ORYANTALİZM (Doğubilim) SÖMÜRGECİLİĞİN KEŞİF KOLU EDWARD W. SAID Çeviren NEZİH UZEL # İrfan Yayımcılık Nu.:38 Tercüme Eserler Nu.:2 ISBN 975-371-032-1 Yayın H akkı (Copyright): © trfan Yayımcılık & Tanıtım Dördüncü Baskı Mart 1998 İstanbul K apak Erol KAYMAK Dizgi-iç düzen: Karakalem Basiti: Paşahan Matbaası Cilt: Paşahan Ciltevi İtfan Yayımcılık & Tanıtım Limited Şirketi Klodfarer Cad. No.: 40/7 34400 Divanyolu İSTANBUL Tel&Faks: (212) 518 38 66 İçindekiler S u n u ............................................................................................................................ 7 G iriş............................................................................................................................ 11 K I S I M 1 : O ryantalizm in alanı I. D oğuyu tanımak .......................................................................................... 51 II. Hayalden doğan coğrafya ve görünümler: D oğuluyu doğululaştırmak ................................................................... 79 III. Projeler...........................................................................................................111 IV. K riz................................................................................................................ 137 K I S I M 2 : D üzenlenen ve yeniden düzenlenen oryantalizm I. Sınırları yeniden çizm e, problemleri yeniden keşfetm e, dini lâikleştirm e ........................................................................................................ 163 II. Silvistre de Sacy, Ernest Renan, Kari Marks, A kılcı antropoloji, filoloji laboratuvarı ve e tk ile ri.......................................... 179 III. Hristiyan hacıları v e İngiliz-Fransız g ezg in ciliğ i............................ 221 K I S I M 3 : B ugü n kü oryantalizm I. Gizli oryantalizm - açık oryantalizm ................................................... 275 II. Stil, uzmanlık, uzmanın görüşü, dünyada oryantalizm...........................307 III. Tam gelişm e içindeki m odern İngiliz-Fransız oryantalizmi ....... 345 IV. Son s a fh a ...................................................................................................... 385 (1) Haktan çizgiler ve bilim sel takdim................................................. 386 (a) Kültürel ilişkiler p o litik a sı.................................................................397 (b) İslâm ... Sadece İslâ m ....................................................................... 414 (c) D oğulular... doğulular... doğulular.............................................. 432 D ip n o tla r .................................................................................................................. 445 Önsöz Doğu'nun bin dört yüz yılı İslâm ile birlikte geçmiştir. Bu süre içinde bölgede var olmuş bütün eski uygarlıkların yaşamaya devam eden kalın tıları İslâm medeniyetinin üstün vasıflan içinde erimiş ve yeni bir sentez oluşturmuştur. Doğu toprağı, Doğu insanı bu zaman birimi içinde sanki yeniden doğmuş gibidir. İslâm ’ın yüksek birleştirici gücü bu sırada hiç kuşkusuz çağlar ötesinde kalmış eski değerleri yeniden gün ışığına çıkar mış ve bunları getirdiği kendi değerleri ile birlikte tekrar insanlığın fayda sına sunmuştur. İslâm’ın bir uygarlık olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. İnsanla rın Tanrı ile aralarındaki ilişki bu konunun dışındadır. O ilişkiye insan ve Tanrı’dan başka hiç kimse, hiçbir kurum ve hiçbir varlık müdahale ede mez. İslâm uygarlığına gelince bu olay otuz dokuz yıl kuruluş çağı; Emevî ve Abbasî devirlerini içine almak üzere ikiyüz seksen dört yıl devletleşme ve kültürel üstünlük çağı; Dokuz yüz yetmiş altı yıl Asya, Afrika ve Avru pa’ya yayılan bölgesel İslâm devletleri çağı ve 1921 ’den sonra başlayan yakın çağ olmak üzere dört devir içinde ele alınmalıdır. İslâm uygarlığının bir m edeniyet halkası halindeyer yüzü yuvarlağı üzerinde bütün haşmeti ile parladığı çağ böylece 1400 yıl sürmüştür. Bu devre içinde Atlantik okyanusundan Hint ve Pasifik okyanusuna, Rus nehirleri bölgesinden Afrika ortalarına kadar uzanan büyük İslâm alanı elliye yakın devletin varlığına tanık olmuş, bütün bu devletler gerek kuruluşlarında, gerek işleyişlerinde ve gerekse tutturdukları uygarlık dü zeyinde daima İslâmî prensiplerden yola çıkmışlardır. İslâm devletlerinin en uzun ömürlü olanı 622 yıl yaşamış olan O s m a n lI İmparatorluğu’dur. Onun hemen arkasında 330 yıl ömür süren Hind Babür İmparatorluğu yer almaktadır. Üçüncü sırayı ise 277 yıl ile Kurtuba Em evî hilafeti alıyor... Hind Babür İmparatorluğu Osmanlı D evleti’nin çöküşünden altmış beş yıl önce tarihe karışmıştır. Osmanlı D evleti’nin Doğu'da en büyük ra kibi olan İran Safevî Devleti ise onun çöküşünden yüz seksen beş yıl önce tarihe karışmış bulunuyordu. Osmanlılar böylece son iki yüzyıl içinde İslâm’ın hür bayrağını Hind Müslümanları ile birlikte tek başlarına taşımışlar son yarım yüz yıl içinde ise bu bayrağın rakipsiz hizmetkârı olmuşlardır. Yirminci yüzyıla girildiğinde dünyada tek bağım sız İslâm devleti Osmanlı İmparatorluğu idi. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında meydana gelen Mehdi Muhammed Ahmed (Sudan) veya Şeyh Şamil (Kafkaslar) hareketlerini veya benzerlerini büyük olayın dışında tutmak lâzım gelir. Yirminci yüzyıl içindeki devletleşme denemeleri harekteleri ise ko nu dışıdır. İslâm uygarlığı kendi başına dağılmamıştır. Bu uygarlık dağıtılmış tır. Bu noktada olayın iç sebeplerinin yanında büyük ölçüde dış sebepleri nin varlığına işaret etmek istiyoruz. Şöyle ki: elinizde bulunan kitabın ya zarı bu konuda şunları ileri sürüyor: “ 1815 ile 1914 yılları arasında Avrupa’nın direkt sömürge imparatorluğu dünya yüzeyinde %35’ten %85’e çıkmıştı. Yeryüzündeki bütün ülkeler o sırada bu olaydan nasiplerini almış bulunuyordu. Özellikle Asya ve Afri ka ülkeleri sömürgecilikte başı çekiyorlardı. İngiltere ve Fransa iki büyük imparatorluk olarak bazen birleşiyor, anlaşıyor bazen de rekabete düşüyor ve birbirlerine düşman kesiliyorlar dı. Doğu'da Akdeniz kıyılarından Çin Hindi ve Malezya’ya kadar tekmil sömürge imparatorlukları ve etki alanları ya birbiri ile sürtüşüyor, yahut birbiri üzerine biniyor ve devamlı çekişmelere sahne oluyorlardı. İngilizler ve Fransızlar kültürel ve ırkî özellikleri ile İslâm dünyasına girmiş olan Ortadoğu’da ilk defa bir araya geliyorlar ve bu alanda bütün ağırlığı ve karışık problemleri ile “Doğu” dünyasını tanıyorlardı. İslâm uygarlığının özellikle son bir buçuk yüzyıl içinde bir başka uy garlığın genel saldırısına uğradığını anlatıyor bu sözler... Elinizdeki bu kitap bu saldırının gerekçesini hazırlamış ve hazırla maya devam eden bir “bilimin" varlığını kanıtlamak amacı ile kaleme alınmıştır. Yazarının “Orientalisme”, bizim “Oryantalizm” veya “Doğubilim" adını verdiğimiz bu bilim için yine yazar şu sözleri uygun görmektedir: “Oryantalizm, Avrupa’nın Doğu fikridir...” Genellikle D oğuyu anlatmaya çalışan ve Doğu'yu inceleyen bu ilim Batı'da meydana getirilmiş ve Batı'nın çıkarlarına yönelik olmuştur. Ya zar bu noktayı şöyle açıklıyor: “Ben kendi hesabıma Oryantalizmin uzayıp giden bilimsel konu konuş malardan çok daha ileri ölçüde Avrupa ve Atlantik güçlerinin Doğu üze rindeki bir kuvvet denemeleri olduğunu düşünüyorum.. Kitabın yazarı “Oryantalizm” ilminin bir siyasal propaganda aracı olarak Batının Doğu üzerindeki üstünlüğünü kanıtlamaya çalışırken aynı zamanda Batı'nın D o ğ u y a ve özellikle İslâm ’a saldırmasını da haklı çı karmaya çalıştığını ileri sürmektedir. Bütün söylemek istedikleri şu kısa cüm lede özetlenebilir: “Kısacası Oryantalizm eninde sonunda gerçeklerin siyasî bir görüntüsü olmaktan öteye geçememiştir.” Yazarın yakın çağı ele aldığı sırada ileri sürdüğü görüş daha da sert ve acımasızdır: “Modern Oryantalizmin aynı zamanda kapitalizmin bir parçası olduğunu söylemek yanlış sayılmaz. Ancak bu kadarı yetmez, onu analitik ve tarihî bir incelemeye tâbi tutmak gerekmektedir...” Elinizdeki kitap bu incelemenin ürünüdür. Şu sırada Birleşik Ameri ka’da Colombia Ü niversitesi’nde öğretim görevine devam etmekte olan 1935 Kudüs doğumlu Edward Said Batı'lılann Doğu'yu nasıl çarpıtarak ele aldıklarını ve bunu hangi yöntemlerle gerçekleştirdiklerini ve böyle bir davranışa hangi gaye ile baş vurduklarını gözler önüne sermeye çalı şırken büyük bir duyarlılıkla şu cümleleri tekrarlamaktadır: “İnsan gerçeğine böylesine uzak ve böylesine gözleri kapalı bir ilmin var lığını farketmeseydim bu kitabı yazmazdım...” B iz bu cümlenin derin anlamı içinde yatan aynı duygulara yine aynı şekilde karşılık veriyor ve tek bir kelim e üzerinde değişiklik yaparak şu nu ilave ediyoruz: “İnsan gerçeğine böylesine uzak ve böylesine gözleri kapalı bir ilmin varlığını farketmeseydik bu kitabı çevirmezdik”. Nezih Uzel Üsküdar 1982 Giriş i Beyrut’ta 1975-1976 yıllarının korkunç iç savaş günlerini yaşa yan bir Fransız gazetecisi harab olmuş eski şehrin yıkıntıları önün de üzüntü ile şunları söylüyordu: “Burası vakti ile Chateaubriand ve Nerval’in sözünü ettiği Doğu'ya benziyordu.” Yerlilere göre düşünülecek olursa gazeteci haklı idi, ancak o omuzlarının üzerin de bir Avrupalı kafası taşıyordu. Doğu çok eski çağlardan bu yana garip yaratıklarla dolu, şaşırtıcı anılar ve görüntüler taşıyan ve do ğa üstü olaylarla bezenmiş bir fanteziler dünyası olarak AvrupalI lar tarafından yaratılmıştı. Ancak Doğu artık kaybolmak üzereydi. Zamanını bitirmiş ve değişikliğe uğramıştı. Chateaubriand ve Nerval'in çizdiği Doğu'da bizzat yaşayan kişiler için belki bu göz lemler fazla bir değer taşımayacaktı.Zira onlar günümüzde aynı dünyanın içinde yaşamakta ve aynı sıkıntıları çekmektediler. Bir Avrupalı ziyaretçi için önemli olan Doğu'nun Batı'dan görünen şekli ve bugün içinde bulunduğu kaderiydi. Her iki konu da ayn ay rı ele alınmalıydı. Ne var ki gerek Fransız gazetecisi ve gerekse Fransız kamuoyu ulusal bakış açısının dışına çıkamayacaklardı. Amerikalıların durumları ise değişikti: Onlar Doğu'yu daha çok Çin ve Japonya’nın başını çektiği Uzakdoğu ile birleştirme ça bası içindeydi. Fransızlar ve îngilizler hatta bir ölçüde Ruslar, Por tekizliler, İtalyanlar ve İsviçreliler “Doğubilim: Şarkiyyat” adını vereceğim olayın uzun süre içinde yaşamışlardı. Bütün bu ülkeler Doğu'yu, Batı Avrupa’nın gördüğü şekilde düşünmüş ve onunla öylesine anlaşmışlardı. “Doğubilim”, “Şarkiyat” yahut “Oryanta lizm” bu anlaşmanın adıdır. Doğu sadece Batı'nın yakın komşusu değildir, bu alan aynı zamanda Avrupa’nın en geniş, en zengin ve en eski sömürgelerini kurduğu bir bölge ve uygarlığının ve dilleri nin temelidir. Bu alan yine aynı zamanda Avrupa'nın kültürel raki bi; ilhamını yine Avrupa’dan alan büyük bir karşıtıdır. Dahası var... Doğu; fikirleri, hayalleri, kişiliği ve deneyleri ile kontraslar yaratarak Avrupa’nın (yahut Batı'nın) tarifini kolaylaştırmaktadır. Bütün bunlara rağmen bu Doğu'nun hiçbir yönü hayalî değildir. Doğu, Avrupa'nın maddi kültürünün ve uygarlığının ayrılmaz bir parçasıdır. “Doğubilim” bu uygarlığın kültürel ve ideolojik açıdan değişik bir anlatım şekli, kelime hâzinesi, bir eğitim ve öğretim; kurumlar beraberliği, hayaller ve düşünceler toplamı, doktrinler ve hatta sömürge yönetimi için gerekli bürokrat kadrolar ve yerli yönetim elemanlarıdır. Konu böylesine geniş bir açıdan ele alındı ğında Amerikan görüş tarzı daha da sislenmektedir. Bununla bir likte Amerikalıların yaşadıkları son Japon, Kore ve Çin Hindi ma ceralarının, kendilerine Doğu hakkında daha akılcı ve daha ger çekçi bir duyarlılık bağışlamış olduğu ileri sürülebilir. Siyasî tesir ve büyüyen ekonomik özellikler açısından Amerikalıların Yakm ve Ortadoğu dedikleri bu ülkelerde Doğu zekâsı herhalde yeteri kadar olaylara yön verebilecektir. Amerikalıların böyle bir olanağı gözden kaçırmamaları gerekmektedir. Okuyucular için şu nokta açık olmalıdır —bunu ilerde daha da açık göstermeye çalışacağız— : “Oryantalizm” kelimesi ile ben pek çok şey ifade etmek istiyorum. Kanaatime göre bunların bazı ları diğerlerinin tamamlayıcısıdır. Bu kelimenin herkes tarafından kabul edilen şekli oldukça geniş kapsamlıdır. Aslında bu etiket önemli sayıda yüksek eğitim kuramlarını içine alır. Doğu hakkın da ders veren, yazı yazan ve araştırma yapan herkes “Oryantalist”tir. Ayrıca genel veya özel anlamda, etnolog, sosyolog, tarihçi ve filologları da kendi bilimsel disiplinleri ile birlikte oryantaliz min içine katmak mümkündür. Ancak "Oryantalizm" kelimesinin günümüzde “Doğu bilimleri” veya “Doğu Kültürleri” üzerinde de rin araştırmalar yapan uzmanların pek hoşuna gitmediği de bir ger çektir, zira bu kişiler ondokuz veya yirminci yüzyılın başlarına ka dar süren Batı Avrupa sömürgecilik tarihi içinde ele aldıklarında bu kelimeyi çok sisli ve çok anlamsız bulmaktadırlar. Bununla bir likte kitaplar yazılmakta, genel teması “Orient: :Doğu” şeklinde düşünülmüş kongreler düzenlenmekte, eski ve yeni görüntüsü ile oryantalizm sürüp gitmektedir. Oryantalizm eski yapışım korumasa dahi Doğu'da ve Batı'da tez ve doktrinlerini savunarak yaşama ya devam etmektedir. İncelemeleri ve uzmanlaşmış kadroları ile geniş bir bilgi hâzi nesine kavuşan geleneksel oryantalizm elinizdeki bu eserin konu su olurken ona daha da geniş kavramlar eklemek niyetindeyiz. “Doğu'yu” ve genellikle “Batı'yı” incelerken eşya bilim: ontoloji ve bilim kuram: epistemoloji gibi düşünce şekillerine dayalı bilim lerden yararlanacağız. Aynı zamanda Doğu'yu konuları araşma katmış pek çok yazar, şair, romancı, filozof, siyaset kuramcısı, im paratorluk yöneten devlet adamı bizim için kaynak teşkil edecek ve onların ortaya koydukları teoriler, görüş açıları, romanlar ve toplumu ilgilendiren gözlemler eserimize malzeme olacaktır. Doğu'nun halkları, gelenekleri, “düşüncesi” ve kaderi Eschyle ve Victor Hugo, Dante ve Kari Marks gibi pekçok yazarın yapıtlarına yansımıştır. “Doğubilim”in bir başka yönünü de sözkonusu tanın mış eserler teşkil ediyor... Bu önsöz içinde belki biraz erken olsa dahi bazı metodoloji problemlerini ele alacak ve böylesine geniş bir konunun içinde “tarifler” arayacağım. Üniversite anlamında oryantalizm ile hayalî oryantalizm ara sında devamlı bir alışveriş vardır. Bu alışveriş ondokuzuncu yüz yılın sonundan itibaren oldukça disiplinli, hatta belirli kurallara bağlı olarak düzenli biçimde sürmektedir. Bu noktada oryantaliz min üçüncü anlamı ortaya çıkıyor... Bu anlam ilk iki anlamın ya nında daha tarihsel ve daha maddi ölçüler taşımaktadır. Ana hatları ile hareket noktası olarak onsekizinci yüzyılın sonu ele alındığında sözkonusu Oryantalizm Doğu'yu konu edinen kuramların tama mı, verilen beyanatlar, takınılan tavırlar, yapılan benzetmeler, bir cins öğreti, yönetim biçimi veya hükümet şeklidir. Kısaca bu cins oryantalizm, Batı'nın üstünlük sürdürme taktiği, Doğu üzerinde otorite kurma çabasıdır. Michel Foucault’un “Archeologie de savoir: Bilimin arkeolo jisi” ve “Surveiller et Punir: Gözetleme ve cezalandırma” da hita betle ilgili olarak ortaya koyduğu görüşler bana bu oryantalizmi iyi tanımada yardımcı oldu. Şu noktanın üzerinde duruyorum: Oryan talizm hitabetle birlikte düşünülmediği takdirde Avrupa kültürü nün Doğu'yu yönetmek, hatta yeniden canlandırmak, siyaset, sos yoloji, askerlik, ideoloji, bilim ve hayal gücü alanlarında ona yön vermek için kullandığı ileri ölçülerde sistemleştirilmiş disiplini fark etmek imkânsızdır. Ayrıca Oryantalizmin öylesine güçlü bir görünüşü vardır ki kanaatimce onun düşünce ve harekete getirdiği sınırları farketmeyen kişiler, o noktada hiç olmazsa Doğu ile temas kurmadan Or yantalizmin ne tarifini yapabilirler ne de onu gerektiği şekilde an layabilirler. Kısacası Oryantalizm yüzünden Doğu hiçbir zaman bir düşünce konusu ve serbest hareket alanı olamamıştır. Ancak bu demek değildir ki Doğu hakkında söylenecek her sözü sadece Or yantalizm tek yönlü olarak sınırlayabilecektir. Bu konu uygulama da ortaya çıkabilecek birtakım önüne geçilmez çıkarlar topluluğu dur. “Doğu, fakat nasıl?” Bu kitapta göstermeye çalışacağım nokta bu... Aynca şunu hemen belirtmek istiyorum ki Avrupa sadece şe kil olarak ele aldığı alçaltılmış ve saptırılmış bir Doğu kavramı ile kendi kültürünü belirlemiş ve güçlendirmiştir. Tarih ve kültür açısından, ikinci dünya savaşı sonrasında Ame rikalıların ortaya çıkışından önce, İngiliz ve Fransız ırklarının Doğu'daki girişimlerinde tüm diğer Atlantik ülkelerinin girişimlerin den daha farklı noktalar vardır. Bu farklılık çoğunlukta olduğu ka dar nicelikte de açıklık kazanıyor. Bu nedenle Oryantalizmden söz açmak genelde İngiliz ve Fransız uygarlığının bir hareketi, zaman zaman insanların hayal güçlerini dahi aşabilen davranışlar, Hind ve tüm Doğu ülkelerinin yaşadıkları çağlar, kutsal kitaplarda adı geçen ülkeler, baharat ticareti, sömürgelerde kullanılan silahlar ve uzun sömürgecilik yüzyılları, şaşırtıcı bir bilimsel araştırmalar ki taplığı, Oryantalizm konularında sayısız bilim adamı, profesyonel oryantalistler topluluğu, “Doğu” fikirlerinin bir araya gelişinden doğan karışık bir düzen, Doğu despotizmi, Doğu'nun göz alıcı gü zelliğini, Doğu'nun acımasızlığı; Doğu'nun duyarlığı gibi çelişkili kavramlar, sayısız tarikat ve yollar, felsefe akımları, Avrupa’nın günlük yaşamı içinde faydalanılmaya çalışılan Doğu hikmeti ve düşüncesi gibi konulardan söz açmak demektir. Bu listeyi sonsuza kadar uzatmak mümkündür. Kısacası Oryantalizm, İngiltere ve Fransa’nın Doğu'ya karşı ince bir duyarlılığıdır. Bu kelime hiç ol mazsa onsekizinci yüzyıl başlarına kadar sadece Hind kıt’asını ve Incil’de adı geçen ülkeleri kapsamına almış bulunmaktadır. Fran sa ve İngiltere ondokuzuncu yüzyılın başından ikinci Dünya Sava şı sonrasına kadar Doğu'nun ve Doğuculuğun tek egemen güçleri idi. Savaştan bu yana Doğu'da Birleşik Amerika öne geçmiş ve ko nuya aynen İngiliz ve Fransızların geleneksel görüş açılan ile yaklaşmıştır.İngiliz, Fransız veya Amerikan, Batı'nın tüm güçlerini bir araya getiren ve büyük bir hırsla üretimine devam eden bu or taklığın ortaya koyduğu eserlerin tümüne Oryantalist yapıtlar adı nı veriyorum. Derhal belirteyim ki bu eserlerin ve bu yazarların pek büyük bir kısmını inceledim ve bir o kadar eseri de sadece bir kenara bırak tım. Ortaya koyduğum metin ve üzerinde durduğum tez ne Do ğu'yu ilgilendiren kitapların genel bir kataloğu ne de Oryantaliz min tamamım teşkil eden yazarların ve fikirlerin sıralamasıdır. Ben metodolojik bir seçme yaptım. Çalışmamın ana hatları bir ba kıma genel bir tarih görüşüdür. Bu önsözde ileri sürdüğüm konula rı daha da açık anlatacağım. II İlk üzerinde durduğum nokta Doğu'nun tabiatın bir parçası ol madığıdır. Nasıl Batı sadece var değilse, O da sadece var değildir. Vico’nun bu konudaki önemli görüşünü ciddiye almamız gereki yor: İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Görünen odur ki bu tarih yapılır ve coğrafyaya intikal eder. Tarih bir kenara bırakıl sa dahi coğrafî ve kültürel temeller toprağa, bölgeye ve coğrafî sek törlere sinerek “Doğu” ve “Batı” gibi insan eli ile yaratılmış kav ramlar ortaya çıkarırlar. Bu yüzden aynen Batı gibi Doğu da bir ta rih, bir düşün geleneği, bir hayal dünyası ve bir kelime hâzinesine sahip ideal bütünlüğüdür. Doğu'nun var oluş ve Avrupa'nın karşı sında bir realite olarak duruşu bu sebeplere dayanır. Bu iki coğrafî gerçek böylece birbirini tamamlar ve bir bakıma birbirine dayanır. Bununla birlikte bazı açıklamalara gerek var... İlk ağızda Do ğu'yu sadece bir fikir veya hiçbir gerçeğe dayanmayan bir düşün celer bütünü olarak ele almak yersiz olur. Disraeli Tancred isimli romanında Doğu'nun bir kariyer veya meslek olduğunu ileri sürer ken genç ve aydın Batı'lıların Doğu ile ilgilendikleri sırada parlak bir dünayaya gireceklerini söylüyor. Ancak Disraeli Doğu'nun Batı'lılar tarafından sadece bir “meslek” olarak görülmesine de taraf tar değildir. Hiç kuşkusuz Doğu'da değişik kültürler, insan toplu- luklan, başka türlü yaşam biçimleri, başka tarih ve gelenekler, Batı'da söylenecek her şeyi aşabilecek türden hayat gerçekleri vardır ve var olmaya devam etmektedir. Bu eser bütün bunları açıkla maktan ziyade sadece onları ortaya koyacaktır. Tanıtacaktır. Bura da beni ilgilendiren en önemi konu Doğu Batı ilişkileri değildir. Oryantalizmin derin iç ahengi ve Doğu üzerindeki fikirleridir. Bü tün bu görüşler genelde gerçek bir “Doğu”nun dışında gelişmiş, ona karşı ve onunla ilgisiz varsayımlardır. Disraeli’nin Doğu üze rindeki görüşleri ana hatları ile bu tür icat edilmiş varsayımlara da yanmaktadır. Sözkonusu düşünceler Wallace Stevens örneğinde olduğu gibi basit ve saf bir varoluştan değil, eski önyargılardan kaynaklanıyor. İkinci nokta: Fikirleri, kültürleri ve tarihi aynı zamanda güçleri ve etki alanları ile birlikte ve daha açık bir anlatımda dinamik var lıkları ile bir arada düşünmeden derinlemesine incelemek müm kün değildir. Doğu'nun sadece yaratılmış olduğunu düşünmek ve ya benim üzerinde durduğum deyimle “Doğu'lulaştırılmış” oldu ğunu belirtmek ve aynı zamanda bu tip olayların sadece hayal ihti yacından doğduğunu ileri sürmek inançsızlıktır. Doğu ve Batı ara sındaki ilişki herşeyden önce bir güç ve üstünlük ilişkisidir. Batı çeşitli aralıklarla K.M. Pannikar’ın Assie et la D omination occiderıtale (Asya ve Batı üstünlüğü) isimli eserinde belirttiği gibi tam bir hegemonya kurmuştur.® Doğu sadece ondokuzuncu yüz yıl Avrupa kafası ile “doğulu” olduğu anlaşıldığı için “doğululaştırılmış” değil aynı zamanda “doğululaştırılabildiği” için bu işleme tâbi tutulmuştur. Meselâ Flaubert’in bir Mısırlı asilzade kadınla karşılaşmasını ele alalım: Tüm doğu kadınlarını ilgilendiren bir olaydır bu.. .Kadın asla kendisinden söz açmaz, duygularını ve gö rüşlerini asla açığa vurmaz, yaşadığı zamanı ve geçmişini hiçbir şekilde sözkonusu etmez...Kadının namına sadece Flaubert ko nuşmakta ve onu takdim etmektedir. Halbuki Flaubert bir yabancı dır. Varlıklı bir insandır, bir erkektir. Bütün bu tarihi üstünlükler yazara “Küçük Hanımı” sadece fizikî yönden elde etme değil, aynı zamanda onun hakkında konuşma ve onu okuyucularına “Tipik bir doğulu” olarak tanıtma hakkını vermektedir. Flaubert ile Küçük Hanım arasındaki kuvvet dengesi tek kalmış bir olay değildir. Bu olay Doğu ile Batı arasındaki tüm ilişkiler için mükemmel bir ör nek sayılabilir. Batı'nın Doğu hakkında beslediği tüm düşünceler bu misalin altında gizlidir. Burada üçüncü bir noktaya ulaşıyoruz. Zannedilmesin ki or yantalizm gerçekler ortaya çıktığında bir hamlede silinip yok ola cak bir yalanlar ve efsaneler yumağıdır. Ben kendi hesabıma or yantalizmin, uzayıp giden bilimsel konuşmalardan çok daha ileri ölçüde Avrupa ve Atlantik güçlerinin Doğu üzerindeki kuvvet de nemeleri olduğunu düşünüyorum. Dolayısı ile en fazla saygı gös tereceğimiz ve dikkatli davranarak yakalamaya çalışacağımız nokta Doğu hakkında verilen nutukarın düzgün yapısı, bu konuş maların güçlü sosyo-ekonomik kuramlarla olan yakın ilişkileri ve şaşırtıcı canlılığı olacaktır. Bütün bunlardan ayrı olarak Emest Renan’dan bu yana, yani 1840’ların sonlarından Birleşik Ameri ka’nın sahneye çıktığı günümüze kadar geçen devrede içinde aka demilerle, kitaplarla, kongrelerle, üniversitelerle, dışişleri bakan lıkları ile bir hikmet nazariyesi gibi aktarılmaya çalışılan bu fikir sisteminin, aslında korkunç olduğu kadar basit ve anlamsızlaşması kolay bir seri yalan kumkuması olduğu bilinmelidir. Oryantalizm Avrupa’nın havadan bir uydurması değildir. O, bir kaç neslin bir likte çalışarak uzun yatırımlarla meydana getirdiği önemli bir doktrinler ve uygulamalar paketidir. Devam eden bu yatırımlar yü zünden Doğu, Batı’lının vicdanında yer tutabilmek için, bir bilgi sistemi olarak oryantalizmnin süzgecinden geçmek zorundadır. Diğer yandan aynı sistem ve aynı yatırımlar Oryantalizm başlangıç noktasında formüle ettiği görüşlerde devamlılık ve verimlilik sağ lamış ve bunları genel dünya kültürüne mâl etmiştir. Gramsci uygar toplumla, politik toplum arasında faydalı bir analitik ayırım yapar: Bunlardan ilki okulları, aileleleri ve sendika ları ile gönüllü yahut en azından akıllı ve zorlaması olmayan bir be raberliktir. Diğeri ise ordusu, polisi ve merkez bürokrat sistemi ile ayakta durur. Oynadığı rol siyaset ve dolayısı ile direkt üstünlük tür. Kolayca anlaşılacağı gibi kültür birincisinin işidir. Hans uygar toplumda faaliyet gösterir. Fikirler bu toplumda etkinlik kazanır lar, kurumlar ve kişiler bu toplumun içinde, zorla değil fakat Gramsci’nin “consensus: çoğunluk” adını verdiği olayla varlıkla rını sürdürürler. Totaliter olmayan bir toplumun içinde bazı kültü rel formlar diğerlerinin yanında üstünlük taşırlar. Bazı fikirlerin diğerlerinden daha çok yayıldığı gibi... Bu kültürel üstünlüğün al dığı şekle Gramsci “Hegemonya” diyor. Endüstriyel Batı toplumunun yaşadığı kültürel çağı anlayabilmek için bu kavram büyük değer taşımaktadır. Oryantalizme, tarifni yapmaya özendiğim de vamlılığı ve gücü veren işte Batı'nın bu hegemonyası veya kültürel hegemonyasının yan etkileridir. Oryantalizm Deniş Hay Hay’ınC3) “Avrupa Düşüncesi” dediği şeyden asla uzakta değildir. “Biz Av rupalIlar” ve“Avrupalıolmayanlar” şeklinde özetlenen bu fikir bir beraberlik duygusu olduğu kadar Avrupa'nın Avrupa içinde ve dı şında kurduğu hegemonyanın ifadesi ve kendi kültürünün temeli* dir. Bu temel Avrupa’nın, Avrupalı olmayan bütün diğer kültürler den ve halklardan daha yüksek olduğu esasına dayanır. Ayrıca Av rupa’nın Doğu üzerindeki fikirsel hegemonyası Doğu halklarının gerilikleri ölçüsünde bizzat kendi ağızlarından tekrarlanıp dur maktadır. Daha bağımsız veya daha kuşkulu bir yazarın hiçbir za man düşmeyeceği biçimde... Oryantalizmin stratejisi eski çağlardan bu yana Batı'nın bu üs tün “pozisyonunu” yumuşatarak onu, Doğu'ya hissettirmeden ko rumak olmuştur. Batı, Doğu ile sürdürdüğü tüm ilişkilerin içinde Doğu'dan el çekmemek için aşırı çaba gösterir. Bu yüzden Avrupa lI, özellikle Avrupa’nın en parlak çağlarını yaşadığı Rönesans’tan günümüze kadar geçen dönemde Doğu'da bilim adamı, aydın kişi, misyoner, tüccar, asker olarak görünmüş yahut Doğu'nun üzerinde etkinlik yaratmış fakat toprağın hiçbir yöresinde hiçbir direnişle karşılaşmamıştır. Batı onsekizinci yüzyılın sonlarından itibaren “Doğu'yu tanımak” amacı ile yola çıkmış ve hegemonyasının ge nel şemsiyesi altında tüm güçlerini kullanarak Doğu'ya dalmıştır. Bu sırada akademik çalışmalar başarılı gayretlerle Doğu’nun ger çeklerine uydurulmuş müzelerde sergiler düzenlenmiş; koloniler deki yönetim şekilleri yeniden ele alınmış; yeni ve modem bürolar kurulmuş; antropoloji, biyoloji, linguistik teorileri yeni fikirlerle süslenmiş; insanlık ve evren üzerine ırklara ve tarihe dayalı nazariyeler ortaya atılmış, ekonomik ve sosyal yeni görüşler, devrim, kültürel kişilik, ulusal karakter ve din üzerinde yepyeni düşünceler doğmuştur. Üstelik bütün bunlar Batı'nın Doğu üzerinde imâl etti ği hayaller dünyasının sınırları içinde varlık kazanmıştır. O hayal ler dünyası ki temelinde Batı'nın sadece üstünlük duyguları yer al maktadır. .. Batı'nın tartışmasız üstünlüğünden doğan Doğu önce bir doğulunun genel görüntüsünü taşır . Daha sonra ortaya çıkan ayrıntılı mantık ise tümü ile Batı'nın kendi gerçeklerine, kendi özel isteklerine, sıkıntılarına, yatırım ve projelerine dayanmaktadır. Bu konuda gerçek bir bilimsellik örneği sunan Silvestre de Sacy’nin Chestomathie: Arab klasiklerinden seçmeler isimli eseri yahut Edward William Lane’in A ccount o f the M anners a n d Custonıs o fth e M odem Egyptians (Modern Mısırlının hayat tarzı ve gele nekleri üzerine) gibi büyük oryantalist eserler akla gelebilir. Şunu da ilave edelim ki Renan yahut Gobineau’nun ırklar konusundaki fikirleri aynı çerçevenin içindedir. Bu arada Viktorya devrinin müstehcen romanlarının çoğunu da unutmamak gerekir, (bkz. Steven Marcus’un “The Lastful Türk’te yaptığı analiz.)(4) Bununla birlikte “Oryantalizmin içinde önemli olan nedir?” sorusunu sonnaya devam edeceğiz... Avrupalı’nm üstünlüğü esa sına dayanan çeşitli ırkçı görüşler, emperyalizm ve benzerleri, Doğu'lu’nun üzerinde yaratılmış dogmatik ve onu insandışı bir varlık sayan düşünceler mi? Yoksa sayısı belirsiz yazarlar tarafından çağlar boyu ortaya konmuş özel ve kişisel eserler ve bunların yara tıcıları mı? Aslında genel ve özel olmak üzere ikiye ayırdığımız bu faaliyetin tek bir konu etrafında iki ayrı bakış açısıdır. Her iki alan da da William Jones gibi öncüler, Nerval ve Flaubert gibi büyük san’at adamları göze çarpar. Neden her iki yol birbiri ile birlikte ve ya birbirinin hemen yanında incelenmesin? İster genel, ister özel anlatım şekilleri içinde sistematik bir düzey tutturma gayret i sayı sız tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. Akademik Oryanta lizmde olduğu gibi iki yol her an birbirine karışabilecek şekilde ilerlemektedir. Öyle sanıyorum ki korkulacak iki hatalı davranış var: Karıştırma ve eksik anlatım... Daha açık bir ifade ile, çok dog matik bir genelleme ve fazla merkezleştirilmiş bir pozitivisî davra nışa dayanan eksik anlatım. Üzerinde durduğum kendi gerçekleri mi üç ana nokta etrafında toplamayı denedim. Öyle sanıyorum ki bu sıralama metot ve görüş açılarını saptama konusunda doğan güçlükleri bir ölçüde azaltabilecektir. Sözkonusu zorluklar birinci durumda yazarı alabildiğine polemiğe sürükleyecek bir metin or taya çıkarmaya zorlayacak itecek veya zahmete değmeyecek ge nel anlatımlara doğru çekecektir. İkinci durumda bir seri ince ay rıntılar önce geçecek böylece konunun genel gücünü ortaya çıkara cak tüm izler okuyucunun gözü önünde silinecektir. O halde özel liği ve kişiselliği tanıyarak onu nasıl genellikle bir araye getirmeli ve ne pasif ne de diktatörce olmayan hegemonya ile birlikte düşün meli? III Şimdi kısaca üzerinde durduğum kendi gerçeğim üç ana noktasını açıklığa kavuştaracak ve bu araştırmalara neden girdiğimi ve bu kitabı neden yazdığımı anlatacağım. l.S a f bilgi ile siyasî bilgi arasındaki farklar: Shakespetıre ile veya Wordswort’un sahip oldukları bilgilerle bu günkü Çin ve Sovyetler birliğinin sahip oldukları bilgileri karşılaştırmak ve ön ceki bilgilerin siyasiolmadıklarmı, diğerlerinin ise tam siyasî gö rüşler olduklarını ileri sürmek oldukça kolaydır. “Yetişme tarzı” ve içinde bulunduğum “meslek” yönünden ben bir “hümanist’im”,yani “insanlığın” mes’eleleri ile meşgulum. İnsanı ilgi lendiren bilgiler benim çalıştığım alandır. Dolayısı ile profesyonel faaliyetimin hiçbir şekilde politika ile ilişkili olamayacağı bir ger çektir. Kullandığım deyimlerin ve üzerinde durduğum etiketin açıklıktan uzak olduğunu biliyorum fakat burada anlatmaya çalış tığım umumî gerçek herkes tarafından iyi bilinmektedir. Wordsvvorth hakkında yazı yazmanın yahut Keats hakkında fikir ileri sürmenin siyasetle uzaktan yakından ilgisi olamaycağını söylü yorlar, anlaşıldığına göre bu faaliyetlerin gündelik gerçekler üze rinde fazla bir etkisi yoktur. Örneğin Sovyet ekonomisi sınırları belirlenmiş bir araştırma konusudur ve sadece hükümeti ilgilendi rir. Araştırmacının etütleri ve görüşleri politikacılar ve hükümet servisleri tarafından ele alınır, çeşitli kuruluşlarda vazife gören ekonomistler tarafından yararlı hale sokulur, uzmanların ve istih barat servislerinin faydasına sunulur. “Hümanistlerle”, çalışma alanı veya yapısı politika ile ilgli kişiler arasındaki ayrıcalıkların listesini daha da uzatmak mümkündür. Bunun için meselâ birinci lerin siyasi renginin İkinciler için hiçbir değer taşımadığı belirtile bilir. Araştırmacının kendi çevresinde ve arkadaşları üzerindeki etkileri veya onun Stalinciliğe, faşistliğe, yahut fazla liberal oluşu ile önemli olmayabilir. Halbuki ikinci kişiler ideolojilerini meslek edinmiş kişilerdir. Amerikan üniversitelerinde ekonomi, politika ve sosyoloji ideolojik bilimler olarak okutulur, dolayısı ile bu alan tamamı ile “siyasî” olarak nitelendirilmiştir. Günümüzde Batı'da üretilen bilginin çoğu (özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nden bahsediyorum) sağlamca sınırlandırıl mıştır. Bu bilginin bilimsel, üniversiter karakterli, tarafsız ve hertürlü dar ve taraf tutan doktriner görüşlerden uzak olduğunu belirt meye özen gösteriyorlar. Belki bu davranışa teoride söylenecek hiçbir söz yoktur, ancak uygulamada gerçek hiç de öyle değildir. Hiç kimse bilim adamının hayatın yaşanan gerçeklerinden nasıl uzak duracağını belirleyememiştir. Hiç kuşkusuz o, bilsin veya bil mesin bir sınıfın insanıdır. Bir inançlar bütünün içinde, bir sosyal yaşantının tam ortasında yahut en azından yaşadığı toplumun par çaları arasındadır. Bütün bunlar onun profesyonel faaliyeti üzerine tüm ağırlığı ile çöker. Bilim adamının araştırmaları gündelik yaşa mın getirdiği zorlamaları aşarak belirli bir özgürlük düzeyine ulaş mış olsa dahi bu araştırmaların yine de tam bir bağımsızlık taşıya bileceği ileri sürülemez. Bilgi her yönden hayatın şartları ile çevri lidir. Bilgiye sahip olan yahut onu kullanmak isteyen hiçbir insan bu koşulları değiştiremez. Bununla birlikte sözkonusu bilgi zanne dildiği kadar politika dışı da değildir. Edebiyat ve klasik filoloji üzerinde sürdürülen tartışmalar si yasî işaretler taşırlar mı? Yahut bu tartışmalar yaşanan politik şart lardan acele ile etkilenmişler midir? Bu geniş soruyu başka bir yer de ele almayı denedim.® Beni şu sırada ilgilendiren, gerçek bilgi nin temelde politik olmadığını (bunun tersi olarak politik bilginin de “gerçek bilgi olmadığı”) iddia eden ve böylece kuvvetle organi ze olmuş politik şartları perdeleyerek, hatta karanlığa sürükleye rek gerçek bilginin doğmasını önleyen ortak anlayışı açığa çıkar maktır. Günümüzde politikanın üzerine çıkabilecek objektif bir çalışmanın her türlü faaliyeti gölgeleyebilecek bir “politika” etike ti ile damgalanmasını anlamak zordur. Şunu ileri sürebiliriz ki içinde yaşadığımız uygar toplumda bilgi çeşitli politik alanlarda gittikçe artan oranda değer kazanmaktadır. Ekonomik deyimlerle kolayca aydınlatılacak bir alana özel bir politik alaka gösteriliyor. Aynı alan siyasî toplumun güç kaynakları ile ilgili ise alaka daha da artmaktadır. Örneğin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin enerji potansiyelinin geleceği ve bu potansiyelin ülkenin askerî gü cü üzerindeki etkileri konusunda yapılmış bir araştırma Birleşik Devletler’de hükümet tarafından finanse edilir ve neticede bu eser gerçek bir siyasal güç sahibi olur. Tolstoy’un ilk romanesk eserleri konusunda yapılacak bir araştırmanın hiçbir zaman böyle bir fi nansman kaynağına sahip olamayacağı açıktır. Tolstoy ancak özel bir kuruluştan yardım alabilir. Buna rağmen, birinci araştırmacı muhafazakâr bir iktisatçı diğeri ise edebiyat tarihinin atılımcı bir uzmanı olduğu halde uygar toplum her iki eseri de tek bir alan için de görmekte ve bu alanı Rus incelemeleri olarak nitelemektedir. Şunu demek istiyorum ki genel anlamda “Rusya”, “ekonomi” veya “tarih” söz konusu olduğunda daha ince ayrıntılarla siyasal öncelik kazanmaktadır, zira Gramsci’nin anladığı mânâda “politik top lum” uygar toplumun konularına sadece bu konular kendisini doğ rudan doğruya ilgilendirdiği sırada itibar göstermektedir. Teori alanında daha fazla ayak direyerek bütün bunların üze rinde uzun boylu durmak istemiyorum. Öyle sanıyorum ki Naom Chomsky misalinde olduğu gibi özgün ve kesin davranarak açık lamak istediğim görüşlerimin değer v e geçerliliğini ortaya koya bilirim. Chomsky eserinde Vietnam savaşı sırasında Amerikan hükümetinin silah araştırmaları için ayırdığı paraların kaynağını araştırırken bu savaşla objektif bilim arasındaki maddî ilişkiyi tam bir açıklıkla anlatabilmişti.03 Zira Büyük Britanya, Fransa ve şim di Amerika Birleşik Devletleri emperyal güçlerdir. Bunların için de yaşadıkları politik toplum yine kendi içlerinde yaşayan uygar toplum ile her an ilişkide bulunmak zorundadır. Onunla politik bir hayat sürdürmek durumundadır. Denebilir ki bu ikili oyun sırasın da politik toplumun emperyal çıkarlarını ilgilendiren her konu, özellikle yabancı ülkelerde tehlikeli sonuçlar doğurmaktadır. Ya lanlanacağımı düşünmeden şunu ileri sürebilirim ki ondokuzuncu yüzyılın sonlarında yaşayan ve Hindistan yahut Mısır'la ilgilenen bir İngiliz vatandaşı bu ülkelerin İngiliz sömürgeleri olduklarını bir an dahi aklından çıkarmamıştır. Bunları söylemek, Hindistan ve Mısır hakkında ne biliniyorsa tümünün az veya çok brüt politik gerçeklerle yıkandığını, etki altında bırakıldığını ve çarpıtıldığını söylemekle eş değerde görülmeyebilir, fakat ben bu kitabın satırla rı arasında tam bu gerçeği ifade etmek istiyorum. Zira İnsanî bilim ler alanında üretilmiş hiçbir eserin yaratıcısı içinde yaşadığı toplu mun insanlarından biri olmanın ötesinde bir varlık taşıyamaz, bu nu gözden kaçırmak veya umursamak mümkün değildir. Yazar ha yatın şartları ile sınırlıdır. Doğu'yu inceleyen kişi ister Avrupalı, ister Amerikalı olsun “kendi” gerçeğinin zorladığı temel kuralla rın dışına çıkamaz. Şunu bilmek zorundadır ki, Doğu öncelikle Avrupalı veya Amerikalı olsun “kendi” gerçeğinin zorladığı temel kuralların dışına çıkamaz. Şunu bilmek zorundadır ki, Doğu ile ön celikle Avrupalı veya Amerikalı olarak karşı karşıya gelmekte, onu daha sonra tek başına incelemektedir. Bu şartlar altında bir Avrupalı yahut Amerikalı olmak da büsbütün boşuna değildir. Bu oluş vakti ile kişinin sisli dahi olsa Doğu'da kesin çıkarları olan bir toplumun üyesi olduğu bilincine varmış olmamasını gerektiriyor du. Şimdi de aynı gerek duyulmaktadır. Belki bundan da daha önemli olan bir diğer nokta Batılı araştırmacının, Homer çağından beri Doğu ile ilişkiler sürdürmüş bir kara parçasının insanı olduğu nu bilmesidir. Böylece ifadesini bulan politik hakikatler gerçekten ilginç ola bilmek için henüz yeteri kadar açıklanmamış ve genel kavramlar içinde kalmıştır. Salam m bo hun yazarı Flaubert’i, yahut Mo dern Trends in İslam (İslâm’da Modem Eğilimler) isimli eserin sahibi H. A. R. Gibb’i tanıyan ve onlara değer veren herkes bunları kolaylıkla kabul edecektir. Zorluk şuradadır ki, tarif ettiğim şekil de salt gerçeğin bütünü ile, dikkatle incelenmesi gereken günlük hayatın ayrıntıları arasındaki ayırım oldukça geniştir. Bir roman veya bir bilimsel eser kaleme alındığında yazar daima bu ayrıntılı gerçeklerin içinde bocalama tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bununla birlikte eğer emperyal üstünlüğün, kültür ve fikir dünyası gibi karı şık bir konu üzerindeki mekanik ve kesin etkileri ilk ağızda bir ke nara itilecek olursa önümüzde önemli tip bir araştırma metninin doğmaya başladığı görülecektir. Ben kendi hesabıma bazı açık tarihî gerçeklere dayanarak burada sergilemeye çalıştığım biçim de, önce Avrupa’nın daha sonra Amerika’nın Doğu'daki çıkarları nın politik olduğunu düşünüyorum. Ancak bu çıkar ilişkilerinin yarattığı kültür halkası dinamiktir. Sert politik, ekonomik ve askerî gerekçelere dayanır. Bu halka Doğu denen değişken ve kompleks varlığı yaratmıştır. Benim “Oryantalizm” admı verdiğim konu budur. Anlaşıldığına göre oryantalizm kültür, bilim ve kurumlar tara fından sessizce meydana çıkarılmış basit bir tema yahut politik bir alan değildir. Doğu üzerine yazılmış eserlerin geniş ve yaygın bir kolleksiyonu da değildir... Batı'nın “Doğu” dünyasını ezmeye yö nelik hain bir “emperyalist komplosu” da sayılmaz ve bu görüşü temsil etmez. Oryantalizm estetik, bilim sel, ekonomik, sosyolo jik, tarihe ait ve filolojik metinler aracılığı ile “aktarılmaya” çalı şan bir cins jeo-ekonom ik görüşler bütünüdür. Oryantalizm coğrafî bir ayırım değil —dünya Doğu ve Batı olmak üzere eşit ol mayan iki bölüme ayrılmıştır— bir seri “çıkarlar” toplamıdır. Bu çıkarlar sadece yaratılmış değillerdir. Aynı zamanda bilimsel ke şifler, filolojik çalışmalar, psikolojik analizler, manzara tarifleri ve sosyolojik açıklamalarla ayakta tutulmaya çalışan müesseselerdir. Bu sistem açıkça ayrı bir dünyanın yönlendirilmesi, kullanıl ması, hatta eritilmesi için gösterilen gayretlerin tamamını kapsar. Oryantalizm bilhassa brüt politik iktidarla ilişkili gibi görünmeyen bir hitap şekli, fakat çeşitli iktidarların kuvvet farklarından doğan ve varlığını öylece sürdüren dengesiz bir alışveriş düzenidir. Bu alışveriş bir ölçüye kadar sömürge ve imparatorluk idarelerinde ol duğu gibi siyasal iktidarla; linguistik, mukayeseli anatomi yahut modem politik ilimlerden herhangi biri olarak geçerli ilimler ala nında entellektüel iktidarla; din, kanunlar, kıymet hükümleri, ulu sal zevk ve edebiyat alanında kültürel iktidarla; “Biz” ve “Onlar” esasına dayanan fikirler halkası içinde ahlâkî iktidarla sürer gider. Sonuçta benim Oryantalizm konusunda ileri sürdüğüm tez, onun kültür, politika ve moda modern aydın düşünceler çerçevesinde çok geniş bir alana yayıldığı fakat “bizim” dünyamızla gerçek “Doğu” arasında çok az ilişkili olduğu noktasında toplanmaktadır. Oryantalizm kültürel ve politik bir varlık olduğuna göre arşiv hâzinesinden yoksun boş bir alan değildir. Tam tersine, Doğu hak kında dünüşülmüş, söylenmiş hatta yapılmış her şey entellektüel bir yaklaşım içinde belirli kalıplara oturtulmuştur. Bu noktada çok çeşitli incelik ve nüans göze çarpar. Sözkonusu nüanslar bütünü sağlayan parçalar üzerinde ağır bir entellektüel baskı unsuru olur lar. Zannediyorum ki, hümanistlerin çoğu metinlerin ortaya koy duğu genel göstergelerden fazlası ile hoşnutluk duymaktadırlar. Kuralların ağırlığı, geçmiş nesillerin bıraktığı eserler, anlatım şekillrinde meydana gelmiş değişik stiller, araştırmacıyı olumlu yönde sınırlamaktadır. Bu olaya Walter Benjamin “Yaratıcılık prensibi adına üreticinin harcanması” adını veriyor... Bu prensibi ayrıca şair’in kendi eserini kendisinin doğurmuş olması ve eserinin kendi saf hayalhanesinden kopup gelmesi anlamını taşımaktadır. Bu arada genel kanıya göre siyasî kurumsal ve ideolojik sıkıntılar herkesin üzerinde olduğu gibi yazarın dünyasında da kötü etkiler bırakmaktadır. Bir hümanist Balzac’ı iyi anlayabilmek için, onun Comedie H um aine (İnsanlık Komedyası) isimli eserinde Geoffroy Saint-Hillaire ile Cuvier arasındaki anlaşmazlıktan etkilendi ğine parmak basabilir fakat aynı hümanist Balzac üzerindeki araş tırmasına devam ederken derin reaksiyoner monarşist görüşlerin onun dehasını gölgelediği fikrine sahip olarak bu konuyu incele meye değer bulmayabilir. Aynı şekilde —Harry Bracken’in de gösterdiği gibi— Locke, Hume ve amprizm tartışmasına giren fi lozoflar bu klasik yazarların felsefî doktrinleri ile ırkçı teoriler, kö leliğin savunması ve sömürgeciliğin çıkarları arasında paralellik bulunduğunu unutmuş gözükmektedirler. Bütün bunlar çağdaş bi limin saflığını koruyabilmesi için yeterli örneklerdir. Kültürün burnunu politika çamuruna sokmak için girişilen ça baların bazen acı sonuçlara ulaştığı görülmüştür. Çalıştığım konu da edebiyatın sosyal açıdan yorumlanması da bazı durumlarda ileri teknik analizlerle birlikte yürüyememiştir. Fakat şunu belirtebili rim ki genel edebî araştırmalar ve özel marksist teorisyenler bilim sel tarih metinlerinde yapısal özelliklerle temel özellikler arasın daki boşluğu doldurmada güçlük çekmemişlerdir. Bir başka çalış mamda kültürel ve edebî eserlerin genelde emperyalizm ile kültür ilişkilerini ciddi bir incelemeye tâbi tutmayı reddettiklerini dahi ileri sürmüştüm/9’ Oryantalizm bizi doğrudan doğruya bu konu nun içine çekmektedir. Siyasî emperyalizm araştırma, hayal gücü, bilimsel kurumlar konularında öylesine güçlü bir yönetim çarkı ça lıştırmaktadır ki bunu önleme ne tarih ne de bilim açısından müm kün değildir. Bunu böylece bilmeye mecburuz. Buna rağmen bü tün bunlardan kurtulmanın ezelî ve ebedî bir çaresi de vardır... Bir edebî araştırmalar uzmanı yahut bir filozofun, sadece edebiyat ve felsefe için yetiştirildiğini, politika ve ideolojik analizler için yetiştirilmediğini akıldan çıkarmamak gerekir. Aksi takdirde uzmanın ortaya koyduğu kanıtlar çok geniş ve benim için çok ciddi olan ay dın görüş açısının sınırlarını büyük ölçüde daraltacaktır. Öyle sanıyorum ki burada iki kısımdan oluşan basit bir cevap hazırlamak durumundayız. Konumuz en basit anlamda emperya lizm yahut kültür veya oryantalizmdir. Öncelikle ondokuzuncu yüzyılın bütün yazarlarının (daha önceki devirler de işin içine katı labilir. ..) yahut çoğunun imparatorluk kavramı içinde yaşadıkları nı bilmek zorundayız. Bu derinlemesine incelenmiş bir konu değil dir. Ancak Viktorya devrinin modem bir uzmanı olan John Stuart Mili; Matthew Arnold, Cariyle, Newman, Macaulay, Ruskin, George Eliot hatta Dickens gibi liberal kültürün büyük ustalarının ka falarında, ırklar ve emperyalizm konularında yerleşmiş fikirler ta şıdıklarını kabul edecektir. Eserler ortadadır. Ayrıca bir uzman, ör neğin M ill’in On Liberty (Özgürlük için...) ve Representative G ovem em ent (Temsilî Hükümet) isimli eserlerinde, fikirlerinin Hindistan’da uygulanamayacağını zira Hintlilerin uygarlıklarının geri, ırklarının gelişmemiş olduğunu açıkça yazdığını belirtebilecektir. (Üstelik Mili hayatının öemli bir kısımını devlet memuru Olarak Hindistanda geçirmişti...) Bu kitapta göstermeye çalıştı ğım gibi aynı çelişkileri Marks’ta da görmek mümkündür. Bir başka nokta: Emperyalizm görüntüsündeki politikanın edebî üretim, bilimsel çalışmalar, sosyal teoriler ve tarih yazmaları üzerinde ağır baskı uyguladığına inanmakla, kültürün giderek yozlaştığı ileri sürmek aynı şeyler değildir. Tam tersine: Bütün söylemek istediğim şey şudur ki, kültür ağır baskılar altında kalsa dahi yazarlar ve düşünce adamları üretimlerine devam edebilecek lerdir. Bu gerçeği farkettiğimiz zaman hegemonyanın neden inatçı ve sürekli olduğunu da anlayabileceğiz. İşte bu fikri Gramsci açık lıkla, Foucault ve Raymond Williams ise her biri kendi üsulleri ile gün ışığına çıkarımlardır. Williams, The Long Revolution’inin, (Uzun Devrim), Utilisation de I ’E mpire (İmparatorluğun Kulla nılışı) bahsinde sadece bir veya iki sayfa içinde, açığa vurabilmiştir. Ondokuzuncu yüzyılın tüm kültürel zenginliğini, uzun uzadıya verilecek tüm bilgilerden çok daha yararlı biçimde açıklığa kavuşturabilmiştir.(10) Bütün bu sebepler dolayısı ile oryantalizmi, kişisel yazarlar ve İngiltere, Fransa ve Amerika İmparatorluklarının oluşturduğu ge niş siyasal alan arasında dinamik bir alış-veriş olarak ele alıyorum. Beni bilim adamı olarak en çok ilgilendiren şey brüt siyasal ger çekler değildir. Fakat daha çok ayrıntılar üzerinde duruyorum. Me selâ Lane, Flaubert veya Renan gibi isimlerde ilgi çeken noktalar Doğu yahut Batı'nın üstünlüğü gibi tartışma götürmeyen gerçekler (onlar için) değil fakat eserlerini yazdıkları sırada, ayrıntıların üzerinde çekinmeden giriştikleri çarptırma ve saptırmalardır. Böylece yaratılan sahte gerçek, bazen eserin tamamını kapsayacak boyutlara ulaşıyor... Bir misal: Eğer Edward William Lane’in M anners a n d Customs o f M odem Egyptians (Modem Mısırlıların Gelenek ve Gö renekleri) isimli eseri tarih ve antropoloji araştırmaları klasikleri arasında sayılıyorsa bunun nedeni eserin stili ve çok zeki ve çok parlak detayları dolayısı iledir, yazarının ırkî üstünlüğünün basit bir sonucu değil... Oryantalizmin siyasal alanda ortaya koyduğu sorular şunlar dır: Oryantalist gelenek gibi bir emperyalist geleneğin meydana gelmesine yol açan diğer tip entellektüel, estetik, bilimsel ve kültü rel enerji kaynaklan nelerdir? Filoloji, sözlük bilim, tarih, biyoloji ve ekonomik teoriler, romanlar ve lirik şiirler, Oryantalizmin açık ça emperyalist olan dünyasmın fikirlerine nasıl yardımcı olmuş lardır? Oryantalizmin içinde meydana gelmiş değişmeler, düzen lemeler, incelemelerehatta devrimler nasıl varlık kazanmışlardır? Orijinalite’nin,devamlılığın hatta bireyselliğin bu görüş içindeki yeri nedir? Oryantalizm bir devirden diğerine nasıl geçiyor, yahut nasıl bir üretim yolu izliyor? Nihayet bir tarihî ve kültürel fenomen olan oryantalizmi “İnsanlığın” istekli bir eseri olarak nasıl incele yebiliriz. Hiç kuşkusuz bu inceleme sırasında onun tüm tarihsel kargaşalığı, detayları ve değer hükümleri göz önünde bulunduru lacak ve ayrıca külttürel çalışmalar, siyasal eğilimler, devlet ve egemenliğin özel gerçekleri dikkatlerden uzak tutulmayacaktır. Bu çeşit görüşlerle donanmış hümanist bir eser politika ve külütre sorumluluk bilinci içinde eğilebilir. Ancak bu demek değildir ki bu eser bilim ve politika arasındaki ilişkiler konusunda değiştirilmez bir kural ortaya koysun... Hayır, şunu belirtmek istiyorum ki bü tün hümanist araştırmalar İnsanî ilişkilerin gereklerini bilimsel bir görüş açısından ele almalı, konuyu ve tarihsel şartlan unutmamalı dır. 2. M etodoloji sorunu:Ö nceki eserlerimden birinde, İnsanî bilimler alanında bir hareket noktası bulmak ve formüle etmek, bir başlangıç prensibi yakalamak için metod’un ne ölçüde değer taşı dığına işaret etmiştim.1111Şunu öğrendim ki kolayca aktarılan ve basit kelimelerle anlaşılan bir başlangıçtan daha önemli hiçbir şey yoktur. Tüm araştırma projelerinde başlangıçta ortaya çıkacak zorlukları kolaylıkla hazmettirmenin yollarını aramalı, Oryantalizm’de olduğu kadar hiçbir çalışmamda bu kuralın gereğini bu de recede açıklıkla görmedim. (Başarılı veya başarısız olduğumu gerçekten söyleyemem...) Başlama düşüncesi veya başlama olayı herşeyden önce bir sı nırlandırmayı gerektirmektedir. Bu sınırlandırma büyük bir kütle nin çinden birşeyler ayırma ve bu ayrılan şeyle birşeyler gösterme dir. Bu ayrılan parça başlangıç noktası, ilk harekettir. Metinleri in celeyenler için başlangıçta getirilen bu sınırlamaya Louis Althusser “Problematik” adını veriyor. Sözkonusu varlık bir metnin ve ya bir grup metnin belirli, spesifik bir parçası aynı zamanda anali zin doğurduğu öncüsüdür.'12’Bununla birlikte Oryantalizm örne ğinde (Althusser’in incelediği Marks’ın metinlerinin tersine) sa dece hareket noktası veya “problematik”i bulmak değil, diğer yan dan incelemeye uygun biçimde metinleri, yazarları ve devirleri de bulmak gerekmiştir. Sanıyorum ki öncelikle oryantalizme ait bir tarih ansiklopedisi metni ortaya çıkarmanın hiçbir anlamı yoktur. Zira ilk düşündü ğüm konu “Avrupa’nın Doğu fikri”dir. Bu konuda elden geçecek malzeme sınırsızdır. İkinci bir nokta ise kendi yapısı işinde tarama modelinin tablosunu çizmeğe uğraştığım politik eğilimlere uygun düşmediğidir. Üçüncü bir nokta da şudur: Raymond Schvvab’ın Renaissance Orientale. (Doğu Rönesansı) Johann Fück’ün Die Arabischen Studien in Europa bis in den Anfang des 20. Jahrhunderts (Avrupada 20. Yüzyılın Başlarında Arapça Etütleri), da ha yakında yayınlanan Dorothee Metlitzki’nin (13) The Matter of Araby in Medieval Englandı (Ortaçağ İngilteresinde Arapçanın Değeri) isimli kitaplar zaten ansiklopedik çalışmalardır. Bu eser ler Avrupa ve Doğu arasındaki bazı ilişkileri ele alarak politik ve entellektüel alanda benim yaptığım gibi tenkit görevini yerine ge tirmektedirler. Geriye kalın ve tozlu arşivlerin kullanılabilecek kısımlarının elden geçirilmesi problemi kalıyor. Ortaya çıkarılacak şey belirli bir entellektüel sıralamaya tâbi olmalıdır. Gözü kapalı bir kronolo jik dizimlemenin hiçbir sonuca yaramayacağını ifade etmek isti yorum. Benim yola çıktığım nokta İngilizlerin, Fransızların ve Amerikalıların geniş anlamda Oryantalizm kelimesi ile ne anlat maya çalıştıklarıdır. Oryantalizmin karakterini ortaya koyan tarih sel ve entellektüel gerçeklerdir. Yukarıda anlatmaya çalıştığım sebeplerden dolayı bütün bu sorunların tamamını İngilizlerin, Fransızların ve Amerikalıların Doğu hakkmdaki düşünceleri ile sınırlamayı düşündüm. Bu ülke ler Arap ve İslâm dünyasında uzun süre yaşamışlar ve en az bin yıla yakın bir zaman birimi içinde buralarda temsil edilmişlerdir. Arab ve İslâm dünyası ileri sürüldüğü anda Doğu'da Hindistan, Japonya, Çin ve Uzakdoğu'nun daha pek çok ülkesi olmak üzere büyük bir kısım konu dışında kalıyor. Ancak bu ülkeler hakkındaki Batı'nın görüşü Yakın-Doğu ve İslâm hakkındaki görüşü ile aynı paralelde değildir: O ayrı bir konu teşkil ediyor. Bununla birlikte Avrupa’mn Doğu üzerindeki çıkarlarının ge nel tarihi incelenirken bazen Mısır, Suriye ve Arabistan gibi bölge ler, Avrupa’nın İran ve Hindistan gibi uzak ülkelerdeki davranışla rı göz önünde bulundurulmadan incelenemez. Mısır ve Hindistan arasındaki münasebetler onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıl İngilteresi hakkında mükemmel bir örnek teşkil etmektedir. Aynı şekil de Zend-Avesta’nın sırlarının çözülmesinde Fransa’nın oynadığı rolü farketmek sözkonusu dikkate bağlıdır. Ondokuzuncu yüzyı lın ilk on yılı içinde Paris, Sanskrit dilinde yürütülen her türlü çalış manın yegane merkezi olmuştu. Unutmayalım ki Napolyon İngilizlerin Hindistan'da oynadıkları rolü bildiği için Doğu araştırma larına değer vermişti. Uzak Doğu'yu ilgilendiren bütün bu çıkar ilişkileri Fransa'nın Orta-Doğu, İslâm ve Arab ülkelerindeki çıkar larını doğrudan doğruya etkilemiştir. Büyük Britanya ve Fransa Akdeniz’de onyedinci yüzyılın son larından itibaren öne geçmeye başlamışlardı. Ancak bu noktada geliştirmeye çalıştığım görüşlerimin iki konuyu gölgede bırakma sı gerekmektedir: (a) Almanya’nın, İtalya’nın, Rusya’nın, İspanya’nın ve Portekiz’in Oryantalizme büyük ölçüde katkıda bulun dukları unutulmamalıdır, (b) Rahip Lowth, Eichhom, Herder ve Michaelis gibi öncülerin özellikle dinsel metinler üzerindeki dev rimci çalışmaları gözlerden uzak düşmemelidir. Bu eserler ondokozunucu yüzyıl Oryantalizmine büyük ölçüde güç kazandırmış lardır. İlk ağızda çalışmamın önemli bir bölümünü önce İngiliz ve Fransızların, daha sonra Amerikalıların getirdikleri malzemenin üzerinde topladım. Zira bana öyle görünüyor ki bu iki ülke sadece Doğu'nun ve Doğubilimin öncüleri değil aynı zamanda hiçbir tar tışmaya yer vermeyecek biçimde öncü durumlarını uzun süre ko ruyan ülkelerdir. Zira her iki ülke yirminci yüzyıla gelmeden önce tarihin iki büyük sömürge alanına sahip bulunuyordu. Amerikalı lar ikinci dünya savaşından sonra, öyle sanıyorum ki tamamı ile bi linçli olarak iki büyük Avrupa gücünün açık bıraktığı noktalara sessizce kaymışlardır. Ve yine sanıyorum ki gerçek üstünlükleri, tutarlıyapıları ve bilimsel ağırlıkları ile İngiliz, Fransız ve Ameri kalıların Doğu üzerine ortaya koydukları eserler, Almanya, İtalya, Rusya ve diğer ülkelerde meydana getirilen önemli çalışmaları ge ride bırakır. Bununla birlikte Doğu araştırmalarında isim yapmış bazı eserlerin önce İngiltere yahut Fransa’da başlatıldığı fakat da ha sonra Almanlar tarafından geliştirildiği bilinmektedir. Örneğin Silvestre de Sacy sadece İslâm, Arab edebiyatı, Dürzü lerin dini ve Sasanî İran üzerine çalışmış Avrupa’nın ilk modern profesyonel Doğubilimcisi değil aynı zamanda Champollion ve Franz Bopp’un önderi ve Alman mukayeseli linguistik ilminin de kuru cusudur. Öncü ve üstün olma hakkım aynı şekilde Williams Jones ve Edvvard William Lane’e de tanıyabiliriz. Bir başka nokta: —ki bu alan benim oryantalizm etüdümün önemli boşluklarını dolduruyor— Son yıllarda, modern oryanta lizm adını verdiğim devreye kadar gelen zaman içinde, erken devir İncil araştırmalarının üzerinde önemli eserler ortaya konmuştur. Bu eserlerin içinde en iyi olanı ve bize en canlı ışık getireni E. S Shaffer’in Kubla Khan a n d the Fail o f 'Jerusalem: (Kubla Han ve Kudüs’ünDüşüşü) adını taşıyan çalışmadır.'ll4) Bu kitap Coleridge, Browning ve George Eliot’un eserlerinde görülen romantiz min ve entallektüel hareketin kaynakları konusunda çok değerli bilgiler vermektedir. Shaffer’in eseri bir ölçüye kadar Schwab ta rafından çizilen ana çizgilerin geliştirilmesidir. Shaffer Alman kitab-ı mukaddes uzmanlarında görülen uygun malzemelerin yardı mı ile kitabını yazmış ve bunları değerlendirmede üç büyük İngiliz yazarından akıllı ve ilginç biçimde yararlanmıştır. Bununla birlik te bu kitap Oryantalizme malzeme vermiş Fransız ve İngiliz yazar larının politik ve ideolojik esinlemelerinden yoksun görünüyor. Ayrıca Shaffer’in yapmadığı biçimde ben Oryantalizmin son de virlerini üniversiter olduğu kadar edebî açıdan da ele aldım. Bir ta raftan İngiliz Oryantalizmi ile Fransız Oryantalizmi arasındaki ilişkileri incelerken diğer yandan açıkça sömürgecilik eğilimleri taşıyan oryantalizm dikkatimi çekti. Eskiden beri var olan bütün bu tezlerin İkinci dünya savaşından sonra Amerikan oryantaliz minde nasıl geliştiğini göstermek istiyorum. Bununla birlikte çalışmam insanı yanıltıcı bir görüntü taşıya bilir; zaman zaman verdiğim bazı referansların dışında Silvestre de Sacy’nin açtığı dönemden sonra Alman bilginlerinin önayak ol dukları gelişmelere dair fazla bilgi vermedim. Akademik anlamda Oryantalizmi aramaya yönelik çalışmalar eğer Steinthal, Max Müller, Becker, Goldziher, Brockelman, Nöldeke gibi isimlere dikkati çekmiyorsa eksik sayılmalıdır.-Ancak bir avuç isim say dım ...- Sözkonusu bilginlerin ondokuzuncu yüzyılın ortalarmda Alman bilim hayatına getirdikleri büyük değerleri yeteri kadar ele alamadığım için üzgünüm. George Eliot tanımadığı İngiliz bilgile rine değer vermiyordu. Middlemarchta çizdiği Mr.. Casaubon portresini unutamıyorum.05’ George Eliot, romanın geçtiği 1830 yıllarında Alman bilgeli ğinin Avrupa’da zirvenin ucuna geldiğini ileri sürerken haksız de ğildi. Ancak ondokuzuncu yüzyılın ilk yılları içinde bu bilgelik hiçbir zaman “Oryantalistlerle” ve “ulusal” çıkarları ile sıkı ilişki ler içinde yürümemiştir. İngiltere ve Fransa’nın Hindistanda, Doğu'da ve Kuzey Afrika'daki varlığını hatırlatacak hiçbir olgu yok tu. Almanya’da üstelik Almanlar için Doğu her zaman klasik sayıl mıştır. Alman lirik şiiri Doğu'dan kaynaklanmış, Doğu üzerine geniş hayaller kurulmuş, romanlar yazılmış ancak Doğu hiçbir zaman Chateaubriand, Lane, Lamartine, Burton, Disraeli yahut Nerval’in Suriye ve Mısır’ı kadar gerçek olmamıştır. Bu yüzden Geothe’nin Westöstlicher D hvan (Doğu-Batı Divanı) ve Friederıch Schlegel’in Über die Sprache u n d Wevsheit der İndier (Hintlilerin Dilleri ve Felsefeleri Üzerine) gibi Doğu hakkında yazılmış iki şöhretli eser aslında Ren nehri üzerinde yapılmış birkaç gezinti ve Paris kütüphanelerinde geçirilmiş uzun saatlere bağlı kalmıştır. Alman bilgeliğinin ortaya koyduğu çalışmalar genellikle İmpara torluk İngiltere ve Fransa’sının Doğu'dan getirdiği metinlerin üze rindeki uğraşılar, fikirler, hikaye ve ideolojiler çerçevesini aşama mış bu malzemenin geliştirilmesine yaramıştır. Buna rağmen Alman Oryantalizminin önce İngiliz-Fransız ve daha sonra Amerikan Oryantalizmi ile taşıdığı ortak nokta Batı kültürü içinde Doğu'da kurulmuş bir cins “otorite”dir. Bu otorite her türlü Oryantalizm tarifinin büyük bir kısmını içine alır ve şu sı rada bizim konumuzun tamamını teşkil eder. Sadece “ Oryanta l i z m kelimesi dahi ciddi bir uzmanlık ifadesi taşımaktadır. Or yantalizmi modem Amerikan Sosyal Bilimlerine uyguladığım sı rada (Bu deyimin klasik kullanılışı değil, zira bu araştırmacılar or yantalist olarak tanınmıyorlar...) üzerinde durduğum tek amaç, Ortadoğu mes’eleleri uzmanlarının dikkatlerini Ondokuzuncu yüzyıl Avrupa oryantalistlerinin henüz yaşayan entellektüel izleri üzerine çekmektedir. Otorite’nin gizli kapaklı yahut tabiî olan hiçbir yanı yoktur. Kurulmuş, yaygınlaştırılmış, kökleştirilmiştir. Bir araçtır. İkna edicidir. Bir statüsü vardır. Zevk ve değerler geliştirir. Doğru ve geleneksel olduğunu ileri sürerek yarattığı, aktardığı ve ürettiği düşünce ve inançlarından genellikle hiç ayrı düşünülemez... Her şeyin üzerinde otorite analiz edilebilir ve edilmelidir de... Otori te’nin bütün bu sıfatları oryantalizme tatbik edilebilir. Bu eserde üzerinde durduğum amaçlarımdan biri Oryantalizmin tarihi otori tesini açığa çıkarmak ve Oryantalizmin içinde otorite kurmuş kişi leri tanıtmaktır. Sözkonusu otorite’nin incelenmesi için önemli metodolojik araçlarımdan biri Localisation Strategique (Stratejik Yerleş m edir. Bu metod bir metin yazarının,kullandığı doğu malzemesi ile kendi arasındaki karşılıklı durumu inceler. Diğer bir metodolo jik araç ise Formation Strategique{ Stratejik formasyon)dur. Bu da metinlerin kendi aralarında incelenmesidir. Bir metnin yahut bir metin grubunun tipi, cinsi, kütleye etki şekli, yoğunluğu ve refe rans gücü sözkonusu metodun üzerinde durduğu ayrıntılardır. Do ğu’yu ele alan bütün yazarların karşılaştıkları problemleri tanımak için sadece bu strateji kavramını kullanmak istiyorum. Başdöndürücü boyutlardan, genişlik ve esneklikten kurtulmak, bunların ara sında boğulmamak yahut bunlara yenik düşmemek için nasıl bir yol seçmeli, ne yapmalı?.. Doğu hakkında yazı yazanlar önce şuna dikkat etmeli: Metne yansıyan yerleşme metodu; kabul edilen araştırma şekli, meydana getirilen yapının tipi, çizilen resimler,te malar ve metnin içinde dağınık duran motiflerdenmeydana gel mektedir. Bütün bu elemanlar okuyucuya Doğu'yu yakalama im kânını verecek ve o sırada Doğu kendi ağızından konuşmaya baş layacaktır. Buna rağmen olayın hiçbir yönü karanlıkta kalmaya caktır. Doğu'dan söz açan bütün yazarlar (Homere bile...) önyar gılarla yola çıkarlar, daima dayandıkları ve bütün referanslarına kaynak saydıkları tek ölçü hayalleridir. Üstelik Doğu'ya ait bütün eserler; diğer eserlere, halk yığınla rına, kurumlara, hatta Doğu'nun kendisine bağlı kalmaktadır. Bu eserler, halk ve Doğu'nun bazı özel durumları gibi analiz edilebile cek karakter taşır. Örneğin filolojik etütler, antolojiler, Doğu ede biyatından aktarılmış metinler, seyahat notlan, hayal gücü ile üre tilmiş metinler her an meraklı sonuçlar verecek incelemelere konu olabilirler. Bu yazıların zaman içindeki yerleri, hitabete konu oluş şekilleri, kurumlara, okullara, kütüphanelere, dış işleri bakanlıkla rına sağladıkları faydalar h£p birlikte büyük bir güç kaynağı mey dana getirmektedir. Ümit ediyorum ki otorite konusunda gösterdiğim titizlik or yantalist metinlerin gizli sırlarını açığa çıkarmada zorluklar yarat masın. Ancak önemli olan yine bu metinlerde takdim şekli ve met nin dış yüzüdür. Bu fikrin üzerinde yeteri kadar durulmuş olduğu nu sanmıyorum. Oryantalizm aslında dış dünyaya daha çok değer vermektedir, daha açık bir deyimle şair veya bilgin olarak Doğubilimci Doğu'dan söz açarken onun sırlarını Batı'ya yarar bir biçimde ele almakta ve Batı için konuşturmaktadır. Söylediklerinin içinde Doğu hiçbir zaman ön plana geçmez. Hiçbir zaman ilk sebep ola rak görünmez. Bütün anlattıkları, bütün yazdıkları sanki anlatıl mak ve yazılmak için düşünülmüş gibidir. Yazar daima Doğu'nun dışındadır, hem maddesi ve hem mânâsı ile anlattığı dünyanın ada mı değildir. Bu “dışarda oluşun” başlıca üretimi tabi atı ile sadece bir “takdim”dir. Eschyle’in Les Perses: İranlılar”ından beri Doğu uzak bir tehlike olmaktan çıkmış ,her an ailevî yakınlıklarla ortaya çıkabilecek yakın bir tehdid olmuştur. (Eschyle için matemde bir kadın kalbi...) “İranlılar"nn dramatik takdim şekli bütün ağırlığı ile “Doğu”lu olmayan bir yazarın Doğu üzerine yarattığı sembol dür. Oryantalist metinler üzerinde yaptığım araştırma böylece “Takdim” şekillerinde gizli duran görünmez varsayımlara parmak basmaktadır. Sözkonusu “takdim” şekillerinin Doğu'nun tabiî gö rüntüsü ile uzaktan yakmdan hiçbir ilgisi yoktur. Metinlerde göze çarpan bu temel karakter özellikle tarih yazıları, filolojik analizler, siyaset araştırmalarında tüm açıklığı ile belirir. San’at gücü taşıyan metinler ise bundan daha az etkilenirler. Önemli olan takdim’in as lına uygun oluşu yahut gerçeğe yakınlığı değil yazarın stili, konuş turulanların kişiliği, güdülen yol, araştırma usûlleri ve tarihî ve sosyal şartlardır. “Takdim”i oluşturan itici güç, daima basit gerçeğin şu veya bu şeklidir. Eğer Doğu kendi kendisini takdim edebilseydi herhalde sonuç başka türlü olurdu. Ama yapamamaktadır. Bu çalışma Batı'lılar tarafından yürütülür. Ve böylece “takdim” Batı'lılarm hesa bına çalışır. Doğu böylece daima zarardadır. Marks D ix-huit Brum aire de Louis Banoperte ( Louis Bonaparte’ın Onsekiz Brumaire’i) nde: “Sie können sicb nicht vertreten, sie müssen vertreten inerden” diyor. Bu şu demektir: “Kendilerini takdim et miyorlar, takdim edilmek zorundalar. “Dış yüz” üzerinde ısrar edişimin bir nedeni daha var. Öyle sa nıyorum ki şu noktayı açıkça belirtmek gerekir: Kültüreli lişkilerde ve bir kültürün iç münasebetlerinde en fazla geçerli olan “ger çekten” ziyade bu gerçeğin “takdimi*dir. Bir kere daha göster mede fayda vardır ki sadece konuşulan dil dahi anlatım usûlleri içinde çok çeşitli yollara baş vuran, hedef gösteren, mesaj ve haber alışverişini gerçekleştiren, sıkıca organize olmuş ve belirli kalıpla ra oturtulmuş bir sistemdir. Yazılı dillerin cümlesi en azından sa dece bir varlık,değil fakat bir birikimler halkası, bir yaşayan varlık ve kısaca bir takdimdir. Doğu üzerine yazılmış bir yazının değeri, tesiri, gücü ve gerçeğe yakın oluşu çok dar ölçülerde Doğu'nun ger çek yüzüne dayanmaktadır. Bu tip metinler Doğu’yu daha çok araç olarak kullanmayı yeğ tutuyor... Tam tersine metinler okuycuyu gerçeklerden uzalaştırmaya, olayın dışına çekmeye ve sisli bir “Doğu” resmini onun kafasına sokmaya yöneliktir. Dolayısı ile bütün Oryantalizm faaliyeti, genelde Doğu'dan kaynaklandığı halde Doğu'yu belirli bir mesafe içinde tutmayı uy gun görmektedir. En dar anlamda Oryantalizm Doğu'dan çok Batı'ya bağlıdır. Bu bağlılığı Batı'nın çeşitli teknikleri yaratır. Böylece Doğu, açık seçik ve nutuklarda yer aldığı şekli ile ve Batı'nın takdimi ile ortaya çıkar. Bu takdim sonuç olarak kurumlara, gele neklere, kurallara, andlaşmalara bağlı kalmakta ve daha yakın gö rünmektedir. Doğu'yu takdim şekli onsekizinci yüzyılın son yıllarından son ra değişmiştir. (Bu noktada benim modern oryantalizm adını verdiğim konuyu gözden uzak tutmamakgerekecektir) Oryantaliz min alanı son devrede alabildiğine genişlemiştir. William Jones ve Anquetil-Duperron’a göre Napolyon’un Mısır seferinden sonra Avrupa’nın Doğu üzerindeki düşünceleri daha ileri ölçülerde bili me yönelmiş ve bu faaliyet yeni otorite ve disiplin kazanarak o ana kadar ulaşamadığı bir noktaya varmıştır. Fakat yine de önemli olan Doğu'yu kabul etmek için geliştirilen yeni usûller ve çok ileri ölçü lere kadar götürülen yeni tekniklerdir. Onsekizinci yüzyılın biti minde ise Doğu kesinlikle konuştuğu dilleri ile öne geçmeye başlamıştıra. Bu diller tarihte en eski çağlara kadar uzanmaktadır (İbranice gibi.. ,).Bu konuyu da yine bir grup Avrupalı keşfetmiş, diğer bilginlere aktarmış ve bu bilgiye yeni bir bilim dalı olarak sahip çıkmıştır. Endo-Europeen filoloji adı ile ortaya çıkan yeni ve güç lü bilim Doğu'yu bu defa dil açısından incelemeye yönelmiş ve Fo- ucault’un “Mots et les Choses: Kelimeler ve Eşyalar” isimli eserin de belirttiği gibi bu ilim bir seri bilimsel ilişkiler zincirinin ilk hal kasını teşki etmiştir. William Beckford, Byron, Goethe ve Hugo san’atları ile Doğu'yu yeniden kurmuşlar, yarattıkları şekiller, ritm ve motifleri ile Doğu'nun renklerini, ışıklarını ve halklarını yeni den gözler önüne sermişlerdir. Oryantalizm bir Batı ürünü olarak bazen daha ileri biçimde kendisini yaratan kültürün ihtiyaçlarına cevap vermiştir. Böylece Oryantalizmin tarihi içinde bir taraftan güçlü bir iç ahenk,diğer ta raftan kendisini çevreleyen kültürle kuvvetli bir beraberlik göze çarpmaktadır. Analizlerimde bu alanın formlarını, iç organizasyo nunu, öncülerini, başlıca otoritelerini, klasik metinlerini, inançla rına bağlı düşüncelerini, üzerinde durduğu figürlerini, taraftarları nı, yorumcularını ve yeni kuşaklarını göstermeyi denedim. Aynı zamanda Oryantalizmin “kuvvetli fikirleri”, doktrin ve kültürel eğilimleri nasıl kabul ettiğini ve çoğu zaman kendisinden esinle nen bu hareketleri nasıl karşıladığını açıklamak istedim. Böylece Oryantalizm geçmişi ve yaşadığı zamanı ile ortaya çıktı. Bir dil Or yantalizmi, bir Freud Oryantalizmi, bir Spengler Oryantalizmi, bir Darwin Oryantalizmi ve bir ırkçı Oryantalizm artık yabancımız değildir. Bununla birlikte saf Doğu'nun hiçbir zaman var olmadığı nı öğrendik Yahut en azından şartlanmamış bir Doğu'nun varlığına şahit olamadık. Aynı şekilde Oryantalizmin maddi olmayan hiçbir şekline rastlanmamıştır. Doğu'da masum bir küçük “fikir” dahi yer tutmamıştır. Doğu'da fikirler hareketlerden ayrılamazlar. Düşünce tarihi yazarlarından ayrıldığım nokta, üzerinde ısrar la durduğum görüşlerim ve bunların metodolojik sonuçlarıdır. As lında oryantalist konuşmaların çevresinde dolaştıkları ana temel bunların gelişme şekilleri ve özellikle maddî tesirleri düşünce tari hi ile ilgili kişilerin hiç ele almadıklanı konulardır. Bu ana temel ve bu maddî tesir incelenmeden Oryantalizm diğerleri gibi bir fikir ol maktan öteye geçemez. Halbuki Oryantalizm böyle bir görüntü nün çok uzağındadır ve uzağında olmaya devam etmektedir. Bu nedenle sadece bilimsel eserlerin ele alınmasını değil ;aynı zaman da edebî metinlerin, siyasî yazıların, gazete makalelerinin, gezi notlarının ve dinî ve filolojik araştırmaların da incelenmesini isti yorum. Bir başka deyimle kendimi tarihî ve “antropolojik” bir ça lışmaya adamış bulunuyorum. Ve biliyorum ki dünyadaki bütün metinler, tarihten gelen zaman ve mekan farkları içinde değişik du rumlar ve değişik şartların ürünleridir. Bununla birlikte eserinden çok faydalandığım Michel Foucault’tan bir noktada ayrılıyorum: Sanıyorum ki Oryantalizmin esa sını teşkil eden kollektif ve anonim eserler üzerinde kişisel yazar ların etkileri daha fazla oluyor. İncelediğim pek çok metin bende şu kanıyı uyandırdı ki, yazarların çoğu birbirlerinden durmaksızın aktarmalar yapıyorlar. Oryantalizm böylece herşeyden ileri ölçü lerde bir yazarlar ve eserler bütünü sayılmalıdır. Lane’in M anners a n d Custom s o f the M odem Egyptians\s\m\i eseri Nerval, Flaubert ve Richard Burton gibi pek değişik kişilerce okunmuş ve tartı şılmıştır. Bu kitap otorite sayılmaktadır. Sadece Mısır değil Doğu hakkında yazan ve düşünen herkes için kullanılması mutlaka ge rekli bir eserdir. Nevral “Modem Egyptian”ı kelime kelime akta rırken Lane’in kudretine ve bilgisine başvuruyor, fakat bir Mısır köyünü değil bir Suriye köyünü anlatıyordu. Lane bu kudrete sa hipti. Aslında güç kaynağı Oryantalizm’dir. Oryantalizm her an yeni bir referans eserine yol açabilecek karakter taşımaktadır. Bu nunla beraber eserinin ana hatlarını anlamadan Lane’in güçlü ka rakterini bulup çıkarmanın da imkânı yoktur. Bu gerçek Renan, Silvestre de Sacy, Lamartine, Schlegel ve önemli bir grup yazar için de geçerlidir. Foucault genelde metin yahut kişisel bir yazarın daha az önemli olduğunu düşünmektedir. Tecrübe bana Oryanta lizm konusunda durumun böyle olmadığını gösterdi. (Belki başka hiçbir yerde böyle değildir...) Dolayısı ile incelediğim metinlerde, yazar ile metin arasındaki ilişkileri bulup ortaya koymak ve metnin genel görünümünü daha sonra ele almak amacını taşıyorum. Bununla birlikte bu kitap çok yaygm bir yazarlar dünyasını he def tutmakla beraber, henüz Oryantalizmin tam bir tarihi veya ge niş bir muhasebesi olmaktan uzaktır. Bu eksikliğin farkındayım. Oryantalizm çok sıkı dokunmuş kumaşı ile varlığını korumakta ve Batı dünyasına hizmetini yürütmektedir. Benim bütün yaptığım şey bu kumaşın çeşitli zamanlarda aldığı değişik şekilleri ortaya koymak ve değişik yüzleri, ayrıntıları, yazıları ve meraklı olayları açığa çıkarmak olmuştur. Düşündüğüm zaman şu sonuca varıyo rum ki bu kitap bir başlangıçtır, hiç kuşkusuz bilginler ve yazarlar diğerlerini de yazmaya heves edeceklerdir. Emperyalizm ve kültür üzerine genel bir inceleme gün ışığına çıkacağı zamanı bekliyor. Oryantalizm ve pedagoji arasındaki ilişkileri derinlemesine araş tırmak gerekir. Aynı şekilde İtalyan, Hollanda, Alman ve İsviçre Oryantalizm’lerini karşılıklı incelemeli... Bilim ve bilimsel hayal arasındaki münasebet çizgisini ele almalı... Yönetim kavramları ile entellektüel hayatın nasıl birleştiği üzerinde durmalı. Belki şu sırada yapılacak en önemli araştırma Oryantalizmin yerine neyin geçebileceğini düşünmektir. Diğer kültürler ve diğer halklar baskı ve yönetme emeli taşımadan hür ve bağımsız bir görüş açısı ile na sıl incelenebilir? Ancak bütün bunlardan önce “bilmek” ve “yapa bilmek” arasındaki tüm karışık problemleri yeniden düşünmek ge rekecektir. Bu kitapta üzülerek yerine getiremediğimiz görevler bunlardır. Belki kendimi öne süreceğim,fakat kitapla ilgili ikinci görü şüm şudur: Bu eseri birkaç okuyucu kategorisine göre düşündüm. Edebiyat ve edebî tenkit meraklıları için Oryantalizm mükemmel bir toplumlararası ilişkiler, tarih ve metinler hâzinesidir. Üstelik Doğu'nun Batı kültürü içinde oynadığı rol, Oryantalizmi ideoloji, politika, yönetim mantığı gibi çok çeşitli konuların içine çekmek tedir. Sanıyorum ki bu konular edebiyat dünyası içinde oldukça il"i çekici bölümler sayılabilir. Bugün Doğu'yu inceleyenleri, üni versite çevrelerini ve politik esinlemeleri düşündüğüm sırada iki amaç gözlüyorum. Önce onlara hangi entellektüel kökene dayan dıklarını göstermek istiyorum. Daha sonra çalışmalarının büyük bir bölümünü teşkil eden konulara dikkatlerini çekerek henüz hiç tartışılmamış ve öylece kabul edilmiş bazı noktalara parmak bas mak istiyorum. Böylece ümit ediyorum ki tartışmalara yol açabile ceğim. .. Uzman olma, bu kitabı okuyan bir kişi, uzman olmasa da hi dikkatini her an canlı tutabilecek çeşitli konulara rastlayacaktır. Sadece Batı'nın Doğu'yu nasıl gördüğünü öğrenmiş olmayacak, aynı zamanda Batı kültürünün Vico tarafından “Milletler Dünya sı” şeklinde anılan diğer bölgede ne değer taşıdığını da farkedecektir. Nihayet bu inceleme, özellikle üçüncü dünya okuyucusunu gerçeklere bir adım daha yaklaştıracaktır. Okuyucu eserde sadece Batı politikasını ve bu politikanın içinde yer aldığı halde batılı ol mayan dünyayı değil,fakat Batı'nın kültürel hitap gücünü de farkedecektir. Bu güç çok yanlış olarak bu güne kadar ancak bir dekor veya bir dış yüzey gücü olarak düşünülmüştü. Burada kültürel üs tünlüğün yıkıcı yapısını yeteri kadar açığa çıkarabildiğimi sanıyo rum. Özellikle uzun süre sömürge yönetimi altında yaşamış halk lara bu yapının tehlikelerini göstermeye çalışıyor ve bu tehlikenin ne kendileri için ne de başkaları için henüz ortadan kalkmamış ol duğuna işaret etmek istiyorum. Bu kitabı üç kısım ve onbir bölüme ayırdım. Konuyu mümkün olduğu kadar kolay anlaşılır şekle sokmayı denedim. “Oryanta lizm in A la n ı”adını taşıyan ilk kısım zaman ve tarihsel tecrübe içinde Oryantalizmin geniş bir tablosunu çizerek aynı zamanda onun felsefî ve politik motiflerini ele alır. ‘‘S ağlam ve Yeniden Sağlamlaştırılmış Oryantalizm"nâmı taşıyan ikinci kısım ise mordem oryantalizmin gelişim çizgisini in celemeyi hedef tutar. Bu kısımda bir kronoloji izlenerek şairlerin, sıuı’atkârların ve bir ölçüde değer taşıyan bilginlerin eserlerinde yer alan ortak noktalar araştırılır. “B u gü nkü O ryantalizm ” başlığı altında gelişen üçüncü kı sım ise önceki Oryantalizmin bittiği yerden, yani 1870’lerden baş lar. Bu devir İkinci Dünya savaşı ile en yüksek noktasına ulaşan Doğu'nun büyük sömürgecilik çağıdır. Üçüncü kısmın son bölü mü, hegemonya’nın İngilizlerin ve Fransızların ellerinden Ameri kalıların ellerine nasıl geçtiğini anlatır. Bu noktada günümüzde entellektüel ve sosyal gerçekleri içinde Amerikan oryantalizminin tablosunu çizmeyi deneyeceğim. 3 Kişisel Boyutlar:Gramsci Hapishane Defterlerinde, şöyle der: “Eleştirmenin hareket noktası bir çeşit gerçeği arama, yani "kendini tanıma”dır. Geçmiş günlerin insan üzerinde bıraktığı sa yısız izler, tarihî bir birikim olarak üzerinde dikkatle durmayı ge rektirir. Bir esere başlamadan önce bu birikimin envanterini yapmalı.”(16, Bu incelemenin içinde kendi kişisel duygularım şöylece geliş ti: İki İngiliz kolonisinde büyüdüm ve bir “Doğu'lu” olduğumu öğ rendim. Filistin ve Mısır olmak üzere bu kolonilerde ve daha sonra Birleşik Amerika’da aldığım kültür tamamı ile Batı'lı oldu. Bunun la birlikte eski duyguları kalbimin derinliklerinde saklamaya de vam ettim. Oryantalizmi incelerken biraz da gerilerde kalmış bu izleri hatırlamaya çalışıyorum. Her doğulu üzerinde ağır bir yük olarak sözkonusu kültürel baskıyı taşımaya devam etmektedir. Bu nedenle bütün dikkatimi İslâm Doğu üzerine çevirmiş bulunuyo rum. Gramsci’nin bahsettiği envanteri yerine getirip getirememiş olduğumu ileri sürmek bana düşmez. Ancak bu envanteri yapma nın ne derecede önem taşıdığını farkettim. Bütün çalışma boyunca gücümü ve kuvvetimi son noktasına kadar harcayarak yapabildi ğim kadar bir “eleştiri” ruhunu canlı tutmaya gayret gösterdim. Eğitim düzeyimin mutlu bir sonuçla bana bahşettiği bütün imkânlarımı kullanarak tarihî, hümanist ve kültürel tüm araçlarım dan sonuna kadar faydalandım. Bütün bunların yanında bir Do ğu lunun kültürel gerçekleri asla unutulanlar arasına girmedi. Na sıl bir insan isem eserimi öylece verdim. Böyle bir çalışmanın gerçekleşmesine yol açan tarihî şartlar ol dukça karışıktır. Onları şematik bir düzene tâbi tuttum. Elli yılla rından sonra Batı'da, özellikle Birleşik Amerika'da yaşayan her in san Doğu-Batı ilişkilerinin en kızgın bir dönemine tanık olmuştur. Bu sırada Batı için “Doğu” büyük bir tehlike kaynağı idi. Özellikle geleneksel Doğu ve Rusya başlıca kuşku odakları siyiliyordu. Üni versitelerde bu amaçla jeğitim programları hazırlanıyor, öğrenci kuruluşlarında Doğu kültürleri ulusal politikaların bir bölümü ola rak inceleniyordu. Birleşik Amerika Doğu'ya özel bir ilgi gösteri yordu. Amerikalılar Doğu'yu geleneksel ve egzotik açıdan değil stratejik ve ekonomik değeri ile görüyorlardı. Elektronik çağın eşi ğinde yaşayan Batı vatandaşı için artık Dünya bîlirimedik bir geze gen olmaktan çıkacaksa bu çabada Doğu'nun büyük payı buluna cağı anlaşılıyordu. Doğu bir mitolojik varlık olmaktan gittikçe uzaklaşıyordu. Bu varlığın içinde Batılılann ve özellikle Amerika lıların vazgeçilmez çıkarları yer alıyordu. “Modemizm” öncesi elektronik çağın özelliklerinden biri Do ğu'yu anlatan önyargıların daha da güçlenişidir. Televizyon, sine ma ve tüm mas media (toplum haberleşme araçları) haberleri git tikçe daha küçük kalıpların içine zorla sokmaktadırlar. Doğu'yu il gilendiren her haber sözkonusu küçük kalıpların ve önyargıların daha ileri ölçüler içinde sağlamlaşmasına yol açmakta, ondokuzuncu yüzyılda üniversiteleri meşgul eden, hayallere hayaller ka tan “Esrarengiz Doğu” tablosu yine bütün gücü ile yaşamaktadır. Bu olay Doğu'nun hiçbir yanında Ortadoğuda olduğu kadar açık ve seçik değildir. Arapları ve İslâm’ı demagoji’ye yaklaştıracak ka dar kuvvetle politikleştirmek için üç basit eleman yeterli olmuştur: («^Oryantalizmin tarihine derhal yansıyacak şekilde Batı'da anti-Arab ve anti- İslâm önyargıların genel halk tarihi, (b) Arablar ve İsrail siyonizmi arasındaki mücadele; bu çatışmanın Amerikan Yahudileri arasındaki tesirleri ve daha umumi olarak liberal kültür ve halk yığınları üzerindeki etkisi, fe)N e Arablarve İslâm’ı tanı yacak ne de bunlar hakkında hür tartışmaya yol açacak en ufak bir kültürel davranış niyetinin bulunmayışı. Şunu da ilave etmek lü zumludur ki, şu sırad Ortadoğu mes’eleleri büyük devletlerin çı karları, petrol ekonomisi, hürriyet ve demokrasiye susamış İsrail ile, totaliter ve terörist kafalı Arab milleti arasındaki farklarla öyle sine karmaşık bir duruma girmiştir ki, Orta- Doğu sözkonusu ol duğu zaman neden bahsedildiğini anlamak şansa bağlıdır. Bütün kargaşalıklar bu kaynaktan doğuyor. Bu kitabı yazmaya beni iten sebeplerden bir diğeri de şahsî tecrübelerimdir. Filistinli bir Arab’ın Batı'da, özellikle Amerika’da yaşaması hiç de kolay değildir, cesaret kırıcıdır. Bu kişi herşeyden önce katı bir gerçekle başbaşa kalacaktır. Siyasî yönden mevcut değildir. Eğer mevcudiyeti kabul edilecek olsa dahi o can sıkıcı bir insan ve bir Doğu'lu’dur. Irkçılığın, kültürel şartlanmaların, siyasî emperyalizmin, insanlık dışı ideolojilerin hedefidir. Bütün bunlar Batı'da bir Arab ve Müslümanı sımsıkı sarar ve hareket gücünü yok eder... Üstelik bu kişi bir Filistinli ise cezası daha da ağır olmakta dır. Dahası var... Amerika’da Doğu işleri ile uğraşanların arasında hiç kimsenin ne Arablara ne de Doğu'ya karşı samimi duygular beslemediği, ne kültürel ne de siyasî olumlu bir davranışa niyetli olmadığı anlaşıldığında durum dahada acıklı olmaktadır. Hiç kuş kusuz bu konuda bazı çevrelerde çeşitli ayrıcalıklar görülmüştür ancak ,Amerikan liberallerinin siyonizmin etkisi dışına çıkarak gerek politik ve gerekse ekonomik şartlanmalara uğramadan hür bir görüş sahibi olabileceklerini düşünmek safdillik olur. Petrol şirketlerininyetkilileri yahut hükümet adamları şartlanmaların dı şına çıksalar dahi dinlerinin etkisi altında kalacaklardır. Benim için “Doğuluyu” yaratan olayda bilmek ve yapabilmek arasındaki düğüm noktası geçicidir... İnsan olmanın çeşitli değer lerle sınırlı olmayışı gibi. Bununla birlikte “entellektüel” bir soru nun derhal ele alınması gerekmektedir. Hümanist ve siyasî uğraşı larımı bir amaç çevresinde toplayarak Oryantlizmin doğuşu, geli şimi ve kökleşmesi gibi çok belirgin bir konunun etraflıca incelen mesine tahsis edebildim. Edebiyat ve kültürün çoğu zaman siyaset, hatta tarih açısından suçsuz olduklarını belirtmek gelenek şekline girmiştir. Bu bana herzaman yanlış göründü. Oryantalizm üzerine giriştiğim inceleme bana şunu gösterdi ki — arkadaşlarıma da aynı şeyi göstereceğini ümit ediyorum— toplum ve edebî kültür birbiri nin tamamlayıcısıdır ve birbirinden ayrı düşünülemez. Ayrıca ön lenemez biçimde kendimi, esrarengiz ve gizli bir bağ ile Batı antisemitizme bağlanan bir tarih hikayesi yazarken buldum. Antisemitizm — N uh’un oğlu Şam’dan geldiğine inanılan Asurî, Kaldanî, İbranî, Finikeli, Kartacalı ve Arab adını taşıyan tüm halk lara karşı oluş doktrini— ile,gösterdiğim gibi oryantalizm arasın da çok sıkı bağlar vardır. Bu tarihî, kültürel ve politik bir gerçektir. Filistinli bir Arab’ın tüm varlığı bu gerçeklerle doludur. Kültürel üstünlüğün bu insan üzerinde uyguladığı etkiyi burada yeterince anlattığımı sanıyorum. Eğer bütün bunlar “Doğu” ve “Batı”yı ta mamı ile ortadan kaldıracak türden her iki dünya arasında yeni bir ilişkiler halkası oluşturacaksa o zaman Raymond Williams’ın üs tünlük anlayışı içinde “Yeniden çıraklığa dönüş” adım verdiği şe ye doğru bir adım daha yaklaşmış olacağız.'17' Oryantalizmin Alanı A v r u p a lIla r ın d ü ş ü n d ü r ü c ü ve v a z g e ç ilm e z tu tk u su : G ü ç le rin in y e n i a r a ç la rın ı k u lla n m a k iç in g ö ste rd ik leri s a b ır s ız lık ... JEA N BAPTISTE-JOSEPH FOURIER, Preface Historique (1809) â la Description de I ’Egypte. Doğuyu tanımak 13 Haziran 1910 günü Arthur James Balfour Millet Meclisin de “Mısır’da çözmek zorunda bulunduğumuz problemler” adı ile bir konuşma yaptı. “Wight adasında yahut Yorkshire’in batı yaka sında karşılaştığımız mes’elelerle bunlar aynı karakter taşımıyor lar” diyordu. Uzun zaman parlemento üyeliği yapmış bir insanın ses tonu ile konuşuyordu. Lord Salisbury’nin eski özel sekreteri, eski İrlanda bakanı, eski İskoçya bakanı, eski başbakan, her türlü krizin altından kalkmış, devletin dış politikasında söz sahibi bir in san başka türlü olamazdı... İmparatorluğun işlerini yürüttüğü sırada Balfour’un hizmetin de bulunduğu hükümdar 1876’da Hindistan kraliçesi ilan edilmiş ti. Balfour, Zulu ve Afganlara karşı yürütülen savaşları, 1882’de ingilizlerin Mısır’ı işgalini, General Gordon’un Sudan’da ölümü nü, Fachoda baskınını, Omdurman savaşını, Boerler mücadelesi ni, Rus-Japon çatışması gibi pekçok dünya olayını en iyi izleyebi lecek ve bunların üzerinde etkinlik yaratacak bir mevkide bulunu yordu. Üstelik Arthur James Balfour yüksek sosyal yetenekleri, bilgisinin genişliği, zekasının inceliği ile aynı anda hem Bergson ve hem Haendel hakkında yazı yazabilecek güçte idi. Ne felsefede ne de siyasette başaramayacağı konu yoktu. Eton ve Cambridge’in Trinity College’inde edindiği bilgiler daha sonra imparatorluğun işlerini yürütmede gösterdiği erişilmez başarı, otoritesinin en yük sek noktalara kadar ulaşmasında kendisine yardımcı olmuşlardı. Ancak Balfour’un konuşmasında bir nokta daha vardı; son de recede öğretici, yüksek ahlakî değerler taşıyan bu konuşmada birşeyler açıkça gizlenmek isteniyordu. Aslında bazı milletvekilleri “İngiltere’nin Mısır’daki varlığı üzerinde hiç tartışmıyorlardı”. Bu konu Alfred Milner tarafından 1892’de yazılan nefis kitapta derin liğine incelenmiş ve olumlu sonuçlara varılmıştı. Ancak o an için sorun bu değildi. Mısır bir süreden beri “milliyetçilik” dalgası ile sarsılıyordu. Ülkenin idaresi güçlenmişti. Dolayısı ile İngilte re’nin bu faydalı toprağı doğrudan doğruya işgal etmesi gerekiyor du. Lâkin İngiltere’nin Mısır üzerindeki ısrarlı tutumu yine de ko laylıkla savunulacak bir davranış değildi. Balfour sırtında ağır bir yük taşıyordu. Önce bilgi verecek, daha sonra gerekçeler ileri süre cekti. James Balfour’a karşı ilk direniş Tyneside milletvekili J.M. Robertson’dan geldi. Tyneside temsilcisi: “Doğulular adını ver meyi uygun gördüğünüz bu insanlara karşı bu üstünlük iddiasını ne hakla yürütüyorsunuz?..” diyordu. “Doğulu” kelimesi daha önce leri Chaucer ve Mandeville, Shakespeare, Dryden, Pope ve Byron tarafından kullanılmış ve gelenek şeklini almıştı. Kelime coğrafî, ahlakî ve kültürel açıdan Asya’yı veya Doğu’yu ifade ediyordu. Avrupa’da bir doğulu kişiliğinden, bir Doğu atmosferinden, bir Doğu hikayesinden, Doğu despotluğundan, yahut Doğu biçimi bir üretim tarzından söz açıldığında anlaşılmamak mümkün değildi. Marks bu kelimeyi kullanmıştı. Şimdi de Balfour kullanıyordu. Maksadı açık ve seçikti. Hiçbir izahatı gerektirmiyordu: “Hiçbir üstünlük tavrı takınmıyorum. Fakat Robertson ve diğerle rine sesleniyorum: Kafalarında en ufak bir tarih bilgisi varsa Mısır halkı yahut D oğu ’nun diğer büyük ırkları karşısında İngiltere’nin gerçekten üstün oluşunun doğurduğu problemler yüzünden, bir İngiliz devlet adamının çektiği sıkıntılara akıl erdirsinler... Mısır uygarlığını bütün diğer uygarlıklardan daha iyi tanıyoruz. Ona di ğerlerinden daha yakınız. Onun hakkında çok şey biliyoruz. Bizim ırkımız henüz tarih öncesi devirleri yaşadığı sırada Mısır uygarlığı altın çağını gerilerde bırakmıştı. Tüm Doğu ülkelerini göz önüne getirin. Üstünlük yahut alçaklıktan söz etmeyin. Bu sözlerin ve daha sonra söyleneceklerin içinde iki ana tema göze çarpmaktadır: Bacon’cu görüş çerçevesinde “Bilmek ve ya pabilmek.” Balfour Mısır’ın İngilizler tarafından işgal edilmesi gereğini ileri sürerken, kafasındaki üstünlük kavramı, Mısır hak kında “kendilerinin” bildikleri şeylerle kaynaşmış bulunuyordu. Böylece İngiltere’nin üstünlüğü sadece askerî ve ekonomik üstün lük değil bir uygarlığın kökünü, altın çağını ve çöküşünü bilmekti. Genel bir görüş sahibi olmaktı. Ve tabiatı ile neticede bu uygarlığı yeniden kurabilmekti. Balfour için “bilmek” günlük gereksinme lerin üzerine çıkmaktı. Yabancı ve uzakta olana erişmek için ken dinden çıkma, kendini aşma idi. Bu “bilme” tabiatı ile bazı kanıtla maları gerektiriyordu. Bilgi, uygarlıkların mayasında olduğu gibi gelişir, düzene girer ve değişmelere yol açarsa varlığını kanıtlamış sayılırdı. Bununla birlikte dış yüzeyden hareketsiz görünmeliydi. Böyle bir şeyi bilmek aynı zamanda ona egemen olmaktı. Üzerin de otorite kurmaktı. Ve burada otorite “biz” anlamını taşıyordu; “o” değildi. Böylece Doğu ülkeleri için özerklik (autonomie) dü şünülemezdi. O ’nu biz biliyorduk ve o bu yüzden varlığını koru yordu. Böylece tek kelime ile bizim “bildiğimiz şekilde” var olma ya devam edecekti. Balfour için “Mısır” demek “İngiltere’nin bil diği Mısır” demekti. Balfour bu gerçeğin bütün ağırlığını omuzla rında taşıyordu. Üstün veya alçak olmak problemin ancak bir par çasıydı. Ne İngiltere’nin üstünlüğü ne de Mısırlıların geriliği Bal four’un konuları arasında yer almıyordu. Bunlar onun için “Bilme nin” sonucunda ortaya çıkacak şeylerdi. Balfour şöyle devam edi yordu: “Her şeyden önce olayları inceleyelim. Batı ulusları tarih sahnesi ne çıktıkları andan itibaren “Kendi kendilerini yönetme” yetenek lerini ispat ettiler. Zira buna lâyık olacak güçte idiler. Kelimenin geniş anlamı ile Doğu denilen tüm bölgeleri baştanbaşa dolaşarak Doğuluların tarihini elden geçirseniz, (Self-G ovem m ent) “Kendi kendini yönetme” prensibinin en ufak bir izine dahi rastlayamaz sınız. Gerkçekten ihtişam içinde geçm iş bütün büyük yüzyıllar despotizmin ve mutlak iktidarların eseridir. Fatihler fatihleri ko valamış, üstünlükler üstünlükleri izlem iş, ancak hiçbir devirde, hiçbir devrim hareketi içinde, ne başlangıçta ne sonuçta, bu millet lerin hiç biri, bizim Batı’da “Kendi kendini yönetm e” dediğim iz şeyi yani kendi kaderini kendisi tayin etme düşüncesini asla akıllanna getirmemişlerdir. Bu bir gerçektir. Üstünlük yahut gerilik m e selesi değildir. Doğulu olgun bir bilge kişinin, bizim Mısır’da ya hut diğer yerlerde üslendiğimiz idare görevi karşısında, bu göre vin bir filozofa layık olmadığını düşüneceğini sanıyorum. Çünkü idare küçük işlerdir, düşük işlerdir. Yapılması gerekeni yapmak tır.” Bütün bu olaylar birer vakıa olduğuna göre; Balfour, varsa yımlarının ikinci bölümüne geçebilirdi: “Bu büyük uluslar için— büyüklüklerini kabul ediyorum— mut lak iktidarın bizim tarafımızdan uygulanışı iyi midir? İyi olduğu nu zannediyorum. Tecrübe göstermiştir ki iyi bir iktidar uzakta da olabilir. Dünya tarihi bunun örnekleri ile doludur. Böyle bir durum yanlız kendilerine değil, bütün Batı uygarlığına da fayda sağlaya caktır. Mısırlıların çıkarları için Mısır’da bulunuyorsak da, sadece Mısır’ı düşünüyor değiliz; aynı zamanda bütünü içinde Avrupa’yı da düşünüyoruz.” B alfour k onu şm asının hiçbir bölüm ün d e, gerek M ısırlıların v e g erek se “beraber bulundukları d iğer ırkların” bu beraberlikten ne anladıklarına dair h içb ir işaret verm iy or, k o lo n i id aresin in k en d i lerine fayda sağlayıp sağlam ad ığı k onusunda onların fikirlerinden sö z etm iyord u . B a lfo u r ’un ak lın a sö z ü M ısırlılara b ırakm ak da gelm iyord u. N itek im az bir zam an sonra k on u şab ilen tüm M ısırlı lar, B alfour için “Zorluk yaratm aya çaba harcayan tahrikçiler” adı n ı alacak v e y ab an cı işg a lin in d oğurdu ğu zorluklara g ö zlerin i k a payan tüm M ısırlılar is e “iy i M ısırlı” Unvanını kazanacaktı. B ö y le c e etn ik m e s ’e le y i k ökü nd en h alled en B alfou r, pratik m e s ’elelere dönebilird i. B aşb ak an k o n u şm a sın a şu sö z le r le d ev am ediyordu. “Eğer yönetme bizim işimiz ise, onlar ister bize yardımcı olsunlar ister olmasınlar, şunu hatırlamaları gerekir ki; halkın üzerinden tüm engelleri biz kaldırıp attık. (Balfour Mısır istiklalinin ortadan kaldırılmasını, yahut bir süre için geri bırakılmasını engel saymı yordu.) Eğer onlar kendilerine tanıdığımız bütün avantajların de ğerini verem eyecek olursa görevim izi nasıl yapacağız? İngiltere bu ülkelere “getirebileceğinin en iyisin getiriyor”. İngiltere’nin yetkilileri görevlerini sonuna kadar yapmaktadırlar. Bir başka din, bir başka ırk, bir başka disiplin ve bir başka yaşama biçimi içinden çıkıp gelmiş on binlerce İngiliz devlet memuru yerliler için çalışı yor. Bu yetkililere göre yönetim görevinin hiçbir zorluğu yoktur. Zira biliyorlar ki kendi ülkelerinde onların tüm yaptıklarını des tekleyen bir hükümetleri var... Bununla birlikte, yerli halk, bir iç güdünün etkisi ile bu memurların arkalarındaki gücü, otoriteyi, anavatanlarından onlara kadar ulaşan sempati duygularını ve des teği unuttuğu sırada kendi öz uygarlığının temeli olan tüm düzen duygusunu da kaybediyor. İşte o zaman bizim memurlarımız da kendilerini gönderen gücün, yerlilere yapmayı tasarladığı bütün iyilikler için gerekli olan iktidar ve otorite duygularını da kaybedi yorlar. . . ” B a lfo u r ’u n m a n tığ ı o ld u k ça enteresandır. N u tk u n u n d ev a m ı b aşla n g ıçta ileri sü rd ük leri ile tam bir u yu m için d ed ir. İn giltere Mısır’ı tanıyor; Mısır İngiltere’yi tanımıyor; İngiltere Mısır’ın kendi kendisini yönetecek bir hükümeti olmayacağını biliyor; İn giltere Mısır’ı işgal ederek bunu doğruluyor; Mısırlılar bu gerçeği görüyorlar; İngiltere’nin Mısır’a giderek onu yönetmeye başladı ğını anlıyorlar; o zaman yabancı işgali o çağda yaşayan Mısır uy garlığı için “temel bir doğru” oluyor. Sonuçta Mısır İngiliz uygar lığına ihtiyaç duyuyor ve İngilizler Mısır’ı işgal ediyorlar... Fakat ya yöneten İngiltere ile yönetilen Mısır arasındaki nazik denge biz zat İngiliz Parlementosu aracılığı ile bozulacak olursa... O zaman üstün ırkın —bence her zaman üstün kalacak olan o ırkın— otorite si zedelenmiyor mu? Bu noktada acı çekecek olan sadece İngiltere değildir, İngiltere’nin yönetilen ülkede vazife gören bir avuç me muru da bu ızdırabm içindedir. “Onlar ki düşünebileceğiniz kadar parlak, çok yüksek duygular ve karakterler sahibi, aklınıza gele meyecek derecede yüksek deha ve zeka derecelerine ulaşmış kişi lerdir ve böyle bir durumda sadece İngiltere’nin değil, bütün me denî dünyanın kendilerine yüklediği büyük görevi artık yerine ge tiremez olacaklardır. ”a) Eğer Balfour’un nutku bir hitabet örneği sayılacaksa bu konuş mayı yapan kişinin çeşitli tipleri yaratmadaki ustalığı dikkati çeke cektir. Balfour seçkin bir insan ve bir iktidar üyesi sıfatı ile tüm ağırlığını ortaya koyarak “Biz” edatını kullandığı sırada kuşkusuz bir “İngiliz”dir. Kendisini ülkesinin ve tarihin ürettiği en ileri insan olarak görmektedir. Balfour ayrıca medenî dünya, Batı ve Mısır’da sayıları fazla olmayan koloni yönetimi memurları adına konuşa bilmektedir. Doğrudan doğruya Mısırlılar adına konuşmuyorsa, herşeyden önce onların dillerini bilmediği içindir. Bununla birlik te onların ne hissettiklerini bilmekte, zira tarihleri hakkında yete rince fikir sahibi bulunmaktadır. Mısırlıların kendisi gibi adamlara güven duyduklarını zannetmekte veya ümit etmektedir. Balfour Mısırlıların adına konuşurken eğer kendilerine soru sorulabilseydi aynı şeyleri doğrulayacaklarından emindir. Zira bütün bunlar daha önce söylenmiştir. Gerçeğin ta kendisidir. Bu gerçeğin karşısında Mısırlı ikinci derecede kalır. Önemli olan Mısırlıyı iyi tanıyan bir Üstün ırkın onu yönetmesidir. Bu ırk Mısırlının iyiliğini bizzat ken disinin dahi akıl erdiremeyeceği kadar ileri biçimde düşünür ve ge reğini uygular. Mısır’ın altm çağı gerilerde kalmıştır. Yaşadığımız devirde Modem İmparatorluklar eskileri düştükleri sefaletten kur taracak ve oralarda yaşayanlar verimli kolonilerin yeniden doğ muş halkları olarak insanlığa kazandırılacaklardır. Bu konuda Mı sır Balfour’a emsalsiz bir örnek sunmaktadır. Bu yüzden Balfour bir Parlemento üyesi olarak İngiltere adına, Batı adına ve Batı Uy garlığı adına Mısır hakkında konuşabilme yetkisini kendisinde görmektedir. Aslında Mısır diğerleri gibi bir koloni değildir. Batı emperya lizminin doğrulayıcısıdır. İngiltere’nin egemenliğine kadar Doğu geriliğinin klasik bir temsilcisi olmuştur. Şimdi Britanya’nın “bil me ve yapabilme” ilkesinin zaferini yaşayacaktır. İngiltere’nin Mısır’ı işgal ederek Arabî Paşa’nın milliyetçi direnişine son verdi ği 1882 yılından 1907 yılına kadar Mısır’da İngiltere’yi Cromer Lord’u (aynı zamanda “Kibirli Baring” adı ile anılan) Evelyn Baring temsil etmiş ve bu insan ülkenin tek hâkimi olmuştur. Balfour 30 Temmuz 1907 tarihinde Avam Kamarası’nda yaptığı konuşma da Mısır’da yürüttüğü hizmetlerden dolayı Baring’e emekli ikra miyesi olarak ellibin İngiliz lirası verilmesini teklif ederken onun hakkında şunları söylüyordu: “N eye elini sürdü ise başarılı old u ... Son yirmibeş yıl içinde Lord Cromer’in Mısır’a yaptığı hizmetler bu ülkeyi sosyal ve ekonomik çöküntü batağından çıkarmış ve onu malî ve ahlakî yönden Doğu halkları arasında en ileri bir duruma yükseltm iştir... .”