bir dilenci öldür!’ 3 ERDEM GEZGİNCİ Perihan’la Alâkadarlar Cemiyeti 6 GÖKHAN ÇELİK Hulki Cevizoğlu ile röportaj 10
© Copyright 2024 Paperzz