(2) Balfour Mısır’ın moral gelişmesinin hangi ölçülerle kanıtlan dığı konusunda bilgi vermiyordu. Aslında Britanya’nın Mısır’daki yatırımları diğer Afrika ülkelerine yönelttiği yatırımlardan farklı olmamıştır. İngiltere her yerde olduğu gibi Mısır’da da eşit şartlar la paylaştırılmış olmasa dahi bir mâlî zenginliği, rahat ve huzurun temel şartı sayıyordu. Ancak bu ülkelerde gerçekten önemli olan Batı tarafından aralıksız biçimde sürdürülen dikta yönetimiydi. Anavatan’dan kopup gelen sayısız bilgin, misyoner, iş adamı, as ker ve öğretmen bu yönetimin devamı için canla başla çalışıyor ve Cromer ve Balfour gibi yüksek devlet memurları ise piramidin en üst halkasını teşkil ediyorlardı. Bu kişiler için diğerleri yaratan, yö neten hatta bazı durumlarda Mısır'ı doğulu batağından çıkararak şimdiki örnek yaşam düzeyine ulaştıran kişilerdi. Balfour’un dediği gibi Britanya’nın Mısır’daki başarıları eri şilmez türdendi. Savunulamayacak ve gerçek dışı hiçbir yanı yok tu. Mısır’ın işleri, bir ucu Balfour’un Doğu uygarlıkları üzerindeki genel görüşlerine, diğer ucu Cromer’in Mısır’daki günlük uygula malarına dayanan iki başlı genel bir teoriye göre yürütülüyordu. Bu teori en kızgın çağını 1900 ile 1910 yıllan arasında yaşadı. Dü şünce olabildiğince basite indirilmiş, açıklık ve kesinlik kazanmış, kolayca izlenir hale getirilmişti. Ortada Batılılar ve Doğulular var d ı... Birinciler egemen; İkinciler, üzerinde egemenlik uygulanan kişilerdi. Bir başka anlatımla ülkeleri işgal edilmiş, iç işlerine katı biçimde el konmuş, canları ve malları şu veya bu Batılı gücün em rine bırakılmıştı. Balfour ve Cromer’in insanlığı düştüğü sefalet ten kısa zamanda çekip çıkarma ve onu kültürel ve ırkî açıdan aslı na geri çevirme isteği kendi yönlerinden çocukça bir istek sayıla mazdı. Bu gerçeği ilerde daha açık anlatmaya çalışacağız. Sözkonusu doktrin ortaya çıktığı andan itibaren büyük bir güçle uygulan mış ve oldukça geniş çapta etkinlik kazanmıştı. Balfour’un Doğu hakkındaki tezleri genel anlamda objektif ol ma iddiası taşıyordu. Bunların başlıca kaynağı Cromer’in görüşle ri idi. Cromer başlangıçta Hindistan’ı yönetmiş, daha sonra yirmi beş yıl Mısır’ı idare etmişti. İngiltere’nin büyük devlet adamı sıfa tını o sırada kazanmış bulunuyordu. Balfour’un “Doğululan” Cro mer’in “Kulları” idi. Bu tema 1908’de “Edinbourg review” de ya yınlanan geniş bir denemede işleniyordu. “Kulluğa” layık ırkların, yahut “Doğuluların” kolayca ve üretime dönük biçimde yönetil meleri için “bilgiye” gerek olduğu, iktidarı yaratan olgunun “Bilmek”e dayandığı, daha büyük bir iktidarın ise daha fazla “bilgiye” ihtiyacı olduğu vesaire bu makalede bir kere daha ele almıyordu. Yazıda “Haberleşme ve Kontrol” üzerine özel bir diyalektik geliş tirilmişti. Cromer’e göre İngiltere İmparatorluğu, Anavatanda mi litarizm ve ticarî egoizm önlendikçe, kolonilerde ise “Hür kuruluş lara” hak tanımadıkça ayakta kalabilecekti (yeter ki İngiltere İm paratorluğuna “Hristiyan geleneklerine” uygun olarak karşı çık sınlar). Cromer’e göre mantık “Doğulunun varlığım tamamı ile inkâr ettiği birşeydi”. Doğulu, ona çok üstün bilimsel değerler öğ retilerek yönetilemezdi yahut bu değerleri kabul etmesi ondan iste nemezdi. .. Yapılacak en doğru hareket onun sınırlarım tanımak ve geriliğinin bilinci içinde yönetenle yönetilen arasındaki en faydalı ilişkiyi kendisinin bulmasını sağlamaktı. Sindirilerek “kulluğa hazırlanmış” halkın arkasında ve her yerde İmparatorluğun gizli kuvveti yer alıyordu. Bu kuvvetin kay nağı Britanya’nın askerleri, sert yöneticileri ve sınırsız gücü değildu, durumu anlamada gösterdiği incelik ve ortada fazla görünmeyişi idi. Bir kelime ile İmparatorluk uslu olmasını bilmişti. Egoist görünmemeye çalışarak haksız kazanç isteklerini gizliyecek ve yumuşak disiplin uygulayarak sabırsızlığını gözlerden uzak tuta caktı. “Ticarî esprinin kontrol altında tutulması gerektiğini ileri sürerken ne demek istediğim i daha açık anlatmak gereğini duyuyorum: Hintli, Mısırlı, Shilluks yahut Zoulous halkları ile iş yaparken her şeyden önce bütün bu halkların millî duygular içinde yaşadıkları nı gözlerden uzak tutmamak lâzımdır. Bu insanlar “in statu populari” anlayışı ile fazla derin düşüncelere dalmadan kendi çıkarlannı kollamaktadırlar. Fakat şurası bir gerçektir ki, her durumda ke sin karar almadan önce bize danışmalarında fayda vardır. Bilim ışığı, Batı tecrübesi, yerli gerçeklerle donanmış sağlam düşünce ancak böyle bir davranışın sonucunda kendilerine hizmet verebi lecektir. Bütün kalbimizle yerlilerin iyiliğini düşünüyoruz. İngiliz milleti için gerçek yahut hayalî hiçbir çıkar hesabına düşmüyoruz. Yahut pek sık görüldüğü şekilde İngiliz milleti içinde şu veya bu etkili sınıfın özel çıkarlarını da gözetmiyoruz. İngiliz ulusu bütünü ile ele alındığı zaman bu prensibin üzerine ne derecede titizlikle durduğu ve kesinlikle uygulanmasını istediği görülecektir. Irkî üs tünlükler yahut dil birliği üzerine bir milliyetçilik duygusu geliştiremiyoruz. Ancak yüksek yeteneklere karşı duyulan saygı, davra nış beraberliği ve geleceğe güven duygulan ile, belki kozmopolit bir beraberlik anlayışı yaratabileceğiz. Mısırlı’nın gelecekte orta ya çıkabilecek “Arabîler’e kaderlerini teslim ederken çekimserlik göstereceği ümit edilebilir. Orta Afrika vahşileri dahi eninde so nunda Astıaea Redux’un türküsünü öğrenmeye karar verebilirler. Bugün İngiliz devlet memurunun kişiliğinde görünen Redux belki yerlinin cin içmesine izin vermeyebilir; fakat ona mutlaka adalet sağlayacaktır. Bütün bunlardan sadece ticaret kârlı çıkacaktır .(3> Yönetici hangi şartlar altında “kul ırkların” tekliflerine “Ciddi düşünceler” gözü ile bakabilecektir. Cromer’in Mısır milliyetçili ğine karşı takındığı tavır bunu tüm çıplaklığı ile ortaya koyar. Cro mer yerli hür kuruluşlara karşıdır. Yabancı işgalinin kaldırılması na karşıdır. Mısır’ın kendi kendisini yönetebileceğine inanmaz. Yerlilerin en haklı isteklerini dahi her an geri çevirir. Aralıksız bi çimde şunu iddia etmiştir: “M ısır’ın geleceği sadece Mısırlı olanları içine alan dar bir m illi yetçilikte değil, fakat çok geniş bir kozm opolitik anlayış içinde dir. ”(4) Kul ırklar kendileri için neyin değerli olduğu anlayışına sahip değillerdir. Pek çoğu Doğulu’dur ve Cromer onların karakterlerini iyi bilir, zira Hindistan’da ve Mısır’da uzun tecrübeler geçirmiştir. Cromer şurada veya burada, az çok Doğulular için neyin uygun ol duğunu anlamıştır. Dolayısı ile onları yönetmek belki heryerde ay- m şekilde davranmayı gerektirir.(5) Bu olgu son derecede doğaldır; zira Doğulular her yerde aynı insanlardan başkaları değillerdir. Şimdi, nihayet uzun çalışmalardan sonra üniversite ve pratik bilginin temel noktasına geliyoruz... Cromer ve Balfour’un bir asırlık modem Batı Oryantalizminden edindikleri miras Doğulula rın ırklarını, karakterlerini, kültürlerini, tarihlerini, geleneklerini ve toplumsal yeteneklerini tanımak olmuştu. Bu bilgi gerçek bil giydi ve Cromer şimdi bu bilgiyi Mısır’ı yönetmek için kullana caktı. Üstelik söz konusu “bilgi” böylece uygulama alanına çıkıyor ve doğruluğu ispatlanmış oluyordu. “Doğuluların” günlük ihtiyaç ları içinde platonik karakterleri tüm Doğu bilimcilerin ve Doğu’yu yönetenlerin gözleri önüne seriliyordu. Gerçeği herkes görüyor anlıyor ve birbirine gösterebiliyordu. Cromer Mısır’daki deneyleri ve başarıları üzerine kaleme aldığı iki ciltlik “Moclern Mısır” adı nı taşıyan dev eserinin 34. bölümünde bir Doğu’lu bilgin edası ile kişisel görüşlerini şöylece ortaya koymaktadır: “Sir Alfred Lyall bir gün bana dedi ki: “Kesinlik Doğu kafası için nefret edilecek bir şeydir. Bir A nglo-Hintli bunu hiçbir zaman unutmamalıdır...” Kolayca büyük yanlışlıklara yol açabilecek olan bu kesinlik yokluğu aslında Doğu kafasının genel karakteri dir. Avrupalı sağlam düşünür. M eseleleri açıkça ortaya koyar. Mantık öğrenmiş olmasa dahi doğuştan mantıklıdır. Tabiî olarak şüphecidir ve bir teklifin doğruluğunu kabul etmeden önce delil is ter. Daima canlı duran zekası makina gibi çalışır. D oğu kafası ise ülkesinin pitoresk görüntüleri gibi en yüksek noktada simetri duy gusundan yoksundur. Düşünce sistem i düzensiz ve dağınıktır. Arablann ataları söz ilmini en yüksek dereceye kadar çıkarmışlar sa da onların torunları en dar anlamda düşünce yeteneğinden yok sun kalmışlardır. Geçerliliğini kabul ettikleri en basit önerilerin dahi sonucunu düşünebilmekten uzaktırlar. Herhangi bir Mısırl ı ’ya kolay bir soru sorunuz. V ereceği cevaplar genellikle çok uzun ve karanlık olacaktır. Hikâyenin sonuna gelmeden önce de falarca kendi kendisi ile çelişkiye düşecektir. Arada küçük bir soru sorsanız şaşkınlığa düşecektir.” Cromer daha sonra Doğuluları ve Arabları “Enerji ve insiyatif ’ yoksunu “saf* kişiler olarak tasvir etmekte, onları “sadakatle yal taklanmaya hazır”, entrika ve kurnazlığa yetenekli, hayvanlara karşı acımasız insanlar olarak göstermektedir. Cromer’e göre Do ğulu ne doğru dürüst yolda, ne de kaldırımda yürüyebilir. Dağınık kafası, yolların ve kaldırımların yürümek için yapıldığım derhal farkeden Avrupalı zekasının kıyısına dahi erişemez. Doğulular sağlam yalancılardır. Hareketsiz ve şüphecidirler. Tek kelime ile Anglo-Sakson ırkının açıklığına, doğruluğuna ve asaletine ters dü şerler/61 Cromer yönettiği İngiliz kolonilerinde, Doğuluların kendisi için birer insanlık aracı olmaktan başka hiçbir işe yaramadıklarını saklamaya dahi luzum görmemektedir. Cromer kitabında “Bir diplomat ve bir yönetici olduğum için üzerinde durduğum en önemli olay insandır... Dolayısı ile yönetim sözkonusu olduğu sı rada şu kadarını söylemekle yetiniyorum ki, ne şekilde olursa ol sun bir Doğulu hareket, söz ve düşünce yönünden bir Avrupalıdan tamamı ile ayrıdır..,”<7>Diyor. Cromer’in görüşleri tabiatı ile büyük ölçüde kendi gözlemlerine dayanmaktadır. Bu arada Emest Renan ve Constantin de Volney gibi oryantalizmin katı ustalarına baş vur duğu da ileri sürülebilir. Herhalde düşüncelerini güçlendirmek için onlara ihtiyaç duymuştur. Cromer ayrıca Doğuluların neden bu durumda oldukları konusunda aynı Oryantalistlerin açıkladık ları fikirleri sağlama bağlamaktadır. Bir sorgu sırasında şaşkınlığa düşen bir Mısırlı’nın şahsında tüm Doğu’nun suçlu olduğunu ileri sürerken bir an dahi çekimserlik göstermiyor. Hatta Doğu üzerinde merkezleşmiş bütün “Bilgi” hâzinesinin dahi kendisini doğrulaya cağına emin bulunuyor... Cromer’in suç kaynağı şudur: “Doğulu bir Doğuludur, dolayısı ile belirtildiği gibi Avrupa mantığı ve si metri duygusu kendisinden beklenemez...” Böylece Cromer’in ka fasında Doğulu davranışının hiç bir yönü tabiata uygun değildir. İngiltere’yi Mısır’da temsil etmiş en yüksek devlet memurunun ül kesine gönderdiği son yıllık raporunda şu cümleler yer almaktadır: “Mısır milliyetçiliği çok yeni bir olaydır; yerli olmaktan çok, uzak egzotik ülkelerden gelmiş esrarlı bir bitkiyi andırıyor...”(8) Cromer ve Balfour’un yazılarında ve politik davranışlarında kaynak saydıkları büyük oryantalist bilgi hâzinesini küçümsersek öyle sanıyorum ki yanlışlığa düşmüş olacağız. Oryantalizmin sa dece sömürgecilik kurallarını haklı çıkaran bir ilim olduğunu söy lemek, onun askeri işgalden çok önce sömürgeciliği yasallaştırmış olduğunu inkâr etmek olur. Gerçek yahut hayali olsun insanlar dünyayı daima değişik böl gelere ayırmışlardır. Doğu ile Batı arasında Balfour ve Cromer’in büyük bir neşe ile kabul ettikleri keskin ayrılığın meydana gelmesi için yıllar, hatta yüzyıllar gerekmiştir. Bunun için pek çok yolcu luklar ve keşifler yapılmış, sayısız ticarî ilişkiler ve savaşlar mey dana gelmiştir... Buna karşılık onsekizinci yüzyılın ortasından iti baren Doğu-Batı ilişkilerinin iki temel eleman taşıdığı görülmek tedir. Bunlardan birincisi Avrupa’nın Doğu üzerinde sistematik, gelişen bir bilgiye sahip oluşudur. Bir yandan sömürgecilik olayı ile diğer yandan genel çıkarlarla desteklenen bu bilgi, aynı zaman da alışılmadık biçimde yeni bilim dallan ile aralıksız geliştirilmek tedir: Etnoloji, mukayeseli anatomi, filoloji ve tarih isimlerini taşı yan bu yeni bilgilerin yanında tabiatı ile romancılar, şairler, çevir menler ve yetenekli gezginler tarafından oryantalizme eklenen bü yük edebiyat halkasını da unutmamak gerekir. Doğu-Batı ilişkilerinin yeni şekil içindeki ikinci özelliği de Avrupa’nın üstünlük iddiasında bulunmasa dahi güç dengesini da ima kendi tarafında tutuşudur. Bu gerçeği gözlerden uzak tutacak bir çare bulunamamıştır. Belki kılık değiştirebilir, yahut yumuşatılabilir; Balfour’un Doğu ugarlıklarının “büyüklüğünü” kabul edi şinde olduğu gibi... Ancak politik, kültürel hatta dinî alanda dahi Doğu-Batı ilişkileri temelde daima güçlü ve zayıf ortaklar arasında olduğu şekli ile kalmıştır. Bu olayın Batı düşüncesi içindeki yeri kitabımızın konusudur. İlişkilerin bu şeklini belirleyen pek çok kelime üretilmiştir. Balfour ve Cromer’in karakteristik biçimde kullandıkları sözcük ler ilginçtir: Doğulu düşüncesizdir, haindir, çocuksudur, “İlgisiz dir”. Avrupalı ise buna karşılık, erdemlidir, olgundur ve “normal dir”. Ancak bu münasebeti canlı ve dengeli tutabilmesi için Doğu lunun daima kendisine ait bir dünyada yaşadığı, değişik fakat ken disine göre düzenlenmiş bir alemi olduğu, kendi iç ulusal sınırları bulunduğu, kendi kültürü ve anlatım biçimi içinde varlık sürdürdü ğü ve bir ahenge sahip olduğu ileri sürülmektedir. Bununla birlikte Doğu dünyasına incelik ve kişilik kazandıran yine de kendi gayret leri değil, Batı’nın Doğu’yu çekip çevirmede gösterdiği ustalık ve başarıdır. Burada anlatmaya çalıştığım iki eleman bu noktada bir araya geliyor. Güçten doğmuş Doğu bilgisi Doğu’yu yaratmış ve Doğulu böylece varlık kazanmıştır. Dünyası bu şekilde gerçekleş miştir. Cromer ve Balfour’un dilinde Doğulu, mahkemeye çekilen bir insan şeklinde beliren, nicelenen ve tasvir edilen bir varlıktır. Bir okulda yahut bir hapishanede gözlenir gibidir. Sanki ona hay vanat bahçesinde kafes arkasından bakılıyor... Her durumda Do ğulu onu tepeden seyreden bir gözle İncelenmekte ve takdim edil mektedir. Bütün bunlar nereden geliyor? Kültürel üstünlük ve güç, hakkında kolaylıkla hüküm verile cek bir şey değildir. Bu kitabın konularından biri bunu açığa çıkar mak, kültürel gövde gösterisi olarak düşünülen oryantalizmi ana liz etmek ve bu konuda sorular ortaya atmaktır. Bir başka deyimle böylesine sisli ve o derecede önemli bir konuda mümkün olduğu kadar çok belge incelenmeden genel fikirler yaymak doğru değil dir. Belki peşin olarak şu kadarı söylenebilir: Ondukuzuncu ve yir minci yüzyıllarda", Doğu herşeyi ile elbette Batı’dan daha alt dü zeyde olmasına rağmen, yine de Batı tarafından incelenmeli ve doğrulanmalıdır. Dolay ısı ile oryantalizm, Doğunun meselelerini bir sınıf, bir mahkeme, bir hapishane, bir el kitabı açısından ele alan, analiz eden, inceleyen, yargılayan, gözeten ve yöneten bir Doğu bilimidir.'9’ Yirminci yüzyılın ilk yıllarında Balfour ve Cromer gibi adam lar söylediklerini istedikleri gibi söyleyebiliyorlardı. Zira ondoku zuncu yüzyılın da ötesine uzanan bir oryantalizm geleneği kendile rine lazım olan tüm kelimeleri, hayalleri, anlatım biçimlerini ve şe killeri verebiliyordu. Bunun yanında oryantalizm, Avrupa’nın ve Batı’nın yerküresi üzerinde çok büyük bir kısmı içine aldığı gerçe ği ile de ayrıca besleniyordu. Oryantalizmin kapsamı ve kuruluşla rının çok ileri bir düzeye ulaştığı devre Avrupa’nın çok büyük bir genişliğe kavuştuğu döneme rastlamaktadır. 1815 ile 1914 yılları arasında Avrupa’nın direkt sömürge imparatorluğu dünya yüzeyi nin % 35’den % 85’e çıkmıştır. Yeryüzündeki bütün ülkeler bu olaydan nasiplerini almış bulunuyorlardı. Özellikle Asya ve Afri ka ülkeleri sömürgecilikte başı çekiyorlardı. İngiltere ve Fransa iki büyük imparatorluk olarak bazen birleşiyor, anlaşıyor; bazen de rekabete düşüyor ve birbirlerine düşman kesiliyorlardı. Doğu’da Akdeniz kıyılarından Hindiçin ve Malaya’ya kadar tekmil sömürge toprakları ve etki alanları ya birbiri ile sürtüşüyor yahut birbirinin üzerine biniyor ve devamlı çekişmele re sahne oluyordu. İngilizler ve Fransızlar kültürel ve ırkî özellik leri ile İslâm düyasına girmiş ,Orta-Doğu’da ilk defa bir araya geli yorlar ve yine bu alanda bütün ağırlığı ve karışık problemleri ile “Doğu” dünyasını tanıyorlardı. Ancak her iki ülkenin Doğu üze rindeki ortak görüşleri, Lord Salisbury’nin 1881 ’de dediği gibi, ondokuzuncu yüzyılın önemli bir bölümü içinde çözülmesi güç ağır sorunlar yaratmıştı. Salisbury konuya şöylece değiniyordu: “Büyük çıkarlarınızın sözkonusu olduğu bir ülkede sadık bir dost ile karşılaşmak zorunda kalırsanız önünüzde üç yol belirir: Bu ül keden vaz geçebilirsiniz, ülkeyi tek elden yönetirsiniz, yahut ülke- yi ortağınızla birlikte yönetirsiniz. Vazgeçmek Fransa’ya Hindista’nın yolunu açmaktır. Tekelci pozisyon takınmak savaşı mutla ka göze almaktır. Bu yüzden biz paylaşma yolunu seçtik...”00' Ve paylaştılar... Nasıl? Bu konuyu burada açıklayacağız. Pay laştıkları sadece toprak, menfaat veya egemenlik değildi... Benim oryantalizm adını verdiğim entellektüel iktidarı paylaşıyorlardı. Bu iktidar bir anlamda kütüphanelere, arşivlere ve birlikte edinil miş belgelere dayanıyordu. Bütün bu arşivleri bir araya getiren or tak düşünceler vardı.(111 Bu düşünceler çeşitli yollarla etkilerini gösteren değerlerden kaynaklanıyordu. Genel anlamda Doğulularm hareket şekillerini inceleme iddiası taşıyan bu fikirler onlara bir mantık düzeni yakıştırıyor, ırkî ve ırsî özelliklerini araştırıyor ve onları belirli bir atmosfer içinde görüyordu. Dahası var... Bu fikir ler Avrupalılara Doğuluları istedikleri gibi görme olanağı bağışlı yor, onları belirli kalıpların ardından seyretmelerine yarıyordu. Bununla birlikte oryantalist düşüncelerin, her yerleşik fikir gi bi, Doğulu denilen kişileri olduğu kadar Batılı ve Avrupalı adını ta şıyan insanları da gittikçe daha fazla tesir altına aldıkları görülü yordu. Kısacası oryantalizm dikkatle incelendiğinde onun pozitif bir doktrin olmaktan çok sınırlı fikirlerden meydana gelen dar bir bütün olduğu artık anlaşılıyordu. Eğer oryantalizmin özü değiş meyecek biçimde Batı’nın üstünlüğü ve Doğu’nun geriliği esasına dayanıyorsa, bize de burada oryantalizmin geliştiği sıralarda, en erken devirlerden başlamak üzere bu fikri nasıl derinleştirerek sağ lama bağladığım ortaya koymak düşüyor. Büyük Britanya Devleti’nde, ondokuzuncu yüzyıl boyunca Hindistan’daki ve diğer yer lerdeki genel valileri ellibeş yaş gibi çok erken bir tarihte emekliye ayırma geleneği ortaya çıktığında, oryantalizmin gidişatı çok ince bir noktaya ulaşmış bulunuyordu. Artık hiçbir Doğulu, bir Batılı yöneticinin ihtiyarladığını ve çöktüğünü göremeyecekti. Ve hiç bir Batılı kendisini Doğulu kullarına güçlü, akıllı ve zinde, genç bir Raj temsilcisinden başka türlü gösterme hakkına sahip olamaya caktı.(12) Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda oryantalist fikirler deği şik şekillere büründüler. Öncelikle Avrupa kendi geçmişinin mira sı olarak Doğu’nun meselelerine ayrılmış geniş bir edebiyat hâzi nesine sahip oldu. Bizim Modem Oryantalizm’i başlattığımız, onsekizinci yüzyıl sonu ve ondokuzuncu yüzyıl başında Edgar Quinet’nin0” deyimi ile Doğu Rönesansı başladı. Birdenbire ortaya çı kan yeni bir düşünür, siyaset adamı ve sanatçı nesli, gerçekleştiri len yeni buluşlarla donanarak, Akdeniz kıyılarından Çin’e kadar yepyeni bir oryantalizm anlayışını geliştirmeye koyuldular. Sans krit, Zend ve Arab dillerinden sayısız metinler tercüme edildi ve aynı zamanda Doğu-Batı ilişkilerinde yeni görüşler ortaya atıldı. Bana kalırsa Avrupa ve Orta-Doğu ilişkilerinde yeni devre Napolyon Bonapart’m 1798 Mısır seferi ile açılmıştır. Bu sefer bir kültürün kendisinden daha güçlü bir kültürle gerçekten bilimsel bir şekilde bir araya gelişinin ileri bir örneğidir. Aslında Mısır’ın İşgali, Doğu ve Batı arasında bizim bugün dahi kültürel ve politik düşüncemizin üzerine çıkan bazı olguların hayat bulmasına yol aç mıştı. Bonapart’ın seferi, Description de l ’Egypte, (Mısır’ın tasvi ri) isimli büyük ortak anıtsal ilmî eserle oryantalizme yeni bir sah ne ve yeni bir dekor getiriyordu. 2ira gerek Mısır ve gerekse daha sonra diğer İslâm ülkeleri, Batı’nın Doğu üzerinde edindiği bilgiler hâzinesi içinde canlı bir laboratuvar malzemesi gibi etüt sahası ola rak kullanılmışlardır. Napolyon’un bu macerası üzerine ilerde tek rar döneceğiz. Buna benzer denemelerden geçen Doğu, Batı için bilinmesi gereken bir alan olarak modernleşmiş ve bu ikinci şekil, ondoku zuncu ve yirminci yüzyıl oryantalizmini meydana getirmiştir. İler de inceleyeceğimiz dönemin daha başlangıcından itibaren yeni ye tişen oryantalistler bulgularını, deneylerini, gözlemlerini modem metotlarla formüle etmek yoluna girmişler ve Doğu üzerindeki dü şüncelerini yaşanan hayatm gelecekleri ile bir arada tutmaya özen göstermişlerdir. Meselâ Renan 1848’de Samî dilleri üzerinde yü rüttüğü araştırmalarını kendi bilimsel otoritesine çok uygun bir bi çimde ortaya sermiştir. Bu sırada mukayeseli gramer, makayeseli anatomi ve yaşadığı çağa göre çok ileri durumda bulunan ırklara ait teorileri Renan’ın oryantalist fikirlerinin temeli olmuştur. Ancak madalyonun tersi de vardır... Renan o sırada Avrupa’da moda olan fikirlerin de etkisinde kalmış ve oryantalizme zarar vermiştir. Em peryalizmin ütopik görüşlerinden kurtulamayan Renan bu konuda en az diğer meslekdaşları kadar ciddîdir. Ne var ki o da tabîi ve beşerî ilimler dallarında çalışan pek çok diğer bilginler gibi kendi bilim çevresinden ve kendi olanaklarından başka bir imkana sahip bulunmuyordu. Tüm ondokuzuncu yüzyıl başında bu alan büyük bir değer kazanmaktadır. “Societe Asiatique: Asya Derneği”, “Royal Asiatic Society: Kraliyet Asya Derneği”, “Deutsche Morgenland'ısche Gesellschaft: Alman Doğu Ülkeleri Demeği”, “American Oriental So ciety: Amerikan Doğu Derneği” gibi demekler çok büyük çapta faaliyet göstermişlerdi. Bu arada üniversitelerde kürsüler kurul muş, oryantalizm bütün Avrupa’da geniş ölçüde yayılma alanı bul muştu. “Fundgraben des Orients” (1809) ile başlayan oryantalist yayınlar, bilgi hâzinesini derinleştirmişler ve uzmanlık kadrolarını çoğaltmışlardı. Bununla birlikte bu faaliyetin çok dar bir kısmı ve bu kuruluş ların arasında pek küçük bir sayı gerçek varlığını sürdürebilmiş ve gelişme olanağı bulabilmişti. Zira oryantalizm üçüncü şekline ulaştığı sırada Doğu’yu ilgilendiren fikirlerde büyük ölçüde sınır lama getirmiş bulunuyordu. Bu çağda Flaubert, Nerval yahut Scott gibi en yetenekli yazarlar dahi Doğu konusunda hisseder ve yazar ken sıkıntılardan kurtulamamışlardır. Kısacası oryantalizm eninde sonunda gerçeklerin siyasî bir görüntüsü olmaktan öteye geçememektedir. Oryantalizmin yapısı bize yakın olan “biz” ile (Avrupa, Batı) bize yabancı olan “Onlar” (Doğu) arasındaki farkı doğrulamaktadır. Bu görüş bir anlamda yoktan var edilmiş fakat daha sonra her iki dünya üzerinde varsayı lan hayallerin gerçekleşmesine yardımcı olmuştur. Doğulular ken di dünyalarında yaşamakta, “Biz” ise kendi dünyamızda yaşamak tayız. Maddî bir gerçek şekline bürünen bu görüş giderek sağlam laşmış ve her iki gerçek diğerinin doğrulayıcısı olmuştur. Bununla birlikte iki dünya arasındaki ilişkilerde bir cins özgürlük her devir de Batı’nın ayrıcalığı sayılmış, zira Batı’nın diğerinden daha üstün bir kültüre sahip olduğu durmaksızın tekrarlanmıştır. Batı, Disraeli’nin deyimi ile, üstün kültürü sayesinde Doğu’nun karanlıklarını yırtabilmiş, büyük dünya gerçeğini tanımış ve onunla birleşerek ona yeni bir şekil vermiştir. Ancak Batı’ya tanınan bu ayrıcalığın sınırlı kelimeleri ne bugüne kadar kimsenin dikkatini çekmiş, ne de bu görüşün hangi noktalara kadar uzandığı merak konusu ol muştur. Burada göstermek istediğim şudur ki oryantalist gerçek aynı zamanda hem insanlık dışı hem de yapışkandır. Bu varlığın sı nırları kadar kurumları ve evrensel etkileri de bugüne kadar süre gelmiştir. Fakat oryantalizm vakti ile nasıl işliyordu? Bugün nasıl işle mektedir? Onu, bir tarihî olay, bir düşünce modası, güncel prob lem, yahut maddî gerçek olarak tanıtma olanağı var mıdır? İmpara torluğunun yetişkin bir teknokratı ve oryantalizmden fayda sağla mış bir kişi olarak Cromer’i bir kere daha ele alalım: Bize bazı ce vaplar verebilir: The Governm ent o f Suhject Races ında Cromer konuları şöyle ele alıyor: “Kişilerin toplamından meydana gelm iş Büyük Britanya devleti, yönetimle ilgili bazı prensiplere bağlı kalarak böylesine geniş bir imparatorluğu nasıl idare edebilir? Tabiatı ile yerli dünyasını çok iyi tanıyan ve aynı zamanda bir Anglo-Sakson gibi hareket edebi len “Yerli memurlara” güvenmek zorunda kalacaktır. Bu kişiler Londra’dan emir alırlar ancak. Bu kişilerin ilk amacı yerlilerin çı karlarını korumaktır. Daha sonra bu çıkarlar imparatorluğun çı- karlan ile aynı hizada tutulmalı, hatta icab ederse yerlilerin çıkar ları uğruna imparatorluğun çıkarları bir kenara bırakılmalıdır. İm paratorluğun başına gelebilecek bir tehlikeyi sadece merkez bil meli ve gerekeni yapmalıdır. Neden? Zira “ Makina’nın çeşitli par çaları arasındaki ahenkli çalışma düzeninden” sadece merkez so rumludur. V e dolayısı ile kendisine bağlı olan hükümetler arasın daki ilişkileri mümkün olduğu kadar olumlu düzeyde tutabilmeyi deneyecek tek güç merkez gücüdür...”<14) Cromer’in bu şekilde konuşması sis çekici olmaktan uzaktır. Ancak kelimelerin altında yatan ana fikri bulup çıkarmak, zor de ğildir. Cromer Batı’da oturan fakat Doğu’ya doğru uzanan büyük bir makinanın başını çekmektedir. Bu makina merkezden yönetil mekte, fakat bu yönetim makinanın bedenine bağlı kalmaktadır. Makmanm kollan ona Doğu’dan yiyecek maddesi olarak insan ka nı, maddî zenginlik daha bilmem ne taşımakta, bu gelen gıda ise o makinaya daha fazla güç, daha fazla enerji sağlamaktadır. Uzman lar gelen malzemeyi derhal insanlığa yarar hale getirmekte, yöneti len ırk olarak doğulu, hatta kendi “mantalitesi” ile kabul edilmek tedir. Bütün bunlar merkezin otoritesini güçlendirmeye yaramak tadır. “Yerli çıkarlar” oryantalistlerin özel çıkarlarıdır. “Merkez otoritesi” ise bütünü ile imparatorluk ailesinin genel çıkarlarıdır. Cromer’in açıkça ileriye sürdüğü budur. Yönetim, topluluğu yö netmeyi bilmelidir. İleri dereceleri tutturmuş bir yönetim her şey den önce yerli yönetimdir. Uzmanlar önce bölgeyi yönetecekler daha sonra sosyal bir otorite sisteminin genel işleri ile meşgul ola caklardır. Bölgenin ve merkez’in çıkarları birbiri ile iç içedir, an cak bu olgu hiç bir şekilde tesadüflere bırakılmış değildir. İmparatorluk yöneticisi olarak Cromer’in özel fikirlerini ele alalım: Cromer “Araştırmamın başlıca konusu insandır” diyor. Pope insanlık üzerine sürdürülecek araştırmaların merkez nokta sında insanın bulunması gerektiğini ileri sürerken “Fakir Hintli ler” de dahil olmak üzere tüm insanları hedef alıyor. Cromer ise “Doğulular” gibi bazı insan türlerinin “ayrıca” incelenebilecekle rini belirtmektedir. Bu “ayrıca” deyimi Doğu ve Doğuyu ilgilendi ren bilimlerdir. Diğer bilim şekillerinden farklıdır. Ne var ki neti cede elde edilen bilgi her an kullanılmaya hazır, maddî ve sosyal gerçeklere dayanan faydalı bilgidir. Böylece Doğu ile Batı arasın da bir egemenlik düzeni doğmaktadır. Kipling bunu bir gün çok açık biçimde anlatmıştı: “Katır, at, fil yahut koşum öküzü sürücüye itaat eder; sürücü çavu şa, çavuş yüzbaşıya, yüzbaşı, binbaşıya, binbaşı, albaya, albay üç alaya kumanda eden generale, general kendi generaline, o da kral yardımcısına bağlıdır. Kral yardımcısı ise İmparatoriçe’nin hizmetindedir.”(15) Bu muazzam emir kumanda zinciri “Ahenkli bir çalışma” dü zeni yaratmış ve Cromer böylece güçlü bir yönetici olmuştur. Yine bu yüzden oryantalizm Batı’nın kuvvetini dünyaya duyurmuş, Doğu’nun zayıflığını vurgulamıştır. Batıkların tüm görüşleri bu yüzden doğru çıkmıştır. Bu kuvvet ve bu zayıflık oryantalizmin önemli bir bölümü olarak dünyayı büyük bölgelere ayırmış, bölge ler arasında gerginlik yaratmış ve bu gerginliğin ırk farklarından geldiğine herkesi inandırmıştır. Oryantalizm’in ortaya attığı en önemli entellektüel sorun budur. İnsanlığın gerçeği bölümlere ayrılabilir mi? Aslına bakılırsa insanlık gerçeği temelde kültür, tarih, gelenekler, toplumlar, hatfa ırklar olarak çeşitli farklılıklar taşımaktadır; ancak insanlar bu ay rılıkların sonuçlarını yine insanca kabul ederek yaşamalarına de vam etmiyorlar mı? Bu noktada şu soruyu soruyorum: İnsanların ayrı a,yrı oluşlarından doğan düşmanlık hislerini ortadan kaldır mak ve “Biz” (Avrupalılar) ve “Onlar” (Doğulular) demek zor mu dur? Aslında bütün bu ayrıcalıklar genel fikirlerdir; geçmişteki ve yaşanan günlerdeki varlıkları, insanlar arasında farklar görmeye alışmış bir kafaya dayanmaktadır. Yapılan analizlerde “Doğulu” ve “Batılı” gibi kavramlar hem hareket noktası, hem de ulaşılacak sonuç olarak düşünülürse, özel likle politik alanda (Balfour ve Cromer’in kullandıkları gibi....) ay rılıklar daha da sertleşmektedir. Doğulu daha da Doğlu olmakta, Batılı ise daha da Batılılaşmaktadır. Sonuçta değişik kültürler, farklı gelenekler ve farklı toplumlar arasındaki İnsanî ilişkiler be lirli sınırların içinde kalmaktadır. Kısacası oryantalizm modem ta rih’in başlangıcından günümüze kadar geçen süre içinde, yabancı bir dünyayı ele alan bir düşünce sistemi olarak, farklılıklar üzerine kurulmuş bütün diğer bilim dalları gibi maalesef insan düşüncesini “Doğu” ve “Batı” olmak üzere iki bölüm içinde kanalize etmiştir. Sözkonusu eğilim oryantalizmin özü, teorisi ve pratiğidir. Batı’da oryantalistlerin ortaya koydukları değerler bütünü içinde, Doğu üzerindeki iktidar gücü, böylece bir bilim gerçeği olarak tartışma sız kabul edilmektedir. Günümüzde yazılmış birkaç renkli eser bu görüşleri doğrula maktadır. İktidar sahipleri için, yönettikleri dünya hakkında ko nuşmak er veya geç kaderlerinin gereğidir. Balfour bu kuralın dışı na çıkamamıştı. Günümüzde Henry Kissinger de çıkamamaktadır. Birleşik Amerika dışişleri bakanı Dom estic Structure a n d Foreing Policy isimli eserinde oldukça açık bir dil kullanmaktadır. Kissinger’in çizdiği gerçek bir dram tablosudur. Bu tablonun için de Birleşik Amerika Devletleri bir taraftan iç güçlerin baskısı, di ğer yandan dış dünyanın gerçekleri arasında hareket doğrultusunu saptamak zorundadır. Sadece bu nedenle Kissinger konuşmaları sırasmda Birleşik Amerika ile dış dünya arasında bir denge tuttur maya çaba harcamaktadır. Ayrıca tarihsel gerçekler dolayısı ile ge tirildiği yerde, başlıca Batı güçlerinden birinin sözcüsü olarak ken di üstün egemenliğini kolay kabul etmeye yanaşmayan bir dünya ya karşı konuştuğu için dikkatle davranmaya çalışnnşdır. Kissinger endüstrileşmiş ve gelişmiş Batı toplumları ile ilişki lerinde Birleşik Amerika’nın, gelişmekte olan dünya ile ilişkile rinde olduğundan daha az zorluklarla karşılaştığını farketmiştir. Nitekim günümüzde Birleşik Amerika ile Çin, Çin Hindi, OrtaDoğu, Afrika ve Latin Amerika ülkelerini teşkil eden Üçüncü Dünya Devletleri arasındaki münasebetler, anlaşıldığına göre di kenli bir takım problemler yumağıdır. Kissinger bunu saklayamamıştır. Birleşik Amerika eski Dışişleri bakanı eserinde dilbilimcilerin ikili karşılaştırma admı verdikleri metodu kullanmaktadır. Kissin ger bu amaçla biri peygamberane, diğeri siyasî olmak üzere iki tip dış politika bulunduğunu, iki çeşit teknik, iki dönem vs. olduğunu göstermektedir. Yazar, tarihle ilgili düşüncelerinin son bölümün de yaşanan dünyanın gerçekleri ile karşı karşıya geliyor ve bu dün yayı ikiye ayırıyor: Gelişmiş ülkeler ve gelişme yolunda bulunan ülkeler... Bunlardan ilki Batı Dünyasıdır. Kissinger’e göre Batı “yaşanan hayatın gerçek yüzü, gözlemcinin görüşlerinin tamamı ile dışındadır, fikrine sonuna kadar dalmıştır...” Bu yüzden Batılı mevcut bilimsel doneleri mümkün olan en ince ayrıntılarına kadar ortaya çıkarmak ve bunları belirli bir düzen içinde sınıflamak ge rektiğine inanır. Kissinger bu noktada Newton devrimini öne sür mektedir. Ona göre bu düşüncenin gelişmekte olan dünyanın değer ölçüleri içinde hiç yeri yoktur. “Daha ilk sıralarda Newton düşüncesinin dışında kalmış olan kül türler, N ew ton öncesinin görüşlerine saplanıp kalmışlar ve göz lemcinin yaşanan hayatın gerçeklerini kendi içinde duyabileceği fikrini terketmemişlerdir...” diyor. Bu nedenle Kissinger görüşlerine şunları ilave etmektedir: ‘îPek çok genç ulus için eski gerçek değişik bir anlam taşır. Bu açı dan Batı dünyası ile aralarında hiç bir beraberlik yoktur; zira onlar B atı’nın keşiflerle kazandığı tecrübenin yanından dahi geçm e mişlerdir... ”(16) Kissinger’in, bir Doğulunun hiç bir zaman açık ve net olama yacağı konusunda fikir ileriye süren Alfred Lyall’den söz açan Cromer gibi hareket etmeye ihtiyacı yoktur. O hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde delillerini ortaya koyuyor. “Biz Nevvton devrimini yaptık, onlar yapmadılar. Düşünce adamı olarak biz on lardan daha iyiyiz” demektedir. Çok güzel; neticede iki dünya ara sındaki ayırım hemen hemen Balfour ve Cromer zamanında oldu ğu gibi aynen çizilmiştir. Ancak İngiliz emperyalistleri ile Kissinger arasında altmış yıllık bir zaman aşımı var... Yüzlerce savaş ve sayısız ihtilal hareketi bu devre içinde, Kissinger’in bazen geliş mekte olan ülkelere bağladığı, hatta Viyana Kongresi sırasında Avrupa’ya yakıştırdığı Nevvton öncesi düşünce sisteminin hiç de meyvasız olmadığını açık biçimde göstermiştir. Ayrıca Kissinger, Balfour ve Cromer’in aksine Nevvton öncesi düşüncesine saygılı dır; zira “Çağdaş karışık ihtilal hareketleri içinde bu görüş büyük bir esneklik olanağı getirmektedir...” demek zorunda kalmıştır. Ona göre Nevvton öncesi düşüncesinin peşinden giden insana bir görev düşmektedir. Bu görev “Bir kriz zorlamadan önce uluslara rası bir düzen getirmektir....” Bir başka deyimle “Gelişmekte olan dünyayı çekip çevirebilmemiz için bir yol bulmamız gereklidir.” Diyor. Bu örnek eninde sonunda gelişmekte olan ülkeleri tek çizgi üzerinde tutacak ve ahenkli çalışacak bir merkez otoritesinin varlı ğını şart sayan Cromer’in görüşlerine yaklaşmıyor mu? Kissinger dünyayı Nevvton öncesi gerçekler dünyası ve Nevv ton sonrası gerçekler dünyası olarak iki parçaya ayırırken bilgileri nin asıl kaynağını belki de yeteri kadar ölçemiyordu. Ancak bu ayı rım Doğulularla Batıkları birbirinden ayıran inanmış oryantalist lerin düşünceleri ile tıpa tıp beraberlik taşımaktadır. Kissinger ta rafsız bir dil kullanmaya çalışmakla birlikte iki dünyayı ayırırken oryantalistlerin delillerini hatırlatacak türden deliller ileri sürmek tedir. “Peygamberane”, “açıklık”, “içe dönük” “eski gerçek”, “dü zen” gibi kelimeleri bol bol kullanıyor. Bu sözcüklerin aracılığı ile bazen çekicilik dolu erdem gösterilerini anlatıyor; samimi ve içten davranışlardan söz açıyor, bazen de korkutucu yanlışlıkları, tuhaf lıkları ve kargaşalıkları öne sürüyor. Böylece ileride göreceğimiz gibi hem geleneksel oryantalist hem de Kissinger, önce kültürler arasındaki farkları açığa koyuyorlar ve aralarına bir duvar gererek onları ayırıyor; daha sonra Batı’yı diğerini gütmeye, yahut en azın dan yönetmeye davet ediyorlar... Zira Batı, bilgisi ve iktidar gücü ile erşilemeyecek bir üstünlük sahibidir. Bu militanca ayırımın şu sırada ne pahasına ve hangi sonuçlarla ayakta tutulmaya çalışıldı ğım ilave etmeye bilmem luzum var mı? Kissinger’in analizlerine net biçimde, hatta çok net şekilde uyan bir başka görüntü dikkat çekmektedir. L’A m erican jo u m a l op P sych iatıyŞ ubat 1972 sayısında Devlet Bakanlığı Haber Al ma ve Araştırma Bürosu eski üyelerinden Harold W. Glidden’in bir makalesini yayınladı. “The Arab WorId” (Arab Dünyası) baş lığını taşıyan bu makalenin tonu ve konusu bir oryantalistin çok be lirgin düşünce yapısını hatırlatmaktadır. 1300 yıllık bir dönemi içi ne alan, yüz milyondan fazla insanı ilgilendiren, döıt sayfa ve iki sütün üzerinde geliştirilen bu psikolojik portre için yazar sadece dört kaynak ismi vermektedir: Trablus hakkında yayınlanmış yeni bir kitap, el-A hram adını taşıyan Mısır gazetesinin bir sayısı, “Oriento Moderno” isimli süreli yaym ve meşhur oryantalist Macid Kadurî tarafından kaleme alınmış bir eser... Bu makale Batılı düşüncesine göre “soysuz”, fakat Arablar için “normal” sayılan “Arab davranışının iç çalışma düzenini” hedef tutmaktadır. Bu mutlu başlangıçtan sonra makalede bize Arabların uyumluluk üze rinde fazla durdukları açıklanmakta ve bu ırkın utanç verici “pres tij sistemi” kurallarına dayalı olarak müritler ve müşterilerle yürü yen bir kültürü olduğu belirtilmektedir. Ayrıca yine aym makalede okuyucuya Arab toplumu her devirde bir müşteri-patron ilişkileri içinde varlığını sürdürdüğü öğretilmektedir. Yazara göre Arablar çatışmadan yaşayamazlar. Bu toplumda kişilerin prestiji sadece diğerlerinden üstün olma yeteneğine dayanır. Utanç verici bir kül tür —İslâmiyet’ten hareket etse dahi— intikam duygusunu erdem yerine koyar. (Bu noktada Glidden gururla el-Ahram in 29 Hazi ran 1970 tarihinde yayınladığı bir haberi ele almaktadır: Buna göre Mısır’da 1969 yılında meydana gelen ve kaatilleri yakalanan 1070 öldürme olayının % 20’si namus temizleme duygusuna, % 30’u gerçek veya hayalî bir suçu cezalandırmaya, % 31 ’i ise kan davası na dayanmaktadır.) Batı kafasına göre Arablar için en uygun du rum “barış” içinde yaşamaları ise de Arablar için hayat böyle bir mantığa uygun değildir. Zira objektif görüşler Arab düşünce siste mi içinde yer tutmamıştır. G lid d en daha sonra h e y e c a n ı artarak şunları ila v e ediyor: “ Arab değerler sistemi gurubun içinde kesin bir beraberliği gerek tiriyorsa da bu sistem aynı zamanda gurubun üyeleri arasında da yanışmayı kökünden yıkayacak bir cins rekabet sistemini de bera berinde getirmektedir; Arab cemiyetinde sadece “başarı” değerli dir. “Sonuç aracı meşru kılar”. Arablar tabiî şekilleri ile bir sıkıntı lar dünyasında yaşamaktadırlar. Kuşkulu ve güvensizdirler. Herşeye karşı sınırsız düşmanlık duyguları ile doludurlar. Arab yaşa mı içinde kurnazlık sanatı büyük ölçüde geliştirilmiştir. (İslâm’da dahi) Arabların intikam duyguları herşeyin üzerine çıkar. Aksi halde Arablar kendi benliklerini “yok eden” bir utanç duygusuna kapılırlar. B öylece Batılılar “değer ölçüleri içinde barış duygusu nu en yüksek noktaya çıkarsalar” dahi ve yine Batılılar zamana çok ileri derecede değer verseler dahi Arablar böyle şeylere aldır mazlar. A slında Arab değerlerinin doğduğu Arab aşiret hayatı içinde barış değil savaş önemlidir. Zira yağmacılık genel ekono minin başlıca dayanak noktasıdır.. Glidden’in kaleminden çıkan bu bilimsel(!) eserin, Doğu ve Batıyı ilgilendiren değer hükümleri arasında, çeşitli elemanların birbirlerine karşı ne derecede farklı olduklarını göstermek amacı taşıdığı anlaşılıyor...(17) Oryantalist kendine güven duygusunun en yüksek örneğini ve riyor bu satırlar... Açıkça, katkısız ve basit anlatılan herşeyde ger çeklerin payı bulunduğu düşünülebilir. Oryantalistlerin Doğulula ra yakıştırdıkları her türlü teorik davranışlar listesinin Doğuluların gerçek hayatlarına uygun düştüğü öne sürülebilir. Ancak bir taraf ta Batıklar yer almış, diğer tarafta Doğulular sıralanmıştır. Birinci ler, düşünce sahibi, barışçı, hür fikirli, akıllı, gerçek değerlere ula şabilecek yetenekte, doğuştan kuşkulu olmayan bir takım insanlar olarak tanıtılmışlardır; diğerleri ise yine bu tanımlamaya göre bu karakterlerden hiçbirine sahip değillerdir. Bütün bu sonuçlar Do ğu üzerine yazılmış hangi ortak ayrıntılı araştırmaya dayanıyor? Bunları hangi uzmanlar düzenliyor? Kimler hayal ediyor? Cro mer, Balfour ve çağdaş devlet adamlarının kafalarında yer alan Doğu hayalleri arasındaki aşırı benzerlikleri hangi kurumlar, han gi gelenekler, hangi kültürel güçler yaratıyor? Hayalden doğan coğrafya ve görüntüleri: Doğuluyu Doğululaştırmak Oryantalizmden söz açmak bilimsel bir konudur. Bu ilim dalı nın başlangıcı olarak genellikle Hristiyan Batı’da 1312 Viyana Konsilinin kararlan gösterilmektedir. Nitekim bu konsil sırasında Paris, Oxford, Bologne, Avignon ve Salamanque şehirlerinde Arab, Grek, İbranî ve Süryanî dillerinde eğitim yapacak bir seri kürsü kurulması karar altına alınmış bulunuyordu/18’ Oryantalizm ele alındığı sırada sadece profesyonel oryantalisti ve onun çalışma larını değil, aynı zamanda Doğu adını verdiğimiz bir coğrafî, kül türel, dilbilim ve etnik alana bağlı araştırma konularını da düşün mek gerekmektedir. Bütün bu konular tabiatı ile icad edilmiştir. Ancak zamanla bütünlük kazanmış ve sağlamlaşmıştır; zira bu ko nuda çalışan bilginler şu veya bu şekilde genellikle kabul edilen bir disipline kendilerini bağlamışlardır. Bununla birlikte oryantaliz min bütünü içinde yer alan her konu bilginler, profesörler ve uz manlar tarafından çoğu zaman ileri sürüldüğü şekilde kolaylıkla belirlenmiş ve sınırlandırılmış değildir. Geleneğe en çok bağlı filo loji, tarih ve teoloji gibi, ilimlerde dahi konu tamamı ile değişebile ceği gibi ona her zaman “geçerli” sayılabilecek bir görüntü tanı mak da imkânsızdır. Bu gerçek bazı özel sebeplere bağlı olarak or yantalizmde daha çok kendisini hissettirmektedir. Bir coğrafî “alan”dan bir bilimsel uzmanlık dalı şeklinde söz açmak özellikle “oryantalizm” konusunda oldukça göz alıcıdır. Zira hiç kimse buna karşılık bir “Batıcılık” kavramını aklına getir memektedir. oryantalizmin özel, hatta orijinal durumu böylece da ha ilk and aortaya çıkıyor... Zira çeşitli bilim dalları genellikle ele aldıkları “malzeme”nin adı ile anılmaktadır .(Meselâ bir tarihçi in sanların ogünkü durumlarından hareketle geçmiş devirlerini ele alır.) Bu açıdan “Oryantalizme” benzeyen başka bir bilim dalı yok gibidir. Belki yeryüzünün hiçbir bölgesinde sosyal gerçekler, ko nuşulan diller, politika, tarih ve çeşitli konular bir coğrafi bölgenin sınırları içine alınarak incelenmez. Bir klasikçi, bir Roma dilleri uzmanı hatta bir Amerikancı dahi dünya yüzeyinin pek mütevazı bir bölgesi ile yetinmek zorundadır. Oryantalizm bunların hiç biri ile karşılaştırılamayacak kadar geniş bir coğrafi alana sahiptir. Or yantalistler geleneksel biçimde Doğu’nun meseleleri ile meşgul olurlar. Bir İslâm hukuku uzmanı, bir Çin dilleri bilgini, yahut ÇinHindi dinleri araştırmacısı hep birlikte oryantalist sayılırlar. Şu gerçeğe alışmak zorundayız ki oryantalizmin boyutları ulaşılama yacak kadar geniş ve sınırsızdır. Bu ilim dalı belki sonsuza kadar bölümlere ayrılabilecek yetenek taşır. İçinde gizlediği en ulu ger çeklerden en hurda ayrıntılara kadar bir bütündür. Bütün bunlar oryantalizmin büyük bir bilim disiplini olduğunu gözler önüne sermektedir. Kelimenin sonunda yer alan “izm” sözkonusu disiplinin özelliğini ortaya koyar. Oryantalizmin tarihsel gelişimi onun değerini herkese kabul ettirmiş ve seçenek kapılarını kapamıştır. Erpenius ve Guillaume Postel gibi Rönesans Oryanta listlerini her şeyden önce İncil’de yer alan ülkelerin uzmanlan idi ler. Postel Çin’e kadar bütün Asya’yı tercümana ihtiyaç duymadan baştan sona geçebileceğini iddia etmişti. Nereden bakılırsa bakıl sın onsekizinci yüzyılın ortalarına kadar tüm oryantalistler İncil bilgini, Samî dilleri uzmanı, İslâm yahut Cizvitlerin açtığı yoldan Çin bilimleri araşıtrmacısı üstün kişilerdi. Orta Asya’mn tüm alanı oryantalizm tarafından ancak onsekizinci yüzyılın sonlarına doğru feth edilebilmişti. Bu çağda Anquetil-Duperron ve sir William Jones , Avesta ve Sanskrit dillerinin erişilmez zenginliklerini anlaya rak tanıtmayıbaşarmış bulunuyorlardı. Ondokuzuncu yüzyılın or talarına doğru oryantalizm düşünülecek en geniş hâzinelere sahip olmuştu. Bu yeni ve muzaffer terkibin boyutlarını iki gösterge mükem mel bir şekilde ortaya koyuyordu. Bunlardan birincisi Raymond Schvvab’ın Renaissance Orierıtale (Doğu Rönesansı)(19) isimli kitabında, 1765 ve 1850 yılları arasında yer alan Oryantalizmin an siklopedik tarifinde göze çarpmaktaydı. Bu sırada Avrupalı uz manlar Doğu'yu ilgilendiren konularda gerçekleştirilen İlmî bu luşların tamamı ile dışında kalarak bir cins “Doğuculuk” hastalığı na tutulmuş yaşıyorlardı. En büyük şairler, deneme yazarları, çağ daş filozoflar bu hastalıktan kendilerini kurtaramıyorlardı. Schwab “Doğu” kelimesinin o çağda Asya’yı ilgilendiren her ko nuda amatör yahut profesyonel bir ihtiras yarattığını yazar. Bu ke lime aynı devrede egzotik, esrarlı, derin, üretici kelimeleri ile mü kemmel bir uyum sağlıyordu. Olay, vakti ile Avrupa'nın Rönesans başlarında eski Yunan ve Latin dünyasına karşı duyduğu heyecanlı alâkanın bu defa Doğu’ya yönelmesi idi. 1829’da Hugo bu deği şikliği bütün açıklığı ile ortaya koymuştu: “ 14. Louis’in devrinde Helenist idik, şimdi Doğucuyuz...” diyordu.00’ Böylece ondoku zuncu yüzyıl oryantalisti ya bir bilgin, (Çin, İslâm yahut indo-europeen konularında uzman) yahut yetenekli bir sanat adamı (Oriental’ı ile Hugo ve Doğu-Batı D ivan ı ile Goethe) yahut da her ikisi olmuştu(Richard Burton ,Edward Lane, Friedrich Schlegel). İkinci gösterge Oryantalizmin Viyana Konsilinden beri hangi noktalara ulaştığım daha büyük bir açıklıkla sergiliyor ve ondokuzuncu yüzyılın kroniklerinde yer alıyordu. Bunların arasında en mükemmel olanı Jules Mohl’un “Doğu etütleri tarihinin yirmi beş yılı” adını taşıyan eserdi.12” Anı formunda yazılmış iki cilt kitap, 1840 ile 1867 arasında, Oryantalizm konusunda önemli olan her şeyi içine almaktaydı. Mohl, Paris Asya Derneğinin sekreteri idi. Paris, ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısını aşan bir devre içinde or yantalistler dünyasının merkezi olmuştu. (Walter Benjamin'e göre bütün ondokuzuncu yüzyıl boyunca.. ) Dolayısı ile oryantalizm konusunda hiç kimsenin durumu Mohl’den daha merkezî deildi. Mohl Avrupalı bilginlerin yirmi beş yıl içinde Asya konusunda or taya koydukları bütün buluşları kitabına almıştı. Bütün bu haberler şüphesiz ki yayın sahasını ilgilendiriyor, ancak o sırada oryanta listlerin önlerine serilen malzemenin bolluğu gözler kamaştıracak nitelik taşıyordu. Arabça, sayısız Hind dilleri, İbranîce, Pehlevi di li, Asur ve Babil dilleri, Moğolca, Çince, Birmanya dili, Mezopo tamya dilleri, Java dilleri bilim dünyasına sunulmuş oryantalizmin konuları arasına giren filoloji çalışmaları ulaşılamayacak boyutla ra yükseltilmişti. Ayrıca oryantalist araştırmalar, yayın, metin ter cümeleri ve antik sikkeler konularmı da içine alarak gittikçe daha geniş sahalara yayılıyord Asya ve Kuzey Afrika’nın eski veyeni,bilinen bütün kültürlerine ait antropoloji, arkeoloji, sosyoloji, ekonomi, tarih, edebiyat ve kültür konuları oryantalizmin alanı içi ne girmişti. Gustave Dugat’ın kaleme aldığı “XII. ve XIX. yüzyıl larda Avrupa Oryantalistleri Tarihi”<22,(1868-1870) isimli eseri, genelde tanınmış kişilerle sınırlandırılmış olmakla birlikte değini len konuların bilimsel değeri Mohl’ün eserinde olduğundan daha aşağı düzeyde değildi. Bununla birlikte böylesine geniş bir çalışma düzeninin bazı noktalara erişemediği anlaşılmaktadır. Zira pek çok kitabî oryan talist .incelediği toplum veya konuşma dilinin sadece klasik devir leri ile meşul oluyordu. Ancak asrın sonlarına doğru ve tek örnek olarak Napolyon’un “Mısır Enstitüsü” ile dikkatler modem yahut çağdaş Doğu etütlerine çevrilebilmişti. Gerçektir ki o sırada ince lenen Doğu sadece yazılı metinlerle ele alınıyordu. Doğu’nun etki leri kitaplar ve el yazmaları ile yayılıyor, eski Yunan dünyasının Rönesans üzerindeki tesiri gibi heykel yahut pişmiş toprak şeklin deki sanat eserlerine dayanmıyordu. Doğu bilimcisi ve Doğu ara sındaki ilişki dahi tümü ile yazılı metinlere bağlı kalıyordu. Kitap larla ve dış yüzey görüntüleri ile sürdürülen bu münasebet öylesine ileri boyutlara ulaştırılmıştı ki ondokuzuncu yüzyılın başında se kiz kollu bir Hint heykeline tek bir defa göz atma ile oryantalist zevkini tatmin edebilen Alman Oryantalistlerinin hikayeleri her yörede anlatılır olmuştu.<23> Bir oryantalist bilgin incelediği ülkede bir geziye çıksa meşgul olduğu “uygarlığa” ait sarsılmaz ön yargıları n varlığın farkedebilirdi.Bütün bunlara rağmen eski “gerçeklerin” geçerliliğini ispat etmeye çalışmaktan öte başka işlerle uğraşan bilginlerin sayılan az görülmüştür. Belki en önemli konu bu alanda ortaya çıkıyordu ;zira yerlilerin anlayışsız ve dejenere oluşları bu sebeplere bağlan maktaydı. Diğer yandangerek iktidarı ve gerekse hedefleri açısın dan oryantalizm Doğu hakkında sadece bir seri doğru ve pozitif bilgi ortaya koymakla kalmamış ;aynı zamanda ikinci halka bir ta kım bilgileri de gün ışığına çıkarmıştı. “Doğu hikayeleri”, “Esrarlı Doğu’nun Mitolojisi”, “Anlaşılmaz Asyalılar” gibi konular etra fında düğümlenen bu edebiyata V.G. Kieman oldukça doğru bi çimde “Avrupa’nın Doğu hakkında kollektif rüyası” adını takmış tı/241 Bunun mesut sonuçları olmuştu. Ondokuzuncu yüzyılda önemli sayı da yazar bu yüzden Doğu’ya merak sarmış bulunuyor du. Öyle sanıyorum ki Hugo, Nerval, Goethe, Flaubert, Fitzgerald ve diğerlerinin eserlerini ele alarak bir edebî oryantalizmden söz açmak en doğru yoldur. Bununla birlikte böyle bir çalışma kaçınıl maz biçimde kaygan Doğu hikâyeleri ile birlikte yürüyecektir. Bu noktada Doğu, sadece çağdaş davranışlara ve önyargılı halk ina nışlarına değil Vico’nun deyimi ile aynı zamanda ulusların ve bil gilerin yeterliliği esasına bağlı olarak ele alınacaktır. Yirminci yüzyılda böyle bir malzeme ile yoğrulan politikalardan söz etmiş tim. Günümüzde herhangi bir oryantalistin kendisini çok eski de virlere, hatta özellikle İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar ulaşan yakın çağa bağlaması olanağı zayıftır. Bu durumun faydaları var....Doğu dilleri yahut Doğu kültür uygarlıkları konularında faa liyet gösteren üniversiteler ancak bu ilkelere bağlı kalarak prog ramlarım canlı biçimde yürütebilmektedirler. Oxford’da bir “Do ğu” fakültesi ve Princeton Üniversitesi’nde bir “Doğu Etütleri’’ bö lümü vardır. 1959 yılında Britanya hükümeti bir komisyona görev vererek Doğu araştırmaları, İslav, Doğu Avrupa ve Afrika konula rında hangi noktalara ulaşıldığını öğrenmek istemiş ve yeni geliş meler için öneriler getirilmesini teklif etmişti.(25) Anlaşıldığına gö re “Oryantal” kelimesinin geniş kapsamı, 1961 ’de yayınlandıktan sonra kazandığı isimle Hayter raporunu ters yönde etkilememiştir. Kelimenin anlamı Amerikan üniversitelerinde de uygun görül mektedir. Aslında Anglo-Amerikan araştırmacıları arasında en büyük ismi taşıyan H.A.R. Gibb ,Arabcı olmaktansa “Oryantalist” sayılmayı tercih ettiğini açıklamıştır. Gibb bütün “klasikçi” görü nüşüne rağmen oryantalizmi tarif edebilmek için yeni ve dehşet sa çan bir fikir olan “Area S tu dy kültür araştırma alanı” görüşünden yararlanabilir ve böylece “kültürel araştırma alanı” ve Oryantaliz min neticede kendi içinde değişken davranışlar gösterebilen bir coğrafya deyimi olduğunu ortaya koyabilirdi.<26) Fakat öyle sanı yorum ki bilgi ve coğrafya arasındaki enteresan ilişkiyi saklamaya luzum yoktur. Bu konuyu burada kısaca inceleyeceğiz. Anlamsız istekler, yersiz itişimler, çeşitli hayaller yaratmasına rağmen insan zekası öyle anlaşılıyor ki avnı zamanda Levi-Strauss’un deyimi ile “Sağlam bir ilim” sayılacak türde bir düşünce üretebilmektedir.127’ İnsan zekâsının üretime geçebilmek için ara dığı düzen, sağlıklı bir sınıflamaya dayanıyor... Ancak eşyanın arasındaki farkları düşünürken oldukça dikkatli davranmak gere kir. Objektif olarak var oldukları sanılan bazı şeylerin varlıkları hayalî olabilir. Bir yerde oturan insanlar bulundukları yerin çevre sine bir sınır çizerek bu sınırın dışında kalan yerlere “Barbarlar ül kesi” adını verebilirler. Bir başka deyimle samimi ve yakın olan bölgeye “bizim”, yakın olmayan bölgeye de “onların” adını veren evrensel gelenek, kafalarda tamamı ile zorlamaya dayanan bir coğ rafi bölge kavramına yol açabilir. Burada “zorlama” kelimesini kullanıyorum zira “bizim ülkemiz ve onların ülkesi” şeklinde hayalî bir coğrafya kavramına dayanan düşünce ikinci bölgenin bu farka inanmasına gerek duymaz. Önemli olan bu sınırın “biz” de yimini kullanan tarafta çizilmiş olmasıdır. Bu sınır bir defa çizil dikten sonra karşı tarafın toprağı, dili, düşüncesi ile her şeyi “on lar” adını alır ve “bize yabancı” olur. Bir bakıma modem toplumlar ve ilkel toplumlar kişiliklerini böylece negatif yoldan kazanmış lardır. Beşinci yüzyılda yaşamış bir Atinalı kendisini uyumlu bir Atinalı saydığı kadar herhalde barbar saymıyordu. Coğrafî sınırlar görünür biçimde sosyal, etnik ve kültürel sınırlarla birlikte var ol maktadır. Bununla beraber kendimizi, kendi toprağımızda düşü nebilmemiz için “karşı tarafın” da varlığını düşünmemiz gereke cektir. Ayrıca her türlü varsayımlar, düşler ve hayaller bize ait ol mayan o dışarı dünyanın malı olacaktır. Bachelard “Alanın şiiriyeti” adını verdiği şeyi analiz etmiş tir.128’ Ona göre bir evin içi bir cins yakınlık duygusu verir. Bu alan ister gerçek ister hayalî olsun esrarlı ve güvenlidir.Zira orada ya şanmış tecrübeler vardır. Bir evin objektif alanı, köşeleri, koridor ları, mahzeni, odaları uzaktan bakıldığında fazla bir değer taşımaz lar. Önemli olan “alanın şiiriyeti”dir. Bu alan da çoğu zaman hayalî ve yakıştırmadır. Bu değerleri biz yaratır ve adım koyarız. Ev yaşa nan yerdir. İnsan orada kendisini rahat, hisseder. Bir evin ev yahut hapishane oluşu, içine girildiğinde duyulan duygulara bağlıdır. Alan böylece duygusal ve hatta rasyonel karakter kazanır. Bu alan da faaliyet gösteren duygular bizim için alanın gerçek değerini or taya koyar. Bu durum zaman için de aynen düşünülebilir. “Çok uzun za man var ki” yahut “Daha başlangıçta idi” veya “zamanlarm sonun da” gibi deyimler büyük ölçüde hayallerimiz tarafından duygusal ca uydurulmuştur. Bir Orta-İmparatorluk Mısır tarihçisi için “Çok uzun zaman var ki” değiminin anlamı açıktır. Ancak sözkonusu zaman bize çok uzak düştüğü için aynı kelimelerden biz aynı sonu cu çıkaramayız. Kelimede saklı anlam bizim için hayali olmaktan öteye geçemez. Hiç kuşku yoktur ki aslında hayalî coğrafya ve hayalî tarih insan zekasına yardım etmekte, yakın ve uzak arasın daki zaman ve mekan farkım dramatize ederek onun kendi kendisi ne karşı beslediği güven duygusunu sağlamlaştırmaktadır. Kendi mizi on altıncı yüzyılda veya Tahiti’de daha rahat hissedebileceği miz konusundaki düşüncelerimiz her zaman doğru çıkmayabilir. Bununla birlikte zaman ve alan üzerinde, yahut daha ziyade ta rih ve coğrafya konularında bütün bildiklerimizin hayallere da yandığını iddia etmek de yersiz olur. Avrupa’da ve Birleşik Devletler'de elde ettiği sonuçlardan gurur duyabilecek bir pozitif tarih vey ine bir pozitif coğrafya vardır. Günümüzün bilginleri dünya nın geçmişi ve hâli konusunda meselâ Gibbon devrine oranla çok daha fazla bilgi sahibi bulunmaktadırlar. Ancak bu demek değildir ki sözkonusu bilginler bilinecek her şeyi bilmektedirler. Onların bildikleri daha önce sözünü ettiğimiz şekilde soyut coğrafî ve tari hi bilginin sınırları içinde yer almaktadır. Böylece bir hayali bilgi nin tarih ve coğrafyanın sınırları içinde kalıp kalmadığına burada karar vermek zorunda değiliz. Şimdilik şu kadarını söylemekle ye tiniyoruz ki sözü edilen bilgi görünen şeklinin de ötesindedir, pozi tif bir bilgidir. Avrupa’da daha başlangıçta veya hemen o çağda, Doğu, ken disi hakkında bilinenlerin çok ötesinde bir fikirdi. Onsekizinci yüzyıl veya daha öncesine kadar R.W. Southern’in mükemmel bir şekilde gösterdiği gibi Doğu kültürlerinden biri olarak İslâm kültü rü hakkında Avrupa, cehalet halkaları üzerine oturmuş bir bilgi hâ zinesi taşıyordu.129' Zira o çağda Doğu kavramı ne saf bilgisiz, ne de bilgili olduğu izah edilemeyecek bir takım fikirlerin toplamından ibaretti. Aslında ne tam cahil ne de tam bilgili olmayan bazı kuru luşların, genel bir Doğu kavramı etrafında bir araya geldikleri de ileri sürülebilir. Herşeyden önce daha “İliada” çağmda dahi ortaya çıkmış olan Doğu ve Batı arasındaki sınırı ele alalım. Doğu'yu ilgilendiren iki önemli özellik en fazla göze batacak şekilde, yaşayan en eski Atina piyesi olan Eschyle’in “İranlılar ’inda ve bunların sonuncusu Euripide’in “B acchantes’mAe ortaya çıkmaktıdır. Eschyle eserinde İranlıların, kral Xerxes tarafından yönetilen ordularının Yunanlı lar tarafından mağlub edildiğini öğrendikleri sırada, İranlıların kalplerini saran felaket duygusunu eserinde tasvir etmektedir. Bu sırada koro şunları haykırır: “Evet işte o saat geldi çattı... Şimdi bütün Asya baştanbaşa boşal dığını görerek inliyor. Xerxes onu yerinden oynattı. Yazık. Yazık! Xerxes onu kaybetti, yazık! Xerxes herşeyi deliler gibi savurdu. Yazık sana Xerxes ve senin gemilerine.Ah Daryüs neredesin! On dan daha iyi huylu bir kral var mıydı? Daryüs tam askerdi. Susiana ilinin sevgilisiydi...”<30) Burada önemli olan şudur ki;Asya, Avrupa’nın hayal gücü sa yesinde sesini duyurabilmektedir. Kendisini Asya’nın karşısında galip ilan eden dünya “karşı” dünyadır. Denizlerin ötesinde yer alan “düşman” dünyadır. Bu sırada Asya’ya boşluk duygusu, ye nilgi ve felaket yakıştırılıyor. Doğu’nun Batı’ya saldırmasının pa hasıdır bunlar. Ve ortada bir de şikayet var: Geçmiş şerefli bir de virde Asya’nın çok parlak olduğu, Avrupa’ya karşı daima zaferler kazandığı da unutulmuyor. Atina dramlarının belki en fazla Asyalı olanı “B acchantes "de ise Dionysos’a Asya’lı cedleri ile açıkça ilişki kur durulmakta ve O Doğu’nun esrarlı tehlikeleri ile baş başa bırakılmaktadır. Teb kralı Penthee diğer Bacchanteslerin yardımı ile anası Agave tarafından öldürülmüştür. Zira o ne iktidarına ne de tanrısallığına bakmaksı zın Dionysos’a hakaret etmişti. Penthee bu yüzden korkunç bir ce zaya çarptırılmıştır. Piyes bu evrensel tanrınn yenilemez gücünün tanımlanması ile son bulmaktadır. “Bachantes”in modern yyorumcuları bu entellektüel ve estetik olayın büyük boyutlara ulaşan değerini fark etmekte eskilerden geri kalmamışlardır. Bu arada ta rihsel bir ayrıntı da gözlerinden kaçmış değildir: Hiç kuşkusuz Euripide “Peloponez Savaşları'mn felaketli yıllarında, Küçük Asya ve Doğu ülkelerine yerleşerek Atina ve Pire’ye kadar etki halkasını genişleten ve Bendis, Kibele, Sabazios, Adonis ve Isıs dinlerinin ışığı altında yeni bir şekle bürünmüş olaran Dionysos kültlerinin etkisi altında kalmıştır.”13” Batı’nın karşısında yer alan Doğu’nun iki değişik özelliği her iki eserde böylece yer aldıktan sonra Avrupa’nm hayalî coğrafya kavramları arasında yaşamaya devem etmektedir. İki kıta arasına bir çizgi çekilmiştir. Avrupa güçlüdür ve sözünü geçirecektir. As ya yenilmiştir ve uzaklaşmıştır. Asya’yı öne süren Eschyle onu Xerxes’in anası olan eski İran kraliçesinin ağzından konuşturuyor. Artık Doğu’yu istediği gibi çekip çeviren Avrupa’dır. Olayların gidişatına bu şekli veren bir kukla sanatçısı değil; herşeye hayat sağlayan, canlandıran ,yeri göğü yöneten, sınırlar ötesine hükmü geçen mutlak bir iktidar gücüdür. O güç olmadığı zaman her yer sessiz ve tehlikelerle doludur. Asya dünyasını istediği gibi yorum layan Eschyle ile Doğu’nun gerçeklerini tanımış bir oryantalist arasında benzerlik vardır. Her iki insan esrarlı Asya’yı tanımaya çalışırken sempati duygularından hareket etmekle birlikte üstün davranışlardan da kaçmamazlar. İkinci nokta Doğu’yu tehlikeleri ile öne süren görüştür. Bu alanda gerçekler Doğu’nun “aşırı” karakteri altında ezilmektedir. Normal sayılan değerleri esrarlı karanlıklara Doğunun Batı’dan ayıran fark Penthee’nin isterik Bacchante’lere karşı çıkma süresi ile sembolize edilmektedir. Penthee’nin ölüm cezası, daha sonra kendisi de Bacchante olduğunda Dionysos’a saygısızlık ettiğinden dolayı değil .başlangıçta onun tehdidini yanlış değerlendirdiği içindir. Euripide’in vermek istediği ders Cadmus ve Tiresias’ın pi yesinde daha da dramatik bir hal almaktadır. Burada olgun ihtiyar lar, insanları yönetenin sadece “iktidar” olmadığını söylerler,(32) Diğer yandan yabancıların gücü hakkında yeterince bilgi edinil mesi ve bu güce uygun hareket edilmesini istemektedirler. Daha sonra Doğu’nun esrarlı gerçekleri daha da ciddi şekilde ele alın maktadır. Zira bu gerçekler rasyonel Batı kafasının kurallarını zor lamakta, onun isteklerine ve sonsuz gücüne karşı çıkmaktadır. Doğu ve Batı’yı aynan böylesine geniş bir fark düşünceleri da ha da ileriye götürmeye zorlamaktadır. Özellikle seyahatler, fetih ler ve yeni tecrübelerin çoğaldığı bir çağda uygarlık denemeleri in sanları daha fazla meşgul ediyor. Roma ,Antik Roma ve Yunan medeniyetlerinde Sezar gibi halk insanları, konuşmacılar ve şair ler ırkları, bölgeleri, ulusları ve insan ruhlarını birbirinden ayıran geleneksel farkları iyi biliyorlardı. Konuların çoğu ülkenin iç me seleleri idi. Amaçlar ise Romalıların ve Yunanlıların bütün diğer ırklardan daha üstün olduklarını kanıtlamaktan ibaretti. Ancak Doğu için önemli olan kendi geleneksel sınıflama siste mine, ilmine ve hiyerarşik düzenine uymaktı. İsa’nın doğumundan önce ikinci yüzyıldan veya daha öncesinden itibaren gözlerini Doğu’ya çevirmiş hiçbir hırslı kumandan ,Herodot’u inkâr edemez. Tarihçi, gezgin, kronikçi ve sınırsız bilgiler sahibi Herodut’un ve yine bilgilerle donanmış savaşçı kral ve fatih büyük İskender'in bu yollardan geçmiş olduklarını unutamaz. Dolayısıyla Doğu iki bö lüme ayrılmaktadır. Bunlardan birincisi; Herodot, İskender ve iz leyicileri tarafından gezilmiş ve görülmüş, diğeri ise henüz ne ge zilmiş, ne görülmüş ne de feth edilmiştir. Hrıstiyanlar bu ayırımı daha da küçük parçalara bölmüştür. Bir Yakın-Doğu ve bir UzakDoğu vardır. Rene Grousset tarafından l ’E mpire dıı Levent (Doğu İmparatorluğu)(33)şeklinde anılan bir Yakın Doğu ve henüz bilin meyen Doğu... Coğrafî kavramlar içinde Doğu böylece eski Doğu ve yeni Do ğu olarak iki bölüme ayrılmaktadır. Bunlardan birincisi yeryüzü cenneti gibi yeniden hatırlanarak yeni bir anlayışla ele alınan Do ğu, diğeri ise Kolomb’un Amerika'yı keşfi gibi tamamen yeni bir ülke şeklinde keşfedilen Doğu... (Tuhaftır ki Kolomb Amerika’ya ulaştığında bu toprağı eski dünyanın bir parçası zannetmişti.) An cak elbette bu iki kara parçası hiçbir zaman birbirinden kesin şekil de ayrılamaz. Her iki alan devamlı şekilde birbiri ile karışmaktadır. Bizi burada ilgilendiren, var oluş güçleri ve insan zekasını meşgul etme biçimleridir. Doğu, özellikle Orta-Doğu'nun tüm antik değerleri ile Batı ta rafından nasıl tanınmış olduğunu ele alalım: Başlangıçta İncil ve Hristiyanlık vardı. Daha sonra ticarî yolların haritasını çizen ve alışverişleri belirli bir düzene bağlayan Marco Polo çıktı. Lodovico di Varthema ve Pietro della Valle onu izlediler. Sonra dünya Mandevilla adı ile ünlü hikayeciyi tanıdı. Bunu Doğu’nun önüne geçilmez fetihleri takip etti. Bu sırada Müslümanlar ve İslâmiyet tbaşa geçti. En sonunda militan hacılar ve haçlılar sahneye çıktılar. Olayın bütünü içinde sözkonusu denemelere dayanan bir edebiyat ve ona bağlı olarak bir arşiv meydana geldi. Bilimler çeşitli bölüm lere ayrıldılar; gezi, tarih, hikâye, streterkip, tartışma konularında elde edilen gelişmeler Batı’nın Doğu’yu daha iyi tanımasına yol açtı. Doğu- Batı ilişkilerinde, dil, kavram ve şekillerin değeri anla şıldı. Bununla birlikte bu çok çeşitli ilişkilere belirli bir bütünlük ve ren daha önce açıkladığım değişkenliktir. Yabancı ve uzak olduğu bilinen şeyler şu veya bu sebeple yaklaşabilmekte ve kolaylıkla ta nınır hale gelmektedir. Çok yeni bir olayın çabuk anlaşılması genel eğilimdir. Yaygın bir fikir ilk defa karşılaşılan olayları daha önce görülmüş gibi ele almayı öneriyor. Aslında bu fikrin izleyicileri yeni bilgiler edinmektense çok eski ve tehdid edici konularla meş gul olmaktadırlar. Eğer akıl yeni doğmuş bir hayat tarzının ayrıntı larını öğrenmek zorunda kalacaksa —Eski Ortaçağ Avrupa toplumunda İslâm’ın göründüğü gibi— ilk takınacağı tavır muhafaza kârlık ve savunma olacaktır. Böylece İslâm, eski bir tecrübe olan Hrıstiyanlığm yeni ve kaçak bir görüntüsü sayılmıştır. Tehdid gün den güne artmış, aile değerleri bir bir gerilemiş ve neticede insan kafaları iki kutub arasında kalmıştır: Herşey ya “orijinal” yahut da “eskinin tekrarı” dır. İslâm bu açıdan bir kere daha ele alınmış ve şunlar görülmüştür: İslâm büyük bir zenginliğe sahiptir. Yeni tarif lere açıktır. Onun yeni bir yol olduğu anlaşılmadan bu tarifler fay dalı kılınamaz. Dolayısı ile Batı’nın Doğu konusundaki fikri bu noktada ikiye ayrılmaktadır: Yakın olana karşı duyulan çekingen lik ve yenilik korkusu... Avrupa İslâm’dan gerçekten korkuyordu. İslâm Avrupa’ya saygı göstermiyordu. 632’de Hz. Muhammed’in ölümünden sonra İslâm'ın askerî, daha sonra kültürel ve dinî hegemonyası çok geniş bir alana yayılmıştı. İran, Suriye ve Mısır, sonra Türkiye, nihayet Kuzey Afrika İslâm orduları tarafından fethedilmişti. Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda ise İspanya, Sicilya ve Fransa'nın bir kısmı da İslâm toprakları arasına girecekti. Onüçüncü ve ondördüncü yüzyıllarda İslâm ,Doğu'da Hindistan, Endonezya ve Çin’e ulaş mıştı. Bu insanüstü atılıma karşı Avrupa’nın korku ve bir cins terör’den başka vereceği bir cevap yoktu. İslâm'ın fetihlerine şahit olan yazarlar Müslümanların geniş kültürleri, geleneksel asaletleri ve bilgilerinden çok az söz açmaktadırlar. Gibbon o devirde yazı lan tarihler için “Avrupa yıllıklarının en karanlık ve en tembel olanları” şeklinde söz açmakta, fakat diğer yandan gururla şunları ilave etmektedir: “Batı’da bilim ileri gittiğinden beri Doğu’da ilim gerilemiş ve çökmüştür.”'341 Hrıstiyanlar Doğuluların orduları hak kında ise şöyle düşünüyorlardı: “Oğul vermiş arılara benziyorlar; fakat ağır bir el ile herşeyi yakıp yıkıyorlar...” Onbirinci yüzyılda Mont-Cassın’m bir papazı olan Erchembert bunları yazıyordu/35’ İslâm'ın terör, yıkıcılık, nefret edilen barbarlar sürüsü olarak görülmesi boşuna değildi. Avrupa için İslâm devamlıbir felaket konusu idi.Onyedinci yüzyılın sonlarına kadar süren “Osmanlı be lası” tüm Avrupa'yı yerinden oynatıyor, Hrıstiyan uygarlığı için aralıksız bir tehlike sayılıyordu. Zaman Avrupa’ya bu tehlikeyi ge nel hayatın akışı içinde eritmeyi öğretti. Büyük olaylar, büyük isimler, erdemli ve kusurlu davranışlar yeni değerlerle birlikte yo rumlandı. Sadece rönesans İngiltere'sinde dahi, Samuel Chevv’in klasik etüdü olan The Crescent a n d the Rose 'de (Hilâl ve Gül) be lirttiği gibi “orta halli bilgi ve eğitim sahibi bir insan” Londra şehri ne baktığı sırada İslâm ve Osmanlı İmparatorluğu tarihine ait ve bu tarihin Hrıstiyan Avrupa üzerindeki etkilerine dair pek çok olayla ra şahit olabilirdi.'36’ Şunu söylemek istiyorum ki, İslâm konusunda ortada dolaşan fikirler Avrupa için İslâm'ı sembolize eden bir seri Walter Scott'un önemli ve tehlikeli güçlerin saptırılmış yorumu idi. Sarasin’leri gi bi Müslümanların Avrupa’da görüntüsü ya Osmanlı yahut Arab şeklinde fakat daima korkulacak biçimde ortaya çıkmıştı. Bu konu bugün için de önemlidir. Doğu’yu meslek edinmiş çağdaş oryanta listler yazdıklarını Batı toplumuna pek kolayca okutamamaktadırlar. Egzotik dünyayı bu derece yakma getirmenin tartışılacak hiç bir yanı yoktur. Bu olay bütün kültürlerde ve bütün insanların ara sında görülebilir. Ancak şu gerçeğin üzerinde durmak istiyorum: Batı'da ve özellikle Avrupa’da oturarak Doğu’nun meseleleri ile meşgul olan her oryantalist buna benzer görüşler ileriye sürmekte dir. Hatta daha da ileri gidecek kelimeler icat etmekte ve hayallere kadar ulaşmaktadır. İslâm'ın Batı’da nasıl görüldüğüne dan Norman Daniel’in mükemmel etüdü meseleyi bütün çıplaklığı ile orta ya koymaktadır. İslâm'ı anlamaya çalışan bir Hrıstiyan düşünürü nün görüşlerini sınırlayan önemli bir engel vardır:Hz. İsa Hrıstiyan dininin kurucusu ise Hz. Muhammed de İslâm dininin kurucusu dur. Bu fikir bilhassa Hz. İsa ve Hrıstiyanlık konusunda baştan so na yanlıştır. Aynı şekilde tartışmalar sırasında İslâm için kullanı lan “Muhammedi” kelimesi de çoğu zaman “yalancı” kelimesi ile birlikte kullanılarak Hz. Muhammed’e yakıştırılır.137' Bu yanlış fi kirlerden ve diğerlerinden “kırılamayacak bir halka doğmuştur. Hiçbir hayal gücü bu halkayı yok edemez. Hrıstiyan dünyasının İslâm hakkındaki fikirleri sağlam ve kendi kendisine yeterlidir.”(38) İslâm bir şekil olmuştur —bu deyim Daniel’îndir ve bana genel or yantalizmin kusursuz bir tarifi gibi görünmektedir-. Bu şekil ve bu hayal İslâmî kendi kendisine gösterme amacına yönelik değildir;o sadece İslâm’ı bir Ortaçağ Hrıstiyamna tanıtmaya yarar. “Kur’ân'ın anlamını araştırmaya yanaşmayan değişm ez eğilim , yahut müslümanların bu konudaki fikirleri veya yine müslümanların çeşitli şartlarda söyledikleri ve düşündükleri, neticede öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, gerek Kur’an'm doktrinleri ve gerekse diğer İslâmî doktrinler hmstiyanlar için birer inanç halkası şekline girmiştir. En ağır şekillerin kabul edilm e şartları yazarların ve okuyucuların İslâmî sınırlara uzaklığı yahut yakınlığına bağlı kal maktadır. Müslümanlar büyük bir ustalıkla Müslüman olmanın gerçekten inanmış olmayı gerektirdiğini herkese hissettirmişler dir. Ayrıntıları az çok unutulmuş fakat aslı belirgin bir hrıstiyan inancına göre farklar ayrıntılardadır. Bütün, herkesin ortak malı dır. Anlayışı arttırmak için yapılacak tüm düzenlemeler neticede yaralı bir zemini, zayflamış bir yapıyı ayakta tutmaya yarar. Hrıs tiyan inancı yıkılamayacak bir abidedir, o yeniden yapılmak için dahi yıkılam az.”(39) Hrıstiyanların Müslümanlar hakkında ileri sürdükleri bu gö rüşler çok çeşitli usûlerle durmaksızın güçlendirilmiştir. Bunların arasında Orta Çağ’da ve Rönesans başlangıcında ortaya konan şiir formları, bilimsel bulgular veya halk inançları ön sırayı işgal eder.(40) O sırada tabiatıyle Orta-Doğu, Latin Hnstiyanlığının ortak dünyasına dahil edilmiyordu. “Chanson de Roland” Hz. Muhammed ve Apollon’a aynı anda hayranlık duyan Arab denizcilerinden söz açmaktadır. Onbeşinci yüzyılın ortalarına doğru. R.W. Southem’in parlak bir şekilde gösterdiği gibi bazı ciddi Avrupalı düşü nürler “İslâm konusunda bazı şeyler yapmak gerekiyor...” şeklin de fikirler ileriye sürmeye başlamışlardı. Hiç kuşkusuz bu görüş Avrupa’da üslenmiş bazı askeri birliklerin Doğu Avrupa'ya doğru yayılmaya başlamalarından kaynaklanmaktaydı. Southern 1450 ile 1460 yılları arasında geçmiş meraklı bir olaydan bahsetmektedir: Jean de Segövie, Nicolas Cusa, Jean Germain ve Aeneas Silvius (Pie II) isimli dört bilim adamı bir “ Cont raferentia: Konferans” düzenleyerek İslâm ile konuşmak iste mişlerdi. Fikir Jean Segovie’den geliyordu. Konferansın gayesi hem müslümanları hem de hrıstiyanları açığa çıkararak Müslü manların “kütle” halinde hrıstiyanlığa girişlerini sağlamaktı. Dü zenleyiciler bu konferansın sarsılmaz dinî amacının yanında poli tik amacı da olduğunu ileri sürüyorlar, ayrıca modern kalplerin üzerinde yankılar uyandıracağını iddia ediyorlardı. Şöyle diyorlardı: “On yıl sürse dahi savaştan daha ucuz ve daha az zararlıdır...” Kilisenin dört adamı hiçbir zaman arzu ettikleri so nuca ulaşamadılar. Ancak deney tek örnek olarak kaldı. Amaç de ğişmedi. Doğu’yu Avrupa’nın karşısına çıkararak beraberlik sağ lamak istiyorlardı. Müslümanlara kendilerinin hırıstiyanlığın bir devamı olduklarını anlatmak istiyorlardı. Southern şu sonuca varı yor: “Bizim için son derecede doğaldır ki bu düşünce sistemlerinden hiç biri (Avrupalı, hırıstiyan) anlatmaya çalıştığı olayı tatmin edi- ci bir şekilde ortaya koyamamıştır (İslâm). V e bu yüzden olayla rın akışı üzerinde kesin bir etki de sağlayamamışlardır. Pratikte olaylar iyi veya kötü olarak hiçbir zaman en akıllı gözlem cilerin dahi kehânetlerine uygun düşmemiştir. Denilebilir ki iyi yürekli kişilerin bekledikleri hiçbir zaman gerçekleşmemiş ve olaylar da ima ters çıkmıştır. Hrıstiyanların İslâm hakkındaki düşüncelerin de hiçbir gelişme olmamış mıdır? Bu soruya evet diyebilirim. M e selenin çözümü genelde gözlerden uzak düşse dahi problemin or taya konuş şekli daima gelişm iş, daha akılcı biçimlere ulaşmış ve deneylere daha uygun görünüş kazanmıştır. Orta Ç ağ’da İslâm problemi üzerinde faaliyet gösteren bilginler aradıkları ve arzu et tikleri sonuca ulaşamamışlarsa dahi düşünme geleneğine ve bir anlayış gücüne kavuşmuşlardır. Bu değerler başka kişilerde veya başka alanlarda istenen sonuçları verecek niteliktedir.'41' Batı'nın İslâm üzerindeki görüşlerinin kısa tarihini ortaya koy duğu kitabında Southern’in analizlerinin en ilginç yanı, Batı’nın pozitif bilgilerindeki gelişim ve değer artışı değil, cehaletinin gide rek daha ileri boyutlara ulaştığını göstermesi olmuştur. Aslına ba kılırsa kurgu bilimin de kendine özge kuralları vardır. Bu kurallar ve özel mantık sistemi o bilimin gelişimini yahut çöküşünü belir ler. Orta Çağ’da Hz. Muhammed’in karakteri üzerinde o kadar çok şey söylenmiştir ki ortaya konan tasvirlerle onikinci yüzyılda mo da olan şekli ile hür fikirli bir peygamber portresi çizmek mümkün dür. Avrupa o sırada böyle bir hayalin çevresinde toplanma gereği ni duyuyordu. Aynı şekilde Hz. Muhammed yalancı ilhamların ya yıcısı olarak tanıtılınca birden hakaretler yağdırılacak bir odak noktası oldu. Bütün bu davranışlar doktriner ihanet suçlaması al tında herkese “mantıkî” görünüyordu .<42>Doğu böylece her devirde Avrupa’nın ihtiyaçlarına göre yorumlanmıştır. Avrupa hayalleri nin uğrak noktası olarak bir defa Doğu’yu seçtikten sonra artık dur maksızın yeni şekiller yaratmıştır: Doğu ve Doğulu, Arab, Müslü man, Hintli, Çinli daha bilmem ne... Bütün bunlar sahte davranış larla yeniden diriltilmiş ve İsa, Avrupa, Batı kavramlarının destek çisi olmuştur. Kendi kendisinin yaratıcısı ve aşığı olan bu fikirlerin kaynakları zamanla değişikliğe uğramışsa da karakterleri değiş memiştir. Biliyoruz ki onikinci ve onüçüncü yüzyıllarda Arabistan genellikle “Hıristiyan dünyasının dışında, kanun kaçakları ve ha inlerin sığınak yeri” olarak düşünülüyordu.'43’ Hz. Muhammed ise yine bu düşünceye göre kurnaz bir dönme idi. İslâm'ın aslında ikin ci derecede Aryanist bir kâfirlik düzeni olduğunu sadece yirminci yüzyıla gelindiğinde bir oryantalist bilgin ve akıllı bir uzman ileri ye sürecekti.(44) Bir bilim disiplini olarak başlangıçta yaptığımız oryantalizm tarifi şimdi daha yeni ve daha olgun bir karakter kazanmaktadır. Takdim fikri aslında teatral bir fikirdir. Doğu, üzerinde tüm Doğu ülkelerinin sahnelendiği ve sergilendiği bir sahnedir. Bu sahnede alanın genişliğini anlatmakla görevli figürler yer almaktadır. Do ğu böylece Avrupa iç dünyasının dışmda sınırsız bir alan değil, da ha çok kapalı bir bölge ve Avrupaya bağlı bir tiyatro sahnesidir. Bu sahnenin içinde bir oryantalist, bir tiyatro yazarının teknik bilgisi ile tertip ettiği oyunlardan onları seyrettikleri için tarihsel ve kültü rel açıdan sorunlu olan seyirciler gibi, bütün bir Avrupa'nın müşte rek sorumluluk duygusu içinde ortaya koyduğu özel bir uzmandan başka bir şey değildir. Doğu sahnesinin derinliklerinde efsanevi kültür hâzineleri yatmaktadır. Gözler kamaştıran bu zengin dün yada Sfenks, Kleopatra, Eden, Truva, Sodom ve Gomore, Astarte, Isıs ve Osiris, Saba, Babil, Çin’ler, Ecinliler, Ninova, Rahip Yah ya, Muhammed ve daha yüzlerce isim yer almaktadır. Yarısı bili nen, yarısı bilinmeyen dev, şeytan, kahraman, terörist, zevk-ü safa sahibi kimselerin sadece isimlerini sıralamak dahi bu sahne üzerin de bir oyun düzenlemeye benzer. Avrupa’nın ürettiği hayaller dün yası bu repertuvardan çekilen kopyalarla beslenmiştir. Orta Çağ’dan onsekizinci yüzyıla kadar Arioste, Milton, Marlowe, le Tasse, Shakespeare, Cervantes, Chanson de Roland ve Roman- cero du Cidın yazarları ürettikleri eserlerde Doğu kaynakları kul lanmışlar, Doğu’nun şekillerinden, hayallerinden, fikir ve tiplerin den faydalanmışlardır. Ayrıca Avrupa'da oryantalist bilime ait ol duğu sanılan pek çok malzeme ideolojik saplantıların hizmetine verilmiş, bilimlerde gelişme olsa dahi bu durum varlığını sürdür müştür! Barthelemy d’Herbelot’un 1697’de ölümünden sonra Antoine Galland’m yazdığı önsözle yayınlanan La Bibliotheque orientale isimli eseri oryantalist sahnede dramatik formlarla bilimsel şekillerin nasıl bağdaştıklarına dair emsalsiz bir örnek sunmakta dır. Yeni yayınlanan C am bridge H istory o f İslâ m ’ın önsözü Bibliothequetı, George Sale’nin Kur’an tercümesine yazdığı ön söz (1734) ve Simon Ockley’in “History o f S aracens’l (17081718) ile aynı değerde saymaktadır. Ayrıca bu kaynakta aynı ese rin “büyük değeri olduğu” ve “İslâm'ın yeniden anlaşılması için” büyük katkıda bulunduğu ve “daha az akademik bir toplumun” bil gilerle donatılmasına yaradığı belirtilmektedir/45’Ancak bütün bu sözcükler Sale ve Ockley’in eserlerinde olduğu gibi İslâm'la sınır landırılmış olmayan Herbelot’un çalışmasının tam tarifi değildir. 1651’de yayınlanan Johann H. Hottinger’in “H istoria Orienla/tf’i bir kenara bırakılırsa “Bibliotheque" Avrupa’da ondokuzuncu yüzyıl başlarına kadar tek referans kitabı olarak kalmıştır. Bu kitap gerçekten ele aldığı geniş alanın yegane kaynağı idi. “B in bir Gece Masallarının” Avrupa'da ilk mütercimi, ünlü Aral uzmanı Galland, Herbelot’un eseri için “Kendisinden önce gelen bütün eserleri gölgede bırakan” deyimini kullanmış ve bu çalışma nın dahiyane değerine işaret etmiştir. Galland: “Herbelot Arabça, Farsça ve Türkçe pek çok kitap okudu ve o zamana kadar AvrupalI ların gözlerinden kaçan her şeyi öğrendi...” demektedir.<46)Herbe lot sözkonusu üç dilde bir sözlük meydana getirdikten sonra tarih, teoloji, coğrafya , bilim ve Doğu sanatlarım incelemeye devam et miş ve bütün bu konuları göz alıcı renkleri ve gerçek dilleri ile öğ renmişti. Bunun üzerine Herbelot iki eser yazmaya karar verdi: Bunlardan birincisi alfabetik bir sözlük olan “ Bibliotbeque” .di ğeri ise “/lorilege” yahut antoloji idi. Sadece birinciyi bitirebildi. Galland BibliothequeÜen bahsederken “Oryantal” tabirinin aslında “Bütün Doğu’yu” içine alması gerektiğini belirtiyor ve ki taba karşı hayranlığına gölge düşürmeden şunları ilave ediyor: “Bu ülke sadece Adem’le başlayıp, yaşadığımız günlere kadar uzan maz, aynı zamanda daha eski devirlere ulaşır. Efsanevî tarihlerin bize anlattıklarına bakılırsa dünya üzerinde Adem’in yaradılışın dan önce Süleymanlar saltanat sürüyordu... ”Galland’ın tasvirleri ni izlerken öğreniyoruz ki “Bibliotheque” bütün diğer örnekleri gi bi bir dünya tarihidir; zira üzerinde durduğu konular Yaradılış, Tu fan, Babil’in yıkılışı vs. gibi bilinebilecek her şeyin bir özeti görün tüsünü taşımaktadır. Tek fark Herbelot’un Doğu kaynaklarından yararlanması olmuştur. Bibliotheque tarihi iki bölüme ayırır: Kut sal tarih ve kutsal olmayan tarih... Bu ayırımda Yahudiler ve Hrıstiyanlar birinci bölüme, Müslümanlar ise ikinci bölüme uygun gö rülmüştür. Kitap, zamanı da ikiye ayırmıştır: Tufan’dan önceki za man ve Tufan’dan sonraki zaman... Herbelot bu suretle Moğol tari hi, Tatarların tarihi, Islavların tarihi gibi çok farklı tarihleri de aynı anda inceleme olanağına kavuşmuştur. Uzak-Doğu’dan Herkül sütunlarına kadar bütün İslâm ülkelerini kitabına dahil etmiş; bu topraklarda yer alan gelenekler, dinî törenler, örf ve âdetler, düşün ce şekilleri, yönetici hanedanlar, saraylar, nehirler ve bitki örtüleri Herbelot’un konuları arasına girmiştir. Bu kitap “Hrıstiyanlığa pek çok zararlar veren Muhammed’in çarpık doktrinine” özel bir yer vermiş olmakla birlikte kendisinden önce yazılmış bütün kitap lardan çok daha derin noktalara kadar ulaşmıştır. Galland “sözlerini” bitirirken Bibliotheque i okumanın “Fay dalı ve zevkli” tarafları üzerinde uzun uzun durmakta, Postel, Scaliger, Golius, Pockoke ve Erpenius gibi diğer oryantalistlerin fazla gramer, lügat ve coğrafya bilgileri ile dolu metinler ortaya koyduk larını ileri sürmektedir. Galland'a göre Doğu etütlerinin zararlı ve faydasız olmadığına Avrupalıları inandıracak bir eseri yazabile cek tek kişi Herbelot’dur. Yine Galland’a göre okuyucuların kafa larında Doğu’yu tanımanın ve araştırmanın ne anlam taşıdığına da ir en olum lu fikirleri uyandıracak tek kişi Herbelot'dur.”Bibliothegue"i otuyanlar, kafalarının ihtiyacını karşıla dıkları gibi, ümitlerinin de kırılmamış olduğunu görürler.1471 Herbelot’un eseri gibi büyük girişimlerin gölgesinde Avrupa, Doğu’yu tanıyabileceğini ve istediği gibi yönetebileceğini anla mıştır. Bununla birlikte Galland kendi “M ateria Orientalis”i ve Herbelot’nun çalışmaları hakkında söz ederken şurada veya bura da gizli üstünlük dugulanna kapılmaktan kendisini kurtaramıyor... Aynı şekilde onyedinci yüzyıl coğrafyacısı Raphael du Mans’ın eserlerini inceleyen Avrupalılar da Doğu’nun henüz çok uzaklarda olduğu ve Avrupa biliminin ışığına ulaşmadığı fikrine sahip olur lardı/481Ancak önemli olan sadece Batı görüşlerinin sağladığı fay dalar değildir. Hiç kuşkusuz Doğu’nun sınırsız yaratıcı gücünün Avrupa’da tanıtılması ve bu gücün Avrupa toplumuna sistematik, hatta alfabetik şekilde sunulması yine Batı’da ulaşılan teknik üs tünlük sayesinde mümkün olmuştur. Galland, “Herbelot herkesin beklediği cevabı verdi...” derken öyle zannediyorum ki “Bibliotheque Doğu hakkında edinilmiş fi kirleri değiştirmek istemiyordu...” demek istemektedir. Zira oku yucularının gözünde Doğu’nun gerçeklerini doğrulamak isteyen bir oryantalist yerleşm iş fikirleri sarsm ayı denemez. “Bibliotheque O rientale’ın yaptığı Doğu’yu bütünü ile ve açık biçimde bir kere daha tanıtmaktan ibarettir. Eğer bu eser Doğu’nun sisli tarih sayfaları arasından rasgele seçilmiş olaylarla, kutsal ki tapların yarattıkları hayallerle, sadece İslâm kültürü, yer isimleri vs. ile doldurulmuş olsa idi aşağılık bir kolleksiyon olmaktan öteye geçemezdi. Sonuç böyle olmamıştır. Eser Doğu’nun A ’dan Z’ye kadar rasyonel bir panaromasıdır. Herbelot başlangıçta Hz. Mu hammed’in adı altında ona verilmiş bütün sıfatları bir araya getir mekte, daha sonra O'nun ideolojik ve doktrinal değerini öne süre rek anlatımlarına şöylece devam etmektedir: “Yalancı Muhammed din adını alan bir kâfirliğin yaratıcısı ve ku rucusudur.” B iz bu dine “Muhammedan” diyoruz. (Bkz."İslâm'' başlığı.) El Kur’an yorumcuları ve Müslüman yahut Muhammedan dininin diğer kanun koyucuları bu yalancı peygambere Aryenlerin, Polisyenlerin yahut Polyanistlerin veya İsa’nın tanrılığını kabul et meyen bütün diğer kâfirlerin hareketlerini yakıştırmışlardır...”(4^ “Muhammedan” AvrupalIların uydurduğu hakaret dolu bir ke limedir. “İslâm” dürüst müslüman anlamını taşımakla birlikte de ğişik kullanılmıştır. “Muhammedan adını verdiğimiz kâfirlik” doğru din olduğu ileri sürülen hrıstiyanlığın taklidi şeklinde düşü nülmüştür. Daha sonra Hz. Muhammed’in hayatı ile ilgili uzun bö lümlerinde Herbelot az çok doğru görüşlere başlayabilmektedir. Ancak yine önemli olan konu “Bibliotheque "de Hz. Muhammed'e ayrılmış sayfalardır. İdeolojik bir madde olarak ele alındı ğında bir kâfirliğin tehlikeleri kendiliğinden ortadan kalkmakta dır. Böylece Hz. Muhammed artık Doğu dünyasında ahlaksız bir tahrikçi olarak dolaşmaz olur... Yerine rahatça oturmuş ve oryan talist sahnede çok önemli bir rol üstlenmiştir/50' O'na bir neseb ya kıştırılır, durumu izah edilir ve gelişimigözler önüne serilir. Üste lik bütün bunlar büyük bir basitlik içinde ve yanlışlığa yol açmaya cak şekilde açıklanır. Doğu hakkında ortaya konan bu tür “manzaralar” çok geniş an lam taşımaktadır. Doğu’nun hissedilmesi ve açıkça bilinmesi an cak bu şekilde mümkün olmaktadır. Metinlerde ayrıca Teophraste, La Bruyere veya Selden’in eserlerinde rastlanan tipleri de görmek mümkündür. Bu arada Herbelot tarafından çizildiği şekilde “Muhammed”inkarakteri bir ölçüde hayallere dayanıyor. Zira Bibliotheque in içine aldığı Doğu dünyasında O çok önemli bir rol oynamaktadır. Oyunun geri kalan kısmında oryantalist takdimin öğretici özelliğini inkâr etmek olanaksızdır. “Bibliotheque Orientalcp gibi sistematik araştırmalara ve etütlere dayanan bilimsel bir eser de yazar, üzerinde çalıştığı konularda belirli bir sıra izlemektedir. Ayrıca okuyucudan ,basılı kağıt olarak kitabın, düzenli ve disiplin li bir yargı olduğuna inanmasını istemektedir. “Bibliotheque ”de yer alan ana fikir Oryantalizmin gücü ve etkisidir. Okuyucu Do ğu’nun gerçeklerine varabilmek için Oryantalist düşüncenin disip lininden geçmesi gerektiğine kesinlikle inanır. Doğu ,sadece Batı hınstiyanlığının manevi değerlerinin zevkine uygun değil, aynı zamanda Batı kafası için lüzumlu bir seri davranış ve yargı şekille rini de sinesinde barındırmaktadır. Bu gerçekleri gören bir Batılı, Doğu’nun asıl kaynaklarına yönelmeyi görev sayacaktır. Doğu sahnesi daha önce de belirttiğim gibi bir manevi güç sistemi ve de ğişik anlatım biçimidir. Batı’nın Doğu hakkındaki bilgilerinin sistematik bir bütünü olarak düşünüldüğü sırada Oryantalizm gücünü üç yönde göster mektedir: Doğu hakkında, Doğu bilimci hakkında ve Batı’da Doğubilim’den “yararlamcılar” hakkında... Öyle sanıyorum ki bu üç lü ilişkinin gücünü küçümsemek hatalı bir davramş olur. Aslında Doğu, “bizim” dünyamız olan Avrupa toplumunun sınırları dışın da yaşadığı için tashih edilmiş, hatta cezalandırılmıştır. Doğu böy lece Doğululaştırılmıştır. Bu davranış Doğu’nun Oryantalist için bir faaliyet alanı olduğunu belirtmekle kalmamış aynı zamanda he nüz bilgilerini yerine oturtamamış Batılı okuyucuyu da Oryanta listin gösterdiği şeylere inanmaya zorlamıştır. (Örneğin Herbe lo t’un Bibliotheqım nin alfabetik sıralaması...).Oryantalistin gösterdiği Doğu gerçek Doğu’dur. Kısacası gerçekler bilginlerin yargılarına bırakılmakta, zamanla gelişecek malzemeler oldukları unutulmaktadır. Bütün bu didaktik olayların ne anlaşılması ne de anlatılması güç değildir. Bir kere daha hatırlamakta yarar vardır ki bütün kül türler brüt gerçekleri tashih etmeye yöneliktir. Böylece sınırları belirsiz dağınık bilgiler yararlı üniteler haline getirilmektedir. İn san kafası için brüt bir yabancılığa karşı direniş göstermek son de recede doğaldır. Bu nedenle kültürler daima diğer kültürleri tam anlamı ile değiştirmeyi arzulamışlardır. Onları olduğu gibi kabule yanaşmamışlar, alıcının çıkarları doğrultusunda ve olması gerekti ğine inanılan şekli ile kabullenmişlerdir. Batılı için bir “Doğulu” Batı’nın şu veya bu, herhangi bir görüntüsü olarak ele alınmıştır. Örneğin romantik Almanlar için Hint dinleri GermanoHırıstiyan tektanrıcılığının doğulu bir versiyonudur. Oryantalist bu yüzden Doğu’yu daima bir başka şeye benzetmeyi meslek edinmiştir. Bu nu kendisi için yapar, kendi kültürünün çıkarları için yapar. Bazı durumlarda ise bu tür davranışın Doğu’nun yararlarına uygun ol duğunu zanettiği için yapar. Bu değiştirme olayı disiplinli bir uy gulamadır. Öğretilmiş, demeklere mâl edilmiş, yayın organlarına kavuşturulmuş; gelenekleri, sözcükleri sağlanmış ve kendine özgü anlatım biçimine ulaştırılmıştır. Üstelik bütün bunlar Batı’da de ğerli olan ve Batı tarafından yaratılmış kültürel ve politik normlara uygun şekilde düşünülmüş ve neticede daha önce ortaya koydu ğum gibi ondokuzuncu ve yirminci yüzyılda aldığı şekli ile oryan talizm doğmuştur. Bu şemanın ortasında, sözkonusu oryantaliz min yarattığı Doğu soğuk, donuk ve anlamsızdır. Doğu’nun Batı’dan görünüşüne dair klasik Yunan dünyasın dan verdiğim örneklerden de açıkça anlaşıldığına göre bu şemanın çizimi çok önceleri başlamış bulunuyordu. Yeni takdim şekilleri nin temel yapıları büyük ölçüde bu eski görüntülere dayanır. Şe maların çiziminde aşırı özen gösterilir. Eşyanın yerli yerine otur tulması sırasında Batı’da yaratılmış olan coğrafî kavramların gü cüne azamî dikkat sarf edilir. Bunun en ileri örneğini Dante’nin “ Cehennem”inde görebileceğimizi belirtelim. D ivine Comedie (İlahî Komedi)de hiç aralık vermeden yaşanan hayatın realist tab losunu çizmek ve bu hayatın orta yerine Hrıstiyan inancının evren sel ve ölümsüz değerlerini oturtmak yazan için mümkün olmuştur. Hacı Dante’nin cehennemi, Araf ve Cenneti dolaşırken rastladık ları, yargı’nm tek ve değişmez görüntüsüdür. Meselâ günahların dan olayı cezalandırılan Paolo ve Francesca cehennemin ebedî sâkinleri olarak tanıtılmaktadır. Buna rağmen kendilerine bu ceza yı layık görenlerin davranışlarını taklit etmekte ve onların rollerini oynamaktadırlar. Böylece Dante’nin ortaya koyduğu her figür sa dece kendi kendisini takdim etmekle kalmamakta aynı zamanda kendisine yakıştırılan bir karakteri canlandırmaktadır. İlahi Komedi’de "Maometto ” cehennemin 28. katında yer alır. Cehennemin dokuz halkasının sekizincisine yerleştirilmiştir. Dokuzuncu halkada ise şeytanın kalesi vardır. Dante burada Mu hammed’e rastlamadan önce daha az suçlu olanların arasından geçmiştir;lükse meraklı, obur, zarar verici, öfkeli, kâfir, intihar et miş ve dini inkâr eden kişilerin. Muhammed’den sonra ise şaşırtı cılar ve hainler yer alır. Bunların arasında Judas, Brutus ve Cassius göze çarpmaktadır. Bu noktadan sonra ise şeytanın bulunduğu ce hennemin sonuna varılır. Dante’nin kafasında Muhammed böyle ce yaramazların sert hiyerarşisi içinde yer alıyor. Buna yazar “Sem inator d i scandalo e d i scisma: Skandal ve bölücülük tohum ları ekenler” admı vermektedir. Hz. Muhammed için biçilen ceza ve kıyamete kadar sürecek olan kader çizgisi de oldukça enteresandır. Vücudu baştan sona ikiye kesilmiştir. Dante’nin deyimi ile bir fıçının iki parçası gibi dir. Dante bu noktada hiçbir ayrıntı vermiyor. Bu dehşetli cezanın nasıl uygulandığı bilgimizin dışındadır. Ancak Hz. Muhammed Dante ile konuşmakta ve ona kendisinden önce aynı şekilde ceza landırılarak bir şeytanın asistanı tarafından ikiye kesilen Ali’yi göstermektedir. Aynı zamanda Muhammed ,Dante’ye Fra Dolcino isimli bir kişiden bahsederek onu uyarmasını ve aynı hataya dü şerek aynı cezaya çarptırılmasının önlenmesini istemektedir. Bu arada Fra Dolcino’nun hain bir papaz olduğunu, kadınların ve ser vetin ortak kullanılmasını önerdiğini, halbuki bir metresi olduğu nu öğreniyoruz. Bu noktada okuyucu Dante’nin, Fra Dolcino ve Muhammed'i aynı seviyede gördüğünü, ikisinin de aynı duygular la isyan ettiklerini; fakat yine her ikisinin de dinî hiyerarşide aynı sırayı koruduklarını farketmektedir. Ancak Dante’nin İslâm hakkında söyledikleri bununla son bulmuyor... Daha diyeceği var. Cehennemin kapısının hemen önünde küçük bir müslüman gurubu ile karşılaşmıştır: İbni Sina, İbni Rüşt ve Selahaddin’den oluşan bu erdemli putperestler guru buna Hector, Enee, S okrat, Platon ve Aristo da katılmış ve hep bir likte kendileri için tertip edilecek küçük bir cezayı beklemeye koyulmuşlardır(Hatta şerefli ceza...).Suçları Hrıstiyanlara gönderi len vahy’dan faydalanmamış olmalarıdır. Dante tabiyatı ile onla rın erdemli davranışlarını ve yüksek yeteneklerine hayrandır. An cak Hrıstiyan olmadıkları için onları hafif dahi olsa Cehennemde cezalandırmak istemektedir. Sonsuzluk, farkları büyük ölçüde yok edecek bir araçtır; burası doğru... Ancak Hrıstiyanlık öncesinin bü yük isimlerini, Hrıstiyanlık sonrası Müslümanlarının “putperest” düşünceleri ile aynı düzeyde görecek çarpık ve şaşı bakışlardan Dante rahatsız olmuyor. Hz. İsa’nın bir peygamber olduğunu belirleyenKur’an'a rağmen Dante, İslâm'ın büyük filozoflarını ve hü kümdarlarım Hrıstiyanlığın cahili saymaktadır. Onları Klasik An tik devirlerin kahramanları ve bilgeleri ile aynı sırada düşünmek tarihe karşı saygısızlıktır. Bu davranış Rafael’in “A tina M ektebi ’ adını taşıyan eserinde İbni Rüşt’ü Akademide S okrat ve Eflatun’un yanma koyması ka dar anlamsızdır. (Aynı davranış Fenelon’un 1700 ile 1718 arasında yazdığı Dialogues des morts (ölüler diyaloğu) eserinde de görül mektedir. Bu metinde Sokrat ve Konfüçyüs karşılıklı sohbet eder ler...) İslam’ın Dante tarafından bu şekilde şairane duygularla ele alı nışı daha önce sözünü ettiğimiz şematik görüşün ileri bir örneğidir. Aynı zamanda semavî karakter taşıyan bu örnek içinde İslam ve onun temsilcileri, Batı’nın kendine özge Coğrafî, tarihi ve bilhassa manevî görüşleri çerçevesinde kendi yarattığı figürleridir. Bu tab lonun içinde Doğu’ya ait ampirik bilgiler yok denecek kadar azdır. Burada önemli olan kesin biçimde benim Oryantalist görüş açısı adım verdiğim davranıştır. Bu görüş açısı bilimsel çalışmalarda as la faydalı olmamış; Batı’da daha çok Doğu hakkında bütün düşü nen kafaların ortak üretimi niteliğini korumuştur. Dante’nin şiir gücü Doğu üzerinde ileri sürdüğü görüşlerini daha da sağlam bir düzeye ulaştırmaktadır. Hz.Muhammed, Selahaddin, İbni Rüşt ve İbni Sina tarih içinde oynadıkları gerçek role katiyyen bakılmaksı zın bir araya getiriliyor. İsaiah Berlin bu davranışın sonuçlarını şöyle sıralamaktadır: “Bu gökyüzü kavramları içinde insanın rolü ve bir anlamda evre nin tamamı basit ve kesin bir hiyerarşiye bağlanmıştır. Ortada gö rünen herşey olduğu gibidir, bulunduğu yerdedir, olduğu zaman birimi içindedir; bütün bunlarla, hatta o şeyin amacı anlatılmak is tenmektedir. Bu amaç ne dereceye kadar yerine getirilmiştir.? Eş yaların arasındaki ilişki nedir?Tüm varlıkların bir araya gelişin den doğan ahenkli piramid gücünü nasıl korumaktadır? Gerçekle rin bu görüntüsü eğer doğru ise bütün diğer anlatım şekilleri gibi tarihsel anlatım şekli de bireyleri, grupları, ulusları ve insan ırkla rını evrensel şema içinde yerli yerine oturtmak zorundadır. Bir eş yanın yahut bir insanın “kozm oz” içindeki yerini tanımak ne oldu ğunu, ne yaptığını ve neden olduğunu ve neden yaptığın; sormakla aynı değerdedir. Dolayısı ile “olmak” ve bir değer sahibi bulun mak aynı şeylerdir. Varolmak ve bir görevi yerine getirmek gibi... (Ve bu görevi iyi- kötü yerine getirebilmek...) Sadece çizilen şema hayat vermekte, yahut bu hayatı sonuna ulaştırmakta ve şekiller yaratmaktadır. Kısacası bir değer ve bir anlam herşeyin var oluş sebebidir. Olayları anlamak şemaya akıl erdirmektir. Bir olay, bir hareket veya bir karakterin önlenem eyeceği konusunda fikirler ne derecede ileriye götürülecek olursa araştırmacının sezgileri de o derecede derinleşmekte ve mutlak hakikate doğru yaklaşılmakta- dır. Bu davranış bütünü ile anti d en eysel’(ampirik)dir.”(Sl) Genelde bütün Oryantalistlerin takındıkları tavır budur. Bu noktada oryantalizm, kapalı sistemini büyücülük ve mitoloji ile paylaşmakta ve kendisini güçlendirmektedir. Böylece sahnede yer alan her şey olduğu gibi görünmekte, “neden öyle olduğu” araştı rılmakta,var oluş nedenleri bir kere yerine konduktan sonra artık hiçbir deneysel yaklaşım bu nedeni değiştirememektedir. Doğu ve özellikle İslâm ile münasebet kurduğunda Avrupa, Doğu’yu tak dim sistemini yenilemiş ve Henri Pirenne’in işaret ettiği gibi İs lam’ın dışında geliştirdiği kavramlar üzerinde, genellikle Orta Çağdan itibaren kendi uygarlığını kurmuştur. Roma İmparatorlu ğu barbarların darbeleri altında yıkılırken ters bir olay meydana gelmiş vebarbarlara has davranışlar Roma ve Akdeniz medeniye tinin temel yapısına sinmişti. Pirenne'in anlattıklarına göre yedinci yüzyılda başlayan İslâmî yayılma, Avrupa'nın Akdeniz çevresinde yer alan kültür merkezini Arablaşmış bölgenin dışına, kuzeye doğ ru kaydırmıştır. Bu tarihten sonra devam eden Roma tesirinin yeri ni Germen tesirleri almaya başlamış,orjinal bir Roma no-Germen kültürü geleşim yoluna girmiştir. Avrupa bu sırada kendi içine ka panmış, Doğu ise sadece basit bir ticaret alanı olarak düşünülmedi ği sıralarda kültürel, entellektüel ve manevî açıdan Avrupa’nın “dışında” sayılmıştır. Henri Pirenne Avrapa’nın böylece “kilise nin hayal dahi edemeyeceği ölçüde” alabildiğine geniş bir “Hrıstiyan toplumu” haline geldiğini yazıyor... Bu tarihten sonra ise artık Avrupa, kendi özel hayatını yaşamaya başlıyordu.(5î) Dante’nin şi irinde, Pierre le Veneralple’ın eserlerinde, diğer şaklaban oryanta listlerin yazılarında, Guibert de Nogent ve Bede’den Roger Bacon, Guillaume de Tripoli, Burchard du Mont Syon ve Luther’e kadar hırıstiyan polemikçilerin İslâm hakkında ileri sürdükleri görüşler de, “Romancero du Cid”, “Chanson de Roland” ve Shakespeare’in dünyanın yalancısı Of/ze/Zosunda Doğu ve İslâm daima Avrupa- nın dışında sayılmıştır.“ Ge/?ennem”de rastlanan canlı portreler den Herbelot’un Bibliotheque Orientale’me, kadar h er yerde gö ze çarpan hayalî coğrafya, bir sözcükler hâzinesi, İslâm ve Do ğu’nun tartışılmasına ve daha iyi anlaşılmasına yol açacak biçimde özel bir edebiyat ve hitabet dünyasının doğmasına neden olmuştur. Bu edebiyat bazı konulan kesin hükme bağlamıştır. (Hz. Muhammed’in yalancılığı gibi...) Dolayısı ile metinlerde, örneğin Hz. Muhammed’in adının geçtiği her defasında aynı düşünceleri ileri sür me zorunluluğu vardır. Böylece Doğu’dan söz açıldığında hep ay nı kelimelerin kullanılışı sonucu bir cins kavramlar ve belirgin fi gürler bütünü ortaya çıkmıştır. Bu figürler gerçek Doğu veya gerçek İslâm'ın yanında - burada genellikle meşgul olduğum biçimde -bir oyunun gereği özel elbi seleri ile ortaa çıkan artistlere benzemektedirler. M. Tout—- le Monde’un taşıdığı haç veya “Com m edia âfe//'arte”de Arlequin’in tuhaf elbisesi gibi... Bir başka deyimle, Doğu’nun renklerini ortaya çıkarabilmek için kullanılan dil ile gerçek Doğu arasında bir müna sebet aramaya ihtiyacımız yoktur. Zira bu dil sadece anlamsız de ğil, anlamlı olmanın gereğini dahi düşünemeyecek niteliktedir. Onun yegane arzusu 11Cehennerri:'de olduğu gibi Doğu’yu bir de fada yabancı olarak tanıtmak ve ona seyircisi, yöneticisi ve aktör leri sadece Avrupalı kişilerden oluşan bir tiyatro sahnesinde şema tik bir yer vermektir. Yakın olanla yabancı olan arasındaki değiş kenliklerin ana kaynağı bu noktadır. Muhammed her zaman yalan cıdır. Fakat aynı zamanda yakındır; zira tanıdığımız İsa’ya benzer tarafları vardır. Ve yine O her zaman Doğulu’dur ve yabancıdır, zi ra “İsa” ya benzer tarafları olsa da aslında O’ndan çok farklıdır. Doğu’yu ilgilendiren edebiyat içinde yer alan bütün figürlerin listesini düzenlemek ve bu figürlerin yabancılığını, farklı yanları nı, egzotik merak konusu olacak görüntülerini ortaya sermek yeri ne onların Rönesans dünyasının ötesine nasıl geçtiklerine dair ge nel fikirler edinmeye çalışmak daha yerinde olur kanısındayım. Bu figürlerin hepsi yıkıcıdır. Kendi varlıklarının esiridir. Kullandıkla rı zaman sonsuz ve zamanlar ötesidir. Bir devamlılık ve kuvvet gö rüntüsü taşırlar. Çoğu zaman simetrik ve Avrupalı benzerlerinin çok altındadırlar. Bazen özel bazen değildirler. Tüm fonksiyonları için basit “dır” ekini hatırlamak yeterlidir. Böylece Muhammed bir yalancı “dır” Berbelot’nun Bibliotheque de kullandığı şekli ile kanun haline gelmiş olan bu cümle Dante’nin eserinde bir anlamda dramatize edilmiştir. Hiçbir doğrulamayı gerektirmez. Hz. Muhammed’i itham etmek için yeterli olan kanıt “dır” ekinde gizlidir. Bu cümlenin açıklanmaya ihtiyacı yoktur. Muhammed hakkında bir yalancı “idi” demeye de luzum yoktur. Bunun dışında bir tekra ra bir an dahi gerek duyulamaz. Bu tekrar sadece onun “yalancılığı”dır. Bu sözü ne kadar çok tekrar ederlerse Muhammed o kadar daha fazla yalancı olur. Bu sözü tekrarlayanın şanı artar ve otoritesi kuvvetlenir. Böylece onyedinci yüzyılda Humphry Prideaux tara fından “ The Tme Nature ofhnposture : Yalancılığın gerçek yapı sı” adı ile kaleme alınmış olan Hz. Muhammed’in ünlü biyografisi büyük bir şöhret kazanmıştır. Nihayet doğaldır ki bir yalancılar ka tegorisinin karşısında (genellikle Doğu ülkelerinden seçilir bu ya lancılar...) ne yalancılığı ne de başka bir özelliği araştırılmadan yerleştirilen “karşıt” tipler vardır. Ve bu karşıtlar mutlaka “Batılı” olur. Hz. Muhammed’in karşısındaki İsa gibi. Benim çok genel anlamda Oryantalizm adını verdiğim özel dil, düşünce ve görüş açısı felsefî noktadan bakıldığında realizmin ileri bir formu olarak görülmektedir. Bu şekil; sorunları, eşyayı ve Do ğu adı verilen ülkeleri geleneksel biçimde ele almaktan ibarettir. Bu formu takip edenler anlatmak istedikleri şeyi iyice bilmek, isimlendirmek ve işaret etmek zorundadırlar. Formun yahut şeklin veya bu anlatım aracının bir cins gerçekçi değer kazandığını, yahut doğrudan doğruya gerçeğin ta kendisi olduğunu ileri sürerler. İfa deye açıklık kazandırmak gerekiyorsa Oryantalizm kesinlikle ana tomik ve sıralıdır. Onun sözcüklerini kullanmak Doğu'nun mese lelerini ele alınabilecek türden özel bölümlere ayırarak incelemek tir. Psikolojik açıdan ise Oryantalizm bir paranoya’dır. Örneğin sı radan tarih bilgisi ile alâkası olmayan bir bilgidir. Oryantalizmin uydurduğu hayalî coğrafyanın ve çizdiği şatafatlı sınırların yarattı ğı bazı sonuçlar bunlardır. Şimdi bu sonuçların modern çağlarda uğradığı değişiklikleregözlerimizi çevirelim. Projeler Oryantalizmin göz alıcı başarılarına bakarak, büyük tehdidden söz açtığı sırada, M ichelet nin söylenmesi gerekenin tam aksini nasıl söylediğini fark etmek mümkündür: “Doğu yenilmez biçim de ilerliyor, ışık tanrısı dudaklarından inciler dökerek, esrarlı ka ranlıkların içinden süzülüp geliyor.. ,”(53) Avrupa ve Asya arasın daki kültürel ilişkiler çok çeşitli devrelerden geçmiştir. Avrupa’da Doğu ve Batı’yı ayıran çizgi oldukça belirgindir. Bununla birlikte şurası bir gerçektir ki Doğu’ya doğru ilerleyen Batı’dır. Bunun ter si olamaz. Batı’nın Doğu hakkındaki görüşlerini ortaya koyabilmek için "Oryantalizm" deyimini kullandım. Bu konu Doğu’nun sistematik bir araştırma, buluş ve pratik fayda oluşunun “bilim disiplinidir.” Fakat aynı zamanda ben bu kelimeyi ayırım çizgisinin diğer tara fında neler bulunduğunu araştırmaya çalışan kişinin rüyaları, ha yalleri ve sözcüklerinin bir araya gelişinden doğan kolleksiyonu tanıtmak için de kullandım. Oryantalizmin bu iki yönü birbiri ile bağdaşmaz değildir, zira Avrupa bazen birini bazen diğerini kulla narak Doğu’da oldukça sağlam bir gidiş sağlamıştır. Burada bu gi dişin maddî izlerini bulup çıkarmaya çalışacağım. İslâm bir kenara bırakılırsa Doğu, ondokuzuncu yüzyıla kadar Avrupa için Batı’nın tartışmasız üstünlüğünün tarih içinde aralık sız belirlendiği bir alandı. İngilizlerin Hindistan'ı, Portekizlilerin Doğu Hindistan, Çin ve Japonya’sı Fransızların ve İtalyanların Doğu içindeki çeşitli alanları göz önüne alınırsa bu bir gerçekti. Ancak yerlilerin inatçılığı zaman zaman bu tabloyu bozuyordu;örneğin 1638-1639 yılında bir grup Hrıstiyan Japon, Portekizlileri bulundukları bölgeden kovmuşlardı. Aslında Avrupa’ya politik, entellektüel ve bir süre için ekonomik alanda devamlı engel çıka ran tek bölgeArab ve İslâm dünyası idi. Oryantalizm tarihinin önemli bir bölümünde Avrupa’nın İslâm dünyası ile çatışmaların dan söz edilir. İşte bu çalışma içinde Oryantalizm tarihinin bu en hassas noktaları beni en fazla ilgilendiren noktalardır. Oryantalizm, İslâm konusunda onun devamlı bir tahrik unsuru olduğuna inanmıştır. Bu yüzden onunla mücadele etmek için kar şısına Judeo-Hallenik kültürleri çıkarmada sakınca görmez. Goğrafı ve kültürel açıdan Hıristiyan dünyasına büyük ölçüde yakın ol duğu için, Hıristiyanlıktan yaratıcı alıntılar yapar. Bütün bunların dışında hırıstiyanlığın askerî ve siyasî başarılarından aşırı gurur duyar. Daha bitmedi... İslâm ülkeleri İncilde tarifi geçen toprakla rın hemen yanı başında yer almakta ,hatta bu topraklarda egemen lik sağlamaktadır. Üstelik islâmın kalbi her zaman Avrupa'nın çok yakınında olmuştur. Bu bölgeye “Orta-Doğu” adı verilir. Arabça ve İbranîce Samî dil ailesindendir. Her iki dil Hıristiyanlığa karşı ezici değer taşıyan ortak malzeme kullanmaktadır. Yedinci yüz yıldan 1571 İnebahtı savaşına kadar İslâm, İster Arab, ister Osmanlı, ister Kuzey Afrikalı ve isterse İspanyol şeklinde görünsün Hrıstiyan Avrupa'ya karşı devamlı bir tehlike unsuru olmuştur. İslâm Roma’yı geçmiş ve onun çok uzağına düşmüştür. Dün veya bugün yaşamış veya yaşayan hiçbir Avrupa’lı bu gerçeği görme den edemez. Gibbon dahi bu noktaya parmak basmadan geçeme miştir. D eclin a n d Fail (Roma İmparatorluğunun Gerileme ve Çöküşü) isimli eserinde şunları belirtiyor: “Roma İmparatorluğu zaferler kazandığı çağlardı, Senato tüm sa vaş gücünü tek noktaya toplayarak ikinci bir düşmanın doğmasını beklemeden önce ilk düşmanını yok etmeyi düşünüyordu. Bu uyu şuk politika Arab halifelerinin asalet ve heyecanları ile bağdaşmamıştır. Arablar aynı kudret ve aynı hızla Auguste ve Artxerxes’in topraklarını ele geçirdiler. Rakip hanedanlar uzun zamandan beri kendilerini avlam ayı hayal eden bir düşmana yem oldular. Ömer’in on yıl süren saltanatı sırasında Arablar otuz bin şehir v e ya şatoyu dize getirdiler; kâfirlerin ellerindeki dört bin kilise ve mabedi yerle bir ettiler. Bunların yerine Hz. Muhammed’in adına bin dörtyüz cami inşa ettiler. Mekke’den ayrılışından yüzyıl sonra Peygam berin yakınlarının imparatorluğu ve orduları H indis tan’dan Atlas okyanusuna kadar uzanıyor ve çok çeşitli ülkeler üzerinde saltanat sürüyordu.”(54) “Doğu” kelimesi bütünü ile sadece “Doğu Asya” ile eş değerde kullanılmazsa, yahut genel anlamda uzak veya egzotik olanı tarif etmek için öne sürülmezse, derhal ve en katı biçimde Müslüman Doğu’yu ifade edecektir. Bu “Militan” Doğu’ya Henri Boudet “A s y a ’nın a k ın ı..”I5S) adını veriyor. Onsekizinci yüzyılın ortala rına kadar Avrupa’da durum gerçekten bu şekle uygundur. Bu sıra da Herbelot’un “Bibliotheque Orientald'i gibi Doğu’nun konu larını inceleyen başlıca kaynaklar sadece İslâm, Arab veya Os m a n lIla rı ele almaktan vaz geçiyorlardı. O çağ kadar kültürel hafı za kendisine hak verilecek biçimde İstanbul’un fethi, Haçlılar, Si cilya ve Ispanya’nın geri alınması gibi yakın olaylara yer veriyor du. Bununla birlikte Asya’nın geri kalan kısmı unutulmuş değildi. Aslında Hindistan her zaman var olmuştu: Buraya ilk önce onaltıncı yüzyılın başında ilk Avrupa çıkarması olarak Portekiz yerleşti. Daha sonra İngilizler sahneye çıktılar. İngiltere 1600’den 1758’e kadar süren uzun bir dönemde bu kıtada genellikle ticarî ilişkiler yürüttü ve daha sonra kıtayı bütünü ile ele geçirdi. Bununla birlikte Hind kendi başına hiçbir zaman Avrupalılar için bir yerli tehlike sayılmamıştı. Zira yerli otorite yabancılardan çekinmiyor ve ülkeyi AvrupalIların rekabet duygularına açık tutuyordu. Avru pa’nın kıta üzerinde açık siyasî etkinliği dahi toprağın gerçek sa hiplerini korkutmuyordu. Hindistan Avrupa ile bir ev sahibi guru ru içinde ticarî ilişkilerini yürütüyordu. İslamın üzerinde herhangi bir tehlike ise asla bahis konusu değildi.'56’Bununla birlikte sözko nusu yerli gururu ile pozitif bilgi arasında bir farkın günden güne derinleştiği de gözlerden uzak düşmüyordu. H erbelot’nun “ Bibliotheque ',inde İndo-İran halkı için tüm anlatılanlar İslâmî kaynaklara dayanmaktadır. Gerçekten ondokuzuncu yüzyılın baş larına kadar “Doğu dillen..." deyimi her zaman “S am î dilleri" anlamını taşımıştır. Guinet’in sözünü ettiği Doğu Rönesansı anla şıldığına göre İslâma Doğu’da bir çok dar olan sınırlarında bazı ha reket imkânları sağlanmış olmasıdır/57’ Sanskrit dili, Hindistan'ın din ve tarihi William Jones’in onsekizinci yüzyıl sonlarında sarfettiği gayretlerden sonra bilim konusu olabilmiştir. Ve eğer Jones Hindistan'la ilgilenmişse bunun tek nedeni onun İslâma karşı duy duğu yakın âlâkadır. Dolayısı ile Herbelot’nun Bibliothequâ nden sonra oryanta lizmin en ileri eseri olarak, ilk cildi 1708’de yayınlanan Simon Ockley’in Histcny o f Saracens isimli eserini tanımak şaşırtıcı ol mayacaktır. Oryantalizmin yeni bir tarihçisi, Ockley’in Müslümanlar hakkındaki görüşlerini —ilk felsefe bilgilerini kendi çev resi olan Hrıstiyan Avrupa'da edinmiş olmasma rağmen — Avrupa toplumunu acıklı biçimde şoke ettiği fikrini yaymaktadır. Aslında Ockley kitabında İslâmm üstünlüğünü sadece açık biçimde ortaya koymakla yetinmemiş, aynı zamanda “Bizans ve İran savaşları ko- « nusunda Arab görüşünün otantik zevkini de Avrupalılara tanıtmıştır.”(58) Bununla birlikte Ockley İslâmın bulaşıcı zararlı tesirlerin den de söz açmaktan geri kalmamış .arkadaşı William Whiston’un aksine (Cambridge’de Nevvton’un yerine geçen) İslâmm utanıla cak bir kâfirlik olduğunu da söylemiştir. Whiston 1709’da İslâma karşı duyduğu sempati hisleri dolayısı ile Cambridge’den kovul muştu. AvrupalIlar için Doğu Hindistan'ın zenginliklerine ulaşabil mek için daima İslâmi bölgelerden geçmek ve aşağı yukarı Aryen bir inanç sistemi olan İslamın tehlikeli etkilerine göğüs germek ge rekiyordu. Onsekizinci yüzyılın önemli bir bölümü içinde İngilizler ve Fransızlar bu zor işi başardılar. Bu sırada Osmanlı İmpara torluğu uzun zamandan beri ihtiyarlık rahatlığına gömülü olarak (Avrupa düşüncesinde...) kendi yöresinde yaşamına devam edi yordu. Bu yüzden bu devlet ondokuzuncu yüzyıl tarihine “Doğu Sorunu ” sözcükleri ile yazıldı. İngiltere ve Fransa Hindistan'da ilk defa 1744 ve 1748 arasında çatışmaya başladılar,İkinci olay ise 1753 ile 1763 arasında meydana geldi. İngilizler 1769’dan sonra Hint alt kıtasının sadece ekonomik ve politik işleri ile uğraşmayı yeğ tutarak bu çatışmadan bir ölçüde kendilerini sıyırdılar. Bonapart için İngilizlerin Doğu imparatorluklarını parçalamanın tek ça resi onların yollarını Müslüman Mısır’da kesmekten ibaretti. Bonapart’ın 1798’da Mısır’ı işgali, daha sonra Suriye’de ge zintiye çıkması Oryantalizmin modem tarihinde muazzam sonuç lar doğurmuştur. Bonapart’tan önce Doğu’yu işgal etmek için bil ginler tarafından yürütülmüş iki zayıf girişimde bulunulmuştu. Amaç Doğu’nun sislerini dağıtmak ve İncil’de yer alan Doğu ülke lerini tanımaktı. Bunlardan ilki eşitliğin hızlı kuramcısı AbrahamHyacinthe Anquetil-Dupperon (1731-1805) tarafından girişilen teşebbüstü. Bu zat kendi kafasında Jansenizm ile Katoliklik ve Brahmanizmi birleştirmeyi tasarlıyordu. Bu gaye uğruna As ya’nın en ücra köşelerine kadar seyahat etmeyi akima koymuştu. Seçilmiş ulusların üstünlüğü vehalkların akrabalıkları konusunda Incil’de yer alan doğmaları ispat etmeyi istiyordu. Ancak vardığı yerde başka işlerle uğraştı. Amacını unuttu ve Sürate’a kadar gide rek Avesta metinlerinin peşine düştü. Sonuçta mükemmel bir Avesta türcemesi ile geri döndü Raymond Schwab,Anquetil’i bu seyahata zorlayan Avesta parçası hakkında şunları söylüyor: “Bil ginler ünlü Oxford parçasına göz attıktan sonra odalarına girdiler. Anquetil ise onu gördü ve Hindistan'a gitti...” Schvvab ayrıca Anquetil ve Voltaire’in, huyları ve fikirlerinin hiçbir zaman bir araya gelmeyecek kadar birbirine ters olmasına rağmen,iki adamın da Doğu ve İncil karşısında ortak anlayışlara sahip olduklarını ileri sürmektedir. Schwab “Biri İncil'in tartışılamayacağım olanca gü cü ile kanıtlamaya çalışıyor, diğeri ise aynı Incil'e asla inanılma ması gerektiğini söylüyordu”diyor. Ne var ki Avesta tercümesi garip biçimde Voltaire’in düşüncelerine uygun düşüyordu; zira Anquetil’in buluşları gökten indiği kabul edilen kitapların üzerin de birdenbire bir tartışma açılmasına neden olmuştu. “Anquetil 1759'da Surate’da “A vestd' tercümesini, 1786’da ise Paris’te “Upanisbads” çevirisini bitirdi. Böylece Anquetil insan dehasının halkaları arasında bir kanal açtı ve Akdeniz havzasının yaşlı hümanist fikirlerini yerinden oynattı. Daha elli yıl yok ki Anquetil’in yurttaşları, eski İran ve Yunan Anıtlarını karşılaştırmayı onlara öğrettiği sırada kendisine “Nasıl İranlı olunur...?” diye so ruyorlardı. Anquetil’den önce herkes yeryüzünün büyük geçmişi hakkında, Latin, Grek, Yahudi ve Arab yazarlarından başka kim seye akıl danışmıyordu. İncil dokunulmaz bir âbide idi. Bir gökta şı gibiydi... Kutsal metin bütün bilinmeyen sırları avucunun içinde tutuyordu. Şimdi “A vesta” tercümesi ile başdöndürücü biçimde Orta Asya konuşmaya başladı. Artık tek söz sahibi Babil değildi. Şimdiye kadar Greco-Latin rönesansın dar mirası üzerine kapanan bizim gururlu okullarımızda artık (ki önemli bir kısmı Avrupa’ya İslâm’ın aracılığı ile aktarılmıştır...) yeni ve çok yönlü uygarlıkla rın bakışları gezinecek, sayısız edebiyat ürünleri saltanat sürecck, bundan sonra bazı Avrupa kantonları tarihte sadece kendi adlarını kazımış olmayacaklar. ”(î9) Doğu, tarihte ilk defa Avrupa’ya karşı yazılı belgeleri, dilleri ve uygarlığı ile ayağa kalkıyordu. Ve yine tarihte ilk defa Asya, uzaklığı ve coğrafi konumu ile entellektüel ve tarihi boyutlarını ka bul ettiriyordu. Anquetil’in bu muazzam genişlemeyi sağlayan ça lışmalarına William Jones’in çabaları eklendi. Napolyon öncesi iki girişimden diğeri de Jones’in çalışmalarıdır. Ancak Anquetil’in açtığı geniş ufukları Jones kapatıyordu. Jones her şeyi sıraya koyuyor, tablolar çiziyor, benzetmeler yapıyordu. 1783’te İngilte re’yi terkederek Hindistan’a gitmeden önce William Jones Arabça, İbranice ve Farsçayı ayrıntılarına kadar öğrenmiş bulunuyor du. Anlaşıldığına göre bu durum yeteneklerinin henüz pek az bir kısmı idi. Jones aynı zamanda bir şair, bir hukukçu, bir ansiklopedist, bir klasikçi, Benjamin Franklin, Edmund Burke, William Pitt ve Samuel Johnson’u hatırlatan türden yorulmak bilmez bir araş tırmacı idi. Jones bir ihtiyaç anında “Hindistan’da şerefli ve faydalı bir iş le” görevlendirildi ve bu amaçla derhal “Doğu Hint Kumpanyasın da” önemli bir mevki’e getirildi. Bu sırada kişisel araştırmalarına başladı. Gayesi Doğu’yu bir araya toplamak, sınırlandırmak, fay dalı kılmak ve bu kanaldan Avrupa’nın bir yöresi haline getirmek ti. Objects o f Enquiry D uring m y Residence in A sia ( Asya’da bulunduğum sıralarda incelediğim konular) adını taşıyan kendi ki şisel eserinde William Jones kitabının bölümlerini şöyle sırala maktadır: “Hinduların ve Müslümanların kanunları, Hindistan'ın çağdaş politika ve coğrafyası, Bengal’i yönetmenin en emin yolu, Aritmetik, Geometri ve çeşitli Asya bilimleri, Hintlilerin tıp, kim ya, ameliyat ve anatomi bilgileri, Hindistan'ın tabiat mahsulleri, Asya’da şiir, konuşma sanatı ve ahlâk, Doğu uluslarının müziği, Hindistan'ın ticareti, endüstri ve ziraatı vs.” Jones 17 Ağustos 1787’de Lord Althrop’e büyük bir alçak gönüllülükle şunları yazı yordu: “Hindistan'ı hiçbir Avrupalı’nın şimdiye kadar tanıyama dığı şekilde tanımak istiyorum...” Balfour 1910’da kendi iddiaları nın ilk modelini işte burada bulmuştu. Böylece İngiliz olarak Hin distan'ı herkesten iyi tanımıyordu-.-: Jones resmî olarak hukukla meşguldü. Onun bu görevi Oryan talizm tarihi açısından oldukça önemli idi. Jones’in Hindistan’a gelişinden yedi yıl önce Warren Hastings Hintlilerin kendi kanun ları ile yönetilmeleri gerektiğine karar vermişti. Proje oldukça id dialı idi; zira Sanskrit kanunları toplu yazılı bir metne dayanmıyor du. Günlük ihtiyaçlar için farsça bir çeviriye baş vuruluyordu. O çağda henüz hiçbir İngiliz orijinal metinleri anlayacak kadar Sanskritçe bilmiyordu. Kumpanyanın Charles Wilkins adlı bir memuru Sanskrit dilini yeteri kadar öğrendi ve “Manu Kanunlarını” tercü meye koyuldu. Wilkins daha sonra bu çalışmasındaJones’den yar dım görecekti. (Wilkins ayrıca B bagavad-G itdrm . ilk mütercimi olmuştur.) Ocak 1784’te Jones A siatic Society o fB e n g a l (Bengal Asya Derneği)nin kurucu assamblesini bir araya getirdi. Bu dernek İn giltere’de Royal Society (Kraliyet Demeği) ne ise Hindistan’da da o idi. Demeğin ilk başkanı ve Doğu ve Doğulular hakkında en fazla bilgileri toplamış kişi olarak Villiam Jones artık, oryantalizmin ku rucusu sayılabilirdi. (Bu deyim A. J. Arberry’nindir.) “Yönetmek ve öğrenmek, daha sonra Doğu’yu ve Batı’yı mukayese etmek”, Jones amacını böylece yorumluyordu. Doğu’nun sonsuza doğru uzanan konularım öğrenmek, sıralamak ve bunları kanunlar, gele nekler ve bilinen eserlerin toplamından oluşan bir digest complet ( tam bir özet) halinde ortaya koyabilmek için Jones büyük bir gay ret göstermiş ve üstün bir yetenekle amacına ulaşmıştır. Beyanları nın arasında en ünlü olanı modern oryantalizmin ulaştığı en son noktayı göstermekte ve felsefi bir başlangıçta dahi olsa bu ilmin karşılaştırmalı disiplin olarak değerini ortaya koymaktadır. Hiç kuşkusuz sözkonusu disiplin’in ana gayesi Avrupa dillerinin Uzak Doğu kaynaklarını tartışmasız biçimde meydana çıkarmaktı. “Ne kadar eski olursa olsun “sanskrit dili” fevkalade bir yapıya sa hiptir, “Yunancadan” daha mükemmel, “Latinceden” daha ifade lidir. Her iki dilden daha incedir. Her iki dilden daha anlamlıdır. Fiillerin kökleri ve gramatik şekiller daha güçlüdür, öylesine güçlüdür ki hiçbir tesadüfe yer bırakmaz. Bu gerçek güç yüzünden bir filolog her üç konuyu incelerken bunların aynı kaynaktan çıkmış olduklarını düşünebilir.”160' Hindistan’daki îngiliz Oryantalistlerinin büyük bir bölümü ya Jones gibi hukuk bilgini yahut daha ilginç biçimde misyoner yan lan kuvvetli doktor şeklinde idiler. Bilindiği kadarı ile bunlann ço ğu “Bizde sanatları daha düzgün hale getirmek ve inceltmek ümidi ile Asya bilim ve sanatlarını incelemek”*61' gibi çifte bir gaye taşı maktaydılar. 1823’te Henry Thomas Colerooke tarafından kuru lan Royal Asiatic Society (Kraliyet Asya Demeği)nin Centenery Volüme (Yüzyıllığında sözkonusu sanat araştırmalarının amacı böylece anlatılıyordu. İlk profesyonel Oryantalistlerin, Doğulular la olan ilişkilerinde, kendi çağlarında oynayacakları belirgin bir rol vardı. Bugün bu rol dolayısı ile kendilerini suçlamıyoruz. Zira bu kişiler “Batı” dünyasını Doğu’da resmen temsil etmekle görevli idiler. Bu kişiler bazen yargıç bazm doktor oluyorlardı. Realist ol maktan çok fizikötesi duygularla kalem oynatan Edgard Guinet dahi yerel tedavî gücünün koyu bilincini taşıyordu. Genie des religions (dinlerin dehası) isimli kitabında “Asyalılar ve peygamber ler, AvrupalIlar ve Doktorlar” deyimini kullanmıştır/62' Doğu hakkında bilinenler öncelikle sözkonusu klasik metinle rin incelenmesinden geçiyor daha sonra bu metinlerin modem Doğu’daki tatbikatına dayanıyordu. Bu noktada yaşayan doğulunun yorgunluğu ve siyasî güçsüzlüğü ile karşılaşan Avrupalı Oryanta list, Doğunun büyük klasik geçmişinin hiç olmazsa bir bölümünü kurtarmayı kendisine görev sayıyor, böylece çağdaş Doğuyu dü zeltmeyi amaçlıyordu. Avrupalı’nın Doğu’nun klasik geçmişinde aradığı şey sadece kendisinin faydalanabileceği bir görüş açısı idi. (Ve yüzlerce olay ve eşya arasında...) Ancak diğer yandan modem doğulu için işleri kolaylaştırıyor ve yaşayan Doğu hakkında neyin daha yararlı olduğu konusunda ortaya koyduğu görüşleri ile Do ğu’nun dolaylı yönden faydasına çalışıyordu. Bonaparte öncesinin tüm oryantalist projelerinin ortak karak teri, başarıya ulaşabilmek için önceden yapılacak şeylerin çok az oluşu idi. Anquetil veJones Doğu hakkında ne öğrendilerse hepsi ni bir defada ve Doğu’da öğrenmişlerdi. Denebilir ki Doğu’nun ta mamı ile karşı karşıya gelmişler, bunu belirli bir zaman içinde ve çok küçük bir bölgeden hareketle başarmışlardı. Bonaparte ise Mı sır’ın tamamını ele geçirmekden başka bir gaye taşımıyordu. Bu yüzden yürüttüğü hazırlıkları o zamana kadar görülmedik şekilde geniş ve ayrıntılı idi. Ayrıca bütün bu hazırlıklar bağnazcasına şe matik bir karakter taşıyordu. Burada analiz etmeyi tasarladığım konular bu karakter çevresinde yer almaktadır. Anlaşıldığına göre Bonaparte, 1797’de İtalya kampanyasını yürüttüğü sırada bir yandan ilerde girişeceği atılımı da hayal edi yordu. Kafasmda üç nokta vardı: Birinci nokta, İngiltere gittikçe gelişen gücünün yanı sıra Campoformio andlaşması ile askerî za ferlerinin doruğuna ulaşmış ve Napolyon’a zafer kazanacak yer olarak sadece Doğu’yu bırakmıştı. Diğer taraftan Talleyrand’m “Günün koşulları altında yeni koloniler elde etmek” gerektiği ko nusundaki yeni görüşü de Napolyon’un kafasını kurcalıyordu. Bu fikrin ışığında İngiltere’nin rahatsız edilmesi gerektiğine inanan Napolyon Doğu’ya gittikçe daha fazla ilgi gösteriyordu. İkinci nokta şuydu: Napolyon gençliğinden beri Doğuya karşı tutkuluy du. Marigny'nin Histoire desArabes (Arablarm tarihi) isimli kita bının bir özetini çıkarmıştı. Jean Thiry’in anlakttıklarma bakılırsa Napolyon, gerek yazılarında ve gerekse konuşmalarında İsken der’in Doğu’su ve özellikle Mısır hakkında anlatılan zaferlerin hi kayeleri ile dolup taşıyordu/63’ Bir taraftan yeni bir İskender gibi Mısır’ı ele geçirmeyi hayal ediyor, diğer yandan İngiltere’nin za rarına yeni bir İslâm kolonisi sahibi olmayı tasarlıyordu. Üçüncü olarak ise Napolyon Mısır’ı kolayca kazanabileceğini düşünüyor du, zira taktik, stratejik ve tarihî açıdan engel bulunmadığını görü yor, çağdaş yahut klasik Avrupalı yazarların Mısır Konusunda an lattıkları ile kendi düşünceleri arasında bağ kuruyordu. Bütün bunlar Bonaparte’ın kafasında Mısır seferinin gerçekle şebileceğini gösteriyor, daha sonra yapılan hazırlıklar ise deneysel gerçeklerden çok fikir alanında ortaya konan tecrübelere ve yazılı metinlerden çıkarılmış hikayelere dayanıyordu. Bonaparte’ın planları Avrupa ile Doğu arasında uzun bir ilişkiler serisinin doğ masına yol açmıştı. Bu yeni serinin içinde Oryantalistin uzmanlığı doğrudan doğruya sömürgeciliğin emrine verilmiş bulunuyordu. Napolyon’dan sonra bir Doğubilimci için kendi yasallığı ile Doğu’ya karşı beslediği sempati duyguları arasında bir tercih yapmak zorunda kaldığı sıkıntılı saatler gelip çatınca, daima üstün Batı’nın tarafına tutması gerekmiştir. Bonaparte’m kendisi ise Doğu’yu, klasik yazarlardan derlediği metinler ve bu metinlerin üzerinde or yantalistlerin ileri sürdükleri fikirlerin dışında göremiyordu. Ger çek Doğu’nun ancak bu metinlerle anlaşılacağına inanıyordu. Herkesin bildiği gibi Bonaparte Mısır seferi için bir düzine “bilgin’i” ayağa kaldırmıştı. Bu konu üzerinde burada ayrıntılara girmeyi lüzumsuz sayıyoruz. Seferlerin canlı bir arşivini meydana getirmeyi düşünüyor ve kendi kurduğu Mısır Enstitüsünün üyele rini her konuda çalıştırmaya çaba harcıyordu. Napolyon’un görüş lerinin bir Fransız gezgini olan Volney kontunun 1787’de “Voyage en Eg)pte et en Syriet. Mısır ve Suriyeye seyahet” adı ile iki cilt halinde yayınlanan eserine dayandığı pek bilinen bir konu değildir. Volney kontu, geziye çıkabilmek için para sahibi olduğu anda (Mi ras) kararını verdiğini açıkladığı kısa bir kişisel önsözden sonra 1783’te Doğu’ya doğru yola koyulduğunu belirtmekte ve bundan sonra gördüklerini sıralamaktadır. Voyage (Gezi) insanı sıkacak derecede kişiliksiz bir eserdir. Volney kendisini gördüğü herşeyi “devlete” haber vermekle yükümlü bir ilim adamı saymaktadır. “Gezi”nin ağırlık noktası ikinci ciltte yer alıyor: Burada İslâm bir din olarak tanıtılmaktadır.(64) Volney’in İslâm hakkındaki görüşle ri genellikle düşmancadır. İslâm dini gerek din ve gerekse siyasî kurumlar sistemi olarak Volney’in hoşuna gitmiyor... Napol yon’un bu eseri ve “ Consideratiorıs su r la guerre actuelle des Ttırcs: Türklerle yapılmakta olan güncel savaş hakkında düşünce ler” (1788) isimli eseri çok önemli bulduğu bilinmektedir. Netice itibariyle Volney inanmış bir Fransız olarak - Kendisinden çeyrek asır sonra gelen Chateaubriand ve Lamartine gibi- Fransa’nın sö mürgecilik duygularının tatmin sahası olarak Orta - Doğu’yu görü yordu. Bonaparte’ın, Volney’in eserinde faydalı olarak gördüğü nokta O'nun Doğu’ya gönderilecek bir askerî gücün karşılaşacağı zorlukları ve engelleri sırası ile göstermesi olmuştur. Napolyon Sainte-Helene’de iken general Bertrand’a dikte etti rerek yazdığı, Cam pagnes d ’E gyple et de .Sj/nefMısır ve Suriye seferi) (1798-1799) adlı eserindeki düşüncelerini büyük ölçüde Volney’den aktarmıştır. Volney’in Doğu’da Fransız hegomonyasını üç şeyin engelleyebileceğini ileri sürdüğünü belirtiyor Napol yon... Dolayısı ile buraya gönderilecek bir askerî kuvvet üç savaşı birlikte yürütmek zorunda kalacaktır. Birinci savaş İngiltereye karşı, ikinci Osmanlı devletine karşı üçüncü savaş ise Müslümanlara karşı...(65) Volney’in düşünceleri keskin olduğu kadar geri çevrilmesi zor düşüncelerdi, zira hem Bonaparte ve hem de Volney’in bütün oku yucuları için açık bir gerçek vardı ki o da Volney’in kitaplarında yer alan tüm düşünceler, Doğu’da zaferler kazanmayı hedef tutan her Avrupalı’nın ortak rüyası idi. Bir başka deyimle Volney’in eseri, Avrupa’nın Doğu ile ilk temasta geçirebileceği şoku hafiflet meye yarayan bir el kitabı sayılabilirdi. “Bu kitabı okuyun ve Doğu tarafından şaşırtılmaktansa ona hâkim olun...” Volney’in asıl söy lemek istediği böylece özetlenebilirdi. Bonaparte Volney’e sadece bir mektup kadar değer vermiş fakatO'nu sonuna kadar dinlemiştir. Ordusu Mısır ufkunda göründü ğü andan itibaren bütün gayretler İslâma doğru çevrilmiş ve Napolyon 2 Temmuz 1798 günü İskenderiye halkına karşı nutuk ve rirken “Biz gerçek müslümanlarız...” demişti.<66) Yanında bir or yantalistler ekibi taşıyan Napolyon (“Doğu” adında bir amiral ge misinin içinde...) Mısırlıların Memlûklara karşı besledikleri kini körüklüyor, herkes için eşitlik vaad eden devrimci duyguyu ortaya çıkarıyor ve asla İslâma karşı doğrudan doğruya hücuma geçmi yordu. Yürüttüğü savaş iyi yönlendirilmiş, yumuşak ve ustaca idi. Seferin Arab tarihçisi olan Abdurrahman el-Cebartî’yi en çok duygulandıran olay, Napolyon’un yerlilerle anlaşabilmek için bi lim adamlarına ihtiyaç duyması olmuştur. Entellektüel, modem ve Avrupalı bir “kuruluş” ilk defabir doğulu tarafından böylesine ya kından izleniyor, hatta gözlemcinin şok geçirmesine neden oluyordu.(67>Bonaparte Mısır’da bütün çarelere baş vurarak İslâm için savaştığını anlatmaya çalışıyordu. Her söylediği edebî Arapça’ya çevriliyordu. Orduya her hitabında Bonaparte, İslâma karşı mutla ka aşın hassasiyet gösterilmesini istiyordu. (Bu noktada Bonaparte ’nin M ısır’daki taktiği ile 1517’de İspanyollar tarafından - İspan yolca - yüksek sesle Hintlilere karşı okunan belgeyi karşılaştırınız. İspanyollar Amerika yerlilerine şöyle hitap ediyorlardı: “Sizin ka nlarınızı, çocuklarınızı alacağım, sizi esir edeceğim, bütün malla rınıza el koyacağım ve size her türlü kötülüğü yapacağım. Efendi lerine itaat etmeyen bütün kölelere yapıldığı gibi...”)(68) Bonaparte, M ısırlılarla doğrudan temas etmek için kendi gü cünün yetersiz kaldığını anlayınca bir sıra imam, kadı, müftü ve yerli ulemayı bir araya toplayarak Kur’an’ı Büyük Ordunun görüş leri doğrultusunda yorumlamayı denemişti. Bu gaye uğruna el-Ezher’de hocalık eden altmış ulemâ genel kurmaya çağrılarak askeri törenle karşılandı. Fransız subaylar M ısır’lı âlimlere büyük saygı gösterdiler. Bizzat Napolyon kendileri ile konuşarak Kur’an’a ve Muhammed’e karşı duyduğu derin bağlılık hislerini onlara anlattı. Girişim başarılı olmuştu, anlaşıldığına göre çok geçmeden bütün Kahire halkı işgalcilere karşı beslediği çekingenliği bir kenera bı rakmada sakınca görmedi.'691 Bundan sonra Napolyon temsilcisi Kleber’e çok sıkı emirler vererek M ısır’ı Oryantalistler, ve kendi düşüncesine çekebildiği Müslüman dinî liderler aracılığı ile yönet mesini istedi. Bunun dışında uygulanacak bütün diğer politik şe killer yöneticiye çok pahalıya m âl olacak ve kanunsuz sayılacaktı/7"1Hugo L u i{Sen) isimli şiirinde Napolyon’un Doğu seferinde yer alan taktik dolu ışığı yakaladığını düşünmekteydi. N il’de onu yeniden görüyorum Mısır, şafağının ateşi ile bir kere daha parlıyor... İmparatorluk yıld ızı Doğu ’d an yükseliyor. Zafer kazanmış, heyecan dolu, şereflerle yüklü, Deha, Mucizelerin toprağını sarsan mucize... İhtiyar şeyhler, genç ve temkinli Emir’in önünde eğiliyorlar... Halk görülmemiş silahlarından dehşete kapılıyor. Çok yüksek, gözler kamaştırarak, kabilelerin önüne çıkıyor... Batı'dan gelmiş MuhammedS1X) Böyle bir tip zafer ancak “seferden önce” hazırlanabilirdi. Ve bu zafer ancak Doğu hakkında hiçbir şey bilmeyen, sadece bilgin lerin ve kitapların kendisine fısıldadığı sözcüklerle yola çıkan bir insanın işi idi. Napolyon’un kendisi ile birlikte koskoca bir akade miyi de peşine takması Doğu hakkında bütün bildiklerinin sadece yazılı metinlere dayandığının en ilginç kanıtı idi. Bu davranış biçi mi daha sonra özel devrimsel bildirilerle pekiştirilmiş (bilhassa 30 Mart 1793’te Arab, Türk ve İran dillerini öğretecek bir “halk oku lunun” Millî Kütüphane bünyesinde kurulmasını öngören hükü met tebliği.) ve karanlıkların dağılarak en anlamsız görünen bilim lerin dahi kurumsallaşması hedef tutulmuştu.'721 Böylece Bona- part’ın Oryantalist çevirmenlerinin çoğu haziran 1796’dan sonra Doğu Dilleri Halk Okulunun tek ve yegane profesörü olan Silvestre de Sacy’nin öğrencisi olmuşlardı. Sacy’nin yetiştirdikleri asrın üç çeyreği içinde Oryantalizmin hâkimi oldular. Bunların çoğu po litika için vazgeçilmez insanlardı. Pek çoklarının M ısır’da Bona parte için olduğu gibi... Ancak Bonaparte’ın Müslümanlarla m ü nasebeti Mısır’a egemen olma projesinin sadece bir kısmı idi. Pro jenin diğer kısmı ise bu ülkeyi Avrupa’nın yapacağı yatırımlara ta mamı ile açmak ve toprağı tam anlamı ile girilebilir şekle sokmak tı. O zamana kadar gezginlerin, bilginlerin ve eski fâtihlerin aracı lığı ile ikinci elden tanınan Mısır, artık Doğu’nun karanlık bir ülke si olmaktan çıkacak ve Fransız vatanının bir bölümü sayılacaktı. Bu noktada şematik davranışlar ve “Metinlere” bağlı düşünce sis temleri kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Kimya ekipleri, tarihçile ri, biyoloji uzm anlan, arkeologları, operatör doktorları ve Antik çağ uzmanları ile Enstitü, Ordunun bilimsel bir seksiyonu idi. Gö revi ondan daha az saldırgan değildi: M ısır’ı modern Fransa’ya benzetmek... Rahip M ascrier’nin Description de l ’Egypte{M ısır'ın tasviri) (1735) isimli eserinin yanında Bonaparte’a ondan çok daha evrensel bir anıt kazandır mak... İşgalin daha ilk saatlerinden itibaren Bonaparte Enstitünün toplantılarına ve deneylerine derhal başlamasını istiyor ve bugün bizim ileri sürdüğümüz deyimle kullanacağı malzemeyi bir an ön ce toplamasını gözlüyordu. Söylenen, görülen ve İncelenenden fazla herşeyin tesbit edilmesi, yazılması gerekli idi. Bir ülkenin di ğer bir ülke hakkında ortaya koyabileceği en büyük eser işte böyle ce ortaya çıktı. Description de VEgypte (Mısır’ın tasviri) 1803 ile 1828 arasında otuz üç cilt olarak yayınlandı. Description (Tasvir) in en önemli yanı boyutları veya yazarla rının yeteneği değil, fakat ileri sürdüğü temaya karşı takındığı ta vırdı. Bu tavır bugün dahi Oryantalistlerin geniş ölçüde dikkatini çekmekte, modem oryantalist projeler için kaynak sayılmaktadır. Enstitü sekreteri Jean -Baptiste- Joseph Fourier’nin kaleminden çıkan Preface Histrique (Tarihî önsöz)ün daha ilk sayfalarına göz atanlar, bilgilerin “Mısır” kavramı etrafında, birbirine karıştırma dan değişik bir kültürel ifade, coğrafî ve tarihi anlayışlar taşıdıkla rını fark edeceklerdir. Bu metinde Mısır, Afrika ve Asya, Avrupa ve Doğu, geçmiş ve yaşanan zaman arasında yer alan ilişkilerin odak noktası olmuştu: “Afrika ve Asya arasına yerleşen ve Avrupa ile kolayca irtibata geçebilen Mısır, eski dünyanın merkezinde yer alır. Bu toprak bü yük bir geçm işin anıları ile doludur. Sinesinde taşıdığı sayısız eserleri ile bir sanat vatanıdır. Eski çağlarda kralların oturdukları saraylar ve tapınaklar bugün hâlâ insanoğlunun gözleri önündedir. Truva savaşından önce, Homere, Lycurgue, Solon, Pythagore ve Platon’un yaşadıkları çağların ötesinde inşa edilmiş bu tapmaklar en parlak çağlarda bilim, din ve kanunları incelem eye koşan in sanlarla dolup taşıyordu. İskender bu ülkede gözler kamaştıran bir şehir kurmuştu. Uzun yıllar ticaret cenneti olarak yaşayan bu şehir Pompei’yi, Sezar’ı, Marc-Antoine’ı ve Auguste’ü görmüş onlarla birlikte Rom a’nın ve geri kalan bütün dünyanın kader çizgisinde söz sahibi olmuştu. Bu ülkenin en üstün yanı ulusların geleceğini tayin eden muhteşem hükümdarları kendisine çekmesidir. Batı’da ve A sya’da hiçbir siyasal güç yoktur ki bakışlarını M ısır’a çevir mesin, ve onu tabii hali ile kendisine düşen bir pay saym asın.(73) Mısır ağzına kadar sanat bilim ve siyaset dolu olduğu için dün ya tarihinde çok önemli yer tutacak büyük siyasî gelişmelerin sah nesi sayılıyordu. Dolayısı ile M ısır’ı ele geçiren modern bir güç, önce kendi kuvvetini ispat edecek daha sonra tarihin ileri sürdükle rini doğrulayacaktı. M ısır’ın kaderi tek elden Avrupa’ya bağlan maktı. Diğer taraftan M ısır’a giren bu modem güç, Homere, İsken der, Sezar, Platon, Solon ve Pythagore boyundaki tarihsel kişilerle ilişki kuracak, vakti ile Doğu’ya şeref vermiş bu isimlerin tabii bir uzantısı sayılacaktı. Özetle Doğu, yaşadığı günlerin gerçeklerine bağlı değerlerle değil, uzak geçmişinde Avrupa ile olan ilişkileri ile varlığını kabul ettirecekti. Description (Tasvir)de yer alan ve burada göstermeye çalıştığım şematik görüş bu noktadan kaynak lanmakta. Fourier bu şekilde yüzden fazla sayfa doldurmuştur. (Ayrıca her sayfa bir metre kare yer işgal etmektedir, yazarlar böylece pro jenin genişliği ile sayfanın alanı arasında bir ilişki kurmayı düşün müş olmalıdırlar.) Bununla birlikte sisli ve kötü tanıtılmış geçmişe ait satırlardan hemen sonra Fourier için önemli olan Bonaparte’ın seferinin acele ile haklı çıkarılmasıdır. Bu amaçla Fourier teatral üslûbunu asla terketmez. Avrupa’daki okuyucularını göz önünde bulundurduğu kadar Doğuluları da tanıyan bir insan edası ile şun ları yazar: “Fransızların D oğu ’ya vardığını açıklayan şaşırtıcı haberin bütün Avrupa’da ne tesir bıraktığını herkes biliyor... Sessizlik içinde gerçekleştirilen bu büyük proje öylesine hararetli ve gizlilikle ha zırlanmıştır ki düşmanlarımızın ağzı bir karış açık kalmıştı. Onlar düşünce, girişim ve başarımıza ait haberleri hemen aynı anda aldı lar...” B u tiyatro oyununun D oğulular için de faydası vardır, şö y le ki: “Bunca ulus için bilgi kaynağı olan bu ülke çağımızda barbarlığa gümülmüş yaşıyordu...” Sadece bir kahraman bütün bu faktörleri bir araya getirebilirdi. Şimdi Fourier bu kahramanı şöyle tarif edecekti: “O; bu olayın Avrupa, Doğu ve. iç Afrika ilişkilerinde yer alan de ğerini gördü, Akdeniz taşımacılığı ve A sya’nın kaderini düşündü. Bonaparte D oğu ’ya bir Avrupalının ne işe yaradığını göstermek istiyordu. İnsanların daha mutlu bir hayat yaşamaya hakları oldu ğunu söylüyordu, ileri bir uygarlığın tüm olanaklarından yararlan maları gerektiğini onlara anlatmak istiyordu. Bilim ve sanat faaliyetini aralıksız yürütmeden böyle bir ama ca ulaşılamaz. ”(75) Bir bölgeyi yaşadığı barbarlığın içinden çekip çıkarmak, ona eski klasik azametini iade etmek. Doğu’ya kendi iyiliği için m o dem Batı’nın metotlarını öğretmek. Doğu’da politik üstünlük sağ landığı sırada, ülkenin şerefli bir bilim hâzinesinden daha fazla ya rarlanmasını mümkün kılmak amacı ile askerî gücü en alt düzeye indirmek veya gözlerden uzak tutmak. Doğuyu formüle etmek, ona şekil, kişilik ve anlam vermek; bu sırada hafızalarda yer almış görüntüsünü unutmamak, imparatorluk için taşıdığı stratejik öne mini küçümsememek ve Avrupa’nın “tabii” bir parçası olduğunu akıllardan çıkarmamak. Sömürgenin ele geçirilişi sırasında bulu nabilen tüm bilgileri bir araya getirerek buna “Modern bilimin araçları” adını vermek. Bu sırada yerlileri hiç düşünmemek, onları kendilerine yaramayacak bir metnin hazırlanışı için kaba malzeme saymak, Doğu’nun tarih, zaman ve coğrafyası üzerinde Avrupalı kafası ile istediği şekilde fikir yürütmek. Yeni bilimsel disiplinler uydurmak: bölmek, ayırmak, şematize etmek, tablolar çizmek, en deksler düzenlemek, görünen ve görünmeyen herşeyi bir araya toplamaya çalışmak, bütün bunlardan en ince ayrıntıları yakalaya rak tam bir genellemeye gitmek ve bu genellemeden Doğu’da ya şayanların tabiatı, huyları, düşünüş biçimleri ve geleneklerine dair değişmez kanunlar çıkarmak. Ve bilhassa yazılı belgeler aracılığı ile yaşayan gerçekleri susturmak veya çarptırmak. Doğu’da size hiçbir şeyin karşı çıkmadığını ispatlamak amacı ile tüm gerçekle rin bunlar olduklarını ileri sürmek, Descriptiorı de l ’E gypte (M ı sır’ın tasviri) isimli eserin oryantalist görüntüsünün ana hatları bunlardır. Bu görüntü, B atı’nın bilgi ve siyasal güç araçlarına da yanarak Napolyon’un M ısır’ı nasıl oryantalist boğuntuya getirdi ğini gözler önüne seren en ileri siyasal belgelerdir. Önsözünün so nunda Fourier sözlerini şöyle bağlıyor: “Mısır’ın bu zaferi nasıl yaşadığını ve sıkıntılarını nasıl unuttuğu nu tarih yazacaktır.. ,”,76) “Tasvir” böylece M ısır’ı, Doğu’yu tarih içinde işgal ettiği uyumlu ve anlamlı yerinden çekip almakta ve ona Avrupa tarihi içinde olmasa dahi dünya tarihi içinde kendi istediği şekilde bir yer biçmektedir. “Sıkıntılarını unutmak” Oryantalist kafasında “D o ğu’yu saldırganların istedikleri şekilde göstermelerine yarayan bir tiyatro sahnesine” çevirmekle eş değerdedir. Fourier’nin söyle mek istediği tamamı ile budur. Hatta daha ileri olarak, modem Batı dilinde ele aldığı şekli ile Doğu’nun, terkedildiği sessiz ışığına ka vuştuğunu ileri sürmektedir. Bu noktada Doğu,“Tasvir”de Geoffroy Saint-Hilaire’in biyolojik tezlerinde göründüğü gibi,Buffon’un bir araya getirdiği zoolojik kanunların kanıtı şeklinde ortaya çık m aktadır/77’ Yahut yine aynı Doğu, “Avrupa halklarına ait gele neklerin tam bir kontrasıdır.”(78) Doğuluların “garip zevkler” Batı kların ağırbaşlı ve düşünceli hallerinin değerini gözler önüne ser mektedir. “Tasvir” ayrıca Doğu’ya ait bir geleneği söz konusu et mek istemiş ve Bonaparte’m büyük seferi sırasmda şeref meyda nında hayatını yitirmiş bazı kahramanları eski çağlarda olduğu gibi mumyalayarak bir aile hatırası gibi saklanmak istendiğini açıkla mıştır.™ Bununla birlikte Bonaparte tarafından M ısır’ın işgali bir askerî başarısızlıkla sona erdi ise de bu olay, Fransa’nın Mısır ve Doğu’nun diğer bölgeleri üzerindeki yaratıcı gücünü ortadan kal dırmamıştır. İşgalden modern bir oryantalist edebiyat doğmuş, Bonaparte’ın Mısır halkına yönelttiği hitabet örnekleri hafızalar dan silinmemiş, “Enstitü” ve “Mısır’ın tasviri” ele geçen kazançlar arasında yerini almıştır. Charles-Roux’un belirttiği gibi M ısır’ın “Yeniden parlakbir uygarlığa kavuşması, akıllı ve aydınlık bir ikti darın elinde yeniden kalkınması” fikri tüm çevre ülkelere ulaşmış, buralarda etkiler bırakmıştır.'80’ Ancak, ne var ki bu görevi sırasın da başta İngiltere olmak üzere pek çok Avrupa ülkesi Fransa’nın karşısına dikilmiştir. Fakat her şeye rağmen, AvrupalIların kendi aralarındaki rekabet duyguları, hatta açıkça giriştikleri savaşların ötesinde Fransa'nın şahsında Avrupa, D oğu’da yeni projelerden, yeni görüş açılarından ve yeni girişimlerden oluşan bir miras bı raktı. Bu miras Doğu’nun diğer yaşlı ülkelerini Avrupa’nın fetih ruhu ile bir araya getiriyordu. Napolyon’dan sonra Oryantalizmin dili daha büyük ölçüde de ğişikliğe uğradı. Anlatım realizmin üzerine çıktı ve sadece bir tak dim şekli olmakla kalmayıp aynı zamanda bir dil ve bir “yaratma” aracı oldu. Antoine Fabre d ’O livet’in deyimi ile modern Avru pa’da durgun kaynaklarda unutulmuş ana halk dillerinin yanında Doğu da yeniden inşa edildi, bir araya getirildi, yeniden yapıldı ve kısaca Oryantalistlerin gayretleri sonucu gün ışığına çıkarıldı. Bu arada “Tasvir”, Doğu ve Avrupa’yı birbirine yaklaştırmak için kendisinden sonra yazılan tüm eserler için önder sayıldı ve bu eser de açıkça görülen Doğu’nun Avrupa tarafından tamamı ile eritil mesi, yok edilmesi veya en azından yabancılığının ortadan kaldırı larak İslâmııı bir tehlike olmaktan çıkarılması amacı hiçbir zaman unutulmadı. Bundan sonra İslam ve Doğu, Avrupalılar gözünde sadece oryantalistlerin tarifleri ile yer alacak, ne insan gurubu ola rak İslâm halkı ne de tarih olarak İslâm tarihi dikkatleri çekmeye cekti. Bonaparte’ın seferi bir seri küçük metinlerin doğmasına yol açmıştı. Chateaubriand’ın Itıneraire (Yol)u, Lemartine’in Voyage en Orient (Doğu’ya seyahat)ı, Flaubert’in Salam m bo isimli eseri ve aynı gelenek içinde Lane’in M anners a n d Customs o f the M odem Egyptians (Modem Mısırlıların gelenek ve görenek leri) adını taşıyan kitabı ve yine Richard Burton’un Personal Narrative o f a Pilgrimage to al-M adinah a n d M eccah (Mekke ve Medine gezisine ait özel notlar) başlığı altında kaleme aldığı eser ler bu devrenin üretimleridir. Bu yazarları bir araya getiren olay sa dece ortak biçimde sahip oldukları hikaye ve deneylere dayanan Doğu bilgi hâzinesi değil, fakat aynı zamanda Doğu’nun, içinden çıktıkları kültür için bir cins önder görevi yüklendiği bilinci idi. Sözkonusu yazarların ortaya koydukları eserler yaşadığı sanılan Doğu’nun değerlerinden aşırma hatta açıkça taklit sayılsalar dahi bunların sanat gücü ve yaratıcı niteliklerinden hiçbir şey eksilmez di. Sonunda daima Batı haklı çıkıyor, Doğu üzerindeki etkisi azal mıyordu. Eserlerde yer alan tipler daima Doğu’nun büyük Avrupa lI tanıtıcısı Cagliostro veya ilk fatihi olan Napolyon’a benzer kişi lerdi. Mısır seferi sadece sanat ve edebiyat ürünleri yaratmış değil dir. Bunun yanında büyük bir İlmî değer taşıyan bir başka eser göze çarpmaktadır: Systeme com pare et Histoire des langues semitiqu.es (Sami dillerinin mukayeseli sistemi ve tarihi) adı ile Renan tarafından 1848’de tamamlanan eser Volney ödülünü kazanmıştı. Mısır seferinin diğer iki sonucu Ferdinand de Lesseps tarafından Süveyş kanalının gerçekleştirilmesi ile bir jeopolitik proje ve 1882’de İngilizlerin M ısır’ı işgalidir. Her iki tip proje arasındaki fark sadece görünen değer farkı değil, fakat aynı zamanda oryanta list görüş açısından taşıdıkları kalite farkıdır. Renan Doğu hakkın da yazdığı eserde gerçeği olduğu gibi ortaya koyduğuna yürekten inanıyordu. Ferdinand de Lesseps’e gelince projesinin yaşlı D o ğu’da yarattığı uyanıştan daima az çok kuşku duymuş ve bu duygu 1869’da Kanalın açılışının sıradan bir olay olmadığını bilen her akıllı insanın kafasından eksilmemiştir. 1 Temmuz 1869 tarihli “Excursionist a n d Tourist Advertiser.- Gezgin ve Turistlere uyarı”da Thomas Cook, Ferdinand Lesseps’in duygularını şöyle baş lıyordu: “ 17 kasımda yaşadığımız yüzyılın en büyük teknik başarısı muh teşem bir açılış merasimi ile kutlanacak ve Avrupa’nın hemen bü tün muteber aileleri bu merasime temsilcilerini göndereceklerdir. Bu gerçekten değerli bir olaydır. Avrupa ve D oğu’yu su yolu ile bir araya getirmek yüzyılların rüyası idi. Bu rüya sırası ile Yunanlıla rı, Romalıları, Saksonları ve Galyalıları asırlarca meşgul etti. Fa kat sadece son yıllarda modern medeniyet iki deniz arasında izleri bugün dahi görülebilen kanalı açan, eski firavunların çalışmaları ile ciddi bir rekabete girişebildi. Çok büyük değer taşıyan bu çalış malar hakkında bize en iyi bilgiyi küçük broşürü ile şövalye Saint Stoess vermektedir. M. Ferdinand de Lesseps’in deha derecesine varan büyük zekâsı bu metinde açıkça görünmektedir. Bu eski çağların rüyası ulaşılmaz bilgi, ağırbaşlı davranış ve uzağı görme yetenekleri ile nihayet gerçekleşiyor... Şimdi Doğu ve Batı birbir lerine biraz daha yaklaşarak çeşitli çağların uygarlıklarını yan ya na getirecekler.”™ Eski fikirlerin yeni metotlarla birleşimi, ondokuzuncu yüzyıla kadar ayrı yaşamış kültürlerin bir araya gelişi; modem teknolojinin o zamana kadar Doğu ve Batı olarak sağlamca yerleşmiş olan coğ rafi kavramlar üzerindeki gerçek baskı gücünü ortaya çıkarıyordu. Gazetelerde, nutuklarda, prospektüs ve mektuplarda Cook ve Lesseps gururla bu görüş açısını ileri sürüyorlardı. Aile bakımından Ferdinand’p çok mutlu bir başlangıcı var... Babası M athieu de Lesseps, Bonâparte ile birlikte M ısır’a (M arlow’un(82)verdiği bil giye göre) "Fransa'nın gayri resmi temsilcisi olarak gelmiş" ve Mı sır'ın 1801'de Fransa kuvvetleri tarafından boşaltılmasından dört yıl sonra ülkeyi terk etmişti. Ferdinand yazılarının çoğunda kanal’ın kazılması ile Napolyon’un bizzat meşgul olduğunu fakat bu na asla inanmadığını, böyle bir projenin gerçekleşmesine imkân bulunmadığım ileri süren uzmanların kurbanı olduğunu anlatmak tadır. Richelieu ve Saint-Simoncuların rüyaları ile de pekişmiş bi çimde böyle bir kanal’ın vazgeçilmez hayalleri ile yaşayan Ferdinand’ın aynı gaye uğruna 1854’te Mısır’a geri döndüğünü görüyo ruz. Ancak çalışmalara bu tarihten onbeş yıl sonra başlanabilmiştir. Ferdinand gerçek bir mühendis formasyonu ile yetişmiş bulunliîyyordu. Sadece inşaat sanatına karşı duyduğu büyük ilgi ve bu yolda gelişen tanrısal yeteneklerine güveniyor, yapıcı, yaratıcı ve yaşatıcı olduğuna inanıyordu. Bu arada diplomat ve maliyeci ola rak da yetenekleri vardı. Mısır’da ve Avrupa’da dayanak noktaları arıyor ve buluyordu. Anlaşıldığına göre işlerin sağlıklı yürüyebil mesi için yeteri kadar güç toplayabilmişti. Belki öğrendiklerinin içinde en değerli olanı kendisini destekleyenleri dünya sahnesine nasıl çıkaracağı konusundaki düşünceleri idi. Onlara kendi deyimi ile “düşüncesinin manevi gücünü” ve gerçek ifadesini mutlaka aktarabilmeli idi. 1860’da kendilerine şunları söyledi. “Uygarlığa ve genel zenginliğin artmasına büyük katkılarda bulu nacak olan Doğu-Batı yakınlaşması gibi muazzam bir hizmete ko şuyorsunuz. Dünya sizden büyük bir atılım bekliyor, bu bekleyişi cevapsız bırakmayacağınızı biliyorum .,,(83) Bu fikirlere göre 1858’de Ferdinand de Lesseps tarafından ku rulmuş olan finansman şirketi büyük bir anlam taşıyor ve bu büyük planın şerefine uygun biçimde “Evrensel Kumpanya” adını alıyor du. 1862’de Fransız Akademisi Kanal hakkında yazılacak epikbir şiir için ödül koydu. Bom ier'in elde ettiği bu ödül Ferdinand de Lesseps'in eserini kimseye itiraz hakkı bırakmayacak cümlelerle tarihin malı haline getiren şiire veriliyordu. “Fransa’nıngönderdiği işçiler... H aydi işbaşına Bu yen i yolu evren için açın! Babalarınız, o kahram anlar buraya kadar geldiler; Başlarınızı öne eğin, hiçbir şeyden korkmayın, Siz de onlar gibi Piramidlerin önünde savaşıyorsunuz, Ve onların dört bin yılı size bakıyor... Evet, evren içiıi, Asya ve Avrupa için, Gecenin sardığı o uzak iklimler için, Sözünü tutm ayan Çinliler ya rı çıplak. Hintliler için, Mutlu, özgür, insanca, yü ce halklar için, Yaram azlar için...esir uluslar için. İsa'yı henüz tanım ayanlar için. ’<84) Ferdinand de Lesseps Kanal için harcanan muazzam para ve insan gücü konusunda bilgi vermek zorunda kalınca her zaman ol duğundan çok fazla ikna edici kurnazca davranabilmişti. İstatistik leri öne serince bütün kulakları rahatlatacak kelimeler buluyordu. (Bir anda hem Herodot’tan hem de istatistiklerden söz açacak ka dar yetenekli bir hatip idi.) 1864 yılı günlüğünde Casimir Leconte bir gözlemini şöyle naklediyor: “Hareketli bir hayat insanda dikkat çekici bir orijinallik yaratır ve bu orijinallikten beklenmedik büyük işler doğar... ”(85) Bu büyük işler o insanların varlığının yegane ka nıtıdır. Tarihinde çok eskilere doğru uzanan başarısız girişimleri, akıllara durgunluk verecek derecede pahalıya mâl oluşu, Avru pa’nın Doğu üzerine kurduğu hayallerin ölçüsüz bir görüntüsü ol masına rağmen kanal, gerçekten bütün bunları unutturacak değer de bir eserdi. Bu öyle bir proje idi ki yapımcılarının tüm düşüncele rini aşıyor, düşünme yeteneklerini dahi gerilerde bırakıyordu, do ğu’yu bütünü ile yüceltiyor, ne entrikacı Mısırlıların, ne sözünde durmayan Çinlilerince de yarı çıplak Hintlilerin asla başaramaya cakları bir anıt gönintüsü taşıyordu. Kasım 1869’da yapılan açılış Ferdinand de Lesseps’in gayret keş tutumlarına rağmen fikirlerinin yerinde olduğunu gösterdi. Lesseps’in nutukları, mektupları, broşürleri yıllarca enerjik ve teatral kelimelerle dolup taşmıştı. Başarının peşinde koşarken daima “Biz” diyordu: “Biz yarattık. Biz savaştık. Biz sonuçlandırdık. Biz bitirdik. Biz harekete geçtik. Biz biliyorduk. Biz sonucu görüyor duk. Biz ilerledik.vs”. Her fırsatta tekrarladığı cümleler de vardı: “Hiçbir şey bizi durduramaz, yapılamayacak hiçbir şey yoktur, ne ticede elimizden kurtulacak hiçbir şey yoktur...” gibi. Ve Ferdi nand de Lesseps “Nihaî sonuç, büyük emel” adını taktığı bu işi ger çekten başarıyordu. Törenleri izlemeye gelen Papalık temsilcisi 16 kasımda din adamları konseyinin karşısında konuşurken Les seps’in zekâ ve hayal gücüne dayanarak ortaya çıkarılan bu eserin önünde söyleyecek söz bulamıyordu: “Şunu belirtmek istiyorum ki içinde yaşadığım ız saatler sadece asrımızın çok önemli dakikaları değil, aynı zamanda insanlığın şu topraklarda meydana getirdiği tarih içinde, en büyük ve kararlı za man parçalarından biridir. Afrika ve A sya’nın asla birbirine do kunmadan yan yana geldiği bu yerde bugün insanlığın büyük bir bayramı kutlanıyor. Muazzam ve geniş bir cem iyet kuruluyor. Dünyanın bütün ırkları buraya toplanıyor. Bütün bayraklar, bütün flamalar hür ve geniş ufuklarda neşe ile dalgalanıyorlar. Hilal ’in tam karşısına geçmiş olaHaç, burada dimdik ve saygıdeğer biçim de yükseliyor. Harikalar, duygulu kontraslar, aslâ gerçeklere vara mayacağı söylenen rüyalar gündelik hakikatlar arasına giriyor. Bu m ucizelerin ortasında düşünürler için yüzlerce düşünce konusu var, erdem sahipleri için hem bu güne hem yarına yarayacak son suz sevinç olanakları var, zaferlere bağlanacak ümit var. Dünyanın iki ucu birbirine yaklaşıyor; yaklaşırken birbirlerini tanıyorlar, birbirlerini tanırken tek bir Allah’ın kulu olan bütün er kekler, kadınlar ve çocuklar ezelî ve ebedî kardeşliklerinin mutlu bilincine varıyorlar. Ey Doğu, ey Batı yaklaşınız, bakışınız, tanışı nız, birbirinizi selamlayınız ve kucaklaşınız! Bütün bu maddî görüntülerin ötesinde düşünenlerin gözleri ufukların ötesini tarıyor, akıllarının da ilerisine kadar uzanan bu sınırsız ufuklarda insanlığın en yüksek kader ağı örülüyor, en muhteşem zaferler için hazırlıklara girişiliyor. İnsanoğlunun en ölümsüz dakikaları hayallere konu oluyor... Ey en güçlü ve ebediyete kadar var olacak Tanrı! bu suların üzerinden nefesini eksiltme! Burada Batı’dan D oğu’ya, sonra yine D oğu’dan Batı’ya durmaksızın akıp geçsinler. Ey Tanrım bu yolu insanların birbirlerine yaklaşabilmeleri için yararlı kıl.”*861 Allah’ın dahi takdis edeceği ve kullanacağı bu plana saygılar sunmak için, bütün dünyanın akın akın M ısır’a toplandığı anlaşılı yor. Eski ayırımlar, eski kavramlar yerlerini terkediyorlar, Haç te peden H ilal’i seyrediyor, Batı bir daha hiç geri gitmemek üzere Doğu’ya göç ediyor... (Temmuz 1956’da Cemal Abdünnasır’ın, Ferdinand de Lesseps’in adını anarak K anal’a el koyuşuna k a dar...) Süveyş Kanalı projesinde oryantalist düşüncenin mantıkî bir sonucunu ve bundan da ileri olarak ilginç oryantalist gayreti görü yoruz. Batı için Asya bir zamanlar çok uzaklarda ve esrarlı idi, İslâm ise Avrupa Hnstiyanlığına karşı silahlı bir düşmandı. Bu de vamlı tehlikenin üstesinden gelebilmek için Doğu önce tanındı, sonra işgal edildi, daha sonra bilginler, askerler ve yargıçların hü cumuna uğradı. Bunlar tarihi, ırkları ve unutulmuş kültürleri yeni den yeryüzüne çıkardılar, yaşayan doğuluların dahi anlayamaya cakları biçimde bunları ileriye götürdüler, klasik Doğu’yu yeniden yarattılar ve modem Doğu’nun hizmetine sundular. Aklı başmda bir doğu ortaya çıktı. “Doğu” kelimesi dahi artık bilgelik ifade edi yordu. Modem Avrupa’nın daha orijinal bir Doğu yarattığını anla tıyordu... Ferdinand de Lesseps’in kanalı sonunda mesafeleri de yıktı... Doğu’nun esrarı çözüldü, egzotik rüyalar sona erdi. Bir su kanalının ortadan yardığfbir toprak artık insanlara engel olmaktan çıktı ve Doğu kabuk değiştirdi. Düşmanca bir direnişten akıllı bir beraberlik doğdu. Ferdinand de Lesseps’ten sonra artık hiç kimse Doğu’yu başka bir dünya sayamaz, kesin konuşamaz. Şimdi sade ce “Bizim” dünyamız var... Bu “tek” ve “bir” dünya Süveyş Kanalı ile ortaya çıkmıştır. Dünyaların hâlâ ayrı olduğunu düşünenler var sa yanılıyorlar... Bundan sonra “Doğulu” kavramı bir İdarî kavram olarak kala cak ve demografik, ekonomik ve sosyolojik konuları ihtiva ede cektir. Balfour gibi emperyalistler için yahut J.A. Hobson gibi anti-emperyalistler için Doğulu, Afrikalı gibi kulluğa yarar ırkların bir ferdi sayılacak, özellikle bir coğrafî bölgenin insanı olarak gö rülmeyecektir. Ferdinand de Lesseps Doğu’nun coğrafî tanımını yok etmiş. Doğu’yu (biraz da edebî biçimde..) Batı’nın içinde erit miş- ve sonuçta İslâm tehlikesini ortadan kaldırmıştır. Bundan yeni kavramlar ve yeni deneyler doğacak, oryantalizm ise ufak tefek zorluklara rağmen, zamanla bu havaya uyacaktır. Kriz “Metinlere” dayalı bir davranış biçiminden söz açmak belki in sana garip görünebilir. C andide isimli eserinde Voltaire’in saldırı konusu yaptığı görüş açısı veya Cervantes’in “Don Kişot” metnin de gerçekler karşısında çeşitli tutumlara dair çizdiği tablolar düşü nülecek olursa bu konu daha iyi anlaşılacaktır. Gerek Voltaire ve gerekse Cervantes için hayatın gürültülü kargaşalığı, önceden bili nemez oluşu ve problemli yanları, kitaplara ve yazılı metinlere bağlı kalınarak anlaşılamaz. Böyle düşünenler yanılgıya düşerler. Bir kitapta öğrendiklerini hayatın gerçeklerine kabaca uydurmaya kalkışanlar sonunda deliliğe ve felâkete uğrarlar. Ne onaltıncı yüz yıl ne de bu günün İspanyasını öğrenmek için A m adis des Gaııles’e başvurmayız. Aynı şekilde İngiltere’nin Avam Kamarasını incelemek için İncil hiç de yararlı bir kaynak değildir. Fakat ne çare ki kişiler safça davranışlarla metinlerden yararlanmayı düşünmüş ler ve hâlâ düşünmektedirler. C andide ve Don Kişot bu yüzden günümüzde unutulmamıştır. İnsan ilişkilerinde doğrudan temas yerine bir kitabın şematik otoritesini öne sürmek, anlaşıldığına gö re yaygın bir yanılgı biçimidir. Ancak büyük yanlışlıklara yol aça bilecek bu tutum varlığını sürdürüyor ve şu soruyu akıllara getiri* yor: Metinlere bağlı kalmanın acaba faydalı olacağı durumlar var mıdır? Bunu doğrulayan iki nokta göze çarpıyor: Birinci nokta bir in sanın o zamana kadar bilmediği, belki tehdid edici fakat her zaman kendisinden uzak kalmış bir konu ile karşılaştığı sırada ortaya çık maktadır. Böyle bir durumda kişinin kendi deneyleri yetersiz kala bilecektir. O zaman yeniliğin adını koyabilmek için kişinin, bu ko nuya yakın biçimde olan okuduklarına baş vurması gerekecektir. Gezi notları yahut rehberler, kompozisyon veya fayda açısından böyle bir ihtiyaca “tabiî” şekilde cevap verebilecek nitelikte araç lardır. Yabancı bir ülkede geziye çıkmış bir kişi, seyahatin bilin meyecek yanlarını ancak böyle bir kitap aracılığı ile çözebilir ve ra hata kavuşabilir. Gezginlerin çoğu yeni bir ülkede kişinin karşıla şacağı sorunları önceden yazılmış eserlerin bir dereceye kadar çö zebileceğini belirtmişlerdir. Bundan şu anlam çıkıyor: İnsanlar, ülkeler, ve deneyler her zaman bir kitabın konusu olabilirler. Bu ki tap gerçeklere yakınlaştığı ölçüde değer kazanır ve geçerli sayılır. Fabrice del Dongo’da komik olan şudur ki, yazar Waterloo savaşı nın iç yüzünü araştırırken hem istediğini bulamamış hem de. aradı ğı şeyin kitaplarda yazılı olduğu gibi, yerinde durduğunu tahmin etmiştir. Metinlere bağlanarak yola çıkmanın olumlu sonuçlanabildiği ikinci nokta ise elde edilen başarıdır. Gerçek bilgiler taşıyan bir ki tabın değerini inkâr etmek mümkün değildir. Bu durumda böyle bir kitabın deney olarak değeri çok yükseklere ulaşır. Bilginler, ku ruluşlar ve hükümet bu esere pratik başarısının da üzerinde bir iti bar sağlayabilirler. Ancak tehlikeli olan şudur ki bu cins metinler sadece bilgi “üretmekle” kalmaz, tasvirini yaptıkları gerçeği iste dikleri şekle sokabilirler. Zamanla bu bilgi ve bu gerçek, gelenek karakterine bürünerek Michel Foucault’un deyimi ile “Discour: Nutuk” şekline girer. Bu geleneğin maddi varlığı ve ağırlığı, yaza rının orijinalliğini aşarak onu unutturur ve neticenin bütün sorum luluğu metnin kendi omuzlarına yüklenir. Bu çeşit metinler önce den belirlenmiş bir bilgi hâzinesini ileriye aktarmakla görevli kı lınmışlardır. Flaubert onlara “Kabul edilmiş fikirler...” diyor. Bütün bunların ışığında şimdi Bonaparte ve Lesseps’i ele ala lım. Her ikisinin de Doğu hakkında bildikleri, oryantalizm gelene ği ile yazılmış ve “Kabul edilmiş fikirler...” kütüphanesine yerleş tirilmiş kitaplara dayanıyordu. Onlar için Doğu bir ölçüye kadar karşı karşıya gelinecek ve konuşulacak bir şeydi, zira metinler Do ğu’yu böyle tarif ediyorlardı. Ancak bu Doğu' Batı’nm karşısında dilsizdi. Avrupa yerlilere hiç sormadan, onlara yarayıp yaramaya cağını hiç düşünmeden projeler hazırlıyor, onların topraklarında inşaatlara girişiyordu. Bu Doğu, kendisi hakkında uydurulan var sayımlara, hayallere veya en basit tasvirlere dahi karşı duramaya cak kadar çelimsiz ve yeteneksizdi. B atı’da yazılan metinler ve ■bunların sonuçlarının Doğu’nun büyük kültürel gücünü ortaya çı kardığını ve Doğu üzerindeki tartışılmaz üstünlüğünü simgeledi ğini belirtmiştim. Ancak bu gücün bir başka karakteri vardı: Bu değişiklik Or yantalist geleneğin yapısı ve metinlerin Doğu karşısında takındık ları tavırdan kaynaklanmaktadır. Doğu üzerinde yapılmış projele rin iki uzmanı olarak Bonaparte ve Ferdinand de Lesseps pek az ele alınmıştır. Her iki tarihsel kişi Doğu’nun asla bozulmayan sessizli ği içinde görevlerini sonuna kadar sürdürmüşlerdi. Gerek düzenle dikleri Oryantalist nutukların kuvveti vegerekse D oğu’nun güç süzlüğü, istedikleri gibi hareket edebilme olanağını kendilerine sağlıyordu. Böylece her işleri anlamlı, her düşünceleri mantıklı ve her davranışları gerçeklere uygun görüldü. Ayrıca Napolyon askerî bir kuvvetin başında idi. Bu kuvvet Doğu’da misli görülme miş bir askerî ünite idi. Bu ünitenin içinde Description de l ’Egypte (Mısır’ın tasviri) gibi muazzam bir eseri ortaya koyabilecek bilim gücü vardı. Lesseps’in kanalı bu gücün tabii bir sonucu idi. Bütün bunların Doğu’da yaşayan kişilerle ne alakası vardı? Gerek Napol yon’un gücü ve gerekse Lesseps’e Süveyş’i deldiren güç, doğulu larla hiç ilgisi olmayan oryantalizmin gücüdür. Oryantalizmi, B atı’nın Doğu üzerinde bir cins yankısı ve yö netme isteği olarak düşünmeye başladıktan sonra artık çok az sürp rizle karşılaşacağız. Zira Michelet, Ranke, Tocqueville ve Bruckhardt gibi tarihçiler yazdıkları eserlerde Doğu’yu “entikalara varacak”<87>kadar özel bir konu şeklinde ele almaktadırlar. Doğu’nun tarihini, insanlarını ve kaderini yüzyıllar boyu istedikleri şekle so kan bütün diğer oryantalistler(cle başka türlü hareket etmemişler dir. Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda Oryantalistlerin değeri artmıştır zira o sırada hayalî veya gerçek coğrafya’nın sınırları da ralıyor, Doğu ve Batı arasındaki ilişkiler batılıların önüne geçil mez pazar arayışları ile yeniden düzenleniyor, yeni kaynaklar, yeni koloniler aranıyor ve her şeyden önde Oryantalizm, bir âlim dü zenlemesi olmaktan çıkarak itibarlı bir bilim kurumu olma yolun daki evrimini tamamlıyordu. Bu evrimin kanıtı benim Bonaparte, Ferdinand de Lesseps, Balfour ve Cromer hakkında ileri sürdüğüm düşüncelerdir. Bu kişilerin Doğu’daki girişimleri ancak başlangıç düzeyinde bulunduğu sıralarda dahî insanların davranışları veya Carlyle’in kahramanları stilinde görünebilir, aslında Bonaparte, Ferdinand de Lesseps, Cromer ve Balfour; Herbelot ve Dante’nin tiplerini düşündüğümüz sırada karşımıza çok daha “düzgün” ve çok daha az ayrıcaklıklı belirmektedirler. Üstelik bu kişilere ondo kuzuncu yüzyılın tüm teknik olanakları tanınmıştır. Burada göstermek istediğim şudur ki, sadece metinlere daya nan bir anlayış, bir şekillendirme veya bir tarif Doğu ’da uygulama alanına çıkarılmış ve bu geçişte oryantalizm büyük bir rol oyna mıştır. Bu rol oryantalizmin sarsılmaz bilim disiplinine bağlı kal mıştı. Oryantalizm ondokuzuncu yüzyılda yaşadığı en parlak ça ğında bu disiplini yeteri kadar ayakta tutabilecek uzmanlar yetiştir miş ve Batı’da Doğu’nun hemen hemen bütün dillerini öğretecek kurumlar geliştirmişti. Bu çağda Batı’da yayınlanan, tercüme edi len ve yorumlanan Doğu’ya ait eserlerin listesi şaşkınlık yaratacak kadar geniştir. Batı'nın Doğu ülkelerine gönderdiği sempatik öğ rencileri ise Sanskrit grameri,Finikenümizmatiği ve Arab şiiri gibi konularla gerçekten yakından ilgilenmişler ve ortaya eserler koy muşlardır. Bununla birlikte çok açık konuşmak gerekiyor ki Or yantalizm doğu’nun üzerine çıkmıştır. Doğu üzerine geliştirilmiş bir düşünce sistemi olarak Oryantalizm, her zaman özel bir İnsanî ayrıntının genel ve “insanötesi” bir ayrmtısma doğru yürümüştür. Örneğin onsekizinci yüzyılda yaşamış bir Arab şairi üzerinde top lanan düşüncelerden Mısır, Irak yahut Arabistan halklarının dü şünce sistemleri araştırılmıştır. Aynı şekilde K ur’an’m bir satırı müslüman hassasiyetinin sarsılmaz bir kanıtı olarak görülebilmiştir. Oryantalizm tamamı ile dilsiz bir Doğu’nun varlığına inanıyor du. Bu Doğu Batı’dan çok ayrıydı. Oryantalizm bu yüzden her de virde başka bir görüntü almıştır. Ve bu nedenle Oryantalizm onse kizinci yüzyıldan sonra aldığı şekli, hiçbir zaman farketmemiş ve kendisini düzeltme yoluna girmemiştir. Bütün bunlar Cromer ve Balfour’un Doğu’da bir gözlemci ve yönetici olarak değerini orta ya çıkarmaktadır. Politika ve oryantalizm birbirine çok yakındır. Daha temkinli söylemek gerekirse Oryantalizm tarafında Doğu konusunda orta ya konmuş fikirlerin politikaya yaraması mümkündür: İşte çok in ce olduğu kadar çok da ciddi bir gerçek... Ve bu gerçek meselâ si yahlar üzerinde yürütülen araştırmalarda onların, yahut kadın k o nusunda baskı guruplarının suçsuz yahut suçlu oldukları veya sa dece ilgisiz ve suç ortağı olup olmadıklarına dair sorular. Hiç kuş kusuz kültürlerin genelleştirilmesi, ırklar ve tarih anlayışı, sözko nusu bilgilerin kullanılışı, bunların, objektif oluş dereceleri ve asıl gayeleri konusunda sorulabilecek sorular ciddi tetkik aracı niteliği taşımaktadular. Bütün bunlardan ayrı olarak Batı Oryantalizminin içinde geliştiği politik ve kültürel şartlar, bir araştırma konusu ola rak Doğu’nun ve doğulunun geriliği üzerine dikkatleri çekmekte dir. Enver Abdül M âlik’in mükemmel bir şekilde söylediği gibi “doğululaştırılmış Doğu”, bir efendi ve köle ilişkisinin ötesinde yaratılabilir miydi? (a) Oryantalistler D oğu ’yu ve doğuluları “incelem e” konusu say maktadırlar. Ancak bu “konu” aslî karakterinde değişiklikler yara tabilecek niteliktedir. Bu incelemenin “konusu” pasif ve hissizdi. Aynı zamanda, her şeyin üzerinde aktif, özgür, egem en olmayan ve kendine yararı bulunmayan bir “sübjektivite: öznelcilik” içinde yaşamaktadır. Dolayısı ilokabul edilebilecek gibi olan tek doğulu tipi son tahlilde kendi kendisine felsefî bir açıdan yaklaşmış olan tiptir. Başkaları tarafından düşünülen, tarif edilen ve harekete g e çirilen insandır. (b) “Tema” planında oryantalistler inceledikleri D o ğ u ’nun halklarını, uluslarını ve ülkelerini bir bütün olarak ele almakta ve temelde etnik tiplere bağlı kalmaktadırlar. Bu tutum ise onları er veya geç ırkçılığa sürüklemektedir. Geleneksel Oryantalistlere göre bazen metafizik deyimlerle çok daha güzel anlatılan bir temel vardır. Bütün yaratıklar bu tem el’de bir araya gelirler. Bu temel “tarihî’dir”. Zira tarihin derin liklerine iner. Fakat aynı zamanda bu temel “tarih dışıdır” zira ba ğım sız ve evrim dışı görüntüsü ile bir “etüt” konusu dahi olabil mektedir. Diğer güçler gibi devlet, ulus, halk ve kültür beraberliği içinde tarihî bir gelişim sürdürmekten uzaktır. Böylece bir “tipoloji”ye ulaşılmış bulunuyor. Bu tipoloji bir realitenin üzerinde yükselmekte fakat tarihten ayrılmaktadır. Eli mizde bir Homo Sinicus (Çin adamı)’ bir Homo Arabicus (Arab adamı), (neden bir Homo Egypticusvs. değil?) bir Homo Africanus (Afrika adamı) var. Normal insan ise tarihin en eski devirle rinden bu yana, yani Yunan çağından beri Avrupa insanıdır. Onse- kizinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar varlıklı azınlıkların he gemonyasının Marx ve Engels tarafından nasıl açığa çıkarıldığı ve Antbropocentrisme (İnsanmerkezciliği kuramı)nın Freud tara fından nasıl parçalandığı görülüyor. Bu “insanm erkezciliği”nin Europeocentrisme (Avrupa m erkezciliği) ile beşeri ve sosyal bi limlerde ve bilhassa Avrupalı olmayan halklarla olan ilişkilerde nasıl beraberlik kurduğu asla inkâr edilem ez.”™ Abdül Malik, bir yirminci yüzyıl sonu “Doğulusunun” da gö rebileceği şekilde oryantalizmin yukarda tarif edildiği gibi tarihsel bir çıkmaza girdiğini ileri sürüyor. Tüm ondokuzuncu yüzyıl bo yunca devam eden ve “varlıklı azınlıkların hegemonyası”, “Avru pa merkezciliğe bağlı bir insanmerkezcilik” gibi ağır sonuçlar do ğurmuş olan bu olayın ana hatlarını kısaca belirtelim. Onsekizinci yüzyılın son on yıllarını da içine alacak şekilde yaklaşık olarak bir buçuk asır İngiltere ve Fransa bir bilim disiplini sayılan Oryanta lizme hâkim oldular. Franz Bopp, Jakob Grimm ve diğerleri tara fından mukayeseli gramer alanında elde edilen büyük filolojik bu luşlar, Paris’e ve Londra’ya Doğu’dan getirilen el yazmaları saye sinde olanak kazandı. Tüm oryantalistler istisnasız biçimde kari yerlerine filolog olarak başladılar. Ve filolojik yaratılan devrim Bopp, Silvestre de Sacy, Bumouf ve onların öğrencilerini sahneye çıkardı. Bu kişiler dillerin İndo-Europeen ve Samî örnekleri başta olmak üzere çeşitli ailelere bağlı olduklarına dair bir hipotez’in üzerinde yükselen karşılaştırmalı bir ilim kurdular. Dolayısı ile or yantalizm daha başlangıçta iki noktayı ortaya çıkardı: (a) Avrupa için doğu dillerinin önemi üzerine yeni kurulan bir bilimsel araştır ma kavramı, (b) Doğu hakkında yerleşmiş fikirleri asla değiştir meden bunları bölmek, daha fazla bölmek, tekrar bölmek bu arada hedefi de şaşırmamak, değiştirmemek, şeklini bozmamak ve temel bilimsel kavramları korumak. Sanskritçesini Paris’te öğrenmiş olan Friedrich Schlegel bu noktaların tamamına ışık tutmaktadır. Essai su r la langue et la pbilosophie des Indiens(Hintlilerin dilleri ve felsefeleri üzerine deneme)( 1808) isimli eserleri yayınladığı günlerde Oryantalizm den vaz geçmiş olmasına rağmen Schlegel bir taraftan Sanskrit ve Farsça diğer yandan Almanca ve Yunanca’nın Sami dilleri, Çince, Amerikanca ve Afrika dillerinden daha ince olduklarını söyleme ye devam etmektedir. Ayrıca İndo-Europeen grupta Sami dillerin de olmayan estetik bir basitlik ve yeterlilik vardı. Bu tip yaklaşım lar Schlegel’i rahatsız etmişti halbuki o bir ömür boyu uluslara, ırk lara, düşünce biçimlerine ve halklara, heyecanla ele alınacak her konuya hayranlık duymuştu. Bununla birlikte Schlegel eserinin hiçbir yerinde yaşayan D oğu’dan söz açmamaktadır. 1800’de “Romantizmin en yükseğini B oğü’da aram alıyız” derken “ Çakuntala”, “Zend-Avesta” veH‘Upanisthad” Doğusunu kasdediyordu. Samilerin dilleri için “yapışkan”, “estetikten yoksun”, “mekanik” deyimlerini kullanıyor, onların “âlakasız”, “aşağılık” ve “geri” olduklarını söylüyordu. Schlegel’in dil ve hayat, tarih ve edebiyat üzerine verdiği konferanslar bu şekilde asla sıkılmadan sarfedilmiş hakaretlerle doludur. İbranice diyor peygamber diline ve Tanrısallığa uygundur, ancak Müslümanlar “ölü ve boş bir Tan rı bilim, eşi görülmemiş ve negatif bir im an” sahibi olmuşlar imiş!...<8,) Schlegel’in kritiklerinin önemli bir kısmında yer alan, Samiler ve diğer aşağı tabaka Doğululara karşı takınılan ırkçı tutum ,o çağ da Avrupa’da çok sık görülmektedir. Ancak hiçbir yerde, belki da ha sonra ondokuzuncu yüzyılda Darvvinci ve kafatasçılarda rast landığı şekilde bu tutum mukayeseli dilbilim yahut filoloji için hammadde olduğu kadar bir başka bilime yaramamıştır. Diller ve ırklar birbirine ayrılmaz bağlarla bağlıdırlar. Ve “İyi Doğu” uzun zamandan beri unutulmuş bir Hindistan’m herhangi bir yerinde ve klasik çağlarda yer almıştır. Halbuki “Kötü Doğu” ise bu günkü Asya’da yaşamakta, Kuzey Afrika’da ve İslâm olan her yerde göze çarpmaktadır. Leon Polaskov’un gösterdiği gibi “Aryenler” Avru pa ve eski Doğu’nun kıyısında yaşıyorlardı. (Samilerin sadece Yahudiler olmadığını, fakat Müslümanların da Sami olduklarını bilmiyor).(9fl) “Aryen” mitolojisi kendilerinden daha “geri” olan diğer pek çok toplumu tarihî ve kültürel antropoloji bakımından geriler de bırakmıştı. Oryantalizmin entellektüel ve resmî nesebi araştırılacak olursa Gobineau, Renan, Humboldt, Steinthal, Burnouf, Remusat, Palmer, Weil, Dozy, Muir gibi ünlü isimlerden bazıları ortaya çıka caktır. Bunlara bilimsel demekleri de ilave etmek gerekir: 1822’de kurulan Societe A siatique (Asya Demeği), 1823’te kurulan Roy a l A siatic Society (Kraliyet Asya Dem eği), 1842’de kurulan A m erikan O riental Society (Amerikan Doğu Derneği) gibi... Ancak böyle bir neseb araştırmasında önemli sayıda bilim kurgu ve gezi notları bir kenara bırakılmak zorunda kalırsa, Doğu’ya ait coğrafî aktüel ve ırkî konular arasında bağlantıyı sağlamış olan ve bilhassa İslâmî Doğu alanında Oryantalist düşünce sisteminin ku rulmasına yardımcı olmuş pek çok zengin ve dikkate değer eser ih mal edilmiş sayılacaktır. Goethe, Hugo, Lamartine, Chateaubriand, Kinglake, Nerval, Flaubert, Lane, Burton, W alter Scott, Byron, Vigny, Disraeli, George Eliot, Gautier gibi yazarların orta ya koydukları eserler bu tür çalışmalardır. Bunlara daha sonra, on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başında Doughty, Barres, Loti, T.E. Lawrence, Forster gibi isimleri ilave etmek gere kir. Bu yazarlar Disraeli'nin “Büyük Asya bilinmez” ine yeni gö rüşler kazandırmışlardır. Bu girişimler sadece M ezopotamya’da, M ısır’da, Suriye ve Türkiye'de girişimler sadece Avrupalı arkeo loglar tarafından ölü uygarlıkların bütün doğuda mezarlarını araş tırmak değil aynı zamanda bütün Doğu'da coğrafî gerçekleri mey dana çıkarmak anlamını taşıyordu. 1918’de yutulan Osmanlı İmparatorluğu hariç Ortadoğu’nun Avrupalılar tarafından tamamı ile ele geçirilişi, ondokuzuncu yüz yılın sonunda bu faaliyeti en son noktasına ulaştırmıştı. Rusya ve A lm anya’nın da belirli birkaç rol oynamasına karşılık bu sırada Büyük Britanya ve Fransa bir kere daha büyük sömürgeci güçler olarak dünyanın karşısına çıkıyordu.<91) Sömürgeleştirmek her şey den önce tanımak ve sonra çıkarlar yaratmaktı. Bu çıkarlar, ticarî, haberleşmeye ait, dinî, askerî yahut kültürel olabiliyordu. Meselâ İslâm ve İslâm toprağı üzerinde, bir Hrıstiyan gücü olan İngiltere, buradan dinî çıkarlar sağlamayı ve bunları uzun süre elinde tutma yı düşünüyordu. Bu çıkarları kollamaya yönelik karışık bir meka nizma kurulmuştu. Bu gaye uğruna yola çıkan: Society for Promoting Christian Knowledge (Hrıstiyan bilimin geliştirilmesi Demeği)(1698), Society for the Propagation of the Gospel in Foreignng Parts (İnanmayanlar arasında-İnGİl’i yayma D em eği”(1701) gibi dernekler daha sonra: “Baptist M issionary Society”(1792), “Church Missionary Society”(1799), “British and Foreing Bible Society”(1804) ve “London Society for Promoting Christianity Among the Jews: Yahudiler arasında Hıristiyanlığı yayma Demeği”(1808) gibi demeklerle yer değiştirmişlerdi. Bütün bu misyon lar açıkça Avrupa’nın genişlemesini hedef tutuyorlardı.(92) Sözü geçen demeklere ticarî ve bilimsel şirketleri, coğrafî bilgileri ge nişletme vakıflarını, çeviri vakıflarını, Doğu’da kurulan okulları, misyoner teşkilatlarını, konsolosluk bürolarını, fabrikaları, hatta bazen güçlü “menfaat” duygularına dayanan Avrupalı azınlık gu ruplarını da eklemek gerekir. Neticede sözkonusu tüm çıkarlar bü yük bir güç ve emek pahasına korunmaya çalışılıyordu. Buraya ka dar kaba taslak bir eskiz çıkarmış bulunuyorum. Oryantalizmin bi limsel şema gelişmesine kişisel karakteristik deneyler ve şahsî duygular ne zaman karışmış ve bunların yardımı ile politik zaferler çağı acaba ne zaman açılmıştır? Burada bir aldatmaca var: Doğu sadece yazılı metinler değildir. Gerard de Nerval 1843 ağustosu nun sonunda Theophile Gautier’e şunları yazıyor: “Ben zaten krallıktan krallığa, ülkeden ülkeye kâinatın en güzel yerlerini kaybettim, yakında rüyalarımı nereye saklayacağımı b i lemeyeceğim... Fakat en çok Mısır için üzülüyorum, keşke o ülke yi hayallerimden çıkarıp atarak kederli anılarımın arasına gömmeseydim !’w ı Voyage en O rient(Doğu’ya seyahat)ın yazarı bunları söylü yor. N erval’in şikayeti Chateaubriand’dan Mark Tw ain’e kadar D oğu’ya seyahet eden romantiklerin cümlesinde ortak temadır. (Albert Beguin l ’A m e rom antique et le Reve:(Romantik ruh ve hayallerisim li eserinde buna “ihanet etmiş rüya” adını veriyor.) G oethe’nin Mahometsgesang yahut H ugo’nun A d ie u x de l'hotesse arabe adını taşıyan eserlerinde gerçek ve yeryüzünde yaşayan Doğu hakkında bütün nakledilenler aşağılayıcı bir yo rumdan ibarettir. Modem Doğu’ya ait anılar yazarın hayalleri ile bir cins çatışmadır. Gerçekler zorlayınca hayal, Avrupa tarafından uydurulmuş Doğu’nun en uygun yerine derhal gönderilir. Nerval birgün Gautier’e “Doğu’yu hiç görmemiş bir insan için bir lotüs sa dece bir lotüstür, benim için ise bir baş soğandır” demiştir. Mo dem. Doğu hakkında yazı yazmak ya metinlerden toplanan bilgile ri altüst ederek açığa çıkarmak yahut da Hugo’nun Orientales (Doğulular)ının önsözünde belirttiği D oğu’ya yaklaşmaktır. O Doğu’yu Hugo şöyle anlatıyor: “Doğu ister hayal ister düşünce ol sun şu sırada genel bir uğraşı oldu.”<94) Kişisel sıkıntılar ve genel kanıların ötesinde oryantalist duy gusallıktan söz açılacaksa tabiatıyla bazı düşünce gelenekleri ve özel duygular sözkonusu olacaktır. Doğu hakkında genel bilgileri sıralamakla birlikte pek çok yazar kendi öz deneylerini konuştur maktadır. Denebilir ki herkes konuya kendi açısında yaklaşıyor... W alter Scott’un “Richard en Palestine” ( The Talism an 1825) isimli eserinde sir Kenneth bir Arab ile Suriye çölünde bir yerde te ke tek döğüşmektedir. Kavga tarafların kuvvetlerinin denk olduğu kadar sürer. Haçlı ve Selahaddin’den başkası olmadığı anlaşılan düşmanı daha sonra söyleşiye oturduklarında Hrıstiyan herşeye rağmen düşmanının kötü bir insan olmadığını anlar fakat yine şun ları söyler: “Sizin kör ırkınızın karanlıkların içinden geldiğini biliyordum, eğer öyle olmasaydınız bu mutlu Filistin toprağında bu kadar uya nık asker karşısnda bir an dahi tutunamazdınız. Yanlız sana söyle miyorum, senin halkına ve senin dinine sesleniyorum, garib olan şudur ki sadece şeytanî bir ruh taşımıyor ayrıca bunu zafer olarak ilan ediyorsunuz.<95) Gerçekten Arab neseb çizgisinin İblis’e uzandığını iftiharla söylemektedir. İblis ise bir cins şeytan’dan başkası değildir. Fakat burada ilginç olan şudur ki Walter Scott “Ortaçağ” sahnesini ya zarken hrıstiyanı Müslümana ondokuzuncu yüzyıl AvrupalIsının kabul edemiyeceği biçimde ^aldırtmaktan çekinmediği gibi aynı zamanda “yanlız sana söylemiyorum” cümlesi ile bir halkın “ta mamını” mahkûm etmektedir. Walter Scott İslâm uzmanı değildir. (Richard en P alesline(Richard Filistin’de) isimli eserinde İslâm ve Selahaddin konularında H.A.R. G ibb’in etkisinde kalmasına rağmen...)<96) Bununla birlikte “İblis” motifim kullanarak büyük bir genişliğe kavuşmakta ve onu inananlar için bir kahraman haline sokmaktadır. Scott bilgilerini m uhtem elen Byron ve Beckford’dan alıyordu. Burada şunu göstermekle yetiniyoruz ki: en do ğal gerçeklerin açıkça gözler önünde serili oluşuna rağmen Do ğu’nun konularını yorumlarken takınılan genel karakter, bugün de varlığını büyük bir güçle korumaktadır. Sanki bir yerde üzerinde “Doğu” yazılan bir kutu var ve Batılılarm Doğu hakkında uygula dıkları tüm otoriter tavırlar, isimsiz ve alışılmış davranış biçimleri hiçbir şey düşünülmeden onun içine atılıyor, diğer yandan ise h i kayecilerin geleneksel metinlerine bağlı kalınarak Doğu’da bilin miş tecrübelerin konuşulduğu ve umumun faydası gözeten kutu nun tamamı ile ötesinde bir başka âlem yaşamıştı... Scott’un dü zenlediği metnin yapısı dahi birbirine sıkıca bağlı olan bu iki olgu yu ortaya çıkarmaktadır. Zira üzerinde çalışılan alan, özel bir ör nek için dahi olsa, konuyu çok önceden dar kalıplar içinde sınırlan dırmış bulunmaktadır. Eğer özel örnek çok uzaklara ulaşabilse, eğer bir Doğulu kişi çok geniş bir anlamda etrafım çeviren engelle ri aşabilse, yine de “birinci” planda o bir Doğulu, “ikinci” planda bir insanoğlu ve “nihayet” yeni bir Doğulu’dur. “Oryantal: Doğulu”nun daha geniş bir tanımı daha ilginç so nuçlar çıkarm aktadır: D israeli’nin Doğu hevesi başlangıçta 1831’de yaptığı bir seyahatte ortaya çıkmıştı... Kahire’de şunları yazıyordu: “Bu arada gözlerim ve aklım bizim gerçek görünüşü müzle uyum sağlayamayan bir yücelik yüzünden ızdırap çeki yor.. Büyüklük ve genel görüntüler Disraeli’ye olayların öte sinde bir duygu vermekte ve onu yaşanan gerçeklerin karşısında sı kıntıya sürüklemektedir. “ Tancred” isimli romanı ırkî ve coğrafî uydurmalarla doludur. Sidonia “Doğu ve onun ırkları üzerine say gı eksilmedikçe her şey ırk meselesidir” diye beyanat verir. Bura da, bizi ilgilendiren örnek içinde Dürziler, Hırıstiyanlar, Müslü manlar ve Yahudiler kolayca birbirleri ile bağdaştırılmaktadırlar. Romanda birisi gülerek “Araplar ata binmiş yahudilerden başka bir şey değildir...” der. Her şey Doğuluların kalplerinin derinlikle rinde yatarmış... Bu anlayışı göre ahenk kategoriler ve bunların muhtevasında değil genel kategorilerdedir. Bir Doğulu Doğu’da yaşar, Doğu tembelliği içinde ömür sürer, Doğu bağnazlığına bat mış biçimde, Doğu despotizmi ve Doğu duygusallığına gömülü dür. Marx, Disraeli, Burton ve Nerval gibi biri ile hiç ilgisi olma yan yazarlar, bu genellemelerden hareketle, hiç soru sormadan, birbirlerinin dediğini de anlayarak aralarında uzun tartışmalara gi rişmişlerdir. Bu gönülsüzlüklere ve bu genel fikirlere (Şizofreni demek isti yorum) bir nokta daha eklemek mümkündür. Yaratılan umumi at mosferi ile Doğu garipliklerin bir başka şekline hizmette bulunabi lir. Eğer Doğu’lu kendi kişisel gayretleri ile genel kategorilerin dı şına çıkamıyor yahut bunları sarsamıyorsa kendi tuhaflıklarına an lam veren durumundan istifade edebilir. İşte bir örnek: Flaubert Doğu sahnesini şöyle tarif ediyor: “Mehmet A li’nin soytarısı birgün kalabalığı eğlendirmek için Kahire’de pazar yerinde bir kadını yakaladı ve bir dükkanın kenarına sıkıştırarak onunla herkesin gözü önünde cinsel ilişkide bulundu. O sırada dükkancı sükûnetle piposunu içiyordu. Kahire’den Şubra’ya giden yol üzerinde bir zamanlar genç bir adam vardı herke sin gözü önünde “ırı yarı” bir maymunun altına yatar onunla cinsel ilişkide bulunur böylece halkı güldürürdü. Son günlerde bir dilenci öldü, aptalın biri idi. Buna rağmen halk onun kutsal olduğuna inanırdı, kendisini Tanrıya yakın sayar lardı. Bütün Müslüman kadınlar onun yanına gider ve onu idrarları ile kirletirlerdi, sonunda bitkiırdüştü ve öldü. Sabahtan akşama kadar hareket halinde cinsel organı ile gezer terbiyesizlik ederdi. Kahire’de tamamı ile çıplak dolaşan bir m olla vardı, bir takke kafasında, bir takke cinsel organının üzerinde taşırdı, çiş edeceği zaman cinsel organının üzerindeki takkeyi çıkarırdı, bu sırada ço cuğu olmayan kadınlar yanına yaklaşarak idrarının altına yatarlar ve ellerini yüzlerini yıkarlardı.”(98) Flaubert bunları anlatırken çok özel konular olduklarını ilave etmeyi unutmuyor. “Burada her şey dövülen köle, suratsız kadın satıcısı, hırsız tâcir çok genç, çok gerçek ve çok cana yakın...” di yor. Bilinen bu düşünceler Doğu’da bir başka anlam kazanmakta dır. Ancak bütün bunlar sadece kendi yerinde sevimli ve “taşına maz” cinsten değerlerdir. Doğu’ya uzaktan bakan onun bir miktar saldırgan tarafını görmekle birlikte (hiçbir zaman tam saldırgan değil...) büyük orijinalliğinin de bu niteliğinden doğduğunu bil mek zorundadır. Doğu’yu turist duygulan içinde ziyaret eden bir Avrupalı her zaman bir gözlemci, fakat asla Doğu’lu değildir. Dai ma olayların dışında, kopuk ve “M ısır'ın Tasviri”nde olduğu gibi, herzaman “Garip zevkler”le karşılaşmaya hazırdır. Doğu onun gö zünde “Garipliğin” canlı bir tablosu olur. Ve bu tablo, tamamı ile anlaşılır biçimde metinler için özel bir tema şekline girer. Böylece devre tamamlanmıştır. Başlangıçta metinler aracılığı ile tanınmak istenmeyen Doğu, üzerinde disip linli bir edebiyat oluşturulan bir varlık olup çıkar. Artık tuhaflıkları açıklanabilecektir, anlaşılmayan konular anlaşılır hale getirilecek tir, tehlikesi ortadan kaldırılacaktır. Bu arada hakkında yapılan ge nellemeler, ziyaretten sonra duyulan soğukluk, bir sonuca ulaştırı lamayan anlamsızlıkları ustaca gizlenecek, daha önce söylenmiş lerin arasına saklanacaktır. Bu açıdan örneğin Ondokuzuncu yüz yıl sonu ve yirminci yüzyıl başlangıcı Oryantalistleri için İslâm, ta mamı ile Doğuludur. Cari Becker’e göre İslâm Hellenik geleneği temsil ettiği halde (genellemenin dehşetine dikkat ediniz...) Yunan Hümanizmasım ne anlayabilmiş ne de ondan yararlanabilmiştir. Üstelik İslâmî an layabilmek için onu bilhassa “orijinal” bir din olarak değil fakat aynı zamanda Yunan felsefesinin Doğu’da başarısız bir denemesi olarak görmek gerekir, zira bu deneme Rönesans Avrupasmda ol duğu gibi Hellenistik geleneğin yaratıcı yönüne gereken değeri vermemişti.(,9) Modem Fransız Oryantalistlerinin belki en çok tanınmış ve en fazla etki uyandırmış olanı Louis M assignon’a göre ise İslâm, Hrıstiyan yeniden doğuşunun sitematik bir itirazıdır. Bu dinin kah ramanı ise ne Hz. M uhammed ne de İbni Rüşt olmayıp bizzat İslâmın yeniden doğuşunu kendi vücudu ile kanıtlamaya uğraşır ken bağnaz müslümanlar tarafından idam edilen İslâm evliyası el-H allac’tııJ"K” Becker ve Massignon araştırmaları sırasında Do ğu’nun gerçek yüzünü bir kenara bırakmışlar hatta onu Batı kafası na uydurabilmek için “negatif’ davranışlarda bulunmuşlardır. Hz. Muhammed itilmiş onun yerine Hallaç sahneye çıkarılmıştır. Zira Hallaç Hz. İsa’ya daha çok benzemektedir. Doğu ’yu yargılayabilmek için M odem Oryantalistin kendisi nin dışında bir yardımcısı yoktur, inandığı ve ileri sürdüğü gibi ob jektif de değildir. İnsanlar hakkında düşündükleri, profesyonel fa aliyetinin tümünü örten sempati yoksunu duyguların ışığında ge lişmiştir. Burada tanımını yapmaya çalıştığımız Oryantalizm ’in ağır baskısı altındadır. Bilgi ve iktidar arasında uzanan kesintisiz bir doğrultu, Avrupa devlet adamı veya Batılı yetkiliyi yine Batılı oryantalistlerle bir arada tutar. Her iki insan Doğu sahnesini birlik te oluştururlar. Birinci dünya savaşının sonunda Afrika ve Doğu, Batı için entellektüel bir görüntü taşımaktan çok, özellikleri olan bir kara par çası idi. Oryantalizm alanı İmparatorlukların alanları ile tam bir bütünlük içinde bulunuyordu. Ve bu kesin bütünlük, düşünce tari hi ve Doğu’yu ilgilendiren Batı davranışları içinde ilk ve en büyük krizi yarattı. Sözkonusu kriz halenndevam etmektedir. 1920 yılından itibaren üçüncü dünyanın bir ucundan diğerine imparatorluklara ve emperyalizme karşı gelişen direniş, tartışmalı bir bilimsel güç kazandı. 1955’te toplanan Bandung Konferansı ise Doğu’nun bir bütün halinde Batı İmparatorluklarına karşı özgürlü ğünü elde ettiği, tarihin en önemli politik girişimidir. Ancak Doğu bu konferanstan sonra Birleşik Amerika ve Sovyetler Birliğinin teşkil ettiği yeni bir emperyalist güç dengesi ile karşılaşıyordu. Ye ni gelişen Üçüncü Dünya değerleri içinde kendi eski “Doğu.”sunu bulamayan Oryantalizm ise tahrikçi ve politik bilince varmış deği şik bir Doğu ile yüz yüze gelmişti. Oryantalizm bir seçeneğin önünde idi: Ya hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edecek yahut da eski tavırları yeni koşullara uyduracaktı. Doğu’nun hiç değiş mediğini zanneden Oryantalist ise yeni’yi basit bir “ihanet” saya caktı. Diğer bir revizyonist görüş ise Oryantalizmden tamamı ile vaz geçmekti, ancak bu davranış biçimi pek az kimse tarafından benimsenmişti. Abdül M âlik’e göre bu kriz’in işareti, sadece eski Doğu sö mürgelerinde “kulluğa yarar” ırklarm uyuşuk ve kaderci tabloları nı çizen Oryantalist fikirleri baştan sona altüst eden ulusal özgür lük savaşları değildir. Fakat bu işaret aynı zamanda uzmanların ve büyük halk kitlelerinin Oryantalizm bilimi ile bu bilimin konu edindiği olaylar arasındaki uyuşmazlığı fark etmeleridir. Bu sırada Oryantalizmin bütün düşünceleri, kavramları, metot ve araçları gün ışığına çıkmıştır.<101) Renan’dan Goldziher’e, Macdonald’dan von Grunebaum’a, Gibb’den Bemard Levvis’a kadar bütün Oryan talistler İslâm’ı bir “Kültürel Sentez” (P.M. Holt’un deyimi) olarak görüyor ve İslâm halklarım ekonomi, sosyoloji ve politika’nın dı şında bir etüt konusu olarak düşünüyorlardı. Oryantalizm için İslâm Renan’ın ilk eserinde göze çarpan şekli ile beliriyordu. R e nan: İslâmî iyi anlayabilmek için onu “çadır ve aşiret çağına geri götürmek gerekir...” diyordu. Sömürgeciliğin etkileri, tarihî geliş menin sonuçları gibi konular Oryantalistler için uykudan uyanmış çocuğun yakalayarak öldürdüğü yahut salıverdiği sinek kadar de ğerli idi. Bunlar asıl İslâmî tanıyabilmek için asla ciddi bir araştır ma konusu olmamıştı. H.A.R. Gibb’in uğraştığı konular Oryantalizmin modern do ğu’da baş vurduğu iki yaklaşım biçiminin canlı örneğidir. Gibb 1945’te Şikago üniversitesinde mukayeseli dinler hakkında Mas keli Lecture'Âni okumuştu. Anlattığı dünyanın, birinci dünya sa vaşından önce Balfour ve Cromer’in yaşadığı dünya ile ilgisi yok tu. Birkaç ihtilal, iki cihan savaşı, sayısız politik ve sosyal değişme 1945’in gerçeklerini, üzerinde tartışılmaz yenilikler, hatta felaket lerle bezenmiş olarak gözler önüne seriyordu. Bununla birlikte Gibb konferanslarını M odem Trends in İslâm (İslâm’da Modem Eğilimler) adı altında şöylece açıyordu: “Arab uygarlığını inceleyen bir kişi, Arab edebiyatının bazı dalla rının taşıdığı hayal gücü ile bu ürünlerin anlatım yeteneği, temel mantık verileri ve bilgeliği arasındaki çarpıcı kontrası derhal farkeder. Şurası bir gerçektir ki Müslüman halkların arasında büyük filozoflar yetişmiştir; bunların bazıları Araptır, fakat sayıları az dır. Arab zekâsı ister dış dünya ile ilişkili olsun, ister düşünce dün yasına kapanmış olsun somut ve kişisel olayların etkisi dışında de rin duygular üretemez. Ö yle zannediyorum ki profesör Macdonald’ın, D oğu’nun karakteristik özelliği olarak ileri sürdüğü “Ka nun kavramı yoksunluğu”nun arkasında yatan temel faktör budur. Bu nokta aynı zamanda Batılı bir öğrencinin büyük zorlukla yakalayabildiği (Oryantalizmin ona öğretebildiği kadar...) bir ger çeği ortaya çıkarmaktadır: “Aydın gerçekçilik olayında” M üslü man’ın yeri. Gerçekçi düşünce şe k liv e faydacı ahlak gibi kökleri birbirinden ayrılmayan konuların itilmesi, Müslüman dincilerinin sadece “karanlıkçılığf’nı değil aynı zamanda Arab hayal gücün deki kopukluğu gösterir.”(l02) İşte tamamı ile Oryantalizm... Kitabının geri kalan kısmını karakterize eden, İslâmın kurumsal yönü ile ilgili ulaşılmaz bilgi hâ zinesi göz önüne alınsa dahi, Gibb’in başlangıçta verdiği örnekler modern islâmı tanımak isteyen bir kişi için aşılmaz engellerdir. “İle” kelimesi tamamı ile ortadan kalkarsa “Fark” ne anlam ifade edecektir? Bize bir kere daha Müslüman Doğuluya gözlerimizi çe virerek, onun dünyasındaki “farkların” yedinci yüzyıldan öteye geçmediğini hatırlamamız önerilmiyor mu? İslâm kendi büneysinde büyük bir bilgi hâzinesi ve ulaşılmaz kültürel zenginlikler taşı yorsa Gibb’in bu düşmanlığı nereden geliyor? İslâm ardı arkası ke silmeyen zayıflıkları yüzünden daha başlangıçta insanlığa ihanet etmişse Oryantalist bütün gücünü kullanarak İslamın yenileştiril mesini önleyecektir; zira ona göre reform bir ihanettir. Gibb’in tezi tam anlamı ile budur. Oryantalist, modem dünyada kendisini bağ layan zincirlerin ötesine nasıl kayacaktır? Durum “Kral Lear”de “Deli”nin sözlerini andırıyor. "Doğruyu söylersem beni kırbaçla mak istiyorlar,yalan söylersem sen beni kırbaçlatmak istiyorsun, bazen de ağzımı açmadığım için kırbaçlanıyorum.” Bu olaydan onsekiz yıl sonra Gibb İngiliz yurttaşlarına sesleni yordu. Ancak bu defa Harvard’da Ortadoğu Araştırmaları Merke zi direktörü olarak söz alıyor ve teması “Area Studies Reconsiderecl: Kültürel alanları yeniden düzenleme” adını taşıyordu. Diğer fikirlerinin yanında en ilginç olanı “Oryantalizm Oryantalistlere bırakılmayacak kadar önemlidir...” şeklinde idi. Bu beyan tarzı Or yantalistlere açılan yeni yaklaşım (A lternatifin ikinci kolu) biçi mini sergiliyor “M odem Trends ”de olduğu gibi önceki yaklaşı mın yolunda geleneksel görüntüden ayrılmıyordu. “Kültürel alan ları yeniden düzenleme” fikrinde Gibb’in formülü değişmemişti. Öğrencileri “genel hayatın ve iş hayatının” gereklerine hazırla makla yükümlü uzmanları hedef tutuyordu. Gibb “şimdi bize lâ zım olan, geleneksel bir Oryantalist ve ona eklenen ve onunla bir likte çalışacak olan İnsanî bilimler uzmanıdır...” diyordu. Bu iki uzman araştırmalarını bilimsel, “disiplinlerini” birleştirerek sür düreceklerdi. Bu arada geleneksel Oryantalist Doğu hakkında m o dası geçmiş bir bilgi getirmeyecekti, onun görevi bu konuya henüz eğilmiş çalışma arkadaşlarına “kültürel alanları” işaret etmek ve “Batı politik kuruluşlarında yer alan psikoloji ve mekanizma dene yini Asya’da ortaya çıkan yeni durumlara uydurmaktı, bu gerçek bir Valt Disney olayı idi.”(103) Pratikte Doğulular eğer sömürgecile rin işgaline karşı direniyorlarsa, (bir “Disneyci” tehlikeye düşme mek için...) “Onlar self-govemment- Kendini yönetme” “prensibi ni hiçbir zaman bizim gibi anlayamadılar” diyebilirdiniz. Bazı Do ğulular da diğerleri uyguladıkları halde kendileri ırk ayırımına kar şı çıktıklarında “Aslında hepsi aynı Doğulu...” şeklinde konuşabi lirdiniz. Ve sınıfların çıkarları, politik durumlar, ekonomik faktör ler gibi konuların cümlesi devre dışı kalırdı. Yahut da Bemard Levvis’le birlikte, Filistinli Arablar topraklarının İsrailliler tarafından işgali ve ele geçirilmesi karşısında direnişe geçtiklerinde bu hare ketin “İslâma geri dönüş” olduğunu ileri sürebilirdiniz. Veya bu davranışın, çağdaş bir Oryantalistin kaleminden döküldüğü şekli ile İslamiyetin, İslâm olmayan kavimlere karşı duruşu olduğuna inanabilir,111041 yedinci yüzyıldan kalma bir İslâm prensibinin hâlâ yaşadığını görebilirdiniz. Tarih, Politika ve Ekonomi’nin hiç de ğeri yoktur. İslâm İslâm’dır. Doğu Doğudur. Şimdi sol ve sağ, dev rim ve değişkenlik üzerine ne düşünmüşseniz hepsini Disneyland’a taşıyınız. Buna benzer faydasız tartışmalar, yersiz açıkla malar, neticesiz konuşmalar tarihçiler, sosyologlar, iktisatçılar ve beşerî ilimler dallarında çalışan bütün diğer bilim adamları için bir kenara bırakılmışsa da Oryantalizm’in tutumu bu değildir. Bu so nuç oldukça doğaldır zira iddia ettiği İtoflularm yanmda Oryanta lizm hiçbir fikre hiçbir davranışa kendi derin soğukkanlılığını çar pıtma olanağı tanımamıştır. Ancak bugünün Oryantalistleri-yahut yeni adı ile “Kültürel alan uzmanları” linguistik-dil alanında hare ketsizce hapsedilmiş kişiler değillerdir. Tam tersine Gibb’in öne rilerinden faydalanmışlardır. Çoğu Harold Lassvvell’in deyimi ile “Siyasal ilimler” bölümünde yer alan “uzmanlar” ve “danışman larla” sıkı işbirliği içine girmişlerdir.(10S, Böylece askeri gücün ni zam sağlamada ortaya koyduğu imkânlar içinde örneğin bir “ulu sal karakter analizleri” uzmanı ile bir “islâmi kuruluşlar” uzmanı nın gerçekleştirdikleri işbirliği olanaklarının ulusal güvenlik açı sından üstün değeri anlaşılmıştır. Bütün bunların ötesinde Batı, İkinci Dünya savaşından bu yana D oğu’nun (Afrikalı, Asyalı ve geri kalmış) tam saf ve çaresiz ırklarının bir araya gelişinden doğ muş dehşetli bir düşman cephe ile karşı karşıya kalmıştır. Böylece Batı Doğuluların mantık dışı düşünce yapıları ile oyun oynamak tan başka savunma yolu bulamamış ve bu noktada bir Oryantalist çok büyük değer kazanmıştır. Bundan daha iyisi düşünülemezdi! OTASE gibi büyük ittifaklara yol açan teknik gelişmeler bu sırada meydana gelmiş ve o zamana kadar edinilen tecrübelerden geniş ölçüde yararlanılmıştır. İslâm D oğu’nun büyük evrimi böylece başlamaktadır. Sosyologlar bize Arabların kendilerini kulaktan yayılan bilgilere bağladıklarım haber verirken1106’ iktisatçılar da ne kapitalizmin ne de sosyalizmin modem İslam’a yarayacak etiket ler olmadığını beyan etm ektedirler/107’ Anlaşıldığına göre anti-sömürgecilik Doğu dünyasını silip süpürmekte ve aynı zamanda bir araya getirmektedir. Oryantalizm bütün bunları sadece zararlı de ğil aynı zamanda Batı Demokrasileri için “hakaret” edici olarak yorumlamaktadır. Böylece dünya ciddi problemlerle karşı karşıya kalmıştır. Oldukça geniş ve tehlikesi açıkça belli olan bu problem lerin arasında nükleer felâket, enerji kaynaklarının tükenişi, eşitlik için şimdiye kadar görülmedik şekilde verilen mücadele, göze çar panlar arasındadır. Karikatürlere konu olan Doğu halklarına adalet ve ekonomik özgürlük istekleri bu güne kadar sadece yarı-bilgili teknokratlara dayanan politikacılar tarafından istismar edilirken, bugün aynı politikacılar süper bilgilerle donatılmış Oryantalistler den meded ummaktadırlar. Hükümet kademesinde adı efsanelere karışmış ünlü Arab uzmanları Arablann dünyayı paylaşma planla rına karşı çıkmaktadırlar. Sözünde durmayan Çinliler, yan çıprak Hintliler ve miskin M üslümanlar Batılıların artıkları ile geçinen Akbabalar olarak ileri sürülmekte ve kontroldan çıktıkları anda “komünist”likle yahut “Doğu bağnazlığı” ile itham edilmektedir ler. Bunların arasındaki fark fazla derin değildir. Günümüzün Oryantalistlerinin bu tutumu gazeteleri ve halkm kafasını ağzına kadar dolduruyor... M eselâ Arabları deveye bin miş teröristler olarak görüyorlar. Onlar için Arablar kıvrık burun larım ve zehirli dillerini her şeye uzatan ve ulaştıkları haksız zen ginlik yüzünden gerçek uygarlık yoluna set çeken luzumsuz yara tıklardır. Gizli yahut açık biçimde Batı, tüketicilerinin çok az bir kalabalık teşkil etseler dahi dünyanın zenginliklerinin büyük bir kısmına sahip olmaya ve bunları kullanmaya haklan olduğunu ileri sürmektedirler. Neden? Zira Doğuluların aksine kendileri gerçek insanoğludur... Bu durumu Enver Abdülm âlik’in “Varlıklı azın lıkların hegemonyası” ve “Avrupa merkezciliğe bağlı insan m er kezciliği” sözcüklerinden daha iyi ifade edecek hiçbir cümle yok tur. Burjuva sınıfına bağlı bir Batılı, beyaz dünyayı sadece yönet meye değil ayrıca ona sahip olmaya da hakkı olduğunu zannet mektedir. Zira bu kişi diğerleri için “pek bizim kadar insan değil ler...” diyor. Yeryüzünden bundan daha “gayri-insanî” bir düşünce şekli olamaz. Oryantalizmin sınırları, daha önce de belirttiğim gibi bir bakıma bir başka kültür, bir başka halk ve bir başka coğrafya kavramları ortaya çıktığında gözler önüne seriliyor... Ancak Or yantalizm bir adım daha atmıştır: Doğu, varlığı sadece Batı’ya ya rayacak bir şey değil fakat diğer yandan zaman ve zeminle sınırlı bir olaydır. Doğu’nun yazılı belgelerde ortayâ çıkan büyük uygar lık çağlan kültürel, politik ve sosyal tarih açısından B atı’nın bir tepkisidir. Batı ilaç,Doğu hastadır. Batı, Doğu sahnesinde görülen her şeyin seyircisi, yargıcı ve jürisidir. Bununla birlikte eğer tarih, yirminci yüzyıl içinde Doğu’da, şaşmaz bir değişikliğin varlığım haber verdi ise Oryantalistin ağzı bir karış açık kalabilecektir. Doğu’da yeni şefler, yeni aydın sınıflar ve yeni siyasî sorumlu lar, kendilerinden önce gelenlerin yaptıkları işlerden ders almaları gerektiğini anlamışlardır. Ayrıca bu kişiler geçen zamanlar içinde meydana gelen yapısal ve kurumsal değişikliklerin farkına var mışlardır. Böylece bu insanlar ülkelerinin geleceğini şimdi daha hür fikirlerle düşünme yeteneğine sahip bulunmaktadırlar. Beri yanda aynı insanlar birbirlerine eskiye oranla daha fazla güven mektedirler. Ve daha az saldırgandırlar. Artık B atı’nın görünme yen ju ri’sinden uygun bir karar çıkarma ümidi ile hareket etm e mektedirler. Batı ile konuşmuyorlar, kendi yurttaşları ile konuşu yorlar/1081 Hazırladığı metinlerin böyle bir sonuca ulaşmaya yarar olma dığını pek iyi bilen Oryantalist durumu yorumlayabilmek için çe şitli çarelere baş vurmaktadır. Ona göre Doğu’ya ya dışardan gelen bir tahrik var yahut da işler kötü yönetiliyor... The Cam bridge H istoıy o f İslâm dahil, İslâmî ele alan sayısız Oryantalist metinle rin hiç biri, 1948’den bu yana M ısır’da, Filistin’de, Irak’ta, Suri ye’de ve Lübnan’da yahut Yemen’de meydana gelen olayları oku yucularına anlatabilme yeteneğine sahip olamamıştır. İslam üzeri ne yaratılmış doğmalar hiçbir işe yaramayıp Oryantalizmin en bü yük ustaları dahi çaresiz kalınca, iyi satış yapan bir takım yeni bil gilere baş vurulmuş ve cümlesi Doğu kokusu taşıyan “siyasî den ge”, “Modernleşme”, “kurumsal gelişme” gibi sözcükler ön sırala rı işgal etmiştir. Ancak bütün bunlar genişlemekte olan uçurumun kapanmasına yol açmamış tam tersine Doğu ile Batı’yı ayıran teh likeli fark büyümeye devam etmiştir. İçinde yaşadığımız kriz, dra matik bir biçimde, metinlerle gerçekler arasındaki ayrıcalığı göz ler önüne sermektedir. Bununla birlikte, Oryantalizmin bu etüdü sırasında sadece bu konuya yol açan temel kavranılan ortaya çıkar mak değil aynı zamanda konunun değeri üzerinde düşünceler ya ratmak istiyoruz. Zira bugün yaşayan aydın çevreler çok yalandan ilgili oldukları bu dünyanın bir kısmı hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları takdirde gerçeklerden kaçmış olacaklarını haklı ola rak ileriye sürmektedirler. İnsanî bilgiler üzerinde çalışan uzman lar çoğu zaman dikkatlerini ayrıntılı araştırma konularına yönelt mişlerdir. Bu yüzden sözü geçen uzmanlar, bir dünyanın sınırla ması kolay küçük parçaları yerine bütünü ile uğraşan Oryantalizm disiplini gibi bir konuyu ne görmüşler ne de öğrenmişlerdir. Bu nunla birlikte Oryantalizm “Tarih”, “Edebiyat”, “İnsanî bilgiler” gibi ilim dallarının çeşitli bölümlerinden de yararlanmış, tarihsel ve genel konular içinde gerçeği aramaya devam etmiştir. Bu günün aydın insanı Oryantalizmden faydalanmak istediği sırada, bir il min konuları luzumunda nasıl sınırlandırdığını yahut nasıl geniş lettiğini tüm açıklığı ile öğrenecek, insanı nasıl görmesi gerektiği ne karar verecektir. Bütün bu faaliyeti için metinlerin, çeşitli görüş farklarının, metot ve disiplinlerin nasıl doğduğu, büyüdüğü, geliş tiği ve nasıl dejenere olduğunu fark edilebilir. (Yeats buna “kalp sı kışıklığı” adını veriyor.) Oryantalizmi incelemek aynı zamanda tarihin Doğu konusunda ortaya koyduğu metodoloji problemlerini ele alma yolunda entellektüel çareler aramaktır. Fakat biz herşeyden önce Oryantalizmin sınırları, deneyleri ve temel yapısının özellikleri ile hangi İnsanî değerleri ortadan kaldırdığını göster m ek zorundayız. Düzenlenen ve tekrar düzenlenen oryantalizm Bundan kırk y ıl önce Nakib ül Eşraf Seyid Ömer kızlarından birini evlendirdiği sırada düğün alayının önünde genç bir adam yüriiyordu. Bu insan kam ını yararak barsaklarım çıkarmış ve bunları güm üş bir tepsinin içine koymuştu. Düğün alayı sona erdi ve adattı ba ğırsaklarını topladı. Günlerce yataktan çıkma dı. Bu delice ve sevimsiz gösterinin yaralarının kapanmasını bekledi. ED\VARD \VİLLİAM LANE Preface Historiqııe (1809) â la Descrip tion de I ’Egypte. “An accoımt of the Manners and Customs of the Modern Egyptians” (Modem Mısırlının gelenek ve görenekleri hakkı nda) “İstanbul’da bir ihtilâl yahut arka arkaya gele- cek parçalan m alar yü zü n den bu im parator luk dağıldığı takdirde, Avrupa devletlerindenher biri, kongrenin uygun gördüğü biçim de İmparatorluğun bir parçasını himayeleri altı na alacaklar. Himaye altınqj}hnm ış bu topra ğın tarifi, sınırlan, alanı, komşuları ile ilişkile ri, güvenliği, d in î bütünlüğü, gelenekleri ve çı karları egemen devletin arzu lan doğrultusun da yorum lanacak. Bu egemenlik kavramı Av rupa hukukunun bir parçası olarak toprağın yahut kıyının bir bölümünü ele geçirerek bura y a açık bir şehir yah u t bir Avrupa kolonisi y a hut da bir ticaret limanı veya iskelesi haline ge tirme hakkı anlam ını taşıyacak. Her devletin kendi himayesi altında yaşayan ülkeye uygula yacağı politika silahlı ve uygarlık aşılayıcı bir baskı aracı olmaktan öteye geçmeyecek. O ülke nin varlığı ve ulusal bütünlüğü böylece kendi sinden daha üstün bir ulusun bayrağı altında garantiye alınacak. ” ALPHONSE d e LAMARTİNE, Voyage en Orient (Doğu ’y a seyahat) Sınırları yeniden çizme, problemleri yeniden tarif etme, dini laikleştirme Gustave Flaubert 1880’de öldü. Bilgi’nin çöküşü ve İnsanî gay retlerin anlamsızlığı üzerine roman tarzında düşündüğü “B ouva rd et P ecu ch et’ isimli “ansiklopedi kom ik”ini bitirememişti. Bununla birlikte projenin ana hatları bellidir. Romanın bol teferru atlı başlangıcı durumu ortaya koyar. Hikayenin iki kahramanı bur juva sınıfının temsilcileridir. İçlerinden biri beklenmedik şekilde cüsseli bir mirasa konmuştur. Kırda bir mâlikhaneye çekilir ve “Canımız ne istiyorsa onu yapacağız...” der. Olayın bundan sonra ki kısm ında Flaubert, herşeyi yapm ak isteyen Bouvard ve Pecuchet’nin ziraat, tarih, kimya, eğitim, arkeoloji ve edebiyat alanlarında pratik ve teorik bir gezintiye çıktıklarını ve girdikleri her işte büyük başarı kazandıklarını anlatıyor. Bilgi tarlalarında zaman ve mekân içinde seyahat eden efsaneleşmiş kahramanları andırmaktadırlar. Bununla birlikte her türlü ümitsizlik, uyumsuz luk, felâket ve hayâl kırıklığı gibi her amatör deha’nın başına gele- bilecek duygulan da tatmışlardır. Aslında içinde dolaştıkları, bü tünü ile ondokuzuncu yüzyılın yıkılmış hayalleridir. Charles Moraze’nin deyimi ile “İşgalci burjuvalar” bu hayallerin içinde kendi öz beceriksizliklerinin henüz iniltileri kesilmemiş kurbanla rını aramaktadırlar. Tüm heyecanları sıkıntılı bir klişe, bütün bil dikleri ümitle yetenek arasında bir kargaşalık, tüm uğraşıları yıkın tı ve üzüntüdür. Bu ümitsizlik tablosunu tamamlamak için Flaubert’in yazdık ları arasında iki tema bizim için özel bir değer taşımaktadır. Ro manda iki insan insanlığın geleceğini tartışırlar. Pecuchet bu gele ceği “Karanlık” görmektedir. Bouvard ise “Mutlu” olduğunu ileri sürmektedir. “Modem insan ilerleyiş yolundadır. Avrupa Asya tarafından kur tarılacaktır. Tarihin kanunu gereği uygarlık Doğu’dan Batı’ya yü rümektedir. İki insanlık sonunda birbirinin içinde eriyecektir.”'11 Bu sözler iki insanın içinden geçeceği yeni bir heyecan ve ümitsizlik dalgasının başlangıcını ortaya sermektedir. Flaubert da ha sonra bütün diğer projeler gibi Bouvard’m bu düşüncesinin de sonuca ulaşmadığmı anlatıyor... Hayaller bir hamlede gerçeklerin karşısında erimiş ve jandarmalar sahneye çıkarak Bouvard’ı suçla mışlardır. Birkaç satır ilerde bizi ilgilendiren ikinci tema ortaya çıkıyor: Romanın iki kahramanı karşılıklı gizli arzularını dile getirmekte dirler: “Eskisi gibi kopya etmek.” İki taraflı bir yazı masası edinir ve defterler, kalemler, kâğıtlar ve çeşitli araçlar satın alırlar. Flau bert neticeyi bağlarken kahramanlarının böylece işe koyuldukları nı açıklar, Bouvard ve Pecuchet bilgiyi yaşamayı ve az çok doğru dan doğruya uygulamayı tercih etmişlerdir. Neticede hiçbir yorum yapmadan bir metni bir başka metne aktarmakla vakitlerini doldu rurlar. Bouvard’m düşlediği gibi Avrupa’nın Asya tarafından kurtarı lışı tamamı ile gerçekleşemediği halde bu konuyu (Kopyacıların masaları üzerinde görülebildiği gibi) birkaç yönü ile yorumlamak mümkündür. İki insanın diğer pek çok gözlemleri gibi bu da “Top layıcı” ve “yaratıcı” bir görüş açısıdır. Ondokuzuncu yüzyıl fikir dünyası içinde Flaubert’in neler hissettiğini ortaya koyar: Uzman laşmış bir bilimsel tekniğin yardımı ile hayallere konu olmuş bir proje sonucu dünyayı yeniden kurmak. Flaubert yarattığı hayaller dünyasında yalnız değildir. Bu âlemin içinde Saint-Simon ve Fourier’nin ütopyaları, Auguste Compte’m görüşü ile insanlığın bi limsel uyanışı ve Destutt de Tracy, Cabanis, Michelet, Victor Cousin, Proudhon, Coumot, Cabet, Janet ve Lamennais® gibi pek çok ideolog, ruhçu gelenekçi ve idealist yazarın ortaya attığı çok çeşitli dinler, teknikler ve düşünce biçimleri yer alır. Bütün roman boyun ca Bouvard ve Pecuchet bu insanların fikirlerini tartışmaktadırlar. Sonra onları yıkar ve yeni görüşler aramaya çıkarlar. Ancak hiçbir zaman olumlu bir sonuca ulaşamazlar. Bu tip revizyonist duyguların kökeni oldukça göze çarpıcı bi çimde romantizm’de yer almaktadır. Bu noktada onsekizinci yüz yıl sonunda ortaya çıkan ruhsal ve entellektüel projelerin çoğunun ne ölçüde yeniden düzenlenmiş dinsel görüşler olduklarını hatırla mak gerekiyor. M.H. Abrams’ın deyimi ile doğal bir “doğaüstü” karakter taşıyan bu eserlerde ondokuzuncu yüzyılın tipik davra nışları göze çarpıyor. Flaubert bütün bunları “Bouvard ve Fecuchet”de özetlemekte ve “Yeniden doğuş” kavramuıa son nok tayı koymaktadır: “Aydınlanma Çağı’ndan sonra romantik bir eğilim akılcılığın ye rini aldı. Yaşanmış dramlar, tarihin henüz çözülememiş sırları, hrıstiyan doktrinleri ve sert çatışmalar, hrıstiyanlığın iç dünyasına geri dönüş istekleri çeşitli aşırı davranışlara yol açtı: Yıkıp yeniden yapma, cennet ve cehennem, sürgün ve buluşma, ölüm ve yeniden dirilme konulan insanların akıllarını doldurdu. Ancak Aydınlan ma Çağı’ndan sonra yaşayan romantik yazarlar kaçınılmaz biçim de bu eski temaları bilmek zorunda kaldılar. Ancak bu defa oyna dıkları rol tarihin genel panoramasını korumak, insanlığın kader çizgisinden ayrılmamak, temel varlık kavramlarına ve din mirası na sahip çıkmak ve bütün bunları yeniden düzenleyerek çağdaş in sanın yararına sunmaktı.”® Bouvard’m kafasında yer alan “Avrupa’nın Asya tarafından kurtarılması” fikri romantiklerde çok yayılmış bir düşünce idi. Ör neğin Friedrich Schlegel ve Novalis yurttaşlarını ve bütün Avrupa lIları tahrik ediyor ve onların Hindistan’ı derinlemesine inceleme lerini istiyorlardı. Batı kültürünün maddeci mekanikçi (ve cumhu riyetçi) eğilimleri ile sadece Hint kültür ve dinlerinin mücadele edebileceğini ileri sürüyorlardı. Bu yenilgiden yeni ve canlanmış bir Avrupa doğacaktı; bu yeniliğin içinde İncilde anlatılan ölüm kavramı, yeniden doğuş ve özgürlük doğal yerini alacaktı. Dahası var... Romantiklerin Oryantalist projeleri sadece genel bir eğilim ilginç örnekleri değildi ayrıca bu eğilime güçlü bir şekil kazandır ma iddiası taşıyordu. Nitekim Ravmond Schwab “Doğu Rönesansi' fikrini ortaya atarak pek çok taraftar toplamıştı. Ancak önemli olan Asya’nın modem Avrupa için sağlayacağı fayda de ğildi, aynı zamanda Schlegel ve Franz Bopp gibi Doğu dillerini iyi bilen kişiler birer maneviyat kahramanı ve Avrupa’ya kaybettiği ruhu geri getirmeye kabiliyetli, cengâver şövalyeler gibi işlem gö rüyorlardı. Flaubert ondokuzuncu yüzyılın yeni din akımında bü tün bu kavramları görüyordu. Schlegel, Wordsworth, Chateaubriand, Auguste Comte’tan aşağı kalmıyor, genellikle dinsel çizgiden ayrılmayan fakat çağdaş bir düşünceyi bütün gücü ile savunma gayreti taşıyordu. Bouvard ve Pecuchet’yi her defasında revisyonist fikirlerden hareket ettirerek gülünç bir sonuca ulaştıran Flaubert, bütün proje lerde yer alan insanlığın ortak hatasına işaret etmek istiyordu. “Av rupa’nın Asya tarafından kurtarılması” fikrinde gizli bir tuzağm varlığını yazar herkesten daha iyi görüyordu. Büyük coğrafi alan ları kullanılabilir ve yönetilebilir hale getirecek teknik görüşler ge- Üşmeden ne Asya’nın ne de Avrupa’nın bir “hiç” olmaktan öteye geçemeyeceğini hissediyordu. Temelde Avrupa ve Asya “Bizim” Avrupamız ve “bizim” Asya’mızdı. “İsteklerimizi” ve “Görüntü lerimizi” yansıtıyorlardı. Bu gerçeği Schopenhauer ortaya koy muştu. Tarihin kanunları genellikle “tarihçilerin” kanunları idi. “îki insanlıkta” olduğu gibi dikkatleri gerçeklerden çok AvrupalI ların davranışlarına çekiyorlardı. AvrupalIlar ise en üstün insan olarak muamele görüyordu. Cümlenin ikinci kısmı olan “iki insanlık sonunda birbirinin İçinde eriyecektir” sözcükleri ile Flaubert’in alaylı gülümsemesi İle karşılaşıyor ve yazar burada bilim ile gerçekler arasında farka dikkati çekiyordu. Bilim insanı ele alırken hâtâlı davranışlara dü şüyordu. Ancak Flaubert’in alay ettiği ilim herhangi bir ilim değil di, yönsüz heyecan ve hatta tanrısallık taşıyan Avrupa ilmi idi. Bu ilmin tarihinde zafer olarak ileri sürülenler, başarısız ihtilâller, sa vaşlar, baskı dönemleri ve Donkişotvari kitabî fikirleri derhal tat bik sahasına çıkarmaya yönelik önüne geçilmez hayallerden başka bir şey değildi. Bu bilimin hiçbir zaman göz önünde bulundurma dığı gerçek kendi kahredici saflığı ve hakikatlerin kendisine karşı direnişi idi. Bouvard bilim adamı rolünü oynamaya kalkıştığı za man bilimsel gerçeklerin sadece bilim adammm ağzından çıktığı gibi olduğunu ileri sürüyor ve bu insanın deli yahut akıllı olduğunu hiç düşünmüyordu. Kendisi gibi düşünenlerin çoğu gibi o da Doğu’nun Batı’yı kurtarmaktan çekinebileceği fikrini aklına getirmi yordu. Yahut Avrupa’nın san yahut esmer AsyalIlarla demokratik bir bütünlük sağlamaya hazır olup olmadığını bilmiyordu. Kısaca böylesine bir bilim adamı, ilminin içinde, yatırımlarını besleyen ve isteklerine yön veren egoist davranışlarının güçlü varlığını fark edemiyordu. Flaubert tabiatı ile bu zavallı delilerin karşılaştıkları güçlükleri gözden uzak tutmamaktadır. Bouvard ve Pecuchet fikirler ve ger çekler arasında aym anda dolaşmamak gerektiğini anlamışlardır. Roman, iki kahramanın fikirlerini kağıt üzerinde görmekten bü yük memnunluk duyduklarını hikaye etmekle sonuca varır. Bilgi gerçeklere uydurulmak ihtiyacı taşımamaktadır. Bilgi bir metin den diğerine sessizce ve yorumsuz aktarılan birşeydir. Fikirler isimsizce yayılmalı ve genişlemelidir. Gerçek fikir tek bir kişiye mâl edilmeden tekrarlanmalıdır. “Kabul edilmiş fikir” haline gel melidir. Önemli olan fikrin varlığıdır. Bulunduğu yerdir, tekrar lanması, etki uyandırması, etkinin devamı ve bu etkinin tartışılmamasıdır. Flaubert’in “Bouvard ve Pecuchet” için hazırladığı notlardan çıkarılmış bu çok kısa ve sıkışık hikaye, Oryantalizmin ileri ölçü lerde modern yeni yapısını ortaya koymaktadır. Ondokuzuncu yüzyıl Avrupa düşüncesi içinde Oryantalizm herşeye rağmen çağ daş inançlar seviyesinde önemli bir ilim disiplini olarak beliriyor... İslâm ile Doğu’nun genellikle birbirinden ayrı düşünülmediği Or taçağ ve Rönesans döneminde Doğu hakkında ileri sürülen görüş lerin genel bir tablosunu daha önce ortaya koymuştuk. Onsekizinci yüzyıl boyunca bütün bunlara yenileri eklenmiş ve Flaubert’in da ha sonra ana hatlarını çizeceği dinsel görüşlerin ilk işaretleri belir mişti. İlk gözlemlere göre Doğu, İslâm ülkelerinin dışında ortaya çı kıyordu. Bu temel değişim, genellikle çok geniş bir anlamda, Av rupalIların durmaksızın ilerleyen dünyanın yeni yerlerini keşfetme arzularına uygun bir gelişme idi, gezi notlarının hergün artan etki leri, kurulan hayaller, bilimsel seyahatler ve bunların ürünleri dik katleri günden güne Doğu’ya çekiyor, ilgi derinleşiyor, genişliyor du. Bütün bu ilerleyişte Oryantalizmin rolü varsa insanlık bu rolü Anquetil ve Jones’in keşiflerine borçlu idi. Asrın son yarısında or taya çıkan bu gelişmeler daha sonra Cook ve Bougainville, Tournefort ve Adanson tarafından ileriye götürülmüştü. Bu arada “Hisioire de navigations a u x teıres australes. Avustralya toprakları arasında gemicilik tarihi” gibi eserlere, Pasifikte dolaşan Fransız ticaret gemileri, Çin’de ve Amerikada gezinen cizvit misyonerleri, William Dampier’in keşifleri ve gezi notları, Devler, Patagonyalılar, vahşîler, yerliler, Doğu’da, Batı’da, Avrupa'nın kuzeyinde ve güneyinde yaşadığı ileri sürülen canavarlara ait hikayeler bütün bu tablonun tamamlanmasına yarıyordu. Gittikçe genişleyen ufukla rın ortasında kalan Avrupa ise durumunu sağlamlaştırmakla meş guldü. Dünyayı bulunduğu yerden seyrediyor. (Goldsmith’in Citoyen du monde (dünya vatandaşı) isimli eserinde ortaya koyduğu gibi). Avrupa dışa doğru açıldıkça kendi kültürel gücünün değeri ne daha çok inanıyordu. Avrupa’nın kendi ırkî üstünlüğüne karşı beslediği güven duygusu sadece kolonilerde meydana getirilmiş çeşitli ticarî şirketlerin erişilmez başarıları ile değil aynı zamanda sözkonusu gezi notlarının muazzam etkileri ile en güçlü noktasına erişmiştir.*4’ Batı’mn Doğu hakkmdaki görüşlerine onsekizinci yüzyılda eklenen ikinci gözlem ise tarafların birbirlerine karşı daha fazla bilgilerle donatılmış olmaları idi. Bu durum sadece gezginler ve kâşifler yolu ile değil aynı zamanda tarihçiler tarafından yaratıl mıştı. Zira bu kişiler için Avrupa’nın çağdaş deneyi çeşitli ve eski uygarlıklarla karşılaştırılabilir ve bundan Avrupa için yararlı so nuçlar alınabilirdi. Bilginler tarafından tanrıların çatışması şeklin de nitelendirilen onsekizinci yüzyılın bu güçlü tarihsel antropoloji akımlarından şöyle bir netice doğmuştu: Gibbon İslâmın ilerleyi şinde Roma’nın çöküşünün nedenlerini seziyor, aynı şekilde Vico, ilk öncülerin şairane ve barbar ihtişamı içinde modern uygarlığın gereklerini kavrıyordu. Halbuki Rönesans tarihçileri hiç geri kal madan İslam’ın bir düşman olduğunu tekrarlayıp durmuşlardı. Onsekizinci yüzyıl ise bütün bu konulara dikkatle yaklaşıyor, doğ rudan doğruya Doğu’dan elde edilmiş malzeme üzerinde çalışı yordu. Zira bu teknik AvrupalIların dahi kendilerini daha iyi tanı malarına yol açıyordu. Bu değişim George Sale’nin Kur’an tercü mesi ve ona ilave olarak düzenlenen denemeleri ile en üst noktası na ulaşmıştı. Sale kendisinden önce gelenlerin aksine Arab tarihini Arab kaynaklarının ışığı altında değerlendiriyor ve bundan daha ileri olarak kutsal metinlerin yorumcularını serbest bırakıyor, on ların kendi başlarına konuşmalarını sağlıyordu.® Sale, tüm onsekizinci yüzyıl boyunca görüldüğü gibi filoloji, anatomi, hukuk, din alanlarında ilk kavramlar üzerinde idi. Bu açıdan Ondokuzuncu yüzyıl oldukça ileri değerlere ulaşmıştı. Ancak bazı düşünürlerde mukayeseli etütlerin sınırlarını aş mak ve “Çin’den Peru’ya” kadar insanlığın tablosunu bir cins sem patik kavramların arkasından görme eğilimi vardı. Modem Oryan talizmin aracılığı ile hazırlanan bu durum, onsekizinci yüzyılda meydana gelen yeni elemanların arasında üçüncü gözlem halkası nı teşkil etmekteydi. Buna günümüzde “tarihçilik” adını veriyor ve onu onsekizinci yüzyılın görüşleri arasında sayıyoruz. Vico, Herder, Hamann ve diğerleri hep birlikte kültürlerin organik bir iç ahengi bulunduğuna inanıyorlardı. Çeşitli elemanların aracılığı ile bir bütün halinde tutulan bu ahenk “Klima” adını verdikleri dahi bir zekanın etkisinde idi. Buna ulusal fikir de denebileceğini ileri sürüyorlar, dışardan bakan bir insanın durumu asla kavrayamaya cağını, işin içine ancak tarihî bir sempati duygusu ile girilebilece ğini iddia ediyorlardı. Böylece Herder’in kitabı “Ideen zu rP h ilosophie der Geschichte der M en sch h eif (1784-1791) çeşitli kültürlerin bir panaroması haline gelmişti. Burada tanıtılan bütün kültürler düşman bir yaratıcı zekanın eseri idi. Bunları sadece ken di önyargılarını terkedebilen bir gözlemci anlayabilirdi. Herder ve diğerleri tarafından önerildiği biçimdet6>çoğulcu halk tarihi üze rinde sezgiler sahibi bir kişi ve onsekizinci yüzyılda yetişmiş bir zeka ancak Doğu ile Batı arasına dikilmiş olan duvarı delebilir ve kendisi ile Doğu arasında mevcut olan gizli akrabalıkları ortaya çı karabilirdi. Napolyon böyle bir idealin en çarpıcı örneği idi. ikinci sempati görüntüsü Mozart tarafından verilmişti: “Sihirli flüt” ve “Saraydan kız kaçırma” operaları, ileri insanlık örnekleri bu eser ler o sırada görülen Türk müziği modasının da üzerinde Mozart’ın gözlerini Doğu’ya çeviren konuların arasında idi. Bununla birlikte Mozart’ı romantik dönemde, önce ve sonra Doğu’ya çeken içgüdü ile, bir egzotik sahne olarak Doğu’yu birbi rinden ayırmak çok güçtür. Onsekizinci yüzyılın sonu ile ondoku zuncu yüzyılın başı arasında halka inmiş oryantalizm önemli başa rılar elde etmişti. Ancak bu dalgayı William Beckford, Byron, Thomas Moore ve Goethe’de görülen got hikayeleri zevki, ortaçağ masalları, harikalara karşı ilgi ve barbarlık örnekleri gibi konular dan ayırmak kolay değildir. Böylece bazı durumlarda Doğu birin de Piranese zindanları ile bir arada gösterilmekte, değerinde Tiepolo tablolarının lüks görüntüleri arkasına saklanmakta veya bir başkasında onsekizinci yüzyılın yüksek egzotik duygularla dolu ressamlarının eserlerinde boy göstermektedir.17*Daha sonra, ondo kuzuncu yüzyılda Delacroix ve pek çok diğerleni Fransız yahut İn giliz ressamlarının eserlerinde Doğu’nun genel tablosu sözkonusu takdime yeni bir görüş açısı ve gerçek bir hayat sağlamış bulunu yordu. (Bu kitap maalesef bu konuları içine almayacaktır.) Zevk düşkünlüğü, söze sadakat, dehşet duygusu, âsâlet, şairane hisler, yoğun enerji, romantik ve teknik öncesi Avrupa oryantalistinin ka fasında Doğu’nun genel tablosu olmaya devam ediyor ve “bukale mun” misali her türlü değişikliğe karşı da hazır bekliyor.® Ancak sınırları belirsiz bu Doğu, üniversiter Oryantalizmin zorlaması ile pek yakın bir zamanda ciddî şekilde daralacaktı. Modem Oryantalistleri hazırlayan öğelerin içinde dördüncü gözlem doğayı ve insanı çeşitli tiplerin içinde sınıflama gayretleri olmuştur. Bu konuda en büyük isimler tabiatı ile Lirine ve Buffon’dur. Buna rağmen insan vücudu (ve daha sonra ahlakı, entellektüel ve manevi dünyası) üzerinde düşünülen değişiklikler çok yaygın bir etki alanı bulmuştu. Linne “Doğal bir tipin üzerinde yü rütülecek tüm gözlemler onun sayısına, şekline, miktarına ve duru muna göre düzenlenmelidir” diyordu. Aslına bakılırsa gerek Kant, gerek Diderot ve Johnson’da genel çizgileri ortaya çıkarma, çok sayıda eşyayı küçük “tiplere” ayırarak bunları ayrı ayrı inceleyip yazıya dökme eğilimi ortak bir karakter taşıyordu. Tabiat tarihi, antropoloji, genel kültür konulan içinde her “tip” bir başka görün tü veriyordu. Gözlemci çeşitli tariflerle karşılaşıyor, durum Foucault’un deyimi ile “uygun sapma” sözcüklerine yakışıyordu. Bü tün bu tipler ve bu karakterler genel bir ağın parçaları idi .Şöyle ki: “Bütün tarifler, mümkün olan bütün diğer tariflerle ilişki kurula rak yapılmalıdır. Bir yaratığa ait bilgiler edinmek, onu sınıflandır mak yahut diğerleri ile belirli bir sıraya koyabilme olanağına bağlıdır.”(,) Filozofların, tarihçilerin, ansiklopedist ve denemecilerin tüm yazılarında tariflerin psikolojik moral bir sınıflama karakteri ka zandığı görülüyordu. Meselâ üç tip insan vardı: Vahşiler, Avrupa lIlar ve Asyahlar... vs. Bu fikirler doğal olarak önce Lirine ve daha sonra Mantesquieu, Johnson, Blumenbach, Soemmerring ve Kant’ta görülüyordu. Psikolojik karakterler az çok eşit bölümlere ayrılmıştı: Amerikalı “kırmızı, öfkeli ve dürst”, Asyalı “sarı, melankolik ve katı”, Afrikalı ise “kara, soğuk ve ilgisiz” idi.(10) Ancak bu karak terler ondokuzuncu yüzyıla varılmadan daha da güçlenecek ve or taya bir de “irsiyet” meselesi çıkacaktı. Örneğin Vico ve Rousseau’ya göre yaşayanların üzerinde ilkel insanların, devlerin, kahra manların izleri vardı. Bu izler felsefeye hatta dillere tesir ediyordu. Böylece bir “Doğulu”dan söz açıldığında bu sözcüğün iç yapısın da “ilkellik”, karakter eksikliği ve özel manevî gerilik bulunduğu anlaşılmalıydı. Tarifini yaptığım dört gözlem içinde Avrupa’nın genişlemesi, tarihi buluşma , sempati, sınıflandırma gibi konuların cümlesi on sekizinci yüzyıl fikirleridir. Bunların varlığı oryantalizmin entellektüel ve kuramsal temel yapısını oluşturmaktadır. Bunlar olma dan şimdi göreceğimiz gibi oryantalizm de olmazdı. Aynca bu ele manlar genel olarak Doğu’yu, özel olarak İslâm’ı ve sonunda Hı ristiyan Avrupa tarafından çok dar ölçülerle incelenen bir din ola yım ortaya koymaktadır. Diğer bir başka deyimle modem oryanta lizm onsekizinci yüzyıl Avrupa kültürünün temel öğelerini sergi lemektedir. (1) Bu çağda oryantalizm, mekân içinde coğrafyanın ulaşabil diği en ileri noktaya kadar varmış, zaman içinde ise bilinen en yük sek devirlere kadar ulaşmıştı. Elde edilen başarılar tüm kalıpsal düşünceleri zorlamış ve Kitab-ı mukaddes dogmalarım etkisiz kıl mıştı. Artık başvurulacak kaynaklar sadece Hristiyanlık veya Ya hudilik değildi, bunların geri takvimleri ve haritaları faydasızdı, onların yerlerini Hint, Çin, Japon, Sümer yapıtları,Budizm, Sans krit, Zerdüşt ve Mani kültürleri alacaktı. (2) Avrupalı yahut Yudo-Hristiyan olmayan kültürlerin (kili se politikası yerine) tarih bilimi ile incelenmesi, hatta tarih ilmini daha ileriye götürmüştü. Avrupa’yı iyi tanımak aynı zamanda bu kara parçası ile dünyanın diğer yöreleri arasındaki ilişkileri iyi ta nımaktı. Bu ilişkileri zaman ve zemin içinde yeniden değerlendi rerek araştırmaları o zamana kadar bilinmeyen ufuklara kadar ge nişletmekti. Böylece bir anlamda Jean de Segovie’nin Doğu ile Avrupa arasında düşündüğü “Contraferentia” gerçekleşmektey di. Ancak çok çağdaş biçimde... Artık Gibbon Hz. Muhammed’den söz açarken onun Avrupa üzerinde etkiler uyandırmış ta rihsel bir kişi olduğunu söyleyecek, büyücülükle, yalancı peygam berlik arasında dolaşan şeytan zekâlı bir varlık olduğunu ileri sür meyecekti. (3) Vakti ile savaş nizamında dizilmiş mü’minlerle, bunların karşısında yer alan barbar sürüleri arasındaki ebedî ve ezelî ayırım kavramı yerine, çeşitli yabancı bölgelerin ve kültürlerin yeni tarif leri yapılmakta, neticede insanın öz benliği ve kişiliği yeni bir renk kazanmaktaydı. Avrupa’nın sınırlan artık sadece birer gümrük du varı değildi. İnsanların biraraya gelmeleri ve yeteneklerini birleş tirmeleri fikri günden, güne genişlemekte ve yasallık kazanmak taydı. (4) İnsanlığın sınıflandırılması sistematik şekilde gelişmekte, yeni tarifler ve yeni sapmalar Vico tarafından adlandırıldığı şekli ile “asil ve kutsal” kategorilerin dışına taşmaktaydı. Hristiyanlar ile bütün diğer ırklar arasıdaki renk, orijin, davranış ve karakter farkları daha belirgin ölçülerle açığa çıkmaktaydı. Fakat kendi aralarında ilişkili olan bütün bu elemanlar eğer za manın şartlarına karşı uyum gösteriyorlarsa, bu demek değildir ki eskiye ait din modelleri tamamı ile fikirlerden çıkarılmış ve unu tulmuştu. Hatta böyle bir imkânın da ötesinde bu elemanlar yeni den düzenlenmiş, yeniden açıklanmış ve yeniden bizim de sıraya koyduğumuz gibi çağdaş faydaya sunulmuştu. Doğuyu incelemek isteyen kişi çağdaş bir sözlük sahibi olacak ve bütün bu kadrolarla anlaşacaktı. Oryantalizm gerekli kelime hâzinesini sağlamaktay dı. Kavramlar repertuvarı, Oryantalizmin ondokuzuncu yüzyılın sonundan beri ne “yaptığı” ve nereye “geldiği” konusunu açıkla yan teknik, henüz inceliğini korumaya devam eden hitabet gücü araştırmacımn olanakları arasındadır. Burada göstermek istediğim şudur ki Oryantalizmin bu kudreti oryantalistin kendi yarattığı Do ğu ve onun disiplini aracılığı ile, ortaya çıkmaktaydı. Kendi gözünde modern oryantalist Doğu’yu karanlıklardan kurtaran bir kahramandır. Onu çağdışılıktan çekip çıkarmakta, ya bancılaşmasına fırsat vermemektedir. Araştırmaları Doğu’nun unutulmuş dillerini ya yeniden hayata kavuşturmakta, gelenekler hatta düşünce şekillerini dahi yeniden düzen sahibi kılmaktadır. Champollion Mısır Hiyerogliflerini bir taş parçasının aracılığı ile yeniden bir araya getirmiş ve okumuştur. Sözlük ilmi, dilbilgisi, çeviri kültürlerin yeniden tanımı gibi oryantalizmin özel teknikle ri, eski ve klasik Doğu’ya ait filoloji, tarih, retorik, doktrin tartış ması gibi konulara ışık tutmuş. Onlara yeniden yaşatmış ve yeni den faydalı kılmıştır. Ancak bu olay sırasında Doğu ve oryanta lizm disiplinleri diyalektik olarak değişmektedir, zira yaşayan hiç bir şey ilk şeklini muhafaza edemez. Oryantalistin geleneksel bi çimde inceleği Doğu, “Klasik” formu ile dahi modemize edilmiş ve yaşanan devre getirilmiştir. Geleneksel disiplinler de çağdaş kültüre aktarılmıştır. Ancak bütün bunlar bir “iktidar” meselesidir. Doğu’yu yeniden kalkındırmak, hatta yeniden yaratmak dahi yeni bilimsel tekniklere yükletilmiş bir görevdir. Bunların arasında fi loloji ve genişletilmiş antropoloji baş köşeyi işgal ediyor. Kısaca Doğu’yu modem dünyaya taşıyan bir oryantalist meto dunu ve durumunu çağdaş bir yaratıcıya benzetebilir. Hiç kuşku suz Tanrı eğer eski dünyayı yarattı ise o da yeni dünyayı yaratır gi bidir. Bir bilim adamının yaşam süresi dışında bu metotları ve bu durumları kullanacak kişi için bir devamlılık, kan beraberliği yeri ne anlayış birliği üzerine kurulmuş disiplinli metotçuların laik dü zeni bir hareket, bir kütüphane, kabul edilmiş fikirler toplamı, kı saca Oryantalizmin saflarına giren herkes için ortak bir inanç siste mi gereklidir. Flaubert Modem Oryantalistin zamanla Bouvard ve Pecuchet gibi birer kopyacı olup çıkacaklarını tahmin etmekle ol dukça uzağı görmüş idi, ancak ne Silvestre de Sacy ne de Emest Renan kariyerlerinin başlangıcında böyle bir tehlikeden haberdar olmuş değillerdi. Tezim şudur ki modem oryantalistlerin teori ve çalışmalarında hâkim olan esasları anlamak için Doğu konusunda ortaya konmuş bilgilere baş yarmak değil, hrıstiyan tabiatüstücülüğü ile karışmış filoloji gibi çağdaşlaşmış, yeniden düzenlenmiş, reforme edilmiş geçmişin mirası eski bilgileri göz önünde bulundurmak gerekmek tedir. Yeni bir fikir ve metinler aracılığı ileDoğu bu yapıya uydu rulmuştur. Hiç kuşkusuz Jones ve Anguetil gibi dilciler ve kâşifler modem Oryantalizme yeni bir ışık getirmişlerdir. Ancak bu kişile rin çalıştıkları alanları, fikir gruplarını ve denemelerini en iyi de ğerlendirecek ortam kendilerinden sonra gelen nesiller tarafından yaratılmıştır. Eğer Bonaparte’ın deneyini (1798-1801) modem Oryantaliz min başlangıcı olarak kabul edeceksek Silvestre de Sacy, Renan ve Lane gibi İslâmî etütle çağını açan kahramanları yaratıcı, bir gele neğin düzenleyicisi, Oryantalistlerin kardeşliğini sağlayan kişiler olarak selamlamamız gerekecektir. Silvestre de Sacy, Renan ve Lane’nin yaptıkları, Oryantalizmi bilimsel ve akılcı bir temele oturtmak olmuştur. Bu hizmet sadece kendi örnek emellerinin ger çekleşmesine değil aynı zamanda Oryantalist olmak isteyen her kesin faydasına açık bir sözcükler dünyasının ortaya çıkmasına ya ramıştır. Onların Oryantalizme verdikleri değer büyük bir keşifti. Bu değer bilimsel bir terimler sisteminin doğmasına yol açmış, Doğu’nun karanlıklarını dağıtmış, ona özel bir aydınlanma meto du getirmiş ve Oryantalisti “Doğu” için çok önemli bir insan şekli ne sokmuştu. Ve yine bu değer Oryantalistin çalışmalarını yasal laştırmış, ona bilimsel ahenk sağlamıştı. Artık ortaya konacak tüm metinler kültür dünyası içinde sadece Doğu için konuşacak bir kaynaklar halkası sayılabilecekti. Bu yolu açanlar, öyle bir çalışma alanı ve öylesine güçlü bir fikir ailesi ortaya koymuşlardı ki bu ko nuda faaliyet gösterecek kişiler bir azınlık meydana getirecekler ve hem kendi aralarında hem de dış dünyada büyük bir saygınlığa eri şeceklerdir. Ondokuzuncu yüzyılda Avrupa Doğu’ya ne ölçüde eğilse, Oryantalist kamu oyunda o derecede güven kazanıyordu. Ancak Oryantalistin bu kazancı kaynaklardan ayrılması ile sonuç lanacaksa bu durum bizi şaşırtmamalıdır. Zira onun görevi o sırada “yeniden kurmak” ve tekrarlamak olmuştu. Son bir gözlem: Onsekiz ve ondokuzuncu yüzyılın şimdi meş gul olacağım fikirleri, kurumlan ve kişileri tarihte hiçbir zaman erişilmediği kadar geniş bir toprak parçasının en önemli unsurları ve yaşamının vazgeçilmez parçalarıdır. Daha önce de belirttiğim gibi İkinci Dünya Savaşının arifesinde Avrupa, dünya yüzeyinin % 85’ini sömürge alanı şekline sokmuş bulunuyordu. Modem Or yantalizmin aynı zamanda kapitalizm ve kolonyalizmin bir parçası olduğunu söylemek pek de yanlış sayılmaz. Ancak bu kadarı yet mez... Onu analitik ve tarihî bir incelemeye tabi tutmak gerekmek tedir. Beni en çok ilgilendiren olay Modem Oryantalizmin Dante ve Herbelot’nun görüşleri gibi sömürgecilik öncesi fikirlerinin aleyhine bir sistematik birikim disiplinine ne şekilde sahip çıktığı dır. Bu birikim entellektüel ve kuramsal bir çizgi olmaktan çıkarak oryantalizmi kaçınılmaz biçimde insan ve toprak unsurunu birbiri üzerine yığmaya doğru itmiştir. Ölmüş yahut kaybolmuş bir Doğu dilini yeniden yaşatmaya çalışmak, genelde ölmüş yahut ihmal edilmiş birDoğu’ya yeniden hayat vermeye çalışmakla birdir. Bu davranış aynı zamanda akıl, bilim ve düşlerle yola çıkarak Doğu toprağı üzerinde ordulara, yönetimlere ve bürokratla yarar bir alan meydana getirmekle eş değerdedir. Tek kelime ile Oryantalizmin haklılığı sadece entellektüel yahut artistik başarılarında değil aynı zamanda tesirinde, faydasında ve sonradan kazandığı otoritesindedir. Bütün bunlar onunla yakından ilgilenmeyi gerektiriyor. Silvestre de Sacy, Emest Renarı, Kari Marx: Akılcı antropoloji, filoloji laboratuvarı ve etkileri Silvestre de Sacy’nin hayatında iki büyük tema vardır: Büyük bir çalışma azmi ve terbiyecilik... 1757’de genellikle noterlikle uğra şan jansenci bir aileden doğan Antoine Isaac Silvestre de Sacy Lenedik kilisesinde özel dersler alarak eğitimine başlamıştı. Önce Arabça sonra Süryani ve Kaide dillerini ve nihayet İbranice öğren di. Özellikle Arabça, Sacy’ye Doğu dünyasının kapılarım açıyor du. Zira Joseph Reinaud’un çok yerinde olarak işaret ettiği gibi ge rek kutsal ve gerekse din dışı, en eski ve en öğretici Doğu eserleri Arab dilinde meydana getirilmişti.111’Sacy bir kralcı olduğu halde 1796’da yeni kurulan Yaşayan Doğu Dilleri Okuluna ilk Arabça öğretmeni seçildi. 1824’de ise bu okulun direktörü oldu. 1805’ten sonra Dışişleri Bakanlığında Oryantalist olarak görev yaparken 1806 yılında “College de France” a hoca oldu. 1811 ’den sonra or taya çıkmaya başlayan çalışmaları önce Büyük Ordunun bültenle rini çevirmek ve 1806’da Napolyon tarafından istenen Ortodosk Rusa’ya karşı Müslümanların dinî duygularını tahrik etmeye yö nelik bir “manifesto” hazırlamak şeklinde idi. Ancak Silvestre de Sacy yıllarca Doğu’da diplomatik çevrelerde görev alacak tercü manları ve bilim adamlarım yetiştirmekle uğraşmıştır. Fransızlar 1830’da Cezayire çıktıkları şuada Cezayir halkına okunan resmî bildiriyi Arapça’ya tercüme eden Sacy idi. Doğu’ya ait bütün dip lomatik meselelerde Savaş Bakanlığı tarafından devamlı olarak kaynak sayılıyordu. Yetmiş beş yaşında Yazı Akademisi’nde Dacier’nin yerine geçti ve aynı zamanda Kraliyet Kütüphanesinde Doğu yazmaları bölümüne koruyucu uzman oldu. Bütün kariyeri boyunca Sacy’mn adı özellikle (ve bilhassa Doğu bilimleri konu sunda) eğitim reformu ve yenileştirme konuları ile bir arada anılı yordu. İhtilâl sonrası Fransa’sında bu alanda en önemli isim önün dü112* 1832’de Fransa’da kendi dallarında Cuvier ve Sacy’den baş ka kimse yoktu. Silvestre de Sacy adının Modem Oryantalizmle bir tutulması nın tek nedeni, onun 1822’de kurulan Societe Asiatiye. Asya Derneği’nin ilk başkanı oluşu değildi. Fakat Sacy aynı zamanda bu il min faydasına, bütün bir metinler dünyasını sistematik biçimde sunmuş, bir pedagoji pratiği meydana getirmiş, bir bilim geleneği ne yol açmış ve nihayet Sacy, Doğu ilmi ile genel fayda arasında akılcı bir yol bulmuştu. Viyana Konsilinden beri Avrupa ilk defa Silvestre de Sacy’nin eserinde bir metodoloji prensibi ile bir bilim sel disiplinin başbaşa faaliyet gösterdiğine şahit oluyordu. Bütün bunların ötesinde Silvestra de Sacy, her zaman önemli bir bilimsel yenileme projesinde daima ilk akla gelen insandı. O bir başlangıç adamıydı, varlığından haberdardı, bizim genel tezimize en çok uyan yönü şu idi ki yazılarında takındığı tavırla Doğu’yu ve öğren cilerini hem öğrenen ve hem de öğrendiklerini yaşayan kişiler ola rak, bir çağdaş kilise adamı gibi düşünüyordu. Hayranlarından biıi olan çağdaşı Broglie dükü onun hakkında “bir kutsal tarih hocası ile bir bilim adamı davranışlarını en iyi bağdaştıran kişi” demişti. Gerçekten Sacy kendi devrinde yaşayanlar arasında “Leibniz’in, ümitlerini, Bossuet’nin gayretleri ile en iyibir araya getirebilecek” tek insandı.(13) Dolayısı ile Sacy bütün yazdıklarında doğruca öğ rencilerine hitap ediyordu. (1799’da yayınlanan Principes de gram m aire generale (Genel dilbilgisinin prensipleri) isimli ese rinde öğrencisi kendi oğlu idi...) Sacy konuyu yeni bir şey olarak değil, daha önce yapılmış, söylenmiş veya yazılmış eski şeylerin en iyilerinin özeti şeklinde sunuyordu. Öğrencilerine karşı takındığı eğitici tavır ve bir konuyu tekrar etme, özetleme ve kolayca anlaşılır hale getirme eğilimi Sacy’nın karakterinin iki can noktası idi. Böylece Sacy’nın yazıları hiçbir zaman “Konuşma dili tonunu” kaybetmemiştir. Eserleri birinci şa hıs zamirleri ile yüklü idi. Bu arada yazdıklarında derin bir belâgat göze çarpıyordu. En teknik konularda dahi (Örneğin üçüncü yüzyıl Sasanî sikkeleri hakkında bir yazıda) yazan kalemin arkasında, ha ber veren bir sesin varlığı hissediliyordu. Principes de gram m aire generale (Genel dilbilgisinin pren sipleri) isimli eserinin önsözünde oğluna ithaf ettiği ilk satırlarda eserinin tonu ortaya çıkmaktadır: “Bu senin için sevgili oğlum! Bu küçük kitap senin için yazıldı... Demek istiyorum ki sana yazıyo rum, (yahut sana hitap ediyorum,) zira sen bunları öğrenmek ihti yacı içindesin. Bu bilgiler başka bir yerde kolaylıkla bulunamaya cağı için kendim çalışmaya giriştim.” Doğrudan doğruya hitap, faydacılık, gayret, kolaylıkla edinilen ve işe yarayan akıl Silvestre de Sacy’nin ana hatlarıydı. Zira Sacy iş ne kadar zor, konu ne kadar karanlık olursa olsun herşeyin açık ve akılcı biçimde ortaya kona bileceğine inanıyordu. İşte Bossuet’nin ciddiyeti, Leibniz’in ileri hümanizması ve Rousseau’nun tonu, bütün bunlar Sacy’nin kişili ğinde bir araya gelmişti. Silvestre de Sacy’nin tonu kendisini ve insanlarını dünyanın geri kalan kısmından ayıran bir etki yaratıyordu. Öyle ki öğretmen ve öğrenciler sanki bir sınıfa kapanmışlar ve üzerlerine kapıları ki- litlemişlerdi. Doğu etütleri konusu onlar için fizik, felsefe yahut klasik edebiyat gibi konulara benzemiyordu. Gizli ve içe dönük bir konuydu. Doğu ile daha önce ilgilenmiş fakat bilgilerini daha dü zenli bir şekilde arttırmak isteyen kişiler için değer taşıyordu. Bu örnek içinde pedagojik disiplin, çekici olmaktan çok etkili olmayı ön plana almak zorunda idi. Talebelere anlatılan konular öğretici biçimde “Açıklığa kavuşturulacak” ve öğrenciler kendilerine dik katle seçilerek sunulan bu konuları kabul edeceklerdi. Doğu eski ve uzaklarda olduğu için onu yeniden imar etmek gerekiyordu. Bilgi alanında orada nelerin kaybolup gittiğini bilmek gerekiyor du. Ve Doğu’nun zaman ve mekân içinde ortaya çıkabilecek mu azzam zenginliği o sırada bütünü ile gözler önüne serilemiyorsa, elde edilebilen küçük örnek parçalan en iyi biçimde değerlendir mek luzumu vardı. Bu yüzden Silvestre de Sacy antoloji, klasikler den seçmeler, genel prensipleri sergileyen tablolarla uğraşmayı hedef tutmuştu. Bu konular içinde yer alan güçlü Doğu öğrencile rin gerçekten ilgisini çekiyordu. Seçilen bu örnekler iki açıdan de ğerli idi: (a) Uzaklığı ve bilinmezliği yüzünden o güne kadar gizli kal mış Doğu’ya ait meseleleri bir Batı’lı olarak Silvestre de Sacy, bü yük bir otorite ile ele alıyordu. (b) Bu örnekler gerçekten Doğu’yu temsil gücü taşıyorlardı. Silvestre de Sacy’nin bütün çalışmaları temelde derin bir “seç me ve birleştirme" yeteneğine dayanıyordu. Böylece ciddi biçim de öğretici, çalışkan şekilde “yeniden gözden geçirici” idi. Principes de grammaire: generale (Genel dilbilgisinin esasları) isimli eserinin dışında Cbrestomatie Arabe (Arab külliyatı) adı ile üç ciltlik bir eser (1806 vel827), bir Arab grameri metinler antolojisi(l825), Ecole Speciale öğrencileri için bir A rab Gramen(1810) yazmıştı. Ayrıca Arab dili, Dürzîlerin dinleri, Nümizmatik, isimler bilgisi, güzel yazı, coğrafya, tarih, Doğu’da ölçü ve tar tılar üzerine sayısız küçük kitabı vardı. Çok sayıda tercüme ve Ke- lile ve D im ne ile el-H ariri’nin M akam at kitapları hakkında iki Şerh çalışması, eserleri arasında dikkati çekiyordu. Silvestre de Sacy modem bir tarihçi ve araştırmacı olmaktan çok bir yayıncı olarak büyük enerji sarfetmişti. Kendisine yakın olan fakat hakkın da bilgi sahibi olmadığı pek az bilimsel disiplin onunla yarış edebi lecek karakterde idi. Yazıları çok basit ve Oryantalizmi ilgilendir meyen sahalarda oldukça dar ve tek yönlü idi. Bununla birlikte Napolyon, 1802’de Fransız Enstitüsünü, “Sanat ve bilimin 1789’dan beri elde ettiği gelişmelerin” genel bir tab losunu çıkarmakla görevlendirdiği sırada Sacy, yazı kuruluna se çilmişti. En güçlü uzmanlar arasında idi. Genel sorunları ele alan ların içinde en ileri ölçülerde tarih bilgisine sahip kişilerin yanında yer alıyordu. Resmî adı ile Dacier raporu, Silvestre de Sacy’nin gö rüşlerinin önemli bir kısmını taşıyor, Doğu biliminin genel tablo sunu çizerken onun fikirlerini öne sürüyordu. Bu raporun ismi olan “Fransız biliminin genel tablosu” dinsel bilimin karşısında yeni Fransız tarih anlayışının ilginç bir göstergesi idi. Bu anlayışın teatral bir yanı vardı: Sanki bilim bir tiyatro sahnesi üzerine çıkarılmış ve kolayca göz gezdirilerek, bütünü hakkında yeterli fikir sahibi olmayı mümkün kılacak biçimde ele alınmıştı. Dacier’nin İmpara tora hitaben kaleme aldığı önsöz bu temayı ortaya koyuyordu. B öylece İmparator başka hiçbir krala nasib olmayacak şekilde bir bakışta “İnsan biliminin ana hatları” hakkında yeterli bilgi sahibi olacaktı. Bu tabloyu meydana getirebilmek için cahillik yüzünden unutulmuş ve kaybolmuş pek çok eser meydana çıkarılmış ve za man içinde büyük bir araştırma gayreti sarf edilmiştir. Dacier ayrı ca Mısır seferinin çalışmaları kolaylaştırdığı ve böylece birkaç ge zi sonucu “coğrafi bilgilerin hızla geliştiğini” ilave ediyordu.1145 “Fransız biliminin genel tablosu” Oryantalizmin yeni açılan çağını anlamak bakımından değer taşımaktadır. Zira bu eser Or yantalist ile konulan arasındaki ilişkileri açığa çıkardığı gibi Doğu bilimlerinin formunu ve karakteristik çizgilerini de ortaya koy maktadır. Silvestre de Sacy Oryantalizm üzerine kendi yazdığı kı sımlarda (bütün yazılarında olduğu gibi) temel çalışmasından söz açarken, pek çok karanlık malzemeyi “bulduğunu, gün ışığına çı kardığını, kurtardığını” belirtmektedir. Hangi nedenle...? Onları öğrencilerine “Sunmak” için... Zira Silvestre de Sacy, devrinde ya şayan bütün diğer kültürlü insanlar gibi, bir bilimsel çalışmanın, alimlerin birlikte inşa ettikleri bir binaya ilave yapmak anlamını ta şıdığına inanıyordu. Bilmek genellikle bir malzemeyi “görünür” hale getirmekti. Her bilgi tablo’nun içinde bir parça idi. Bilimsel disiplin iktidar sahibinin özel bir tekniğiydi. Onu kullananlara (öğ rencilerine) bilgileri için araç sağlar, (tarihçi iseler) o zamana ka dar kayıp sayılan bir olanağı yeniden bulup ellerine verirdi.(15>Hiç kuşkusuz söz hâzinesi ile bilimsel bulgu, Oryantalizmin öncüsü olan Silvestre de Sacy’nin kişiliğinde mükemmel bir kaynaşma alanı buluyordu. Bilim adamı olarak Sacy’nin kahramanlığı üste sinden gelinemeyecek zorlukları kolaylıkla yenmesi idi. Öğrenci lerine açtığı bilimsel alanın içinde kendisi dahi yer almazdı. Broglie dükü ondan söz açarken “kitap yazdı, kavram yarattı ve misal gösterdi” diyordu. Neticede Sacy Doğu’dan gerçek bilimsel mal zemeyi getirmiş, bunları incelemenin metodunu yaratmış, Do ğu ’nun dahi bilmediği “Örnekleri” tanıtmıştı. Bir eski Yunancı yahut Latin dünyası uzmanının çalışma düze ni yanında Silvestre de Sacy’nin uğraşı şekli acıklı idi. Onların ge rekli bütün metinleri, araçları ve okulları vardı. Sacy’nin ise hiçbir şeyi yoktu. Dolayısı ile herşeyi arayacak, bulacak, kullanılır hale sokacaktı. S atfettiği gayret, elde etti sonuç Sacy’nin hırsının eseri idi. Görevi gerçekten çok ağırdı. Diğer alanlarda çalışan bütün di ğer arkadaşları gibi bilmenin, genel bir görüş sahibi olmakla eş de ğer taşıdığını seziyordu. Ama onlar gibi sadece bilgiyi tanımlamak değil, aynı zamanda bu bilgiyi yoktan var etmekle uğraşıyordu. Herşeyi baştan çözecek, yorumlayacak ve en zor olanı, bunları an laşılır hale getirecekti. Silvestre de Sacy bütün bir alanı yaratmayı başarmıştır. Avrupalı olarak tüm Doğu arşivini altüst etmiş fakat bu işi hiç Avrupa’dan çıkmadan bitirmiştir. Eline aldığı metinleri önce “onarmış” daha sonra notlamış, sıralamış, düzenlemiş ve açıklamıştır. Bu çalışma öylesine ileri boyutlara varmıştır ki za manla Doğu, oryantalistin gerisinde kalmış ve daha az değerli sa yılmıştır. Böylece Silvestre de Sacy tarafında öğretici bir bilimsel tablonun içine çekilen Doğu zamanla kendi gerçeklerine kavuş muştu. Sacy görüşlerini ve pratik çalışmalarını belli bir teorik desteğin dışında bırakmamayı düşünecek kadar anlayış sahibiydi. Herşeyden önce Doğu’nun kendisinin, neden bir Avrupalı zevki, zekâsı ve sabrı gösteremediğini açıklamak istiyordu. Silvestre de Sacy Arab şiiri gibi konuların faydasını ve yararlı noktalarını gösterir ken aynı zamanda bu eserlerin değerlendirilmeden önce oryanta list tarafından tamamı ile anlaşılır şekle sokulması gerektiğini be lirtiyordu. Söylenenin anlaşılması bilimi ile geniş ölçüde ilişkili bulunan bu alanda aynı zamanda Oryantalist çalışmaların luzumu da tüm açıklığı ile ortaya çıkıyordu. Arab şiiri AvrupalIlara tama mı ile yabancı iklim şartları altında, değişik sosyal ve tarihî koşul larda ve Avrupahlarm hiç bilmedikleri bir ortamda yabancı bir halk tarafından yaratılmıştı. Ayrıca bu şiir AvrupalIların ancak uzun ve yorucu incelemeler sonucu kavrayabilecekleri fikirler, önyargılar ve katı inançlarla doluydu. Bir uzmanlığın zor şartlan altında yetişmiş olsa dahi bir Avrupalı bu şiirin içinde yer alan sem bollerin önemli bir kısmını yine anlayamayacak ve “çok yüksek bir uygarlık düzeyine ulaşmış olan” Avrupalılar için bu konu yine ka ranlıkta kalacaktı. Bununla birlikte önemli değerler elde debileceklerdi. Dolayısı ile vatandaşlarını alışılmamış tecrübelere hazır layan Oryantalistin rolü bu noktada değer kazanıyor ve asıl önemli olanı Avrupalı, “gerçekten tanrısal” bir şiir dünyası olan İbranî eserlerini tanımak için uygun düzeye kavuşuyordu.1171 Oryantalist gerçekten önemli insandı, zira uzak ufukların arka- srnda yer alan Doğu ülkelerinde işe yarayacak ne varsa arayıp bulu yor, taşıyıp getiriyordu. Onun düşünce ve görüşlerinden yararlan madan Doğu bilinemezdi. Onun yardımı olmadan Doğu hikayeleri okunamazdı. Silvestre de Sacy’nın “parçalar” teorisinin başında yer alan samimi ve romantik görüş böylece özetlenebilirdi. Do ğu ’nun adebî eserleri Avrupahlar için sadece anlaşılamaz değil, fa kat aynı zamanda bu eserler özet olarak yayınlanmanın ötesinde değerlendirilmeye lâyik değildi; zira fazla bir “zevk” taşımıyorlar dı.(I8) Dolayısı ile oryantalist’ten istenen Doğu’yu parçalar halinde tanıtmak ve yine parçalarla açıklamaktı. Bu takdim şekli için özel bir türe ihtiyaç vardı: Sacy “Külliyat” türünü böylece icat etti ve or yantalizmden faydalanmanın en kolay, en etkili yolunu ortaya koydu. Sacy’nin en önemli eseri üç cilt halinde yazılan “Chrestomathie Arabe” (Arab külliyatı) dır. Silvestre de Sacy’nin antolo jileri Avrupa’da birkaç kuşak öğrenci tarafından uzun yıllar çok geniş biçimde kullanılmıştır. Eserler karakteristik olma iddiası ta şımakla birlikte oryantalistler tarafından uygulanan sansür baskısı altında bulunuyordu. Üstelik konularının iç düzeni, bölümlerinin sıralanışı, parçaların seçilişi, asla genel sırlarını açığa vurmuyor du. Seçilen parçalar eğer değerleri yüzünden veya kronolojik sıra lama açısından yahut da estetik kaliteleri ile (ki Silvestre de Sacy’mn seçmelerinde böyle bir görüş yoktu...) öne alınmış değil se, en azından bir Doğu karakteri veya bir takdim gerekçesi taşıma lı idi. Fakat bu konuda herhangi bir açıklama hiçbir zaman yapıl mamıştır. Sacy’nin tek söylediği şudur: “Bu seçmeleri bir araya getirirken başlıca hedefim Özel Kraliyet Okulu öğrencilerine Arab edebiyatının çeşitli ürünlerini tanıtmaktı, zira onlar bu eserleri ta nıyabilmek için kolay bulunmayan yahut pek yüksek ücretler öde nerek satın alınan kitaplara baş vurmak zorunda kalacaklardı.” Okuyucu zamanla Oryantalist tarafından sarfedilen gayretleri unutmakta ve Doğu ile ilgilenirken basit bir seçmeler kitabım hare ket noktası saymaktadır. Böylece Doğu’nun gerçek tarifi ile aynı Doğu’nun Oryantalist tarafından tarifi birbirinden ayrılmaz ve de ğişmez bir bütün oluşturmaktadır. Sonuçta Doğu Oryantalistin ka fasına göre şekillenmekte. Onun prensipleri ile tanınmaya razı ol maktadır. Uzaktadır fakat ulaşılamaz değildir... Faydası tartışıla bilir, fakat eğitime yaradığı kuşkusuzdur. Kaybolmuştu, bulun muştur; parçalara ayrılmış olsa dahi... Silvestre de Sacy’nin anto lojileri sadece Doğu’ya bir ilave değildir; aynı zamanda Doğu’nun Batı’daki varlığıdır.(19) Sacy’nin eseri Doğu’yu yasallaştırmakta dır. Bir nesil öğrenciden diğerine geçen pek çok yasa malzemesi ta şımaktadır. Sacy’nin müritlerinin bıraktıkları canlı miras şaşırtıcıdır. On dokuzuncu yüzyıl Avrupa Arab uzmanlarının başlıcaları entellek tüel otoritelerini Sacy’a kadar götürmekteydiler. Fransız üniversi tesi ve akademisi, İspanya, Norveç, İsveç, Danimarka ve özellikle Alman okulları onun dizi dibinde yetişmiş ve onun antolojilerinin aracılığı ile dünyaya gözlerini açmış öğrencileri ile doluydu.(20) Sacy’nin temel özelliği Doğu’yu sadece Batı için değil aynı za manda kendi öz yaran için de düzenlenmesi gereken bir dünya ola rak görmesi idi. Silvestre de Sacy Arabları Doğu’ya yerleştiriyor, fakat kendisi de modem ilmin sınırlan içinde Doğu’da yer alıyor du. Dolayısı ile oryantalizm Avrupa bilim âleminin bir parçasıydı; ancak bu ilmin, Latin ve Grek ilimleri çatısı altına girebilmesi için malzemesinin yemden yaratılması gerekiyordu. Her Oryantalist Silvestre de Sacy tarafından ortaya konmuş malzemenin yardımı ile kendi Doğu’sunu kendisi yaratacaktı. Böylece Sacy modern Oryantalizmin yaratıcısı olduğu kadar aynı zamanda onun ilk kur banı oluyordu, zira kendisinden sonra gelen oryantalistler kendi metin tercümeleri, kendi seçtikleri parçalar ve yeniden düzenle dikleri özetlemelerle Silvestre de Sacy’nin eserini baştan sona de ğiştirmişler ve kendi anlayışları içinde yer alan Doğu’ya gidecek yolları kendileri açmışlardı. Artık kurulan yeni düzen özellikle fi lolojinin sistematik ve kurumsal bir güç kazanacağı noktaya kadar ulaşmış ve Silvestre de Sacy’nin o çağda kullanmasına imkan bu lunmayan bir araç şekline girmişti. Bu şeref Renan’ın olmuştur. Doğu’yu, mukayeseli bilimsel disiplinlerin en yenisi olan filoloji ile bir araya getirmek onun düşüncesi idi. Silvestre de Sacy ile Renan arasındaki fark “kurucu ile yürütücü” arasındaki farktı. Sil vestre de Sacy bir alanın ortaya çıkmasına yol açan eseri yaratan ki şi ve kökleri ihtilâlci romantizmde yatan, ondokuzuncu yüzyıl bi limsel disiplin yolunu açan insandı. Renan ise oryantalizmin ikinci kuşağınm yetiştirmesiydi. Görevi Oryantalizmin resmî görüşlerini sağlamlaştırmak, sezgilerini sisteme bağlamak, entellektüel ve İdarî kurumlarını düzenlemekti. Silvestre de Sacy’nin ününü sağ layan, çalıştığı alanı yaşatan ve temel bilimsel yapısını ayakta tu tan, kişisel gayretleri idi. Renan ise Oryantalizmi filolojiye uydur muştu, Her iki bilim adamı da kendi çağları içinde Oryantalizmi entellektüel plana çıkarmış, görünür hale getirmişlerdi. Renan kendi açısından ne tam orijinal ne de tam bağımlı idi. Dolayısı ile ya bir kültür gücü yahut da önemli bir oryantalist sayı lıyordu. Onu ne gerçek kişiliğine geri götürmek ne de inandığı fi kirlerin genel şeması içinde tanımak imkânı yoktu. Renan, Silvest re de Sacy’nin öncülük ettiği yolun içinde düşünüldüğü sırada da ha kolay anlaşılabilir. O kendisinden referans alınabilecek geçerli bir metin karakteri taşıyordu. Kısacası Renan kültürel ve entellek tüel yönü ile ele alınacak bir tip ve Michel Foucault’un 21' “Zamanı nın arşivi” dediği Oryantalist görünüşlü bir insandı. Önemli olan sadece Renan’ın söylediği şeyler değildir. Fakat bu söylenenlerin söyleniş biçimleridir. Meramını anlatmak için seçtiği örneklerdir. Bunların ifade şekli ve başka örneklerle karşı laştırma yöntemleridir. Renan’m Doğu’da seçtiği konularla, yaşa dığı çağ ile, hedef aldığı okuyucuları ile, hatta bizzat kendi öz ça lışması ile arasındaki ilişkileri ele alabiliriz. Bu konuda gizli bir denge arayan formüllere ihtiyacımız yoktur (Örneğin Zeitgeist. Yazar ve zamanı). Renanı okumak için, onun zaman ve belirli bir kültür dairesi içinde, belirli bir yeri anlatmaya çalışan bir yazar ol duğunu düşünmek gerekiyor (Arşiv malzemesinden hareketle...). Onun yaşadığı çağ içinde ve Oryantalizm dünyasında nasıl bir yeri olduğu ancak bu şekilde ortaya çıkabilecektir. Renan Oryantalizme filolojiden gelmişti. Aynı zamanda bu çok zengin ve kültürel zaferlerle yüklü disiplini Oryantalizme geti riyor, onun başlıca karakteristik özellikleri araşma katıyordu. Ar tık “Filoloji”yi anlamsız ve düzensiz kelimelerin incelenmesi ola rak düşünen herkes Nietzsche’nin, ondukuzuncu yüzyılın büyük akılcı dünyası içinde filolog olarak ilan edildiğine şaşırarak tanık olacak, ancak Balzac’m “Louis Lambert "ini hatırladığı zaman ay nı şaşkınlığı geçirmeyecektir: “Bir kelimenin yaşam ve macerasını anlatırken çok güzel bir kitap düzenlemenin olanağı yok mu? Hiç kuşkusuz o, hizmetinde bu lunduğu olayların içinde çeşitli etkilerin altında kalmıştı. Yerine göre değişik fikirler yarattı, ancak asıl büyük görevi şu üç elema nın birleşmesinde yatmıyor mu: Ruh, Vücut ve hareket”122’ Wagner, Schopenhauer, Leopardi gibi yazarları filolojinin içinde düşünen kişi Nietzsche hakkında ne karar verecekti? Anla şıldığına göre bu deyim dillere karşı özel bir yetenek ve sevgi gücü taşıyan kimselere uygun görülüyor, ayrıca bu kişiler estetik ve ta rih gücü taşıyan eserler yaratabilmek için yeterli hareket gücü taşı mak zorundadırlar. Hernekadar Filoloji mesleğinin 1777’deF.A. Wolf’un kendisi için “Stud. philol.: Filoloji incelemeleri” kelime sini icat ettiği gün başladığı göz önüne alınsa dahi, Nietzsche klasik Grek ve Latin metinlerini inceleyenlerin sıkıntılara düştüklerini söylüyor: Hiçbir zaman “Özne’nin köklerine” inememişlerdir. Fi lolojiyi hiçbir zaman bir problem olarak ele almazlar. “Zira onlar için olay basittir, eski dünyanın bilimleri arasında saydıkları filolo ji ’nin sonsuza kadar sürmeyeceğini, malzemesinin gittikçe tüken diğini ileri sürerler...”09diyor. Nietzsche’ye göre filologların anla yamayacağı konular işte bunlardır. Ancak Nietzsche’ye göre bu olayın içinde değer vermeye layik bazı noktalar da vardır. — Bura da ikiliğe düşme ve yüzeyde kalma tehlikesi yok sayılamaz— Nietzsche filologların meslekleri gereği modem yaşamla derinden il gili olduklarını ileri sürüyor... Filoloji herşeyi problemli hale getirmektedir: Bunu bizzat filo loglar farketmişlerdir. Bu ilim Modem ve Avrupah adamı özel bir kişilik içinde ele alıyor. Zira “Modem” ve “Avrupalı” kelimeleri bir başka kültür ve bir başka çağ ile ilişkili olmadıkları zaman hiç bir anlam ifade etmezler. Nietzsche aynı zamanda Vico gibi filolo jiyi “Doğmuş”, “Yaratılmış” olarak görmektedir. İnsanların bir üretimi olan filoloji, insanların keşfi olarak ortaya çıkmış; kendi kendilerini bulmak gibi... kendi özünü tanımak gibi bir şey olmuş tur. Filoloji bağlardan kurtulmanın bir başka şeklidir. Büyük sanat karların zamanlarından ve yakın geçmişlerinden kurtuldukları gi bi... Çelişkiler doğsa dahi bu kopuş, bu uzaklaşış aynı zamanda modem yaşamın içinde olmaktır. 1777’nin Friedrich August Wolf’u ile 1875’in Friedrich Nietzsche'si arasında Emest Renan vardır. Bir Oryantalist filolog olan Renan aynı zamanda filoloji ve modem kültürün birbirine ya kın, hatta birbirinin üzerinde olduğunu en ileri ölçülerde hisseden kişidir. 1848'de yazdığı fakat sadece 1890’da yayınlanan Avenir de la science (Bilimin geleceği) isimli eserinde altını çizerek “Modem düşünüşü icat edenler filologlardır...” demektedir. Daha önceki cümlede ise modem düşüncenin “filoloji ile aynı gün doğ muş akılcılık, eleştiricilik ve hür düşünce” olduğunu belirtiyor. Mukayeseli bilimsel disiplin olarak da filoloji, “yenilerin eskiler de bulunmadığım haklı olarak ileri sürebilecekleri” bir üstünlük tür. Doğrudan doğruya yahut dolaylı yollardan insanlara en önemli düşünceleri getirenler edebiyatçı yahut filolog olarak anılan kişi lerdir. Renan’ın filolojik kültür adını verdiği “modem kültürün” içinde filolog’un rolü “fizik ilimlerle uyum sağlamak”, “ilkel rüya larla bilim çağlarının parlak görüşleri arasındaki farkı ortaya çıkar- mak”ve “her türlü tabiatüstücülüğe karşı ölçülü davranmak”tır. “Fakat bu genel ve eleştirici bakıştır, evreni kuşkulu gözlerle ara yıştır... Hissediyorum ki kendi vücudumda on insanın hayatını birlikte yaşasa idim, herşeyi keşfetmeye uğraşırdım. İnceler, yar gılar, karşılaştırır, bir araya getirir, düzelür, toplar ve herşeyin sis temini anlamayı başarırdım... Felsefe yapmak, eşyayı bilmektir; Cuvier’nin çok güzel dediği gibi “Dünyayı teorilerin ışığında eğit mektir”. Kant gibi ben de inanıyorum ki, bir matematik gösteri kadar güçlü hiçbir şey olamaz... kişi yaşayan gerçekler hakkında ondan hiçbir şey öğrenemez. Felsefe akla dayanan şeylerin “en doğru ilmidir”. Vücudun felsefî ilimleri olan fizik ve kimya gibi o da insan ilimlerinden biridir.”041 Daha ilerde Cuvier’nin açıklamalarına ve Renan tarafından tabiî ilimler dalında verilen devamlı bilgilere geri döneceğim. Şimdilik şunu göstermek istiyorum ki l’A venir de la Science (bili min geleceği) isimli eserin büyük bir kısmı filoloji ilminin hayran lıkla yapılmış tariflerine ayrılmıştır. Renan bu ilim hakkında: “bü tün ilimlerin arasında gayesi ve bütünlüğü en zor anlaşılan bilim dalı...” diyor ve onun bütün diğer disiplinler arasında en “açık” yol olduğunu ileri sürüyor. Renan filolojiyi insanlığın gerçek bir bilim kolu haline getirmek için sarfettiği gayretler arasında Vico, Herder, Wolf ve Montesquieu ile işbirliği yapmış, Wilhelm von Humboldt, Bopp ve kitabını ithaf ettiği büyük oryantalist Eugene Burnouf gibi çağdaş filologlar ile bir arada bulunmuştur. Renan filolo jiyi bilimi ilerletecek tüm kaynakların başına koyuyor ve kitabın kendisini dahi insanigelişmenin bir göstergesi sayıyordu. 1848 yı lının diğer kitapları olan Bouvard et Pecuchet ve te D ix-h u it Brum aire de Louis Bonaparte(Louis Bonaparte’nin 18. Brumaire’i) gibi eserlerin yanında kitaba koyduğu ikinci başlık “ 1848’in düşünceleri” bir cins alaycı davranış sayılabilirdi. Renan bu mani festoyu filoloji üzerindeki fikirlerim açıklamak üzere kaleme al'■nış olabilir (kendisine Volney ödülünü kazandıran Samî dilleri büyük filoloji araştırmasını daha önce yayınlamış bulunuyordu). Renan böylece 1848’le gelen büyük sosyal problemler karşısında entellektüel bir tavır takınmış oluyordu. Renan söz konusu prob lemlerle olan tüm ilişkilerini rayına oturtabilmek için filolojiye başvurmaktan başka çare görememişti. Filoloji bütün diğer disip linler arasında en temkinli ve geniş halk kitlelerini en az ilgilendi ren en muhafazakâr ilimdi. Renan bu disiplin içinde kendisini hür hissediyordu. Zira diğer insanlara karşı konuşurken onlardan biri gibi değildi; daha çok düşüncenin ve uzmanlığın sesini duyuruyor du. 1890’da ırkların eşitsizliği ve yığınların üzerinde daha güçlü bir varlığın üstünlüğü gibi kavramların “kalıplaşmış görüşler” ol duklarını söylüyor, bunları Doğu’da ve toplum içinde antidemok ratik kanunlar olarak yorumluyordu.(25) Fakat Renan kendisini ve söylediklerini birbirinden ayıran du ruma nasıl ulaşmıştır? Aslında bir tarafta filoloji, karşı tarafta filo log neydi? Eğer filoloji bütün insanları ilgilendiren bir ilim dalı; konularının başına insanı koyan ve bütün İnsanî değerleri en ince ayrıntılarına kadar inceleyen bir yol ise, filolog bunun karşısında nasıl bir tavır takınacaktı? Renan bu kuralı tersine çevirmişti zira kendisine bunca şöhret temin eden Samî dilleri üzerindeki bilimsel çalışmaları sırasında aynı ırkın bugün yaşayan temsilcilerine karşı ırkçı önyargılarla dolu olduğunu ortaya koyuyordu. İnsanları üs tün ve geri olarak çeşitli ırklara ayırmak için aşırı gayretler sarfeden hür fikirli bir bilim adamı nasıl oluyor da insanlar arasındaki en ileri değerleri, en orijinal bağlan bulup çıkarabileceğini iddia edi yor? Bu sorunun cevabı kısmen Renan’ın Victor Cousin, Michelet ve Alexandre von Humboldt’a yazdığı ilk filolojik mektuplarda yer almaktadır.1” 1Renan bu kaynakta profesyonel ilim adamı ola rak çok güçlü bir tarafgirlik taşımakta ve böylece kendisi ile kitle ler arasına büyük mesafe koymaktadır. Fakat bana göre önemli olan Renan’m bir oryantalist filolog olarak genel gelişim tarihi içinde oynadığı rol ve kendi görüşü ile filolojinin hedefleridir. Bir başka deyimle Renan’ın filolojiden beklediği sonuç ve bu ilmin ta rihi ve keşifleri karşısında takındığı tavırla, kendisinin bu ilmin içindeki yeri konusunda çelişkiler vardır. Dolayısı ile Renan’ı “filoloji”den konuşan bir insan değil, fakat “filolojik” olarak konuşan bir insan saymak gerekiyor... Gerçekten Renan bu sırada yeni ve değerli ilmin bütün gücünden yararlanmakta ve izahlarında yepye ni bir dilin bütün imkânlarına kavuşmuş bulunmaktaydı. Renan’m anladığı, kabul ettiği ve kendisine öğretildiği gibi fi loloji bir seri inançla birlikte varlığını sürdürmekteydi. Filolog ol mak insanın bütün faaliyeti sırasında, herşeden önce bir seri yeni buluşla uğraşması ve herşeyi yeniden gözden geçirmesi demekti. Bu sırada Filolojiye malzeme veren “kelime bilgisi” gibi diğer ilim dalları da yararlanılacak araçlar arasında bulunmalıdır. Burada Renan’m incelemelerine başladığı 1780 yılından 1830 yılı ortala rına kadar geçen zamanı ele alıyorum. Renan anılarında, imanını kaybetmesi ile sonuçlanan dinî krizin 1845’te onu nasıl bilimsel çalışmalara süreklediğini hikaye etmektedir. Filolojiye girişi, yeni bir dünya görüşüne kavuşması, krizleri ve yazarlık stili böyle bir olayla başlamaktadır. Sonuçta Renan kendi hayatının “bir filolog” hayatı olduğuna tamamı ile inanmıştı. Ancak günlük yaşamı içinde eskisinden daha fazla hrıstiyan olmaya karar vermişti. Fakat sıra bilime geldiğinde hrıstiyanlığı bir kenara bırakacak ve “Laik bi lim” adını verdiği şeyle meşgul olacaktı.(28) Bundan birkaç yıl sonra Renan 1878’de Sorbonne’da “Filolo jinin tarih bilimlerine hizmeti” konusunda verdiği bir konferansla laik bir ilim daimin neler yapabileceği ve neler yapamayacağı ko nusunda en ileri izahları gerçekleştirmiştir. Renan burada din ve fi loloji arasında dolaşmakta, her iki izah şeklinin insanlığın temeli, uygarlık ve dil konularında getirdiği anlatımlar, izahlar arasında açıklık farkı bulunduğunu belirtmekteydi. Bu noktada taraf tutan Renan filolojinin dinî öğreti yanında çok daha az karışık, çok daha uyumlu ve pozitif olduğunu ileri sürmekteydi.'295Bununla birlikte Renan’ın görüş açısı değişmez biçimde tarihî ve kendisinin deyimi ile morfolojik olduğuna göre, bu genç adamın dinden çıkarak yeni filolojik ve laik bir ilim yoluna girerken tarihî bilgilerini koruması için tek çıkar yol yine dinîn öğrettikleri idi. “Hayatımı doldurmaya layik en büyük uğraşı Hıristiyanlık üzerine sürdürdüğüm incele meler sırasında (Renan’m bu konuda kurduğu en büyük bilimsel hayal...) laik bilimlerin bana tanıdığı geniş imkânlardan istifade et mem olmuştur...” diyor.t30) Renan filolojiye hırıstiyanlık sonrası duygulan ile girmişti... Hıristiyanlığın öğrettiği tarih ile filolojinin açıkladığı tarih arasındaki farkı Renan çok iyi biliyordu. Hiç kuşkusuz filoloji yeni bir ilim dalı olarak modem karakterini bu noktada kazanmıştı. As lında onsekizinci yüzyıl sonu ve ondokuzuncu yüzyıl itibarı ile “fıloloji”den her söz açıldığında başlıca başarıları mukayeseli dilbil gisi dalında ortaya çıkmış, dil ailelerinin sınıflandırılmasında yeni görüşler getirmiş ve dillerin ilahi kökenleri konusunda yerleşmiş fikirleri kaldırıp atmış yepyeni bir ilim dalı akla gelmelidir. Bu so nucu elde etmek için dil konusunun tamamı ile insana bağlı bir olay olduğunu ileri süren fikirlerden yararlanıldığını belirtmek aşırı bir çaba sayılamaz. Neticede başta İbranice olmak üzere bütün kutsal bilinen dillerin aslında ne antik ne de tanrısal bir kökene dayanma dığı o çağda yaygın bir fikir modası şekline girmişti. Foucault dil ler konusunda gerçekleştirilen yeni keşiflerin asrın olayı olduğunu belirtiyor ve bu keşiflerin aracılığı ile, dillerin insanoğluna çenette Tanrı tarafından verildiği inancının ortadan kardırıldığım açıklı yordu. <31) Gerçekten bu gelişme dillerin eski etimolojik ve aile bağ ları kavramlarını değiştirmiş, bunların yerine yeni temel kavram lar getirmişti. Bütün bu tartışmalar Herder’in, dillerin kökeni üze rindeki çalışmasının 1772’de Berlin Akademisi madalyasını ka zanması ile en üst noktaya ulaşıyor ve bu konu yeni yüzyılın ilk on yılı içinde Avrupa’da yerine oturmuş bir tartışma olarak artık bilim çevrelerinin ilgisini çekmiyordu. William Jones’in A nniversary Discours (Yıllık konuşma la rın d a (1785-1792) yahut Franz Bopp’un Vergleichende G ram m atik (Karşılaştırmalı dilbilgisi) isimli eserinde (1832 de yayınlanıp 1866’da fransızcaya çevrilen) olduğu gibi dillerin Tan rısal kökenleri artık her tarafta kesinlikle terkedilen ve bir daha hiç konuşulmayan bir konu oluyordu. Kısaca yeni bir tarih görüşüne ihtiyaç vardı, zira Hnstiyanlık, başlıca metinlerinin tanrısallığı ko nusunda yaratılan şüphelerden kendisini kurtaramıyordu. Chateaubriand “Sanskrit dilinin îbraniceden eski olduğuna inansalar dahi bazıları sarsılmaz bir iman taşımaya devam ediyorlardı...” diyor. Ve şunları ilave ediyor: “Ne yazık ki Hint dilleri konusunda getiri len derin bilgiler bütün bu yüzyılları İncil’in dar kadrosu içine sok tu, bu felâketi yüreğimde hissetmeden önce yeniden hnstiyan ol malıyım...”(32>Başta öncü Bopp olmak üzere diğer filologlar ara sında pek çokları dil konusunda yürütülen çalışmalarında o dilin tarihini, felsefesini ve genel bilgi hâzinesini de birlikte getirdiğini görüyorlardı. Böylece üretilen her bilgi, ilmin insanlara cennette Tanrı tarafından verildiği konusunda yerleşmiş düşünceleri biraz daha yok ediyor, gittikçe ortadan kaldırıyordu. Sanskrit inceleme lerinin, uygarlığın başlangıcı kavramlarını, Incil'de anlatılan ülke lerin çok uzağına taşıdığından şüphe yoktur. Aynı şekilde dil ko nusu da insanüstü bir gücün insanla münasebeti olmaktan çıkmış ve onu kullananlar tarafından yaratılan ve gerçekleştirilen bir “iç anlaşma aracı” şekline girmişti. Artık ilkel dil yoktu. — Sadece şimdi açıklamasını yapacağım değişik bir metot vardır.— Basit dil olmadığı gibi... Bu ilk filolog kuşağının kuşağının bıraktığı miras Renan için çok değerliydi. Hatta ona Silvestre de Sacy’nin mirasından daha çok değer veriyordu. Uzun bilimsel kariyerinin başlangıcında, or tasında yahut sonunda, ne zaman dil veya filoloji konularından söz açsa temel direği teknik bir dilcilik ilmi ile, dilleri Tanrısallığın ötesine çıkarmak olan yeni filolojiden derstler veriyordu. Renan’a göre dilci, dili sadece Tanrıdan gelmiş bir araç olarak ortaya koya mazdı. O Coleridge’in yazdığı gibi “Dil insan zekâsının kışlasıdır, geçmişinin ganimetini yüklendiği gibi gelecek zaferlerinin de si lahlarını saklar...”<33) diyordu. Cennetten çıkmış diller varsayımı yerini kesinlikle terketmişti. “Indo-Europeen ve Samî” dilleri ara sındaki ilişkiler inkâr edilemeyecek biçimde ortaya konmuştu. Çok önceki devirlerde varlığı ispat edilmiş olan diller icad edilmiş sayılamazdı; zira bu gerçek filolojik bir çalışma ile ortaya atılmış bulunuyordu. Eğer bir dil diğer diller için mihenk taşı vazifesini görecekse bunun Indo-Europeen aile içinde en eski şekil olan Sanskrit’ten başkası olamayacağı şüphesizdi. Terimler de yerleri ni değiştirmişlerdi. Türlerin “sınıflandırılması”, yahut “anatomik sınıflandırma” gibi dillerin de şimdi “aileleri” vardı. Hiçbir “ger çek” dile benzemeye ihtiyacı olmayan “mükemmel” şekiller var dı. Diller tabii varlıkları ile değil, filolojik mantık düzeni içinde gün ışığına kavuşuyorlardı. Bazı yazarlar Sankskrit ve Hindistan’a ait bazı şeylerin genel de basit şekilde İbranîce ve Yahudi Cenneti hayallerinin yerine geçtiğini ileri sürüyorlardı. 1804’ten sonra Benjamin Constant “fo u m a l in tim e"de şunları yazıyordu: “Kitabımda (din hakkın da) Hint mitolojisi üzerinde ayrıntılara girmediğimi haklı görüyo rum... Hindistan'a sahip çıkan İngilizler herşeyin oradan geldiğini söylüyorlar. Hayatının dört yılını Hindistan’da geçirmiş olan Schlegel aynı şeyi söylüyor. Mısır’dan dönen Fransızlar ise herşe yin başlangıcının Mısır’da olduğunu iddia ediyorlar.”(34) Bu “son sözü söyleme merakları” 1808’den sonra özellikle Friedrich Schlegel’in “ Über die Sprache u n d Weishett derlndier: Hintli lerin dil ve felsefeleri” isimli eserinden kuvvet alıyordu. Anlaşıldı ğına göre Schlegel bu kitapta 1800’de söylediği gibi “Doğu, ro mantizmin en yüksek şeklidir” fikrini doğrulamaktaydı. 1835 ile 1848 arasında bütün gücünü gösteren Renan neslinin Doğu hakkında en büyük düşüncesi, dil, kültür ve din ile meşgul olan Batılı bir bilim adamının mutlaka Doğu’yu konu edinmesi ge rektiği yolunda idi. Bu alanda anahtar metin Edgar Quinet’nin 1832’de yayınlanan le Genie des Religions (Dinlerin Türeyişi) isimli eseri idi. Bu kitap Doğu rönesansını haber veriyor ve Doğu ve Batı’yı işlerlik kazanacak biçimde karşı karşıya getiriyordu. Bu ilişkinin dikkat çekici noktalarını Raymond Schwab’ın Renaissance Orientale (Doğu Rönesansı) kitabında enine boyuna ince lediği gibi ben de daha önce ortaya koymuştum. Aynı konuya tek rar dönmeyecek ve sadeci filoloji ve oryantalizmin Renan üzerin deki baskısına ait bazı noktalara değineceğim. Quinet ve Michelet’nin ortaklığı, Herder ve Vico’ya karşı alâkalan tarihçi bilim adamı olarak kendilerinde bazı meraklar yaratmıştı. Teatral bir olayı seyreden insanlar gibi, yahut Tanrısal bir mucize karşısında kalan müminler misali herşeye hayretle bakıyorlardı. Qinet: “Do ğu teklif, ediyor Batı kabulleniyor...” şeklinde bir formül icat et mişti. Ayrıca kelimelerle oynuyor: “Asya'nın peygamberleri, Av rupa'nın doktorları var...” diyordu. Bu beraberlikten yeni din, ya hut yeni bir tanrı doğmuştu. Ancak Quinet’nin asıl söylemek iste diği “Doğu ve Batı’nın kendi kaderlerim yaşadıklan ve kişilikleri ni de bu beraberlikle ispat ettikleri...” idi. Batılı bilim adamının gö revi, Doğu’nun seçtiği özel bir yerinde, onun pasif, ilkel, kadınsı hatta sağır ve dilsiz yönlerini ayıklamak ve kendi bilim gücü ile ona yeni bir hayat ve yeni bir ifade gücü kazandırmaktı. Böylece gizli ve gizemli diller filolojinin yardımı ile açığa çıkacak, karanlıklar dağılacaktı. Renan’m en çok üzerinde durduğu nokta bu idi. 1840’larda filoloji öğrenciliği sırasında ilgisini çeken “teatral gö rüntü” yerini “bilimsel görüntü’ye bırakmıştı. Quinet ve Michelet için tarih bir tiyatro oyunu idi. Quinet dün yayı bir mabed gibi görüyor, insanlığın tarihini ise bir cins dinsel âyin şeklinde yorumluyordu. Gerek Michelet ve gerekse Quinet anlattıkları evrenin içinde “yaşıyorlardı”. İnsanlığın tarihsel köke ni, Vico ve Rousseau’nun yeryüzünde ilkel hayatı çizerken kullan- dıklan, harika, meraklı, dramatik gibi ayru kelimelerle anlatılabilir zannediyorlardı. Gerek Michelet ve gerekse Quinet Avrupa ro mantikler ailesine bağlı kişiler olarak, zamanlarında meydana ge len olayları belirli bir görüş açısından izleyen kişilerdir. Onlar için Hıristiyanlık tarihi yahut cennet üzerine anlatılan hikâyelerin di ğerlerinden hiç farkı yoktur.<35) Öyle zannediyorum ki Quinet için “yeni bir Tanrının doğuşu” sadece “eski Tanrı'mn yerini almak içindir”. Eski Tanrı kavramının kayboluşundan doğan boşluğu doldurmak içindir. Fakat Renan’a göre filolog olmak, ister yeni is ter eski hiçbir Tanrı ile ilişki kurmadan, sadece yeni bir ilim olan fi lolojiye yönelmek, ona güvenmektir. Renan bütün bilimsel kariye rini bu gelişmeye vücut vermek için kullanmıştır. Dillerin kökenleri üzerine kaleme aldığı mütevazı denemesi nin sonunda bunu pek açık ortaya koyuyor: “İnsan bir mucit değil dir ve icatlar çağı kesinlikle kapanmıştır...”'361diyen Renan için in sanlık başlangıçta kelimelerin sessizliği içinde “yaşıyordu”. Daha sonra diller ortaya çıktı. Gerçek bir bilim adamı için dillerin nasıl doğduğunu dağil “ne olduğunu” bilmek önemlidir. Bununla bir likte Renan (Herder, Vico, Rousseau hatta Quinet ve Michelet’nin de ilgisini çektiği gibi...) eğer dillerin kökeni araştırılacaksa bunun için uygun bir bilim disiplinine de rıza göstermektedir. Renan 21 Şubat 1862’de Fransız Kollejinde yeni ders yılım açarken kursları nın herkese açık olduğunu ilan etmeş ve “bu filoloji ilminin laboratuvarından” herkesin aracısız olarak faydalanması gerektiğini ileri sürmüştü.(37) Bütün dinleyicileri Renan’ın bu davranışındaki ince alaycılığı farkediyor ve onun kişileri şaşırtmaktan ziyade sessizce hayran bırakmayı tasarladığını hissediyordu. Zira Renan o sırada İbranice kürsüsüne çıkıyor ve Samî ırklarının genel uygarlık tarihi içindeki yerlerini konu ediniyordu. Durum “kutsal tarih” için nazik bir şekil alıyor, açıkçası bu tarih bir “filoloji laboratuvannda analiz konusu” oluyordu. Kısacası “Doğu’ya ait bir konu” Avrupa’nın yeni bilim anlayışı içinde bir “malzeme” olmuştu.t38) Silvestre de Sacy tarafından pek de canlı sayılamayacak biçimde sıralanmış olan şeyler şimdi yeni birşeylerle değiştiriliyordu. Renan’ın derslerinin sonunda ulaştığı netice Samî ve Doğu fi lolojisi ile geleceği ve bilimi birleştirmek olmuştu. İbranî kürsü sünde Renan’dan hemen sonra yer alan Etienne Quatremere bilim adamının halk karikatürlerinde yer alan şekli idi. Renan Ekim 1857 tarihinde “Journal des debats" da ondan söz ederken, büyük bir çalışma gücüne sahip olduğunu, fakat işin parçalan ile uğraşır ken bütününü unuttuğunu yazıyordu. Renan’a göre Quatremere: “bilimin gerçek amacının insan bilgisini taş taş inşa etmek olduğu nu bilmiyordu”. Gerçekten Renan orta yerinde yaşarken Quatremere çağın içinde değildi. Üstelik o zamana kadar Doğu sa dece Çin ve Hint olarak görülmüşken Renan kendisine Doğu’dan ayrı bir parça seçmiş ve onun içine yerleşmişti. Ayırdığı yer Samî Doğu idi. Hiç kuşkusuz Arabça ile Sanskritçe arasındaki devamlı ayrıcalığı farketmiş ve Bopp’un Indo-Europeen diller için düşün düklerini Samî dilleri konusunda düşünmeye başlamıştı. 1855’te Samî dilleri için karşılaştırmalı kitabının başına bunları yazmıştı.(40) Renan’ın planlan Samî dillerini Bopp’un yaptığı gibi kuvvetli bir bilim ışığının altında bütün parlaklığı ile gözler Önüne sermek ti. Ayrıca unutulmuş ve geriliğe terkedilmiş bu dilleri bilimin ko nusu haline getirmeyi istiyor ve Louis Lambert gibi onlardan ya rarlanmayı tasarlıyordu. Renan pek çok defa Samilerin ve Samîleşmişlerin Doğu filolo ji etütlerinin bir “yaratması” olduğunu belirtmişti.(,|I,Bu ilmin ada mı olduğuna göre bu yeni suni yaratma olayı içinde kendisinin baş köşeyi işgal etmesi şaşılacak bir olay değil. Ancak Renan bu şartlar altında “Yaratma” kelimesinden ne anlıyordu? Ve bu yaratma ge rek tabiî yaratma ve gerekse Renan yahut diğerleri tarafından laboratuvarlarda gerçekleştirilen yaratmalarla nasıl bağdaşıyordu? Ge nellikle filozofik anatomi adını taşıyan bu sınıflandırma ilmi ile “yaratma” nasıl bir araya geliyordu? Burada bir nebze durmamız gerekiyor... Tüm kariyeri boyunca, anlaşıldığına göre Renan ilmin insan yaşamı içinde “insana kesinlikle eşyanın “Iogos”unu (keli mesini) söylemesi gerektiğine inanmıştı.'42*Bilim, sözü eşyaya bı rakıyordu, hatta bundan daha ileri biçimde bilim eşyanın içinden bir hitabet mantığı çıkarıyor, böyle bir güç arıyordu. Dil ilminin görevi tabiatın kendisine sunduğu malzemeyi bir araya getirmek değil, fakat bu malzemenin özünü teşkil eden kelimeleri birer tabii özne sayarak bunların kapalı dillerini çözmek, sırlarını açığa çıkar maktı. Unutmamak gerekir ki Hiyeroglif dilinin en büyük sırrı, Champollion’un, bu sembollerde “fonetik” sentez olduğu kadar “analitik sentez” de bulunduğunu anladığı zaman ortaya çıkmış tır.(43) Eşyaları konuşturmak, kelimeleri konuşturmak gibidir; on lara şartların içinde değer vermek, belirli bir kanun tarafından yö netilen bir ortamda onlara belirli bir yer tanımaktır. Renan’ın kul landığı şekilde “Yaratma” kelimesi ilk ağızda “Samileşmiş” bir görüş açısının, eşyada bir cins yaratılmışlık eseri tanıması ile ilgili dir. İkinci olarak bu kelime “dekor” anlamını taşımaktadır. Samî görüş açısında bu dekor tarih, kültür, ırk ve Doğu anlayışıdır. Sözkonusu dekor ancak bir bilim adamının dikkatli bakışları ile tüm çizgilerini açığa vuracak, sırlarını verecektir. Nihayet “yaratma”, üzerinde durulan bir eşyanın diğer eşyalarla olan farklarım bulup çıkarmak, onu belirli bir sınıflamaya tabi tutmaktır. Renan “karşı laştırma” kelimesi ile Samî dilleri ve Indo-Europeen dil grubu ara sında yer alan bir seri karmaşık ilişkiler ortaya koymayı düşün müştü. Eğer burada, bütün diğer konuların arasında Renan tarafından yazılmış fakat az çok unutulmuş Samî dilleri hakkındaki ilginç araştırmadan daha çok söz etmiş isem, bunun birkaç nedeni vardır. Samî konusu Renan’m Hrıstiyan inancım kaybettikten sonra der hal başını çevirdiği bir bilim dalıdır. Yukarda verdiğim açıklama larda Renan’ın kaybettiği inancı yerine Samî etütlerine nasıl sarıl dığını ve bu çalışmadan neler beklediğini izah etmiştim. Samî in celemesi Renan tarafından yapılmaş ilk büyük Doğu araştırması dır. (1847’de tamamlanmış, ilk defa 1855’te yayınlanmıştır.) Bu araştırma, daha sonra giriştiği Hnstiy anlık tarihi ve Yahudilerin ta rihleri ile ilgili bilimsel çalışmaların ilk basamağıdır. Gerek amacı ve gerekse Samîler konusunda gerçekleştirebildiği çalışmaları ile Renan —Enteresan bir konu, sadece bazı klasik veya çağdaş eser ler, oıyantalizm yahut diller tarihinden söz açarken Renan’dan kı sa alıntılar yapmaktadırlar—(44'daha sonra, din ırk yahut milliyet çilik konularında itibarlı bir bilim adamı sayılmıştır.<45) Renan Yahudiler yahut Müslümanlar hakkında ne zaman söz söylemek iste se Samîler hakkında vakti ile söylediklerinin dışına çıkamamıştır. (İçinde bulunduğu bilimin gereği olarak sert kritikler). Ayrıca Re nan’m Samiciliği aynı zamanda hem Indo-Europeen (Hint-Avrupa) dil çalışmalarına ışık tutmuş, hem de Oryantalist görüşlerin içindeki farklılıkların ortaya çıkm asına yaram ıştır. Indo-Europeen’ciler için Samî dilleri geriliğin sembolü, moral ve biyolojik eksikliktir. Oryantalistler için ise Samî dili yahut samileşmiş diller kültürel geriliğin yerleşmiş görüntüsüdür. Nihayet Samicilik Renan’m ilk icadıdır. Filoloji laboratuvannda kendi ye rini ve umumi mesajını sağlama almak üzere ortaya koyduğu bir eseridir. Bir an gözden uzak tutmamamız gerekir ki Samî araştır maları Renan için Avrupa'nın, (dolayısı ile kendisinin) Doğu üze rinde ve kendi çağı içinde üstünlüğünün bir sembolü idi. Böylece Doğu’nun bir dalı olarak Samicilik, ne tam doğal bir konu —yeni bir maymun cinsi gibi— ne de eskiden farzedildiği gi bi Tanrılara ait bir mesele idi. Ancak o bir çeşit aracı rolü oynuyor du. Dağınık hali ile yasalara bağlanmıştı. (Düzgünlük ise Indo-Europeen ailenin malı sayılıyordu). Norma] dillerin aksine Samî dili dışa dönük ve kısmen görünür biçimde idi, zira kütüpha neler, laboratuvarlar ve müzeler onu kullanabilir, teşhir ve analiz edebilirdi. Renan çalışmasında Cuvier ve Geoffroy Saint-Hilaire’in yaptıkları gibi büyük ölçüde kitabî bilgiye ve tabiat gözlem lerine dayanan bir ses tonu ve bir anlatım biçimi kullanıyordu. Re nan böylece dili anlamada “Tanrısallık” kavramı yerine “Kütüp haneyi” kullanıyor, laboratuvarında elde ettiği sonuçları ise sergi lemek ve öğrencilere aktarabilmek için “müze”yi tercih ediyordu.(46) Renan dil, tarih, kültür, zekâ, hayal gücü gibi insanlığın nor mal değerlerini her noktada bir başka şekil almış gibi düşünüyor, onları Samî ve Doğulu oldukları için bir laboratuvar malzemesi olarak görüyordu. Böylece azgın tektanncı Samîler ne mitoloji, ne sanat, ne ticaret, ne de uygarlık yaratmamışlardı. Çok dar ve sert kafaları vardı. Bütünü ile “insan neslinin geri bir toplumunu temsil ediyorlardı”147’ Bu arada Renan bir “Prototip” ten söz açtığını, ger çekten yaşayan bir “Samî” tipini çizmediğini anlatmak istiyordu. Yazıların çoğunda bu isteğini gizlemesine karşılık genelde böyle bir arzusu vardı. Günümüzde yaşayan Yahudiler yahut Müslümanlardan bahs etmek luzumunu duyduğu sırada bilimin dışına çıkmayı uygun görüyordu/48’Böylece biz bir yandan insanın bir ör nek şekline dönüştüğüne tanık oluyor, diğer yandan bu örneğin bir yargılama sonucu yine örnek olarak kaldığını, fakat aynı zamanda bir filoloji ve bilim konusu olduğunu anlıyorduk. H istoire generale et System e com pare des langues semitiqu.es (Genel tarih ve Samî dillerinin mukayeseli sistemi) isimli eserin her tarafında Renan dilcilik ile anatomi arasında iliş kiler kuruyor ve bu ilişkilerin “Tarih bilimi” haline girmesi için iz lenecek yolu göstermeye çalışıyordu. Ancak önemli olan bu ilişki lerin doğal gelişen şekillerini bulmaktı. Öyle zannediyorum ki Renan’m oıy antalist “Genel tarihinin” tek bir sayfası dahi düzenleme ve yapı açısından Cuvier veya Geoffroy Saint-Hilaire tarzı felsefi anatomi görüşlerinden yoksun olsun... Bunu ileri sürmek ne yan lışlığa düşmek ne de konuyu fazla abartmak sayılamaz. Gerek dil ciler ve gerekse anatomiciler her iki yönde, doğa içinde doğrudan doğruya görülmesi mümkün olmayan konulan incelediklerini id dia etmektedirler. Bir iskelet, bir adalenin ince liflerini gösteren bir resim ve dilciler tarafından Samî veya Indo-Europeen öncesi diller konusunda varsayımlara dayanılarak üretilmiş bir görüş arasında hiçbir fark yoktur. Her iki konu da, birbirine yakın olarak, laboratuvarlarda yahut kütüphanelerde imal edilmiş bilim araçlarıdır. Dilbilim yahut anatomi üzerine düzenlenmiş bir metin ile, bir mü zenin vitrininde yer alan bir memeli hayvana ait bir organ doğa içinde aynı bilimsel değeri taşımaktadır. Kitapların sayfalarında yer alanlarla, bir müzenin vitrininde görünenler,Silvestre de Sacy’nin Doğu metinleri arasında seçtiği parçalar gibi küçültül müş örneklerdir. Bunların amaçları bilim ile (yahut bilim adamı ile) eşya arasında mevcut ilişkiyi açığa çıkarmaktır; eşya ile doğa arasındaki ilişkiyi bulmak değildir. Renan’ın Arabça, İbranice, Aramîce yahut Samî öncesi diller hakkında yazdıklarından rasgele bir sayfa okuyunuz: Gözlerinizin önüne serilen manzara bir oryantalis filolog’un büyük ilim gücü ile kütüphanelerden bulup çıkardı ğı; bir ırkın barbarlığına, düştüğü yanlışlıklara, dil ve uygarlık bo zukluklarına dair örneklerdir. Bu serginin seçilerek takdimindeki esas gaye bilim adamının uğraştığı konular etrafında çevresinde öğretici bir fikir uyandırmasıdır. Burada Renan’m böyle bir sergi den neler beklediği açıkça görülmektedir. Ayrıca anatomi ile filo loji arasında bir fark belirmiştir. Anatomi yerleşik ve görülmesi kolay işaretlerden hareket ederek eşyayı sınıflara ayırmakta, dilbi lim ise böyle bir yol izlemeye uygun bulunmamaktadır.(4,, Dolayısı ile filolog şu veya bu usûlle kendisini tarihin bir devrinde tanıdığı bir filoloji olayına bağlamak zorundadır. Snıflandırma imkânı an cak bu şekilde ortaya çıkabilecektir. Bununla birlikte Renan’in sık sık belirttiği gibi Dilbilim zamanlan ve tarihi uçurumlarla doludur. Ele alman devirlerde büyük boşluklar vardır. Dilbilim olaylan be lirli bir çizginin üzerinde oluşmaktan çok, dilbilimcinin çok özel bir dikkatle anlayacağı şekilde devamlılık kuralları çerçevesinde meydana gelmektedir. Renan Doğu dillerinin Samî bölümünde bu mukayeseleri yaparken oldukça güçlük çekmiştir. Yaşayan şekil olarak “Indo-Europeen” ele alındığında bu grubun “Organik” ol duğu, buna karşılık Samî Doğu dilleri incelendiğinde bu grubun ise “İnorganik” olduğu görülmektedir/50*Zaman “organik” dillerle “İnorganik” diller arasında farklar doğurmuştur. Bu çok önemli noktayı Renan açıkça ifade etmekte ve laboratuvarının en önemli bulgusu olarak sergilemektedir. Bu konuda fikirleri şöyledir: “İn sanlığın ortaya koyduğu diğer eserlerin yanında gelişme için çok önemli olduğunu bildiğimiz halde Samî dillerinin yeniden derle nip toparlanabileceğine ihtimal vermiyoruz. ”(S1) Ancak bu sert direnişin yanında Renan’m kafasında bir başka engel daha vardı. “Tiplerin gerileyişi”<52) konusunda Geoffroyy Saint-Hilaire’in görüşlerine baş vurduğu sırada kitabında bunu açıkça ortaya koyuyordu. Renan Geoffroy Saint-Hilaire’lerin hangisinden yararlandığını bildirmemekle birlikte ilişki açıktır. Zira Etienne ve oğlu Isidore özellikle ondokuzuncu yüzyılın ilk ya rısında, Fransız edebiyatçıları arasında biyoloji uzmanı olarak or taya koydukları düşüncelerle ün kazanmışlardı. Hatırlatalım ki Etienne Mısır seferinin bir üyesi idi, ayrıca Balzac Comedie Hum aine (İnsanlık Komedyası) adlı eserinin önsözünün önemli bir kısmım ona ayırmıştı. Flaubert’in de baba ve oğulu okuduğu ve eserinde onların fikirlerinden yararlandığı sayısız örneklerle biliniyordu.<53) Etienne velsidore sadece Goethe ve Guvier’in de içinde bulunduğu türlerin “benzerliği” halkasının mirasçıları değil, aynı zamanda felsefe uzmanları ve en korkunç fizyolojik değişmeleri dahi bir yaratma türünün içinde meydana gelen çöküntülerin sonu cu sayan anatomicilerin başmda geliyorlardı.(S4) Burada daha karı şık ayrıntılara girmiyorum. Sadece şuna değinmek istiyorum ki, Etienne ve Isidore Geoffroy Saint-Hilaire, her iki bilim adamı, dil ilminin kuramsal gücünü kullanarak bir biyolojik sistemin içinde meydana gelebilecek sapmaları izah etmeye çalışıyordu. Böylece Etienne bir tabiat dışı canavarın, dil konusunda olduğu gibi anor mal bir gelişme sayılabileceğini düşünüyordu. Nitekim bir dilin içinde birbiri ile analojik bağlan bulunan kelimeler olduğu gibi ilişkilerinde anormal kelimeler de yer alabiliyordu. Dilbilim için de bu fikir Varron’un “Lingua Latina: Latin Dili” isimli eserine kadar çıkıyordu; ancak, hiçbir doğa dışı olay basit bir sonuç sayıla mazdı. Tüm doğa dışı olaylar sağlam bir yapı taşıyor ve bir sınıfın çeşitli üyeleri arasında düzenli bağlar meydana getiriyorlardı. Anatomi için bu çok cüretkâr bir fikirdi. Etienne Geoffroy Saint-Hilaire Philosophie anatom ique (Anatomik felsefe) isimli eserinin ilk satırlarında bir ara şöyle diyordu: “Ve aslında yaşadığımız çağın karakteri şudur ki bugün basit bir monografinin dar kadroları içine sıkışıp kalmak mümkün değildir. Soyut bir eşyayı inceleyiniz, ona kendisinden başka bir anlam ve remeyeceksiniz... Dolayısı ile onun hakkında yeterli fikir sahibi olamayacaksınız. Fakat onu birkaç açıdan kendisine doğru yakla şan başka şeylerle birlikte görünüz ve ondan uzaklaşan şeyleri göz önüne alınız, o zaman onun varlığını çevreleyen çok geniş bir ala nın ortasında çok karmaşık ilişkilerle bir arada yaşadığını göre ceksiniz. Önce onu kendi özelliği içinde daha iyi tanıyacak fakat asıl kendi merkez hareket çemberi içinde onun dış dünyaya karşı nasıl davrandığını anlayacak ve dış dünyadan neleri süzerek içine aldığını göreceksiniz.(55) Geoffroy Saint-Hilaire sadece yaşadığı çağm (1822’de yazı yordu...) olayları mukayeseli olarak inceleme çağı olduğunu söy lemiyor aynı zamanda bilim adamlarına seslenerek onların olaylan incelerken başka olaylardan mutlaka referans almalarım istiyor du. Bu noktada Geoffroy Saint-Hilaire’in “merkez hareket çem beri” benzetmesi ile ne anlatmak istediğine dikkat çekmek istiyo rum. Sözkonusu benzetme daha sonra Renan tarafından l ’A venir de la Science (Bilimin Geleceği) isimli kitabında, filoloji dahil ta biattaki bütün eşyanın onu inceleyen bilim adamı tarafından yer leştirildiği yerdeki durumu tarif edilirken kullanılmıştır. Bunun sonucunda eşya ile bilim adamı arasında bir sempati ilişkisi doğ maktadır. Tabiatı ile bütün bunlar tecrübeler sırasında, başka yer de değil laboratuvarlarda meydana gelmektedir. Gösterilmek iste nen şudur ki, bir bilim adamı hiç alışılmamış bir olayı tabii şekli ile tanımak ve onu bilimsel açıdan incelemek şansına sahiptir. Böyle bir durumda tabiatüstü varlıklar değil, bizzat o bilim adamı tarafın dan yaratılmış olan bilimsel çevre değer kazanmaktadır. Neticede tabiatın kendisi yeniden devamlı ve ahenkli bir beraberlik ve derin bir hikmet olarak görülüyor.. Böylece Renan için, Samî dünyası, Indo-Europeen dil ve kül türü, hatta diğer Doğu dilleri ile karşılaştırıldığı zaman ilerlemesi durmuş bir dünyadır.<56) Bununla birlikte Renan bir çelişkinin üze rindedir: Dillerin “tabiatın yaşayan varlıkları” ile münasebet kur mak için bir araç olduklarına bizi inandırmaya uğraştığı sırada Re nan, diğer taraftan Doğu dillerini her fırsatta Samî dilleri gibi inor ganik, durgun, tamamen geri kalmış, yeniden düzelmesi mümkün olmayan diller olarak tanımlamaktadır. Bir başka deyimle Renan Sami dilinin yaşayan bir dil olmadığını söylemekte, neticede Sa m i’ler de yaşayan varlık olmaktan çıkmaktadırlar. Buna karşılık Indo-Europ6en dil ve kültür yaşamaktadır. Ancak kendi varlığı ile değil laboratuvar çalışmaları “nedeni” ile ayaktadır. Renan’ın eserinde bu çelişki fazla dikkat çekmiyor... Bana ka lırsa bu konu eserin can alıcı noktasıdır. Devrinin kültürünü ve ar şivlerinin gücünü yansıtmaktadır. Öyle bir kültür ki Matthevv Arnold, Oscar Wilde, James Frazer ve Marcel Proust gibi çok çeşitli insanları dahi bir araya getirmekte, bunların eserleri ile ayakta dur maktadır. Bu kültürün içinde yetişmiş kimseler Indo-Europeen (Hint-Avrupa) kültürü gibi, yaşayan kültürlerle ve Sami kültürü gibi ölmüş inorganik, kültürlerle aynı anda ilişki kurabilmekte ve her iki konuda yararlı çalışmalar yapabilmektedir. Avrupalı bilim adamının laboratuvardan çıkardığı budur. “Yaratmakta” ve bu ya ratma olayı dahi karanlık hadiseler üzerinde şahane bir kudret an lamını taşımaktadır. Bazı kültürlerin üstünlüğü tartışma dışı bira- kılmakta, böyle bir sonuç “tabiatın” gereği sayılmaktadır. Gerçeği söylemek gerekirse Renan’m filoloji laboratuvarı kendisinin Av rupa ırkmerkezciliğinin mükemmel bir yuvasıdır. Ancak burada altını çizmek gereken nokta şudur ki bu ünlü filoloji laboratuvarı Renan’m durmaksızın ürettiği hitabet, yazı ve araştırma örnekleri nin dışında bir çalışma değildi. Böylece Avrupa’nın organik ve ya şayan kültürü adım verdiği şey dahi laboratuvarlarda ve filoloji il minin kadroları içinde “yaratılma yolunda olan” bir ilimdi. Renan’m kariyeri, kendisini meşhur eden birkaç çalışması ile birlikte tamamı ile Avrupalı ve kültürel bir görüntü içinde sona er miştir. Eğer izlediği stil bir otorite kazanmışsa, kanımca bu, inor ganik olanı tanımlamada ve ona hayat vermede kullandığı teknik dolayısıyledir (Yahut bu tekniğin yokluğu...). Ününü sağlayan hiç kuşkusuz Vie de Jesus (İsa'nın Hayatı)dır. Bu kitap Hıristiyanlık ve Yahudi halkı üzerine ortaya koyduğu dev eserin ilk basamağı dır. Fakat “İsa'nın Hayatı”, “Genel Tarih” adlı eseri ile tamamı ile aynı karakterdedir: Ölü bir Doğu eserini diriltmeyi başarabilen bir tarihçinin kaleminden çıkmıştır. (Renan için ölü eser deyiminin iki anlamı vardı: ölmüş bir inancın eseri, yahut kaybolmuş devirlerin eseri...). Bu noktada çelişki derhal kendisini gösteriyor... Renan’ın bütün dedikleri başlangıçta filoloji laboratuvarından geçmiş bulu nuyordu. Basılan metinde bir yaşamın yaratıcı gücü, çağdaş kültü re parmağını basmış bir insanın imzası, tüm bilim, kendilerini ya şanan zamanın içinden çıkaran bir zekânın bütün görüntüsü yer al maktadır. Bu tip kültür için tarihi gerçekler, hanedan devirleri, ge lenekler, din, etnik topluluklar gibi tüm elemanlar, dünyayı eğit meye yarayan bir kuralm ham maddesidir. Bu görüş açısını Cuvier’den aktaran Renan bilimsel gösteriyi gizlice deneyin üzerine çı karıyor. Zamanın şartları günlük denemelerin ötesine geçmiş, bi limsel fayda bir kenara bırakılmıştır. Görüşler yaşanan olaylara uydurulmuş, kültürel mukayese gücü belirli bir amaca yöneltil miştir. (Bütün bunlar giderek etnik merkezcilikle birleşmiş, ırkla rın üstünlüğü kuralı ve ekonomik baskı aracı olarak kullanılmaya kadar ulaşmıştır.) Renan’ın stili, oryantalist ve edebiyat adamı olarak değeri, ak tarmak istediği düşünceler, genel kültürle ve Avrupa’nın bilim dünyası ile olan ilişkileri, (ki bunlar çok özel bir anlamda liberal, tekelci, mağrur, insanlık dışıdır) benim gözümde “bağımsız” ve bi limseldir. Onun için yaratıcılık geleceğe bırakılmıştır. Kendisinin yarattığı bilim dünyasının gereğidir. Kültür tarihçisi olarak Turgot, Condorcet, Victor Cousin, Joueffroy ve Ballanche nesline bağlı olması ve bilim adamı olarak da Silvestre de Sacy, Caussin de Perceval, Ozanam, Fauriel ve Bumouf kuşağına ait oluşuna rağ men .Renan’ın dünyası; tarih ve bilimle tamamı ile yıkılmış, er kekçe, kaba, aslında ana, baba, çocuk tanımayan, onların yerine İsa’sı ile, Marc Aurele’i ile, Caliban’ı ve (Dialoguesphilosophique. Filozofça Konuşmalar’da “Rüyaları” anlatırken söylediği gibi) güneş tanrısı ile bir fanteziler dünyasıdır.(57)En büyük tutkusu bilimin kudreti ve oryantalist görüşleridir. En ince noktalara kadar ulaşan görüşlerine ve tekniğine aşırı bağlıdır. Ele aldığı konulara büyük bir güçle sarılır. Aynı güçle çağmı etkilemiştir. Bütün bun lara rağmen kendisi için düşündüğü ideal rol seyirciliktir. Renan’a göre bir filolog “mutluluğu” “eğlenceye” tercih etme lidir. Kısır olsa dahi “mutluluk”, hatta cinsel zevklerinin üzerine çıkmalıdır. İdeal şekilde konuşabilmeye yarayar etütler gibi keli meler de “Mutluluğun” araçlarıdır. Bildiğim kadarı ile Renan, halk için bütün yazdıklarında kadınlara faydalı ve hareketli bir rol tanı dığı kısımlar azdır. Bunlardan biri Norman işgalcilerinin çocukla rım yabancı kadınların emzirip büyüttüklerini ve bu yüzden Normanların dillerinin zenginleştiğini anlattığı sırada ortaya çıkıyor. Dikkat edelim ki Renan’a göre bu olay doğumları arttırmamış, fa kat iç değişmeyi hızlandırarak ırkın varlığım sağlamlaştırmıştır. Renan bir konferansının sonunda şöyle demişti: “İnsan nekonuştuğu dile ne de kendi ırkına ait değildir, herşeyden önce kendi kendi sine aittir. Zira o herşeyden önce hür bir varlık ve manevî bir yara tıktır... ”t58)İnsan hür ve manevî bir varlıktır, fakat ırk, tarih ve Re nan’m tanıdığı ilimle zincirlenmiştir. Bilim adamının kölesidir. Doğu dillerinin etüdü Renan’ı bütün bu düşüncelerin ortasına sürüklemiş ve filoloji ona bilimin şairane ve geçici bir yapısı oldu ğunu telkin etmiştir (Emst Cassirer’i doğrular biçimde..,.)(59)-An cak bilim adamı kaba gerçeklerden uzaklaştığı ölçüde geçicilikten kurtulacak ve gerçek bilime ulaşacaktı (Silvestre de Sacy’nin Arab örneklemelerinden uzaklaştığı gibi). Bilim adamı inançlarının ka lesini ancak o zaman yükseltebilecekti. Ancak vakti ile Vico, Herder, Rousseau, Michelet ve Quinet’nin yaptığı gibi kelime incele meleri giderek “filoloji” şekline girecekse o zaman kelimeler es nekliklerini kaybedecek ve Schelling’in dediği gibi dramatik gö rünüşlerini yitireceklerdi. Filoloji bilgiyi sınırlama kuramının bir dalı haline gelecek ve “Sprachgefühl: konuşma adabı” ihtiyaca yetmeyecek, zira kelimelerin bizzat kendileri anlatmak istedikleri olaylara daha az katkıda bulunacaklar (Vico’ya yaptıkları gibi). Kör, hayalden yoksun, soyut bir dünya doğacak, bu dünyanın için de ırk, zekâ, kültür, ulus gibi sorunlar askıda kalacaktı. Sözkonusu dünya Doğu’dur. Bu alanın içinde birbirine benzer ve aym kültürel değeri taşıan pek çok varsayımlar bulup çıkarmak mümkündür. Renan’ın bütün çalışması böyle bir amaca yönelikti. Bütün gücünü kullanarak Doğu kültürlerinin yaratıcı niteliğini ortadan kaldırma ya çalışıyor, onlara sadece yapay olarak filoloji laboratuvarında var olma hakkı tanıyordu. Filoloji, kültürün insan kafasına ait bir konu olduğunu kanıtlamaya yarar bir ilim olmuştu. Bir “esneklik” hatta bir yaratma idi. Ancak az veya çok organik bir yapının ötesin de değildi. Renan örneğinde beni yakından ilgilendiren konu, kendisinin dahi çağının bir yaratığı ve ırkmerkezci kültürünün bir ürünü oldu ğunu ne derecede bildiğidir. Ferdinand de Lesseps’in 1885’te Fran sız Akademisine kabul edildiği sırada söylediği nutuk’a cevap ve ren Renan şunları sıralıyordu: “Kendi ülkesinden daha bilge olmak ne kadar acı... İnsan kendi vatanı ile karşı karşıya gelmemeli. Sert gerçekleri dile getirenlerle birlikte fazla haklı olmaktansa aldatıl mak daha uygundur. ”<60) Bu açıklamanın ortaya koyduğu gerçekler belki doğrunun da ötesindedir. Aslında ihtiyar Renan en doğru iliş kinin insanın kendi kültürü ile, kendi manevî dünyası ve kendi örfü ile sürdürdüğü ilişki olduğunu söylemek istemiyor mu? Ve bu tip ilişkinin insanı zamana bağlayan ilişkilerle münasebeti bulunma dığını açıklamak istiyordu. Burada tekrar laboratuvara dönüyoruz. Zira Renan’m düşüncesinde en son sözler burada söylenmekte, so rumluluklar burada sonuca bağlanmakta ve bilimsel ve oryantalist görüşler yeniden buradan doğmaktadır. Renan için laboratuvar, oryantalist olarak insanlığa seslendiği yüksek kürsüdür. Bu ma kam beyanlarını yumuşatmakta, onları güvenilir ve yığınlar tara fından anlaşılır hale getirmekte, hatta bu beyanların devamını sağ lamaktadır. Nihayet Renan’m anladığı gibi filoloji laboratuvarı sadece zamanının kültürünü yeniden tarif ederek onu yeni metot larla tanımlamak ve ona yeni bir şekil vermekle yetinmemekte, ay nı zamanda kullandığı Doğu malzemesine bilimsel bir ahenk ka zandırmakta, hatta bundan da ileri giderek Renan'ı (Daha sonra onun yolunu izleyen diğer oryantalistlerle birlikte) bulunduğu şek li ile Batı “kültürünün” bir adamı haline getirmektedir. Oryantaliz min eleştirili tarihi ile uğraşan bizler kendimize şu soruyu sorabili riz: Kültürün içindeki bu yeni bağımsızlık acaba Renan’m zannet tiği gibi kendi oryantalist ve filolog ilmi ile getirilmiş bir özgürlükmü yoksa, Oryantalizm ile kullandığı insan malzemesi arasın daki kanşık ilişki mi? Zira bu ilişki son tahlilde salt objektif görüş lere değil, bilim adamının kudretine bağlı kalmaktadır. Doğu Samîleri hakkında Renan’m görüşleri tabiatı ile halkın önyargıları ve geçerli antisemitik inançlardan daha az etkilenmiş, daha çok bilimsel oryantalist filoloji’den kaynaklanmıştır. Renan ve Silvestre de Sacy’yi okurken kültürel genellemelerin nasıl bi limsel zırh kazandığını ve, doğrulara yönelmiş bir inceleme atmos ferine nasıl büründüğünü görebiliriz. Başlangıçta tüm üniversite çalışmalarında olduğu gibi modem Oryantalizm de konularını kıs kançlıkla elinde tutmaya çalışmaktadır. Böylece bilimsel bir söz cük hâzinesi doğmuş ve Renan’ın kullandığı şekli ile “mukayeseli filoloji” gün ışığına kavuşmuştur. Bu çeşit “mukayese” kavramı tariflere fazla dayalı değildir. Daha çok olayları meydana çıkarır ve sergiler. Bu konuyu Renan şöyle açıklıyor: “Her şeye rağmen Sami ırkı bize tamamlanmamış ve basit bir ırk olarak görünmektedir. Denebilir ki o, Hint-Avrupa ilesi için yağlı boya resmin yanında siyah beyaz, yahut modem müziğin karşısın da kilise müziği gibidir. Çeşitlilikten yoksundur, genişliği tanı maz. İnceliğin ve doğruluğun kuralı olan canlılık onun için sözkonusu değildir. Hastalıklı bir çocuğun pek zor büyümüş şeklini andınr. Sami ırklar sadece ilk çağlannda açılmışlar, gelişme dönem lerinde ise hiçbir rol oynamamışlardır”.<6,) Bu noktada Indo-Europeen’ler mihenk taşı oluyor... Nitekim Renan, Doğu samilerinin anlayışları hiçbir zaman Hint-Alman ırklarının ulaştıkları noktaya çıkamamıştı, demiştir. Bu mukayese tavrının bir bilimsel gereğe mi bağlandığı, yahut etnikmerkezci bir önyargıya mı dayandığı kesin olarak anlaşıla mıyor... Şu kadarını söyleyebiliriz ki gerek biri, gerekse diğeri, bir birlerine dayanarak var olmuşlardır. Renan ve Silvestre de Sacy’nin yapmak istedikleri Doğu insanının karakterim iki boyuta indirmek ve çok karışık problemler yaratan insan tarafını saf dışı bırakarak onunla ilgili incelemeleri basitleştirmekti. Renan için bu yoldaki gayretleri filoloji aracılığı ile yasallık kazanıyordu. İnan dığı bilim kuralları onu araştırdığı dillerin köklerine doğru sürük lüyor, neticede bu kaynakta edindiği bilgilerle dillerin köklerini, ırk, zekâ, karakter ve davranış şekillerine bağlıyordu .Renan, örne ğin Gobineau ile olan paralel çalışmasında birlikte edinmiş olduk ları filolojik ve oryantalist görüş açısının büyük değer taşıdığını bi liyordu.1621Histoire Generale (Genel Tarih)in daha sonra gerçek leştirilen baskıları sırasında Renan, Gobineau’nun çalışmasının bir kısmını kendi eserine dahil etmişti. Doğu ve Doğulu etütleri içinde “mukayese” kavramı, böylece Doğu ve Batı arasındaki ya pısal eşitsizliğin ifadesi anlamını kazanıyordu. Bu eşitsizliğin ana çizgilerini kısaca gözden geçirmede fayda vardır. Meselâ Schlegel’in Hindistan’a karşı duyduğu tutku ve da ha sonraki nefreti herkes tarafından bilinir. İlk Doğu heveslilerinin pek çoğu Doğu’yu kendi Avrupalı düşünce ve akıl sistemlerinin dışında görerek bir cins “rahatsızlık” geçirmişlerdir. Doğu’yu Tanrılar vatanı olarak gözlerinde büyütmüşler, onun manevi dün yasını, ağır dengesini, geçmiş yüzyıllarını ve ilkelliğini pek sev mişlerdir. Örneğin Schelling, Doğu çok tanrıcılığının Judeo-Hırıstiyan tek tanrıcılığa giden yolu açtığına inanmıştır. İbrahim, Brah ma’nın yeniden yeryüzüne gelmiş şeklidir. Ancak böyle bir varsa yım derhal reaksiyon görmüş, Doğu yeniden ve birden bire insan lık dışı, acınacak kadar antidemokratik, geri kalmış ve barbar sa yılmaya devam etmiştir. Bir sarkacın tek yönde hareketi, aynı za manda eşit ve karşı yönde hareketini Doğurur. Doğu az gelişmiştir. Bir meslek olarak bu varsayımın üzerinde yükselen Oryantalizm sözkonusu eşitsizlikleri kendi açısından dengelemeye yönelmiştir. Bu görev bütünü ile düşünüldüğünde sebep ve sonucu aynı fikirler yaratmaktadır. Doğrusunu söylemek gerekirse Oryantalizmin ye niden düzeltme ve düzenleme gayretleri doğruca bu eşitsizlikler den yola çıkmakta, Doğu’nun fakirliği yahut zenginliği bilimsel olarak tesbit edilmek istenmektedir. Filoloji, biyoloji, tarih, antro poloji,felsefe yahut iktisat gibi cümle ilimler bu gayeye hizmet et mektedir. Oryantalist mesleğin esas gayesi eşitsizlikleri ortadan kaldır mak ve onların çevresini saran özel çelişkileri açığa çıkarmaktır. Çoğu zaman bu mesleğe giren kişiler Doğu’nun üzerlerindeki hak kını göz önünde bulundurmaktadırlar. Ve çoğu zaman oryantalist gelişmeleri bu kişilerin gözlerini açmaktadır. Neticede ellerde ka lan eskiden zannedildiğinden çok daha dar boyutlara sıkıştırılmış bir Doğudur. Örneğin William Muir (1819-1905) yahut Reinhart Dozy (1820-1883) gibi kişilerin erişilmez eserlerinde rastlanan Doğu, İslâm ve Arab antipatisini başka türlü nasıl izah etmeli...? İl ginç konu: Renan, Dozy’nin taraftarlarından biri idi. Dozy’nin "Histoire des M usulmarıs d ’Espagne, ju s q u ’â la conquete de l ’A ndalousie p a r les Almoravides: Endülüs’ün el-M urabıt’lar tarafında fethine kadar İspanya araplarının tarihi( 1861) "isim li dört cilt eserinin pek çok yeri, Renan’ın 1864’te kaleme aldığı bir kitapta ileri sürdüğü antisemitik görüşlere kaynak vezifesi gör müştü. Renan bu eserde Yahudilerin ilk tanrısının Yahova olmadı ğını, Baal olduğunu, bunun da ispatının Mekke’de bulunduğunu açıklamaktadır. Muir’in: Life o f M ahomet (Muhammed’in Haya tı” (1858-1861) ve The Caliphate, Its Rise, Decline a n d Fail (Hi lafet, Gelişmesi, gerilemesi ve çöküşü) (1891) isimli kitapları ciddi bilimsel anıtlar sayılmaktadır. Ancak Muir bu yazılarında “Mu hammed’in kılıcı ve Kur’an; Uygarlık, Özgürlük ve Gerçeğin şim diye kadar görülmemiş en büyük düşmanlarıdır... ”(63) dediği za man konusuna karşı takındığı tavrı bütün açıklığı ile ortaya komaktaydı. Cromer tarafından sempati ile karşılanan Alfred Lyall’in eserleri Dozy ve Muir’in yaptığı gibi sözkonusu eşitsizlik prensiplerin etkisinden kurtulamamaktadır. Sanki uzmanın görevi Doğu’ya ve Doğulu’ya ait bir portreyi daima onarıp düzelttikten sonra sunmaktır. Bu açıdan bakıldığında Silvestre de Sacy’nin ge tirdiği malzemenin sadece ham bulgular olduğu ve Oryantalizmin bunlan yeniden düzenleyerek ortaya çıkardığı, devamlılık ve ya şama yeteneğine kavuşturduğu anlaşılmaktadır. Caussin de Perceval’in l ’Essai su r Vhistoire des Arabes a va n t l ’I slamisme, p en d a n t V epoque de Mahomet (İslamiyetten önce, Muhammed ça ğında Arablarm tarihi üzerine deneme) (üç cilt 1847-1848) isimli eseri, Avrupa Oryantalist kütüphanelerde yer alan, oryantalist etütlerin ürünü olan (tabiatı ile başta Silvestre de Sacy) eserlerin or taya koyduğu belgelere yahut Perceval’in pek itimat ettiği İbni Haldun’un metinlerine dayanan çok önemli bir araştırma kitabıdır. Caussin’in tezine göre Hz. Muhammed Arabları bir millet haline getirmiştir. İslâm ise Arablar için sanıldığı gibi manevî bir konu değil, politik bir konudur. Caussin bu fikrini açığa çıkarmak için muazzam bir belge yığını sergilemektedir. Böylece kitabın sonun da, İslâm araştırmasının ortaya koyduğu netice Muhammed’in bir fotoğrafıdır (Ölümünden sonra yapılan tasviri). Burada Muham med ne şeytan ne de Cagliostro’nun bir tipi olmayıp, İslâm tarihi nin bir varlığıdır. Politik hareketlerin içindedir. Onu çok yüksekle re ulaştıran; bir anlamda metnin dışma çıkaran sözlerinin kristal leştirdiği bir roman kahramanıdır. Caussin'in eğilimi Muhammed konusunda hiçbir şeyin gizli kalmamasıdır. Bu gaye uğruna Hz. Peygamber soğuk bir ışığın altında incelenmiştir. Bazen muazzam dinî gücünün dışına çıkarılmış, AvrupalIları korkutan tüm yete neklerinden uzak tutulmuştur. Burada önemli olan şudur ki, Hz. Muhammed’in yaşadığı çağ, ülke ve içindeki kişiliği ortadan silin mekte ve geriye çok ufaltılmış bir hayal kalmaktadır. Uzmanları terkedelim; Caussin’in Muhammed’ine benzer bir Muhammed Cariyle tarafından çizilmiştir. Bu portrede Muham med, çağında tarihî ve kültürel şartları tamamı ile saf dışı bırakan, yaşadığı ülkeye değer vermeyen bir teze destek olmak zorunda bı rakılmıştır. Cariyle, Silvestre de Sacy’den söz açmakla birlikte açıktır ki kitabında peygamber olmaya yarayan, samimiyet, kahra manlık gibi genel görüşleri söz konusu yapmaktadır. Takındığı ta vır açıktır: “Hz. Muhammed bir efsane insanı değildir, hassas ve utangaçtı. Güvercin yetiştirecek kadar iyi huyludur. Bundan da ile ri olarak kendi yarattığı görüntülere inanmış aşırı bir gözlemcidir. K ur’an isimli bir kitabın yazarıdır. Bu kitap: karmakarışık, anla şılmaz, hazmedilmez, şekilsiz, başı sonu belirsiz, uzun, nefes ke sen, can sıkıcı, çok katı, düzensiz, çekilmez, aptalca vs.”dir.(65) Cariyle bir açıklık ve akıcılık gereği duymadan bütün bunları ak tarırken Muhammed’i yargılamaya çalışmakta, aslında kendisi yargılanmaktadır. Ancak Hz. Muhammed bir kahramandır; sözkonusu barbar Doğu’dan çıkmış, Avrupa’ya yerleşmiştir. Bu görüş Lord Macaulay’in ünlü Minute (Dakika)(1835) adlı eserinde yer almaktadır. Lord Macaulay ayrıca şunları belirtiyor: “Bizim yerli uyruklarımız, bizim onlardan öğreneceklerimizden fazlasını biz den öğrenmelidirler. ”(66) Bir başka deyimle gerek Caussin ve gerekse Cariyle, bize Doğu’dan korkmamamız gerektiğini anlatmaktadır. Zira Doğu’nun hareketi Avrupa'nın hareketine oranla henüz çok uzaklardadır. Bu noktada Oryantalistlerle Oryantalist olmayanların görüşleri bir araya geliyor... Aslında ondokuzuncu yüzyılın filolojik devriminden sonra “mukayese” açısından halkın görüşleri ile Cariyle ve Macaulay gibi filozofların görüşleri arasında kalan Doğu, entel lektüel açıdan Batı’nın altına düşmüştür. Bu arada Doğu düşünce ve inceleme materyali olarak çok zayıf bir değer taşıyordu. Çeşitli teorilerin kaprislerine konu oluyor, hayal malzemesi sayılıyordu. Oryantalizmle uzaktan yakından ilgisi olmayan Kardinal Nevvman 1853’te îngilizlerin Kırım’a müdahale etmelerini haklı çıkarmak üzere düzenlediği konferanslarda İslâm Doğu’yu basamak noktası sayıyor1671, Cuvier “!e Regne animah Hayvan saltanatı” (1816) isimli eserine lâyık buluyordu. O çağda Paris'in çeşitli salonlarında Doğu, sohbet konusu olarak seçilmişti.'681 Doğu’yu ilgilendiren konuların listesi gittikçe kabarıyordu... Ancak gerek ilk oryanta listlerin ortaya koydukları eserlerde ve gerekse oryantalist olma dıkları halde bunları yararlı kılan Batıkların gözünde Doğu’nun küçültülmüş bir modeli yer alıyordu. Bu model geçerli ve üstün Batı kültürüne uydurulmuştu. Bu kültürün teorik ihtiyaçlarını kar şılıyordu. (Pratik ihtiyaçları ise bundan hemen sonra gelecekti.) Şimdi Doğu ile Batı arasındaki bu eşit olmayan beraberliğin, ilginç ve karışık görüntüleri ile karşılaşacağız. Kari Marks 1853’te yazdığı bir incelemede “Asya Ekonomik sistemi” (Aysa Tipi ÜretimTarzı) kavramlarını izah ediyor ve Hindistan’da İngiliz varlığı nı ele alarak İngilizler tarafından bu ülkede girişilen cinayetleri an latıyordu. Marrs’a göre İngilizler bu topraklarda insan neslini ku rutmakla meşguldüler. Marks, makale üzerine makale yazarak İngilizlerin Asya’yı mahvederken bile, gerçek bir sosyal patlamaya hizmet ettiklerini açıklamaya çalışıyordu. Ona göre Doğulu kar deşlerimizin hakları vardı, değişim toplumlara devamlı ızdırap kaynağı oluyor, tarihsel değişimler baskı ve terör rejimlerini de birlikte getiriyordu: “ İnsanî duygular açısından babaerkil toplumun savunmasız ve ça lışkan sosyal kurumlarınm böylesine dağılıp yok olması karşısın da duygusuz kalmak mümkün değildir. Onların üyeleri eski uy garlık şekillerini geleneksel varlıkları ile birlikte kaybediyorlardı. Unutmamak gerekir ki bu küçük şairane köy birimleri, sessiz gö rünüşlerine rağmen uzun zaman Doğu despotizminin sağlam kale leri olmuştur. İnsan düşüncesini çokdan kalıpların içine sıkıştır mışlar ve onu yobazlığın sadık bir aracı şekline sokarak kabul edil miş kuralların kölesi haline getirmişlerdir. B öylece insan düşün cesi tüm yüceliğini kaybetmiş, tarihi gücünü unutmuştur... Doğrudur ki İngiltere Hindistan’da bir sosyal devrimi körük lerken en ileri çıkar hesaplan tarafından yönetiliyor ve emellerine ulaşabilmek için en aptalca yollara baş vuruyordu. Ancak sorun bu değil. Acaba insanlak A sya’nın o gün yaşadığı sosyal şartların al tında köklü bir ihtilale baş vurmadan kaderine egem en olabilecek miydi? Aksi halde İngiltere hangi cinayeti işlerse işlesin ihtilali destekleyen her kes tarihin zorunlu bir aracı halini alacaktı. Böyle bir durumda eski dünyanın çöküşü karşısında üzüntülere kapılan bizler Goethe gibi şöyle konuşacaktık: Bu acı, neşemizi arttırdığı için, kafam ızı karıştırıyor... Ti m ur’un boyunduruğu söndürmedi mi sayısız insan yaşamını?”(6(,) Neş’e veren kargaşalık konusunda Marks’ın dayandığı delil Divan occidenlal-orienlal (Doğu-Batı divanı)nda yer almakta ve Marks’ın Doğu fikirlerini hangi kaynaktan çıkardığını açıkla maktadır. Bu görüşler romantik, hatta peygambercedir burada: Doğu, romantik bir projenin yanında insan materyali açısından da ha az önemlidir. İnsanlığa karşı beslediği duygular, halkların ezil mişliği konularında açıkça taraf tutmasına rağmen Marks’m ekenomik analizleri, oryantalist görüşlerle tam bir beraberlik taşımak tadır. Ancak neticede önemli olan oryantalist ve romantik görüş tür. Zira Marks’ın teorik sosyo-ekonomik düşünceleri bu klasik şeklin dışına çıkamamıştır: “İngiltere’nin Hindistan’da yerine getirilecek iki görevi vardır. Biri yıkıcı diğeri yapıcı... Yaşlı Asya toplumunu ortadan kaldır mak ve onun yerine Avrupa toplumunun temel kurallarını getir m ek..”™ Hayat gücünden tamamı ile yoksun bir Asya meydana koy mak hayali tabiatı ile saf romantik oryantalizm’dir. Ancak bu fik rin insanların ızdırapları ile meşgul bir yazardan gelmesi oldukça şaşırtıcıdır. Durum bizi iki soru sormaya yöneltiyor: Birinci soru Asya’nın kayıpları. Marks’ın mahkûm ettiği İngiliz işgali, Doğu-Batı arasında şimdiye kadar izah etmeye çalıştığımız farkı ona göre ne dereceye kadar arttırmıştır...? ikinci soru, insan sevgisi ne reye gitmiştir? Hangi düşünce dünyasının karanlıkları arasında kaybolmuştur ki oryantalizm onun yerini almıştır...? Derhal anlıyoruz ki gerek oryantalistler ve gerekse ondoku zuncu yüzyıl başında yetişmiş pek çok düşünce adamı için insanlık ya geniş bir yığındır, yahut da soyut genellemelerin bir araya geli şinden doğmuş anlamsız bir bütündür. Oryantalistler bireylerle meşgul olmazlar. Onlarla konuşmaya yetenekli değillerdir; onla rın yerine kendi yapay tipleri ile diyalok kurarlar. Böylece kültürel kökenleri belki de Herder’e kadar uzanmaktadır. Doğulular var dır... Asyalılar, Samîler, Müslümanlar, Arablar, Yahudiler var dır... Irklar, düşünceler ve bunlara benzer daha başka şeyler vardır. Çoğu Renan’ın çalışmalarında görüldüğü gibi bilimsel operasyon larla üretilmiştir. Aynı şekilde “Avrupa” ve “Asya” ile “Batı” ve “Doğu” sözcükleri arasında eskiden beri yer tutan farklılıklar in sanlığın her türlü değişkenliğini ve ayrıcalığını ifade edebilecek etiketlerin arkasına saklanmışlardır. Sözkonusu farklar sonunda bir veya iki kelime ile anlatılır olmuşlardır. Marks bu kuralın dışına çıkmış değildir. Yaşayan insan topluluklarına dair yasalar düzen lediği sırada “Doğu”yu tek bir kelime ile anlatmak ona çok kolay görünmüştür. Zira Doğu ile Batı arasında rahatlıkla farkedilecek en doğal gerçek, isimsiz insan yığınlarıdır. İkinci derecede rol oy nasa dahi hiçbir İnsanî münasebet bu ilişkiden daha faydalı değil dir. Kaldı ki Marks, zavallı ve düşkün Asya’nın ızdıraplarını anla yacak tek yetenekli kişidir. Anlaşıldığına göre Marks, Doğu bilge liğine dair fikirler sahibi olmak üzere Goethe’ye başını çevirme den önce bazı şeyler olmuştur. Sanki bireysel bir kafa (Marks’ın kafası) Asya’da topluluklar arasında bir cins bireysellik aramakta dır. Ancak gayretleri yeterli sözcük bulunmayan bir alana ulaştı ğında bu hevesinden vaz geçecektir. Böylece düşünceleri doğal sansüre uğrayan bilim adamı önce duracak, sonra da acele bir yargı ile işin tadım kaçıracaktır. Marks’ın bu yargısı şudur: “Bu kişiler acı çekmiyorlar... Onlar Doğulu’dur. O halde onları başka yollar dan anlamaya çalışmalıyız. Şimdiye kadar kullandığımız araçların yerine başka araçlar bulmalıyız...” Oryantalist bilimin yarattığı değişmez izahlara baş vurduğunda Marks’ın bütün duyguları da ğılmakta; bütün bilgisi (örneğin “Divan”da olduğu gibi) belirli bir amaca yönelmektedir. Bu noktadan sonra artık oryantalist bilim, hatta oryantalist sanat Marks için sözcüklerin arasında bir polis operasyonu şekline girmekte, kelimelerin sihirli gücü ortadan si linmektedir. Bütün diyalog sözcüklerin dar kalıpları içindedir. Bu nu Marks’ın Hindistan üzerindeki deneme yazılarında görebiliriz. Neticede Marhs hızlı adımlarla Goethe’nin yanma geri dönmekte ve Doğululaştırılmış Doğu ile yetinmektedir. Bununla birlikte Marks kendi sosyo-ekonomik teorilerini kıs men korumaya çalışmaktadır. Fakat diğer yanda metinlerin yığın la verdikleri bilgilerden kendisini kurtaramamakta,Oryantalist gö rüşlerin sağlamlaştırdığı konularda dar kalıplardan çıkamamakta dır. Bu kitabın birinci bölümünde bu elkoyma olayının en eski çağ lardan bu yana Avrupa'da genel bir kültür tarihi yarattığım açıkla maya çalışmıştım. Bu bölümde ise ondokuzuncu yüzyılda Oryan talist olanlar veya olmayanlar tarafından verilen konuşmalarla ayakta tutulmaya gayret sarfedilen özel bir sözcükler hâzinesinin nasıl yaratıldığını ve modem uzmanlar tarafından nasıl kullanıldı ğım anlatmaya çalışıyorum. Silvestre de Sacy ve Renan bize yapay Doğu'nun ne şekilde imal edildiğine dair iki ilginç örnek sunmuş lardır. Bunlardan birincisi metinleri düzenlemiş, İkincisi ise kökle rini felsefeden çıkardığı bir bilimsel metodun aracılığı ile Doğu’nun Batıya eşit olmadığını kanıtlamıştır. Marks örneği ise or yantalist olmayan bir kişinin oryantalizme has sözcükler ve kurumlann yardımı ile nasıl kurallar yarattığını gözler önüne sermek tedir. Doğu’dan söz açıldığında ve her fırsatta kendi kendisine var olmuş eksiksiz bir ifade mekanizması yaratarak bütün gerçeklerin sadece kendi koyduğu inançlardan oluştuduğunu iddia eden bu davranış biçimi nedir? Bu ifade mekanizmasının kişisel deneyler üzerinde ne surette etkili olduğunu göstermeyi hedef tuttuğumuza göre, aynı zamanda onun aldığı şekilleri de araştırmamız gerek mektedir. Çok zor ve karışık bir işlemdir bu... Zira bu olay bir bi limsel disiplinin genişleyerek rakiplerini sahneden kovalaması, onların yerine geçmesi, gelenekleri, metotları, bilimsel kuramları; izahlarında genel yasallaşmaya yönelmesi, taraftarları, kadrosu ve organları ile birlikte otorite sahibi olmasıdır. Bununla birlikte Or yantalizmin kendi özel amaçlarına ulaşmak ve elde ettiği sonuçları uzman olmayan bir dünyanın faydasına sunmak için sarfettiği gay retler sırasında edindiği özel tecrübeleri araştırma konusu haline getirerek, zorlukları yavaşça azaltmaya başlayabiliriz. Aslında bu denemeler Silvestre de Sacy ve Renan konularında verdiğim açık lamalarda olduğu gibi her yönde devam etmektedir. Diğer yandan bu iki bilim adamının temsil ettiği, bütünü ile kitaplara dayanan or yantalizmin yanında, ne birinin ne de diğerinin iddia etmediği gibi, Dğu’nun gerçekten yaşayan yönünü araştıranlar da vardır. Doğu ülkelerinde bizzat yaşayarak direkt ilişkiler sürdüren kişilerin ge leneği kitaba bağlı geleneğin yanında daha güçlü görünmektedir. Hiç kuşkusuz Anquetil, Jones ve (Napolyon'un) Mısır seferine katılanlar bu geleneğin en eski örnekleridir. Ayrıca bu örnekler kendilerinden sonra Doğu’ya yerleşmiş tüm oryantalistler için sar sılmaz kurallar bırakmışlardı. Doğu’da yaşayanların gücü Avrupa ülkelerinin gücüdür. Doğu’da yerleşmek özel bir hayat sürmek de mektir. Orada Avrupalı gittiği ülkenin bir vatandaşı değil, Fransız yahut İngiliz imparatorluklarından birinin temsilcisidir. Silahları, ekonomik gücü ve kültürel üstünlüğü ile ayrı ve çok ileri bir insan dır. Renan ve Silvestre de Sacy gibi Avrupa'da oturan bilim adam larının çalışmaları Doğu’da oturan kişilerce beslenir ve onların meyvalarmdan yararlanır. Sonuç olarak her iki deney gerçek bir kütüphane meydana getirecek ve bu gerçeklere karşı, Marks dahil kimse karşı duramayacak ve kimse onları ortadan kaldıramaya caktır. Gezginler ve Îngiliz-Fransız gezginciliği Doğu’da oturmak bir dereceye kadar kişisel bir deney ve şahsî gözlem sahibi olmaktır. Oryantalizmin kütüphaneleri ve kavram ları deneylerin ve gözlemlerin kişisel belgeler olmaktan çıkarak oryantalist ilmin kurucu kadroları arasına girmeleri ile zenginleş mekte ve güçlenmektedir. Bir başka deyimle, her metin içinde kişi sel bir gözlemi, resmî bir bilgi haline dönüştürebilecek bir güç bu lunmalıdır. Doğu’da oturan bir Avrupalınm yazdığı bir metin, oto biyografi ve hoşgörü taşıyan yönlerinden kolayca temizlenebilmeli yahut bu görüntüler en düşük düzeye indirilebilmeli ve geriye ka lan malzeme başlangıçta genel Oryantalizm, daha sonra özel Or yantalizm için işe yarar bilimsel materyal şekline sokulabilmelidir. Böylece beklediğimiz şeylerden biri de bu değişmedir. Örne ğin Marks’ın Doğu konusunda ileri sürdüğü kişisel duygular, res mî oryantalizmin işine yarayabilmelidir. Bu noktada çok zengin ve çok karışık bir yeni dünya ile karşıla şıyoruz. Bütün ondokuzuncu yüzyıl boyunca Doğu ve özellikle ya kın Doğu Avrupalılar için bir gezi alanı ve önde gelen edebiyat ko nusu idi. Bundan daha ileri olarak Doğu’da edinilmiş tecrübelere çok içten bağlı Doğu stilinde bir Avrupa edebiyatının doğduğu gö rülüyordu. Flaubert bu edebiyatın büyük modellerinden biri olarak derhal aklımıza geliyor... Disraeli, Mark Twain ve Kinglake diğer üç büyük örnektir. Fakat bizi asıl ilgilendiren konu profesyonel Oryantalizmin metinleri haline gelen yazılar ve değişik ülkelerde edinilmiş tecrübelere ve kişisel gözlemlere dayandığı halde bilim sel şekle dönüşmeden “edebiyat” olarak kalmış ikinci sınıf metin ler arasındaki farktır. Burada açıklamaya çalışacağım konu bu farklara dayanıyor... Doğu’da Batılı olmak “herzaman” çevreden ayrı yaşamak ve bu çevre ile bir cins eşit olmayan şartlar içinde bulunmaktır. Ancak asıl üzerinde durulması gereken konu bu kavramların nelere da yandığıdır: Neden Doğu’da olmak? Neden oraya gitmek? Walter Scott, Hugo ve Goethe örneklerinde olduğu gibi Avrupa'yı hiç terketmeden Doğu işleri ile sağlamca uğraşmak dururken nedenbir gezinin tüm zahmetlerine katlanmak? Burada şematik biçimde kü çük bir eğilim kategorisi ortaya çıkıyor: (1) Yazar uzmanlaşmış Oryantalizme malzeme sağlamak üzere Doğu’da bilimsel bir gezi yapmaya karar vermiş olabilir. Bu durumda aynı yazar Doğu’da geçirdiği günlerini tamamı ile bilim sel bir çalışmanın gereği sayabilir. (2) Aynı gayeleri taşıyan bir yazar kendi görüşlerini genel or yantalist görüşlerden daha üstün tutarak bunları doğrulamayı aklı na koymuş olabilir. Bu yazar kitaplarında kendisini daha açık bi çimde ortaya koyacak ve bu arada yazış stilinde kişisel kaprisler den de kolaylıkla kurtulamayacaktır. (3) Bu kategoriye giren bir yazar için Doğu’ya gerçek yahut hayalî bir seyahat kendisini derinden duygulandıran ve esir eden bir projenin tabiî sonucudur. Ortaya koyduğu metin proje tarafın dan beslenen ve eğitilen kişisel bir estetik üzerine kurulmuştur, ikinci ve ücünçü kategorilerde birinciye oranla kişiselliğe yahut en azından oryantalist olmayan bir tutuma daha fazla yer vardır. Bi rinci kategorinin ilginç örneği olarak Edwar William Lane’in Manners an d Customs o f the M odem Egyptians (Modern Mı sırlıların gelenek ve görenekleri) isimli eseri gösterilebilir. İkinci kategori de ise Burton’un Pilgrimage to al-M adinah a n d Meccah (Medine ve Mekke’ye Seyahat) isimli eserleri vardır. Nerval’in Voyage en Orient (Doğu’ya Seyahat) başlığını taşıyan ese ri ise üçüncü kategorinin temsilcisi sayılabilir. Bu eserlerde yazara ne kadar yer ayrılmış olduğunu göreceğiz. Aralarında mevcut farklara rağmen bu üç kategori birbirinden kolaylıkla ayrılmaz. Aynca her kategoride onu temsil edecek “katı sız” eserlerin sayısı fazla değildir. Örneğin her üç kategoriye de gi rebilecek eserlerin tamamı Avrupa düşüncesinin en katı egoist gö rüntülerini birlikte taşırlar. Her üç kategoride de Doğu bir Avrupalı gözlemci içindir. Lane’in “Modem Mısırlılar”ımn girdiği katego ride oryantalistin “benliği” çok daha göz alıcıdır. Yazarın stili ken di varlığını gizlese dahi egoizmi gözlerden uzak tutulamaz. Bütün bunların yanında bazı motifler her üç kategorinin eserlerinde aynı anda görülür. Bu motiflerden biri Doğu’nun bir gezi alanı olduğu ve Doğu’ya ait görüntülerin “Yaşayan bir tablo”nun yahut “seyir lik bir manzaranın” elemanları olduğudur. Doğu üzerine yazılmış bu kitapların herbiri doğal olarak bölgeyi tasvir etmeye yöneliktir, ancak önemli olan şudur ki bölümlerinin pek geniş bir kısmı Doğu hakkında genel “yorumlarla” doludur(Yahut bir yorum deneme si). Doğu’nun romantik yapısının, yeniden ortaya çıkarılışının ile ri bir şekli olan bu yorumlar insanı şaşırtmamalıdır. Bu metinlerde Doğu yeniden gözden geçirilmekte ve yaşanan çağa uygun yönleri ile diriltilmektedir. Dolayısı ile Doğu hakkında yapılmış tüm yo rumlar, tüm yeniden yaşatma faaliyetleri, bu ülkeleri yeniden yo rumlama ve yeniden inşa etme işlemleridir. Kategoriler arasındaki farklara geri dönelim. Lane’in Mısırlı lar hakkındaki kitabı oldukça etki uyandırmıştır. Her zaman okun muş, kaynak sayılmış (Flaubert ve diğerleri tarafından), yazarına büyük bir oryantalist olarak şöhret sağlamışın Bir başka deyimle Lane’in otoritesi sadece söyledikleri ile değil, ayrıca Oryantaliz me uyar biçimde söyleniş şekli ile de en yüksek noktaya erişmiştir. Bu eser uzun yüzyıllar Mısır ve Arabistan için tek kaynak olarak kalmıştır. Halbuki Burton ve Flaubert ise Burton ve Flaubert ol dukları için okunmakta, bize Doğu’dan fazla birşey getirmemek tedirler. Lane’in “Modem Mısır”mda “yazarın fonksiyonu” diğer kategorilerde olduğundan çok daha azdır, zira eser yazarın kendisi tarafından güçlendirilmiş bir meslekî faaliyet çerçevesine yazıl mış,dağıtılmış aynı zamanda yine kendisi tarafından kurumlaştırılmıştır. Böyle bir eserin içinde yahut profesyonel disiplin çizgisi üzerinde, yazarın kişiliği, alanın gerekleri ve konunun önemi ya nında düşük düzeyde kalır. Ancak bütün bu görüşler mes’eleleri çözmeye yetmemektedir. Lane’in klasik eseri olan An Account o f the Manners and Customs o f the M odem Egyptians (Modem Mısırlıların gelenek ve görenekleri hakkında)(1836) isimli eseri bir seri çalışma ve ya zarın 1825 ve 1828 ile 1833 ve 1835 yıllan arasında Mısır’a yaptığı iki bilimsel gezinin bilinçli sonucudur. Burada “bilinçli” sözcüğü nü kullanıyoruz zira Lane eserinin süslemeden uzak, yalın biçimde gerçeklerin tasviri ve doğruca anlatılması olduğunu hissettirmek istiyordu. Fakat aslında eser gerçek bir redaksiyon çalışması sonu cu ortaya çıkmıştı. (Yazdığı eser sonunda yayınladığı eser değil dir). Bu çalışma sırasında çok ciddi gayretler sarfedildiği ortada dır. Kitabın ne doğuşu ne de şekli Lane’in Doğu’ya bağlanmış ol duğunu ifade etmez, ancak metot uygulaması, klasik ve matema tik incelemelerde gösterdiği kolaylık kitabının iç düzenini açığa çı karmaktadır. Yazar eserinin önsözünde kitabı ne şekilde düzenle diğine dair sayısız enteresan işaretler vermektedir. Önce Arabça öğrenmek üzere Mısır’a gitmiştir. Daha Modem Mısırlılar hakkın da birkaç not yazdıktan az bir zaman sonra Society fa r the Diffusion o f Useful Knoıvledge (Faydalı bilgileri yayma demeği) isimli bir demek onu, ülke ve içinde yaşayanlar hakkında sistematik bir eser yazmaya zorlamıştır. Böylece tesadüflerin yardımı ile alınmış dağınık notlar, gerçekten faydalı bilgiler şekline girerek yabancı bir toplum hakkında temel kavramlar edinmek isteyen herkesin ya rarlanmasına sunulmuştur. Önsöz, kitapta yer alan mevcut bilgile rin o günlerde herkes tarafından bilinen şeylerden fazla olduğunu açıkça belirtmekte ve bu bilgilerin çok etki uyandıracağını ileri sürmektedir. Lane burada yumuşak bir tartışmacıdır. Başlangıçta kendisinden önce gelen başkalarının yapamadığı yahut yapmadığı fakat kendisinin yaptığı şeyleri sıralamakta, daha sonra hem otan tik hem de tamamı ile doğru bilgiler vermektedir. Böylece Lane’kı Özel otoritesi gün ışığına kavuşmaktadır. Lane kitabının önsözünde her ne kadar Dr. Russel isimli birisi nin Halep Halkının Tasviri adını taşıyan eserinden söz açmışsa da tabiatı ile asıl rakibi Description de l Egypte (Mısır’ın anlatımı) başlığını taşıyan büyük eserdir. Ancak Lane tarafından satır altla rında sık sık adı anılan bu eser biraz da küçümsenir bir eda ile Lane’in ağzında, Mısır hakkında “Fransızların büyük çalışması”dır. Lane bu çalışma için “çok felsefî ve çok ince eleyip sık doku yan...” diyor. Buna karşılık Jacob Bruckhardt’ın Mısır atasözleri ni içeren saf ve basit eserini öne sürüyor. Fransızların ve Bruckhardt’ın aksine Lane yerlilerin arasına girmiş, onlarla birlikte yaşamış ve onların geleneklerine alışmıştır. Yerliler ondan asla şüphelenmemişler; onu, aralarına karışması gerekmeyen bir insan olarak görmemişlerdir. Bu durumun kendi sini objektif olmaktan uzak tutacağını bir tehlike olarak farkeden Lane, Kur’ân’m sadece kelimeleri ile uğraştığını ve kendisinin yerlilere oranla çok değişik bir kültürün insanı olduğunu hiç bir za man aklından çıkarmadığını belirtmek zorunda kalmıştır.17" Böy- lece Lane’in bilimsel kişiliğinin bir kısmı, hiç kuşku yaratmayacak şekilde Müslüman denizinin üzerinde kolaylıkla gezinmekte, di ğer kısmı ise Avrupalı olmanın gizli gücünü tamamen koruyarak çevrede yer alan her şeyi yorumlamak, sahip çıkmak ve kullanmak için doğruca onun içine dalmaktadır. Oryantalist aslına uygun olup olmadığını düşünmeden Do ğu’yu taklid edebilir. Doğu hakkında tüm söyledikleri tek yönlü bir anlatım olarak değerlendirilmelidir. Doğulular konuşmakta ve hareket etmekte, Oryantalist gözleyerek not tutmaktadır. Tüm gü cü yerlilerin ortasında durarak konuşmak ve yazmaktan ibarettir. Belki ona gizli bir yazar gözü ile bakılabilir. Ve bütün yazdıkları yerliler için değil, Avrupa’nın çeşitli yayın kurumlan içindir. La ne’in metni bizim bunu hiçbir zaman unutmayacağımız biçimde ortaya koymuştur: Mısır’da “ben” demesini bilen kuvvetli bir kişi likle dolaşan Lane bu ülkenin gelenekleri, görenekleri, bayramla rı, çocukları, büyükleri, cenazeleri arasında gezinirken bir Doğulu kişiliğine bürünmüş ve başka türlü elde edilmesi mümkün olma yan yollarla bilgileri yakalayıp yayınlayarak yeni bir Oryantalist araştırma metodu keşfetmiştir. Araştırmacı olarak Lane hem görü nen hem gösterendir. Bir taşla iki kuş vurmakta, iki tarafı da mem nun etmektedir: Bir yandan arkadaşlıklar edinerek (yahut öyle gö rünerek) Doğu heveslerini tatmin etmekte, diğer yandan şöhretle rini sağlayan Doğu bilgilerine sahip olmaktadır. Bütün bu anlatılanları, kitabın önsözünün son bölümü kadar hiçbir şey kanıtlayamaz. Lane başlıca haber kaynağı ve dostu olan Şeyh Ahmed’i burada bir arkadaş ve meraklı bir insan olarak tanıt maktadır. Yerliler Lane’i Müslüman zannetmektedirler, Şeyh Ahmed ancak Lane’in maymunluklarının verdiği korkuyu yendikten soma onun yanında camide namaz kılabilmiştir. Bundan önce meydana gelen sahnelerde Lane için Şeyh Ahmed, garip bir cam kemirici ve çok kadınla evlenmiş acaip bir Doğuludur. Şeyh Ah med hikayesinin üç bölümü içinde Müslüman ile Lane arasındaki mesafe bazen açılmakta, hareket doğduğu sırada ise kapanmakta dır. Denebilir ki Müslüman davranışlarının aracısı ve yorumcusu olarak Lane gülünç biçimde Müslüman şemasının içine girmekte fakat bu sırada sadece gizli bir İngiliz metni hazırlamayı amaçla maktadır. Yalancı dindar kişiliği ve üstün Avrupalı görünüşü kötü niyetinin açık belirtisidir. Zira ikinci konu birinci konuyu ortadan siliyor... Lane garip “bir” Müslümanın bireysel davranışlarından tüm Müslümanlara ait hükümler çıkarmaktadır. Onun için gerek Şeyh Ahmed’e ve gerekse haber kaynağı edindiği tüm diğer dost larına ihanet etmenin hiç bir sakıncası yoktur. Önemli olan metnin doğruluğu ve genel yargıların sağlamlığıdır. Bu arada İngiliz oku yucusu Lane’in hiçbir zaman ihanet ve kâfirliğin etkisi altında kal madığına inanması gerekmektedir. Nihayet Lane ortaya koyduğu metnin bilimsel niteliğini insan unsurunun üzerinde tutmuş ve bi lim için insanı harcamıştır. Lane’in kitabının ana hatları bunlardır. Bu eser sadece Mısır’a yapılmış bir seyahatin sonucu değil aynı zamanda başarı ile yürü tülmüş bilimsel bir çalışmanın ve gayretli bir araştırmanın ürünü dür. Kanımca Lane’in özelliği buradadır. “M odem M ısırlıların plan ve form’undan ayrılmayan bir başka onsekizinci yüzyıl eseri de Fielding’in yazdığı bir romandır. Lane’in eseri ülke ve manza ralarını tarifi ile başlamakta, daha sonra “kişisel karakterler” ve “Küçük çocukluk ve ilk eğitim çalışmaları” bölümleri ile devam etmektedir. Bayramlar, yasalar, karakterler, endüstri, büyü ve güncel hayat konularını içine alan yirmibeş bölüm kitabın ilk kıs mını meydana getirmektedir. “Ölüm ve cenaze gelenekleri” La ne’in ilk ele aldığı konular arasındadır. Daha sonra hayatın gelişme ritmi kitabın devamını sağlar. İnsan yaşamının büyük bölümlerini bizzat yaşayarak görmüş bir gözlemci tavrı ile konuşmaktadır La ne... Seçtiği modeli, “Tom Jones tie olduğu gibi kahramanların doğuşu, maceraları, evlenişi ve ölümü ile ilgili araştırcı bir şema dır. Sadece Lane’in metninde araştırmanın yapıldığı çağ belli de ğildir. Bununla birlikte konusu olan Modem Mısırlı, bireysel yaşa mın çemberinden geçer. Netice olarak ortaya konan bilgiler tek bir kişiden hareketle bütün bir toplumun görüntüsüdür. Böylece bir geziden arda kalanlar Oryantalistlerin kullanabilecekleri malzeme olarak ortaya serilmiş olur. Lane malzemesini sadece çift varlığı, (kötü Müslüman, köklü Avrupalı), metodu ve konuları ile değil aynı zamanda ayrıntıları kullanma şekli ile de meydana koymaktadır. Her bölümde, büyük kısımların her biri sürpriz yaratmayacak şekilde genel gözlemlere dayanarak değişmez kurallarla ele alınmıştır. Örneğin: “Genel olarak anlaşılıyor ki bir ulusun karakterinin yaygın şeklini ve gele neklerini o ulusun yaşadığı toprağın fizikî şartlarına bağlayabili riz. . demektedir.(72) Sonuç basittir: Nil, Mısır’m aşırı tuzlu iklimi ve köylülerin “açık” halleri bu gözlemin ileri kanıtıdır. Ancak araştırmanın sıralanışı gereği yazılı metne, buna bağlı ikinci olayla devam etmek luzumu varken Lane, bu noktda ayrıntılara girmekte ve dolayısı ile bir araştırmacıdan bekleneni, sırf şekilci nedenler yüzünden yerine getirmemektedir. Bir başka deyimle Lane’in metninin ana çizgileriaraştırma metoduna uygunsa da, metne ilave edilen ayrıntılar bazen gereksiz sayılabilir. Genel bir gözlemden, Mısırlı karakterinin herhangi bir özelliğine geçerken Lane küçük ken büyüyen, büyükken ihtiyarlıyan Mısırlının hep yanındadır. İleri sürdüğü ayrıntılarla bu geçişlerin yumuşakça geçişler olmala rım “önler”. Mısır’ın ikliminin aşırı tuzlu olduğunu anlatırken ör neğin yazar, Mısırlıların arasında çok yaşayanların bulunmadığı nı, çoğunun bulaşıcı hastalıklar ve doktor yokluğu nedeni ile ölüp gittiklerini hikaye etmektedir. Daha sonra Lane bize ülkede sıcak havanın Mısırlıların seksüel gücünü arttırdığım anlatır (Kanıtsız bir genelleme). Az sonra daha da ileri giden Lane, mimarî eserleri, dekorasyonu ve şehrin çeşmelerini de işin içine katarak tablosunu tamamlar. Seçilen araştırma metodu açısından bütün bu anlatımlar şekilçi kalıplar olarak kalmaktadır. Lane’in metni araştırmanın en ileri noktasında dahi saf, basit ve önüne geçilmez tasvirler yüzünden kesintilere uğramaktadır. Bununla beraber Lane’in esas gayesi Mısır ve Mısırlıları tamamı ile görünür hale getirmek ve okuyucudan hiçbir şey gizlemeyerek ona Mısırlıları tüm hatları ve bol ayrıntıları ile sunmaktır. Hikaye lere tarihe baş vurduğunda sado-mazoşist büyük olaylara karşı aşı rı bir merak duyar. Kendi vücuduna eziyet eden dervişler, zalim yargıçlar, müslümaların arasında din ile özgürlüğün karışımı, aşırı ihtiraslar ve zevkler başlıca konularıdır. Bununla birlikte olaylar ne derecede yabancı ve karmaşık olursa olsun, bizi ne dereceye ka dar kargaşalığa, anlamsızlığa ve ayrıntıların girdabına sürüklerse sürüklesin en büyük kurtarıcımız yine Lane’dir. Lane her yerde ha zırdır, görevi parçalan toplamak, kırılıp dökülenleri bir araya ge tirmek ve ne olursa olsun bizi ileriye götürmektir. Lane, Müslü manların açıkça hedef oldukları hırs ve tahrik konusunda bir Avru palI olarak hiçbir girişimde bulunmamakta ve bu noktada hareket siz kalmaktadır. Bununla birlikte Lane’in topladığı muazzam mal zemeyi bilimsel disiplinin çizgisi üzerinde tutabilmek için harca dığı güç, büyük ölçüde hayata ve Mısırlılara karşı takındığı mesa feli soğukluktan gelmektedir. Eserin ana sembolik bölümü altmcı kısmın başı ve devamıdır. Bu bölümde yazar “Güncel yaşamı” dile getirmektedir. Lane artık Mısır ve Mısırlının hayatında istediği gibi gezinmektedir. Bir Mı sırlının evinde odaları dolaştıktan soma topluma geri dönmekte, bu defa evin gizliliği içinde gördüklerini umuma açıklamaktadır. Bir “Evlilik ve evlenme merasimi” konuları arasındadır. Bölüm yi ne alışıldığı gibi genel bir tarifle başlamaktadır: “Olgunluk çağına gelmiş bir erkek, belirli bir kusura sahip değilse evlenmediği tak dirde Mısırlılar için geçerli insan değildir. Hatta bu durum utanç vericidir” şekilde gözlemlerle devam eden kitapta Lane bu kuralı bizzat kedisine tatbik etmekte, evlenmediği için kendi kendisinin suçlandığım ileri sürmektedir. Uzun bir bölüm boyunca evlenmesi için kendisine yapılan baskıları anlatan yazar ayak direyerek bunu reddettiğini anlatmaktadır. Nihayet yakın bir yerli dostunun ken disine çok uygun bir evlilik olanağı yarattığım, ancak onu da diğer leri gibi reddettiğini anlatan Lane evlilikle ilgili bütün bu bölümle re birden son vermekte, konuyu ansızın noktalamaktadır.(73)Lane daha sonra genel görüşlerini ve gözemlerini dile getirmektedir. Burada gördüğümüz sadece Lane’in ana konuyu, hiç ilgisi bu lunmayan ayrıntılarla kesiş tekniği değil aynı zamanda Doğu toplumunun üretim geleneklerine karşı takındığı kapalı ve mesafeli tutumdur. Tasvirini yaptığı topluma girmemek için gösterdiği di renişin küçük hikayesi dramatik şekilde sona ermektedir. Günde lik hayatın içine karışmadığı sürece hikayesinin devam edemeye ceğini anlayan Lane’in damatlık adaylığı da böylece zamanla unu tulup gitmiştir. Erkeklerin meydana getirdiği bir toplumda evlen meyi reddeden Lane bu toplum içinde kendi varlığını da sona erdir miştir. Böylece otoritesini korumakta, yazdığı metni gülünç olay larla süsleyerek, onun objektif niteliğini de kuvvetlendirmektedir. Lane’in bir Müslüman olmadığım bildiğimiz halde şimdi onun bir Doğulu olmak yerine bir Oryantalist kalmak için güncel hayatm il ginç yönlerini de terkettiğini görüyoruz. Ayrıca insan hayatının dar çemberini kabul ederek kendisini harcaması da sözkonusu de ğildir. Ancak bu negatif tutumu ile zamanının dışına çıkabilen bir gözlemci sıfatını koruyabilecektir. Lane, “Olanaksız ve konforsuz” bir hayat sürdürmek ile Mo dem Mısırlılar üzerindeki çalışmalarına devam etmek arasında se çenek aramak zorunda kalmış ve birinci yolu tercih etmiştir. Böy lece onlardan biri haline gelen Lane Mısırlıları istediği gibi incele miş ve ortaya koyduğu gözlemler sözcüklerin dar kalıplarının çok ötesine aşmıştır. Lane’in bilimsel çalışması iki yönden çok değer lidir. Birinci yön Lane insan yaşamını genel akışı içine girmiş, bu yüzden büyük ve çok değerli noktalar yakalayabilmiş, bir yabancı nın gidebileceğinden çok uzaklara ulaşmış ve yığınla malzeme ge tirmiştir. Mısırlılara karınlarını yarıp göstermiş sonra onu yeniden dikmiştir. İkinci yön: Lane Mısır’ın güncel hayatına girmeyi red detmekle hayvani arzularına gem vurmuş, bilim uğruna kendisini harcamıştır. Mısır’da Mısır için yaşamının bu, ülkede sadece Av rupa bilimine hizmet etmeyi düşünmüştür. Oryantalizmin yıllıkla rında Lane’in büyük şöhreti, bir yandan büyük bir bilimsel metot uygulaması, diğer yandan incelediği bölgede yerleşik olmasından doğmaktadır. Böylesine faydalı bilgiler toplamak başka yollarla imkan kazanamazdı. Lane’in “M odem M ısırlılarım bir Doğu kaynağı olarak de ğil de, akademik Oryantalizmin organlarım genişletmek üzere ka leme alınmış bir eser şeklinde okumak oldukça aydınlatıcıdır. La ne’de maddî kişiliğin bilimsel varlığın üzerine çıkışı çeşitli Doğu derneklerinin uzmanlaşma ve kurumsallaşma dönemine rastla maktadır. Kraliyet Asya Demeği, Lane'in kitabının yayınlanışından on yıl kadar önce kurulmuş, san’at, bilim ve edebiyat araştır malarına yönelmiş ve genel olarak Lane’in kitabının konularında faaliyet göstermeye çaba harcamıştı.*741 Ancak Lane’in eseri gibi bir kitabın yayınlandığı tarihte sadece çeşitli demeklerin gerileyişi değil, oryantalist programlan destekleyen Doğu ticaretinin azal mış oluşu da eserin ortaya çıkması için engel sayılıyordu. Bütün bü demeklerin çalışma alanları Lane’in kitabının sınırlan ile eş değer dedir. Örneğin Societe Asiatique (Asya Demeği)nin programında şu noktalar yer alıyordu: “Genel kürsülerde okutulan dillerin etüdü için luzumlu olan dilbil gisi, sözlük yahut diğer kitapları hazırlamak, Fransa’da yahut ecnebî ülkelerde bu türde yazılm ış eserleri aramak bulmak, Asya el yazmalarını satın almak yahut bunları kısm en veya bütünü ile kopya ettirmek, A vrupa’da umumî kuruluşlarda varlığı bilinen eserlerin tercümelerini yaptırmak veya bunlardan özetler yayınla mak, matbaalarda gravür yahut litografı tekniği ile bunları çoğalt mak, coğrafya, tarih, bilim veya san’ata veya D oğu ülkelerine ait eser yazanların ellerinden bu eserleri satın almak ve halkın fayda sına sunmak, Asya edebiyatına dair periyodik bir yayın için çağrı da bulunmak, halkın dikkatini D oğu’nun bilimsel, edebî ve şiirsel üretimi üzerine çekmek, bu konuda Doğu halklarını hedef tutarak Avrupa’da yazılan aynı tür eserleri tanıtmak. Bütün bunlar Asya Derne ğinin uğraştığı konulardır.” Oryantalizm sistematik olarak örgütleniyor, elindeki Doğu malzemesini günden güne çoğaltıyor ve bunu uzmanlaşmış bir bil gi hâzinesi olarak düzenli şekilde yayıyordu. Lane bu sistem içinde eserini ortaya koymuş ve kendi benliğini feda etmişti. Bu eserin Oryantalizmin arşivleri içinde yer alış biçimi önceden tahmin edil mişti. Silvestre de Sacy bu konuda şunları ileri sürüyordu: “. ..Bu derneğin en önemli ihtiyaçlarından biri “Asya Müzesidir”. Bu müzede her türde çok çeşitli eşya bulunacak, resimler, orijinal kitaplar, haritalar, gezi notları A sya incelemeleri ile uğraşan her insanın faydasına sunulacaktır. Bu materyal öylesine bol olacaktır ki bunları elden geçiren sanki kendisini bir M oğol kabilesinin or tasında hissedecek, yahut araştırmalarına konu olan herhangi bir Çinli ırkının parçasını sayacaktır. Asya dillerinin temel kitapları nın yayınlanmasından sonra denebilir ki hiçbir şey böyle bir mü zenin temelini atmak kadar önemli değildir. Bu konuya sözcükle rin canlı yorumu ve vazgeçilmez tercümanı olarak bakıyorum.”C7ÎI “Çevirmen”, “Aracı” yahut “Sözcü” anlamlarım taşıyan se vimli “tercüman” kelimesi Arapça’dan aktarılmıştı. Oryantalizm bir yandan Doğu’yu mümkün olduğu kadar genişçe ele almak isti yor, diğer yandan elde ettiği bilgiyi Batı’da muntazam şekilde sı nıflandırmak, dergilere aktarmak, sözcüklere sıralamak, gramer, açıklama, yayın ve yayın geleneği süzgeçlerinden geçirerek onu Avrupa'ya yarar hale getirmek istiyordu. Kısaca Doğu’nun kaderi artık kişisel gözlemlerin eline düşmüştü. Doğu’yu ya yalancı gez ginler anlatacak yahut da orada oturan ve bilim hâzinelerine istedi gibi sahip çıkan kişiler hikaye edecekti. Doğu kişisel deneylerin konusu ve duvarları bulunmayan bir müze idi.Doğu kültürünün geniş alanı Avrupa'nın gözünde sadece bir “Doğulu” olarak kala caktı. Kâşifler, gezginler, komisyonlar, ordular, tacirler tarafından Avrupa’ya parça parça aktarılan bu Doğu, burada yeniden bir araya getiriliyor; Oryantalizmin sözcükleri, kütüphaneleri ve arşivleri böylece ortaya çıkıyordu. Disraeli’nin deyimi ile Doğu, ondoku zuncu yüzyılın oltalarına doğru bir taş ocağı şekline girmişti. Bu malzeme sadece Doğu’yu değil Batı’yı da yeniden imar etmeye yarıyordu. Doğuya giden her gezgin, yahut Doğu’da oturan her Avrupalı onun başdöndürücü etkilerinden kendisini kurtarma olanağına sa hipti. Örneğin Lane kitabını yazmaya karar verdiği zaman Do ğu’da oturmakta bir sakınca görmemişti. Doğu yaşamının garip yönleri, acayip takvimleri, gökyüzü hayalleri, ümitsizlik doğuran yabancılaşmış dilleri, ters görüntüler veren ahlakı, Avrupa stilinde bir yazıya konu olduğunda çok dar kalıpların içine sıkışıp kalıyor du. Denebilir ki Lane Doğu’yu yönlendirirken, onu sadece tarif et mekle kalmamış fakat aynı zamanda “anlaşılır” şekle sokmuştur. Kendi görüşlerinin aracılığı ile Avrupalılara hoş gelmeyecek şey leri ayıklamıştı. Çoğu zaman Doğu aşırı seksüel duyguları yüzün den sıkıntı çekiyordu. Lane’in Mısır'ında bu alanda her türlü sağlık kuralı çiğnenmişti. Lane bu konuya da değiniyor ve durumu “iliş kilerin özgürlüğü” sözcükleri ile tanımlıyordu. Ancak ülkede, seksüel hayatın da ötesinde tehlikeler vardı. AvrupalIların kafalarında yer alan “devamlılık”, “Zamanın ger çekleri” gibi kavramlar burada görülmüyordu. Mekan ve kişisel ilişkiler değişikti. Doğu’da nisan hiç ummadığı bir anda bir antika lıkla, insanüstü bir güzellikle veya yaşanmadan yazılamayacak şeylerle karşılaşabilirdi. Byron’un “GigouF\mâ&, Goethe’nin “D ivan Occidental-Oriental: Batı-D oğu Divanı”nda, Hugo’nun “O rientalesDoğulular”ında Doğu bir cins özgürlük, ori jinal görüntüler diyarı idi. Goethe bu konuya “Hegire- Hicret”te en iyi parmak basan kişi olmuştu: Kuzey, Batı ve Doğu parlak ışıklarla uçuşuyor... Tahtlar yıkılıyor, imparatorluklar sarsılıyor, Kurtar kendini, gerçek D oğu ’ya ulaş, Büyüklerin havasını ciğerlerine doldur. Daima Doğu’ya dönülüyordu. İnsan tüm rüyalarının kaynağı nı orada bulabilirdi: Elveda Doğu! Elveda Batı! Kuzeyin ve Güneyin toprakları Barış içinde yaşayın.(76> Doğu, şiiri, atmosferi ve imkânları ile, Goethe’nin “Sonsuz” dediği Hafız gibi, AvrupalIlardan daha eski ve daha genç şairlerin eserlerinde tanınmıştı. Hugo için ise l e eri de guerre du Mufti (Müftünün savaş çığlığı) yahut La douleur du pacha (Paşanın ızdırabı)<77) eserlerinde olduğu gibi Doğuluların hoyratlığı ve dağı nık melankolisi değer taşıyordu. Volney ve George Sâle’in bilim sel eserleri ise barbarların muhteşem görünüşünü şair’in yüksek yeteneğine sunulacak faydalı bir bilgi haline getiriyordu. Lane, Silvestre de Sacy, Renan, Volney ve diğer öncüler gibi oryantalistler edebiyatçıların kullandığı malzemeyi anlaşılır şekle sokuyorlardı. Doğuyu ele alan ve Doğu’da oturan kişilerce ortaya konmuş üç tip eser konusunda daha önce söylediklerimize geri dö nelim. Bilimin vazgeçilmez ihtiyaçları oryantalistler tarafından verilmiş bilgileri süzmüştü. Lane’in kendi kendisini sansür edişi yahut ilk eserlerde görünen atmosfer bu olayın canlı deliliydi. İki ve üçüncü tipler için yazarın kişiliği tabiatı ile yerinde durmakta, sesi ancak bilimin sesinden daha yüksek duyulmaktaydı. Üçüncü tip eserde ise böyle bir görüntü söz konusu değildi. Bununla birlik te Bonaparte’den sonra Doğu bir uçtan diğer uca gezi alanı olmuş tu. Otantik Oryantalizme bağlı olan tüm önemli eserler, akademik olmadıkları takdirde, form ve stil açısından Doğu’ya yapılmış bir gezinin ürünleri idi. Daha önce sözünü ettiğimiz pek çok oryanta list yazının temel fikri romantik bir yeniden düzenleme çerçevesini aşmıyordu. Her gezgin olayları kendi tarzında görüyordu, ancak gezinin yararlılığı, alacağı şekil ve getirdiği bilgiler açısından bazı sınırlar vardı. Tüm Doğu gezileri İncilde anlatılan ülkelerden geçiyor ya hut bu ülkelerden geçmeyi hedef sayıyordu. Pek çoğu ya oraları ye niden görmek isteyen kişiler, yahut da Judo-Hrıstiyan veya Greko-Romen kültürü alanında hudutsuz zenginlikler taşıyan bu top raklarda yeni şeyler öğrenmek isteyen insanlardı. Bu gezginler için oryantalist bilim adamlarının getirdiği Doğu kavramları elden çı karılması gereken bir eldiven gibiydi. Aynen İncil konusunda ol duğu gibi Haçlılar, İslâm, Napolyon ve İskender gibi konuları da yeni baştan ele almak gerekiyordu. Doğu sadece gezginlere kişisel rüyalar gördürüp onları harikalar diyarına götürmüyor, aynı za manda verdiği görüntülerle yazar arasında bir nevi perde vazifesi görüyordu. Ancak Nerval ve Flaubert, Lane’den yararlanarak bu perdeyi aralamışlardı. Oryantalist çalışma kütüphanelerde sadece estetik bir proje olamazdı. Bir başka nokta: Oryantalist yazı, Oryantalist bilimle çok fazla sınırlıydı. Chateaubriand gibi bir gezgin gezisini sadece kendi ya rarına yapıyor ve şunları söylüyordu: “Manzaralar görmeye git miştim, hepsi bu kadar...”<78) Flaubert, Vigny, Nerval, Kinglake, Disraeli ve Burton hepsi birlikte gezilerini sadece mevcut oryanta list arşivin tozlarını silkelemek üzere uygulamışlardı. Yazılan Do ğu bilimleri için yepyeni malzeme getirmişti. Bununla birlikte iler de göreceğimiz gibi bu gezi projeleri alışılmışın dışına çıkmıyor ve Oryantalist sınırlardan ayrılmıyordu. Nedenler çeşitliydi, daha çok gezginin tabiatına bağlıydı; yazış tekniği, eserme verdiği şekil değer taşıyordu. Ondokuzuncu yüzyıl gezgini için Doğu neydi? Başlangıçta İn gilizce yazan gezginlerle Fransızca yazan gezginler arasındaki far kı ele alalım. İngilizler için Doğu tabiatı ile gerçek bir Britanya top rağı olan Hindistan idi. Dolayısı ile Orta-Doğu’dan geçmek İmpa ratorluğun başlıca kolonilerinden birine giden yolu aşmaktı. Hayal oyunları için ayrılan yer böylece İdarî açıdan sınırlandırılmış olu yordu. Walter Scott, Küıglake, Disraeli, Warburton, Burton ve hat ta George Eliot (“Daniel Deronda”smda Doğu için planlar kurar) Lane ve ondan önce Jones gibi Doğu’yu maddi açıdan gören ve maddeye bağlı hayaller kuran yazarlardı. İngiltere Napolyon'u yendi ve Fransa’nın önüne geçti. Bu tarihten sonra bir İngiliz’in ka fasının uzandığı alan geniş bir imparatorluk sahası ve 1880’li yıl larda Akdeniz’den Hindistan’a kadar kesintisiz ilerleyen çizgi üzerinde Brintanya tarafından yönetilen ülkelerdi. Mısır, Suriye veya Türkiye hakkında yazı yazmak, seyahati göze almak, o ülke lerin idarî veya siyasî hayatı hakında bilgi edinmekle mümkündü. Disraeli gibi oldukça hür bir yazar için dahi gezilecek alan çok sı nırlıydı. Dolayısı ile “ Tancred” sadece bir Doğu fantezisi değil, aynı zamanda gerçek topraklar üzerinde geçen gerçek bir politik oyundu. Buna karşılık Fransız gezgini bir bozgunun kahredici duygula rı ile doluydu. Gittiği yerlerde Fransa, İngiltere gibi egemen değil di. Akdeniz, Fransız yenilgileri ve Napolyon’un başarısız haçlı se ferinin yankıları ile çınlıyordu. Fransa’nın “Uygarlık taşıyıcı” rolü ondokuzuncu yüzyılda İngiltere’den sonra ikinci sırada bir politik olay sayılmak üzereydi. Neticede Volney’den başlamak üzere bü tün Fransız gezginleri “kendi kafalarında” yer alan bölgelere ait plan ve projeler yapıyorlar, hayalî ülkeler icad ediyorlar ve ilerde yönetecekleri yerler için önceden antraman yapıyorlardı. Onların Doğu’su anıların, yıkıntıların, unutulmuş sırların, saklanmış mek tupların ve özel bir yaşam biçiminin Doğu'su idi. Bu Doğu’nun en yüksek edebî görüntüsüne Nerval yahut Flaubert’de rastlanabilirdi. Her iki ünlü yazarın eserleri hiçbir zaman gerçekleşemeyecek hayeller dünyasına sağlamca demir atmış yapıtlardı. Fransız gezgin bilim adamları arasında pek çoğu İncil tarihi ile ilgileniyor, Henri (Bordeaux’nun “Voyageurs cl’Orient: Doğu Yolcuları”l79)isimli eserinde ortaya koyduğu gibi Haçlı seferleri ile meşgul oluyordu. Bunlara ilave olarak (Haşan el Nuti’nin tavsiye sine uyarak) Sami dillerinde uzmanlaşmış Quatremere; Ölü denizi keşfeden Saulcy, Finike arkeoloğu olarak Renan, Finike dillerine tetkik etmiş olan Judas; Ensarîleri, İsmailîleri ve Selçukluları ince lemiş olan Catafago ve Defremery Juda’yı bulan Clermont-Gan~ neau kontu ve başlıca çalışması Palmyre yazıtları üzerinde olan Vogüe markisini sayabiliriz. Bütün bunlardan başka Champollion ve Mariette ekolünde yetişmiş pekçok Ejiptolog bilim adamı var dır ki bunlara daha sonra Maspero ve Legrain’i de eklemek gerek mektedir. İngiliz gerçekleri ile Fransız fantazileri arasındaki farkı iyice anlayabilmek için 1884’te (İngiliz işgalinden iki yıl sonra) ressam Ludovic Lepic’in söylediği şu acıklı cümleyi hatırlama zahmetine katlanmalı: “Doğu, Kahire’de ölmüştür...” Bu sırada sadece Renan, ırkçı gerçekçiliği ile İngiliz müdahalesine özür arı yor ve milliyetçi Arabî paşanın isyanı için, bunun uygarlığa karşı utanç verici bir olay olduğunu ileri sürüyordu.(80) Volney ve Bonaparte İlmî bir gerçeği aramanın , Ondokuzuncu yüzyıl Fransız gezginleri ise egzotik fakat gerçekten göz alacak gerçeklerin peşinde idiler. Chateaubriand’dan başlayarak ortaya çıkan bir seri edebiyat adamı için ve gezi adamı için Doğu bir sem pati sahnesi; hikayeleri, aşırılıkları ve kişisel tabloları ile bir harikalardünyası idi. Burada bütün yazarlar gibi Fransızların da Do ğu’yu kendi fikirlerini doğrulamak için nasıl kullandıklarına dik kat etmek lüzumu vardır. Örneğin Lamartin kendi adına yazarken Fransa adına yazıyor ve o Fransa’nın Doğu’da bir güç olduğunu unutmuyordu. Bu ikinci nokta sessizlik içinde geçiştirilmekte ve sonuçta yazarın ruhu, belleği ve hayal gücü hep birlikte böyle bir gayenin tahakkukuna çalışmaktaydı.İster İngiliz, ister Fransız ol sun hiçbir gezgin Lane kadar kendisini eserinin içinde saklama ye teneği gösterememişti. Burtonve T. E. Lawrence (birincisi müslümanlar gibi hac yapmış, diğeri ters hacılık adım verdiği bir surette Mekke’den hareket etmişti) dahi tarihî, politik ve sosyal oryanta list malzemeyi yığınla getiren kişiler oldukları halde hiçbiri Lane kadar kendi öz kişiliklerinin dışına çıkamamışlardı. Burton, Lawrence ve Charles Dought’nin Lane ile Chateaubriand arasında ge çiş rolü oynamalarının sebebi buradadır. Chateaubriand’ın l ’Itineraire de Paris â Jerusalem (Paris’ten Kudüs’e yolculuk) (1810-1811) isimli eseri, Kuzey Amerika’ya yapığı bir seyahatten sonra 1805 ile 1806 arasında Doğu’da çıktığı bir gezinin sonucudur. Bu kitap birkaç yüz sayfa boyunca yazarı nın görüşlerini yansıtır: “Sonsuza kadar kendimden söz edece ğim” diyen yazar, bu noktada “Egoizmden daha iğrenç hiçbir şey bulamadım” diyen Stendhal'in saldırısına uğramıştır. Stendhal Chateaubriand’m güvenilir bir yazar olmadığına inanmıştı. Ger çekten Chateaubriand Doğu’ya ağır bir kültürel yük ve kişisel gö rüşler getirmiş ve bunları oraya buraya ekerek zengin hayal dünya sından hiçbir şeyin kurtulamayacağını göstermek istercesine neti ceyi beklemişti. Doğu’ya “eğitilmiş” bir insan olarak ayak basan Chateaubriand kendi kişiliğini örtbas etmek istiyordu. Onun için Bonaparte Haçlıların sonuncusuydu. Kendisi ise belki de “ülke sinden çıkarak eski hacıların ideal ideal, gaye ve duyguları ile kut sal topraklara seyahat eden son Fransız vatandaşı olacağını” söylü yordu. Ancak gezisinin başka sebepleri vardı. O simetrileri gör mek istiyordu: “Amerika çöllerinde Doğa’nın anıtlarım hayranlık la seyrettim, insan anıtları arasında ise henüz iki cins anıt tanıyorum:Kelt anıtları ve Roma anıtları... geriye Atina, Menfis ve Kartaca’yı dolaşmak kalıyor.. diyordu. Hayal stokunu doldurmak zorunda idi. Din konusunu yeniden doğrulamak istiyordu. “Din bütün insanların anlayabileceği evrensel bir dil’dir” şeklinde dü şünüyordu. Din’in hiçbir yerde olmadığı kadar Doğu’da titizlikle korunduğunu, İslâm dini gibi geri(!) bir dinin dahi en doğal şekli ile bu yörede bulunduğunu haber veriyordu. Bütün bunlara ekli olarak Chateaubriad’ın eşyayı olduğu gibi değil, fakat olmasmı istediği gibi görmeye ihtiyacı vardı. O’na göre Kur’ân “Muhammed’in ki tabıydı”, “Ne uygarlık prensipleri getiriyor ne de yüksek değerler taşıyordu”. “Bu kitap” ne kin, ne tiranlık, ne aşk, ne de özgürlükten yana hiçbir şey sağlamaz... ” diyordu.1811 Chateaubriand gibi kıymetli bir kişi için Doğu tamir edilmeyi bekleyen bir tablo idi. Doğu Arabi “Vahşiliğe düşmüş uygar insan dı”. Bu yüzden Arabların Fransızca konuştuğunu gören Chateaub riand hiç şaşkınlığa uğramamış ve kendisini papağmının ilk defa konuştuğuna tanık olan Robinson Crusoe gibi hissetmişti. Dünya da Bethleem gibi (Chateaubriand bu kelimenin etimolojisi üzerin de tamamı ile yanılmaktadır) gerçek uygarlık sahnelerine şahit ol muş yerler vardır. (Yani Avrupa uygarlığı...) Ancak bunlar ender ve biri diğerinden uzaktı. Her tarafta uygarlıkları, dinleri ve davra nışları öylesine alçak, barbar ve ilgisiz Doğululara ve Arablara rastlanıyordu ki buraları yeniden fethetmek gerekirdi. Bölge vakti ile Haçlılar tarafından ele geçirilmiş fakat Ömer yeniden gelerek Avrupa toprağına girmişti. Aslında Haçlılar gerek klasik ve gerek se modem şekilde olsun eğer bir işgal gücü iseler ortaya koydukları problemler insanları ilgilendiriyordu: “Haçlıları Filistin’in mezarlarına koşan silahlı hacılar olarak gör mek tarihe şaşı bakmaktır. Önemli olan kutsal mezar aramak de ğil, bu mezarı yeryüzüne kimin çıkaracağını bilmektir. Bu işi kim yapacak? Uygarlığa düşman, cahilliğe uygun, despotizm e ve kö leliğe açık bir din mi? Yoksa modem çağlarda geçmişin inançları nı yaşatabilmiş ve bunları yararlı kılabilmiş bir din mi?”<82) Bu cümleler Avrupa eserlerinde kısa yoldan ve yaklaşık olarak dayanılmaz bir otorite kazanan bir fikrin ilk işaretleriydi. Avrupa Doğululara, hiç bilmediklerine inanarak, özgürlüğü öğretmeye kalkışıyordu. Chateaubriand ve ondan sonra gelenler Doğuluların ve özellikle Arabların bu konuyu hiç bilmediklerine inanmışlardı. “Özgürlük bilmiyorlar, servetin zerresi yok, kuvvet Allahları. Göklerin yüksek adaletini uygulayacak fatihlerin gelişi uzadığı zaman Arablar kumandansız kalmış asker, kanunsuz kalmış va tandaş ve babasız kalmış ailedir.”1831 Daha 1810’dan itibaren Cromer’in 1910’da konuştuğu gibi konuşmaya başlayan bir Avrupalının varlığına tanık oluyoruz... Bu ses Doğuluların fethedilmeye ihtiyaçları olduğunu haykırmak tadır. Bu sese göre Batı’nın Doğu’yu fethetmesi ,bir fetih değil, öz gürlük alametidir. Chateaubriand bu fikri ölmüş bir dünyayı dirilt mekle görevli bir hırıstiyan misyonunun romantik tavrı ile dile ge tirmektedir. Bu ölünün gerçek gücünü sadece Avrupa sağlayabile cektir. Zira ortada ne hayat kalmıştır ne de yaşayacak insan... Bu demektir ki gezgin, Ahd-i Atik ve Incil’i Filistin’de rehber gibi elinde taşıyacaktır.(lt4) Ancak bu yolla gezgin, Doğu’nun bu gün içinde yaşadığı bataklıktan kendisini kurtarabilir... Bu arada Cha teaubriand seyahatinin modern Doğulu ve onun kaderi hakkında kendisinde hiçbirini bırakmayacağından tuhaf şekilde emindi. Önemli olan Chateaubriand’ın hayatında Doğu’nun yarattığı deği şikliklerdi. Doğu’nun ona verdiği ümitler, idealler ve açık bilimsel değerlerdir. İlgilendiği tek özgürlük onu Doğu’nun bu düşman çöl lerinden kurtaracak olan özgürlüktü. Bu özgürlük sayesinde Chateaubriand doğruca hayallerinde yarattığı dünyaya vasıl olacak ve hayalî yorumlarına kavuşacaktı. Doğu’nun tasviri Chateaubriand’m kaleminde, saklamaya lüzum görmediği muhteşem bir yazar benliği içinde, resimler ve şemalar la yürütülmekteydi. Bu benlik yazarın gizli gücüydü. Lane’de ya zarın kişiliğinin kaybolarak onun yerine tüm gerçekçi ayrıntıları ile Doğu’nun geçtiğini nasıl görüyorsak, Chateaubriand’da ise “Ben”in zaman zaman manzaralarının harikuladeliği arasında kaybolduğunu fakat başka bir yerden yeniden tüm gücü ile doğdu ğunu görüyoruz. Üstelik bu yeni “ben” kuvvetine daha çok güven mekte, yorumlarında daha atılgan davranmaktadır. “F ilistin’de gezinirken başka büyük bir sıkıntı sarar k albinizi... Ama yalnızlıktan yanlızlığa geçerken alan sınırsızca önünüzde açılır, sıkıntı yavaş yavaş kaybolur. Gizli bir terör havası kaynar içten iç e ... Ruhunuz bütün bunlara baş eğeceğine daha da atılgan olur, benliğinizde yer alan gizli deha ortaya çıkar. Her taraftan yükselen fevkalade haller m ucizelerle yoğrulmuş bir toprağı kar şınıza getirir. Yakıcı güneş, delip geçen bakışları ile kartal, kısır incir ağacı tüm şiirsel görünüşü ile oradadır. Kutsal Yazıt tablola rının tamamı oradadır. Her isim bir sır taşır içinde. Her kaya kovu ğu geleceğin görüntüsünü saklar. Her tepenin doruğu bir peygam berin sesini. Allah dahi bu yamaçlarda seslenmiştir insanlara... Kurumuş sel yataklan, erimiş kayalar, açılmış mezarlar m ucizele rin açık görüntüleridir. Çöl henüz terörden kurtulmuş değildir; sa kin ve suskundur. Denebilir ki sonsuzun sesini duyduğu günden bu yana artık sessizliği hiç bozmamak için and içmiştir.”185* Bu bölümde düşüncenin gelişmesi uyandırıcıdır. Bir Pascal te rörü deneyi sadece kişinin kendisine olan güvenini arttırmakla kal mıyor aynı zamanda onu mucizevî bir şekilde harekete geçiriyor. Çıplak manzara imtihana sunulan bir metin gibi önünüze dikil mektedir. Chateaubriand yaşayan Doğu’nun kaba ve korkunç ger çeğini öylesine dile getirmektedir ki sanki yaratıcı güç yeniden kendisini gösterecektir. Pasajın sonuna doğru Chateaubriand artık modem bir insan değildir; fakat Allah’ın az çok çağdaş, görüşü kuvvetli bir peygamberidir. Eğer Filistin çölü Tanrı konuştuktan sonra hiç ağzını açmamışsa şimdi tek Chateaubriand bu sessizliği bozacak, onun derin mânâsını anlayacak, sırrını keşfedecek ve okuyucuları ile birlikte çölü yeniden konuşturacaktır. Chateaubriand’a Kuzey Amerika’nın esrarım açarak “Rene veA ta ld ’da. sergilemesini sağlayan taşıdığı büyük sempatik sezgi gücü bu defa onaHıristiyanlığın bilinmezlerini sunmakta ve bunu “Genie du Christianisme”de cümleye ilan etmesine imkân ver mektedir. Üstelik “Itin eraireyolculuk”ta bu güç en yüksek nok taya varmıştır. Yazar bu eserde ilkel tabiatı, yahut romantik duygu ları değil ebedî yaratıcılığı ve tanrısal orijinalliği dile getirmekte dir. Zira bütün bunlar sadece İncirin anlattığı Doğu’da ilk defa or taya çıkmış ve bugüne kadar dokunulmadık biçimde kalmıştır. El bette kolaylıkla kavranamayacaktır. Sırlarını açığa vurmak için Chateaubriad’ın onu özlemesi ve üzerine eğilmesi gerekmektedir. İşte Itineraire (Yolculuk) böyle bir gaye uğruna kaleme alınmış tır. Metnin içinde Chateaubriand’ın kişiliği dahi yeniden yapıla cak ve işin bitirilmesine fayda sağlayacaktır. Lane’in aksine Cha teaubriand Doğu’yu “tüketmek” istemektedir. Sadece ona sahip çıkmakla kalmamakta fakat onun namına konuşmakta ve onu tak dim etmektedir. Tarihin içinde değil, bu sınırların çok ötesindedir. İnsanların ve ülkelerin, Allah’ın ve insanoğlunun kaynaşarak tek bir varlığa dönüştüğü çok eski çağlarda yaşamaktadır. Kudüs’te, gözlemlerinin orta yerinde, gezisinin taşıdığı gaye sinin en yüksek noktasında Chateaubriand, Doğu’ya bir cins genel barışma şansı tanımaktadır. Yahudi, Hristiyan, Müslüman, Yu nanlı, İranlı, Romalı ve neticede Fransız olan her Doğu’lu birbirine saralacak ve barış içinde yaşayacaktır. Yahudi imanı ile Chateaub riand’ın gözleri kamaşmış fakat neticede onun da genel gözlemle rini kuvvetlendirmekten başka işe yaramadığına karar vermiştir. Ayrıca yazar Hristiyanca intikam duygularını saklamaya lüzum görmemektedir. Tanrı, diyor, yeni bir halk seçmiştir ve bu halk Ya hudi halkı değildir.'86' Bu arada Chateaubriand yeryüzü gerçeğine ait bazı noktalara parmak basmaktadır. Eğer Kudüs, gezi programında ulaşacağı son dünya ötesi durağı teşkil ediyorsa Mısır’da kendisine politik bir gezinin tüm olanaklarını sağlayacaktır. Mısır konusundaki fikirle ri hac gezisinin gözlemlerine mükemmel bir ilavedir. Muhteşem Nil deltası yüreğine dokunmakta ve onu şöyle konuşturmaktadır: “Ülkemin kazandığı zaferlerin anıları olmasa idi bu muhteşem ta biat böylesine güzel olmazdı: Nil kıyılarında Fransız dehasının getirdiği yeni bir uygarlığın izlerini görüyorum. "<87) Ne var ki bu cümleler memleket hasreti ile yazılmış gibi bir ha va taşımaktadır. Zira Chateaubriand Mısır’da Fransa'nın yokluğu nu, mutlu bir halkın başında hür bir hükümetin yokluğu ile aynı ka ba koyabileceğini zannetmektedir. Nitekim gözünde Kudüs’ten sonra Mısır büyük bir manevî çöküntü alanı olarak yer tutmuştur. Mısır’m içinde bulunduğu acıklı durumu anlattıktan sonra Chatea ubriand tarihsel gelişmelerin son noktasını koyan, alışılmış “Fark lar” mes’elesini ortaya çıkarmaktadır. Nasıl oluyor da bu aptal ve dejenere Müslüman kalabalığı Herodot ve Diodore’u etkilemiş olan ülkenin eski sahiplerinin yaşadığı topraklarda ömür sürü yor...? Bu düşünceler Chateaubriand’m Mısır’a veda hutbesidir. Da ha sonra Nil sahillerini terkederek Tunus’a gitmiş ve Kartaca’nın yıkıntılarını gördükten sonra eve dönmüştür. Bununla birlikte Mı sır'da son bir defa ilginç bir iş yapmıştır. Piramitlere sadece uzak tan bakabildiği için birisini göndererek admı bir taşa kazıtmış ve “kutsal bir gezinin tüm görevlerini yerine getirmek gerekir” cüm lesini de buna ilâve ettirmiştir. Turistik âdiliğin bu sevimli çizgisi ne sadece eğlenmek için değindik. Itineraire (Yolculuk)un son sayfalarını hazırlarken Chateaubriand daha da ilginçtir: “ Yirmi yıl var ki, kendimi her türlü tesadüfün ve acıların ortasında çalışmaya verdim. Kitaplarımın pek çok sayfası çadır altında, çöl de yahut dalgaların ortasında yazıldı. Kalemi her elim e alışımda hayatımı birkaç dakika daha nasıl uzatabileceğim i düşünüyor dum. Zafer m adalyaları yerine hoşgörü kurallarına sarıldım. M artyrs (Şehitler)de Museslere veda ettim ve onları başka bir ese rin açıklaması yahut devamı olan M emoires (Anılar)da yeniden ele aldım. Eğer Tanrım bana hiç tatmadığım bir rahatlama imkânı verirse, sessizlik içinde ülkem için bir anıt dikeceğim. Eğer Mut lak Kudret benden bu rahatlığı esirgeyecek olursa hayatımın son günlerini, baştakileri zehir eden acılardan uzak tutacağım. Artık genç değilim. G ürü ltü yü eskisi kadar sevmiyorum. Biliyorum ki, gizli kalan şeyler daha yumuşak olur. Şimdi beni dışarıya sadecc fırtına çıkarabilir. Ne olursa olsun şim diye kadar çok yazı yaz dım, eğer ismim yaşayacaksa yaşasın, ölürse yazık olacak."(SSI Bu sonuç satırları, Chateaubriand’ın ismini piramidin üzerine neden kazıttığını bize anlatıyor. Görüyoruz ki, bu egoist Doğu Anıları devamlı ortada dolaşan ve herşeyin içinde olmaya özenen bir “benlik” deneyinin ilginç örnekleridir. Chateaubriand için yaz mak hayatî bir meseledir. Yaşadığı sürece hiçbir şey, hatta uzakta ki bir taş dahi onun yazısından yoksun kalmamalıdır. Eğer Lane’in ortaya koyduğu metin bilimsel otoritenin esareti altına girecek, ge reksiz ayrıntılara boğulacaksa Chateaubriand’m eseri de çok ego ist ve benlikçi bir yazış tekniğini yansıtacaktır. Lane kendi benliği ni Oryantalist kanunlara feda ederken Chateaubriand Doğu hak kında tüm söylediklerini kendi benliğinden yaratmaktadır. Bu ara da iki yazardan hiçbiri kendisinden sonra faydalı olmaya devam edip edemeyeceğini düşünememiştir. Lane bir teknik disiplinin kişilikötesi havasına girmiş, eserinden yararlanılmış fakat İnsanî açıları ihmal edilmiş; Chateaubriand ise bir primadin üzerinde sembolik olarak duran kendi adının hayatını uzatmaya yetmediği ni görmüştür. Chateaubriand ve Lane’den sonra bütün Doğu yolcuları bu iki yazarın eserlerini ele almışlar, —hatta bazıları kelime kelime kop ya etmeye kadar ulaşmış— böylece onların bıraktıkları miras za man zaman Oryantalizmin yeniden doğuşu olmuştur. Bu miras Lane’de bilimsel görüş, Chateaubriand’da ise kişisel deneydir. Bilin ci yazarın kabahati, bir Batılı gözü ile genel olayların anlatımımın mümkün olduğuna inanması ve bu amaç uğruna Doğu'yu kaynak edineceği yerde kendi kişisel görüşlerini kaynak sayarak yapay gerçekler üretmesi idi.Üstelik Lane'in kişisel görüşleri Doğu’yu fantaziler dünyası sayacak kadar hayalî idi. Bu fantazi estetik açı dan değer taşısa dahi aslında çok fazla idi. Her iki örnek içinde dahi oryantalizm, Doğu'yu anlatma ve karakterize etme işlemine geniş ölçüde etki ediyordu. Ancak bu etki günümüzde doğu hakkında ki şisel duygular ve yersiz genellemeleri engelleyecek güçtedir. Or yantalizmin içinde, insan gerçeğinin canlı örneğini veya bir Doğu lunun sosyal yaşantısını aramak boşunadır. O insan çağdaş dünya nın insanıdır. Bu varsayımlar geniş ölçüde tasvirini yaptığım biri İngiliz, di ğeri Fransız olan Lane ve Chateaubriand’m eserlerine dayanıyor. Bilginin ve özellikle uzmanlaşmış bilginin genişlemesi çok yavaş yürüyen bir olaydır. Sözkonusu olayda bilgi sadece birbiri üzerine ilâve olunarak yığılmaz; aynı zamanda bu olay bir birikim, yer de ğiştirme, yıkma, yeniden düzenleme ve araştırma olayıdır. Oryan talizm gibi bir bilginin yasallığı ondokuzuncu yüzyılda sadece Lumieres’lerden önce olduğu gibi dinî otoriteler tarafından korun mamış; fakat aynı zamanda bizim yapıcı gözlemler adını vereceği miz önceki devirlerin eserleri ile ayakta tutulmuştur. Silvestre de Sacy’den başlayarak Oryantalist bilim adamının tutumu, bir seri parçalı bilginin peşinde koşarak eski resimleri onarır gibi bunları düzenleyip sıraya koymak ve temsil ettiği bilimsel geleneğe uygun bir tablo meydana getirmektir. Neticede Oryantalistler kendi or yantalist meslektaşlarının eserlerini ele alarak faydalı sonuçlar çı karmaktadırlar. Örneğin Burton, Lane’in eseri aracılığı ile dolaylı yoldan “Binbirgece Masalları” ve “Mısır’la meşgul olmuştur. Bu sırada Burton sık sık Lane’in sözünü etmiş, büyük otoritesini kabul etmekle birlikte bazen ondan kendisini korumak lüzumunu duy muştur. Doğuda Nerval, Lamartine’in izlerini takip etmişti, Lamartine ise Chateaubriand’m yolunu izlemiştir. Kısacası, gelişme yolunda ilerleyen bir bilim dalı olarak Or yantalizm beslenebilmek için önceden gelip geçmiş bilim adamla rının sözlerinden yararlanmak durumundadır. Oryantalist yeni bir malzemeye rastlasa dahi bunu eskilerden aktardığı görüş açısı, ide oloji ve yaratıcı tezlerin yardımı ile (bilim adamlarının her zaman yaptıkları gibi) yeniden yargılamak zorundadır. Dolayısı ile Sil vestre de Sacy ve Lane’i izleyen oryantalistler kabaca onları yeni den yazmışlardır. Chateaubriand’dan sonra gelenler de onun yazı larını aktarmışlardır. Bütün bu karışık kopyalamalar arasında mo dern Doğu'ya ait gerçeklerin ortaya çıkarıldığını sanmak zordur. Bu gerçekler sistematik olarak devre dışı kalmışlardır. Özellikle Nerval ve Flaubert gibi yetenekli gezginler Lane’in anlatımlarına başvurduklarında gözleri ve zekâları bu çizgilerin haricine çıka mamıştır. Doğu'ya ait bilgiler sistemi içinde bu alan herşeyden önce coğrafî bir bölge olmaktan çok, bir referans alanı, köklerine bir ki tabın küçük bir köşesinde, yahut Doğu'ya ait eser yazan bir kişinin verdiği bilgiler arasında, yahut çok eski bir hayal parçasında veya bütün bunların bütününde rastlanan bir karakteristik bilgi yığını dır. Doğruca yapılan bir gözlem yahut zamana bağlı bir görüş açısı Doğu üzerine yazılmış yazıların hammaddesidir. Ancak bu malze me sistematik biçimde elde edilmiş diğer materyalin yanında ikin ci derecede kalır. Lamartine, Nerval ve Flaubert’te Doğu, okuyu cuda ilgi uyandırabilecek bir estetik arzu ile karışık düzenli bir mateıyalin vitrinidir. Bununla birlikte her üç yazarda Oryantalizm da ha önce söylediğim gibi bir araştırma konusudur. Göreceğimiz şu dur ki, bütün dışa dönük bireyselliğine rağmen bu araştırma duy gusu eninde sonunda Bouvard ve Pecuchet’de olduğu gibi geziyi basit bir kopya şekline sokmaya yaramaktadır. Lamartine 1833’te Doğu yolculuğuna çıkarken bunu uzun za mandan beri hayal ettiğini ileri sürmekte ve şunları söylemekte idi: “Doğuya bir seyahat benim iç hayatıma ait bir sahne gibidir.. Bu sırada Lamartin ön yargılarla örülmüş bir sepet gibi idi. Romalılar ve Kartacalılardan nefret ediyor; Yahudileri, Mısırlıları ve Hintli leri seviyordu. Dante olmaya özenmişti, “Elveda” isimli bir şiir ya zarak Doğu'da yapacağı bütün işleri sayıp döktü ve Fransa’ya veda edip gemiye bindi. Başlangıçta rastladığı herşey ya şâirane duygu- lannı doğruluyor, yahut da benzetme eğilimini kamçılıyordu. Lady Hester Stanhope çölün Circe\si; Doğu, Lamartine’in “Hayal dünyasmm bir parçası”; Araplar “İlkel” bir halktı. İncil’de yer alan şiirlerin bütün sayfaları “Lübnan’ın çizgili yüzüne büyük harflerle yazılmıştı”. Doğu, Yunanistan'ın küçüklüğünün yanında Asya’nın göz alıcı ihtişamını haykırıyordu. Bununla birlikte Lamartine Filistine gelişinden pek az sonra, hayalî bir Doğu'nun zaptedilmez yaratıcısı olmuştu. Kenan ili yaylalarının Poussin ve Claude Lorrain’in eserlerinde yer almasını istiyordu. O zamana kadar kendisi nin deyimi ile “Çeviri”ye dönmüş olan seyahati o noktadan sonra belleğini zorlayan, gözlerinden çok ruhuna ve kalbine seslenen, düşüncesini ve manevi dünyasını saran bir ibadet şekline girmiş ti/89» Lamartine’in iman gücü bütün bu açıklamalar ile coşkun bir noktaya çıkıyordu. Onun için hrıstiyanlık hayal ve anılar dini idi. Bu dini kullanabilmek için kendisinde hak görüyor; zira imanlı bir mü’min tipi olduğuna inanıyordu. Çeşitli eğilimleri yansıtan “göz lemlerinin” kataloğu bitmek bilmiyordu; Bir kadın ona Byron’un “Don Juan”ında yer alan Haidee’yi hatırlatmıştı. İsa ile Filistin arasındaki ilişki, Rousseau ile Cenevre arasındaki ilişkinin aynı idi. Gerçek Ürdün ruhunuzda “sırlar” yaratan Ürdün’den daha az önemliydi. Ona göre Doğulular, özellikle Müslümanlar tembel insanlardı, politikaları kaprisli, hırslı ve gelecek duygusundan yoksundu. Bir başka kadın Lamartine’e “Atald'mn bir pasajını hatırlatmıştı: Ni Le Tasse ni Chateaubriand (Lamartine’den önce buralara gelip de Lamartine’in egoizmini kamçılayanlar) Kutsal topraklardan hiçbir şey anlamamışlardı, vs. Lamartine’in Arab düşüncesi üzeri ne doldurduğu sayfalar, yüksek bir kendine güven duygusu ile ya zılmış olmakla birlikte hiçbir deha izi göstermemektedir. Zira Arabça bilmezdi. Onun için tek önemli olan, Doğu seyahatinin kendisine bu ülkelerin “Dinlerin ve mucizelerin” toprağı olduğunu öğretmesiydi. Ayrıca Lamartine burada Batılı bir şair olduğunu da unutmuyordu. Ciddiyetini asla bozmadan şunları söylüyordu: “Bu Arab toprağı mucizeler toprağıdır. Burada herşey yetişir. Saf veya fanatik her insan bu ülkede sırası gelince peygamber olabi lir.”^» Böylece Lamartine sadece Doğu’da oturduğu için peygamber olmuştu. Yazılarının sonuna doğru Lamartine gayesine ulaşmakta ve Saint Sepulcre’ü ziyaret ederek hacılığını tamamlamaktadır. Za manın hareket noktası ve mekanla buluştuğu bu yer, gezisinin son noktasıdır. Gerçeklerin içine yeterinden fazla girmişti, şimdi geri çekilecek, saf gözlemlerine geri dönecek, yanlızlık, felsefe ve şiir le olan yaşantısını yeniden sürdürecekti/91’ Saf coğrafî Doğu'nun üzerine çıkan Lamartine eski çağların Chateaubriand’ı olmuştur. Doğu’ya özel mülkiyetine dahilmiş gi bi bakmaktadır. Sanki Doğu, Avrupa’nın güçlü devletlerinin em rindedir. Zaman ve gerçek mekân içinde bir gezgin ve bir hacı olan Lamartine, şimdi bütünü ile bir Avrupalı olarak gücünü ve vicda nını kendi benliğinin faydasına sunmuştur. Önünde uzanan man zarada gördüğü, gelecekte önlenemez biçimde parçalanacak olan Doğu’dur. Bu alan mutlaka Avrupa egemenliği tarafından fethile işgal edilecek ve kullanılacaktır. Böylece Lamartine’in görüşleri en yüksek noktada Avrupa'nın yönetme arzularına uygun biçimde ikinci defa doğan Doğu’yu sergilemektedir. "Bu şekilde tarif edilen egemenlik, Avrupa hukukunun bir parçası olarak genellikle toprağın veya kıyıların bir kısmını ele geçirerek buralarda hür şehirler, ya Avrupa kolonileri yahud da ticaret li manları ve iskeleler kurma hukukudur." Lamartine bu noktada durmuyor. Daha yükseklere tırmanıyor. Ziyaret ettiği Doğu’nun “topraksız, vatansız, haksız hukuksuz, gü vencesiz ve sığmaksız” bir tablosunu çiziyor. Burada sözkonusu olan AvrupalIların sağladıkları sığınaktır/92’ Oryantalizm tarafından imal edilmiş olan Doğu görüntülerinin hiç biri bunun kadar toplayıcı değildir. Lamartine için Doğu'ya ya pılmış bir seyahat sadece bu ülkelere yüksek bir anlayışın girişi de ğil aynı zamanda bu topraklarda üstün bir kontrol sağlanışıdır. Bu sırada Doğu'nun gerçek kişiliği küçük parçalara ayrılmakta daha sonra Lamartine’in kafasında bütün bu parçalar bir araya gelerek bir Napolyon rüyası biçiminde dünya egemenliğine giden yolu aç maktadır. Lane’in İnsanî yanı Mısır’ın sınıflandırılması ile uğraş tığı sırada bilimin duvarları arkasında kayboluyorsa, Lamartine’in bilinci ise normal sınırlarının çok ötesine taşmaktadır. Lamartine bu noktada Chateaubriand’ı taklid ediyor ve Shelley ve Napolyon gibi dünyayı ve içinde yaşayan insanları oyun masasmm taşları gi bi görüyor. Lamartine’in eserinde Doğu’dan geriye kalan fazla birşey değildir. Jeopolitik gerçekler kendisi için yapılmış planlarla örtülmekte, ziyaret ettiği şehirler, rastladığı kişiler ve edindiği tec rübeler ihtişamlı genellemesinin içinde çok az yankı uyandırmak tadır. Son özellik çizgileri ise Voyage en Orient (Doğuya Yolcu luktun sonuç bölümünde “Siyasal özet” aracılığı ile ortadan kaldı rılmıştır. Lamartine’in aşırı ve az çok milli egoizminin karşısına kontras olarak Nerval ve Flaubert’i koyabiliriz. Bu yazarların eserlerininin bütünü içinde Doğu önemli bir yer tutmaktadır. Lamartin’in büyük emperyalist "Gezi "sine oranla daha insaflı hareket etmektedirler. Bununla birlikte gerek biri ve gerekse diğeri klasik, modem edebi yat, bilimsel oryantalizm konularında hacimli kitaplar okuduktan sonra Doğu'ya gelmişlerdi. Flaubert bu alanda Nerval’i geçmiştir. Zira Nerval Filles du Feu (Ateş Kızları)nda Doğu hakkında bütün bildiklerinin yarısı unutulmuş mektep bilgisi olduğunu yazmış tı.'931Her iki yazar için önemli olan Doğu gezisi sırasında kişisel gö rüşlerini ve estetik anlayışlarını sonuna kadar konuşturmaları ol muştur. (Nerval 1842-1843'de; Flaubert 1849-1850’de). Bu açı dan hiçbir ondokuzuncu yüzyıl gezgini kendileri kadar başarılı de ğildir. Belirtmek zorundayız ki her iki yazar değiştirilmiş dahi olsa sempatik bir Doğu görüntüsünü öne süren bir Avrupa kültürel çev resine bağlı deha sahibi insanlardı. Nerval ve Flaubert’in içinde bulundukları düşünce ve duygu topluluğu Mario Praz tarafından The Romantic Agony(Romantik can çekişme) isimli eserinde an latılmıştır. Bu topluluk için egzotik yerlerle ilgili kurulan hayaller, Sado-Mazoşist zevkler, (Praz bunları “algolania” diye isimlendi riyor) ölüme hayranlık, canî bir kadın hayali, gizlilik ve karanlık iş ler olağan hadiselerdi. Bütün bunlar bir araya geliyor ve Gautier (Doğu’ya hayran), Svvinbume, Baudelaire ve Huysmans gibi ya zarlara malzeme oluyordu.(,4) Nerval ve Flaubert için Kleopatra, Salome, Isis gibi kadınsı figürlerin özel bir yeri vardı. Ve Do ğu’dan söz açan eserlerinde ve Doğu’da geçirdikleri günlerde bu tür efsanevî, hayalî bol ve çevresi kalabalık kadın tipleri ortaya çı karmaları sebepsiz değildi. Nerval ve Flaubert genel kültürel tutumlarının ötesinde Do ğu’ya kişisel bir mitoloji getiriyorlardı. Bu mitolojinin çıkarları ve yapısal özelliği Doğu'ya ihtiyaç duyuyordu. İki yazar Guinet ve di ğerleri tarafından tarif edildiği şekli ile Doğu rönesansı karşısında hayranlığa kapılmışlardı. Eski ve egzotik olan ne varsa yaşatmaya çalışıyorlardı. Bununla birlikte her iki yazar için de Doğu seyahati tamamı ile kişisel bir takım arayışların peşinde koşmak anlamını taşıyordu. Flaubert, Jean Bruneau’nun<95) deyimi ile dinlerin mer kezinde, hayaller ve klasik antik devirler içinde bir “vatan” anyordu.Nerval ise duygularının ve rüyalarının izlerini takip ediyor ve kendisinden önce Steme’in Voyage Sentimental (Duygu gezisi) isimli eserindeki Yorick’in yolundan gidiyordu. Dolayısı ile her iki yazar için Doğu “Daha önce görülmüş” bir ülke idi. Ve yine her iki yazar için bu topraklar seyahat sona erdikten sonra dahi büyük estetik hayallerle yeniden geri dönülecek ülkelerdi. Ne biri ne di ğeri için Doğu tükenecek bir hazine değildi. Doğu hakkında yaz dıkları çoğu zaman ümitsizlikler, uyumsuzluklar, karanlıklarla do lu olsa dahi cesaretleri kırılmıyordu. Nerval ve Flaubert’in, bizim yürüttüğümüz türden bir “ondokuzuncu yüzyıl oryantalist düşünce araştırması” içindeki yerleri ortaya koydukları oryantalist yönleri güçlü eserler dolayısı ile ol dukça ileridir. Nerval Voyage en Orient: (Doğuya seyahat) isimli eserini gezi notları, eskizler, tarihî hikayeler ve fragmanlar biçi minde bir toplama olarak düşünmüştür. Nerval’in Doğu ilgisini aynı şekilde Cbimeres adlı eserinde, mektuplarında, bazı bilim kurgu yazılarında ve çeşitli makalelerinde görebiliriz. Flaubert'in yazıları Doğu seyahatinden önce veya sonra geniş ölçüde Doğu hi kayeleri ile Doğu Camets de voyage (Gezi defteri) ve Tentation de Saint Antoine (Saint-Antoine'mNiyeti) isimli eserin ilk şek linde (ve sonraki iki şeklinde) ayrıca Herodias ve SalammboÜa çok çeşitli notlarında, senaryo ve tarih hikayelerinde, bizim anla yabildiğimiz ve Bruneau tarafından pek güzel incelenen196’ tüm eserlerinde Flaubert Doğu’ya çok geniş yer ayırmıştı. Flaubert’in diğer büyük romanlarında dahi Doğu'nun yankıları vardı. Kısacası Nerval veFlaubert malzemeyi devamlı kullanmışlar ve onu çeşitli şekillerde kendi özel estetik projelerinin özel yapısı içine sokmuş lardır. Bununla beraber bu demek değildir ki Doğu onların eserle rinde rastgelenin ötesinde bir yer tutmuştur. Lane, Chateaubriand, Lamartine, Renan, Silvestre de Sacy gibi yazarların aksine Nerval ve Flaubert’in Doğu’su tamamı ile anlaşılmış, değerlendirilmiş, içinde yaşayanları farkedilmiş bir Doğu değildir. Estetik görüş açı sından ele alınmış ve zengin kültürel imkânlar sağlayan bir alan olarak düşünülmüştür. Onlar için önemli olan eserlerinin temel ya pısı idi. Bu eserin içinde Doğu yazarın özgür tekniği ve kişisel este tik duygularının üzerine çıkamazdı. “Ben”likleri hiçbir zaman Do ğu’yu ne eritmiş, ne de onu belgesel bilgi hâzinesi ile (kısaca resmî oryantalizme) tarif etmişti. Dolayısı ile bu iki yazann Doğu’yu ilgilendiren eserleri bir an lamda saf oryantalizmin getirdiği sınırları aşmıştır. Ayrıca konula rı Doğu veya Doğulular değildi. Sınırlarla tamamı ile bilinçli ola rak oynuyorlardı. Ancak Doğu'nun gücünü ve bilimsel değerini bi liyorlardı. Örneğin Nerval gördüğünü yaşatmaya çalışıyordu: “Gökyüzü ve deniz her zaman orada; Doğu'nun göğü ve İyonya denizi her sabah kutsal öpücükler dağıtıyor. Ancak toprak ö lü ... İnsanın elleri altında ölmüş. Ve Tanrılar uçup gitmişler!” Tanrıların uçup gitmesinden sonra Doğu şimdi gerçekten ya şamak istiyorsa aşırı gayret göstermek zorundaydı. Voyage en Orient (Doğuya seyahat) isimli eserde yazarm bilinci, Nerval’in bize bildirdiğine göre Doğu bilgeliğinin labirentlerinde dolaşan, iki Arapça kelime ile donatılmış enerji dolu bir sesti. Bu iki kelime den biri kabulü bildiren “Tayyib” diğeri ise red ifade eden “Mafiş” tir. Bu iki kelime yazara Doğu dünyası ile doğrudan doğruya ilişki kurma imkânı sağlamaktadır. Gizliliğin prensipleri ancak böylece ortaya çıkabilecektir. Herşeyden önce bilmek gerekir ki Doğu “Rüyalar ve hayaller ülkesidir”. Nerval Kahire’nin kalabalığında her yerde karşısına çıkan çarşafın, temelde derin bir kadın seksüalitesini sakladığını farketmişti. Nerval, Lane’in tecrübesini tekrar etmekteydi. Bir İslâm toplumu içinde evliliğin gereğine inanmış, ancak Lane’in aksine bir kadına bağlanmıştı Zeyneb ile münasebe ti bir sosyal zorunluluğun ötesindeydi: “Hepimizin ilk vatanı olan bu kutsal topraklarda el değmemiş bir kızla bir araya gelmeliyim. Böylece insanlığın yaşayan kaynakla rına ineceğim , orada babalarımızın şiir ve inançlarının doğduğu gizli dünyaları göreceğim. Hayatımı bir roman gibi sürdürmekten hoşlanıyorum... Ve kendimi istekli olarak her ne pahasına olursa olsun çevrelerinde dram, düğüm, çıkar ve tek kelim e ile harekel arayan hızlı ve inanmış kahramanların yerine koyuyorum .”*971 Nerval kendisini Doğu’ya adamıştı. Bir roman metni hazırla mak yerine kalıcı bir eser meydana getirebilmek için (bunu hiçbir zaman tam başaramamıştır) düşüncelerini fiziğine bağlı davranış- lan ile birleştirmek istemekteydi. Yazarlık ve hacılıkla ilgisi olma yan bu tutum, Doğu yazarlarının bazen baş vurdukları bir rahatla ma çaresidir. Doğuya karşı duyduğu fizik ve sempatik ilişki dolayısı ile Ner val bu ülkenin zenginliği ve kültürel (bazen kadınsı) atmosferi içinde rahatlıkla dolaşmaktaydı. Onun için Mısır “Hem esrarlı hem de bize hikmetler taşıyan ilk zamanların tüm dehalarına açık” bir ülkeydi.(,!i) Nerval’in izlenimleri, rüyaları ve anıları küçük parçalar halinde yazılarım süslemekte, stil açısından Doğu geleneklerini korumaktadır. Mısır, Lübnan ve Türkiye’ye yaptığı yorucu gezi nin izleri başka gezilerin anıları ile karışmaktadır. Sanki Nerval çok daha az uygun ve olumlu bir yeraltı yolu izleyerek Chateaubriand’m “gezisini” tekrar ediyor gibidir. Michel Butor bu konuyu şöylece açığa çıkarıyor: “Nevral için Chateaubriand’ın seyahati pek dış yüzeyde kalır. Nerval Kahire, Beyrut ve İstanbul’un sokaklarında dolaşırken, Roma, Atina ve Kudüs’un (Chateaubriand’m gezdiği yerler) altın da bir mağarada geziniyor gibidir. Chateaubriand’ın üç şehri bir biri ile birleşmiştir. Roma imparatorları ve papaları ile Atina ve Kudüs’ün mirasını taşır. Nerval’in mağaraları da birbirleri ile bir leşmektedirler. ”(99) Histoire du calife Hakem (Halife Hakem’in hikayesi) ve “Seba kraliçesi ve dahiler prensi Süleyman’ın hikayesi” isimlerini taşıyan iki uzun hikayede kalıcı ve sağlam bir araştırıcı mantık pe şinde koşan Nerval, neticede ayaklarını yeryüzünden kesmişe benzemektedir. Gittikçe daha çok iç dünyasına gömülmekte, rüya lar ve çelişkiler içine dalmaktadır. Her iki hikaye anlattığı çeşitli olayların arasında okuyucuyu Nerval’in karışık dünyasına çek mekte ve bu alanda anlamsız rüyalar, tarif edilmez duygular sürüp gitmektedir. Nerval seyahatini sona erdirerek dönüş yolunda Malta’ya uğradığı sırada şimdi “soğuk ve fırtınalar ülkesine geri dön düğüne” inanmaktaydı. Artık Doğu, onun için zorlu geçecek bir günün sıkıntıları başlamadan önce duyulan sabah yorgunluğuydu.(100)“Doğu seyahati” kitabında Lane’in “Modem Mısırlılar”ından kopya ettiği pek çok sayfaya yer vermiş ancak kendi Doğu’sunu yaratırken Lane’e fazla güvenmemişti. Nerval’in gezi defterleri bildiğim kadarı ile bize, yarattığı Do ğu'nun genel Oryantalist fikirlerden nasıl ayrıldığını gösteren iki metin sunmaktadır. Bununla birlikte Nerval’in eseri bir ölçüde Or yantalizme bağlıdır. Başlangıçta Nerval'in özlemleri ayırım yap madan her türlü deney ve anıyı bir araya getirme eğilimi taşıyordu. “Bütün tabiatı içime doldurma gereği duyuyorum. (Yabancı ka dınları kastediyor). Yaşanmış zamanların anılarıdır onlar...” di yordu. İkinci istek ise az çok birinciyi aşıyordu: “Rüyalar ve deli likler. .. Doğu arzuları... Avrupa öğretiyor. Rüya gerçekleşiyor... O kadın, benden kaçtı, kaybettim onu... Doğu gemisi."<101) Doğu, Nerval’in aradığı rüya, orta yerde duran kadın ise hem arzu hem kayıptı. “Doğu Gemisi” bilmecesi de ya kadın, yahut Nerval’i Do ğu’ya getiren gemi veya eseri idi. Her şekilde Doğu aslında ortalar da görünmüyordu. Nasıl izah etmeli ki “Gezi” gibi çok orijinal ve çok kişisel bir zihin gücü ile yazılmış bir eserde yazar tek kelime ilave etmeden ve Doğu hakkında “kendi öz” tasvirleri gibi Lane’in eşantiyonlarını geniş ölçüde ve tembelce kullanmaktadır... ? Herşey sanki önceden bulunmuş sağlam bir Doğu gerçeğinin çevresin de dolaşmakta ve bu gerçeğin belirli ve sistematik bir şekilde ken disini göstermesine dayanmaktadır. Nerval haklıdır zira Doğu ko nusunda yasa şekline bürünmüş, otoritesi tartışılmayan bir kayna ğa baş vurmuştur. Nerval geri döndükten sonra toprak herhalde yi ne ölü kalmış ve “Gezi”de bir nebze canlanan ülke sonradan yine eski harap görüntüsüne dönüş yapmıştır. Dolayısı ile Doğu negatif bir krallığın geri dönük parçalan gibidir. Orada tamamlanmamış yazılar, dağınık tutanaklar, parçalanmış bilgiler vardır. Sadece bi limsel eserlerin aracılığı böyle bir perişanlığı bir araya toplayabi lir. Üstelik Nerval söylemek istediğini oryantalizme söyletmeye çalıştığı halde, bütün kalbi ile Fransa’nın Doğu üzerindeki hayalle rine dayanarak kendi projelerini kurtarmayı denememiş midir? Nerval boşalmış bir Doğu üzerinde negatif bir fikre sahipti. Flaubert’in görüşü ise tam tersine yaşamın gerçeklerine uygundu. Onun gezi notları ve mektupları olaylardan, kişilerden ve görüntü lerden “garip” zevkler çıkarmaya çalışan ve aslmda hiçbir şeyi de ğiştirmeyi amaçlamayan bir insanın kişiliğini yansıtmaktadır. Yazdıklarında gözün gördüğü ve akim anladığı noktalara parmak basmaktadır. Örneğin: “Yazılar ve kuş pislikleri... İşte eski Mı sır’ın yıkıntıları üzerinde yaşayan yegane iki şey ...” diyor.(102) Zevkleri Flaubert bazen entellektüel fakat ince bii aşanlıkla tersli ğe sürüklemekte, çoğu zaman hayvani duygulara hatta kabaca utanmazlığa götürmektedir. Bununla birlikte bu tersliğin özel şek li, kolayca görülecek birşey değildir. İncelenmek ve Flaubert’in eseri içinde önemli bir eleman olarak tanımlanmak zorundadır. Flaubert’in yazılarını dolduran ailevî düzensizlikler ve Harry Levin’in deyimi ile değer farkları - et ve ruh - Saint Jean’ın karşısında Salome, Salammbö ve Saint Antoine(103) kuvvetle belirtilmiştir; zi ra Flaubert bütün bunları Doğu'da görmüş ve yaşamıştır. Bilimle kaba etsel yaşantı arasındaki fark Flaubert’in bilgi kaynağıdır. Yu karı Mısır’da eski Mısır sanatının inceliği ve ihtişamı karşısında hayran olmuştur. “Demek ki domuz gravür çok eskiden kalmış” diye konuşmuştur. Doğu, düşündüğü pek çok sorunun cevabını vermektedir. Annesine yazdığı bir mektupta bir konuda şu satırlar yer almaktadır; “Bana Doğu'nun hayal ettiğim boyutlarda olup olmadığını soru yorsun. Evet aynı boyutlardadır ve üstelik benim vakti ile zannet tiğimin de üzerindedir. Benim için sisli olan herşeyi net çizgilerle karşımda gördüm. Ö ylesine mutluyum ki unutulmuş rüyaları y e niden hatırlıyor gibiyim .”'1M| Flaubert’in eseri öylesine karışık ve öylesine geniştir ki Doğu ya ait yazdıkları ele alınsa hiçbir zaman onların tam bir dökümü ya pılamaz. Bununla birlikte Doğu yu ele alan diğer yazarların yarat tıkları kavramlar açısından bakıldığında Flaubert’in oryantalizmi nin bazı ana çizgileri ortaya çıkarılabilir. Mektup, gezi notu, kısa günlük notu gibi açıkça kişisel olan yazılarla roman veya hikaye gibi bir estetik form taşıyan yazılar karşılaştırıldığında derhal farkedebiliriz ki Flaubert’in Doğu'ya bakış açısının temelleri Fransız topraklarının şahane renkleri ve gri kontraslanndan edinilmiş izle nimlere kadar uzanmaktadır. Yazar monoton bir devamlılık yerine ilginç bir olaya dikkat etmekte, çok yakın bir görüntünün yerine ezelî ve ededî bir sırrın peşinde koşmaktadır.1103’ Ancak Doğu gezisini bitirdiğinde bu ülkenin kendisinde tam bir çöküntü ve çürüme duygusu uyandırdığını görmüştür. Flau bert’in oryantalizmi, diğer bütün oryantalizmler gibi dolayısı ile bir “yeniden doğuş” kavramı içine girmiştir. Doğu’yu hayata yeni den geri döndürecektir. Onu kendi kendisi için, hatta okuyucuları için yeniden imar edecektir. Ve kitaplarda yahut bizzat yaşayarak edindiği Doğu tecrübesi ve bunları anlatmak için kullandığı dil hep birlikte görevlerini yerine getireceklerdir. Flaubert bilim ve tarihi yeni baştan düzenler gibi olayları Doğu’da geçen romanlar yaz maktadır. “Salammbâ”da Kartaca, Saint Antoine’ın ateşli hayal leri Flaubert’in Batı kaynaklarından okuduğu Doğu’nun din, harp sanatı, dinsel törenleri ve toplumuna ait geniş kitapların otantik meyvalarıdır. Flaubert’in estetik form taşıyan eserlerinin içinde en çok yeri kaplayan konu Doğu gezisinin anılarıdır. Yazar Dictionnaire des idees reçues (kabul edilmiş fikirler sözlüğü) isimli eserinde bir or yantalistin "Çok seyahate çıkan bir insan"1'16’ olduğunu belirtmek tedir. Ancak Flaubert pek çok diğer gezginlerin aksine gezisinden sonuna kadar faydalanmasını bilmiş bir insandır. Deneylerinden çoğu teatral bir şekil içinde sunulmuştur. Onu ilgilendiren şey sa dece gördüğünün içeriği değil fakat aynen Renan gibi “nasıl” gör düğüdür. Bu görüş bazen korkunç ancak çoğu zaman ilgi çekicidir. Anlaşıldığına göre bu sırada Doğu kendi kendisini ortaya koymak tadır: “Kaserlayne hastanesi. -Bakım lı. -C lo t-b e y ’in eseri, izleri henüz görülüyor. -S e v im li çiçek vakaları. A bbas’ın Memluklar salo nunda, çoğu orada... Doktorun bir hareketi ile hepsi yataklarında ayağa kalkıyorlar, pantolonlarının kemerini çözüyorlar (bir askerî manevra gibi) ve parmaklan ile kıçlarını açarak basurlarını göste riyorlar; - Kocaman huniler; biri dışarıya dil gibi uzanmış; -B ir ihtiyarınki tamamen derinin dışında; çıkan kokudan tiksinerek bir adım geri çekildim. - Raşitik: eller dönmüş, parmaklar tırnak gibi uzun; göğsü iskeletten farksız, vücudunun geri kalan kısm ı ise korkunç zayıf... Baş beyazım sı bir cüzzam halkası ile sarılı.... Kadavraodası: Masanın üstünde karnı kesilerek açılmış bir Arap; güzelim siyah saçları....” Bu sahnenin kirli ayrıntıları Flaubert’in romanlarında anlattığı hikayelerle ilişkilidir. Bu yazılarda hastalık bize tam bir tiyatro oyunu gibi gösterilir. Flaubert eşyanın iç yüzüne ve güzelliklere hayrandır. Örneğin Salammbö’mın final sahnesinde Mâtho muh teşem bir şekilde ölür. Bu sahnede direnç duygusu ile sempati duy gusu tamamı ile birbirine karışmıştır. Önemli olan doğru ayrıntıla rın mükemmel biçimde ortaya çıkarılmasıdır. Flaubert’in “Doğu’ya Seyahat”inin en tanınmış bölümleri ya zarın “Küçük Hanım”la çevirdiği işlerdir. Flaubert bu ünlü yosma ya Vadı-Halfa’da rastlamıştır. Lane’de “Alime” ve “Haval”lerin kim olduklarını daha önce görmüştür. Bunlar kız ve erkek dansçı lardır ama Lane’den daha ileri biçimde çalışan hayal gücü Flau bert’in “Alime” mesleği ile bu kelimenin ifade ettiği anlam arasın daki farkı zevkli biçimde derhal yakalamıştır. (Joseph Conrad “Bir Zafer”de Flaubert’in gözlemini tekrar edecek ve romanının müzis yen kahramanı “Alime”yi Axel Heyst için çok tehlikeli hale getire cektir.) “Alime” Arapçada okumuş kadın demektir. Bu isim onse- kizinci yüzyıl Mısır tutucu toplumunda şiir okuyan kadınlara veril mektedir. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru ise kelime yer değiştirmiş ve dansöz olduğu halde aynı zamanda fahişelikle haya tını kazanan kadınlara yakıştırılır bir meslek ismi olmuştur. Küçük Hanım bu kadınlardan biridir. Flaubert onunla yatmadan önce ka dın “Arı” dansını oynamıştır. Gerçekten bu insan bilinçli duyarlılı ğı, inceliği ve (Flaubert’e göre) bazen akılsız kabalığı ile yazarın pek çok romanında çizdiği prototip kadın hayalidir. Flaubert Fran sa’ya geri döndükten sonra Louise Colet’ye yazdığı bir mektupta şöyle der: “Küçük Hanımm bitlerinden nefret ettiğini söylüyor sun, halbuki ben onlara bayılıyorum.Yakıcı kokuları, Küçük Ha nım’m nemli vücudundan yayılan koku ile birleşince pek nefis bir şey oluyor...” Ve Flaubert Louis Colet’i inandırabilmek için şunla rı ilave eder: “Doğulu kadm bir makinadır; başka hiçbir şey değil dir. Bir erkekle bir başka erkek arasında hiçbir ayırım yapmaz...” Küçük Hanımın dilsiz ve doymaz cinselliği Flaubert’in hayranlık ve erkeklik duyguları arasında dolaşmasına el vermektedir. Bu sahne bize Education serıtimentale(Duygu\u eğitim)in sonunda Deslaurieirs ve Frede'ric Moreau’yu hatırlatıyor: “Beni sorarsanız gözümü çok az kapadım! G eceyi bitmez tüken m ez karışık rüyalarla geçirdim. Kafası kolumun üzerine düşmüş bu güzel yaratığın horultusunu dinledim durdum. Paris’te geçirdi ğim çılgın geceleri düşündüm. Hepsi eski hatıralar... Ya bu; dans edişi, sesi, tek kelim esini anlamadan dinlediğim şarkıları...”(108) Flaubert için Doğu kadını bir konu ve bir rüya malzemesidir. Onun kendi kendisine yetmesine hayrandır. Parası olmadığını bi lir. Ama yanında yattığında hep kendisini düşündürür. Bir kadınlık hayalinden çok daha az kadm olan bu yaratık, açıklamasa dahi Fla ubert’in Salammbo ve Salome’sinin tam karşılığıdır. Saint Antoine’in tüm ihtiraslarının kaynağıdır. Seba melikesi gibi konuşabilsc idi(0 da “Arı” dansını biliyor) herhalde “Ben bir kadm değilim, ben bir dünyayım.”(109)derdi. Bir başka açıdan bakıldığında küçük. yakıcı ve sonsuz gibi görünen cinselliği içinde özellikle doğulu üretici kadının baş döndürücü sembolüdür. Nil kıyısında bir evde oturmaktadır. Bu yörede vakti ile “Salammbo”da “kendi kendine çocuk üreten” olarak tanıtılan tanrıça “Tanit”in giysileri saklı d ır/110*arada Tanit, Salome ve Salammbo gibi küçük hanım’da kı sır kalmaya mahkûm edilmiştir. Flaubert’in kendi kısırlık dünyası onun kısırlığı ile daha da güçlenmiştir. Şu pasaj bunları anlatır: “Kalabalık bir orkestramız, zengin bir paletimiz veya çeşitli kay naklarımız var. Kurnazlık ve ustalıkla o kadar çok şey biliyoruz ki belki şimdiye kadar hiç kimse bunları bilmedi. Hayır! bir şeyimiz eksik; değişm eyen prensibi bilmiyoruz... Eşyanın ruhunu tanımı yoruz. Konu hakkında dahi fikrimiz yok. Notlar alıyoruz, geziler tertipliyoruz, yazık... yazık... Bilgin oluyoruz, arkeolog oluyoruz, tarihçi, doktor, işçi veya zevk insanı oluyoruz. Neden yapıyoruz bütün bunları? Fakat kalp nerede? İlham nerede? Ağacın suyu ne rede? Ne yapmalı ve nereye gitmeli? İyi kıvınyoruz, iyi sallıyoruz, ama yavaş çalışıyoruz; ya işi bitirmek, çocuk yapmak için boşal mak.. ,!”<m > Flaubert’in tüm Doğu deneyleri örgüsünün orta yerinde, ister duygulu ister ümitsiz daimâ Doğu seksle birleştirilmiştir. Ancak Flaubert bu tutumunda yanlız değildir. Ayrıca Batılılarm Doğulu lar hakkında daima düşüne geldikleri bu konuyu abartmış da değil dir. Sadece onun için seks konusu klasik değişmezliğini muhafaza etmektedir. Flaubert’in dehası onu bütün diğer konulardan daha çok sanat vadilerine çekse bile... Neden Doğu daima doğurganlıkla karşılarına dikiliyor? Neden bu yazarlar Doğu’nun bu çeşit vaat lerde bulunduğuna inanıyorlar? Bu yorulmaz duygusallık, bu sı nırsız arzu, bu derin iç gıcıklayıcı enerji nereden geliyor? Bu nokta üzerinde çok şey söylenebilir ama bizim burada konumuz değil... Yazık, çoğu zaman düşündüğüm bu konu için yerimiz çok az... Bu nunla birlikte bilmek gerekir ki Oryantalistlere oldukça karışık düşünceler ilham eden bu konuda bazı gizli sırlar vardır. Bu yüz den bazen Oryantalistler soruya cevap ararken kendi kişilikleri ile karşılaşmakta ve şaşkına dönmektedirler. Flaubert bu görüşün il ginç bir örneğidir. Doğu kendi özel insan kaynakları ve tekniği üzerine eğilmeye insanı mecbur ediyor. Konuştuğu zaman Küçük Hanımdan fazla şey söyleyecek değildir. Hayatın akıp giden treni içinde ne Flau bert ne de Lane herşeyden önce güçsüzlüklerini farketmemişlerdir. Gördüklerinin içine girerek olaylara karışmak belki de kendi lerini kurtaramayacakları bir gidişti. Flaubert’in Doğu’ya gidişin den önce ve dönüşünden sonra başındaki ezelî ve ebedî problem budur. Flaubert güçlüğü biliyor, aradığı kuvveti çalışma azminde buluyordu. (Özellikle “Saint A ntoine’m niyetleri' gibi bir Doğu eserinde). İnsan olarak hayata karşı sorumlu olduğu girişimlerini bir kenara bırakıyor, bütün gücünü malzemesinin ansiklopedik takdiminin “şekline” harcıyordu. Aslında Antoine basit bir kişi idi. Onun için gerçekler, gözlerinin önünde ilgisiz akıp giden bir seri kitap, gösteri ve tarihsel düzenleme ile ortaya çıkabilecek kadar tek düzeyde olaylardı. Flaubert’in muazzam bilgisi, Michel Foucault’un pekgüzel belirttiği gibi muhteşem bir kütüphane veya bir tiyatro parçası şek linde güçlü bir yapıya kavuşturulmuştur.<U2) Flaubert en çok Kasr el Ayn’da gördüğü askerî geçit resmini ve Küçük Hanımı hatırla maktadır. Bu arada dikkati çeken şudur ki Saint Antoine kendini dine vermiş bir kişi olmakla birlikte aşın seks duyguları taşıyan bir insandır. Her türlü tehlikeli alakayı anlattıktan sonra hayatın biyo lojik gerçeklerine bir göz atmaya karar verir. Bu karar ona doğ makta olan hayatı yakından tanımasına fırsat vermiştir. Flaubert Doğu’da yaşadığı sıralarda bu sahneyi görmeye kendisi dahi ta hammül edememiştir. Zekâsının gücüne ve muazzam entellektüel sindirme yeteneği ne rağmen Flaubert Doğu’yu şöyle buluyor: “Ayrıntılar sizi yakalar, avucunun içine alır, sıkar. Sizinle uğraş- tıkça siz de ondan sıkılırsınız. Sonra bu iş yavaş yavaş ahenk kaza nır ve ayrıntılar görüş açısının oluşm asında vazgeçilm ez öğe olur...”(U3) En kötü ihtimalde dahi durum bir “gösteri” şekli yaratmakta, ancak bu gösteri Batılılar için sonuna kadar kapalı kalmaktadır. Bu konu bir açıdan Flaubert’in kişisel sorunudur. Çözüm için çareler aramıştır. (Bunlardan bazılarını göstermiştik). Daha geniş planda zorluk, bilimsel ifade gücünde çekilen sıkıntıdır. Bu ise tabiatı ile Oryantalizm tarafından çözülecek bir problemdir. Flaubert Do ğu’da dolaştığı bir sırada bilimsel ifade gücünden doğan zorlukla rın getireceği sonuçları düşünmüştü. Ruh ve stil’in yanında zekâ “Arkeoloji’nin içinde kaybolabilirdi.” Bir cins Arkeolojik çalışma hayal ediyordu. Bu çalışma içinde egzotik ve yabancı elemanlar sözcüklerle bir araya toplanacaktı. Sözkonusu bilgi kodlanacak, ve sonuç olarak Dictionnaire des idees reçues (kabul edilmiş fi kirler sözlüğü)nde karikatürize ettiği gibi klişeleştirilecekti. Buna benzer bir tutum içinde toplum “az veya çok bir zaman sürecinde İdarî bir heyet gibi olacak, piyonlar kanunları yapacaklar ve her şey tek bir üniforma giyecekti. ”,114) Buna benzer bir disiplin ile karşılaştırıldığında hiç kuşkusuz Flaubert egzotik ve özellikle Doğu malzemesinin çok daha ileri bi çimde değerlendirileceğini düşünüyordu. Zira kişisel gayretleri ve uzun yıllar sürmüş olan araştırmaları ona böyle bir metot ilham et mişti. Bu metodun içinde hemen uygulamaya konabilecek duygu lar ve çiçek gibi açılacak hayaller vardı. Arkeoloji’nin içinde “bi limsel” olmayan ne varsa ortadan silinmeliydi. Flaubert diğer ro mancıların çoğundan daha fazla düzenli bilginin neler yaratabile ceğini ve hangi sonuçlara ulaşacağını biliyordu. Bunları Bouvard ve Pecuchet’de yeteri kadar ortaya sermişti. Üstelik Oryantalizm gibi tüm davranışları metinlere dayanan ve bu metinlerin de “Ka bul edilmiş fikirler” dünyasından kaynaklandığı bir bilim dalında başka tür düşünmek gülünç olurdu. Yapılacak olan şey, ya dünyayı yeni bir görüş ve stil çerçevesinde yeniden düzenlemek yahut da kişisel akademik kuralların ışığında eskileri kopya etmekti. Her iki yolda da Oryantalizm sözkonusu olduğu zaman açıklıkla görül mektedir ki Doğu dünyası Batı’ya ait bağlantıların, duyguların ve sıradan değer hükümlerinin tamamı ile dışında ayrı bir dünyadır. Flaubert tüm romanlarında Doğu ile seksüel serserilik çizgisi üzerinde birleşmiştir. Emma Bovary ve Frederic Moreau çoğu za man acı çekmektedirler, zira kendi burjuva yaşantıları içinde yeri olmayan pek çok dayanılmaz istek başlarını döndürerek rüyalarına girmekte ve bunların çoğu Doğu klişeleri biçiminde karşılarına di kilmektedir. Haremler, prensesler, prensler, köleler, dansörler ve dansözler, esrarlı içecekler, yiyecekler vs. Bu repertuar bizim için yabancı değildir. Sadece Flaubert’in seksi Doğu kuruntuları değil, bu örnek içinde Doğu ve Batı'mn bir kere daha seks çizgisi üzerin de birleşmesi ilginçtir. Ayrıca rahatlıkla görebiliriz ki Ondoku zuncu yüzyıl Avrupası “burjuvalaşma” eğilimleri içinde cinsiyet konusunu çok ileri ölçülerde kurumlaştırmıştır. Bir tarafta “ser best” cinsiyete benzer hiçbir şey ortalarda yoktur; diğer tarafta top lum içinde cinsiyet konusu can sıkıcı bir seri yasal zorunluluk, ahlakî, siyasî ve ekonomik kısıntılar getirir. Aynı şekilde bazı ko loni ülkelerinin değeri -Avrupa kıtasına sağladığı ekonomik fay danın yanında- oraya anavatanın yaramaz çocuklarını göndermek, nufus fazlasını aktarmak, fakirleri ve istenmeyenleri uzaklara aşır mak şeklinde belirir. Doğu, Avrupa'da yasak olan seksüel deneyle rin serbestçe aranabileceği bir yerdir. 1800’den beri Doğu’yu ele almış yahut Doğu’ya seyahat etmiş hiçbir Avrupalı yazar bu kura lın dışında.kalmamıştır. Flaubert, Nerval, “Dirty Dick” Burton ve Lane bunların en ünlüleridir. Yirminci yüzyıl için de Gide, Conrad, Maugham ve bir düzine daha düşünülebilir. Doğrusunu söyle mek gerekirse, tahminime göre bu kişilerin çoğu zaman aradıkları, belki daha özgür fakat daha az günaha bulanmış bir çeşit özel cinsi yetti. Bu yol ne kadar çok kişi tarafından izlenecekse o kadar kısa zaman içinde yasallaşacak ve o ölçüde kabul edilecekti... (Ve böy le olmuştur.) “Doğu Seksüalitesi” zamanla diğer bütün kültür biri kimleri ile birlikte normale indirilmiş, bir alış veriş malzemesi ha line getirilmiştir. Böylece yazarlar ve okuyanları, Doğu’ya gitme ye dahi gerek duymadan ondan faydalanabilir, istedikleri hayalleri kurabileceklerdi. Ondukuzuncu yüzyılın ortalarına doğru Fransa, İngiltere ve Avrupa’nın geri kalan kısmında az olmamak üzere göz alıcı bir bil gi endüstrisine kavuşmuş bulunuyordu. Ünlü metinlerin büyük bir kısmı gün ışığına çıkarılmıştı. Bundan daha mühim olarak Avru pa'nın her tarafında bilgi yaymak üzere kurulmuş demekler ve ens titüler faaliyet gösteriyorlardı. Bilim tarihçileri, bilim demekleri, bilimsel kuruluşlar ondokuzuncu yüzyılda başlayan hayatlarına çok daha büyük ve yaygın bir güçle devam ediyorlardı. Araştırma düzenli bir etkinlik şekline girmişti. Bilgi değişimi, sorunlar üze rinde fikir alışverişi, ortak neden arama, birlikte sonuca varma gibi bilimsel gelenekler artık yerlerine yerleşiyorlardı.11151Tablonun en göz alıcı rengi Doğu araştırmalarında ortaya çıkıyordu. Flau bert’in uzun zamandan beri hayal ettiği buydu. Fikrini "her şey tek düzeyde olacak" şeklinde ifade ediyordu. Bir oryantalist artık sa dece heyecanlı duygularla dolu bir insan değil aynı zamanda ciddi ye alınması gereken bir bilgindi. Oryantalist olmak demek önce Doğu etütleri konusunda bir üniversite eğitimi geçirmek demekti. (1850'den itibaren bütün büyük Avrupa üniversiteleri Doğu bilim leri üzerinde güçlü kürsüler kurmuşlardı). Üniversite eğitimi ge çirmek bir gezi bursu kazanmak demekti. (Asya Derneklerinden herhangi biri, yahut coğrafî keşifler fonları veya hükümet kuruluş ları sözkonusu bursları sağlıyorlardı). Geziye gitmek ise edinilen bilgileri izin verildiği şekilde (ya bir demeğin yahud da Doğu me tinlerinin tercüme edilmelerini öngören bir vakfın aracılığı ile) yayınlamak demekti. “İzin” konusu oryantalist bilginlerin içinde yaşadıkları çevre ile genel halk topluluğu arasındaki ilişkinin can damarı idi. Oryantalist bilimsel çalışma bu noktada değerlendirili yor ve bu değerlendirme sırasında gerçek bilim olan kişisel gözlem ve sübjektif etkilenme yerine genel yargılar önem taşıyordu. Doğu konusunda kazanılmış bilgilerin yığınına “Büyük Dev letlerin” (Avrupa imparatorlukları o çağda bu şekilde anılıyordu) Doğu ülkelerine karşı günden güne artan ilgileri ekleniyordu. Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında 1806’da imzalanan Şanak andlaşmasından sonra “Question d ’Orient: Doğu Sorunu” günden güne artan bir ağırlıkla Akdeniz ufuklarını sarmaya başla mıştı. İngiltere’nin Doğu’daki çıkarları Fransa’ya oranla daha ileri ölçülerde idi (ama ne Rusları ne Almanları ne de Avusturya-Macaristanı, unutmamak gerekiyordu.) Ruslar 1868’de Semerkant ve Buhara’ya girmişler. Hazar ötesi demiryolunu uzatmışlardı. Fran sa’nın Kuzey Afrika'da girişimleri İslam politikasının tek hareketi değildi. 1860’da Lübnan’da (Lamartin ve Nerval’in daha önce ha ber verdikleri gibi) Marunîler ve Dürzîler arasındaki sürtüşme baş layınca Fransa Hrıstiyan Marunîleri, İngiltere ise Şii Müslüman Durzîleri tutmuştu. Zira Doğu’da hemen her zaman azınlıklar, Av rupa politikasının orta yerinde boy gösteriyorlardı. Büyük devlet lerin her biri kendine göre bu azınlıklardan birini seçiyor ve onları koruduğunu iddia ederek, “çıkarlarını” temsil ettiğini ileri sürü yordu. Yahudiler, Rus ve Yunanlı ortodokslar, Dürzîler, Kafkas yalIlar, Ermeniler, Kürtler ve hristiyan dini güden daha pek çok kü çük azınlıklar hakkında Avrupa'da büyük devletler planlar, proje ler hazırlıyorlar; Doğu politikaları düzenliyorlardı. Bütün bunları, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında gelişen Oryantalist kuruluşların ve resmî bilginin, çıkar katmanları ile ne şekilde üst üste gelerek kaynaştığını anlatmak için söz konusu edi yorum. En masum gezi notları dahi (1850’den sonra sayıları pek artmıştı)11l<y halkın Doğu hakkındaki fikirlerini arttırmaya çalışıyp- .ardı. Bu fikirlerin içinde çok net bir ayırım çizgisi, zevkleri, çeıtli keşifleri, Doğu hacılarının değişmeyen gözlemlerinin (arala- rmda Mark Twain ve Herman Melville’den başka Amerikalılar da vardı)ül7) bilgin gezginler tarafından yazılmış ağırlıklı raporları, misyonerleri, hükümet memurlarını ve diğer gözlemcileri birbi rinden ayırıyordu. Açıktır ki bu ayırım çizgisi Flaubert’de de vardı. Doğu'ya insanca bakarak onu edebî açıdan değerlendirmeye gücü olmayan her yaratıkta olduğu gibi... Gezginlerin getirdikleri bilgileri değerlendirmede İngilizler Fransızlara oranla daha net duygulara sahip olmuşlardı. Bu açıdan Hindistan büyük değer taşıyordu. Dolayısı ile Akdeniz ile Hindis tan arasında uzanan topraklar aynı bilimsel ağırlığı taşımışlardır. Böylece Byron ve Walter Scott gibi romantik yazarlar Orta Doğu konusunda belirli bir siyasî görüşe kavuşmuşlar ve Doğu ile Batı arasındaki ilişkilerin hangi zemin üzerine oturması gerektiğini açıkça görmüşlerdi. Walter Scott’un "Richard Filistin de" ve “Compte Robert de Pariğ' isimli eserlerinde ortaya koyduğu ta rihsel düşünce kendisine bu romanların yapısını, Haçlılar Filistini ve onbirinci yüzyıl Bizans devirlerinin üzerine oturtma olanağı sağlamıştır. Bu arada Scott, yabancı siyasî güçlerin davranışlarını değerlendirebilmek için kullandığı ince siyasî sezgilerini de hiçbir zaman devre dışı bırakmamıştır. Bu arada Disraeli’nin “ Tanered 'inin uğradığıbaşarısızlığı da yazarının Doğu konusunda belki fazla gelişmiş siyasal duygularına ve Britanya çıkar “kuruluşları nın” etkilerine kolaylıkla bağlayabiliriz. Saf Tancred Kudüs'e git mek istemektedir... Fakat çok acele ediyor. Disraeli bir sürü ayrın tılı engel çıkarıyor: Lübnanlı bir kabile şeyhi Dürzîleri, Müslü manları, Yahudileri ve AvrupalIları kendi politikası için kullan mak istemektedir. Romanın sonuna doğru Tancred’in Doğu heve si az çok ortadan kaybolmuştur. Zira gezgin’in kaprislerini kamçı layacak Doğu gerçeklerine ait sağlam gözlemler Disraeli’nin kafa sında yer tutmamıştır. Doğu’ya hiç gitmemiş George Eüot gibi bir yazar dahi “D aniel Derondd'd'dî 1876) Yahudi gezgini, İngiliz gerçeklerinin kargaşalığına uğratmadan dolaştıramamış, Doğu projesini zarara sokmaktan kendisini alamamıştır. İngiliz yazarı için Doğu motifi (Fitzgerald'ın “Rübaiyat"ı ve ya Morier’in Adventures o f Hafji Baba o f Ispahan (Isfahanlı Hacı Babanın maceraları) isimli eserlerde olduğu gibi) bir stil mal zemesi olmadığı zaman, yazar kişisel fantezilerini bir seri beklen medik direnişlerle uğraşmaya zorlamaktadır. Chateaubriand, La martine, Nerval ve Flaubert’in İngiliz yazarları arasında benzerleri yoktur. Lane’e dahi benzemezler. Silvestre de Sacy ve Renan yaz dıklarını bir ölçüde kendilerinin yarattığının farkında idiler. Kinglake’nin Eothen(1844) ve Burton’un “Personal Narrative o f a Pilgrimage to Al-Madinah and Meccah: Mekke ve Medine ge zisi üzerinde kişisel araştırma”(1855-1856) gibi eserler sağlam kronolojiye ve toplu bilgiye dayanmaktadır. Sanki bu eserlerin ya zarları bir takım maceraları hikaye etmek yerine bir Doğu pazarın da mal alış verişinde bulunuyor gibidir. Ne kazandığı şöhrete ne de halkın önündeki başarısına layık olmayan Kinglake’nin eseri şatafatlı ırkmerkezciliğin duygulu bir kataloğu ve İngiliz Doğusu üzerine yazılmış başı, kuyruğu belli ol mayan sıkıcı yazılardır. Bu kitabın görünen ana hedefi Doğu'ya se yahat etmenin “insanın karakterini” (Hatta kişiliğini) değiştirece ğini ispat etmektir. Fakat aslında değişecek olan yok, güçlenecek olan vardır. Yahudi düşmanlığınız artacak, yabancı sevmezliğiniz kuvvetlenecek ve kendi ırkınızın “her şeyi yapacak kadar kudretli” bir ırk olduğuna inancınız bütünleşecektir. Örneğin “Binbir gece masalları”nın, “Basit” bir doğulu tarafından düşünülemeyecek ka dar canlı ve yaratıcı olduğunu bize söylediler. Zira Doğulu için canlı hiçbir şey yoktur; orada her şey kuru ve bir mumyadan fark sızdır. Kinglake savunma önlemi almaya gerek duymadan konuş masına rağmen hiçbir Doğu dilini yeterince bilmemektedir. Cahil liği Doğu’yu, Doğu kültürünü, Doğu düşünüş biçimi ve Doğu toplumunu kendince elekten geçirecek genellemeler yapmasına engel değildir. Takındığı tavra bakılırsa sözünü ettiği ülkeleri kendi göz leri ile görmüş olması düşüncelerine çok az tesir etmiştir. Diğer gezginlerin çoğu gibi o da (ölmüş ve kurumuş, entellektüel mumya olmuş) Doğu yerine kendi doğusunu imâl etmeyi daha uygun gör müştür. Rastladığı her insan inançlarım arttırmakta, Doğulularla konuşmanın en emin yolunun onlara yaklaşmak olduğunu yinele mektedir. Ancak bir Avrupalı olarak onlara nasıl yaklaşacaktır Kinglake? Egemen bir Avrupalı olarak! Egemenlik sahibi bir Av rupalI olmaktan daha güçlü ne vardır? Süveyş'e giderken çölde yanlızlık içinde kendi kendisine yeter olmanın gururunu ve kuvve tinin zevkini duyar ve şöyle konuşur: “Orada idim, bu Afrika çö lünde benden başka hiç kimse yoktu; ben ve hayat, yüküm o ka dar...”(,I8) Kendisinden önce Lamartin gibi Kinglake de kendi gücü ile ül kesinin gücünü mükemmel şekilde birbirine karıştırmaktadır. Arada tek bir fark vardır: İngiltere ve onun hükümeti Doğu’nun ge ri kalan kısmına şimdilik Fransa'nın yapamadığı gibi yerleşecek tir. Flaubert bunu çok iyi görüyor: "Bana kalırsa şu anda ve bir süre sonra İngiltere’nin Mısır’a sahip çıkmaması mümkün değildir. Şimdiden A den’e asker yığdılar. Bir sabah kırmızı üniformalıların Kahire'ye dolmaları için Süveyş çok uygun bir geçittir. Fransa’da bu sonuç onbeş gün sonra duyulacak ve herkes hayretler içinde kalacaktır. Benim kehânetimi unutma yınız... Avrupa’da ortaya çıkacak ilk harekette İngilizler M ısır’ı Ruslar İstanbul’u alacaklar, ve biz karşılık olsun diye Suriye dağ larına kendimizi yerlilere doğratmaya gideceğiz.,."(U9) Tüm kişisel farfaralığına rağmen Kinglake doğu üzerinde ge nel ve ulusal bir düşünceyi dile getirmektedir. Kişiliği bu düşünce nin ifade aracıdır. Onu istediği şekilde kullanmaktadır. Yazdıkla rının hiçbir noktasında Doğu hakkında yeni bir düşünce uyandırma gayretinin en ufak bir izine dahi rastlanmaz. Ne bilgisi ne kişiliği ile Kinglake, buna müsait değildir. Bu açıdan Richard Burton’dan ayrılır. Burton gezgin olarak gerçek bir maceracı ve bilim adamı olarak da Avrupa’nın her hangi bir üniversite oryantalisti ile boy ölçüşebilecek değerde kîşiydi. Karakteri ona mücadele etmesi ge rektiğini aralıksız hatırlatır. Avrupa bilimini aşın içe dönük yön temlerle idare eden üniformalı bilim adamları ile durmaksızın uğ raşıyordu. Burton’un bütün eserleri bu savaşın çizgileri ile dolu dur. “Binbir gece masallan”mn başına yazdığı önsözde bu müca delenin ilginç bir örneği göze çarparmaktadır. Burada denebilir ki yazar çocukça bir sevinç içinde bütün diğer yazarlara onlardan da ha fazla malzeme toplamış olduğunu anlatmaya çalışmakta ve böylece yeni ve taze bilgilerle donanmış olduğunu hissettirmekte dir. Daha önce de belirttiğim gibi Burton’un kendi kişisel deneyle rine dayanan eseri, bir yandan Lane gibi yazarlarla, tanımını La ne’in temsil ettiği oryantalistlerle, diğer yandan tanımlamasını yaptığım Fransız yazarlar arasında bir köprüdür. Bütün bu Doğu yazıları kutsal yerleri gezi görüntüsü taşımaktaydı. Bazen de The Land o f the M idian Revisited isimli eserde olduğu gibi gezinin amacı yarı dinî, bazen yarı politik ve ekonomikti. Bu eserlerde en göz alıcı motif inanılmaz ve bazen hayalî maceralardır (Fransız ya zarlarında olduğu gibi...). Lane’e benzer resmî düşünceye bağlı, önyargı taşımayan yazarların sayıları fazla değildir. Thomas Assad, Victoria devrinde Doğu’ya yapılmış bir seri gezinin “Vahşî bir kişisellik” taşıdığını haklı olarak belirtmişti (diğerleri Blunt ve Doughty’dir). Assad’ın çalışması, genelde bu yazarlarla Austen Layard’n Discoveries in the Ruins ofNineveh a n d Bahylon (Ninova ve Babil yıkıntıları arasında bulgular)(1851), Eliot Warburton’un ünlü eseri The Crescent a n d the Cross (Hilal ve Haç) (1844), Robert Curzon’un Visit to the Monasteries o f the Levant (Doğu manastırlarını ziyaret) (1849) ve sözünü etmediği halde il ginç bir eser olan: Notes o f a fo u m ey form Comhill to Grand Cairo (ComhiH’den büyük Kahire ’ye gezi günlüğü)(1845) gibi eserler arasındaki ton ve zihin gücü arasındaki farkları bulup çıkar maktı.(,20) Bununla birlikte Burton’un bıraktığı eser karışıktır. Önemli olan sadece kişisellik değildir, zira Burton’un yazılan ara sında kişesellikle Avrupa’nın siyasî güç olarak Doğu’da tanınması anlamım taşıyan, Avrupa ulusal kişiliği (özellikle İngiltere) ara sındaki duygusal mücadeleye ait metinler bulunmuştur. Assad çok yerinde olarak Burton’un Arablara karşı aşırı sevgi göstermesine rağmen bir emperyalist olduğunu belirtmiştir. Ancak bizi daha çok ilgilendiren konu bazen Burton’un kendi kendisinin siyasal otori teye baş kaldıran bir âsi olduğunu ileri sürmesidir. (Bu yüzden Vic toria devrinin sert kurallarından kaçmak amacı ile Hindistana git miştir.) Ayrıca kendisini siyasal güçlerin Doğu'daki ajanı olarak tanıtır. Birbirine zıt bu iki rolün ne şekilde bağdaştığı merak konu sudur. Neticede sorun, Doğu konusunda kazanılmış bilgilerdir: Dolayısı ile Burton’un oryantalizmi bize, Oryantalizmin ondokuzuncu yüzyılın önemli bir kısmmda ne şekilde yapısallaştırıldığı ve kurumsallaştırıldığı konusunda örnek bilgi sağlamaktadır. Macerala rın peşinde koşan bir gezgin olarak Burton yaşadığı ülkelerde hal kın günlük yaşantısını paylaşıyordu. Bir Doğu’lu olabilme yolun da T.E. Lavvrence’den çok daha yetenekli idi. Sadece mükemmel şekilde dil öğrenmekle kalmamış fakat Hintli Müslüman doktor kı lığına girerek İslâm'ın kalbine kadar sokulmuş ve Mekke’de hac farizasını yerine getirmişti. Bana kalırsa Burton’un en karakteris tik yönü, toplum içinde yaşayan insanların hayatlarının kurallara ve kaidelere ne derecede sıkıca bağlı olduğunu kusursuz şekilde anlamış olmasıdır. Yazdığı kitapların her sayfasında görülen geniş Doğu bilgisi genellikle Doğu’nun ve özellikle İslâm'ın bir haber leşme, davranış ve inanç sistemi olduğunu bildiğini göstermekte dir. Doğulu veya Müslüman olmak bazı şeyleri bazı şekillerde bil mek demektir. Bu şekiller tabiatı ile tarihe, coğrafyaya ve toplu mun özel şartlar altındaki gelişim hareketlerine bağlıdır. Bur ton’un Doğu gezisi sırasında yazdıkları mes’eleleri bildiğini gös teriyor, Burton böylece araştırmaları için kendisine gerekli olan yolu bulabilmiştir. Sadece Burton gibi çok iyi Arabça ve İslâm'ı bi len bir kişi bu derecede uzağa gidebilir, Mekke ve Medine’yi ziya ret edebilirdi. Burton’un eserinde okuduğumuz satırlar yabancı bir kültürün içinde dolaşmaya muvaffak olmuş bir bilincin tarihidir Zira o, bu sistemin haberleşme ve davranış geleneklerini kendi özüne sindirmeyi başarmıştı. Ayrıca Burton özgürdü. Bir Doğu'; gibi yaşayabilmek için Avrupalı kökeninden yeteri kadar uzak.;; şabilmişti. Pelennage (Hac)ın her sahnesi bir ülkede yabancı bir kişinin başına gelebilecek engellerden nasıl kurtulduğunu göster mektedir. Burton bu konuda herkesten daha fazla becerikliydi, zira herkesden daha çok şey biliyordu. Diğer bütün yazarlardan daha çok genelleme yapan Burton ör neğin Arablar için “keyf ’ kavramını anlatırken yahut eğitim ve Arab Doğu düşünce şeklinin birbirine nasıl uyduğu konusunda bil giler verirken (Macaulay’m ileri sürdüklerini çürütmek için yazıl dığı açıkça anlaşıldığı şekilde...)<121) sadece yaşadığı ve kendi göz leri ile gördüğü sahneleri çizmiştir. Bu noktada Burton Doğu haya tını, onun içine dalmış bir insan dürüstlüğü ile tasvir etmektedir. Burton’un metninde ayrıca görülen bir başka özellik kendine gü ven duygusu ve Doğu yaşamının tüm zorluklarına karşı güçlü bir üstünlük anlayışıdır. Gerek Pelennage (Hac) ve gerekse Binbir Gece Masalları tercümesinin sayfa altlarına eklediği notlarda Burton, (ve bu tercümenin sonlarım doğru)<122) Doğu biliminin az çok saçmalıklara açık sisteminin üzerine çıktığını ve bu sisteme yeterince egemen olduğunu açığa vurmaktadır. Zira Burton’un metninde dahi Doğu bize dolaylı olmayan bir yoldan ve tam anlamı ile verilmiş değildir. Her şey okuyucuya belirli bir görüş açısından süzülerek sunulur. (Çoğu zaman can sıkıcı). Adeta Doğu yaşamı araştırmacının arzularına göre yeniden düzenlenmiş gibidir. Bu yüzden Burton’un bilinci Doğu’nun üzerinde egemenlik kurmuş tur. Bu noktada yazarın kişiselliği İmparatorluğun sesi ile karşılaş makta ve onunla karışmaktadır. Bu ses kaidelerin, kuralların, gele neklerin ve soyut bilimin sesidir. Böylece Burton Pelerinage (Hac)da bize “Mısır'ın kazanılması gereken bir hazine” olduğunu söylediği veya “Avrupa’nın arzulan, ne pahasına olursa olsun “Al tın boynuzu” dahi saf dışı bırakmamalıdır” dediği zaman(123)iyice bilmeliyiz ki bu sesin sahibi Doğu’da değil Batıda’dır. Bu ses’in tek amacı Doğu üzerinde egemenlik hayalleri kuran Avrupa'ya destek sağlamaktır. Oryantalist ve İmparatorlok ajanı olarak sesleri birbirine karı şan kişilere tek örnek Burton değildir. T.E. Lawrence, Edward Henri Palmer, D.G. Hogarth, Gertrude Bell, Ronald Stons, Saint John Philby ve William Gifford Palgrave gibi yazarları da bu sıra ya eklemek gerekmektedir. Burton Doğu’da geçirdiği günler sıra sında iki amaç güdüyordu. Bir yandan bilimsel deneylerle uğraşı yor, bu arada kendi benliğini feda ediyor, diğer yandan bir Avrupa lI olarak kurallara ve kaidelere bağlı Avrupa yaşamının Doğu’ya uygun düşmediğini bilerek hareket ediyordu. Bir başka deyimle hem Doğu’da oturuyor ve onun kuralları ile yaşıyor hem de Do ğu’yu daha iyi anlayabilmek için Avrupalı olduğunu unutmuyor du. Böylece Avrupa bilim sisteminin bir kolu yahut Batı’nın Doğu bilimi olan Oryantalizm, Batı’nın Doğu üzerindeki üstünlüğü an lamı ile eş değer kazanıyordu. Burton’un stilinin orijinalliği bu gö rüntüyü oldukça net çizgilerle açığa çıkarıyordu. Burton Doğu konusunda ortaya koyduğu kişisel otantik, sem patik ve hümanist bilgiyi Avrupa’nın Doğu üzerinde geliştirdiği resmî arşiv bilgisine karşı yürüttüğü savaşta gidebildiği yere kadar götürmüştür. Ondokuzuncu yüzyılda hayatın ve bilimin kurtarıl ması, yeniden düzenlenmesi ve örgütlenmesi için girişilen deneylerdez Oryantalizmin önemli bir payı olmuştu —Romantik köken li bütün diğer bilim disiplinlerinde olduğu gibi— Zira sadece ilha ma dayalı gözlemlerle yola çıkan ve Flaubert’in tabiri ile “tekelleş miş” bir disiplin olan oryantalizm değil, ayrıca azgın bireysel Bur- ton gibi bir Oryantalist dahi İmparatorluk casusu olmaya zorlan mıştı. Doğu bir topraktı, bilim alanı oldu, şimdi de kuvvet gösteri lerine yarayacak bir imparatorluk arazisi olacaktı. Renan, Silvest re de Sacy ve Lane verdikleri eserlerle bu “oyuna” yardım sağlaya caklardı. Kendilerinden sonra gelecek Oryantalistler de ortaya koydukları bilimsel veya hayalî eserlerle bu faaliyete etkinlik ka zandıracaklardı. Bu “oyunun” yönetime ihtiyacı olduğu için, son radan kuruluşların ve hükümetlerin kişilerden daha etkili olacakla rı daha açık anlaşılacaktı. Yirminci yüzyıla miras kalan ondokuzuncu yüzyıl Oryantalizminin genel kuralları bunlardır. Şimdi bi zim için gerekli olan ulaşılacak en ileri ölçülerde, yirminci yüzyıl Oryantalizminin özgürlük ve bilgiye nasıl sahip çıktığını ortaya sermektir. 1880’den başlayarak Batı’mn Doğu’yu uzun işgal yılla rı içinde gelişen bu Oryantalizm, kısaca kendi kendisini kopya et miş ve bir cins tekrar olayı sergilemiştir. Bugünkü Oryantalizm “Putlarını kollarında taşıyarak karşımıza bü yüm üş sakat çocuklar gibi dizildiler.” GUSTAVE FLAUBERT, “La tentation de Saint Antoine: Saint Antoine’m niyeti" "Derisinin rengi bizimkine benzemeyen, yahut burnu hafifçe basık kişilerin elinden dünyayı çekip almak anlamına gelen yeryüzünün fethi, çok yakından bakıldığında hiç de güzel bir şey değildir. Belki sadece fik ir işe yarar. Ancak bu fikrin arkasında yatan, duygusal bir neden de ğil, yersiz bir inançtır. Ona hayran olunabilir am a en iyisi bir kurban adam aktır." JOSEPH CONRAD Coeur des tenebres:Karanlıklann İçi“ Gizli Oryantalizm Açık Oryantalizm Bu kitabın birinci kısmında Ortadoğu, İslâm ve Arablar konula rında İngiliz ve Fransız uygulamalarım özel tip deneyler şeklinde ele alarak “Oryantalizm” kelimesinin kapsadığı düşünce ve hare ket sahasını tanımlamaya çalıştım. Doğu ve Batı arasında çok ya kın gelişmiş ilişkilerden söz ettim. Ancak Oryantalizm üzerinde en çok etki uyandıran konunun Batılı dünyanın Doğu ile olan ilişkile rinde devamlı olarak hissettiği sürtüşme duygusu olduğu gözler den uzak düşmemektedir. Doğu ile Batı arasındaki sınır kavramı, çeşitli derecelerde kendisini gösteren küçüklük ve büyük duygula rı, başarılan işlerdeki genişlik, Doğu’ya yakıştırılan karakteristik çizgiler toplamı gibi konular bütünü ile Doğu ve Batı arasında ken diliğinden gelişen, asırlarca yaşanmış, hayalî yahut coğrafî ger çeklere dayalı bir ayırımın ana hatlarıdır. İkinci kısımda hedefimi çok daralttım. Daha çok onsekizinci yüzyılın son yarısından itibaren başlayan ve benim M odem Oryan talizm adım verdiğim şeyle daha yakından ilgilendim. Asıl am a cım Modem Batı’da, Doğu hakkında yazılmış eserlerin bir krono lojik sıralaması olmadığı için, 1870 veya 1880’lere doğru tarihi, entellektüel, kültürel ve politik “arka planda” gelişmekte olan O r yantalizmin doğuşu, ilerleyişi ve kuramları ile daha fazla ilgilen dim. Çok çeşitli bilgin ve yazarların eserlerinden yararlandığım halde Oryantalizmin karakteristik yapısına (ve ideolojik eğilimle rine), diğer alanlarla ve çok etki uyandırmış diğer çeşitli bilgilerle olan ilişkisine ait birkaç çizginin dışında tam bir tablo gösterebildi ğimi iddia edemem. Ancak çalışmanın ana hatlarından hiçbir zaman ayrılmış deği lim. Bu esaslar şunlardır: Bilimsel alanda en orijinal sanat gücü ta şıyan eserler dahi toplumdan, kültürel teamüllerden, dış şartlar ve temel dengeleyici etkenlerden gelen bir baskı gücündenkurtulamamaktadır. Okullar, kütüphaneler, hükümetler; ayrıca bilimsel yazılar, ister hikaye ister gerçek bilimsel yazılar asla özgür değil lerdir. Hayal oyunlarında, varsayımlarında ve eğilimlerinde sınır lıdırlar. Nihayet üniversite formunda Oryantalizm gibi bir ilim ne yazık ki, gelişmesini objektif olmayan değerlere dayandırmak zo runda kalmıştır. Kısaca şu ana kadar çalışmamda Oryantalizmi ahenkli bir disiplin şekline sokan “ekonomi”den söz açtım. Bu ara da “Doğu” kelimesinin fikir, kavram ve hayal olarak Batı’da çok etkili bir kültürel yankı uyandırdığını anlatmaya çalıştım. Biliyorum ki bütün bu varsayımlar bazı yönleri ile tartışmaya açıktır. Bilim ve hikmetin çok genel anlamda gelişmesine devam ettiğini farzedelim. Geçen zaman onu yüceltmekte ve mükemmele doğru götürmektedir. Biriktirdiği haberler çoğalmakta, metotları açıklık kazanmakta, bilginlerin bir kuşağı ufukta kaybolurken ye ni bir kuşak iş başına geçmektedir. Bunun yanında ayrıca bir yara dılış mitolojisi gelişmekte, ileriye dönük ümitler vermektedir. Bü tün bunları seyreden bizler sanatsal deha’nın bir anda çoştuğunu, orijinal bir yeteneğin çağım ve sınırlarını aşarak yeni bir dünya ya ratmaya koyulduğunu görmekteyiz. Kabul etmek gerekir ki buna benzer fikirlerde gerçeklere ait küçük bir parça yer alabilecektir. Orijinal bir kültürün içindeki bilimsel çalışmaları yürüten zekâ hiçbir zaman sınırsız değildir. Çok büyük yetenek sahibi bir yazar dahi kendisinden önce gelenlerin başardıkları çalışmalara karşı büyük bir saygı duyacak ve kendi çalıştığı alanı böylece daha iyi ta nımak isteyecektir. Önce gelenlerin ortaya koydukları eserler, bi limsel bir alanda yaşanan kurumsal hayat, tüm bilimsel girişimle rin ortak yapısıdır. Bütün bunlar, ekonomik ve sosyal durum bir kenara bırakılsa dahi bilim adamının kişisel üretiminin boyutlarını kısıtlayacak elemanlardır. Oryantalizm gibi bir alanın birikim ve ortaklığa dayanan bir kişiliği vardır. Bu kişilik (klasikler, İncil ve filoloji gibi...) geleneksel bilimlerle, (hükümetler, ticaret şirketle ri, coğrafya demekleri ve üniversiteler gibi...) kamu kuruluşları ile ve (gezi notlan, keşifler, bilim kurgu, egzotik tablolar gibi...) edebî eserlerle güç kazanmaktadır. Bu durum bir cins anlaşma yaratmış tır: Bazı şeyler, bazı açıklama tipleri, bazı eserler Oryantalist için çok doğrudur. Çalışmalarını ve araştırmalarını onların üzerinde inşa etmiştir. Onlar da buna karşılık yeni yazarlar ve yeni bilginler üzerinde kuvvetli bir etki uyandırırlar. Dolayısı ile Oryantalizmi, zorunluluklar, belirgin görüş açıları ve Doğu konusunda ideolojik taraf tutma kuralları ile saptanmış bir görüş veya bir yazılar bütünü olarak düşünmek mümkündür. Doğu öğretilmekte,Doğu üzerinde araştırmalar yapılmakta. Bu sistem içinde Doğu yönetilmekte ve Doğu konusunda sınırları çok belirli konuşmalar yapılmaktadır. Dolayısı ile Oryantalizm penceresinden görünen Doğu, Batı bilimi ile getirilen, Batı bilincinde oluşan ve daha sonra B atı’nın imparatorluğu ile ortaya çıkarılan bir seri kuvvet elem anları ile çerçevelenmiş bir takdim sistemidir. Oryantalizmin bu tarifi daha çok politik görünüyorsa da olayın izahı basittir; zira benim için Or yantalizmin kendisi bazı politik güçler ve bazı politik hareketlerin üretimidir. Oryantalizm, ham maddesi Doğu uygarlığı, Doğu halkı ve toprağı olan bir yorum mektebidir. Bu mektebin objektif bulgu ları, yetenekli bilginlerinin ortaya koydukları sayısız eserler, ya yınlanan ve tercüme edilen kitaplar, sıraya konan gramer bilgileri, sözcükler, ölmüş devirlerin yeniden canlandırılan eserleri, akılcı bir görüşle insanların faydasına sunulan pek çok metin, aslında ko nuşma dillerinin içinden çıkarılmış ölümsüz gerçeklerdir. Dillerin gerçeğini Nietzsche şöyle anlatıyor: “Sayısız hareket halinde benzerlikler, ortak görüntüler, birbirine uymalar... Kısaca şiir ve anlaşılır söz aracılığı ile yerinden kaldınlmış, getirilmiş ve süslenmiş bir sürü insansî ilişki... Ve uzun za man kullanılmaktan yorulmuş, halkı sıkan kanunlar... Gerçekler aslında ne oldukları unutulmuş hayallerdir.”111 Belki Nietzsche’nin görüşlerinin “yoklukçu” felsefeye uygun tarafı hoşumuza gidecektir, ancak Doğu’nun - Batı bilincinde yer ettiği ölçüde - çeşitli tabakalarla örtülü olduğuna dikkatimizi çeke ceği kuşkusuzdur. Genellikle Doğu'yu ilgilendirmeyen bir seri ta rif, anlatım ve yakıştırma bu kelimenin çevresine yerleşmiş bulun maktadır. Oryantalizm sadece Doğu üzerinde Batı’da her zaman var ol muş, pozitif bir doktrin değil, aynı zamanda (Oryantalist admı taşı yan bir.üniversite mensubuna baş vurulduğunda) güçlü bir üniver site geleneği olarak karşımıza çıkar; gezginler, ticarî şirketler, hü kümetler, askerî seferler, egzotik maceraların ve hikayelerin oku yucuları, tabiat tarihi uzmanları ve Doğu’yu özel yerler, kişiler ve özel uygarlıkların özel bilgi alanı olarak düşünen hristiyan hacıla rının yanında üniversite hocaları da oryantalizmin içinde yer al maktadırlar. Doğu dil ve düşüncesinden aktarılmış ifade şekilleri ne özellikle Avrupalı hatiplerin konuşmalarında çok sık rastlanmaktadır. Bu ifade şekillerinin altında Doğu hakkında düzenlen‘ miş kalın bir doktrin tabakası vardır. Doğu’nun karakteri, Doğu despotizmi, Doğu duygusallığı ve buna benzer başka konuların bir araya getirilmesi ile oluşturulan bu doktrin, sayısız Avrupalının çabalan ile geliştirilmiştir. Bütün ondokuzuncu yüzyıl Avrupalılan için çekinmeden ileri sürebilirizki Oryantalizm bu çeşit varyete lerden ibaretti. Bu kelime ilk defa Nietzcshe tarafından kullanıl mıştır. Dolayısı ile Doğu üzerinde konuşabilecek her Avrupalı o çağda ırkçı, empeıyalist ve tamamı ile ırkmerkezci idi. insan toplu lukları en ileri kültür düzeyi içinde yaşasalar dahi bir “başka” kül türle kurdukları ilişki sırasında o kültürün insanlarını daima “em peryalist”, “ırkçı” ve “ırkmerkezci” olarak görmekten kendilerini alamamışlardır. Böylece Oryantalizm de dünyanın Avrupa ve As ya olarak tanınan iki bölümünü birbirinden kesin çizgilerle ayır maya eğilimli kültürel baskılann aracılığı ile ayakta kalabilmiş ve kalmaktadır. Şunu iddia ediyorum ki Oryantalizm genellikle Batı tarafından, zayıf olduğu için, Doğu’ya empoze edilen bir doktrin dir. Batı bu hareketi ile Doğu’yu kendi içinde eritmek ve aradaki farkları kaldırmak istemektedir. Bu konuya daha önce kitabımın birinci kısm ında değindim. Sayfalarda yazdıklarımın tamamı bu görüşü kanıtlamak amacına yönelikti. Doğu’da eşi olmayan “oryantalizm” gibi bir konu aslın da Doğu ve Batı’nın birbirine karşı olan kuvvet farklarını açığa çı karmaktadır. Batı’da Doğu hakkında ne yazılmışsa cümlesi var gü cü ile B atı’nm kuvvetini sergilemekte ve onsekizinci yüzyılın so nundan itibaren Batı’nın Doğu’ya doğru ilerleyen hareketi ile Do ğu’nun B atı’ya hareketi arasında hiçbir karşılaştırma olanağına izin vermemektedir. Orduların, diplomatik görevlilerin, ticaret er babının, Batı bilimsel ve Arkeoloji heyetlerinin durmaksızın Doğu'ya doğru gelişen faaliyetleri bir kenara bırakılsa 1800 ile 1900 arasında diğer istikamete giden gezginlere oranla Batı’ya giden Doğu İslâm gezginlerinin sayıları yok denecek kadar azdır.(2> Aynca Batı’ya giden Doğulular çok ileri bir kültürden yararlanmak ve ağızları bir kanş açık kalarak hayranlığa düşmek amacını gütm ek tedirler. Doğu'ya giden Batılıların maksatları ise, gördüğümüz gibi çok değişiktir. 1800 ile 1950 arasında yazılan ve Ortadoğu’mu ele alan kitapların 60.000 kadar olduğu tahmin edilmektedir. Doğulu ların Batıklar hakkında yazdıkları kitaplar düşünülürse bu sayının yanma dahi yaklaşmak mümkün değildir. Kültürel araç olarak oryantalizm bir saldırı, hareket, yargı, bil me isteği ve bilginin kendisidir. Sayısı belirsiz oryantalistler Do ğu’nun Batı için var olduğuna inanmaktadırlar. Çalışmalarına yön veren konularına karşı ya babaerkil yahut açıkça küçümser tavır ta kınmaktadırlar — antik devirlerle uğraşanlar hariç— . Böyle bir durumda zavallı modem Doğu’yu değil, “klasik” Doğu’yu önleri ne koymak lazımdır. Batılı bilginlerin çalışmalarına yardımcı olan pek çok Doğu kültürel organ ve kuruluşunu da unutmamak gere kir. Doğu ve Batı arasındaki bu eşitsizlik tabiatı ile durmaksızın değişen tarihî şemaları yaratmaktadır. Sekizinci yüzyıldan onaltıncı yüzyıla kadar süren askerî ve siyasî üstünlüğü sırasında îslâm, D oğu’dan B atı’ya egemen olmuştu. Daha sonra kuvvet merkezi Batı’ya kaydı ve şimdi bu merkez, yirminci yüzyılda yeni den daha da Batı’ya kaymışa benzemektedir. Bu kitabın ikinci kıs mında, ondukuzuncu yüzyıl Oryantalizmini incelerken asrın so nunda, genellikle olay açısından çok yoğun olan devrelerin üzerin de durmuştum. Bu sırada Oryantalizmin soyut genişleyici güçleri ve hayalî projeleri şekilci sömürgeciliğin hizmetinde olarak, dün ya çapında yeni bir şekil yüklenmeye hazırlanıyordu. Şimdi o çağı ve o projeleri yeniden tarif edeceğim; zira onlar özellikle yirminci yüzyılda meydana gelen Oryantalizm krizinin arka planında ve Doğu’da siyasal ve politik güçlerin yeniden canlanmasında önem li bir yer tutmaktadırlar. Fikirler toplamı, inançlar halkası ve Doğu hakkında edinilmiş bilgiler klişesi olarak Oryantalizm ile kültür ve diğer değişik dü şünce mektepleri arasındaki ilişkiye birkaç defa işaret etmiştim. Ondokuzuncu yüzyılda Oryantalizmin en önemli gelişme çizgile rinden bir diğeri de Doğu üzerinde temel fikirleri, onun duyarlılığı m, despotizme eğilimini, kaba mantığını, gerçeklere karşı ilgisizli ğini, geri kalmışlığını süzgeçten geçirmesi olmuştur. Böylece oku yucularına “Doğu” hakkında bilgi vermeye niyetlenen bir Oryan talist genellikle “Doğu” kelimesi ile özel bir bölgeyi tanımlayabili yordu. Bu tanımlama sırasında verilen haberler manevi açıdan ta rafsız ve genellikle geçerli idi. Tarihî kronoloji veya coğrafi bir bölgeyi tanıtmaya yarar cinsten özel bir yapı taşıyorlardı. Doğu malzemesi asıl temel şekli ile ne yönde olursa olsun aslmda hiçbir keşiften zarar görmeyecek kadar sağlam yapılıdır. Ayrıca hiçbir zaman tam anlamı ile değer kaybına uğramamıştır. Tam tersine, ondukuzuncu yüzyılın çeşitli yazar ve bilim adamları, ortaya ser dikleri çalışmaları ile bu malzemeye açıklık getirmişler ve onu da ha çok ayrıntılarla tanıtmışlardır. (“Batıcılık’tan” daha ayrı...). Bununla birlikte yine aynı çağda oryantalistlerin fikirleri felse fe ’nin genel teorileri ile (İnsanlık ve uygarlık tarihinde olduğu gi bi) bir araya gelmiş ve bazen filozofların da belirtmek zorunda kal dıkları gibi kaynaşmıştır. Bu sırada bilginler fikirlerini, formülle rini, bilimsel çalışmalarını ve yaşanan dünya üzerindeki görüşleri ni ortak bir dil etrafında yoğunlaştırmaya çaba harcamışlardır. Bu çaba sırasında başka bilim dünyalarından ve başka düşünce sis temlerinden gelen kültürel değerler önem kazanmıştır. Yapmaya çalıştığım ayırım, “Gizli” oryantalizm adını verdi ğim bilinçsiz (dolayısı ile dokunulmazlığı olan) Oryantalizmle D oğu’nun toplum, dil edebiyat, tarih, sosyoloji vs. gibi çeşitli ko nularını içine alan ve “açık” olarak isimlendirdiğim Oryantalizm arasındadır. Doğu’nun bilinç dünyasmda nasıl bir değişme olursa olsun bunu her zaman görünür biçimde açık Oryantalizmde bul m ak mümkündür. Gizli Oryantalizmin beraberliği, dengeli yapısı ve sürekliliği az çok yerine oturmuştur. Burada eserlerini analiz et tiğim ondokuzuncu yüzyıl yazarlarının Doğu hakkında taşıdıkları görüşlerdeki farklılık genellikle kişisel formu ilgilendiren dış yü zey farklılığıdır. Ayırım temelde değildir. Bu yazarlardan her biri Doğu’nun orijinalitesini, geriliğini, suskunluğunu, ilgisizliğini, kadınları ile ilişki kurulabilirliğini, çekip çevrilebilirle yeteneğini ortak olarak belirtmişler; bu konularda hiçbir değişikliğe yer ver memişlerdir. Dolayısı ile R enan’dan M arks’a, (ideolojik görüş açısı ele alınacaksa) yahut daha güçlü yazarlara, (Lane ve Silvestre de Sacy gibi) veya hayal gücü taşıyan sanatçılara (Flaubert ve Nerval) kadar uzanan bir halka içinde tüm Doğu hayranları dünyanın bu yöresini Batı tarafından dikkatle incelenmesi, yeniden inşa edil mesi ve hatta acınması gereken bir kara parçası görmüşlerdir. Do ğu, varlığını Avrupa’nın büyük bilim, sanat ve endüstri hareketle rinin dışında sürdürmüştü. Dolayısı ile Doğu’da iyi veya kötü han gi değer ölçüsü ortaya çıksa derhal Batı’nın Doğu’da çok özel bir çıkarının yandaşı olarak görünüyordu, 1870’ten sonra ve yirminci yüzyılın ilk yarısında durum buydu. Söylediğimi daha rahat açık layabilmek için birkaç örnek vereceğim. Doğu’nun geri kalışı ile ilgili tezler, soysuzlaşması ve Batı ile eşitliği gibi konular Avrupa’da ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısın da ırkların eşitsizliği üzerine temel biyolojik fikirlerle çok kolay bir araya geliyordu. Cuvier’in Regne a n im a l(hayvanlar saltana tı), Gobineau’nun Essai sur l' inegalibe des races(Irkların eşitsiz liği üzerine deneme), Robert Knox’un The D ark Races o f M an (İnsanoğlunun karanlık ırkı) gibi eserlerde rastlanan ırkların sınıf landırılması fikirleri gizli Oryantalizm’de kendilerine sadık bir eş bulmuşlardı. Bu fikirlere ayrıca ikinci derecede bir Darwinizm ek leniyor ve böylece biri ileri ve diğeri geri sayılan Avrupa-Aryen ve Doğu-Afrikalı ırkların aralarındaki farklara bir de “bilimsellik” ekleniyordu. Ondokuzuncu yüzyılın sonunda emperyalist öncesi ve anti-emparyalist bütün güçler tarafından tartışılan emperyaliz min bütün sorunları ve ırkların binlerce yıl öncesinden gelen tipoloji farkları, kültür hali ve ileri gitmiş yahut geri kalarak kul olmaya mahkûm edilmiş halk topluluklarına ait gerçekler böylece ortaya çıkarılmıştı. Örneğin John Westlake Chapters on the Principles o f In tern ation al Laıv (Uluslararası kanunun ana prensipleri) (1894) isimli eserinde yeryüzünün “Uygar olmadığı” bilinen (di ğerlerinin yanında en çok oryantalist ağırlık taşıyan kelime) köşe lerinin ilerlemiş güçler tarafından işgal ve ilhâk edilmesini teklif ediyordu. Aynı şekilce Cari Peters, Leopold de Saussure ve Char les Temple gibi yazarlar da eserlerini geri - ileri kavramları üzerine oturtmuşlardı.® Geri kalmış, soysuz, medeniyetsiz, ilkel olarak tanımlanan di ğer toplulukların yanında Doğulular da biyolojik determinizm ve politik-m oral görüş açıları ile bir araya getirilmiş bir kadro’nun içinde düşünülmüşlerdi. Böylece Doğulu toplum dışı, deli, kadın ve sefillerden oluşan Batı toplumlarındaki benzerleriyle ele alını yordu. Doğulu çok ender olarak dikkat çekmiş ve yakından göz lenmişti. Günlük değişmeleri içinde incelenmiş; bir vatandaş hatta bir şahsiyet olarak değil halledilmesi gereken bir problem olarak görülüyordu. Sömürgeci güçler ele geçirdikleri topraklarda yaşa yan insanları asla bu çevrenin dışında düşünmemişlerdi. Önemli olan Doğulu olarak bilinen bazı şeylerin önceden saptanmış değer hükümleri ile ele alınmasıydı. Bu durum en çok çöküş halindeki Osmanlı İmparatorluğu vatandaşları için geçerlidir. Onlar belirli bir programa uygun olarak muamele görmüşlerdi. Doğulu kulluğa uygun bir ırkın üyesi olduğuna göre kul işlemi görecekti. Bundan basit gerçek olamaz. Bu çeşit yargıların en klasik görüntüsü Gustave Le B on’un Lois psycbologigues de l ’evolution (Gelişmenin psikolojik kuralları) (1894) isimli eserinde göze çarpmaktadır. Ancak gizli oryantalizmin kullandığı başka güçler de vardı. Eğer bu fikir grubu Doğuluları ilerlemiş uygar güçlerden ayırıyor sa ve “Klasik” Doğu, Oryantalistin davranışlarını ve onun modem Doğulular hakkında ilgisiz kalışım doğruluyorsa, gizli oryanta lizm de özellikle erkek dünyasına ait özel (zararlı demek istemiyo rum) kavramlar yaratmaktaydı. Renan konusunda yaptığım açık lamalar sırasında buna değinmiştim. Doğu insanı yaşadığı toplum dan ayrı düşünülmüş, Lane’den soma pek çok oryantalist ona kuş ku ile bakarak hatta onu korkulacak bir eşya gibi görmüştür. Or yantalizmin kendisi de özellikle bir erkek dünyasıdır. Diğer pek çok profesyonel grup gibi kendisini ve konusunu bir cins cinsiyet halkasının içinden seks gözü ile seyretmiştir. Gezgin ve romancı ların eserlerinde bu gerçeğe ait çizgilere rastlamak olağandır. Bu yazılarda kadınlar genellikle erkek gücünden doğma hayal yara tıklardır. Sınırsız bir duyarlılık ifade ederler. Az çok akılsız fakat her zaman kabul edicidirler. Flaubert’in Küçük Hanım ’ı bu tipin en ileri örneğidir; (Pierre Louys’un “A fr o d if romanında olduğu gibi) erotik romanların baş köşesine kurulurlar. Değişik bir alaka görürler zira Doğuludurlar. Bütün bunların üzerine erkek dünyası oryantalist meslek içinde göründüğü zaman sonuna kadar durgun, sabit ve tek düzeyde kalma eğilimindedir. — Kelimenin en derin anlamında— insan gelişmesi ve ilerleyişi Doğu ve bir Doğulu için bir kalemde reddedilmiştir. Ancak “Doğu Hikmeti” gibi terkiple rin diğerlerine oranla daha çok yaşama şansları vardır. Böyle bir kelime grubunun ortaya koyduğu anlam düşüncelerde az dahi olsa bir cins hareket yaratabilmektedir. Sözkonusu durgun ve erkekçe hisler taşıyan Oryantalizm on dokuzuncu yüzyılın sonunda bir defa sosyal gelişimden daha ileri boyutlarda kültürel gelişim kavramlarına taşındığında özellikle İslâm konusu çok çeşitli şekillere bürünmüştü. Leopold von Ranke ve Jacob Bruckhardt gibi çok saygın kültür tarihçileri dahi İslâm ile meşgul oldukları sırada kişisel genellemeler yerine daha çok dinsel ve siyasî bir kültürün ana hatları ile uğraşmışlardır. Ranke Weltgeschichte (genel tarih) (1881-1888) isimli eserinde İslâm'ı, Ro malılar ve Germen güçler tarafından yenilgiye uğratılmış bir kül tür olarak ele almış ve Burckhardt ise Historiche Fmgmente* (Ta rih parçaları) (yayınlanmamış notlar 1893) isimli çalışmasında İslâm'ı yenilmiş, bahtsız, çıplak ve eskimiş olarak tanıtmıştı.14^ Bu na benzer entellektüel operasyonlar Oswald Spengler tarafından büyük bir açıklık ve heyecanla yapılmıştır. Spengler “sihirli kişi lik” (Doğu Müslümanı prototipi) üzerindeki düşüncelerini D er Untergang des A ben dlandes (B atı’nın çöküşü) (1918-1922) isimli eserinde ortaya koymuş ve kültürlerin “Morfolojisi” ile be lirtmişti. Doğu üzerinde bu fikirlerin gelişmesini çağında Avrupa kültü rü içinde Doğu’nun hissedilen ve yaşanan otantik bir güç olarak hemen hiç düşünülmeyişine bağlayabiliriz. Bazı kişiler için Doğu Batı’nın faaliyet sahasının sınırı ve hatta zayıf bir ortağı idi. Batılı bilgin Doğuluların varlığını zaman, düşünce akımı ve yaşadığı ça ğın kültürü olarak tanıdığı ölçüde bu değerler onun için yaşatılmayı bekleyen dilsiz gölgeler sayılıyordu. Onları canlandıracak, ya şanan dünyanın gerçeklerine uyduracak ve kendi kültürel faaliyeti için malzeme olarak kullanacaktı. Şunu söylemek istiyorum ki Do ğu sözkonusu olduğu zaman kendisi hiçbir zaman olayın içinde de ğildi. Bu esnada Doğu sadece Oryantalist tarafından temsil edil mekte, onun görüşlerinde canlılığa kavuşmaktaydı. Ancak unut mamak gerekir ki sadece Doğu’nun bu yokluğu Oryantalistin var lığını gerekli kılmaktadır. Dolayısı ile bu konu Oryantalistin üze rinde önemli bir etki uyandırmakta ve D oğu’ya ait çalışmalarında pek büyük gayretler göstermiş olsa dahi Doğu’yu küçümsemek zo runda kalmasına yol açmaktadır. Julius W ellhausen ve Theodor Nöldeke’nin muazzam bilimsel çalışmalarında yer alan ve seçtik leri konuyu küçümser tavır takınmalarına kadar yol açan gururlu tutumlarım başka türlü nasıl izah etmeli Nöldeke 1887’de oryanta list çalışmasının sonucunu Doğu halkları hakkında edindiği “de ğersiz kanaat” olarak ilan ediyordu.® Ve Nöldeke de, Cari Becker gibi bir Elen hayranı olduğu için tüm bilimsel gayretine rağmen Doğuyu küçülterek Yunanistan'a karşı duyduğu aşkı garip şekilde ortaya koyuyordu. Jacques W aardenburg İslam dan s le m iroir d e l ’Occident (Batı aynasında İslâm) adını taşıyan, Oryantalizm üzerinde çok akıllı ve çok zengin eserinde yüksek sınıfa mensup beş uzmanın İs lâm hakkında nasıl bir tablo çizdiklerini incelemektedir. Ayna benzetmesi ondokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başı Or yantalizmi için iyi seçilmiştir. Bu oryantalistlerin her birinin eser lerinde çok iddialı bir İslâm görüşü vardır — hatta beş örnekten dördü düşmanca — . Sanki her yazar İslâm'ı kendi zayıflıklarının bir yankısı gibi görmektedir. Ancak beş yazarın beşi de bilimlerine kişisel ve eşsiz bir stil kazandırmış kişilerdir. Bunlar 1880’den sonra ikinci dünya savaşı yıllarına kadar Oryantalist bilimin en sağlam ve en ileri eserlerini ortaya koymuş bilim adamlarıdır. Bu nunla birlikte Ignaz Goldziher bir taraftan “İslâm'ın içinde yer alan dinsel hoşgörüye” karşı hayranlık hisleri duyarken diğer yandan bu görüşünü baltalayacak şekilde “Hz. M uhammed’in İnsanî ku surlarını ve İslâm dinbilimi açısında varsaydığı eksiklikleri” ileri sürmektedir. Duncan Black Macdonald İslâm’ın din olarak değe rine ve kurallarına saygı göstermekle birlikte onu hristiyanlığa kar şı bir ihanet olarak görmektedir. Cari Becker İslâm uygarlığını an lamakta fakat bu uygarlığın acınacak biçimde az gelişmiş olduğu nu belirtmektedir. C. Snouck Hurgronje (islâmın özü saydığı) mis tisizmi büyük bir şevkle incelemekte fakat onun can sıkıcı eksik liklerle dolu olduğuna inanmaktadır. Müslümanların din bilimleri, m istik heyecanları ve şiir sanatları arasında mükemmel bir bağ kurmuş olan Louis Massignon Tanrının insan kılığında görünüşü fikrini reddedişinden dolayı İslâm'ı akıl almaz biçimde suçlamak tadır. Bu alimlerin aralarındaki metot farkı İslâm’ın geriliği konu sunda ortak bir anlayış taşımalarına engel değildir.(6) W aardenburg’un incelemesi ayrıca bu beş bilginin gerçekten enternasyonal bir konuda entellektüel ve metoda ait bir geleneği nasıl paylaştıklarını göstermesi açısından da değerlidir. 1 873’te toplanan ilk oryantalistler kongresinden beri bilginler mesLekdaşlarının çalışmaları hakkında fikir sahibi olmuşlar ve çok açık şekil de varlıklarından haber almışlardır. Waardenburg ondokuzuncu yüzyıl sonu oryantalistleri arasında pek çoğunun birbirleri ile siya sî bağlarla bağlı oldukları konusu üzerinde yeterince durmamakta dır. Snouck Hurgronje îslâm araştırmalarından sonra doğruca po litikaya geçmiş ve Hollanda hükümetinin Endonezya M üslüman Kolonileri konusunda uzman danışmanı olmuştur. Macdonald ve Messignon ise Kuzey Afrika’dan Pakistan’a kadar uzanan bir alan içinde sömürge yöneticileri için müslümanlık konularında uzman kişiler olarak çok aranılır isimler olmuşlardır. W aardenburg’un dediği gibi (belki erken verilmiş bir hüküm) sözkonusu beş yazar İslâm'a ahenkli bir görüş kazandırmışlar ve böylece Batı’nın bütün hükümetleri üzerinde etkili olmasını sağlamışlardır/7' Şunu ilave etmek gerekir ki bu yazarlar onaltıncı ve onyedinci yüzyıla kadar uzanan bir görüş çizgisi üzerinde Doğu'yu sadece sisli edebî me tinlerin ötesinde görmem işler fakat aynı zam anda onu Masson-O ursel’in deyimi ile “tarihin surlarım açığa çıkarmak için, ge leneklere, dillere ve düşüncelere bağlı” bir araştırma alanı olarak görmüşlerdir.® Doğu’nun Dante ve Herbelot gibi çok çeşitli yazarlar tarafın dan ele alındığını ve hazmedildiğini belirtmiştim.Tabiatı ile bu olay Avrupa'nın mükemmel biçimde kültürel, politik ve maddi gi rişimlerde bulunduğu ondukuzuncu yüzyıl olayları ile aynı değer de değildir. Ondokuzuncu yüzyıl sömürge Afrika'sı başta olmak üzere Doğu dünyası kolaylıkla girilebilen bir yer sayılamazdı. Bu, sonu uzun yıllar sürecek bilimsel gayretlere bağlıydı. Şunu göz önünde bulundurmak zorundayız ki Avrupa’nın Doğu üzerindeki görüşleri uzun ve yorucu çalışmaların neticesinde gelişmiş ve rayı na oturmuştu. Bu görüş metinlere bağlı ve gözlemlerle sınırlıydı. Daha sonra İdarî ekonomik ve hatta askerî şekle girdi. T emelde meydana gelen değişme mekân ve coğrafyayı ilgilendiriyordu, yahud Doğu birinci planda sözkonusu olduğu zaman coğrafi alan üzerindeki görüşler daha ileri ölçülerde değer kazanıyordu. Uzun yüzyıllar boyunca Avrupa'nın doğusunda bulunduğu bilinen ve kısaca “Doğu” olarak adlandırılan alan o tarihten sonra politik, ku ramsal ve hayalî karakter gösteren yeni kavramlar taşımaya başla dı. Otantik Doğu ve klasik Doğulu sözcükleri ile yaşanan devirle rin deyimleri arasındaki fark gittikçe büyüdü. Dante ve Herbelot’nın Doğu konusundaki fikirleri artık çok gerilerde kalmıştı. Her iki yazar genellikle D oğu’nun geleneklerine “bilimsel” bir yaklaşımda bulunmaktan öteye geçememişlerdi. Ancak Lane, Re nan, Burton ve ondokuzuncu yüzyılda yaşamış daha yüzlerce Av rupalI gezgin ve bilgin Doğu hakkında konuşmaya başlayınca der hal daha yakın ve içten bir tavır ortaya çıkmıştı. Doğu ve Doğu'nun işlerine ait bu samimi davranış eskilere oranla daha ileri bir benim seme ile sonuçlanıyordu. Böylece Doğu'nun “Coğrafî alanı” Or yantalistler aracılığı ile yeniden gözden geçiriliyor ve yeni şekilde imar ediliyordu. B atı’nın çeşitli on yıllar içinde uyguladığı ege mence politikanın birikimleri Doğu'yu yabancı bir alan olmaktan çıkarmış ve bir sömürge alanı şekline sokmuştu. Ondokuzuncu yüzyılın sonunda önemli olan Batı’nın Doğu'ya girmiş ve onu elde etmiş olması değil, İngiliz ve Fransızlar'ın bu işi “nasıl” başarmış oldukları idi. İngiliz yazan yahut ondan daha ileri olarak İngiliz sömürge yö neticisi Doğu'yu ele aldığı zaman, bu topraklarda yerlilerin ilk ba kışta Fransa’ya ve Fransız düşüncesine yatkın olmalarına rağmen ülkede İngiliz gücünün artmakta olduğundan hiçbir kuşkuya düş meyecekti. Doğu’nun gerçek alanı sözkonusu olduğunda İngiltere her zaman iş başındaydı, ancak Fransa Doğu’nun romantik manza raları ile daha yalandan ilgiliydi. Bu durumu Lord Cromer’den da ha ileri biçimde kimse izah edemez. Cromer kalbine doğanları şöy le anlatıyor: “Asyalılar ve Doğulular için Fransız uygarlığının daha çekici olu şunun nedenleri basittir. Kuşku yok ki Fransız uygarlığı İngiliz ve Alman uygarlığından daha göz alıcıdır; ayrıca daha kolaylıkla taklid edilebilir. Gösteriyi fazla sevm eyen, içine kapalı, sosyal ayrı calıklı, değişmez gelenekleri ile bir İngilizi; hayat dolu v e kozmo polit, içine kapalı olmanın ne anlam taşıdığını bilmeyen ve yeni ta nıdığı bir kişi ile on dakika içinde samimi oluveren bir Fransızla karşılaştırınız. Sonuç şaşırtıcıdır. Yan eğitilmiş Doğulu birincinin her şeye rağmen samimiyete layık olduğunu, İkincinin ise herzaman değişik bir rol oynamaktan hoşnud olduğunu anlayamaya caktır. Doğulu soğuk gözlerle İngilize bakar ve gider kendisini Fransız’ın kollarına atar.” Cinsiyet konusunda örtülü düşünceler bu fikirlerden hemen sonra ortaya çıkacaktı. Fransız güleç, esprili, hoşgörü sahibi ve m odaya uygun insandı. İngiliz ise ağır, zeki, asil ve açıktı. Cromer'in delilleri tabiatı ile Mısır gerçeğinde yeri olmasa dahi Fran sız çekiciliğine karşı İngiliz uygarlığının sağlamlığıüzerine kuru lacaktı: “Mısırlı entellektüel zayıflığı içinde Fransız düşünce sisteminin temelinde bir cins boşluk bulunduğunu göremezse bu netice sürp riz sayılmamalıdır. Elbette o, İngiliz ve Fransızların ağır ve çekici likten yoksun hareketleri yerine dış yüzeyde de olsa Fransız n eşe sini tercih edecektir. Fransız yönetim sisteminin kuramsal g e liş mesini ele alınız, onun ince ayrıntılarını ve geleceği görmek için seçtiği yollan düşününüz. Bunu insanların göremeyeceği bir yığın ayrıntıyı, birkaç ana nokta haricinde, bir araya getirerek ortaya çı karan pratik İngiliz sistemi ile karşılaştmnız. Yan eğitilmiş Mısırlı elbette Fransız sistemini tercih edecektir, zira bu sistem tüm dış görünüşü ile daha mükemmel ve daha kolay uygulanabilir bir sis temdir. Ayrıca M ısırlı’nın görem eyeceği bir şey daha vardır: İngilizler yerli gerçeklere uyabilecek bir yönetim sisteminin arayışı içindedirler. Halbuki M ısır’da Fransızlar hiçbir zaman böyle bir fikre sahip olmadıkları gibi getirdikleri sistem de ülke gerçekleri ne uygun düşmemiştir.” M ısır’da İngiltere'nin gerçek bir varlığı olduğuna göre v e bu varlık — Cromer’in gözünde— Mısırlıların düşüncelerine ujnnak yerine onların “karakterlerini oluşturmak” gibi bir amaç taşıdığına göre artık Fransa’dan söz açmak mümkün değildi. Fransız uygarlı ğı geçicidir ve sevgilisini “samimi olmayan davranışlarla” esir et meye çalışan güzel bir kadını andırmaktaydı. İngiliz sistemi ise en olgun çağında, en ciddi dönemini yaşıyordu. “Belki dış yüzü daha az çekiciydi fakat manevi kudreti her şeyin üzerindeydi”™ Sağlam İngiliz “Nanny” ile yosma Fransız arasındaki fark, ilk karşılaştırmada Doğu’da İngilizin önde olduğunu gösterecekti; zi ra İngiliz’in ayrıcalığı vardı. Mısır’ı İngiltere işgal etmişti. Fransızı canlı gösteren ne varsa İngiliz’in gücüne kurban olmuştu. “M o dem Mısır” isimli kitabının yayınlanmasından (1908) iki yıl sonra Cromer “eski ve modem Emperyalizm” adı ile bir felsefi deneme ye girişmiştir. Açık eritme siyaseti, sömürme ve baskı politikası ile Roma emperyalizmini, İngiliz emperyalizmi ile karşılaştıran Cro mer kitabında biraz daha zevksiz olsa dahi İngiliz emperyalizmini tercih ediyordu. Bununla birlikte İngilizler bazı noktalarda olduk ça açık davranmaktaydılar. İmparatorluk iki noktada seçeneksiz kalmıştı: Ya çok geniş askeri bir işgal veya yerliler için milliyet prensibi... Ancak neticede bu kararsızlık akademik kalıyordu. Zira Cromer ve İngiltere re'sen “Milliyet prensibine” karşı çıkıyorlardı. Ve ayrıca bir kenara not edilecek daha başka şeyler de vardı. Birin cisi İmparatorluk terkedilmiş değildi. Diğeri yerlilerle İngilizler arasında, erkek -kadın karışık evlenmeler özendirilecek bir olay sayılamazdı. Üçüncü- ki en önemli olduğunu zannediyorum— Cromer kolonilerde İngiliz varlığını devam edecek ve Doğuluların zihinlerini ve toplumlarını, değiştirecek bir hadise olarak görüyor du. Bu etkiyi anlatmak için Cromer’in kullandığı benzetme az çok dine yakın biçimde Doğuluların topraklarına Batılıların nasıl gir diklerini ortaya koymaktaydı. “Batılıların geçtikleri topraklarda sorumlulukları vardır, bu ülkeler ağır şekilde bilimsel düşüncenin yükünü taşımaya başlamışlardır, artık hiçbir zaman eski hallerine dönemezler” diyordu.ll0, Bununla birlikte, bu tip konular üzerinde Cromer’in orijinal bir fikri yoktu. Görebildiği ve anlatabildiği gerek hükümet “kuruluş ları” ve gerekse entellektüel çevrede yaşayan meslekdaşları ara sında geçer akça fikirlerdi. Cromer, Curzon, Swettenham ve Lugard aymgörüşleri paylaşan kişilerdi. Özellikle Lord Curzon dur maksızın ve çok açık şekilde egemence bir dil kullanıyor ve Crom er’den daha ileri ölçülerde İngiltere ile Doğu arasındaki ilişkileri etkili bir sömürgeci efendi ile, bu efendinin tam egemen olduğu ge niş coğrafi alan içinde düşünüyordu. Bir defa İmparatorluğun bir “oyun” olmadığını fakat “her şeyden önce büyük bir tarihî, politik ve sosyolojik olay olduğunu” söylemişti. 1909’da Oxford’da Kra liyet Basın Konferansı delegelerine karşı kunuşurken: “Sizin vali lerinizi, yöneticilerinizi, yargıçlarınızı, profesörlerinizi, papazla rınızı ve hukukçularınızı burada yetiştirerek gönderiyoruz...” de mişti. İmparatorluğun bu terbiyevî manzarası Curzon için özellik le Asya’nın dekorunu teşkil ediyordu. Bir başka defa bu gerçekle rin “Durmayı ve düşünmeyi” gerektirdiğini ileri sürmüştü: "Bu muazzam imparatorluk binasını bazen Tennyson’un “Sanat lar sarayı” gibi görüyorum. Bu sarayın temelleri bu ülkede v e İngilizlerin himayesindedir. Koloniler sarayın direkleridir. Çok yük seklerde ise A sya’nın damı yer almaktadır." ^ ^ Curzon ve Cromer heyecan içinde bir “Sanatlar Sarayı” düşün dükleri sırada 1909’da Doğu incelemeleri ile meşgul olacak bir okul kurulması için teşkil edilen bakanlar komitesine dahil olmuş lardı. Curzon yerli dilleri bilmediği için derin bir üzüntü duyuyor ve Hindistan'da “açlık sırasında” yaptığı gezinin daha faydalı ola bileceğini düşünüyordu. Bunun dışında Doğu incelemelerinin İm paratorluğun Doğu ülkelerine karşı taşıdığı sorumluluğun bir par çası olduğunu söylüyordu. 27 Eylül 1909 günü Lordlar Kamarası'nda şunları belirtmişti: “D oğu ’nun insanları ile beraberliğimiz sadece dilleri ile değil fa kat gelenekleri, düşünce ve duyguları, görenekleri, tarih ve d inle- riyledir. D oğu ’nun dehası denen şeyi anlamaya yetenekliysek bu anlayış bu ülkelerde elde ettiklerimizi gelecekte de koruyabilme mizin tek dayanağı olacaktır. Hiçbir şey Majestelerinin Hüküme tine ve Lordlar Kamarasında yapılacak müzakerelere bundan daha faydalı olam az.” Bu tarihten beş yıl sonra Mansion House’da verdiği bir konfe ransta Lort Curzon nihayet konuyu noktalıyor ve Doğu etütlerinin entellektüel bir lüks olmadığını belirterek şunları ileri sürüyordu: “Bu büyük bir zorunluluktur. Bana kalırsa Londra’da buna benzer bir okulun kurulması İmparatorluğun gerekli dayanak noktaların dan biridir. (Bu okul “Doğu incelemeleri adı altında kurulmuş, da ha sonra Londra Üniversitesinin “D oğu ve Afrika incelemeleri okulu” adını almıştır). Aramızda bazı kişiler şu veya bu şekilde D oğu ’da uzun yıllar geçirmişler ve o yılların mutlu anılarını ha yatlarının en güzel günleri olarak unutmamışlardır. Bu kişiler ora da yapılan küçük veya büyük çalışmaları bir İngiliz’in omuzlarına yüklenmiş en yüksek sorumluluklar olduğunu bilmektedirler. An cak bizim uiusal kadrolarımızda bu konuda açık vardır. Bu açığın mutlaka kapatılması için İsrar ediyorum. Londra şehrinde oturan İngiliz vatandaşları m alî yahut bir başka şekilde yardım yapmak zorundadırlar. Bu deliği kapatmak İmparatorluğa karşı bir vatan daşlık borcudur. İnsanlar arasında haklaşma ve iyiniyetli davranış ancak bu yoldan ortaya çıkabilecektir.”*12* Doğu etütleri konusunda Curzon’un fikirleri, çok geniş bir an lam içinde, Britanya’nın Doğu ülkelerinde uzun yüzyıllar boyu sürmüş yönetim ve faydacı düşünce deneyinin mantıklı bir sonu cudur. İngiltere hükümetinin Doğu’da uyguladığı (özellikle Hin distan'da) hükümet şekli üzerinde Bentham ve M ill’in etkileri ba şarılı sonuçlara ulaşmış, yersiz kuralların ve engelleyici fazlalıkla rın temizlenmesine aracı olmuştu. Eric Stokes’in açıkça gösterdiği gibi daha sonra liberalizm mirası ve hristiyan dininden kaynakla nan İngiliz “faydacılığı” Doğu’da İngiliz hükümetinin temel yöne tim felsefesi olmuştur. Bu düşünce içinde çeşitli hukuk ve ceza ka nunları ile örülü bir yönetim sisteminin akılcı doktrini ortaya çık mış, sınırlar ve toprak mülkiyeti bu doktrin’in arkasına sığınmış ve her yönden sarsılmaz bir egemenlik ve otorite doğmuştu.113’ Siste min kilit noktası Doğu konusunda daima ileri giden bilimsel dü şünceydi. Öyle ki eğer geleneksel toplumlar birgün, modem ticaret toplumları şekline dönüşecek olurlarsa, İngilizler ne egemenlik ne de çıkar açısından hiçbir kayba uğramayacaklardı. Bununla birlik te Curzon “İmparatorluğun gerekli dayanak noktası” saydığı Doğu etütleri konusuna fazla nezaket göstermeden eğilirken İngilizlerle yerliler arasındaki ilişkileri de statik açıdan ele alıyordu Curzon İngilizlerin İngiliz, yerlilerin de yerli kalmalarım istiyor, herkesin kendi yerinde oturmasını ve kendi işi ile meşgul olmasını öneriyor du. William Jones’ten beri Doğu hem İngiltere’nin yönettiği Doğu hem de İngiltere’nin bildiği Doğu olmuştur. İngiltere'nin bulundu ğu her yerde Coğrafya ile bilgi ve iktidar arasındaki münasebetler daima tam olmuş ve efendilere yakışır biçimde yürütülmüştür. Curzon birgün “Doğu, bilim adamının hiçbir zaman diploma ala mayacağı bir üniversitedir” demişti. Bu demektir ki Doğu her za man için Batı’nın varlığına muhtaçtır.(14) Ancak İngiliz uygarlığını durmaksızın tehdid eden Fransa ve Rusya gibi Avrupa’da başka güçler de vardı. Curzon herhalde tüm Batılı büyük devletlerin, güçlerin, dünyayı İngiltere’nin gördüğü gibi gördüğünü biliyordu. “Sıkıcı ve eksik coğrafya ilminin” ‘Bü tün ilimlerin içinde en kozmopolit olanı’ şekline dönüşü Batı’da yeni bir çağın doğduğunu “Kesinlikle” haber veriyordu. Bu yüz den Lord Curzon’un 1912’de “Geographical Society” (Coğrafya Derneği)nde şöyle konuşması sebepsiz değildi: "Coğrafyanın sadece öğretim ve metotlarında değil, aynı zamanda halkın anladığı ve kanaat sahibi olduğu şeklini de içine alacak bi çimde bir devrim doğmuştur. Bugün coğrafya bilgilerimizi genel bilgilerimizin bir parçası sayıyoruz. Başka hiçbir şeyle deği 1, sa dece Coğrafyanın aracılığı ile D oğa’nm büyük hareketlerini anla yabiliyoruz. Halkların dağılışı, ticaretin gelişm esi, sınırların g e nişlemesi. Devletlerin ilerlemesi ve çeşitli gösterileri içinde insan enerjisinin göz kamaştıran sonuçları ancak coğrafya ilminin başa rıları ile önümüze seriliyor. Coğrafyayı tarihin hizmetkârı olarak görüyoruz. Coğrafya ay nı zamanda ekonomi ve politika ilminin süt kardeşidir. Aramızda coğrafya ilmini inceleyen herkes coğrafî konuların sınırını aştı ğında Jeoloji, zooloji, etnoloji, kimya, fizik ve az çok bilinen bü tün ilimlerin başlangıç noktalarına ulaştığını görecektir. Dolayısı ile Coğrafyayı temel bilimler arasında saymaya hakkımız vardır. Bu ilim uygarlığı iyi anlamaya ve çağdaş insan yetiştirmeye yarar.",15) Coğrafya aslında Doğu konusunda bilinenleri ayakta tutmaya yarıyordu. Doğu'nun tüm gizli ve sürekli karakteri coğrafyanın gerçekleri altında yatıyordu. Böylece Doğu’nun coğrafyası bir yandan yurttaşlarını doyuruyor, kendi karakterini koruyor ve özel liklerini gizliyor, diğer yandan Batı’nın dikkatini üzerine çekiyor du. Bu arada Batı’da gelişen ilim, çelişkilere en alışkın zekâlarda dahi şaşkınlık yaratacak biçimde Doğu’nun Doğulu, Batı’nın da Batılı kalmasını teklif ediyordu. Curzon’un kafasında coğrafya kozmopolit ve karışıktı. Batı için evrensel değeri bu noktadan kay naklanıyordu. Batı, dünyanın geri kalan kısmı ile ilişkilerini sürdü rürken açık kart oynuyordu. Bununla birlikte coğrafyaya karşı du yulan açlık, bir ilmin moral çizgisini de ileri boyutlara ulaştırabilir di. Yeni keşiflere yol açabilir, karanlıkları ışığa kavuşturabilir ve Marlos’un Coeur des Tenebres (Karanlığın içinde) isimli eserin de ortaya koyduğu gibi haritalara karşı aşın bir tutkunluk yaratabi lirdi: “Keşifler çağının tüm zaferlerinin sarhoşluğu ile Güney Amerika, Afrika yahut Avustralya’yı saatlerce düşünebilirim. Henüz dünya yüzünde yeterince beyazlık var... Bir haritaya merakla baktığım zaman bir nokta üzerine parmağımı basarak ‘Büyüdüğüm zaman oraya gideceğim ’ diyebilm eliyim .”a6) Conrad’ın romanının yayınlanmasından altmış yıl önce Lamartine harita üzerinde görülen beyaz bir alanın yerlilerle dolu ol masından rahatsızlık duymuyordu. Aynı şekilde Helveto-Prusya (İsviçre) doğumlu Emer de Vattel 1758’de Avrupa ülkelerini sa dece göçebe aşiretlerin oturdukları toprakları paylaşmaya çağırır ken hiçbir vicdanî sorumluluk hissine kapılmıyordu.'17’ Önemli olan basit bir işgal duygusunu asil düşüncelerle bir arada göstere bilmek ve coğrafî alan ile uygar ülkeler arasındaki ilişkileri tabii şekle sokmaktı. Ancak Fransa da kendi hesabına bu tip davranışla rı özel bir metotla yürütmek hevesinde idi. Ondokuzuncu yüzyılın sonunda Fransa’da politik ve entellek tüel şartlar yatırım coğrafyası yapmak için yeteri kadar olanak sağ lıyor ve bir çeşit ulusal vakit geçirme ortamı yaratıyordu. Bununla birlikte düşünen her kafa, İngiltere’nin Doğu’da Fransa için büyük bir engel olduğunu ve giriştiği her işte başarı şansım sıfıra indirdi ğini açıkça görüyordu. 1870 savaşından önce Doğu politikası baş tan sona kutsal isteklerle dolup taşıyor ve konu sadece şairleri ve romancıları ilgilendirmiyordu. Meselâ Saint-Marc Girardin, 15 Mart 1862’de Revue des D eux M ondes dergisinde şunları yaz maktan kendisini alamıyordu: "Fransa’nın D oğu ’da yapacağı çok şey vardır; zira Doğu Fran sa'yı bekliyor. Hatta Doğu, Fransa’dan yapabileceği şeylerin daha fazlasını istiyor. Geleceğini onun ellerine bırakmakta asla sakınca görmeyecektir. Bu durum gerek Fransa ve gerekse Doğu için bü yük bir tehlikedir. Fransa için tehlikedir; zira o, acı çeken milletle rin kaderini eline alırken bazen taşıyamayacağı kadar ağır bir yü kün altına girmektedir. Doğu için tehlikedir, zira kaderini yaban cıların ellerine bırakmış tüm ülkeler hiçbir zaman sorunlarını çöz müş olamazlar. Sadece kendi kendisine yeterli olmuş uluslar ger çekten saygı görmeye lâyık toplumlardır."(18) Bu sözler, hiç kuşkusuz Disraeli’ye, her zaman söylediği gibi, “Fransa’nın Suriye’de sadece duygusal çıkarları vardır” dedirte cek türden cümlelerdir. Tabiatı ile Bonaparte, İslâm adına Türklere karşı durmaları için Mısır halkına çağrıda bulunurken sözkonusu “acı çeken milletler” deyiminden yeterince faydalanmıştır. 1830 ile 1870 arasında Doğu’nun acı çeken milletleri Suriye’deki Hnstiyan azınlıklardan başkaları değildi. Zira insanların Doğu’da Fran sa’nın merhametine sığındığını belirtecek başka hiçbir iz yoktu. Doğru söylemek isteniyorsa Doğu’da Fransa’nın yolunu İngilte re’nin kestiğini açıklamak gerekirdi, zira Fransa Doğu konusunda gerçekten kendisinde bir sorumluluk hissediyorsa (Bazı Fransızlar böyle yapmışlardır) Akdeniz'den Hindistan'a kadar uzanan muaz zam topraklar üzerinde İngiltere’nin boş bıraktığı yerlerden rahat ça kayarak ilerleyebilirdi. 1870 savaşının şu sonuçları olmuştu: Coğrafya demeklerine karşı Fransa’da beklenmedik bir alaka doğmuş ve Fransızlar kuv vet zoru ile toprak kazanılmasından yana olmuşlardı. 1871 sonun da Paris Coğrafya Demeği bir bildiri yayınlayarak “Bilimsel yatı rımlarla” hiçbir ilgisi olmadığını ilan etmişti. Dernek vatandaşla rın belleklerine sesleniyor ve onların “Barbarlar ülkesi üzerinde uygarlık dünyasının gereklerini yerine getirirken ikinci sıraya düş menin Fransa için büyük kredi kaybına yol açtığını unutmamaları nı” istiyordu. Coğrafya hareketinin şeflerinden biri olan Guillaume Depping 1881 ’de, 1870 savaşı hakkında konuştuğu sırada "gerçek zaferi okulun üstadı kazandı" demişti. Böylece Depping savaşı kazanan gücün Fransız stratejisinin beceriksizliği üzerine Prusya bilimsel coğrafyası olduğunu belirtmek istiyordu. Bu sıra da hükümetin “Resmî gazetesi” sayı üzerine sayı neşrederek coğrafî keşifleri ve sömürgecilik maceralarını göklere çıkarıyor du. Bir sayıda Ferdinand de Lesseps “Afrika'ya sağlanan fırsatlar dan” dem vuruyor, bir başka sayıda Garnier “Mavi nehrin keşfin den” söz ediyordu. Bilimsel coğrafya çok az bir zaman sonra yerini “ticarî coğ;rafya”ya terk etti. Bu sırada ulusal gurur, bilimsel ve kültürel sonuçlar ve bunların sağladığı olumlu çıkarlar yerine sömürge kazanmaya, doğru yöneliyor ve tüm etkinlikleri bu yolda kamçılıyordu. Olay lardan heyecan duyan bir kişi şöyle demişti: “Coğrafya demekleri bizi kendi kıyılarımızdan ayırmayan kader çizgimizi kırmaya ya rar... ” Sözkonusu özgürlüğe ulaşmak için her yol denenmeye açık tı. Jules Veme’in bilindiği gibi akıl almaz “başarı”sı o çağda Fran sa'da bilimsel anlayışın çok yüksek noktalara ulaştığını gösteriyor du. “Dünyayı içine alacak bir keşif kampanyası” için kurduğu ha yaller, Kuzey Afrika sahillerinin güneyinde büyük bir deniz yarat ma projesi, Cezayir’i Senegal’e bağlayan ve uzmanların “gerçek bir çelik kuşak” adını taktıkları demiryolu projesi çağın en yüksek idealleri arasmdaydı.(19) 1870-1871 Prusya yenilgisinin zararlarını kapatmak ve Bri tanya'nın ulaştığı başarı derecelerine erişmek için gösterilen heves ondokuzuncu yüzyılın son yarısında Fransa’da büyük bir genişle me beyecanı yaratmıştı. Bu istek öylesine güçlü ve Doğu’da uzun sürmüş İngiliz-Fransız rekabetinin anıları ile öylesine dolu idi ki İngiltere özellikle Doğu konusunda aradaki farkı kapatması için adeta Fransa’yı teşvik ediyordu. 1870’li yılların sonlarında Hindi-Çini akademisi amaçlarını bir düzen içinde saptamayaçalışırken "Çin-Hindi'ni Oryantalizmin alanı içine almak istediğini" açıklamıştı.Neden? Zira Güney Vietnam'ı bir “Fransız Hindistanı” yapmak emelindeydi. Askerler için Prusya yenilgisinin baş so rumlusu sömürge eksikliğinin yarattığı askeri ve ekonomik boş luktu. İngiltere göz önüne alındığında sömürge yarışında Fransa' nın uzun zamandan beri geri kaldığı açıkça anlaşılıyordu. Saygıde ğer bir coğrafyacı olan La Ronciere le Noury : “Batı ırklarının art ması, bu olayın derin sebepleri, unsurları ve insan kaderi üzerinde ki etkileri geleceğin tarihçileri için çok ilgi çekici bir konu olacak tır” demişti. Ancak beyaz ırklar, —kültürel üstünlüklerinin bir göstergesi olarak— seyahat zevklerini tatmin etmeyi düşündükleri takdirde “sömürgelerdeki gelişme” sağlanabilecekti/20’ Doğu’yu ekip biçilecek ve mahsulü ambarlara doldurulacak bir alan sayan fikirler bu şekilde gelişmişti. Ziraat ile cinsiyet ara sında ilişki kuran kafa da böylece güç kazanıyordu. Gabriel Charmes 1880’de bu manzaranın ilginç bir örneğini sunmuştu: "Doğudan çekilerek yerim izi Avrupa’nın bütün diğer güçlerine bıraktığımız an Akdeniz'deki ticaretimiz, A sya’daki geleceğim iz ve Güneydeki bütün limanlarımızda yer alan faaliyetim iz sona erecektir. B öylece “Ulusal zenginliğim izin en verimli kaynakla rından biri kurumuş olacaktır.” Bunun altını çiziyorum" Bir başka düşünür, Leroy-Beaulieu ise bu felsefede daha uza ğa gidiyordu: “Çok yüksek bir olgunluk ve kuvvet derecesine ulaşmış bir top lum başka toplumları kanadı altına alır, korur ve onları gelişmenin akılcı yoluna koyarak harabelerin içinden yeni bir toplum çıkarır. Sömürgecilik sosyal fizyolojinin en karışık, en nazik olgularından biridir.” “Kendi kendine fikirsel üretim” ile “sömürgecilik” arasındaki bu denge Leroy-Beaulieu’yu biraz da üzüntülü bir fikre sürükle mişti, zira modern toplum içinde canlı ne varsa “aşırı hareketleri içinde değerlendiriliyordu.” “Koloni hareketi bir halkın genişlem e gücüdür. Üretim yeteneği, gelişm esi ve mekân içinde çoğalma isteğidir. Evreni, yahut evre nin bir parçasını kendi diline, kendi geleneklerine, kendi fikir ve yasalarına yakınlaştırma eğilim idir.”(2,) İlginç olay, Doğu gibi çok zayıf ve az gelişmiş bir alan Fransız çıkarlarını davet ediyor. Bu alan girilmesi ve Fransa tarafından to humlanması gereken, kısaca sömürülmeye layik bir toprak olarak görülüyordu. Coğrafi kavramlar sınırların ötesindeki kapalı kutu ları açıyor, sırları açığa çıkarıyor, Ferdinand de Lesseps gibi uzak görüşlü girişimciler Doğu ve Batı’yı coğrafyanın engellerinden kurtarıyordu. Bilim adamları, yöneticiler, coğrafyacılar ve Fransız ticaret adamları çalışmalarını Doğu üzerinde yoğunlaştırarak in sanlığa hizmet ediyorlardı. Bütün Avrupa'ya yayılmış üyelerini sayıları ile çok önemli coğrafya demekleri vardı: “Fransız Asya Komitesi” ve “Doğu Komitesi” gibi güçlü kuruluşlar yoğun faali yet gösteriyordu. Geniş örgütü ve sayısız üyeleri ile bilimsel “Asya Derneği” üniversitelere ve enstitülere yayılmış, hükümete tesir ediyordu. Doğu’da Fransız çıkarlarını her kuruluş kendi görüşleri açısından daha gerçek ve daha köklü kılabilmek için çaba harcı yordu. Doğu etütleri üzerinden bir yüzyıl geçmiş ve elde edilen bil gi artık siyasî açıdan değerlendirilmeye hazır şekle girmişti. Fran sa ondokuzuncu yüzyılın son yirmi yılında uluslararası sorumlu luklar yüklenecek gücü kendisinde buluyordu. Doğu ’da Fransız ve İngiliz çıkarlarının birbirinin üzerine bin diği tek alan Osmanlı İmparatorluğunun arazisi idi. Bu imparator luk can çekişiyordu. Başında bekleyen birbirine düşman iki güç ise bu konuda kusursuz bir uyum sağlayarak, kendi çıkarlarına uygun mükemmel manevralarla onun ölümünü kolaylaştırmaya çalışı yorlardı. İngiltere yerli emirlerle imzaladığı bir seri anlaşmanın verdiği yetkilere dayanarak Mısır’da ve Mezopotamya’da idi. Kı zıl Deniz, Basra Körfesi ve Süveyş Kanalına el koymuş, böylece Akdeniz’den Hindistan'a kadar uzanan toprakların önemli bir kıs mını hükmü altına almıştı. Fransa’nın kaderi ise Doğu’nun üzerin de uçuşuyor gibiydi. Paris Ferdinand de Lesseps’in kanal projesine benzer işlerle uğraşıyor, Suriye-Mezopotamya demiryolu hattı gibi az çok İngiliz toprakları üzerinden geçen yatırımlar için plan lar kuruyordu. Ayrıca Fransa kendisini Marunî, Kaldânî, Nesturî gibi hrıstiyan azınlıkların koruyucusu gibi görüyordu. Bununla birlikte Fransa ve İngiltere sırası geldiği zaman Asya Türkiyesini paylaşmak için aralarında fikir birliğine varmışlardı. Gerek Birinci Dünya Savaşından önce ve gerekse savaş sırasında her iki ülke arasında yürütülen gizli diplomatik temaslarla Ortado ğu baştan etki alanlarına ayrılmış, daha sonra manda (yahut işgal) altına alınan topraklara bölünmüştü. Fransa’da, coğrafya hareketi nin neşeli günlerinde ortaya çıkan genişleme arzulan Asya Tüıkiyesinin parçalanması fikri çevresinde yoğunlaşmış ve bu sırada 1914’te Paris’te “göz alıcı bir basın kampanyası” açılmıştı.122' İn giltere’de kurulan sayısız komiteler, sınırsız yetkilerle donanmış olarak Doğu’nun en iyi nasıl parçalanacağını inceliyorlar ve poli tik tavsiyeler hazırlıyorlardı. Bunsen komitesi gibi kuruluşlar Fransız ve İngilizlerden oluşan karma komisyonlar çıkarıyorlardı. Bunların arasında Mark Sykes ve Georges Picot’nun yönettiği ko misyon büyük şöhret kazanmıştı. Yapılan tüm planlar coğrafi alanı eşit parçalara bölmeyi hedef tutuyordu. Ayrıca Fransız-İngiliz re kabetini yatıştırmayı amaç edinmişlerdi. Sykes bir tebliğinde bu konuya şöylece değiniyordu: “Er geç bir Arab isyanının patlayacağı açıktır. Fransızlarla birlikte el ele vererek böyle bir ayaklanmanın felaket şekline dönüşmeme si için şimdiden önlem alm alıyız.,.”<23) Kin devam ediyordu. Ayrıca buna Wilson’un ulusun kendi ka derini kendisinin tayin etmesini öngören programının yarattığı kargaşalık eklenmişti. Sykes’in de belirttiği gibi durum sonunda bütün sömürgecilik planlarını alt üst etmiş ve büyük devletlerin Doğu’yu parçalamak için bunca gayretlerle kendi aralarında kur dukları dengeyi bir daha düzelmemek üzere bozmuştu. Yirminci yüzyılın başında yarattığı tüm çelişkiler ve uyumsuzluklarla Orta doğu tarihini inceleme yeri burası değildir. Zira bu toprakların ka deri o çağda Büyük Devletler, yerli hanedanlar, çeşitli milliyetçi ve siyonist parti veya hareketlerin elleri ile çiziliyordu. Burada ilk planda bizi ilgilendiren konu Doğu kavramının Büyük Devletlerin hareketlerine ne şekilde yansıdığıdır. Gerçektir ki İngilizler ve Fransızlar o sırada Doğu’yu coğrafî, kültürel, politik, demografik, sosyolojik ve tarihî bir alan şeklinde görüyorlar ve bu alanın kaderi üzerinde tek söz sahibi olarak kendi varlıklarını ileri sürüyorlardı. Doğu onlar için yeni bir buluş, tarihin basit ve kolay bir icadı değil, fakat Avrupa'nın dğusunda uzanan ve görevleri Avrupa ile birlikte düşünülmesi gereken bir kara parçasıydı. Doğu’nun Avrupa'nın bilimine, tekniğine, zihin gücüne ve yönetim metotlarına ihtiyacı vardı. Avrupa’nın Doğu’daki kredisi bütün bu imkânları sağladığı ölçüde artıyordu. Bu görevleri Modem Oryantalizm yerine getire cekti. Mutlaka dikkat edilmesi gereken bir konuydu bu... Yirminci yüzyılın başmda Oryantalizm iki yol kullanarak Do ğu’yu Batı’nın kucağına atmıştır. Birinci yol modern bilimin ya yılma imkânrlarım kullanıyordu. Bilim adamları, üniversiteler, uzman dernekler, coğrafî keşiflerle uğraşan kuruluşlar, yayınevle ri bu yolun yardımcıları idiler. Bütün bu faaliyetler daha önce gör düğümüz gibi öncülerin sarsılmaz otoritelerine dayanıyordu. Bil ginlerin, gezginlerin ve şairlerin yıllarca çalışarak ortaya koyduk ları eserler klasik Oryantalizme şekil veriyor ve bizim gizli Oryan talizm dediğimiz olayın doktrinini hazırlıyordu. Doğu konusunda toplumlara karşı konuşmak istiyenler sözkonusu birikimden ya rarlanıyorlar incelemek ve göstermek istedikleri konularda yeteri kadar bilimsel özgürlük sahibi oluyorlardı. Böylece Balfour 1910’da İngiliz Avam Kamarası'nda konuşurken Doğu’dan söz açtığı sırada zamanın en ileri oryantalist bilgilerinden yararlanıyor ve konuya yeteri kadar açıklık sağlayarak “Doğulu” denen insanla rın tam bir tarifini yapabiliyordu. Ancak yapılabilecek tüm tariflere rağmen gizli Oryantalizm derinlemesine tutucu idi. Yani, gerçeklerini hiçbir zaman kolay lıkla açığa vurmuyordu. Bir nesilden diğerine aktarılırken bir kül türün malı olarak doğruların ancak bir kısmını dile getiriyor, geo metri ve fizik gibi pozitif ilimler arasında kendisine yer arıyordu. Oryantalizm sürekli varlığını açıklığına ve Doğu'yu anlama gücü ne değil aynı zamanda kendi iç ahengine ve Doğu üzerindeki ku rumsal gücüneborçlu bulunuyordu. Böylece Oryantalizm ihtilal lerden, savaşlardan ve imparatorlukların parçalanmasından etki lenmiyordu. Oryantalizmin Doğu’yu Batı’nın kucağına atmasında kullan dığı ikinci yol dikkat çekici bir beraberliğin sonucunda ortaya çık mıştır. Oryantalistler uzun yıllar Doğu’dan söz açmışlar, metinler tercüme etmişler, uygarlıkları, dinleri, hanedanları, kültürleri, dü şünce biçimlerini üniversite konusu olarak ele almış ve bunların ta riflerini yapmışlard. Zira bütün bu konular Avrupa’nın görüş açısı içinde taklid edilemez türden garip olaylardı. Oryantalist, Renan veya Lane gibi bir uzmandı. Bulunduğu toplum içinde görevi Do ğuyu kendi vatandaşları için yorumlamaktı. Oryantalist ile Doğu arasındaki ilişki bu yüzden kutsal bir karakter taşıyordu. Kolaylık la anlaşılmayan bir uygarlığın yahut sırlarla dolu bir anıtın önünde Oryantalist; kutsal metinleri tercüme ederek, bunları sıcak yakla şımlar içinde yorumlayarak, erişilmesi güç ana temalarını yakala yarak karanlıkları ışığa kavuşturmakla görevliydi. Bununla birlik te Oryantalist Doğu’nun dışında kalıyordu. Ve Doğu aslında akılcı biçimde Batı’nın dışındaydı. Kültürel, zamana bağlı ve coğrafî gö rünüşlü bu ayırım, derin benzetmelerle, sırlarla ve cinsel vaadlerle anlatılmaya çalışılıyordu. “Doğulu bir nişanlının çarşafı” veya “İçine girilmez Doğu” gibi cümlelere günlük konuşmaların arasın da sık sık rastlanıyordu. Bütün bunlara rağmen Doğu ile Batı arasındaki fark tüm ondo kuzuncu yüzyıl boyunca, zihinlerde çelişkiler yaratacak biçimde azalmaya devam etti. Diğer yandan ticarî münasebetler, politik ve kültürel temaslar Doğu ile Batı arasında gittikçe daha ileri boyutla ra ulaşıyordu. “Klasik Doğu” etütleri ile birlikte yürüyen gizli Or yantalizmin doğmaları ile gezginler, hrıstiyan hacılar ve Devlet adamlarının aracılığı ile geliştirilen Modem Oryantalizm arasında gergin bir tansiyon doğmuştu. Ancak bazı anlarda, iki tip oryanta lizmin birbirinden ayrılması için yeteri kadar imkân bulunmuyor du. Sözkonusu tansiyon herhalde —bu sadece bir varsayımdır— Silvestre de Sacy gibi oryantalistler hükümetlere modem Oryanta lizm hakkında bilgi vermeye başladıkları sırada ortaya çıkmıştı. Bu noktada formasyonu ve özel bilgi dağarcığı ile uzmanın rolü daha değişik boyutlar kazanıyordu: Oryantalist, Doğu hakkında belirli bir politika düzenlemek isteyen bir Batılı devletin gizli ajanı gibi çalışmak zorunda kalabilirdi. Doğu'ya giden bütün Avrupalı yolcular, ister bilgin olsun ister olmasın kendilerini karanlıkları aş mış Batılı tanıklar olarak görüyorlardı. Bu konu Burton, Lane, Doughty, Flaubert ve daha pek çok önemli kişi için oldukça doğaldı. Batıkların Modem Doğu’da gerçekleştirdikleri keşifler, işgal ettikleri toprakları arttığı ölçüde değer kazanıyordu. Böylece Or yantalist bilgin “asıl”.Doğu hakkında bilgi verirken bazen yanılgı lara düşüyordu, ancak çoğu zaman gerçek İdarî zorunluluklar araş tırmalarına yön veriyordu. Hiç kuşkusuz Cromer’in Doğu üzerin deki bazı tezleri — geleneksel Oryantalizmin arşivlerinden çıkarıl mış tezler— geniş ölçüde doğrulanmıştı, zira Cromer milyonlarca Doğuluyu gerçek hayatın içinde yönetiyordu. Bu olay Fransızların Suriye, Kuzey Afrika ve sayıları fazla olmayan kolonilerinde edin dikleri tecrübelerden daha az gerçeklerle yüklü değildi. Ancak giz li oryantalizm’in doktrinleri ile açık oryantalizmin gösterileri ara sındaki bu ayırım hiçbir zaman Birinci Dünya Savaşının sonunda İngiltere ve Fransa Türkiyeyi parçalamaya kalkıştığı zaman oldu ğu kadar açık ve seçik biçimde ortaya çıkmamıştı. Ameliyat masa sının üzerinde tüm zayıflığı, karakteristik çizgileri ve ana hatları ile Avrupa'nın Hasta Adamı yatıyordu. Oryantalist, özel bilgileri ile bu ameliyatta beklenmedik şekil de önemli bir rol oynadı. Bu hayatî rol Doğu’nun “içinde” bir çeşit gizli ajan olarak daha önce düşünülmüş ve İngiliz bilgini Edward Henry Palmer, 1882’de Sina’ya gönderilerek İngilizlere karşL geli şen direniş duygularının değerlendirilmesi ve bu duyguların Arabî ayaklanmasına karşı kullanılabilme imkânlarının araştırılması kendisinden istenmişti. Palmer bu operasyon sırasında öldürüldü; fakat o, İmparatorluğa karşı aynı görevi yüklenen kaşiflerin içinde en şanssız olanı idi. Çok ciddi ve tehlikeli olan bu görevler o tarih ten sonra kısmen yerli “uzmanların” ellerine bırakılacaktı. “The Penetration to Arabia (Arabistan’a Giriş) (1904)<24) adı ile meşhur olmuş bir keşif kitabı yazan bir başka oryantalist D.G. Hogarth’m Birinci Dünya Savaşı sırasında Kahire’de Arab Bürosunun başına getirilişi bu yüzden sebebsiz değildi. Ve Gertrude Bell, T.E. Lawrence ve Saint John Philby gibi cümlesi Doğu konularında “uz man” hanımların ve beylerin Doğu’da İmparatorluğun ajam gibi görev yapmaları rastlantı değildi. Bu kişiler Doğu’nun dostları ve politika eksperleri olarak tanınıyorlardı; zira Doğu ve Doğulular hakkında gerçekten çok şey bildiklerine inanılıyordu. Lawrence’in birgün dediği gibi bir çete görünüşündeydiler. Birbirine ya bancı kavramları bir araya getiriyorlar ve insanları birleştiriyorlar dı. Doğu'da kişisel ilişkileri vardı. Samimi ve sempatik davranı yorlardı. Görevlerini kıskançlıkla yerine getirmeye çalışıyorlar sonuna kadar başarılı olmaya çaba harcıyorlar ve neticede Do ğu'yu esir ediyorlardı. Onlar için Doğu dolaysız yoldan edindikleri tecrübelerdi. Bu kişilerde Oryantalizm ve Doğu'yu istedikleri bi çimde yönetme sanatı doruk noktasına varmıştı. Bir Avrupalı ola rak yarattıkları şekil İmparatorlukların dağıldığı zamana kadar sürmüş, daha sonra onların bıraktıkları miras egemenlik iddiası ta şıyan diğer adayların ellerine geçmişti. Bu bireysel isimler üniversite mensupları değillerdi. İlerde gö receğimiz gibi hiçbir şekilde, hiçbir profesyonel ve resmi oryanta list kuruluşa bağlı olmadan üniversitelerde yapılan çalışmalardan istifade ediyorlardı. Rolleri Akademik Oryantalizmi kötülemek yahut değiştirmek değil, etkili kılmaktı. Onlardan önce gelen Lane ve Burton gibi kendi kendilerini yetiştirmiş, ansiklopedik bilgile rinin kaynağı olan kişilere saygı gösteriyorlar ve onların Doğu ve Doğulular hakkında edindikleri bilgileri kendilerine rehber sayı yorlardı. Hatta üniversitelerde yürütülen çalışmalara etkili olarak örtülü Oryantalizme katkıda bulunuyorlar ve yaşadıkları çağın kültürü ile Oryantalizm arasında köprü vazifesi görüyorlardı. Kadrolarının arasında William Muir, Anthony Bevan, D.S. Mar- goliouth, Charles Lyall, E.G. Browne, R.A. Nicholson, Guy Le Strange, E.D. Ross ve Thomas Arnold gibi isimler göze çarpıyor du. Cümlesi Lane’in çırakları idi. Görüş açılarının istikameti ken dilerine yaşadıkları çağın ünlü yazarı Rudyard Kipling tarafından gösterilmişti. Kipling “Palmiye ve Çam ağaçları üzerinde ege menlik” sloganının şampiyonu idi. Bütün bu konularda İngiltere ve Fransa’nın farkı Doğu’da iki ülkenin tarih çizgisi üzerinde kendini gösteriyordu: İngiltere ora daydı; Hindistan'da idi. Tökezleyen Fransa ise yarışı kaybetmiş, yarı yolda kalmıştı. Asrın sonunda sadece Suriye’de faaliyet göste riyordu. Ancak denebilir ki Orada da Fransızlar ne personellerinin kalitesi ne de politik etkinlik açısından İngiltere ile baş edecek du rumda değildi. Osmanlı İmparatorluğunun artıklarını paylaşmada İngiliz-Fransız rekabeti Hicaz, Suriye ve Mezopotamya’da, savaş alanlarında dahi hissediliyordu. Titiz bir insan olan Edmond Bremond İngilizierin, Fransız Oryantalistleri ve yerli uzmanlan nasıl ustalıkla etkisiz kıldığını açıklamıştı.'2*’ Ancak Louis Massignon gibi nadir yetişen bir deha’mn karşı sında ne Lawrence, ne Sykes ne de bizzat Gertrude Bell gibi bir Fransız dahi duramıyordu. Fakat onlarda Etienne Flandin ve Franklin-Bouillon gibi ileri emperyalistler de vardı. 1913’te Pa ris’te Fransız Derneği (Alliance Française) salonlarında verilen bir konferans sırasında Comte de Cressaty gibi azgın bir emperyalist Suriye’nin Fransa’nın doğusu olduğunu ilan etmişti. Konuşmacı Fransa’nın politik, manevî ve ekonomik çıkarlarının bu ülkeyi elinde tutmasına bağlı olduğunu ileri sürüyor ve Fransa’nın yaşa nan çağda bu topraklarda “Emperyalist işgalciler” gibi davranması gerektiğini söylüyordu. Ancak Cressaty Doğu’da Fransız ticarî ve endüstriyel firmalarının varlığına ve Fransız okullarına yazılmış pek çok öğrencinin her gün artan sayılarına rağmen Fransa’nın bu alanda sadece İngiltere değil Avusturya, Almanya ve Rusya tara fından da tehdid edildiğini belirtiyordu. Eğer Fransa “İslâm'ın dö nüşünü” önlemeye devam etmek istiyorsa Doğu’yu ellerine alma lıydı. Bu fikir Cressaty tarafından ortaya atılmış ve Senatör Paul Doumer tarafından desteklenmişti/261 Bu siyaset Fransa tarafın dan benimsenmiş ve Birinci Dünya Savaşından sonra Kuzey Afri ka’da, Suriye'de uygulandığı çeşitli rastlantılarla ortaya çıkmıştı. Ancak Fransızlar teorik açıdan bağımsız topraklarda Doğu halkla rının yönetimini İngilizler kadar kolaylıkla beceremediklerini bili yorlardı. Netice olarak modem İngiliz Oryantalizmi ile modem Fransız Oryantalizmi arasındaki fark daima şekilde kalmıştır. Doğu ve Do ğulular hakkında genel görüşler, Doğu ve Batı arasında korunması gereken farklılık duygusu, Batı’nın Doğu üzerinde egemenlik kur ma isteği gibi konular her iki oryantalizmde de aynıdır. Aslına ba kılırsa uzmanların çeşitli karakteristik çizgileri arasında bir nokta çok önemlidir. Bu nokta özel dış şartları, kurumlarm geleneği, zi hin gücü ve değişkenlik kuralları içinde yorumlama stilidir. Yir minci yüzyılın başında İngiltere ve Fransa’da ortaya çıkan bu modernizm ve incelik, kitabımızın bundan sonraki konusudur. Stil, uzmanlık, uzmanın görüşü: Dünyada oryantalizm Rudyart Kipling’in “Beyaz Adam”ı şiirlerin bolluğunda ve “Kim” gibi çeşitli romanlarda ortaya çıktığında pek çok formül ve sloganın içine gömülmüş gülünç bir yaratık olarak görünüyordu. Bu tip, anlaşıldığına göre İngilizler için yabancı ülkelerde kaldık ları sürece işlerine yaramaktadır. Herşeyden önce bu insan, yerli denizinin ortasında, derisinin rengi ile farkediliyordu. Ancak Hint lilerin, Afrikalıların yahut Arabların ortasında dolaşan İngiliz aynı zamanda değişik renk taşıyan insanlara karşı büyük sorumluluklar yüklenmiş bir geleneğin devamı olduğunu biliyordu. Ayrıca bu ge leneğin eski ve kutsal gücüne dayanabileceğinin de farkındaydı. Kipling, Beyaz Adam’ın kolonilerde seçtiği “yolu” yüceltirken, bu şeref ve zorlukları dile getirmek sevdasında idi: “İşte beyaz adamlann kaynaştığı yol! Ülkeleri pisliklerden tem izlem eye gidiyorlar... Ayaklarının altında demir, başlarının üzerinde yapraklar var. Solda sağda uçurumlar... Yağmur ve rüzgar altında bu yolu geçtik. Yıldızlar rehberimizdi. Ah! dünya için beyaz adam yürüyünce ne güzeldir Büyük yolda omuz om uza!”(27) “Bir ülkeyi pisliklerden temizlemek”. Beyaz adamlar bu işi hep birlikte mükemmelen başarıyorlar ama yine de kendilerini ko lonilerde bir Avrupa rekabetinden kurtaramıyorlardı. Zira politik görüşlerini bir araya getiremiyorlardı. Kipling’in beyaz adamları daima harb etmeye hazır insanlardı. “Freedom f o r oıırselves a n d freedom f o r o u r sons/And, fa ilin g freedom , Wat>’ (Kendimiz için özgürlük, çocuklarımız için özgürlük, özgürlük yoksa savaş). İyilikçi maskesinin arkasında beyaz adam daima kaba kuvvet kul lanmaya, ölmeye ve öldürmeye hazırdı. Bu görevin şerefini yük selten bir cins entellektüel davranışlardı: O da beyaz adamdı. Fakat sadece kendi çıkarım düşünmüyordu; zira onun “yıldızı” dünya ni metlerinin üzerindeydi. Pek çok beyaz adam hiç kuşkusuz pek çok defa “yağmur ve rüzgar altında” bu yolda neden savaştığım kendi kendisine sormuştur. Belki bu kişiler derilerinin rengi yüzünden üstün bir durumda olduklarını ve dünya’nın oturulur kısmı üzerin de önemli bir egemenlik bölgesini bu nedenle ele geçirdiklerini an lamışlardı. Sonuç olarak Kipling için ve ikna gücünün yola getirdi ği diğer kişiler için beyaz adam olmak bir tür kendi kendisini doğ rulamaktı. Beyaz adam olunur; çünkü önceden beri beyaz adam olarak gelinmiştir. Tarihin mantığı, oluşların sebepleri ve işlerin kökenlerini düşünmenin hiç gereği yoktur. Kişi “bu kadehi içecek tir”, ‘gün beyaz adamındır’, hepsi bu kadar... Yani Beyaz Adamlık hem bir fikir hem de bü' oluştu. Gerek be yaz Dünya’ya gerek sair Dünya’ya karşı sebepli bir tavrı içeriyor du. Kolonilerde bu durum belli tarzda lâf etmek, bir takım düzenle melere uygun tarzda davranmak, hattâ bazı duygulara sahip olma mak demekti. Belirli yargılar, belirli değerlendirmeler, belirli el hareketleri demekti. Hem beyazlar hem de beyaz olmayanlar aynı otorite karşısında idiler ve eğilmeleri gerekmekteydi. Bu otorite, aldığı kurumsal biçimler (Koloni Hükümetleri, Konsolosluklar, Ticari Müesseseler) içinde, bir dünya siyasetinin ifade vasıtası, da ğılım vasıtası ve tatbik vasıtası idi. Ve bu dünyya içinde, belli dere ceye kadar şahsi özelliklere müsamaha edilmekte idiyse de, kollektif resmi Beyaz Adamlık fikri hâkimdi. Kısacası Beyaz Adam olmak yaşanan dünyada olmak, gerçeğe, dile ve düşünceye yön vermek konusunda somut bir tavırdı. Belli bir üslûbu mümkün kı lıyordu... Kipling kendisi şans sonucu ortaya çıkmış olamazdı; aynı şey onun Beyaz Adamı için de söz konusudur. Bu tür fikirlerin sahiple ri de karmaşık tarihi ve kültürel şartların ürünüdürler, ki biz bu şart lara 19. yüzyıldan iki örnek vereceğiz: Bunların birincisi kültüre, müeyyideleri ile birlikte girmiş, “genelleme ve tasnif’ alışkanlığı dır: Diller, ırklar, tipler, renkler, zihniyetler tip tip ayrılmışlardır... (Tarafsız bir belirleme olarak değil de, yorumlayıcı bir değerlen dirmenin ürünü olarak.) Bu kategorilerin gerisinde hep, “Bizim-Onların” zıtlaşması yatar. “Bizim”, her zaman “Onların” sı nırına mütecavizdir. Adetâ “Onların” olan “Bizim” olana göbe ğinden bağlıdır!... Sadece Antropoloji değil, dilbilim ve tarih değil, Darvvin’in “hayatta kalma mücadelesi ve doğanın yaptığı ayıklama” konulu tezleri, ilâveten “yüksek kültürel insanseverlik” konulu nutuklar, bu zıdlaşmaya tuz - biber ekmişlerdir. Renan ve Amold gibi yazar lara ırk hakkındaki o genellemelerde bulunmak selâhiyetini veren şey, resmi bir hüviyetti!... Şimdi (diyelim) “bizim” değerlerimiz hürriyetçi, insani ve doğru idi; gerisinde edebiyat, bilim, akla dayalı araştırma bulun maktaydı. Avrupalılar (ve beyaz adamlar) olarak “biz” ne vakit bu değerler yüceltilse, onlarla birlikte yüceldik. Ancak kültürel de ğerlerle kurulan insani bağlar, kapsadığı kadarını da dışlar. Ar- nold’un, Ruskin’in, Mili, Nevvman, Cariyle, Renan, Gobineau ya hut Comte’un (“bizim” sanatımıza ilişkin) her fikri “bizi” birbiri mize bağlıyan zincire yeni bir halka eklerken, dışta kalan birinide kovmuştur. Bu, saydığımız kişilerehas hitabetin her zamanki so nucu da olsa, 19. yüzyıl Avrupa’sını özellikle hatırlamamız gere kir: Müthiş bir öğrenim ve kültür abidesi dikildiği sırada, bir sürü de “dışta kalmış insan” (sömürgeler, yoksullar, özürlü ve suçlular) vardı. Bunların kültür içindeki rolleri ise yapısal olarak uygun ol madıkları şeyin tanımına hizmet etmekti.(28) Beyaz Adam’ın ve Oryantalizmin ortak şartı niteliğindeki ikinci şart, her ikisinin hakim oldukları “sahalar” ile bu sahaların kendilerine özgü davranış, öğrenim ve mülkiyet tarzları (hatta ayinleri) olması keyfiyetidir. Örneğin yalnız bir Batılı, Doğulular hakkında konuşabilir; renklileri (beyaz olmayanları) yalnız Beyaz Adam belirliyebilir, isimlendirebilir. Oryantalistlerce yahut Beyaz Adam’larca bulunulan her beyan (Oryantalist ile Beyaz Adam ayı rımı kesin değildir) beyazı renkliden, Batılıyı Doğuludan ayıran muazzam bir mesafe belirtir. Her beyanın arkasında bir tecrübe, öğrenim ve eğitim geleneği sezilir ki, o gelenek derisi beyaz olma yan Doğuluyu, “Beyaz Batılı” tarafından tetkik edilen nesne haline sokar da bunun tersi olmaz. Güç sahibi olan için (ör: Cromer) Do ğulu ,bir yönetim sistemi kapsamındaydı ve o sistemin birinci ilke si hiçbir Doğulunun bağımsız olup kendisini yönetmesine izin verilmemesiydi. Buradaki kanaate göre Doğulular insanın kendi kendisini yönetmesi nedir bilmiyorlardı ve onun için korunmalıy dılar. Beyaz Adam bazen oryantalist olarak renk taşıyan adamların ülkelerine kadar giderek orada yaşıyorsa gözlerinin önündeki ala nı inceleyecek, tarif edecek ve bilgilerini her gün arttıracaktır. Gö rev öylesine önemlidir ki araştırma konularına ayrılmış sayfalar, yorumlamalar ve yargılamalar bazen metnin akıcılığını engelle mektedir. Kiplmg’in beyaz adamını maske gibi kullanan Doğu uz- inanlarının karakteristik yazış biçimleri bu çizginin üzerindedir. T.E. Lawrence 1918’de V.W. Richards’a şunları yazmıştı: “Arablar gözlerimi kamaştırıyor. Çok, çok eski bir uygarlık bu... Tanrıların çokluğundan kurtulmuşlar. Bizimkinin lüzumsuz faz lalıklarını bilmiyorlar.Maddi şeylere karşı kutsal kitaplarının tu tumu çok saygı değer. Aynı şekilde bu tutum manevi bir saygınlık yaratıyor. Bu kişiler sadece yaşadıkları anı düşünüyor ve hayatı kolayca aşmayı hayal ediyorlar. Yaşamın iniş çıkışları onları ra hatsız ediyor. Bu durum kısmî bir akıl ve ruh yorgunluğudur. Bu ırk tükenmiştir. Zorlukları yenm ek için bizim şerefli ve önemli bulduğumuz pek çok şeyi başlarından atmaya çalışıyorlar. Bu arada hiçbir şekilde onların görüşlerini paylaşmadan ve onları mahkum etmeden hallerini anlayabilir ve bize baktıkları açıdan onlara bakabilirim. Biliyorum ki ben onlar için bir başka dünyanın insanıyım ve öyle olmaya devam edeceğim. Ancak ben onları kü çük göremem. Onların yaptığından daha fazla onları küçümseyem em .”(29) işlenen konu ayrı olmasına rağmen buna benzer bir görüş açı sına Gertrude Bell’de rastlanmaktadır: “Kaç bin yıldan beri bu durum devam etmekte ve Arablar savaş ha li içinde yaşamaktadırlar. İç çölün sağladığı bilimsel verileri ince leyenler belki bu sorunun cevabını bize verebilirler. Zira bu duru mun çok eskilerden beri süregeldiği anlaşılmaktadır. Ancak Arab lar yüzyıllar boyu bu tecrübeden hiç ders almamışlardır. Hiçbir za man güvenlik içinde değillerdir. Buna rağmen güvenliği günlük ekmekleri yerine koyuyorlar”/30’ Bu cümleleri açıklığa kavuşturabilmek için yazarın, Şam ko nusunda ileri sürdüğü gözlemleri buraya ilave edebiliriz: “Büyük bir Doğu şehrinde uygarlığın ne anlam ifade ettiğini yavaş yavaş anlıyorum. İnsanların bu şehirde nasıl yaşadıklarını, neler düşündüklerini görüyorum. Onlarla birlikte ömür sürüyorum. Sa nıyorum ki bir İngiliz kadını olmak bana bu yolda çok yardım sağ lıyor. Beş yıldan beri bu dünyanın içindeyiz. Fark oldukça derin. Ö yle sanıyorum ki bu n etice, büyük ö lçü d e M ısır’daki hükümetimizin başarılarına bağlı. R usya’nın yenilmesinin önemi büyük. Ve yine sanıyorum ki Lord Curzon’un Basra Körfezi ve Hint sınırlarında uyguladığı enerjik politika daha da önemli. Sade ce Doğu'yu tanıyan bir kişi bütün bu olayları gereği gibi yorumla yabilir. Eğer İngiliz politikası Kabil’den kapı dışarı edilirse Şam sokaklarında Arabların İngiliz turistlerine surat asacaklarını sö y lemek fazla bir abartma say ılm a m a lıd ır.131* Burada derhal gözümüze çarpan şudur ki “Arab” veya “Arab lar” sözcüğü bir toplumu köşeye sıkıştırmakta, onu kollektif bi çimde tarif etmektedir. Bu arada anlatacağı kişisel birjarihi olan her Arab tüm görüntüsü ile ortadan silinmektedir. Lawrence’in gözlerini kamaştıran açık ve seçik gördüğü Arabın hem hayali hem de hayatın karşısındaki felsefesidir. Her iki durumda da Lavvrence Arab’a Arab olmayan bir insanın sıfatını yakıştırmakta ve onun basitliğinin ve saflığının ancak bir Beyazda bulunabileceğini ileri sürmektedir. Bununla birlikte Arab inceliğinden söz açanlar da vardır. Byzance de Yeats bu konuda şunları söylüyor: "Ne çeliğe ne de oduna ihtiyacı olmayan ateşler Hiçbir rüzgârın sarsmadığı alevler ve alev dilleri Kanla yoğrulmuş bu ruhlar, düşünceler nereden geliyor Hırslarını ve kinlerini unutsunlar."^32) Şair Arab’ın değişmezliğini öylesine vurgulamaktadır ki sanki Arab tarihin evrimini hiç tanımamıştır. Bu konu Lavvrence için çe lişkili biçimde zamanın içinde yaşarken erimektir. Böylece çok ileri uygarlık çağları Arabi inceltmeye yaramış ancak neticede o yorgun düşmüştür. Geriye Gertrude BelFin Arabları kalıyor: Asır ların tecrübesi, fakat hiçbir hikmet izi yok... Dolay ısı ile Arablar ne varlıkları, ne de anlamlan ile hiçbir değer taşımazlar. Hep aynı kal mışlardı. Ancak Lavvrence bir baştan diğerine “iç çölün verilerini” çözerek bazı bilgiler getirmiştir. Eğer bir Arab neşelenecek olursa, yahut çocuğunun veya babasının ölümü karşısında üzüntülere ka pılırsa, politik adaletsizlik veya zorbalıktan şikayet ediyorsa, bun ların sebebi basittir. Çünkü o bir Arabdır. Bu durum ilkel şekli ile iki plan üzerinde yoğunlaşmıştır: “Ta rifler planı” (Lawrence ve Gertrude’a göre) ve “gerçekler planı.” Bu iki kavramın yan yana gelişi basit bir beraberlik değildir. Her şeyden önce dış şartların zorlaması ile belirli bir sözcük hâzinesi nin aracılığında uygulanabilir. Amaç olayların derinine inebilmek, geçici etkenleri ayıklayabilmek, şartları ve deneyleri yeterince de ğerlendirmektir. Ayrıca sözkonusu beraberlik metot, gelenek ve politikanın hep birlikte ortaya koydukları bir olgudur. Önemli olan “Doğulu”, “Samî”, “Arab” ve “Doğu” kelimeleri arasındaki fark ları bulmaktır. İnsan gerçeği böylece ortaya çıkabilecek ve “İnsan lık dışı toprağın yönetim sırları” açıklığa kavuşacaktır. Yeats’in bulduğu bu deyim, içinde tüm insanların yaşadığı bir alanı tarif et mektedir. Bir araştırmacı için “Oryantal” adı ile tanıdığı bir tip, rastlayabileceği tüm Doğulu tiplerden farklı değildir. Uzun yıllar sürmüş gelenekler, Sami düşüncesi veya Doğulu gibi konularda belirli bir yasal örtü getirmiştir. Siyasal içgüdü Gertrude Bell’in şu cümlesinde tüm parlaklığı ile belirmektedir: “Doğu’da her şey var lığını kendisi sürdürür”. Dolayısı ile bu ülkede ilkel olanla çağdaş olan aynı anda var olmaktadır. Doğu ile meşgul olan her insan bu gerçeği bilmeli ve tüm araştırmalarında bu kavramı mihenk taşı olarak kullanmalıdır. Bunu anlamak için, beyaz ajanlar, beyaz uzmanlar ve danış manlar ile olan alâkasını bilmek kâfidir. Lawrence için, Bell için mühim olan şey, Araplarla yahut Doğulularla ilgili sözlerinin ta nınmış, otoritesi onaylanmış bir şekilleme geleneğine dahil olma sıdır. O gelenek ki, ayrıntıyı hapsedip hükmü ortaya koyabilmek tedir. Ama acaba daha belirli bir mânâda, şu “Sami”, şu “Doğulu” nereden gelmişlerdir?... 19. yüzyılda Renan gibi, Lane, Flaubert, Caussin de Perceval gibi Marks ve Lamartine gibi yazarların eserlerinde Doğulu genel lemesinin ne kadar geniş yer tuttuğunu görmüştük. Genellemeler kesindi, Doğu’dan olan "bir" şey, Doğu’dan olan “her” şey imişçesine genellemelerde bulunuluyordu. Doğulu olan, “Doğu’dan olan” belli bir özellik taşırdı; karşıt delillerin mânâsı yoktu, istis nalar kaideyi bozmuyordu. Örneğin Doğulu bir şahıs, önce Doğulu idi, sonra insan (şahıs) idi. Tabiî bu tür esaslı tipleme bilimlerce (ki ben onlara ağız demeyi tercih ediyorum) desteklenmekteydi. "Tür" takdim ediliyor, “tür efradı” tehir ediliyordu. Türün özellik leri efradının özelliklerini de açıklıyordu. Doğulu örneğinde olduğu gibi, hayli geniş (yarı yarıya da hal ka mal olmuş) belirleyici çerçeveler dahilindeuzmanlaşmış, bilim sel olarak geçerliliği artmış ayırımlar da yapılmaktaydı. Bu ayı rımların çoğu dil türleri esasına istinad etmekteydi: Sami dilleri, Hint, Seylan ve Pakistan dilleri; Kuzey Afrika dilleri gibi... Bu ayı rımlar antropoloji ile, psikoloji ile çabucak destekleniyorlardı. Ör neğin Renan’ın “Samice” dediği şey, öyle bir dilsel genelleme idi ki, buna Renan’ın ellerinde, anatomi, tarih, antropoloji, hattâ jeo loji ilâve edilebiliyordu. Samice o zaman basit bir belirleme olmu yordu; tarih ve siyasi hadiselerin özünde olup da, hem de “onlardan önce” olan bir unsura işaret olabiliyordu. Bu suretle Samice, zaman-ötesi, kişi—ötesi bir şeydi; belli bir Sami özünün özelliklerine dayanarak her insan davranışını açıklıyabiliyordu... 19. Yüzyılın liberal Avrupa kültüründe böylesi cezalandırıcı fikirlerin etkili oluşunu anlayabilmek için bir şeyi unutmamak ge rekir: O da Linguistik gibi, Antropoloji ve Biyoloji gibi bilimlerin teorik (Spekülatif, idealist) olmaktan ziyade pratik (ampirik) oluş ları idi. Renan’ın Samicesinin, Bopp’un “Hint-Avrupa dilleri” gi bi, inşa edilmiş bir bina olduğu doğrudur, ama (belirli Sami dilleri hakkında, deneye dayanarak tahlil edilebilecek, bilimsel olarak anlaşılabilecek bilgiler var iken) bir “protoform” olarak mantıkî ve kaçınılmazdı. Şimdi bir y andan prototip ve ilkel (kültürel, psikolo jik, tarihî) bir dil aranırken, diğer yandan da bütün insan davranışı nı açıklayabilecek “aslî bir İnsanî potansiyel” (cevher) aranmaktaydı.(33) Bu teşebbüs mümkün olmazdı ama klâsik deneyci zihni yete göre beden ve ruhun ayrı ayrı gerçekler olduğuna, her ikisini de aslen bazı coğrafî, biyolojik ve tarihî denebilecek şartların belir lediğine inanılıyordu.134’ Yerlinin ne keşfetmesine ne de akletmesine imkân bulunmayan bu belirleyici şartlardan kaçış yoktu. Oryan talistler tozlu kitaplardan kaptıkları varsayımları bu deneyci fikir lerle destekliyorlardı. İslâm’ı incelerken, kendilerini George Eliot’un Dr. Casaubon’u gibi hissediyorlardı “Tarihten çıkıp gelmiş bir hortlak gibi geziyorum dünyayı ve eskiden nasılsa aynen öyle inşa etmeye çalışıyorum onu; yeniden, harabelere rağmen, yokoluşlara, garip değişimlere rağmen.”<35) Eğer dil özellikleri, uygarlık ve nihayet ırk özelliklerini alâkalandıran bu tezler yalnızca Avrupalı bilim adamları arasında ki akademik bir münazaranın bir yüzü gibi olsaydı, temaşaya değ mez tulûat der, geçerdik. Ancak, gerek bu münazaranın terimleri, gerek kendisi etkili şekilde tedavülde idi: Lionel Trilling’in dediği gibi, 19. yüzyılın son yıllarındaki kültürde, “gelişmekte olan milli yetçilik ve genişlemekte olan emperyalizm ile desteklenen ırk teo risine çarpık ve eksik de olsa bilimsel destekler bulunuyordu ve te ori tartışılmıyordu !”(36) Irk teorisi, ilkellik ve doğuş konusundaki fikirler, ilkellere da yalı tasnifler, çağdaş bozulma, uygarlık ve ilerleme, beyaz (Aryan) ırkın kaderi, sömürgelere duyulan ihtiyaç, işte bütün bunlar siyase tin, bilim ve kültürün içi içe olduğu bir bulamaç oluşturuyordu ve istikamet daima Avrupa’nın (yahut Avrupalı bir ırkın) Avrupalı ol mayanlar üzerindeki hakimiyeti idi. Bir de şimdi şu vardı: Darwinizm’in bizzat Darvvin tarafından sahip çıkılan acaip bir şekline göre, çağdaş Doğulular bir eski azametin, bir eski şaşaanın bozuk kalıntısı idiler. Evet Doğu’nun o çok eski, yahut klâsik ugarlıklan- m bugünkü kokuşmuş halden çıkarmak mümkündü! Yalnız bunu iki şeye borçlu idik: (1) Son derece hassas tekniklerle eldeki malzemeyi inceleyen ve yeniden bir araya getiren beyaz uzman. (2) Samîler, Aryanlar yahut Doğulular hakkındaki genelle meler. Bunlar hayal mahsûlü değildiler, objektif ve üzerinde muta bakat hasıl olmuş ayırımlara tesanüd etmekteydiler! Dolayısıyla, örneğin Doğulu neyi yapar neyi yapamaz konusunda bir lâf edilse, bir çok eser bunun biyolojik esaslarını tesbit edebilirdi. “Dış Politi kamıza Biyoloji Açısından Bir Bakış” (P. Charles Michels, 1896), “însan Toplumunda Varolma Mücadelesi” (Thomas Henry Huxley, 1888), “Toplumsal Evrim” (Benjamin Kidd, 1894), “Çağdaş Evrim Çizgisi Bakımından Fikri Gelişme Tarihi” (John B. Crozier 1897-1901), "İngiliz Siyasetinin Biyolojisi" (Charles Harvey 1904).<37)Şimdi dilbilimcilerin dediği gibi diller birbirinden bu ka dar farklı idiyseler, o vakit dilleri kullananların kendilerinin de (zihniyetleri, güçleri ve hatta gövdeleri bakımından) birbirlerin den apayrı olmaları icap ederdi... Bu ayırımlar ne mantığı ne de pratiği bakımından şüpheye düşülen ayırımlar değildi; yaratılış, gelişme, kişilik ve kader gibi çalışmalarla desteklenmekteydi. Vurgulanması gereken nokta, ırklar, uygarlıklar ve diller ara sındaki farklarla ilgili hükümlerin kat’i ve değişmez oluşudur. Bu hükümler her şeyin derinine uzanıyordu, başlangıçlardan ve baş langıcın belirlediği tiplerden kaçış olmadığını belirtiyordu... İn sanlar arasındaki (üzerine ırkların, ulusların ve uygarlıkların bina olunduğu) “gerçek sınırları” tesbit etmekteydi! İnsanların dikkati gündelik ve çoğul (neşe gibi, acı gibi, siyasi teşkilatlanma gibi) in sani gerçeklerden saptırılıyor, “aşağıya ve geriye” çekiliyordu... Değişmez özlere, kaynaklara!... Şimdi nasıl Doğulu, Samilikten, Araplıktan yahut Hintlilikten, bilim adamının didaktik üslûbu ha riç, kaçamıyorsa (ki bugünkü aşağılık hali ile aynı zamanda onlara yaklaştırılmamakta, yakıştmlmamaktadır), bilim adamı da yaptığı araştırmalarda, “menşe'lerden” kaçamamaktadır!... İhtisas konusu araştırmalar kişiye bazı imtiyazlar kazandır maktaydı. Hatırlarsınız, Lane hem Doğulu gibi gözükebiliyor, hem de bilim adamı olarak kalabiliyordu. Şimdi onun etüd ettiği Doğulular “onun” Doğuluları oldular, çünkü o onları yaşayan in sanlar olarak değil, yazılarında abideleşen nesneler olarak gör mekteydi. Bu çift yönlü bakış bir garipliği beraberinde getiriyordu: Bir yandan, bugünü yaşayan bazı insanlar, öte yanda aynı insanlar ama bu sefer etiketli: “Mısırlı”, “Müslüman”, “Doğulu”. Bu iki düzey arasındaki uyuşmazlığı, çatışmayı ancak bilim adamı tan zim edebilirdi. Birinci kategoridekiler, daha çok çeşitlilik arzediyorlardı. Ama genellemenin “kökü araştıran” (radical) terminolo jisinde bu çeşitlilik kısıtlanıyor, geriye ve aşağıya doğru çekiliyor du. Çağa ait her özellik ve davranış biçimi bir başlangıç noktasına geri götürülüyordu. İşte bu tür “gerileme” Oryantalizmin tâ kendi si idi... Lane’nin Mısırlıları hem bugüne ait yaratıklar, hem de öze değgin etiketlerin kanıtı olarak görebilişi, bir yandan Oryantaliz me, diğer yandan da yakın Şarklı Müslüman yahut Sami hakkındaki genel kanaatlere bağlıdır. Doğulu Samîler kadar hiçbir taplumda, “menşei vebugünü” birlikte müşahede etmek imkanı yoktu. Oryantalizmin konusu olarak Yahudiler ve Müslümanlar ilkel öz leri bakımından kolayca anlaşılmaktaydılar. İşte çağdaş Oryanta lizmin ana fikri (belli ölçüde halen) budur. Renan Samîlerin geliş mediklerini söylemişti. O halde Oryantalist için, çadaş Sami (ken disinin çağdaş olduğuna istediği kadar inansın) menşeinin kendisi üzerindeki kısıtlamalarından yakayı kurtaramıyordu. Samîlerin şu günkü her hallerinin açıklaması onların ilk hallerinde mevcuttur. Bu hem zaman hem mekân düzeyinde varit olan bir fonksiyonel kaidedir. Hiçbir Sami “klasik gelişme çağından bu yana” adım ata mamıştır... O asla dağbaşından, bayırdan, kavim ve çadırdan kopa maz. Sami yaşantısının herbir tezahürü, genel “Samilik” sıfatının gölgesinde ele alınmalıdır... Buna benzer bir referans sisteminin etkinliği ondokuzuncu yüzyılın sonunda pek çok kafayı işgal ediyor. Sistemin özeti tüm gerçek davranışların, anlamlı “orijinal” küçük bir grup içinde toplaıımasıydı. Oryantalizm kamu yönetimi içinde bürokrasi ile eş de ğerde idi. Bölümler bireysel dosyalardan daha değerli, insan olmak ise bir dosyaya yararlı olmaktan daha az önemli idi. Bu açıdan or yantalisti, büroda çalışan, elinin altındaki dosyaları, örneğin üze rinde “Samîler” yazan, bir dolaba yerleştiren bir memur olarak dü şünebilirdik. İlkel halkların yaşayışları ile uğraşan ve Anropoloji ilminin ve karşılaştırmalı antropolojinin getirdiği yeni buluşlardan faydalanan William Robeıtson Smith gibi bir bilim adamı, örneğin Ortadoğu halklarını tek bir grubun içinde topluyor ve aralarındaki aile bağlarını, evlilik geleneklerini, dinsel uygulamalarının şekli ve içeriğini toplu halde inceleyebiliyordu. Smiht’in çalışması Sa mi ırklarının efsanelerde yatan sularının bir hamlede açığa çıkarıl ması ve kesinlik kazanması olayından kaynaklanmaktaydı. İslâm dünyasını veya judaizmi Batılılardan saklayan engeller süpürüle rek ortadan kaldırılmıştı. Smith Sami filolojisi ve mitolojisinin yardımı ile Oryantalist bilimin bütün imkânlarından yararlanıyor ve Arablarla ilgili sosyal sistemlerinin, varsayımlara dayanan geli şim tablosunu tamamlamaya çalışıyordu. Bu tablo tektanrıcılığın köklerinin geçmişe ait olduğunu öğretiyorsa da etkilerinin günü müzde devam ettiğini açığa çıkarıyordu. Örneğin bazı dinlerde he nüz totemizm ve hayvana tapınmak devam ediyordu. Bu yüzden Smith “Muhammedi kaynaklarımız eski paganizmin bütün detay ları üzerindeki perdeleri yapabildiği kadar kaldırıyor...”'38’ diyor du. Smith Samiler üzerindeki araştırmasında dinbilim, edebiyat ve tarih konularını işlemişti. Tüm oryantalistlerin çalışmaları hak kında yeterince fikir sahibiydi. (Örneğin 1887’de Renan’ın “İsrail halklarının tarihi” isimli eserine vahşice saldırmıştı). Modern Sa- milerin anlaşılması için mutlaka eski çalışmalara baş vurulması gerektiğini ileri sürüyordu. Zira öyle zannediyorum ki Smith, Be yaz adamı uzman olarak modem Doğu’ya bağlayan zincirin önem li halkalarından biri idi. Doğu işlerinde uzman Lawı*ence Hogart, Gertrude Bell ve diğerlerinin ayrıntılara bölünmüş bilimleri, Smith olmadan imkân kazanamazdı. Ve hatta bir arkeoloji bilgini olarak Smith eğer “Arab işleri” ile uğraşmasa idi kazandığı bilim sel otoritenin yarısını dahi elde edemezdi. Smith “ilkel kategorile rin” sırlarım yakalamıştı. Ayrıca çağdaş Doğulu davranışlarının arkasında yatan genel doğruları da bulup çıkarma yeteneğine sa hip olmuştu. Bu iki nokta yazılarının ağırlık noktasıdır. Diğer yan dan Lavvrence ,Gertrude Bell ve Philby’nin uzman olarak şöhret kazandıkları alanda stil yönünden sözü geçen bir kişiydi. Burton ve Charles Doughty’nin kendisinden önce yaptıkları gibi Smith 1880 ile 1881 arasında Hicaz’a seyahat etmişti. Arabis tan oryantalistler için ilginç bir yerdi. Zira İslâmiyet'i sadece Ara bistan’ın malı olarak görüyorlardı. Aynı zamanda Hicaz coğrafî alanda olduğu kadar tarih alanında da geri ve çıplaktı. Böylece Arabistan çölü geçmişi ve zamanı birlikte yaşayan bir dekor olarak görülebiliyordu. Hicaz’da hiç sıkıntı çekmeden Müslümanlardan, modern yahut ilkel Müslümanlıktan söz açmak mümkündü. Bun ların arasındaki farkları göz önüne almanın gereği yoktu. Tarihî te mellerden yoksun bu sözcüklerin üzerine Smith, Sami etütlerinin kendisine bahşettiği bilimsel otoriteyi rahatlıkla yerleştirebiliyordu. Ortaya attığı yorumlar İslâm’ın tüm evveliyatım, Arabistan ve Arabların tarihini tam anlamı ile bilen bir insanın konuşma şeklini yansıtıyordu: “ Muhammedîliğin karakteristik özelliği içinde tüm m illiyet duy guları dinsel bir görüş kazanır. Bir İslâm ülkesinin tüm politikası ve sosyal şekilleri dinî bir elbise giymiştir. Ancak bu köklü dinsel duygunun dinî bir şekil alarak kendi kendisini doğrulayan her şe yin temelinde yattığını düşünmek yanlış olur. Arabların önyargı larının kökleri, İslâma olan inanaçlarından daha derin olan tutucu luklarına kadar uzanmaktadır. Aslında ortasında bulunduğu top lumun önyargılarına kolayca kapılmak ve modası geçmiş bunca barbar duygularını himayesi altına almakla Peygamberin dini bü yük bir hata işlemiştir. Muhammed bunların din açısından hiçbir değer taşımadıklarını herhalde görmüştü, fakat anlaşıldığına göre onları sisteminin içine soktu ve böylece reformlarının yayılmasın da yararlı olacaklarını düşündü. Bu nedenle bize açık biçim de Muhammedi görünen pek çok önyargının Kur’an’da yeri yok tur.”»9» Şaşırtıcı bir mantık taşıyan bu parçanın son cümlesinde yer alan “biz” kelimesi Beyaz Adam'ın görüş açısını tam anlamı ile gün ışığına çıkarmaktadır. Yazar birinci cümlede “Bir İslâm ülke sinin tüm politikası ve sosyal şekilleri dini bir elbise giymiştir” der ken İslâm’ın böylece “totaliter” olduğunu açıklamak istemektedir. İkinci cümlede ise İslâm'ın Müslümanlar için sadece bir örtü oldu ğunu söylemeye çalışmaktadır. Bir başka anlamda bu cümle bütün müslümanların genellikle iki yüzlü insanlar olduklarını ifade et mektedir. Üçüncü cümlede yazar Arabların İslâm öncesi duygula rını tamamı ile değiştiremediğini iddia etmektedir. Dahası var... Eğer İslâm bir din olarak başarıya ulaştıysa bunun nedeni “Otan tik” Arab önyargılarının kendi içine sızmasına tecrübesizce izin verişidir. Bu taktik’in şimdi Müslümanlar tarafından kullanılan bir taktik olduğunu görüyoruz: Tek sorumlusu Muhammed’dir. V e Hz. Muhammed hiç kuşkusuz gizli bir İsevî’dir. Ancak bütün bun lar son cümlede sıfıra indirilmekte ve Smith bizi İslâm hakkında bütün söylediklerinin geçersiz olduğuna inandırmaktadır. Zira her şeye rağmen Batı’nın İslâm'ın özünü bilmediği anlaşılmaktadır. Kimlik prensibinin ve çelişkilerden kaçınma prensibinin Or yantalistleri bağlamadığı görülüyor... Uzman Oryantalistler felse fe ve retorik üzerine yaslanarak ortak gerçeklerden yola çıkmakta ve her şeyi istedikleri gibi yorumlamaktadırlar. Smith hiç çekin meden “Arab düşüncesinin sert, pratik ve dindışı tutumundan” söz açabilmektedir. Aynı şekilde onun dilinde îslâm “İkiyüzlülük sistemi”dir. Ayrıca “Müslümanların kutsal bildikleri şeylere saygı göstermek mümkün değildir.” ‘Bu dinin içinde şekilcilik ve tekrarcılık sistemleşmiştir’ vs. Smith’in İslâm dinine karşı yönelttiği sal dırılar kendi açısından sonuna kadar gerçeklere dayalıdır. Zira Av rupa için Avrupa’nın ve Hrıstiyan dininin üstünlüğü hayal değil hakikatin ta kendisidir. Aslında Smith’in dünya görüşü iki çatallı dır. Şu satırlar durumu açıkça gösteriyor: “Arab gezgini bizim kilerden çok farklıdır. Yerinden kalkmak onun için bir sıkıntı kaynağıdır. (Bizim gibi) Çalışmaktan hiçbir zevk almaz. Bütün gücü ile açlıktan ve yorgunluktan şikayet eder. (Bizim yapmadığımız gibi) Devenizden indiğiniz zaman başka bir şey yapacağınızı bir D oğulu’ya hiçbir vakit anlatamazsınız, he men bir halının üzerine diz çökerek sigara ve kahve içeceğinizi zanneder. Bir Arab çevredeki manzaranın güzelliği ile asla alakalı değildir. ”(40) “Biz” böyleyiz, “onlar” öyle... Hangi Arab? Hangi İslâm? Ne zaman? Nasıl? Hangi ölçülerle? Anlaşıldığına göre Smith Hi caz’da yaşarken inceden inceye araştırmalar yaptığı sırada bu nok taları hiç düşünmemişti. Önemli olan şudur ki “Samîler” veya “Doğulular” hakkında araştırma yapan bir kişi öğrendiklerini an cak arşiv vesikaları ile karşılaştırarak doğrulamak imkânına sahip tir. Doğrudan doğruya hayatın parçalarına değil... Yirminci yüzyılda Fransa ve İngiltere’de Doğu sorunları hak kında eser veren bütün büyük uzmanların çalışmalarında aynı ya pıyı görmek mümkündür. O sırada dünyada bütün “değişik renk taşıyan” kişiler kendi dedeleri hakkında bilgi edinmek için dilbi lim, antropoloji ve kuramsal görüşlerle meşgul Avrupalı beyaz bir bilgin'in formüle ettiği genel doğrular ve tartışılmaz sonuçlara baş vurmak zorunda kalmışlardı. Tabiatı ile bu bilginler işe Doughty ve Lavvrence gibi büyük bir enerji ile sarılmış dahi olsalar konuya kendi görüşlerini, kendi mitolojilerini ve kendi tutkularım da ilave etmişlerdi. Wilfrid Scawen Blunt, Doughty, Lavvrence, Gertrude Bell, Hogarth, Philby, Sykes, Storrs gibi isimlerin arasında her biri Do ğu’yu kendi gözleri ile görüyor, gördüğü kadarına inanıyor ve Do ğu, İslâm ve Arab konularında edindiği bazı kişisel ilişkilerden ha reket ederek gene^ sonuçlara varıyordu. Ayrıca bu yazarların her biri Doğu üzerinde gelişen resmî bilgiden nefret ediyorlardı. Arabia Deserta' da Doughty “Güneş beni Araba çevirdi ama Oryanta lizmin anlattığı şekle asla sokamadı...” diyordu. Ancak son tahlil de (Blunt hariç) hiç biri Avrupa’nın Doğu hakkında beslediği gele neksel düşmanlık ve korku hislerinden kurtulmuş değildi. Fikirleri modern Oryantalizmin gidişine yön vermiş ve kişisel gayretlerle ona akademik özellik kazandırmıştı. (Doughty Samîler hakkında : “Boğazlarına kadar çamura batmışlar, alınları göklere değiyor...” diyordu).<41) Faaliyet gösteriyorlar, sözler veriyor ve buna benzer genellemelerden hareket eden politikalar tavsiye ediyorlardı. Ve işin gülünç tarafı bütün bu fikirlerle kendi ülkelerinde Doğulu bil gin niteliği kazanıyorlardı. Ancalt profesyonel bilgin sıfatları Do ğu'yu kötülemelerine engeldi. Onlar için değerli olan şey beyazla rın, Doğu ve İslâm üzerinde kontrollerinin devam etmesi idi. Bu projeden yeni bir diyalektik doğmaktadır. Doğu uzmanın dan istenen artık sadece “anlamak” değildir. Şimdi Doğu’yu doğ ruca hareketin içine sokmak gerekmektedir. Doğu’nun gücü bun dan böyle “bizim” değerlerimize yakınlaşacak, “bizim” uygarlığı mıza yatkınlık gösterecek, “bizim” çıkarlarımızla uyum sağlaya cak ve “bizim” amaçlarımıza hizmet edecektir. Doğu bilgisi doğ rudan doğruya hareket haline dönüşmüştür. Bunun sonucu Do ğu’da yeni gelişen fikir akımları ve yeni hareketlerdir. Ancak bu yeni durum Beyaz’ın hırslarını yeniden ve başka yönde kamçılaya cak ve Doğu'ya elini bu defa yazar olarak değil, kızgın aktüalite içinde, çağdaş tarihin yapımcısı olarak koyacaktır. (Zira olayları gereği gibi anlayacak tek kişi odur.) Oryantalist şimdi Doğu tarihi nin vazgeçilmez bir figürü olmuştur. Onu olayların içinden çıkar mak mümkün değildir. Batı Oryantaliste yeni bir görev vermiştir. Bu diyalektiğin kısa dökümü şudur: “Başta Kitchener olmak üzere bazı İngilizler Türklere karşı bir A rab ayaklanmasının yardımı ile İngiltere’nin Almanya'ya karşı savaşırken onun ortağı Türkiye'yi de yenebileceğini düşünüyor lar. Arab dili konuşan halkların yaşadıkları ülkelerin tabiatı ve kuvveti hakkında edindikleri bilgiler bu kişilere böyle bir ayak lanmanın başarıya ulaşacağını telkin etmekte ve bu harekete ve rilmesi gereken yönü işaret etmektedir. Böylece isyancılar İngil tere hükümetinden sağlam bir yardım vaadi aldıktan sonra işe gi rişmişlerdir. Mekke Şerifi ’nin isyanı çok kimse için fazla bir sürp riz sayılmam ış ve müttefikleri şaşırtmamıştır. Karışık duygular uyandırmış, güçlü dostluklar kurdurmuş, onlardan daha az güçlü olmayan düşmanlıklara yol açmış ve bütün bu kıskançlıkların ya rattığı şok dalgası içinde işlerin rengi değişm eye başlamıştır,”<42) Les Sept Piliers de la sagesse (Hikmet’in Yedi Direği) isimli kitabının birinci bölümünde Lavvrence’in çizdiği tablo budur. “Bazı İngiİizlerin bildikleri şeyler” Doğu’da bir hareket yaratmış tır. Bunun neticesinde “işler” karışık sonuçlar doğurmuş, çelişki ler ortaya çıkmış, trajik ve komik haller yaşanmıştır. Yeni Doğu' nun üzerine kurulan hayaller yanlış yollara sürüklenmiş, uzmanla rın yazdıkları sıfıra inmiştir. Çağdaş bir Doğu görüşünün üzerinde yeniden çalışılması gereği duyulmuş, yeni bir Oryantalist mantı ğın ilk işaretleri ufukta belirmiştir. Yeni Oryantalizmin sadece ya zılı metinlere dayanmaması, problemleri tüm karışıklığı ile ele al ması ve Oryantalistin bir cins peygamberce davranışlar içinde yep yeni bir insan olması öngörülmüştür. “ Hikmet'in Yedi D ireği ’ nde rastlanan yazılı metinleri deney lerin aracılığı ile reddetme olayı, sadece olayların akışını açıkça iz leyen böyle bir eserde değil, Lane’in “M o d em M ısırlılar ’ mda dahi vardı. Doğu’ya ait tasvir yahut ünlü bir rapora dayalı görüşle, Doğu olaylarına ait bir metin arasındaki çatışma birkaç alanda gö rülmüş ve pek çok defa yaşanmıştı. Oryantalizmin mantığı içinde çok defa tekrarlanan bir olay olduğu için bu hadiseyi burada kısaca açıklamakta fayda vardır. Oryantalist Doğu’ya tepeden bakarak gözlerinin önünde uzanan manzaranın tamamını avucunun içine almak ister. Kültür, din, düşünce, tarih, toplum hep aynı konulardır onun için... Bu nedenle bütün ayrıntıları, sınırlayıcı bir kategori nin bütünü içinden görmek zorundadır. (Samîler, Müslüman dü şüncesi, Doğu vs.). Bütün bu kategoriler her şeyden önce şematik olduğuna ve etkilemeyi hedef tuttuğuna göre ve hiçbir Doğulu kendisini Oryantalistin gördüğü gibi göremeyeceğine göre, neti cede Doğu konusunda tüm görüş açıları oryantalistin ahenkli kül tür yapısına, kuvvetine, kişiliğinin gücüne, bağlı olduğu kurumlarma ve mantığına dayanmaktadır. Unutmamak gerekir ki tüm genellemeci görüşler tutucudur. Ve açıklamalarımız sırasında Batı’nın Ortadoğu üzerindeki düşünceleri, tarihinde bu görüşlerin yerlerini ne derece kıskançlıkla koruduklarını ve kendilerini ya lanlayan olayları nasıl görmemezlikten geldiklerini açıklamıştık. (Aslında diyebiliriz ki bu fikirler kendilerini doğrulayan olayları kendileri yaratmaktadır). Oryantalist böylece sözkonusu genelleyici görüşün önemli bir ajanıdır. Ancak Lane fikirlerinin üzerine çıktığına inanan bir insa nın tipik örneğini vermiştir. Onun metodu Doğu ve Doğulu gibi kollektif görüşlerle incelenmeye alışılmış bir konuyu aşabiliyor du. Ondokuzuncu yüzyılın sonunda Oryantalizmin esinlendiği tüm bilimsel kategoriler statik görüşlere dayanıyordu. “Samîler” ve “Doğu Düşüncesi” konularında görülen hareket sınırların üze rindeydi ve Doğu ve Doğulu davranışlarını ilgilendiren bütün bir alanı içine alıyordu. Disiplin, meslek, dil yahut özel düşünce stili olarak Oryantalizm bütün “Doğuyu” tek bir kabın içine koyuyor du. “Doğu” olmasaydı “Oryantalizm” adı verilen uyumlu, anlaşılır ve esnekliği olan bilgi de olmazdı. Dolayısı ile Doğu Oryantaliz min malıdır. Oryantalizmin getirdiği bilgiler Doğu’dur. “Temelden sürekli”(43) bu sisteme karşı devamlı bir baskı var dır. Sisteme ben “görüş” diyorum , zira daha önce de belirttiğim gi bi Doğu’yu genel tablosu ile ele almak eğilimindedir. Sözkonusu baskının kaynağı açıktır. Doğu'da herhangi bir ilerleme ve gelişme görüldüğünde bunu açıklamak sistemde ikilik yaratmaktır. Böyle ce dengeli görünen Doğu — Doğu dengeli, ezelî ve değişmez keli meleri ile eş değerdedir— dengesizliğe düşmüştür. Bu durum Do ğu’da tarihin düzensiz gelişme, değişkenlik akımları, büyüme ve çökme eğilimleri veya dramatik olaylar gibi her türlü kargaşalığa açık olduğunu düşündürmektedir. Araştırma tarihi göstermektedir ki “Doğu” konusunda edinilmiş fikirler hiçbir zaman yeterli olma mış ve gerçeğin değişme potansiyeline karşı insaflı davranmamış tır. Ayrıca “araştırma” yazılı tarihin kendine göre aldığı özel bir şekildir. Lane getirdiği haberlere belirli bir form vermeyi reddetti ği zaman araştırmanın tehlikelerini biliyordu. Daha çok ansiklope dik ve sözlük bilimine dayalı anıtsal bir eser ortaya koymayı dü şünmüştür. Araştırma insanların doğduklarını, ihtiyarladıklarını ve öldüklerini anlatmaktadır. Ona göre kurumlar ve hayatın şartla rı değişkenlik içindedir. Büyük bir ihtimalle modernizm ve çağdaş görüşler “klasik uygarlıkları” yeniden yakalayabilecektir. Olayla rın üzerinde sadece görüş açısı ile egemenlik kurmaya çalışmak objektif davranışlarla tarihe hizmet değil, ancak kuvvet gösterileri ve kişisel yorumlarla gerçekleri aramaya heveslenmektir. Kısaca araştırma görüş açısının örgüsüne karşı çıkan bir perspektif ve ta vır getirmekte, görüşün gücünü azaltarak onu gölgelemektedir. Birinci Dünya Savaşı Doğu’yu yeniden tarihin içine getirdiği zaman, görev, bir ajan görüntüsü kazanan oryantaliste düşmüştü. Hannah Arendt bürokrasinin İmparatorluk ajanı kelimesi ile eş de ğerde olduğunu çok doğru biçimde göstermişti.*44' Bizim inceledi ğimiz açıdan bu konu şunu ifade etmektedir: Ortak bir akademik girişim olan Oryantalizm Doğu hakkında belirli tutucu görüşler den hareket eden bürokratik bir kuruluş ise Doğu’da bu görüşe hiz met eden kişiler T.E. Lavvrence gibi imparatorluk ajanlarıdır. Onun eserinde hikaye-tarih ile “görüş” arasındaki çekişme çok açık biçimde ortaya çıkmaktadır. — kendi özel deyimleri ile— Bu rada “Yeni emperyalizmin ülkenin yerli insanlarına sorumluluk yükleyerek geniş bir faaliyet sahası yarattığına” tanık olmaktayız.(45) Birbirleri ile rekabete düşen Avrupa güçleri Doğu’yu yaşanan hayatın içine çekmek için yarış etmekte ve onu “Doğu” hareketsiz liğinden çıkararak modem bir hayatın içine sokmaya uğraşmakta dır. Görülüyor ki Doğu hiçbir zaman kendi yolunu izlemeye ve kendi kendisini düzeltmeye hak sahibi değildir. Eski kanun Do ğu’da özgürlük geleneği bulunmadığını açıklamaya devam etmek tedir. Lavvrence’in eserinin büyük dramı, savaşı sembolize etmesi dir. Bu savaş başlangıçta hayat izi taşımayan, zamanı bilmeyen ve gücü olmayan Doğu’yu kamçılamak için düşünülmüştü, ikinci olarak bu savaş harekete genel olarak Batılı bir şekil vermeyi amaç edinmişti. Üçüncü olarak ise savaş yeni uyanmış Doğuy'u kişisel bir görüş açısı içinde tutmak ve geçmiş devirlerin başarısızlık ve ihanetlerini unutturmamak amacına yönelikti: “Yeni bir ulus meydana getirmeyi düşünüyordum; geçmiş ve unu tulmuş günleri yeniden yaşatmak, yirmi milyon Samîyi bir araya toplayarak ulusal bilinç sahibi kılmak ve onlara Ispanya’da bir şa to inşa etmeyi hayal ediyordum. İmparatorluğa bağlı bütün vila yetler benim için ölmüş bir İngiliz’in yanında hiçbir değer taşı mazdı. Eğer D oğu’da biraz saf aşkı yaratabilseydim; bir amaç, bir ideal kurabilseydim, B eyaz’m otoritesini kırmızının üzerine çeke- bilseydiijı, dünyanın rengi değişirdi. Ancak bütün bu halkları yeni tip bir hükümet şekline bir miktar alıştırabildim. Bu modelin için de beyaz ırk üstün olduğunu unutacaktır. Beyazlar, Kırmızılar, Sa rılar, Kumrallar ve Siyahlar ile birlikte var olacaktır. Dünyanın başka işleri ile meşgul olmayacaktır.,,(46) Başlangıçta zayıf dahi olsa beyaz Oryantalistin görüşleri sah neyi doldurmasa idi eğilim, yahut hayalî bütün bu projeler düşünü lemezdi. “Brighton Metropolündeki yahudiler, cimriler, Adonis hayranı ve zevk düşkünü kişilerin cümlesi Samî neşesinin yeteğini taşı maktadırlar. Onların ruhlarında yeşeren kuvvet “Esenyan” tarika tı mensuplarının ve ilk hrıstiyanlann feragati ve gökyüzü kapılanmn ancak saf kişilere açılacağına inanan ilk halifelerin gücüdür. Samî her zaman lüks bir yaşam ve ölümle sonuçlanan çileler ara sında ömür sürmüştür." Bütün bunları ileri sürmek için Lavvrence’in arkasında tüm on dokuzuncu yüzyılı deniz feneri gibi aydınlatan saygıdeğer bir bi lim geleneği vardı. Bu fenerin kaynağı tabiatı ile “Doğu” idi. Ve fe ner Doğu’nun topografyasını, hem ana hatları ile hem de ince nok taları ile yeterince aydınlatacak güçteydi. Yahudi, Adonis hayranı, Şam'ın zevk düşkünleri insanlığın üyeleri değillerdi, Oryantaliz min “Samî” bölümünün konulan idi. Bu alanda bazı şeyler oluyor du: "Arablan dizginleyerek bir fikrin etrafına bağlamak mümkündür. Ruhlarının sadık yaradılışı onları sadakatle teslim olmaya doğru götürebilir. Aralarından hiç biri tam başarıya ulaşmadan kaçmayı denemeyecektir. Ancak onunla birlikte sorumluluklar, görevler vç bağlanülar da gündeme gelmektedir. Neticede fikir ölmekte, iş yanm kalmaktadır. Sonuç felaket... Dünyanın dört köşesinden (Semâ hariç) onları toplayınız, doğrudur ki zenginlik ve dünya ni metleri kendilerine gösterildiği zaman hemen işe koyulacaklardır. Lâkin yolun üzerinde peygamberce bir fikre rastladıkları sırada, başlarını sokacak bir evleri , avcılık ve merhamet dilenciliğinden başka imkânları olm asa dahi derhal bütün zenginliklerini bıraka rak bu fikrin peşine takılacaklardır. Bu halk su kadar akıcıdır. Fa kat belki de su gibi sonucun zaferle noktalanacağından emindir. Hayatlarının şafağından beri yarattıkları dalgalar gelip engellerin üzerinde kırılmaktadır. Hepsi Önünde eridiği granitten bir parça kopararak yeniden saldırıya geçm ek üzere denize geri dönerler. Bu dalgalardan birine Arabistan’da rastladım. Soyut bir fikrin iti şimi ile, daima büyüyerek yuvarlandı ve başından köpükler saça rak Şam'a döküldü. Karşısına çıkan kayalardan kopardığı parçalar tekrar geri gelmek için ona yeterli güç sağlayacaktır. Zaman yeni den gelecek ve deniz onu bir kere daha ayağa kaldıracaktır.” Lavvrence kendi kendisini tablonun içine gizlice yerleştirmiş tir. Böylece son cümleden önce sıraladığı sözcüklerde Arabları yö netmek için başlarına geçmeye arzulu olduğunu hissettirmektedir. Kurtz ve Conrad gibi Lavvrence de yeni bir gerçekle bütünleşebil mek için yeryüzünden ayrılmakta ve (daha sonra söyleyeceği gibi) “Asya’yı zamanın itici şartları ile yeni bir şekil almaya zorla mak”147*istemektedir. Lawrence’in düşündüğü gibi gelişmediği zaman Arab isyanı nın hiçbir anlamı olmayacaktır. Bu anlam Asya örneğinde ele alın dığında bir zafer sayılabilir; “zaferle genişleme”dir. “Biz onun acı larını kendi üzerimize yüklenmeye hazırdık ” derken Lavvrence ye ni bir çağı işaret etmektedir. Oryantalist şimdi de Doğu’yu temsil yetkisi yüklenmiştir. Durum belirli bir açıklığı koruyarak Do ğu’nun yaşamına giren Lane gibi oryantalistlerin tutumlarından farklıdır. Ancak Lawrence örneğinde Beyaz ile Doğulu arasında uzlaşmaz bir çatışma sürüp gitmektedir. Açıkça ifade etmemesine rağmen bu çatışma onun kafasında, Doğu ile Batı arasında devam eden tarihî kavgadan başka bir şey değildir. Doğu üzerindeki gücü nü bilmekte, kendi kusurlarını görmekte ancak Arabların kendisi olmadan Türklerle kozlarını paylaşamayacaklarına inanmaktadır. Lavvrence isyanın hikayesini tamamı ile “kendi” görüşlerinden doğma ölçülerle ele almakta ve bu iç savaşın sonuca varmadan sü rüp gideceğini ileri sürmektedir: “Aslında kendimize aşık olduğumuz için başkalannm sıkıntılarını yükleniyoruz. Yahut gelecekteki bir çıkarım ızı düşünüyoruz. Duygularımız ve kanıtlarımız üzerinde kendimizi aldatmadan bu konuda bir şeyler öğrenemeyiz. Bu manevî labirent’in karışık y ol larında hiçbir şey doğru dürüst ortaya çıkm ıyor... Anlaşılm az olayların zinciri birbirine ekleniyor ve her şey bir öncekini yalanlıyor.”<48) Bu iflas duygusuna Lavvrence az sonra yeni bir motif ekleye cek ve zaferini çalan “ihtiyarlardan” söz edecekti. Her şeyden önce bir beyaz uzman ve Doğu konusunda akıp gitmiş akademik ve halk hikmetleri ile dolu yılların mirasçısı olarak Lavvrence için önemli olan, yaşam biçimini Doğuluların şekillerine uydurabilme yetene ği idi. Daha sonra “Doğulu bir Peygamber” rolü oynayacak ve “Yeni Asya”da çağdaş bir harekete yön vermeye çalışacaktı. Ve bazı nedenlerden dolayı hareket başarısızlıkla sonuçlanınca (baş kalarının eline geçmiş, ihanete uğramış ve bağımsızlık hayalleri suya düşmüştü) Lawrence büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktı. Olayların kargaşalığı arasında kendisini yitirecek basit bir insan olmayan Lavvrence daha sonra tüm varlığını doğmakta olan yeni Asya’nın hizmetine adamıştı. Eschyle Asya’nın kayıplarını anlatırken, Nerval Doğu’yu dü şünerek üzüntülere kapılırken Lavvrence de matem içindeki Asya ile bütünleşiyor ve aynı zamanda gülünç bir üzüntü ile sübjektif duygularını açığa vuruyordu. Lawrence ve görüş açısı neticede —-ve bu sadece Low el Thomas ve Robert Graves’in sayesinde de ğildir— Doğu'daki kargaşalıkların sembolü oluyordu. Kısaca Lawrence okuyucu ile tarih arasında bilimsel gücüne dayanarak Doğu'nun sorumluluğunu üstlenmişti. Aslında Lawrence’in oku yucuya sunduğu tarafsız olmayan bir aracının araştırmalarıdır. Gücü kısa bir zaman için dahi olsa Doğu’da bulunmuş olmaktan kaynaklanmaktaydı. Dolayısı ile Arablann tarihi, isyanları ile ilgi li bütün bilgiler Lawrence’in gözü ile aktarılmıştır. Bu örnek içinde yazı stili Asya, Doğu veya Arab gibi sınırsız konularda egemenlik kuracak yeterli bir araç değildi. Tek bir ses ile tarih yapılması mümkün olmadığı gibi, Batılı bir beyaz için ister yazar, ister okuyucu olsun gerekli olan sadece Doğu’yu yaşayarak tanımaktı. Renan Samîler için imkânlar haritasını kültür, dil ve dü şünce çizgileri ile ortaya çıkarmıştı. Lavvrence bu haritaya alan grafiği ve Asya’da zamanı ekledi. (Aslında bu alana sahip çıkmış tı). Gayesi Asya’yı Avrupa’nın ellerine vermekti. Ancak bunu çok kısa bir zaman için düşünüyordu. Nihayet geriye kalan Batı’nın karşısında yabancılık çekmekten kendisini kurtaramayan bir Doğu ile aramızdaki ayrıcalık duygularıdır. Bu sonuç, aynı tarihlerde ya zılmış E.M. Forster’in “Hindistan Yolu” isimli romanında açıkça görülmektedir. Romanda Aziz ve Fielding neticeye ulaşamadan barışma denemelerinde bulunmaktadırlar: “Biri, diğerini sevgi ile kucaklayarak: “ Neden hemen dost olmu yoruz? dedi. Benim istediğim b u ... sizin de istediğiniz bu değil mi?” Ancak atlar böyle düşünmüyorlardı, bir hamlede birbirinden ayrıldılar. Toprak böyle düşünmüyordu, kayaları yolların üzerine dikerek atlıların dar geçitlerden tek tek geçmelerini istedi. Tapı naklar, su sarnıcı hapishane, saray, kuşlar, hayvan leşleri ve ge çerken gördükleri misafirhaneler, hiçbir şey böyle bir şey istemi yordu. Hepsi yüzbinlerce ses olm uş haykırıyordu: “Yok, hayır, henüz değil!” ve gökyüzü sesleniyordu: “Burada değil!”(49) Doğu bu stile ve bu sıkıştırılmış formüle her zaman kurban edi lecekti. Kötümser görünüşlerine rağmen bu cümlelerin arkasında olumlu bir siyasî mesaj vardır. Cromer ve Balfour’un iyi bildikleri gibi Batı'nın yüksek bilgi ve kuvveti Doğu ve Batı arasındaki ber zahı aşabilecek niteliktedir. Lavvrence’in görüşleri Fransa’da Ma- urice B a rre s ’in Une enquete aıucpays du Levant (Doğu Ülkele rinde Bir Gezi) isimli eseri ile 1914’te tamamlanmıştır. Kendisin den önceki pek çok eserde olduğu gibi tekelci bir görüşten hareket eden “Enguete” de yazar sadece Batı kültürünün kaynaklarını Do ğu’da aramakla yetinmemekte, aynı zamanda Nerval, Flaubert ve Lamartine’in Doğu gezilerini yeniden yayınlamaktadır. Bununla birlikte Barres için seyahatinin politik bir amacı vardı. Kuvvetli delillerin aracılığı ile Fransa’nın Doğu'daki yapıcı rolünü ispat et meye uğraşıyordu. Ancak Fransız uzmanlarla İngiliz uzmanları arasında bir ayrıcılık doğmuştu. Birinciler yerlilerle kurdukları gerçek ilişkilerden hareket etmekte, diğerleri ise manevî imkânları içeren bir alanda söz sarfetmekteydi. Barres için Fransız varlığının en iyi görülebileceği yer Fransız okullarıydı. İskenderiye'deki bir okul için şunları söylüyordu:" Doğulu bu küçük kızların Fransızca konuşarak Fransız vatanının şarkılarını ve fantezilerini böylesine canlı şekilde yaşatmalarını görmek ne kadar göz yaşartıcı.. Fran sa, İngiltere gibi gerçek kolonilere sahip olmasa dahi tamamı ile fu kara da değildi: “Burada, Fransa’nın çevresinde çok dinsel ve çok güçlü karakter taşıyan bir duygu var. Doğu’da bir maneviyatı temsil ediyoruz. Adalet ve ideal dağıtmak görevimizdir. İngiltere güçlüdür. Al manya ondan da güçlüdür, ama biz ruhlara sahibiz.” Jaures ile birlikte hay kırılan sözler... Gerçekten Avrupa'nın tanınmış bir siması olan Dr. Jaures “Asya'yı kendi öz kabahatları için aşılamak” gerektiğini söylüyor ve “Doğuluları Batılılaştırma yı” teklif ediyordu. Böylece Fransa ile saygın ortamda ilişki kura bileceklerdi. Bununla birlikte Barres’in görüşleri Doğu ile Batı arasındaki farkı projelerinde dahi koruyordu: “Çalışabileceğimiz elit entellektüel bir zümreyi nasıl mey dana getirebileceğiz? Kökünden koparılmamış, kendi ölçüleri içinde gelişmesini sürdüren, aile gelenekleri içinde yaşayan ve böylece bizim le yerli yığınlar arasında bağlaç çizgisi görevini yüklenebilecek Doğuluları nereden bulacağız? Bizim gelecekteki politikamızın tavsiye edilebilecek şeklini oluşturacak anlaşmalar ve bağlantılar arasındaki akrabalıkları nasıl kuracağız? Bu yabancı halkların arasında “Kendi ulusal kaderlerinin geleceği adına” bi zim zihin gücümüzle bir arada olm a zevkini uyandırmamız gerek i r .”(5°) Lawrence ve Hogarth’dan ( The W andering Scholar isimli eseri 1896 ile 1910 arasında Doğu ülkelerine yapılmış iki yolculu ğun romantizm ve sıcaklıktan yoksun hikâyesidir )(51) farklı olarak uzaklaşmış bir dünyadan söz açtığına göre Barres Doğu'yu kendi hayalleri ile tanımayı daha uygun bulmaktadır. Bu arada Batı ile Doğu arasında bağlayıcı unsur olarak düşündüğü “dizgin” Batı'nın Doğu üzerindeki tüm entellektüel baskılarının devamı için vazge çilmez bir araçtır. Barres olayları dalgaların, savaşların ve ruhsal maceraların arasından değil, fakat yumuşak olduğu kadar sarsıl maz bir kültürel emperyalizmin bakış açısından seyrediyordu. Lawrence’in örneğini verdiği İngiliz görüşü, Beyaz adam tarafın dan elinde tutulan ve yönetilen Doğu'ya ait büyük akımlar, Doğu halkları, kurumları ve siyasî hareketleri idi. Doğu “bizim” Doğumuzdu,Doğu'nun halkı “bizim” halkımızdı ve Doğu'da “biz” ege mendik. İngilizler herhalde elit tabaka ile halk yığınları arasında Fransızlara oranla daha az fark görüyorlardı. Fransızların düşün celeri ve politikaları her zaman azınlıkların üzerinde yoğunlaşıyor ve Fransa ile kolonilerdeki çocukları arasında dinî toplulukların oynadıkları rol ön planda gözüküyordu. Lavvrance, Gertrude Bell, Philby, Stors, Hogart gibi İngiliz ajan-oryantalistler I. Dünya Savaşından önce ve sonra uzman-serüvenci-atılgan (ondokuzuncu yüzyılda Lane, Burton, Hester Stanhope tarafından yaratıldığı gibi) rolünü üstlenmişler ve sö mürgelerde birer otorite olarak yerli hükümdarın yanında yeralmışlardı. Lawrence’in —Lawrence’in Haşimîlerle, Philby’nin ise Suudîlerin sarayı ile yakınlıkları meşhurdur— Doğu meseleleri et rafında İngiliz uzmanlarının doktrinleri sünnî inançlara ve hüküm darlık otoritesine dayanıyordu. Fransızlar ise iki savaş arasında şiî karşı fikirler ve derin kutsal bağlarla uğraştılar. Dolayısı ile bu dev renin iki büyük üniversite mensubunun bir araya gelişi sebepsiz değildi. Biri İngiliz, diğeri Fransız olan bu uzmanlar H. A. R. Gibb ve Louis Massignon’dur. Birincisi sünnî müslümanlıkla uğraşıyor, İkincisi ise bilimsel faaliyetinin orta yerine, İsa’ya yakın karakter taşıyan vetevhide bağlı bir Sufî olan Mansur el-Hallac’ı koyuyordu. Bu iki büyük or yantalistin üzerine ileride tekrar döneceğim. Bu bölümde bilginlerden çok politik ve imparatorluk ajanla rından söz edişimin nedeni Oryantalizm ve Doğu bilgeleri alanın da meydana gelen büyük değişmeyi gözler önüne serebilmektir. Zira bu sırada Oryantalizm üniversitelerin dışına çıkmış ve bir po litika aracı şekline girmişti. Lane, Silvestre de Sacy, Caussin de Perceval, Max Müller ve diğerlerinin yaptığı gibi oryantalist, ken disini gelenekleri ve kendi iç davranışları olan bir cins topluluğun üyesi saymaktan uzaklaşmıştı. Şimdi o artık sadece Batı kültürü nün temsilcisi idi. Eserinde iki hedef gözeten bir adamdı. Bir taraf tan Doğu'yu biliyor ve öğreniyor, diğer taraftan Doğu'ya en ince ayrıntılarına kadar yayılıyordu. Dış yüzeyde üstlendiği rol Batı ile Doğu'yu bir araya getirmekti. Ancak gerçek davranışlarında, aralıksız biçimde, Batı'nın tek nolojik üstünlüğünü, politik ve kültürel dehasını vurguluyordu. Böyle bir birleşim içinde tarih ortadan kalkmasa dahi herhalde zevksiz, ruhsuz bir görünüş kazanıyordu. İnsanların tarihini bir ge lişme akımı, bir edebî metnin ana teması, yahut zaman ve mekân içinde sistematik ve maddî çeşitli şekiller gösteren bir kuvvet ola rak görmek Batı esasçılığı ve idealistliğinin en üst noktasıdır. Or yantalist Doğu ve Batı'yı ayıran çizginin üzerinde yer alsa dahi, fi kirlerini sadece çok genel yargılarla açıklamakla yetinmemekte aynı zamanda Doğu veya Batı yaşantısının her noktasını birbirin den farklı görme eğilimi taşımaktadır. Onun coğrafî dünyası tam ortasından ikiye ayrılmıştır. Oryantalistin yazılarındaki bu eğilim ( Batı'nın bir adamı ola rak ) tanık ve gözlemci kişiliği arasında gözle görülecek kadar be lirgindir. D u n c a n M acd o n a ld ’ın (Gibb tarafından sözü edilen) The Religious Attitude and Life in İslam (İslâm’da davranışlar ve dinî hayat) (1909), başlığını taşıyan klasik eserinde bu durum açık ça görülmektedir: “Araplar kolaylıkla ikna edilecek kişiler olarak görünmezler. An cak pozitif, materyalist, soru soran, kendi özel batıl inançları ve gelenekleri ile dahi alay eden kişiler olarak tabiatüstü olayları an lamaya çalışırlar, bazen de çocukça bir şaşkınlığa düşerler.”(53) Bu cümleyi yöneten “görünmezler” fiili, burada Arapların kendi kendilerini ortaya serdiklerini ifade etmekte, (isteyerek veya değil) uzmanların yargısını gizlemektedir. Araplar için uygun gö rülen pekçok sıfat, taşıdığı bütün çelişkilerin içinde “Arapların” bir cins hafiflik içinde yaşadıklarını açıklamaya yöneliktir. Böyle ce çok geniş anlam taşıyan bir cümle kullanmış ve modem antro polojinin “Çocukça ilkellik” kavramına başvurulmuştur. Oryanta list Macdonald bu anlatımlarında bu tip tasvirler yapmak için Batı lının yeteri kadar bilimsel gücü bulunduğunu hissettirmeye çalış maktadır. Bilim adamının görevi görülmesi gerekli olanı “göster mektir”. Tüm özel tarih, Doğu ve Batı'nın birlikte ortaya koydukları hassas denge sınırından seyredilebilir. İnsan hayatmm karışık di namiği —benim hikâye-tarih adını verdiğim— ya konunun dışına çıkmakta yahut da çok geniş bir görüş halkası içinde Doğu yaşamı nın ayrıntıları sadece ve basit biçimde konunun Doğululuğu ve gözlemcinin Batılılığını anlatmaya yaramaktadır. Bütün bu görüş şekilleri bir anlamda Dante’yi hatırlatıyorsa ele aldığımız Doğu ile Dante’nin Doğusu arasında ne büyük ayınm bulunduğunu farketmek gerekecektir. Burada amaç sonuna kadar bilimsel kalabilmektir. Sözkonusu bilimin öncesi vardır. Ondoku zuncu yüzyıl Avrupa biliminin entellektüel ve İnsanî yönleri baş langıç sayılabilir. Ayrıca Doğu sadece bir harikalar dünyası veya bir düşman yahut egzotizmin bir dalı değildir. Ağır sonuçları olan politik bir gerçektir. Macdonald Batı'nın temsilcisi oluşunu Lawrence’den daha ileri biçimde bilimsel rolünden ayıramaz. Böylece İslâm konusunda Lawrence’i aşacak türde konunun “tarifi ile” üzerinde durduğu “kimliği”ni karıştırmaktadır. Bütün Doğulu Araplar, Batılı bilim adamının kendilerini gördüğü gibi olmak zo rundadırlar. Ayrıca Doğu ile karşılaşmasında Batılının düşündüğü yerde durmaya mecburdurlar. Lawrence gibi Forster’de bu sırada Doğu'yu kendi yalnızlıklarının çizgisi üzerinden görmektedir. Ay nı duygu Macdonald gibi bilginlerde ise oryantalist düşünce tarzı nın gücünü arttırıyor... Bu düşünce şekli kültür, politika ve aktüalite alanına sür’atle yayılmıştır. İki savaş arasında, Malraux’un romanları aracılığı ile kolayca görebileceğimiz gibi Doğu-Batı ilişkileri çok iteri boyut lara ulaşmış hatta düşündürücü şekiller almıştır. O günlerde Doğu luların siyasî bağımsızlık isteklerine ait işaretlere her yerde rastla nıyordu. Hiç kuşkusuz bu istekler müttefikler tarafından özellikle dağılan Osmanlı İmparatorluğu içinde kuvvetle destekleniyordu. Dolayısı ile Arap ayaklanması ve bu ayaklanmanın yarattığı so nuçların kısa devrede problem haline geleceği açıktı. Doğu şimdi bir başkaldırmanın içindeydi. Bu isyan sadece geniş anlamda Batı ya karşı değil, fakat onun temsil ettiği düşünce sistemine, bilgi hâ zinesine ve siyasal üstünlüğüne karşı idi. Doğu'da yüzyıllar boyu sürmüş Batı müdahalesi (ve Doğu'nun incelenmesi) kendisi de modernizm krizlerine tutulmuş bir Doğu'da Batı'nın durumunu çok nazik bir noktaya getiriyordu. Konuşulan konuların arasında “tam işgal” vardı... “Manda” rejimi altındaki topraklar vardı ve “Batılıların Doğu'daki rekabet yarışları” vardı... Ayrıca yerli elit tabakalarla Batıkların ilişkileri, yerli halk hareketleri, bağımsızlık ve “kendi kendini yönetme prensibi” gündemde idi. Batı ile Doğu arasındaki kültürel ilişkiler sözkonusu idi. Societe Asiatiquie’nin (Asya Demeği) 1928 ile 1935 yılları arasında başkanlığını yapmış, College de France’de Sanskrit hocası, S y lv ain Levi gibi büyük değer taşıyan bir bilgin dahi 1925’te Doğu-Batı meselesini ciddi şekilde düşünüyordu: “Görevimiz Doğu uygarlığım anlamaktır. Bir sempati gayreti için de ve akılcı ölçülerle yabancı uygarlıkların geçm işini ve yaşayan değerlerini anlamayı gerektiren hümanist problem, entellektüel planda bizim; Fransızların omuzlarına yüklenmiştir. A sy a ’daki büyük kolonilerimiz bizden bunu bekliyor... (Bir İngiliz de aynı duygulan dile getirebilirdi, zira konu tümü ile “Avrupalılar”ı ilgi lendiriyordu). Orada yaşayan halklar uzun bir geçm işin tarih, san’at ve din mirasını paylaşmaktadırlar. Bu miras tamamı ile yok olmamıştır ve ola ki devam edecek güçledir. Onların gelişm elerinin sorumlulu ğunu biz üstlendik. Bazen kendi fikirlerini dahi sormuyoruz, bazen de Kam boç’ta olduğu gibi varlıklarını korumamız için bizi çağı ranların yardımına koşuyoruz. Haklı veya haksız üstün bir uygarlı ğın temsilcileri olduğumuza inanıyoruz. Bu üstünlük inancı kendi mize olan güvenimizi arttırdığı gibi yerlilerin de bize inanmalarına yol açıyor. Onların bütün geleneklerini gözden geçirdik. Büyük bir iyimserlikle, onlar için iyi veya kötü yaptığımızı düşünmeden ken dilerini yüksek insanların düzeyine çıkarmayı amaç edindik. Zira insanlar arasında hiyerarşik düzen kolay anlaşılır bir olgu değildir. Bireylerin ‘mutluluk’ ölçüleri bazen farklılıklar gösterir. Genel anlamda Avrupa’nın girdiği her yerde yerli, mutluluğu nu araştırmada yeteri kadar ümitli değildir. Bu konu maddî planda olduğundan daha ileri ölçülerde m anevî planda gerileme eğilimi göstermektedir. Sosyal hayatın değerlerini yeniden düzenlemeyi akıl eden her fert, binasını yükseltmek istediği kaidenin kartondan yapılmış olduğunu görerek üzüntülere kapılıyor. Bu ümitsizlik Doğu'da, baştan sona bir uçurum yaratmıştır. Bu uçurum kin dalgaları şekline dönüşmek için hazırlığa girişmekte dir ve herhalde kin dalgaları da daha sonra hareket saatinin çalacağı anı gözleyecektir. Eğer Avrupa ya tembellik yahut da anlayışsız lıkla, sadece çıkar duygularının olaylara yön vermeye yetm eyece ğini anlamayacak olursa ‘Asya dramının kriz şekline dönüşmesini’ kimse önleyemeyecektir. İşte bu noktada, hayatın bir parçası ve politikanın bir aracı olan bilime büyük iş düşmektedir. Bilim şu sırada yerli uygarlığa ve en içten düşüncelerine varıncaya kadar yerli hayatın içine girmek zo rundadır. B öylece bilim , yerlileri Avrupa ilişkilerinin anlamsız tehditleri ile nefes alamaz hale getirmek yerine onların yaşamına yön veren temel değerleri ve sürekli faktörleri bulup çıkarabilmelidir. Biz bu uygarlığı yerli pazarlara diğer ticaret mallarımız gibi sunmak zorundayız. Onu gerçekten isteyenler için değerlendirme yi başarmalıyız. Sürprizleri beklemeyelim. Bırakalım yerliler ken di zevklerini, kendi zamanlarını ve kendilerine uygun olan şeyi kendileri seçsinler. Bu ince seçimi seyrederken onların gözlerini kamaştırmayı bir kenara bırakıp kendilerini taktikle yönetelim. Kafalarımızı zorla yarak gerçekten değer taşıyan yerli geleneklerin arasında hangile rinin onun için kurtarılmaya değer olduğunu kendimiz düşünelim ve yerlinin bu geleneği bizim geleneklerim izle birleştirmeyi arzu etmesini bekleyelim .’V3) Silvain Levi oryantalizm ile.politikayı bir araya getirmekte güçlük çekmemektedir. Zira Batı'nın Doğu üzerindeki uzun (daha çok uzatılmış...) müdahalesi sadece sonuçları ile bilime veya etki leri ile zavallı yerlinin durumuna bağlanabilir. Ancak Batılı için amaç geleceği kurtarmaktır. Tüm açık hümanist düşüncelerine, başkaları için beslediği tüm iyiniyet duygularına rağmen Silvain Levi aynı tehlikeli şekilde dar bir deyim kullanmaktadır. Doğulu ların dünya yüzünde yüksek bir uygarlığın getirdiği tehükeleri farkettiklerini hayal etmekte, fakat olumlu bir hürriyet duygusu, haklı bir bağımsızlık isteği ve kendi değerlerine özge ileri bir kültürel ör gütlenme fikri yerine, ruhsal bir boşluğun ve kıskançlığın etkisi al tında yola çıktıklarını ileri sürmektedir. Hiç kuşkusuz Silvain Levi eserinde konuya karşı gerçek bir bilimsel dikkat harcamıştır. Doğu etüdleri ile uğraşan kişiler için bu eser önemli bir kaynaktır. Ancak Silvain Levi’nin öğretim yılları daima genel politik kavramların içinde geçmiştir. Şu cümle bu olayın kanıtıdır: “Asya dramının kriz şekline dönüşmesini kimse önleyemeye cektir. ..” Asya ızdırap çekmektedir. Ancak bu ızdırap Avrupa’yı tehdit ediyor: Klasik antik devirlerden beri Asya ve Avrupa arasın da hiç değişmeden duran sınır, ezelî ve ebedî görevini yerine geti riyor. Modern oryantalistlerin içinde en güçlü pazulara sahip Sil vain Levi’nin sözleri yankılar uyandırmakta, fakat bu yankı kültür hümanistleri çevresinde yeterince çınlamamaktadır. Örneğin 1925 yılında Cahiers du mois (Ayın defteri) isimli Fransız dergisi, ay dınlar dünyasının en saygıdeğer kişileri arasında bir anket yürüt müştü. Fikirlerine başvurulan kişiler arasında Sylvain Levi, Emile Senart gibi oryantalistler, Andre Gide, P au l V alery ve Edmond Jaloux gibi yazarlar vardı. Sorular Doğu-Batı ilişkilerini kapsa makta, hatta az veya çok tahrik edici bir utanmazlık taşımaktadır. Bu durum Avrupa’nın o sırada içinde yaşadığı kültürel iklimi açığa çıkardığı gibi aynı, zamanda oryantalizmin yaydığı fikirler gibi dü şünce şekillerinin kabul edilen hangi düzeye yükselmiş olduğunu göstermektedir: (1) Batı ve Doğu'nun hiçbir zaman birbirinin içine giremeye ceğini, birbirini anlayamayacağını düşünüyor musunuz? Yahut Maeterlinck’in dediği gibi “İnsan kafasında bir Batı hücresi bir de Doğu hücresi vardır; bunlar daima birbirlerinin işlerine engel olurlar” şeklinde mi düşünüyorsunuz? (3) Henri Massis gibi Doğu'nun bu tesirinin Fransız düşünce ve san’atı için ciddî bir felâket olduğunu ve onunla derhal savaşa girilmesi gerektiğine inanıyor musunuz? (5) Size göre Batı'nın Doğu'dan üstün olan değerleri nelerdir? Bu sorulara verilen cevaplar arasında V alery’nin sözleri ben ce tekrarlanmaya lâyıktır. Ortaya koyduğu kanıtlar net ve açıktır. En az yirminci yüzyılın başında yer alan uygulamalardan edinilmiş gözlemlere dayanmaktadır: “Kültür alanında, ‘şu sırada’ Doğu etkisinden fazla kuşkuya ka pılmamız gerektiğine inanmıyorum. O bizim için yabancı değildir. Tüm san’at ve bilgilerimizin başlangıcını Doğu'ya borçluyuz. D o ğu'dan gelecek herşeye kapılarımız açıkır, ancak yeni birşey gele ceğinden ümitli değilim. Bu şüphe Avrupa’nın çağdaş gücüne da yanmaktadır. Zaten bu gibi soruların ana maddesi ‘hazım ’dır. Avrupa’nın yüz yıllar boyu üzerinde durduğu konu da budur. Bizi biz yapan değer lerdeki bu yüce seçim hakkını, evrensel anlayış ve değişm e gücü nü, sonuna kadar korumak asil görevimizdir. Yunanlılar ve Roma lılar A sya’nın devleri ile nasıl boğuştuklarını bize gösterdiler. Bu deneylere akıl erdirebilirsek bazı sonuçlar çıkarabiliriz. Akdeniz havzası bana kapalı bir çanak gibi görünüyor, geniş Doğu'nun as İl her zaman gelip bu çanağın içine doluyor.. ,”(54) Eğer Avrupa kültürü herhangi bir yolla Doğu'yu hazmetmiş ise Valery bu sonucu ortaya koyan özel etkenler içinde oryantalizmin yerini herhalde keşfetmiş olmalıdır. Wilson’un ulusal “Otodeterminasyon” prensipleri içinde Valery, Doğu'nun yarattığı tehlike konusunda yapılan analize güven duymuştur. Avrupa için “seçe nek gücü öncelikle Doğu'yu Avrupa biliminin kaynağı olarak tanı mak, daha sonra onu geçerliliğini yitirmiş bir dünya olarak görme ye dayanmaktadır. Bu şekilde Balfour Filistin yerli halkının kendi ülkelerinde oturmaya hakları olduğunu ancak bu hakkı korumak için gereği kadar yetenek sahibi olmadıklarını düşünebilecektir. Yediyüz bin Arab’ın basit arzularının, Avrupa kolonyalizmine da yalı bir hareketin kaderi karşısında fazla bir değer taşımadığını ifa de ediyor Balfour.(55) John Buchan ise 1922’de Asya’nın ani bir “erozyon” ile “bi zim” uygarlığımızı çok tatsız şekilde sona erdirebileceğini yazı yor: “Toprak birbirine uymayan, dağınık kafalar yüzünden kaynıyor. Hiç Çin’de ne olduğunu düşündünüz mü? Orada milyonlarca can lı beyin sizi kandıracak oyuncaklar imâl etmek için hazır bekli yor. .. Bir yönetime bağlı değillerdir. Hiç bir iktidar onları yönet miyor. D olayısı ile bütün çabalar faydasızdır. Dünya Çin’e gülü yor.”(56) Fakat Çin örgütlenmektedir -daha sonra başaracağı gibi-. Ar tık alay konusu olmaktan çıkacağı günler yakındır. Avrupa içi şim di gerekli olan, Valery’nin deyimi ile “güçlü bir makina”(57) olarak kalabilmektir. Zira Doğu dış dünyada ne varsa içme alarak eritme ye, onları kendi adına değerlendirmeye, entellektüel ve maddî alanda kullanmaya ve örgütlenmenin seçenlere dayanan bir yolu na girmeye karar vermiştir. Ancak bütün bunlar görüşün açıklığına ve analiz gücüne dayanmaktadır. En azından Doğu'nun birgün askerî, maddî ve manevî alanlarda Batı'yı aşabileceğini düşünmek lâzımdır. Büyük sömürgeci imparatorluklar, büyük baskı sistem leri bu vazgeçilmez sonucu izleyebilmek için hazır olmalıdırlar. George Orvvell’in 1939’da Marakeş’te gördüğü sömürge insan ları artık Afrika, Asya kıt’aları ve Doğu'nun en alt düzeyde varlık ları olarak görülmekten bıkmışlardır: “Buna benzer büyük bir şehirde dolaştığınız sırada ikiyüzbin insa nın arasında en az yirmibin kişinin vücutlarını örtebilmek için ge nişçe bir bez parçasından başka hiçbir şeye sahip olmadığını göre ceksiniz. İnsanların nasıl yaşadıklarını yahut nasıl kolayca öldük lerini farkettiğiniz zaman insan neslinin yaşadığı bir toplumun or tasında bulunduğunuza inanmayacaksınız. Aslında bütün sömür geci imparatorluklar bu esasların üzerinde kurulmuştur. Orada in sanların tenleri esmerdir. Yeteri kadar esmerdir. Ancak etleri aca ba sizin etlerinize benziyor mu? Yahut onlar sadece değişiklik göstermeyen bir cins kara madde midir?.. Yoksa arı gibi balı y e nen, mercan gibi boyna takılan faydalı araç mıdır? Topraktan çıkı yorlar, açlık, ve pis kokular içinde birkaç yıl sürünüyorlar, sonra hep birlikte mezarlıklara uzanıp yatıyorlar. Ölüp gittiklerini kimse farketmiyor. A z sonra kabirleri dahi topraklara karışarak kaybolu y o r... ”,ÎS) Avrupalı okuyuculara, (Pierre Loti, Marmaduke Pickthall vs. g ib i) sıradan yazarların egzotik romanlarında geçen Doğulu kah ramanlar dışında Avrupalı olmayan dünyanın insanları tamamı ile Onvell’in çizdiği bu görünüşe sahiptir. Bu yaratık ya gülünç bir in sandır yahut Doğulu adı ile andan geniş bir kavram içinde bir atom dur. Oryantalizm genelleme gücü ile bu mücerret tipi, onu taşıdığı varsayılan değerlerle, fikirler ve hayatın içindeki yeri ile bir uygar lık temsilcisi olarak tanıtmayı başarmıştır. Oryantalistler onu “Doğu'da” keşfetmişler ve kültürel geçer akça haline getirmişlerdi. Raymond Schvab 1934’te Anquetil Duperron’un hakkındaki mükemmel biyografisini neşretmiş ve oryantalizmi kültürel düze ye çıkaran çalışmalarını bu esere dahil etmişti. Schwab, kitabında Doğu ile Batı konularını Valery gibi ikinci el olarak düşünen tüm arkadaşlarına, san’atçılara ve aydınlara karşı çıkıyordu. Denebilir ki, diğerlerinin arasında Pound, Eliot, Yeats, Arthur Valey, Fenollosa, Claudel, (Doğu bilgisi ile) Victor Segalen gibi yazarlar birkaç nesil önce Max Müller’in dediği gibi Doğu'nun “hikmet felsefesi”ni unutmuşlardı. Kültür dünyası Doğu'yu ve özellikle İslâm’ı, Doğu konusundaki bilimsel çalışmaların ağırlığı altında daima bu çekingenlik duyguları ile ele almıştı. Sözkonusu durumun en iyi örneğini 1924 yılında Şikago Üniversitesi’nde “Doğu ve Batı” konusunda verdiği bir seri konferans la, ünlü Avrupalı gazeteci Valentine Chirol ortaya koymuştu. Chirol uzun yıllar süren Doğu tecrübesi ile kültürlü Amerikalılara Doğu'nun zannettikleri kadar uzak olmadığını göstermek istiyor du. Düşüncelerinin hareket çizgisi basitti: Doğu ve Batı değişmez biçimde birbirlerinin karşısında yer al mışlardı. Ve Doğu — özellikle Müslümanlık— dünyanın “en derin duygularından sorumlu”, “yeryüzünün en büyük güçlerinden bi re y d i/59'Bana öyle geliyor ki, Chirol’un düzenlediği altı konferan sın başlıkları, taşıdığı genel fikirlerin ana şemasını ortaya çıkar maktadır; sözkonusu başlıklar şöyledir: “Eski savaş alanları”, “Osmanlı İmparatorluğunun dağılışı ve Mısır”, “Himaye ve man da rejimleri”, “Yeni bir faktör: Bolşevizm” ve “Bazı genel sonuç lar”. Chirol’un sesini duyurabildiği kadar geniş bir topluma açıkla dığı bu fikirlere Elie F au re’un düşüncelerini ekleyebiliriz. Faure ileri sürdüğü görüşlerinde Chirol gibi tarihe, kültür konusundaki özel bilgilerine ve beyaz Batıcılıkla, renkli Doğuculuk arasındaki derin farka dayanıyordu. “Doğu uygunsuzluğunun devamlı cina yetleri” gibi birbirini tutmaz fikirleri yayıyor, “onlar”, “bizim” gibi barış duygusunu tanımıyorlar, diyor ve Doğuluların tembel olduk larını durmaksızın tekrarlıyordu. Ona göre “Doğu’da vatan dene cek bir yer, tarih ve ulus” yoktu. “Doğu temelinden mistikti” vş. Faure için, Doğu rasyonel olmayı öğrenmeden ,bilim ve pozitif gö rüşlerin tekniğini uygulama alanına koymadan önce "Batı ile ara sında bir beraberliği" sözkonusu edemezdi/601 Fernand Baldensperger “Aydın Doğu ile Aydın Batı nerde karşılaşıyor” isimli denemesinde Batı-Doğu konusunu çok daha yumuşak ve çok daha bilimsel olarak ortaya koymaktadır. Ancak o da şunları söylüyor: “Anlaşıldığına göre fikirlere karşı ilgisizlik, duyarlılık alanında düşüncenin getirdiği disipline yan çizme, önemli konularda rasyo nel yorum ve tesbit eksikliği Doğu aydınlarının zihinlerinde henüz boşluklar yaratıyor.. ,”(6I) Avrupa kültürünün en derin noktalarından çıkarılmış,bu kül tür ve bu ortak yerler adına gerçekten konuşmaya yetkili yazarlar tarafından ileri sürülmüş, tamamı ile “kabul edilmiş” fikirler kay nağına dayalı bu düşünceler sadece bölgesel şovenizmin basit bir gösterisi sayılamaz. Hayır, özellikle Faure ve Baldensperger’in di ğer eserlerini tanıyan kişiler için bütün bunlar daha da tutarsızdır. Ve çelişkilidir. Her iki yazarın düşüncelerinin arkasında yatan eği lim, Oryantalizm gibi profesyonel ve titiz bir ilmi tersine çevir mektir. Bu ilim ondokuzuncu yüzyıl kültürü içinde insanlığın bir kısmım Avrupa için yeniden ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Yirmici yüzyılda ise aynı ilim bir politika aracı olduğu gibi aynı zaman da, çok daha önemli ölçülerde Avrupa’nın Doğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yorumlama kuralı olmuştu. Bu kitapta daha önce sözünü ettiğim nedenler dolayısı ile modem Oryantalizm, Avru pa'nın îslâm karşısında duyduğu büyük korku ve çekingenliği yan sıtmaktadır. Bu korku diğer yandan Avrupa’nın iki savaş arasında uğradığı politik başarısızlıkların ürünüdür. Şunu söylemek istiyo rum: Filolojinin masum bir uzmanlık dalı olan bir bilim, politik ha reketleri yönetecek bir disiplin, sömürgelerin idaresinde kullanıla cak bir yöntem, Beyaz adamın uygarlık taşıyıcı zorlu rolünü ortaya serecek bir hitabet sanatı şekline dönmüştür. Bu gelişim liberal ol duğunu iddia eden; çok yönlülük, açık fikirlilik ve katolik inançlar taşıyıcılık türünden gürültülü gösterilerle ilân edilen değerlerin üzerine titrediğini ileri süren bir kültürün iç yapısında meydana gelmiş bir büyümedir. Aslında liberal’in aksine bir takım işler ol muştur. Doktrin katılaşmıştır; “bilim” tarafından tarif edilen “ger çekler” değişmiştir. Eğer bu “gerçekler” benim daha önce işaret et tiğim Doğu'nun değişmeden Doğulu kalacağma karar vermişse o halde “liberalizm” baskı ve önyargı rejiminin yeni bir göstergesin den başka bir şey değildir, olmayacaktır. Kültürün içinde bu karşı-liberalizmin nereye kadar gidebilece ği henüz anlaşılmamıştır. Bununla birlikte bazen dikkatleri böyle bir yöne çevirmek için gerek duyulmuştur. I.A. R ichards’ın “M encius on the M in d ’ (1932) başlığını taşıyan kitabında bu gö rüşün bir örneğine rastlanmaktadır. Aşağıda okuyacağınız satırlar da “Çinli” kelimesini rahatlıkla “Doğulu” ile değiştirebiliriz: “Çin hakkında bilinen şeylerin Batı'daki yankıları ele alınacak olursa M. Etienne Gilson gibi cahilliği yahut hafifliği ileri sürülem iyecek bir yazar için kişi şaşkınlığa düşecektir, zira bu yazar The Philosophy o f St. Thomas Aquinus isim li kitabının ön sö zünde Thomasçı felsefe “İnsan geleneğinin tamamını kabul eder ve bir araya getirir” deyimini kullanmaktadır. Böylece biz daima dünyanın tamamını Batı zannetmekteyiz. Ancak geniş görüşlü bir gözlem ci acaba birgün bize bu bölgeci görüşün tehlikeli olduğunu söylem eyecek mi? B iz sıkıntılara düşm eyeceğim izden henüz emin olm adığım ız için Avrupa’da yeteri kadar mutlu olam ıyoruz.”<«> Richards kitabmda “çeşitli tarifler” adını verdiği sistemin uy gulanmasını teklif etmekte ve çokyönlülüğün otantik bir şeklinin bulunarak “tarifler sisteminin” bununla yıkılması gerektiğini ileri sürmektedir. Gilson’un bölgeciliğine karşı giriştiği saldırıyı kabul etsek ve ya etmesek dahi Richards’ın görüşlerine boyun eğmek zorunda yız: Tarihsel açıdan Oryantalizmin bölümlerinden birini teşkil et tiği liberal hümanizm gerçek bir anlayışa giden yolun açılmasını “geciktirmektedir.” Oryantalizmde “yeni yolun açılması” daha çok teknik konuları içine almakta ve bundan sonraki bölümün ana hatlarını teşkil etmektedir. Tam gelişme içindeki modern İngiliz-Fransız Oryantalizmi Doğu'nun bazı bölgeleri ve çeşitli yaşama şekilleri üzerinde bilgileri olan kişileri günümüzde “Kültürel alanlar” (Area studies) uzmanları olarak görmeyi huy edindik, ikinci Dünya Savaşına yaklaşan günlerde oryantalist, tabiatı ile büyük bir uzmanlığa sa hip genelci bir bilgin olarak görülüyordu. Bu kişi toparlayıcı açık lamalar yapmak için ileri derecede yetenekli idi. Bununla şunu söylemek istiyorum ki oryantalist pek fazla karışık sahalara girme den, örneğin Arab grameri yahut Hint dini hakkında bir formül or taya koyacak olsa dahi bu hareket Doğu hakkında, hatta bölgenin bütünü üzerinde bir şeyler söylemişçesine yoruma uğruyordu. Böylece Doğu malzemesinin herhangi bir elemanı üzerinde yürü tülecek bütün çalışmalar, aynı zamanda bu malzemenin derin “Do ğulu” anlamını da özetlemiş sayılıyordu. Ve genellikle Doğu'nun köklü bir organik bağ taşıdığına inanıldığına göre meşgul olduğu maddî delillerin neticede Doğuluların dünyasını, karakterini, dü şünce biçimini, güzellik anlayışını ölçmeye yarar, bulunmaz kri terler olduğunu düşünmek oryantalist bilgin için çok doğru bir ha reket oluyordu. Bu kitabın ilk iki bölümünde Oryantalist düşüncenin eski tari hini ortaya koyacak deliller üzerinde durdum. Burada ilgilendiğim Oryantalizmin yakın tarihi ise Birinci Dünya Savaşından az önce ve onu izleyen savaş sırasında ortaya konmuş delillerle meşgul ol mayı gerektirmektedir. Çok önceki çağlarda olduğu gibi özel konu ne olursa olsun, hakkında konuşmak için hangi stil ve teknik seçi lirse seçilsin her ikisinin içinde Doğulu daima Doğuludur. Her iki devir arasındaki fark Doğu'nun özünü Doğululaştırmak için or yantalistin kendisine tanıdığı “hak”ın daha da gelişmiş olduğudur. Bu konunun mükemmel bir delili savaş-öncesini ilgilendiren Snouck Hurgronje’nin (1899) bir yazısında göze çarpıyor. Bu satırlar Eduard Sachau’nun M uham m edanisches Recht isimli eserinden alınmıştır: "Uygulanmakta olan hukuk ülkenin geleneklerine ve yöneticile rin seçme gücüne büyük ölçüde katkıda bulunacaktır. Müslüman aydın yaşamın bu alanında önemli aşamalar da gösterecektir. Bu yüzden hukuk bizim için daima önemli bir etüt konusu olmuştur. V e olmaya devam etmektedir. Bu önem sadece hukuk tarihi, uy garlık ve dine bağlı sebeplerle değil fakat pratik nedenlere dayalı dır. Biz AvrupalIlar için İslâm’ın entellektüel hayatı, dinsel kural ları ve arka planda yer alan değerlerini tanımak son derecede önemlidir. Avrupa'nın Müslümanlarla olan ilişkileri sıklaşmakta dır. Pek çok Müslüman devlet Avrupa’nın egem enliği altına düş müş ve düşmeye devam etmektedir.”*63* Snouck Hurgronje “İslâm hukuku” gibi oldukça soyut bir ko nunun dahi bazen tarih ve toplumdan etkileneceğini kabul etmek te, ancak onun entellektüel alanda Batı’ya sağlayacağı fayda daha çok ilgisini çekmektedir. Zira ana hatları ile “İslâm hukuku” Doğu ve Batı arasındaki farkı çok kaba biçimde ortaya koymaktadır. Hurgronje için Doğu ve Batı arasındaki ayırım ne tam akademik ne de tam halka dayalıdır, fakat çok başka birşeydir: İki dünya arasın daki konu tarihî güç ilişkileridir. Doğu hakkında Batı'nın elde etti ği bilgiler ya Avrupa’nın Asya üzerindeki egemenliğinin dayandı ğı farklı noktaları (Bu deyimin ondokuzuncu yüzyıla kadar uzanan saygıdeğer cedleri vardır) gün ışığına çıkarmakta yahud da bunları icad ederek vurgulamaktadır. Doğu'yu bütünü ile tanımak gerekli dir. Size emanet edildiği için tanımak gerektir. Ve bütün bu ilişki ler Batılı olduğunuz için gereklidir... Snouck Hurgronje’nin fikirleri ile hemen hemen aynı doğrul tuda bir başka görüş 1931’de Gibb tarafından The Legacy o f îslâm da çıkan Litterature (Edebiyat) isimli makalenin son pa ragrafında yer almaktadır: "Rastgele seçilmiş bu üç karşılaşma anından sonra Alman roman tikleri gözlerini yeniden Doğu'ya çevirerek Avrupa şiirinin içine girmesi için Doğu şiirinin gerçek mirasına varan yolları açmaya çalıştılar. Ancak ondukuzuncu yüzyıl yeni güçlülük ve üstünlük duygulan ile anlaşıldığına göre kapıyı onların yüzlerine kapadı. Bugün, başka yönlerde değişiklik izlerine rastlanmaktadır. Bazı kişiler Doğu edebiyatını kendileri için yeniden incelem eye başla mışlardır. Doğu hakkında yeni bir anlayış dalgası doğmak üzere dir. Bu anlayış yayılarak, D oğu,insanlığın yaşam tablosu içinde yasal yerini alacak olursa, Doğu edebiyatı bir kere daha tarihî gö revini yerine getirecek ve yeryüzünün bize ait kısmında edebiyat, düşünce ve tarih olarak ne varsa hepsini kısıtlayan, dar ve öldürü cü baskılardan kurtulmak için bizlere yardımcı olacaktır."(64) Gibb’in sözleri arasında yer alan “Kendileri için” sözcüğü A v rupa'nın Doğu üzerindeki egemenliğini açıklamaya çalışan Snouc Hurgronje’nin mantık zincirine temelden terstir. Bununla birlikte bu fikirlerde değişmeyen gerçek her an gündeme gelmekte ve “Ba tı” Batı olarak kalmakta, “Doğu” Doğululuğuna devam etmekte dir. Ancak bu kavramların birbirlerine faydası vardır. Gibb Doğu edebiyatının Batı edebiyatı üzerindeki etkisinin Brunetiere’in de diği gibi “Ulus için bir utanç” olmadığını göstermek istemiştir. Tam tersine Gibb Avrupa etnikmerkezciliğinin sınırında Doğu ile bir cins hümanist karşılaşmanın mümkün olabileceğini düşünmüş tür. Gibb eserinde önce Goethe’nin “ Weltliteratuır fikrini ele al mıştır. Bununla beraber Doğu ve Batı arasında hümanist bir yol bulmak için yaptığı çağrı savaş sonrası Avrupasında gelişen yeni politik ve kültürel ihtiyaçlara cevaptır. Avrupa’nın Asya üzerinde ki egemenliği sona ermiş değil fakat evrim geçirmiştir. Örneğin Mısır’da İngilizlere karşı yerlilerin düşünceleri gittikçe daha fazla katılaşmış ve masum bağımsızlık istekleri siyasî havayı gittikçe daha gergin bir duruma sokmuştur. Zağlul, Waft partisi'65’gibi so ğuk terler döktüren isimlerle dolu o yıllar İngilizler için devamlı kargaşalık devirleridir. 1925’ten beri devam eden dünya krizi ayrı ca bunun üzerine eklenmiş ve Gibb’in yazılarına yansıyan duygu sal tansiyon meydana gelmiştir. Ancak olayın içindeki kültürel mesaj herşeyin üzerindedir. Doğu ile ilgileniyor musunuz? demek aslında Batılı okuyuculara o sırada Avrupa'nın dar düşünce, baskı cı uzmanlık ve sınırlandırılmış görüşlerle sürdürdüğü savaşta Do ğu'nun ona yardımcı olacağını hatırlatmaktı. Snouck Huıgronje’den Gibb’e, alan oldukça değişmişti. O sı rada artık kimse Avrupa’nın üstünlüğünü tartışmasız kabul etmi yordu. Batı’nın önderliği tabiat kuralı olmaktan çıkmıştı. Doğu nun, Batı’dan gelecek ışığa ihtiyacı olduğu yavaş yavaş unutulu yordu. İki savaş arasında önemli olan, bölgesellik duygularını ve yabancı düşmanlığını aşan bir kültürel iç yakınlaşma idi. Gibb’e göre Bat'ının Doğu'ya ihtiyacı vardı. Onu inceleyecek ve yardımını sağlayacaktı. Zira o sırada Batı kısır uzman kafasından sıyrılmaya çaba harcıyor, katı ırkmerkezciiik görüşlerinin yarattığı kargaşalı ğı dindirmeye çalışıyordu. Bu çaba içinde Doğu Batı’ya elini uza tacak ve kültür araştırmaları sırasında gerçekten önemli olan nok taları yakalamasına yardım edecekti. Kültürel bilinçlenme alanın da yeni doğan bu diyalektik ortam içinde eğer Doğu Batı’nın ortağı olarak yerini alacak olursa bunun nedeni her şeyden önce artık bir tehlike sayılmadığı noktasında toplanmaktadır. İkinci olarak Batı bir kültürel kriz çağma girmişti. Bu krizin sebeblerinden biri dün yanın geri kalan kısmı üzerinde Batı’nın azalan egemenlik gücüy dü. Massignon ve Gibb gibi büyük isimler tarafından temsil edilen iki savaş arası Oryantalist dünyanın bilimsel ürünleri arasında böy lece müşterek elemanlar ortaya çıkmaktadır. Bu çağın hümanist bilim eserlerinin en ileri özelliği budur. Yukarıda sözünü ettiğim toptancı davranış yerini saf Batılı İnsanî bilimler tarafından girişil miş oryantalist denemelere bırakmıştır. Bu noktada amaç kültürü bir “bütün” olarak ele almak, anti-pozitivist görüşlere değer ver mek, sezgi ve sempati ile yola çıkmaktı. Hem oryantalist hem de oryantalist olmayan bilim adamı Batı'nın bir krizin içinden geçtiği ni anlamıştı. Bu kriz içinde Avrupa barbarlık, kısır teknik çıkarlar, ahlak çöküntüsü ve milliyetçilik feryatlarının saldırısı altında bu lunuyordu. Bu sırada özel metinler aracılığı ile bir devrin tamamı nın incelenmesi dolayısı ile bir kültürün anlaşılması öngörülmüş, bu konuda Massignon ve Gibb gibi büyük Oryantalistlere olduğu kadar Wilhelm Dilthey gibi Batılı hümanistlere de baş vurulmuş tur. Curtius, Vossler, Auerbach, Spitzer, Guııdolf ve Hofmannsthal’ın eserlerinde"'6’ görüldüğü gibi filolojiye hayat verme projesi si, Massignon’un oldukça teknik oryantalist filolojiyi ilgilendiren Le Lexicon Mystique (Mistik sözlük) admı verdiği İslâm inançları sözlüğü üzerindeki çalışmaları ile oldukça teknik Doğu Oryanta list filolojisi güç kazanmıştır. Ancak Oryantalizm tarihinin bu devresi ile aynı çağda Avrupada yaşayan rnsanın bilim dünyası arasında enteresan bir beraberlik vardı. Avrupa insanı belki ilk defa teknik bir üstünlüğün korkutucu etkileri altına girmiştir. Tehlike Avrupa’da faşizmin ilerlemesi ile ortaya çıkmıştı. Sözkonusu korkutucu etkiler iki savaş arasında pek çok kimseyi meşgul etmiş ve İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar devam etmiştir. Erich Auerbach’ın muazzam eseri M im esiste ve Philolog da,<67) son metodolojik düşünceler bahsinde sözü geçen konuda çok göz alıcı bilimsel açıklamaları vardır. Yazar, Mimesis i Türkiye’de sürgün hayatı yaşadığı günlerde yazdığını belirtmekte ve Batı kültürünün gelişmesini son anlarda izleyebil diğini açıklamaktadır. Halbuki bu kültür birleştirici ve uygarlık ta şıyıcı rolüne o sırada hâlâ devam etmekteydi. Dolayısı ile Auerbach özel metinlerin analizine dayanan genel bir eser yazmayı ken disine görev saymıştır. Bu eserde tüm değişikliği, zenginliği ve do ğurganlığı ile Batı edebiyatının sırlarını ortaya koyacaktı. Amacı Batı kültürünün bir sentezini yapmaktı. Bu sentez içinde fikir, ha reket ile aynı değeri taşıyacaktı. Auerbach bu harekete “Geç gelen burjuva hümanizmi”'68’ adını takmıştır. Böylece gizli bir ayrıntı dünya tarihinin güçlü sembollerinden biri halini alıyordu. Auerbach için önemli olan hümanizm geleneğinin kendisine ait olmayan bir ulusal edebiyat veya kültüre kısa zamanda uyması idi. (Bu ilke kolaylıkla Oryantalizme tatbik edilebilirdi.) Curtis, Auerbach’m önünde önemli bir örnekti. Bu yazarın dahiyane üreti mi bir Almanın da diğer edebiyat türlerine uyabileceğini gösteri yordu. Auerbach’ın fikirlerini noktalarken Hugues de Saint-Victor’un D idascalion isimli eserinden söz edişi sebepsiz değildi. Saint-Victor: “Kendi ülkesini cana yakın bulan adam henüz işin başlangıcın dadır. Tüm yeryüzünü doğduğu ülke gibi gören insan ise fazla ileri dir. Ancak düzgün insan odur ki dünyanın tamamı onun için yaban cı bir ülkedir. ”(69) Kişi kültürel vatanından uzaklaşma yeteneğine sahip olduğu kadar onu yargılama gücüne kavuşmaktadır. Böyle ce dünyanın tamamını görebilmek için kişi yeteri kadar zihin kud retine ulaşmakta, her kültüre eşit şans tanımaktadır. Kendi kültürü yanında diğer kültürleri de yargılama düzeyine erişen insan ise yüksek insandır. İnsanî bilimsel tarafından “tiplerin” bir taraftan analitik olay, diğer yandan çevrede yer alan eşyalar olarak yeni bir ışık altında ele alınışı metodoloji açısından değersiz değildi. Weber, Durkheim, Lukâcs, Mannheim ve bilinen diğer sosyologlarda ve ondoku zuncu yüzyıl başı düşünürlerinde göze çarpan “Tiplerin” tarihi pek çok defa inceleme konusu olmuştur.170' Bu arada öyle sanıyorum ki Weber’in Protestanlığı, Yahudiliği ve Budizmi incelediği sırada oryantalistlerin keşfederek açıkladığa kavuşturduğu topraklara kadar ulaştığı kimsenin dikkatini çekmemiştir. Weber tüm ondo kuzuncu yüzyıl yazarlarının Doğu ve Batı arasında ekonomik (ta biatı ile aym zamanda dinî) düşünce farklarının bulunduğuna inan dıklarını görmüştü. İslâmî hiçbir zaman ciddi olarak incelemiş ol mamasına rağmen Weber, İslâmi etütler üzerinde büyük bir etki uyandırmıştı. Zira Weber’in Tipler konusundaki fikirleri, Oryan talistler tarafından tutulan tezleri “dışardan” desteklemeye yarı yordu. Zira Oryantalistlerin ekonomik fikirleri hiçbir zaman Do ğuluların endüstri, ticaret ve temel ekonomik konularda yetenek siz olduklarını ispat etmeye yarayacak dereceden ileriye geçme mişti. İslâmi alanda bu klişeler 1966’da Maxime Rodinson’un önemli etüdü “İslâm ve K apitalizm ” yayınlanıncaya kadar yüz yıllar boyu değişmeden tekrarlanmıştı. Doğulu, Müslüman, Arab, daha bilmediğim pek çok tipe ait kavramlar modem İnsanî bilim lerde görülen soyut yahut anlaşılmaz tiplerin tarifinde İsrar ediyor ve bu kaynaklardan besleniyordu. Bu kitapta Oryantalistlerin kendilerine ait olmayan bir kültüre karşı ne derecede yabancılık çektiklerini pekçok defa ortaya ser miştim. Auerbach’ın “Yabancılaşma” konusundaki fikirleri İnsanî bilimlerin diğer dallarında uygulama alanı bulmaktadır, ancak İslâmcı Oryantalistler İslâma karşı “yabancılaşmalarını” hiçbir za man önemli bir olay saymamışlar ve bunu kendi kültürlerinin daha iyi anlaşılması için bir araç yerine koymuşlardır. Bu “yabancılaş ma” Avrupa kültürü içinde üstünlük duygularını arttırmaya yara mış ve bütün Doğu'ya yayılan antipatileri, İslâmî çöküntü halinde bir sistem olarak görmeye devam etmelerini sağlamıştır. (Ve çok tehlikeli...) Bu eğilimlerin tüm ondokuzuncu yüzyıl boyunca Do ğu etütleri geleneğinin içinde .yer aldığını, Oryantalist formasyo nun nesilden nesile geçen klasik bir elemanı haline geldiğini daha önce açıklamıştım. Bunun dışında sanıyorum ki Avrupalı bilgin büyük bir ihtimalle Ortadoğu’yu henüz İncilde anlatılan şekli ile düşünmeye devam etmekte ve bu ülkeyi sarsılmaz dinî gelenekle rin kutlu vatanı olarak görmektedir. Hrıstiyanlık ve Yahudilikle olan özel münasebetlere açısından bir oryantalist için İslâm “oriji nal” bir kültür karşılaşması oluşunu sürdürmektedir. Bu arada İslâm uygarlığının çeşitli şekillerinin de Hrıstiyan Batı’nın karşısı na çıkacağından korkulduğu açıktır. İslâmî Oryantalist, dine karşı takındığı bu tavrı başlangıçtan beri korumuş ve metodunu değiştirmemiştir. Kültürel bağlantıları her şeyden önce ona modem tarih ve sosyo-politik düşünceleri ön plana almak ve tarihî ve kuramsal her “tip” için, yeni verilerden ha reketle gerekli düzenlemeleri getirme görevini yüklemektedir. Ayrıca İslâm uygarlığı konusunda Oryantalizmin ileri sürdüğü so yutlamalar yeni değerler kazanmıştır; zira Oryantalistlerin (gerçe ğe baş vurmadan sadece “klasik” prensiplere dayanarak) dedikleri gibi Modem İslâmın, eskisinin yeni bir tekrarı olmaktan öteye ge çemeyeceğine inanılmaktadır. Bu fikrin dayanağı, İslâmın bir ke simi için modernizmin bir çöküş, bir karalama sayılmasıdır. (Bu varsayımların kaynağı oryantalizmin kendi açısından değerlendir diği insan gerçeğini canlı tutabilmek için gösterdiği inişler ve çı kışlardı). Sonuç olarak eğer (Auerbach veya Curtius’un anladığı manada) filolojik görüşler, birleştirimci görüşler bilgin’in anlayış ve kavrayış yeteneğini genişletecekse, aynı zamanda bütün bunlar onun insanlığın kardeşliği, insan davranışlarının bazı prensipleri nin evrenselliği konusundaki görüşlerini de ileriye götürecektir. İslâmî Oryantalizm konusunda bu gelişme Doğu ve Batı arasında ki farkların azalmasına giden yolu kısaltacaktır. İslâmî Oryantalizmin bu güne kadar gelişinde ana hatları ile ortaya koyan birşeyleri anlatmaya çalışıyorum. Üzerinde durdu ğum konular bu Oryantalizmin diğer İnsanî bilimlerle karşılaştırıl dığında ortaya çıkan reaksiyoner durumu; (hatta Oryantalizmin di ğer branşları ile) metodoloji ve ideoloji alanındaki geri kalışı ve bu yandan İnsanî bilimlerde, diğer yandan tarihî, ekonomik, sosyolo jik ve politik şartların gerçek dünyasında görülen gelişmelere karşı takındığı çekimser tutumdur.<71) Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru bazı gözlemciler Samî ve İslâmî oryantalizmin köklerini da yadığı dinî arka planda neler bulundurduğunu görmeye başlamış lardı. Paris’te 1873 yılında ilk defa toplanan oryantalistler kongre sinde diğer bilim adamları arasında Samî ve İslâmî konularda çalı şan kişilerin genelde entellektüel açıdan geri kaldıkları göze çarpı yordu. 1873’ten 1897’ye kadar toplanan bütün kongreler hakkında görüşlerini açıklayan İngiliz bilgini R.N. Cust, Samî ve İslâmî ko nuda şunları ileri sürmektedir: "Buna benzer toplantılar (Eski Samî konulan üzerinde) Doğu bili mini gerçekten ileri götürecek niteliktedir. Yazık ki m odem Samî etütleri konusunda aynı görüşleri ileri süremiyoruz. Ortada çok şey var fakat üzerinde tartışılan konu edebî ve ince değerler açısından ancak yaşlı bir okul hocasının ge nişlem iş düşüncelerini m eşgul edebilir. Ondokuzuncu yüzyılın büyük “öncülerini” ilgilendiremez. Ben bir deyim bulabilmek için bana P lin e’e kadar yükselm ek zorundayım. Modern filoloji ve modem arkeoloji için de böyle bir anlayış görülmüyor. Burada ya pılan iş daha çok geçen yüzyılda üniversite hocalarının bir araya toplanarak bir Yunan parçasının nasıl okunacağı, yahut sesli bir harfin nasıl vurgulanacağını tartışmalarına benziyor. Oysa ki mu kayeseli filolojinin şafağı çoktan ışıldamaya başlamış ve ortaça ğın örümcek ağlarını parçalayıp atmıştı. Bütün bu yapılan işler gerçekten M uhammed’in eline bir kalem alarak yazı yazıp yaza mayacağını tartışmaya değer mi"<72) Cust’un üzerinde durduğu tartışmalı arkeoloji merakı bir ölçü de Avrupa anti-semitizminin bilimsel bir şeklidir. Hem Müslü manları ve hem de Yahudileri içine alması gereken (Renan’ın başı nı çektiği eski Samî etütleri içinden kaynağını bulan) “Modern Samîler” deyimi ırkçı bayrağını elinde taşımaktadır. Bu raporun biraz ilerisinde Cust “Aryenlerin” pek çok düşünce malzemesi sağladıklarını belirtmektedir. Açıktır ki “Aryenler” Samîlere karşı çıkarılmış bir soyutlamadır, ancak yukarda verdiğim bazı neden lerden dolayı eskileri öne sürmeyi amaçlayan bu tür etiketler (Yir minci yüzyıl tarihinin açık şekilde gösterdiği gibi insanlığın bütü nü için taşıdığı ağır ahlakî ve İnsanî sorumluluğa rağmen, Samîler için pek uygundur. Bununla birlikte anti-semitizmin modem tari hi üzerinde henüz yeteri kadar durularak bu konuda oryantalizm tarafından getirilen yasalara dikkat harcanmamıştır. Çağımızda bu yasalar İslâm, Arab veya Ortadoğu kelimelerinin her kullanılışın da ortaya serilmektedir. Aslmda ister “zencilerin düşüncesi” ister “yahudilerin kişiliği” konusunda bilimsel ( yahut halk için) bir eser yazmaya karar versek kaçınmak mümkün olmayacak şekilde “İslâm düşüncesi” veya “Arab karakteri” gibi konulara eğilmek zorunda kalacağız. Bu bölüme tekrar döneceğim. İslâmi oryantalizmde görülen entellektüel kriz “Geç devir bur juva hümanizması”nda ortaya çıkan manevî krizin değişik bir şek linden başka bir şey değildir. Ancak bu Oryantalizmin formu ve stili dünyanın onun için iki kısma ayrılabileceğini göstermektedir: “Doğulu” ve “Batılı.” Dolayısı ile özgürlük, ifade gücü ve kendini tanıma yeteneği gibi kavramlar bir Doğulu için Batılı'nın anladığı mânâda değillerdir. İslâmcı bir Oryantalist Doğu konusundaki fi kirlerini ortaya koy arkan Doğu'nun özel “direnişini” de dile getir mek zorundadır. (Özellikle Müslümanlara ait direnişi). Ayrıca Doğu ve Batı arasındaki bu direniş; değişmelere, Doğu ve Batı ara sındaki anlayış beraberliğine, kadınları ve erkekleri, klasik ve ar kaik ilkel dünyalarından çıkararak modernizmin ilkelerine yaklaş tırma çalışmalarına karşıdır. Nihayet bu direniş korkulacak kıya metin Batı uygarlığının çöküşü değil fakat Doğu ve Batı’yı ayıran duvarların yıkılması anlamına geldiğini açıklayan görüşe karşıdır. Oryantalist bütün bu “direniş” biçimlerini böylece yorumlayarak dünyaya ilan etmek zorundadır. Gibb modem İslâm devletlerinde yer alan milliyetçi hareketlere karşı çıkarken milliyetçiliğin birgün İslâmın Doğulu karakterini ortaya çıkaran iç yapısına saldıracağı nı düşünüyordu. Zira çağdaş milliyetçiliğin net sonuçlan muhte melen Doğu'nun Batı’dan farkı bulunmadığını ortaya koyması olacaktı. Bununla birlikte kabul etmek gerekir ki Gibb bir dini di ğerinden ayırırken gerçekten sempatik davranabilme yeteneğine sahipti. Sünnî Müslümanlığa karşı onlarla aynı fikirde olmadığını rahatça ortaya koyabilmişti. Acaba bu davranış yerliler adına ko nuşmaya huy edinmiş eski Oryantalizme bir dönüş müdür? Yoksa İslam’ın çıkarları doğrultusunda samimiyetle ortaya konmuş bir görüş müdür? Ya biri ya diğeri... Yahud da ikisinin arası. Hiçbir bilgin, hiçbir düşünce adamı tabiatı ile milli kökeninin yahut tarihî gelişiminin en mükemmel temsilcisi veya ideal tipi de ğildir. Bununla birlikte Oryantalizm gibi çok soyut ve çok uzman ca bir gelenek içinde öyle zannediyorum ki bir bilgin, kısmen bi linçli, kısmen bilinçsiz olarak milli geleneğinden ayrılamaz. Ya hut en azından milli ideolojisini unutamaz. Bu nokta özellikle Or yantalizm için çok doğrudur. Zira Avrupa ulusları arasından her biri şu veya bu Doğulu ülkenin işlerine politik açıdan angaje ol muşlardır. Ne İngiliz, ne Fransız olmayan bir örnek vermek için hemen Snouck Hurgronje’nin adım analım. Bu bilgin basit ve açık biçimde her iki ulusun malı değil Alman milletinin üyesidir/78' Bir birey ile bir tip arasında (yahut bir birey ve bir gelenek arasında) görülen farklara ait tüm bilinenleri ortaya döktükten sonra Gibb ve Massignon’un sözkonusu tiplere uyum sağlama açısından hangi noktalara kadar ulaşabildiklerini görmek şaşırtıcıdır. Gibb ve Massignon kendi ulusal geleneklerinin tüm isteklerine cevap ver dikleri gibi ülkelerinin kendilerinden beklediği politik gereksi nimlere ve Oryantalizmin milli “mekteb”ine de yeterince hizmette bulunmuşlardır. Sylvain Levi iki “mektep” arasında şöylece ayırım yapmakta dır: “İngiltere ve Hindi stan'ı bir araya getiren siyasî çıkarlar İngilizlerin çalışmalarını soyut gerçeklere dayalı ilişkiler düzeyinde tut makta ve bu çıkarlar geçmiş ve geleceğin uyumlu bağlantısını ko rumak zorunda bulunmaktadır. Klasik gelenekle beslenen Fransa ise insan düşüncesini zaman ve mekânın ötesinde aramaktadır. Onun için Hindistan’la Çin ara sında bir fark yoktur.”*741 Kutuplar arasındaki bu farklılaşma sırasında bir tarafın sert, et kili ve gerçeklere dayalı; diğer tarafın ise evrensel, yatırımcı ve parlak bir çalışma yaptığını ileri sürmek çok kolaydır. Bu farklılaş ma aynı zamanda uzun ve birbirinden gerçekten ayrı iki kariyeri aydınlatmaya yaramaktadır. Gerçekten Gibb ve Massignon kendi başlarına 1960’lı yıllara kadar Fransız ve Anglo-Amerikan İslâmi Oryantalizmini temsil etmişlerdi. Bir üstünlükten söz açma imka nı vardır; zira her iki yazar bilinçli bir gelenekten süregelmiş ve kişi ve çalışmalarına öylece devam etmiş kişilerdi. Bu iki ayrı gelene ğin entellektüel ve politik sınırları Sylvain Levi’nin ortaya koydu ğu gibi düşünülmelidir. Gibb Mısır’da doğmuştur, Massignon Fransa’da... Çalışmala rı onları daha çok toplumbilim veya toplumun dinsel hayatına sü rüklememiş olsa idi herhalde her ikisi de derüı dinsel kişiler olur lardı. Her ikisi de dünya işlerine angaje olmuşlardı. Başarılarının en önemli noktalarından biri bilim geleneğini dolaylı yoldan mo dern politika dünyasının faydasına sunmuş olmalarıdır. Bununla birlikte çalışmalarının çok değişik bir yanı daha vardır. Bu alanda almış oldukları dinsel terbiyenin önemli rolü bulunduğu görül mektedir. Massignon bütün ömrünü el-H allac’ın eserini incelemeye harcamıştır. Gibb 1962’de onun ölümü üzerine yazdığı makalede “Geç devir İslâm dinsel eserlerinde ve İslâm edebiyatında Hal laç’ın izlerini aramaktan yorulmadı” demiştir. Massignon’un sınır tanımayan çalışmaları gerçekten onu “İnsan ruhunun zamanı ve mekânı aştığı” her yere doğru süreklemiştir. “Çağdaş Müslüman düşüncesinin ve Müslüman hayatının tüm şekilleri ve tüm bölgeleri”ni içine alan bu muazzam çalışmanın içinde Massignon’un ta rihsel varlığı bütün arkadaşları için devamlı bir kıskançlık kaynağı olmuştur. Hiç kuşkusuz Gibb onun gittiği yolun ilk hayranlarından biriydi. Ancak araya mesafe koymasını biliyordu: “Müslümanların ve katoliklerin ruhî hayatları arasında ile bir cins bağ teşkil eden temalar,Fatıma kültünde kendilerine yakın bir ele man bulmuşlardır. Şii düşüncesinin çok çeşitli ürünlerinde bu tür ortaklıklar bulmak mümkün olduğu gibi İbrahime bağlı topluluk ların geleneklerinde yahut “Yedi uyurlar” tablosunda da aynı gö rüntülere rastlamak mümkündür. Massignon, bütün bu konuların da ve yazılarında onlara verdiği özel anlamlarla onları İslâm ince lemelerinin vazgeçilm ez elemanları haline getirmiştir. Ancak bu görüntüler âlimin kendilerine verdiği bu değerlerle iki ayrı anlam kazanmışlardır: Bunlardan birincisi en alt düzeyde olarak bilimsel düşüncenin alt düzeyinde yerini alarak üniversiteler araştırmanın klasik araçları ile ortaya konmuş soyut bir olayın yapısını açığa kavuşturmaya çalışmaktadır. Diğeri ise Objektif verilerin ve anla yış yeteneğinin ruhsal boyutlara sahip bireysel bir iç sezgi gücü ta rafından eritilerek şekil değiştirdiği bir alanda varlığını sürdür mektedir. Bu olayla yazarın kişiliğinden gelen zenginliklere bağlı hayal gücü arasında bir ayırım çizgisini çizm ek her zaman kolay değildir.” Gibb bu noktada “Fatıma kültüne” katoliklerin protestanlardan daha yakın alaka gösterebileceklerini anlatmak istemektedir. Ancak “objektif’ bilimle, “ruhsal boyutlara sahip bireysel iç sezgi gücüne dayalı” bilim arasındaki ayırıma dikkat etmeyen bir kişiye karşı da çekingenliğini gizlememektedir. Massignon’un ölümü üzerine yazdığı makalede bu kısmı takip eden paragrafta Gibb, Massignon’un “Müslüman sanatında sembolizm”, “İslâm mantı ğının yapısı”, “Ortaçağda malî kargaşalıklar ve esnaf loncaları” gi bi çok değişik konularda eser verdiğini hatırlatmakta ve onun “üre tim gücüne” işaret etmektedir. Bu arada Massignon’un Samî etüt lere karşı duyduğu ilgiden söz eden Gibb bu konuda onun verdiği eserlerle yeni bir yol açtığını ve incelemelerine henüz başlayanlar için eski Hermetica’nın sırlarına benzer bilinmezlerle ortaya çıktı ğını söylemektedir. Gibb, Massignon hakkındaki yazısının sonun da şu fikirlere yer vermektedir: "Temsil ettiği örnekte, çağında yaşayan oryantalistlere ve hatta klasik oryantalizme verdiği ders bizim için çok değişik. Ancak Doğu kültürünün çeşitli şekillerine anlam ve kıymet veren hayatî güçlere belirli bir angajman derecesinde ulaşılamadan bu ders tat bik edilem ez. "<75) Massignon’un en önemli noktası budur. Doğrudur ki çağdaş Fransız Islâmsolojisinde (eskiden anıldığı gibi) “Doğu kültürü nün” ilham kaynağı olan “hayatî güçleri” tanımaya çalışmak gele nek halini almıştır. Bu konuda Jacques Berque, Maxime Rodinson, Yves Lacoste, Roger Arnaldez gibi çok değişik isimleri saymak mümkündür. Bütün bu kişiler konuyu ele alma ve eğilimleri açı sından büyük farklılıklar göstermektedirler. Massignon örneği bu yolda kendilerinin yegane rehberi olmuştur. Massignon’un eserinin zayıf ve kuvvetli noktaları üzerinde sohbet türünden açıklamalarım bir merkez noktaya toplayan Gibb bazı noktaların yanından geçerek Massignon’u bir bütün halinde ele almaktadır. Bu tablo içinde Fransız Oryantalizminin gösterdiği gelişmenin bir sembolü haline gelen Massignon, aynı zamanda Gibb’ten çok ayrı bir kişiliğe bürünmektedir. Böylece Massig non’un kişisel arka-planı Sylvain Levi’nin yaptığı Fransız Oryan- talizminin tarifine büyük ölçüde renk katmaktadır. Gibb’in entellektüel ve dinî formasyonu “İnsan ruhu” fikrine dahi az çok yaban cıdır. Daha pek çok İngiliz modem oryantalisti pek farklı durumda değildir. Ancak Massignon çocukluğundan beri “ruh” kavramı ile beslenmişe benzemektedir. Bunun hemen yanında ise dini olduğu kadar estetik, ahlaki ve tarihî değerler yer almaktadır. Massignon’un ailesi J.K. Huysmans gibi kişilerle temasta idi. İlk eğitim yıllarından kalma entellektüel iklim, daha sonra gelişen sembo lizm fikirleri tüm yazdıklarını etkilemiş, hatta bu etkiler ilgilendiği katolik inançlarının çeşitli görüşlerinde ve Sufi Mistisizminde da hi ortaya çıkmıştır. Massignon’un ne eserinde ne de büyük yazış stilinde en ufak bir donukluk izine rastlanamaz. Gücü çağında ya şayan tüm düşünürleri ve sanatçıları aşmış ve bu kültürel genişlik Gibb’den çok ayrı bir kategoriye ulaşmıştır. Massignon’un ilk fi kirleri estetik çöküş devri denen dönemin ürünleridir. Bu sırada o Bergson, Durkheim ve Mauss’tan etkilenmiş bulunuyordu. Genç liğinde Renan’ın kurslarına devam etmiş ve bu nedenle Oryanta lizme girmişti. Aynı zamanda Sylvain Levi’nin öğrencisi idi. Dost ları arasında Paul Claudel, Gabriel Bounoure, Jacques ve Raissa Maritain ve Charles de Foucault göze çarpıyordu. Massignon son raları çok yeni alanlarda yapılan çalışmaları tamamı ile benimseme yeteneği göstermişti: Şehir sosyolojisi, yapısal dilbilim, psikana liz, çağdaş etnoloji ve yeni tarih, yabancı olduğu konular değildi. Hallaç üzerindeki abidevî eseri bir kenara bırakılırsa giriştiği denemeleri İslâm edebiyatının bütünü içinden kaynaklanıyordu. Nefes kesen bilimsel gücü ve samimi kişiliği bazen JorgeLuis Borges tarafından icad edilen bilginleri hatırlatırdı. Avrupa edebiyatı içinde “Doğulu” temalara karşı çok özel bir hassasiyeti vardı. Bun lar Gibb’i de meşgul etmişti. Ancak Gibb Doğu'yu Batılı yazarla rın kaleminden “öğrenmeye” daha çok eğilim göstermiş ve Batılı yazarlar ise bilim adamları ile artistik beraberlik içinde bulunuyor lar, onların getirdikleri malzemeden yararlanıyorlardı. Bu konu Massignon’u ilgilendirmiyordu. (Örneğin Selahaddin Eyyübî’yi öğrenmek için W. Scott’a baş vurmak gibi...) Massignon’un Do ğu’su, Yedi uyurlarla, İbrahim'in duaları ile tam bir uyum halinde idi. (Gibb tarafından Massignon’un sunnî müslümanlığa yakın ol madığının işareti sayılan iki tema...) Bu konular geleneğin dışın da, biraz garip ve Massignon’un parlak yorum gücüne sonuna ka dar cevap verebilen konulardı (kendi konularını kendileri icat eden). Eğer Gibb, Walter Scott’un Selahaddin’ini seviyorsa, Mas signon’un tercihi intihar etmiş, lanetlenmiş, psikolojik meraklar şairi Nerval’e kadar uzanıyordu. Bu demek değildi ki Massignon sadece geçmişin incelenmesi ile ilgileniyordu. Tam tersine Fransız-İslâm ilişkilerinin orta yerinde ve kültürde olduğu kadar politi kada da boy gösteriyordu. Bu ihtiraslı insan İslâm dünyasına sade ce kuru bilim yolu ile girilemeyeceğini, tüm faaliyetlerin bu yola çevrilmesi gerektiğini biliyordu. İslâm’ın içinde Doğu hrıstiyanlı ğının küçük gruplarından biri olarak varlık gösteren “Bedeliyye” tarikatını bu yüzden hararetle desteklemişti. Massignon’un büyük edebî yetenekleri bazen bilimsel çalış malarına kaprisli, kozmopolit ve yeni başlayanlar için çekici bir ni telik kazandırıyordu. Ancak bu görünüş gerçek değildi. Massig non “Oryantalizmin analitik ve statik yorumu”w” adını verdiği şey den her zaman kaçınmıştı. İslâmî olduğu varsayılan metinler ve problemlerin cansız yığınından hiç hoşlanmıyordu. Yetersiz kay naklar, asılsız köken iddiaları, kanıtlamalar ve gösteriler ilgilendi ği olayların dışında idi. Ulaşabildiği en ileri noktaya kadar bir met nin yahut bir problemin ana temasını yakalamaya çalışıyor ve onu yaşatmaya çaba harcıyordu. Okuyucularından istediği, kendisi gi bi etkili gözlerle araştırmaya katılmaları ve bir metnin kalbine va rabilmek için disiplin veya gelenek duvarlarını yıkamaya hazır ol maları idi. Yetenek ve etki yönünden hemen hemen kendisi ile aym ölçüleri taşıyan Gibb hariç hiçbir modem Oryantalist aynı çalışma nın içinde onun kadar kolaylıkla (ve Doğru biçimde) bir İslâm mis tikleri kalabalığının içine girerek istediği bilgileri toplayamamış tır. Ne Jung, ne Heisenberg, ne Mallarme ve ne de Kierkegaard ay nı gücü gösterememişlerdir. Hiç biri siyasî deneylerle güçlenmiş böylesine geniş bir görüşe sahib kişiler değillerdi. Bu alanda Mas signon tarihî kişiliğini 1952’de yazdığı “Doğunun önünde Batı: Kültürel bir çözümün önceliği”*77’ isimli metni ile ortaya koymuş bulunuyordu. Bu arada kültürel hatırası oldukça açık çizgilerle be liriyordu. Kariyerinin başından sonuna kadar dokunulmadan kal mış kapalı bir yapısı vardır. Çalıştığı alanın ve bilgi kaynaklarının eşsiz zenginliğine rağmen Massignonun bilimsel dünyası genel likle değişmez fikirlerle örülü idi. Bu yapıyı kısaca tarif edelim ve onun fikirlerini sıraya koyalım. Massignon hareket noktası olarak İbrahim’den kalma üç dinin varlığım esas kabul etmişti: İslâm İsmail’in dini idi. Allah tarafın dan İshak’a verilen sözün dışına çıkarılmış bir halkın tektanrıcılığı idi. Dolayısı ile bir protesto dini idi. (Baba olarak Allaha oğul ola rak Hz. İsa’ya...) Bununla birlikte İslâm Hâcer’in gözyaşları ile başlayan hüznü iç yapısında muhafaza ediyordu. Buradan anlaşıl dığına göre Arapça dahi gözyaşları dili idi. Aynı şekilde İslâmın içinde yer alan “cihad” kavramı (Massignon burada cihad’ın İslâmda epik bir formu olduğunu ve Renan’ın bunu hiçbir zaman görmeye ve anlamaya yetenekli bulunmadığını söylemiştir) büyük bir entellektüel boyut taşıyor ve sonuçta dış düşman olarak hristiyanlık ve yahudilik, iç düşman olarak da kâfirlik başlıca mücadele konuları şekline giriyordu. Bununla birlikte Massignon İslâmın içinde bir cins karşı-akım yaratılabileceğine inanıyordu. Bu nok tayı aydınlatmayı entellektüel görevinin temeli sayan Massignon mistisizmi incelemiş ve bu sistemin içinde Allahın varlığına giden yolu aramıştı. Mistisizmin ana çizgisi tabiyatı ile sübjektif karakte ri idi. Rasyonel olmayan hatta izah edilemeyecek eğilimler, İâh’ın katıldığı bireysel, kişisel ve geçici deneylere dayanıyorduu. Mas signon’un mistisizme ayırdığı mükemmel çalışmanın özü böylece Sünnî Müslüman cemaati tarafından uygulanan sınırlayıcı önlem lerden kurtulmak için ruhların harcadığı çabanın incelenmesiydi. Bu yolda İranlı bir mistik, Arab bir mistikten daha önde idi, zira o herşeyden önce “Aryen”di. (Ondokuzuncu yüzyılın yaşlı etiketleri olan “Aryan” ve “Samî” sözcüklerinin Massignon’u da etkisi altı na aldığı anlaşılıyor. İki dil ailesi hakkında Schelegel tarafından yapılan araştırma da aynı paraleldedir)™ Daha sonra mükemmel lik yolunda bir arayıcı idi. Massignon’a göre Arab mistiği Waardenburg’un “Tevhid’de şühûd: Tanrıyı birlemede ona tanık olma” dediği şeyin önünde eğilebilirdi. Massignon’un verdiği örnek Hallac’tı. Cemaatin dışına çıkarak özgürlüğe kavuşabilmek için çar mıha gerilmeyi arzu eden Hallaç, İslâmın temelden reddettiği bu ölüm şekline kavuşmuştu. Massignon’a göre Hz. Muhammed kendisini Tanrı’dan ayıran engelleri aşmak için önüne çıkan fırsatı geri itmişti. Hallaç ise İslâma karşı çıkarak Tanrı ile mistik bir be raberliğin yolunu bulmuştu. Sünni cemaatin geri kalanı Massignon’un düşüncesine göre “varlık ilmine karşı duyduğu susuzlukla” yaşıyordu. Allah insana bir cins “Yokluk” içinde görünüyordu. Varlık olmayı reddediyor du. Bununla birlikte bir Müslümanın kendisini Tanrısına adaması ile sonuçlanan bilinci Tanrıyı şekilde arayan kıskanç bir duygunun doğmasına ve putperestliğin her türlüsüne karşı bir düşmanlık hal kasının gelişmesine yol açıyordu. Massignon’a göre bu fikirlerin vatanı “Fazlalıklardan arınmış bir insan kalbiydi.” Tann’nın bir kulu eğer Müslüman ruhunun şehadet heyecanı ile yola çıkacak olursa, Hallaç gibi mistiklerde görüldüğü üzere Tanrısal bir duygu yahut doğruca Tanrı aşkı ile yanıp tutuşabilirdi. Hem her şekilde Tanrı’nm mutlak birliği “Tevhid” inanmış müslüman tarafından her fırsatta anlaşılmalı ve tatbik edilmeli. Bu sırada Müslüman ya şahadete baş vuracak yahut Tanrı’ya mistik bir aşkla bağlanacaktı. Bütün bunlar Massignon tarafından kaleme alınmış ayrıtnılı bir metinde islâmın “Eğilimleri” olarak tanımlanmaktadır.<7,)A^çıktır ki Massignon’un sempati duygulan İslâmın mistik gösterilerine doğru kaymaktadır. Zira bunlar kendi katolik yaradılışına daha ya kındır. Ayrıca bu gösteriler inançların katı dünyası içinde ayrılıkçı bir etkeni temsil etmektedirler. Massignon’un İslâmdan çıkardığı sonuç: devamlı direnişler içinde bir din; geç gelmiş inanış; (İbra him'e göre) dünya gerçeklerinden tamamı ile soyunmuş bir anla yış; Hallaç ve diğer Mistikler aracılığı ile uygulama alanına çıka rılmış “Psişik sarsıntılar”a karşı yığınsal yapıda bir karşı koyuş, ve tek tanrıcı diğer büyük üç din arasında Doğuda kalmanın verdiği “yalnızlık”tı.(80) Bununla birlikte İslâm üzerinde çok ciddi şekilde bir araya ge tirilmiş bu görüşler ve bu “basit değişmezler”(81, (Özellikle Mas signon’un düşünceleri gibi lükse kaçan fikirler) hiçbir türde düş manca değillerdir. Massignon’u okuyan kişi onun karmaşık me tinlerin faydası yolundaki devamlı İsrarı yüzünden belki de şaşkın lığı düşecektir. Buna rağmen önerilerinin içtenliği asla kuşku kal dırmaz. Massignon 1951’de izlediği oryantalizm türünün “ne eg zotizm deliliği ne de bir Avrupa modası olmadığını” söylüyor fa kat “Avrupamn araştırma metotları ile eski uygarlıkların yaşanmız gelenekleri arasında yeni bir ilişki” olduğunu belirtiyordu.<82) Bir Arab veya İslâmî bir metnin okunmasına geçildiğinde bu tür or yantalizm tipi ezici bir zekâya dayanan yorumlar getiriyordu. Mas signon’un gerçek dahasına ve sağladığı büyük yeniliklere saygı göstermemek yanlış olur. Bununla birlikte onun Oryantalizm tari finde kullandığı iki cümleye karşı dikkatli davranmak zorundayız: “Avrupamn araştırma metotları” ve “eski uygarlıkların yaşanmış gelenekleri...” Massignon genellikle birbirine karşı iki varlığı bir araya getirmeye çalışmaktaydı. Ancak sadece Avrupa ve Doğu arasında olmayan bu özel ayrıcalık baş döndürücü nitelikteydi. Durum Massignon’un çağdaş politik problemlerle ilgili olarak yazdığı yazılarda daha açık beliriyordu. Metodunun sınırları en doğru biçimde bu yazılarda ortaya çıkmaktadır. Massignon Doğu ve Batı karşılaşmasında Batı'ya çok daha bü yük sorumluluklar düştüğünü biliyordu, zira Doğu'yu işgal etmiş, yüzyıllarca sömürmüş ve İslâma saldırmıştı. Massignon yorulmak bilmeden İslâmî müdafaa ediyordu. Bu davranışlarının kanıtı Fi listinli Müslüman ve hrıstiyan Arablarm haklarım Siyonizme karşı koruyabilmek için 1948’den sonra yazdığı yüzlerce mektuptur. Massignon İsrail saldırısını yakıcı biçimde “İsraillilerin” “Burjuva koloniyalizmi” olarak isimlendiriyor ve yargılarında Abba Eban’ın sözlerini kaynak sayıyordu.<S3)Bununla birlikte Massig non İslâmî Doğuyu çekinmeden eski şekli ile ele alıyor ve Batı'yı modem devirlerin içinde düşünüyordu. Robertson Smith gibi Doğulu'nun modern bir insan olmadığına fakat bir Samî olduğuna inanıyor, bu düşünce kafasında önemli yer tutuyordu. Örneğin College de France’da arkadaşı Jacques Berque ile “Arablar” üze rinde sürdürdüğü diyalog (1960’da “Esprit” dergisinde yayınla nan) uzun süre Arablarla ilgili problemlerin günümüzde sadece İsrail-Arab elemanları arasında bir “Samî” meselesi olduğu nokta sından kaynaklanıyordu. Berque meseleyi kibarca genişletmeye çalışıyor ve Massignon’a Arablarm bir “Antropolojik değişiklik” içinde bulunduklarını kabul ettirmeye uğraşıyordu. Massignon ise bu varsayımı kısa yoldan reddediyordu.(84) Derin hümanist görüş lerine rağmen Filistin meselesini anlayabilmek için Massignon’un sarfettiği gayretler hiçbir zaman İshak ve İsmail arasındaki çatış manın boyutlarım aşamamıştı. Yahudilikle hrıstiyanlık arasındaki gergin tansiyon bizzat kendi İsrail düşmanlığını besliyordu. Siyonistler Arab şehirlerini ve köylerini işgal ettikleri her defasında Massignon’un dinsel duyarlılığı derinden sarsılıyordu, yaralanı yordu. Massignon için Avrupa ve özellikle Fransa “çağdaş” gerçekle ri yaşayan bir ülke sayılıyordu. Bunun nedeni kısmen Birinci Dün ya Savaşı sırasında İngilizlerle ilk politik karşılaşmasıydı Massig non her zaman İngiltereye ve İngiliz politikasına karşı derin bir nefret duymuştu. Kendisi Faysal ile ilişkiler kurarken Lawrence ve benzerleri hakkında çok karışık politikalar yürüten kişiler oldukla rını ileri sürüyordu. “Faysal ile birlikte onun geleneklerine girmek istiyorum” diyordu. Massignon için İngilizler Doğuda “genişle me” siyasetinin şampiyonları idi. Siyasî etkenlerden yola çıkan ah lak dışı bir ekonomi politika ve modası geçmiş felsefelerle vakit geçiriyorlardı .<85) Fransızlar daha modem insanlardı. Doğuda kaybettikleri ruhu, geleneksel değerleri ve aynı sırada başka şeyleri arıyorlardı. Mas signon’un bu alandaki yatırımları bana kalırsa tüm ondokuzuncu yüzyıl geleneğini aşmaktadır. Doğu tarafından tedavî masasına yatırılan Batı... Bu geleneğin ilk izlerine Quinet’de rastlanmıştı. Massignon’da aynı gelenek hristiyan değeleri ile bir arada görünü yordu. “Doğuluların yardımına koşmak için bu ilme baş vuruyoruz. On ların dillerini yeniden kurmak, düşünce yapılarına yeniden şekil vermek için kendimizi görevli sayıyoruz. Zira Doğulular ya bizim de kullandığımız ortak değerler içinde yaşıyorlar yahud da bizim kaybettiğimiz ve bulmak zorunda kaldığımız değerlere sahip bu lunuyordu. Nihayet daha derin bir anlam içinde var olan herşey de ğerini koruyor ve bu sömürgeleşmiş insanlar sadece bizim işimize yaramakla kalmıyor, aynı zamanda kendi kendilerini de yarar hale geliyorlar.”'861 Doğulu “kendi kendine” kendisini anlamaya yetenekli değildi. Bu yüzden Avrupa ona yardımcı olmayı deniyordu. “Onların herşeylerini tahrip ettik, felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi veya intihar için olgun hale geldiler... Özellikle Fransa’da daha da ileri gitmenin zamanı gelmiştir. Gerçekten kalkındırıcı bir müslüman politikası düşünülmeli ve problemler bu politikanın aracılığı ile çözülmelidir. Ölmek iste mediği için İslâm toplumunun özel şekilleri modem dünyanın ge reklerine uydurulmalıdır. Geleneksel kültürlerinin, ortak yaşam kurallarının ve inananlar dünyasına ait değerlerin savunulması sı rasında Batı sosyal nizamının ne dereceye kadar Müslümanlarla bir arayagelebileceği düşünülmelidir.”187’ Hiçbir bilgin, Massignon dahi çalıştığı alanda, ülkesinin veya bilimsel geleneğin kendi üzerindeki etkisinden kurtulamamıştır. Doğu hakkında söylediklerinin önemli bir kısmında Massignon diğer Fransız Oryantalistlerinin fikirlerinden faydalanmış gözük mektedir. Bununla birlikte Massignon’un çalışmalarına yön veren esneklik, kişisel stil ve dehanın eninde sonunda politik baskıları kı rıp atacağına ve gelenekler ve ulusal duygular yolu ile gelen bu baskıya karşı çıkacağına inanmak zorundayız. Aynı şekilde Mas signon örneğinde Doğu hakkındaki fikirlerinin kişisel ve köklü ka rakterine rağmen baştan sona geleneksel ve oryantalist olarak kal dığına inanmak zorunda olduğumuz gibi... Ona göre İslâm Doğu, Ruhanî, Samî, Aşiret hayatmı sürdüren, derinden Tektanncı ve Aryen olmayan bir yapı sahibidir. Bu sıfatlar ondokuzuncu yüzyılda yazılmış bir etnoloji sözlüğünün içinde yer alan tariflere benze mektedir. Savaşın yeryüzünü saran acı gerçekleri, sömürgecilik, emperyalizm, ekonomik baskı denemeleri, aşk, ölüm ve kültürel alışverişler Massignon’un gözünde her zaman metafizik mercek lerin süzgecinden geçirilerek düşünülecek olaylardır. Sonunda bü tün bunlar insanlıkdışıdır. Samîdir, Avrupalıdır, Doğuludur, Batı lıdır, Aryendir vs. sözkonusu kategoriler kendi ölçüleri ile sınıflan dırılmakta ve böylece kendi değimi ile “derin bir anlam” kazan maktadır. Bu anlam için tek kaynak Massignon’un keşisel görüş leridir. Diğer taraftan Massignon bilimsel dünyanın ayrıntılı kişisel fi kirleri içinde özel bir mevki kazanmıştır. İslâmî bir taraftan Avrupaya, diğer taraftan kendi özel taasubuna karşı korumuştu. Bu giri şim Massignon’un Doğu için yaşatıcı bir rol oynadığı kadar aynı zamanda Doğu-Batı farkının da şampiyonu olduğunu göstermek tedir. Massgnon bu farkın üzerinde durmakta daha sonra Doğuyu istediği şekle sokmak için denemelere girişmektedir. Doğu üzerin deki bilgileri ve bunları kendi hesabına kullanabilme yeteneği, şeklinde gelişen iki anlayış Massignon’da çok kuvvetli idi. İcat et tiği kendi Hallac’ı bu çift görüşün kanıtıdır. Massignon’un ona verdiği değer ölçüsüzdür. Zira bilgin öncelikle beslendiği kültürün üzerine çıkabilmiş bir insan örneği arıyordu. Diğer taraftan Hallaç kendi etkin kişiliği ile İmanın, Sufilerde dahi kendini kurban et mek anlamına gelemeyeceğine inanan Batılı Hrıstiyanlara karşı çıkıyor ve gerçeğin böyle olmadığmı onlara acı biçimde öğretiyor du. Hem birinde hem diğerinde Hallac’ın amacı İslâmın merkez doktrin sistemi tarafından yasa dışı ilan edilmiş değerleri ortaya koymaktı. Massignon bizzat Hallacı bu yasaklamanın bir sembolü olarak görüyordu. Bununla birlikte Massignon’un İslâma karşı ters tutum takın dığı, onu yanlış tanıttığı ve “orta” bir Müslümanın anlayamayacağı şekle soktuğu yolunda bir düşünceyi kolaylıkla ileri süremeyiz. Sayılı bir Müslüman bilgin aynı tutumu takınmış fakat Massig non’un adını kullanmamıştır/88' Bütün bu tezleri inceleme konu sunda çok titiz davrandığımıza göre (mademki bu kitap Batının as lında Doğu’yu kötü tanıttığını sergilemeye çalışıyor...) meselenin aslı şudur: Ne olursa olsun aslına sadık bir takdim şekli bulmak mümkün müdür? Yahut her olay için bir başka takdim tarzı düşü nülemez mi? Takdimler her şeyden önce dil, daha sonra kültür ve kurumlar, ve en sonunda onu formüle eden kişinin tüm politik eği limleri ile engellenmiyor mu? Öyle sanıyorum ki bir takdimin uy gulanmış, esasa bağlanmış, kendi taşıdığı “gerçeklerin” dışında herşeyden temizlenmiş ve kendi kendine bir “takdim” haline gel miş, bir tür “emri vâki” olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu ka bul bizi metodoloji açısından (doğru veya yanlış) bir takdimin be lirli bir alanı tarif etmeye yaradığını, sadece kendisine ait bir konu ile meşgul olmadığmı, fakat hitabet, tarih ve ortak gelenekler alanı içinde faaliyet gösterdiğine inanmaya doğru götürmelidir. Bu alanda hiçbir bilgin kendi başına üretme gücüne sahip değildir, ça lışan her bilgin alanın gereklerini kavrayacak ve orada yerini bula caktır. Kişisel üretim bu noktadan sonra başlamaktadır. Bu üretim içinde özel bir yer sahibi olmak hatta deha sayılabilmek için elde mevcut malzemeyi adaletli şekilde dağıtmanın yolunu bulmak ge rekir. Kaybolmuş bir el yazmasını “bulup” ortaya çıkaran bir bil gin daha önceden hazırlanmış bir “anlayışlar” alanı içinde bu işle mi yerine getirmektedir. “Bir metin” bulmak demek tam anlamı ile işte budur. Böylece tüm kişisel üretim şekilleri önce kendi alanı içinde bazı değişkenliklere neden olmakta daha sonra yeni bir den geye kavuşmaktadır. Avrupa kültürü içinde Oryantalizmin takdimi bizim “akıllı denge” dediğimiz şeye yaklaşmaktadır. Bu sadece bir tarih değil aynı zamanda maddi bir varlık taşıyan olgudur. (Ve kurumsal) Renan konusunda da dediğim gibi bu denge yeni bir kültürel hareket ve Doğu konusunda söylenecek şeyleri belirtmek için bir sistem dir. Bu sistem üzerinde bütün söyleyeceklerim onun sadece Doğu üzerinde uydurulmuş bir takım yalanlardan ibaret olduğu değildir. (Bunlara bir dakika bile inanmıyorum...) Bu sistem aynı zamanda belirli bir gaye uğruna, belirli bir eğilimi taşıyarak, belirli bir tarih sel çevre içinde, entellektüel hatta özel ekonomik anlayışlarla tak dimlerini uygulamaktadır. Başka bir değişle takdimlerin bir sonu vardır. Çoğu zaman çalışırlar ve bir veya birkaç görevi yerine geti rirler. Takdimlerin şekilleri vardır, yahut Roland Barthes’in bütün dil uygulamaları için dediği gibi “hepsi birer saptırma”dır. Doğu, takdim şekli olarak Avrupa için “Doğu” adı verilen bir coğrafi böl ge kavramından başlayarak şekillendirilmiş yahut saptırılmıştır. Bu bölgenin uzmanları çalışmalarını bu şekilde düzene sokarlar. Zira er geç içinde bulundukları meslek onlardan, kendi toplunıları için Doğunun bir tablosunu çizmelerini, Doğu hakkında bilgi ver melerini ve fikirler ileri sürmelerini isteyecektir. Ve Oryantalist çok geniş bir anlamda kendi toplumuna Doğu hakkında şu ‘ırzda bilgi verecektir: (a ) Kendi görüşlerinin damgasını taşıyan... 1 ) Doğunun olabileceği ve olması gereken şekli... (c) Doğu üzerin de, Doğulu olmayan bir kişinin ileri sürdüğü fikirleri devamlı tar tışma konusu yapan... (d ) Zamanın en fazla gerektirdiği şekilde Oryatalist bir hitabet türüne bürünerek... ve (e) çağın kültürel, profesyonel, ulusal, siyasî ve ekonomik bazı çıkarlarına cevap ve rebilen. .. Hiç ilave etmeye luzum yoktur ki hiçbir zaman sahneden uzak olmasına rağmen bu konuda pozitif bilginin gerçeklerle hiç ilgisi yoktur. Tam tersine —hiçbir zaman net, kesin yahut sadece objektif olmayan— bilgi, sıraladığım bölümlerde yer alan şekil lerde devamlı olarak “dağılmakta” ve sözkonusu paralelin dışına çıkmamaktadır. Bu görüşler açısından Massignon bir efsane “kahramanı” ol maktan çok belirli bir şekle ulaşmış geniş bir topluluk için bazı tip ifade şekilleri hazırlayan ve böylece o toplulukla birlikte zamanı nın kültürel arşivi ve malzemesini bir araya toplayan sıradan bir in sandı. Bu olguları kabul ederken Massignon’un İnsanî değerine gölge düşürdüğümüzü sanmıyorum. Aynı şekilde onu “olayları ayağa düşürmekle” de suçlayamayız. Tam tersine Massignon’un kişiliğinde bir insanın kültürel ve üretimci karakterim hangi nokta lara kadar götürebileceğini ve hangi kurumsal boyutlara sahip ola rak ne şekilde insanüstü değerlere kavuşabileceğini gözlemekte yiz. İnsanoğlu eğer zaman ve mekân içindeki ölümlü yerini sıkıntı larının kaynağı sayacaksa özellikle bu tablodan ilham almak zo rundadır. Massignon: “Biz hepimiz Samîyiz” derken toplum üze rindeki fikirlerinin ulaştığı noktayı işaret ediyor ve aynı zamanda Doğu konusundaki düşüncelerinin yerel koşulları aşarak bir Fransızla yahut Fransız toplumu ile nasıl bağdaşabileceğini gösteriyor du. “Samî” kategorisi kaynağını Massignon’un oryantalizminden çıkarıyor, gücünü ise onun daha geniş bir tarih ve antropoloji anla yışına ulaşmak için bilimsel disiplin sınırlarını aşma eğilimine bağlıyordu. Bu kategorisinin geçerliliği ve kuvveti bu noktada en yüksek düzeye erişiyordu.(89) Massignon’un düzenlemeleri Doğuyu takdim şekli meslekten gelen diğer Oryantalistler üzerinde derin etkiler bırakmış en azın dan onları tartışmasız bir egemenlik altma almıştı. Yukarda belirt tiğim gibi Gibb, Massignon’a saygılarını sunduğu sırada aynı za manda kendi yolundan ayrı bir yolun varlığını da kabul etmiş olu yordu. Tabiyatı ile Gibb’in yazdığ tarziye makalesinde sadece çiz gi halinde yer alan noktaların sözünü ediyor ve tamamı ile açıklan mayan bölümlerin incelenmesine girişmiyorum. Ancak bütün bunlar Gibb’in daha sonra Massignon’a karşı gelişen kariyeri göz önüne alındığında daha da değerli olmaktadır. Gibb’i anma yılında Albert Hourani tarafından British Academy için yazılan makalede onun bilimsel kariyeri, üstün fikirleri ve eserinin değeri bütün açıklığı ile belirmektedir. Büyük çizgiler üzerinde Hourani ile aynı fikirdeyim. Bununla birlikte bu makalede bazı şeyler eksiktir. Bu konuları kısmen William Polk’un S ir H am ilton Gibb, between Orientalism a n d Historiy (sir Hamilton Gibb Oryantalizm ve ta rih arasında) isimli kısa makalesinde görmük görmek mümkün dür/901 Hourani’nin Gibb’de kişisel karşılaşmaların ürünlerini, ki şisel etkileri vs. görme eğilimi vardır. Halbuki Polk, Gibb’i anla mada daha yumuşak ve daha toleranslı davranmaktadır. Ona göre üniversiter gelenek G ibb’i daha çok etkisi altma almıştır. —Polk’da yer almayan bir değimi kullanacak olursak— Gibb’in çalışmalarını bir üniversite araştırması saymamızın olanağı doğ maktadır. Thomas Khun’dan biraz da şövalyece edinilmiş olan bu fikir özellikle Gibb örneğine uymaktadır. Biz de bu noktada Hourani gi bi onun kurumsal niteliği üzerinde duruyoruz... Londra’da bilim sel kariyerinin ilk yıllarında Oxford’da geçen günleri sırasında ve Harvard’da “Centre for Middle Eastem Studies” (Ortadoğu etütle ri merkezi)nde güçlü bir yönetici olarak görev sürdürdüğü çağda Gibb’in bütün söyledikleri tartışma götürmeyecek biçimde yerleş miş bir kurumun izlerini taşımaktadır. Massignon tedavî kabul et mez şekilde dışarının adamı idi. Gibb ise içerinin... Her şekilde iki adam Fransız ve Anglo Amerikan Oryantalizmi içinde en büyük prestij ve en yaygın tesire ulaşmış insanlardı. Massignon gibi Gibb de Müslümanlardan dostları bulunduğunu durmaksızın etrafa du yuruyor ve gururlanıyordu. Ancak anlaşıldığına göre Lane örne ğinde olduğu gibi bu dostlar gerçek dostlar değil işe yarayacak bi çimde faydalı dostlardı. Dolayısı ile Gibb Britanya Oryantalizmi nin kadrosu içinde (daha sonra Amerikan) başı yükseklerde bir isimdi Gibb’in çalışmaları üniversite’nin, hükümetlerin ve araştır ma kuruluşlarının bünyesinde akademik bir geleneğin ulusal eği limlerini sembolize ediyordu. Gibb bu nedenle konuşmalarında ve yazılarında daima politi kaya yön veren organizmaların kaynağı sayılmış ve her an kendisi ne baş vurulacak hazır bir uzman görevi yüklenmiştir. Örneğin 1951 yılında yazdığı The Near East a n d the Great Potvers (Orta doğu ve Büyük Dünya güçleri) adını taşıyan bir eseri, böyle bir yönde kaleme alınmış, başlığı ile dahi çok şey anlatmayı hedef tut muştu. Gibb bu çalışmasında Doğu incelemeleri konusunda Ang lo—Amerikan etütlerinin geliştirilmesine gerek bulunduğunu ileri sürmüştü. “Asya ve Afrika ülkeleri karşısında Batıklarım durumu bütünü ile değişm iştir. Savaş öncesinde büyük bir rol oynadığı anlaşılan prestij faktörüne artık geri dönemeyiz. B iz rahatça uzanıp yatar ken Asya, Afrika yahud Doğu Avrupa ülkelerinin yanımıza gele rek bizden birşeyler öğrenmelerini bekleyemeyiz. Aslında biz on larla birlikte çalışmanın yollarını arayacak ve birbirimize karşılık lı gayretlerle yaklaşacağız.”*91» Gibb bu yeni konuşma tonunu daha pek yakın bir zamanda “Area Studies Recensidered” (Yeniden düzenlenen inceleme ala nı) fikrini açıklarken ortaya atmıştı. Ona göre Doğu incelemelerini bilimsel faaliyetler olarak değil fakat bağımsızlığım yeni kazan mış sömürgecilik ülkelerine karşı ulusal bir politikanın aracı ola rak düşünmek gerekiyordu. Zira bu ülkeleri yönetmek yakında zorlaşabilirdi. Görüşlerini yeniden düzenleyerek yeni bir anlayışa kavuşan Oryantalist şimdi Atlantik Birliğinin en önemli insanıydı. Dünyanın bu bölümünde rehberlik görevi üstlenecek ve yeni ku şakların içinde politikaya yön veren kişilere, iş adamlarına ve bil ginlere yol gösterecekti. Böylece Gibb’in bu çok yeni görüşünden hareket eden bilgin artık pasif bir bilimsel çalışma ile yetinecek kişi değildi. (Örneğin Gibb’in gençliğinde Orta Asya’da Müslüman yayılması ile ilgili yaptığı çalışmalar...) O etütlerini kamunun yararına sunabilmenin yollarını arayacaktı. Bu konuyu Hourani pek güzel ortaya koyu yor: “Çağdaş aydın tabakasının ve hükümetlerin, sosyal ve moral ha yata dayalı en köklü gelenekleri dahi bilmemezlikten gelerek ha reket ettiklerin açıkça görüyor ve bütün başarısızlıklarının bu nok tadan kaynaklandığını anlıyordu. Bu nedenle Gibb başlıca çalış malarını Müslümün toplumunun özel yapısını, bu toplumun kalbi olan inançların kültürün ve geçmişin dikkatli bir incelemesi ile ay dınlığa kavuşturması gayretlerine ayırmıştı. Bu problemi dahi özellikle politik bir görüş açısı ile ele alma eğilim i taşıyordu.”(92) Ancak bu yeni görüş biçimi Gibb’in eski çalışmaları göz önüne alınarak dikkatle düzenlemediği zaman olanak kazanamayacaktı. Bilgin’in fikirlerini anlamak isteyenler için bu nokta çok değerli dir. Gibb’in üzerinde etki uyandıranlar arasında Duncan Macdonald ismi ilk sıralarda alır. Açıktır ki Gibb İslâmm bütünleşmiş bir sistem olduğuna dair önemli fikirlerini onun eserinden çıkarmıştı. Sözkonusu bütünlük bu hayatı sürdüren İslâm topluluğundan ziya de belirli tip bir doktrin dinî uygulamada belirli bir metot fikrine, ve bütün Müslümanların katıldığı belirli bir düzen anlayışına da yanmaktadır. Hiç kuşkusuz halk ile “İslâm” arasında dinamik bir bulaşma vardır. Ancak incelemelerim yürüten Batılı için önemli olan İslâm toplumunun edindiği tecrübelerden yararlanmak için elinde bulundurduğu iktidar gücüdür. Başka hiçbir şey değildir... Önce Macdonald ve daha sonra Gibb bir olgu olarak “İslâmın” bilgi kuramı ve metot meselelerinden doğan zorluklarına karşı hiç ilgi göstermemişlerdi. (Bu konuda oldukça genel açıklamalar geti rilebilirdi) Macdonald kendi açısından İslâmda çok daha geniş bir soyutlama yeteneğinin bulunabileceğine inanıyordu. Doğu düşün ce biçimi ona göre bu noktadan hareket ediyordu. Kitaplarının ara sında en çok etki uyandıran The Religious A ttitude a n d Life in İslâm (İslâmda dinsel davranışlar ve hayat) isimli eserin bütün bi rinci bölümü Doğuluların düşünce şekilleri ile ilgili tartışılmaya cak açıklamaların mükemmel bir antolojisidir. Macdonald bu bö lüme şu cümlelerle başlıyor: “Genellikle kabul edildiğine göre görünmezlik kavramı bir Doğulu için, Batılıya olduğundan çok daha ivedi ve gerçektir. Bu açık gerçeğe yürekten inanıyorum... Zaman zaman genel kanunları altüst eden büyük değişmelerin nedenleri anlaşıldığına göre ona tesir etmiyor. Aynı zamanda bu değişmeler Doğulu mantığını yöneten bütün diğer genel kanunlara da tesir et memektedir. Doğulu kafasınm en büyük özelliği görünmeyen şey lere karşı takındığı safça davranış biçimi değildir, fakat görünen şeyleri ilgilendiren konularda istenen bir sistemi yaratabilmenin imkânsız olduğunu bilmesidir. Bu zorluğun bir başka görürtüşü—ki Gibb bunu daha sonra bir Arap edebiyatının yokluğuna ve Müslümanların gerçekleri kafalarında ayrıntılı biçimde canlandır ma yeteneğinden yoksun oluşlarma bağlar— şöylece ortaya çıkar maktadır: “Doğulunun asıl farkı dinsel oluşunda değildir, fakat onda kanun kavramı eksiktir. Onun için doğanın değişmeyen hiç bir yanı yoktur.” Macdonald bütün bunları sıralarken Batı ilminin temellerininin büyük ölçüde Doğu’da bulunduğunu unutmuş gö rünmekte ve sözlerine şu şekilde devam etmektedir: “Doğrudur ki Doğulu için herşey olağandır. Doğa üstü ona o kadar yakındır ki elini uzatsa tutabilecek gibidir.” Bir fırsat -Tektanrıcılığın tarih ve coğrafya açısından Doğu’da ortaya çıkmış olduğunu bilmekMacdonald’m düşüncelerinde Doğu ile Batı arasındaki ayırımın tüm mantıkî tablosunu gözler önüne sermektedir. Bu durum Mac donald’m kendisini Oryantalizme ne derecede verdiğini gösteri yor. Yaptığı özet şudur: “Hayatı kapalı bir bütün olarak ele alma konusunda gösterilen “yeteneksizlik” yaşama ait tek bir teorinin her olaya egemen olabi leceğini düşünmek ve ayrıntıları içinde seçtiği tek bir fikrin peşin de koşarak geriye kalan herşeye karşı ilgisizlik göstermeyi “huy” haline getirmek... sanıyorum ki Doğu ile Batıyı ayıran temel çizgi işte noktada yer almaktadır.”(93) Tabiatı ile bu fikirlerde yeni hiçbir şey yoktur... Schlegel’den Renan’a, Smith’ten T.E. Lawrence’e yüzlerce defa tekrarlamıştır bu sözler. Burada Doğu konusunda verilmiş bir karar var. Bu kara rın ne dünya ile ne doğa ile ne de gerçeklerle hiçbir ilgisi yok. Mac donald veya Gibb gibi Oryantalizme girmiş herkes böyle bir karar alır ve Doğunun Doğu, Batının ise Batı olduğunu bir ömür boyu tekrar edebilir. Bu alanda gösterilen gayretler, zaman zaman orta ya çıkan esnek fikirler sadece böyle bir amaca yöneliktir. Tüm ça lışmaların gayesi Doğu’yu “bir yere kapatmak”tır. Tek bir fikrin peşinde koşan Doğuluyu tarif ettikleri sırada ne Macdonald ne de Gibb ciddiyet dışına çıkmış değillerdir. Tamamı ile güven duyduk lar bir fikri ileri sürmektedirler. Ne biri ne de diğerinin Doğu ve Batının birbirine zıt olduğu konusu üzerinde Oryantalizmin ne de recede İsrar ettiğini görmelerine imkân yoktur. Her iki bilgin özel isim olan “Doğu” veya “İslâm” gibi sözcükleri hiç düşünmeden sı fatlarla, fiillerle karıştırarak sunmaktadırlar. Sanki bütün bunları havadan sudan edinilmiş fikirler değil de insanlara sorularak, danı şılarak formüle edilmiş düşünceler gibi ortaya sermektedirler. Dolayısı ile Gibb’in Müslümanlar ve Arab’lar hakkında bütün yazdıklarının gerçeküstü ve bağlaycı bir “İslâm” ile gündelik yaşa mın gerekleri arasında gergin bir tansiyon yaratması rastlantı de ğildir. Gibb İslâmî bilgin ve inanmış bir hrıstiyan olarak ele almak tadır; ancak milliyetçilik, sınıflar savaşı bireysel sevgi, hiddet, ça lışma deneyleri onun için ikinci, üçüncü planda gelen şeylerdir. Bu bilimsel yatırımın alçaltıcı karakteri özellikle W hither İslâm (İslâm Nereye?) isimli kitapta görülmektedir. Gibb kendi yayınla dığı iki ciltlik bu eserde kitabın isminin de ifade edebileceği gibi İslâmın geleceğini yorumlamaktadır. (1932’de yayınlanan bu ki tapta aynı zamanda Massignon’un Kuzey Afrika’ya dair önemli bir makalesi vardı) Gibb’in eserde kendisine verdiğe görev, İslâmî yaşayan şekli ile görmek, onun çağdaş durumunu ele almak ve muhtemel geleceğini incelemektir. Bu görev için İslâm dünyası nın birbirinden ayrı ve uzak bölgeleri daha çok İslâmın uzlaşmaz karakterini ortaya çıkaracak içimde ele alınacaktır. Gibb işe başla mak için İslâmın yeni bir tarifinin yapılmasını ileri sürmektedir. Daha sonra konuyu bağladığı makalede Gibb, İslâm dünyasının yaşayan gerçeklerine geri dönmeyi denemekte ve dünyanın gele ceğine dair beslediği fikirleri ortaya sermektedir. Aynen Macdonald gibi Gibb de tek yönle bir Doğu modelinin takipçisi gibi gö rünmektedir. Hayatın yaşanan gerçeklerinin bu modeli ırklara ve ırkçı teorilere yaklaştırması kolay olmayacaktır. Bütün değerleri ırkçı genellemelerin arkasından seyreden Gibb hiç kuşkusuz ken disinden önce yaşamış genellemeci oryantalistlerin çok üzerinde dir. Bu durumu dolayısı ile Gibb’in İslâmın evrenselliği ve toleran sı konusunda oldukça cömert ve ileri ölçülerde sempatik görüşleri vardır. Gibb’e göre İslâm bu tolerans ve hoşgörü fikirleri dolayısı ile çeşitli etnik ve dinî toplulukların bir arada barış içinde yaşama larını sağlamış ve demokratik imparatorluğunu böylece meydana getirmiştir. Siyonistlerin ve Marunî hrıstiyanların bu beraberliği kabul etmede zorluk çıkarabilecek tek azınlıklar olduklarını ileri sürmekle Gibb’in peygamberce bir davranışın içinde olduğunu açıklamakta sanırım hiçbir engel yoktur.(94) Ancak Gibb’in fikirlerine temel olan öge İslâmdan ziyade Müslümanlarla ilgilidir. Müslümanlar tabiyata karşı değil, görün meyene karşı kuşkuludurlar. İslâmi Doğunun hayatına bütünü ile tesir eden bir varlığın mutlak egemenliği altında yaşamayı huy edinmişlerdir. Gibb için İslâm “sünni müslümanlık”tır. Aynı za manda müminler topluluğudur. Hayattır, birliktir ve değerlerin do kunulmazlığıdır. Hem kanun hem nizamdır. “Cihatçıların” ve ko münist kışkırtıcıların ağız tadı kaçıran engellemelerine rağmen kurulu bir düzendir. Whither İslâm ?ı sayfa sayfa okurken Mısır ve Suriye’de yeni kurulan ticarî bankaların İslâmî olaylar yahut İslâmî girişimler olduğunu öğreniyoruz. Yeni alfabe okullarının, gazetecilik gibi, batılılışma ve aydınlar topluluğunun davranışları gibi hep İslâmî konuların içinde bulunduğunu görüyoruz. Gibb milliyetçiliği ve saçtığı "zehirleri” incelediği sırada Avrupa sö mürgeciliğinden tek kelime ile dahi olsun bahsetmemektedir. İslâmın sömürgeciliğe karşı politik yahut politik olmayan biçimde direnişi göz önünde bulundurulduğu takdirde çağdaş İslâm tarihi nin çok daha akılcı şekilde ortaya çıkabileceği Gibb’in bir an dahi aklının köşesinden geçmemektedir. Aynı konuda sözünü ettiği “İslâmî” hükümetlerin cumhuriyetçi, feodal yahut monarşik yapı da oluşları onu hiç ilgilendirmiyor. Gibb için “İslâm” bazen politikaları çıkmaza sokan (milliyet çilik, komünist kışkırtıcılığı, batılılaşma) bazen de kendi entellektüel iktidarlarım öne sürmeye çalışan Müslümanları engelleyen bir cins süper olaydır. Aşağıda okuyacağınız bölümde “din” kelimesi ile aynı aileye bağlı kelimelerin Gibb’in yazısına nasıl ton kazan dırdıklarına dikkat ediniz. Halbuki biz “İslâm” üzerinde bütün bunlara ters bir dünya baskısı olduğunun inancı içindeyiz: “İslâm din olarak kuvvetinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Ancak (M odem dünyada) sosyal hayatın düzenleyicisi olarak tahtından inmek üzeredir. Zira dünyada gelişen yeni güçler onun gelenekle rine ve sosyal reçetelerine karşı otoriter bir direniş içindedir. Bu güçler onun yolunu kesiyor. Daha açık söylem ek gerekiyorsa olayları şöylece özetleyelim: Yakın bir zamana kadar şehirli veya köylü orta halli bir Müslüman politika ile ilgilenmiyordu. Böyle bir rolü yoktu. Dinî edebiyatının dışında kolaylıkla nufuz edilebi lecek bir edebiyatı yoktu. Bayramları yoktu, toplumsal hayatı ta nımıyordu. Sadece dinine bağlı idi. Başka hiçbir şeyi görmüyor, belki dış dünyayı ancak dinsel gözlüklerin arkasından seyrediyor du. Dolayısı ile onun için din demek herşey demekti. Bununla bir likte zamanımızda özellikle daha ileri ülkelerde çıkarlar yelpazesi açılmış ve toplumsal faaliyetler din tarafından çizilen sınırların ötesine taşmıştır. Şimdi politik problemler Müslümanın dikkatini çekmektedir: Okuyor yahut okutuyor... Din ile uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan bir yağın makale her gün gözlerinin önünden geçiyor. Hatta bu yazılann içinde Dinî görüş açısına hiçbir şekilde ilgi duymayan ve çok daha değişik yerlerden kaynaklanan görüş ler vardır. Burada bu olayın altını çiziyoruz.”(95, Hemen belirtelim ki bu tabloya inanmak biraz güçtür. Özellik le İslâmın bütün dinlerin aksine “herşey” olduğunu sanmak zor dur. İnsanî bir olayın tarifi olarak bu metin öyle sanıyorum ki Or yantalist çizgiden bir an dahi şaşmamaktadır. Politikası ile, edebi yatı ile, enerjisi, hareketi ve genişleme olanakları ile Doğu’da ha yatın kendisi Batılı için inanılması güç bir olaydır. Bununla birlik te “Avrupa uygarlığına bir ek ve karşı ağırlık olarak” İslâm, mo dem formu ile oldukça faydalı bir sistemdir. Gibb’in modem İslâm konusunda ileri sürdüğü tekliflerin çekirdeği budur. Aslında “Ta rihin en geniş anlamı içinde bu gün Avrupa ile İslâmın arasında ge çen olay Rönesans tarafından suni şekilde parçalanan ve şimdi yüksek bir güçle bir araya gelerek bütünleşen Batı uygarlığının ye niden hayata kavuşturulmasıdır.”<96) Massignon bu metafizik yatırımları etkisiz kılmak için hiçbir gayret göstermemektedir. Gibb, objektif bilgiler sayarak bütün bunları ortaya koyarken böyle bir görüşe temelden ters düşen Mas signon hareketsizdir. Gerçekten hemen hemen bütün tenkitçilere göre Gibb’in İslâmî eserlerinin büyük bir bölümü metafizik bir ya pıya sahiptir. Gibb kafasında açık ve net bir anlamı varmış gibi sa dece “İslâm” sözcüğünü kullanmaz. Aynı zamanda Gibb’in “İslâm”ının zaman ve mekan içinde nerede olduğu da belli değil dir. Bu alanda Macdonald’ı izleyerek bazen İslâmî açık biçimde Batının dışına çıkarmakta, bazen de eserinin önemli bir kısmında görüldüğü gibi “yeniden Batıya dahil” etmektedir. Gibb 1955’te bu “iç ve dış” meselesine dair bazı açıklamalarda bulunmuştu: Batı İslâmdan bilimsel olmayan elemanlar almıştır ancak bu elemanlar zaten Doğu tarafından Batı’dan çıkarılmıştır. Dolayısı ile Batı İslâm bilimini ithal ederken “tabiî bilim ve teknolojinin” bir yer den başka bir yere geçemeyeceğini anlatan kanuna uygun hareket etmiştir.(97) Netice olarak İslâm, “sanatta, estetikte, felsefe ve dinî düşünce içinde” ikinci derecede bir olaydır. (Mademki bütün bun lar Batı’dan geliyor) Ve bilim ve teknoloji sözkonusu olduğunda bunların İslâmî olmadığım söylemeye luzum dahi yoktur. Gibb’e göre İslâmın bütün ışığı metafizik baskıların “içinde” aranmalıdır. Yazarın 1940’da yayınlanan M odern Trends in İslâm ( İslâmda modem akımlar) ve M oham edanism : A historical Survey (Muhammedîlik ve tarihsel süreç) isimli iki önemli eseri aslında pek bol malzeme vermektedir. Bu kitaplarda Gibb İslâmın içinde bulunduğu krizleri açıklayabilmek için çok zorluk çekmektedir. Zira İslâm davranışları ile kendi varlığına karşı çık makta ve onu düzeltmek için yapılan girişimleri geri gitmektedir. Gibb’in İslâm içindeki modernleştirme çabalarına karşı düşmanca bir tavır içinde bulunduğunu ve sunnî müslümanlığı daha çok be nimsediğini yazmıştım. Burada işaret etmek gerekir ki Gibb “Muhammedi’lik” sözcüğünü “İslâm” sözcüğüne tercih etmektedir. (İslâmın aslında Muhammed’in yaşam geleneğinin çevresinde ge lişmiş bir kutsal yol olduğunu söylediğine göre) Ona göre İslâmın en başta gelen ilmi yakında “dinbilim: teoloji’nin” yerine geçecek olan “Hukuk” ilmidir. İlginç olay: İslâm hakkındaki bütün bu açık lamalar onun için yapısından gelen bir duygu ile değil tamamı ile dışında kalan bir mantık tarafından yapılmasıdır. Hiçbir Müslü man kendisinin sadece “Muhammedi” sayılmasına razı olmayaca ğı gibi Hukuk’un dinbilimden üstün olduğunu da düşünmeyecek tir. Ancak bir bilim adamı olarak Gibb’in yaptığı iş çevresinde yer alan çelişkileri kendi gözü ile açığa vurmaktır. Bilgin’in görevi de budur ona göre. İslâmda bu noktada “dış gerçeklerle iç gerçekler arasında bir uyuşmazlık vardır. ”l9#) Oryantalist böylece vazifesinin bu çelişkileri ortaya koymak olduğuna inanmıştır. Dolayısı ile İslâm hakkında bildiği gerçekle ri söyleyecek, aslında hiçbir şey açıklayamayacaktır. (Zira bu çe lişkilerin çoğu derin ve gizli nedenlere dayanmaktadır) Gibb’in İslâm üzerinde ileri sürdüklerinin çoğu, bir kere daha tekrar edelim din ve kültürün pek çok şeyi anlayamadığı noktasından kaynaklan maktadır: “Doğu felsefesi Yunan felsefesinin temel adalet kav ramlarını yakalayamamıştır.” Doğu toplumlarına gelince, “Bu uluslar Batı toplumlarının çoğunun aksine sağlam sosyal örgütler kurmayı amaç edinmişler felsefi görüşlere dayanan fikir sistemle rini bir kenara itmişlerdir.” İslâmın başlıca iç zayıflığı “Dinî ni zamlarla, yüksek ve orta sınıflar arasındaki ilişkileri koparmış” ol masıdır/99’ Ancak Gibb, islâmın hiçbir zaman dünyanın geri kalan kısmı ile bağlarını koparmış olmadığını göz önünde bulundurmak ta ve bunun bir seri dış kargaşalığa neden olabileceğini düşünmek tedir. Zira kendisi ile dünya arasında yetersizlik ve uyumsuzluk vardır. Nihayet Gibb, modem İslâmî, klasik bir dinin, Batı’nın ro mantik fikirleri ile uyumsuz bir karşılaşmasının sonucu saymakta dır. Bu saldırıyı önlemek isteyen İslâm bir modemciler ekolü kur muş ancak bu ekole bağlı kişilerin fikirleri her yerde ümitsizlik ya ratarak modem çağm icaplarına uymadığını ispat etmiştir: Mehdicilik, Milliyetçilik, Hilafetçilik gibi... Modernizme karşı tutucu görüşün modernciliğe büsbütün uymadığı söylenemez, zira bir cins danışıklı döğüş yarattığı dikkatlerden kaçmamıştır. Sonuçta acaba İslâm iç çekişmelerinde haklı nedenlere mi dayanmaktadır? çevresindeki olaylara uyum sağlayabilecek midir? Bu soruların cevaplarını M odern Trends de bulabiliriz: “ İslâm yü zlerce, m ilyonlarca canlı yaratığın kalplerine, zekâlarına ve vicdanlarına seslenen dipdiri ve hayat dolu bir din dir. Bu din yolundan gidenlere namus, asalet ve Allah korkusu içinde yaşamalarını sağlayacak ölçüler verir. Taşlaşmış olan İslâm değildir, fakat onun sunnî çözümleri, sistematik teolojisi ve sosyal görüşleridir. Çöküntünün kaynağı buradadır. İslâmın en ileri en aydın en zeki taraftarlarının huzursuzlukları bu noktadan başlamaktadır.Gelecek için en büyük tehlikeler bu noktadan yola çık maktadır. İnsan iradesi üzerinde verdiği em irlerle, yolundan gidenlerin kendisine karşı duydukları çekicilik arasında geniş bir uçurum açılan hiçbir din ayakta kalamaz. Müslümanların büyük çoğu nluğu henüz parçalanma m eselesi üzerinde fikre varmış ol madığı için Müslüman modemcilerin acele ile verilmiş kararlan ulema tarafından reddedilmektedir. Ancak modemizmin genişle mesi bir uyarıdır. Mutlaka dikkat edilmesi gereklidir. Müslüman formüllerinin donuklaşmasının nedenlerini araştırırken belki m o demcilerin ortaya attıkları problemlerin çözüm yollarına ait bazı işaretler elde edebiliriz. Ancak böyle bir gözlem problemlerin so nuca bağlanabileceği anlamını taşımayacaktır. İslâmın temel prensiplerini, esas elemanlarına zarar vermeden yeniden formüle etmek nasıl mümkün olacaktır?”*1001 Bu pasajın son kısmı oldukça göz yaşartıcıdır. Doğu’yu yeni den dirilterek yeniden formüle etmek işini bizzat kendisi başarma ya yetenekli olmadığı için şimdi bu görevi geleneksel biçimde or yantalistin ele alacağı anlaşılmaktadır. Gibb’in İslâmî Ortado ğu’da uygulanan, incelenen ve telkin edilen bir İslâmdan ileri bir İslâmdır. Ancak kağıt üzerinde görülen bu İslâm, sadece Oryanta listin bilim-kurgu hayallerine dayalı değildir. Gerçekten var ola mayacak kadar tüm müminler topluluğunun gönlünü çekecek bir “İslâmdır.” Eğer İslâm gelecekte Oryantalistlerin ona uygun gör dükleri formüllerle var olacaksa bunun nedeni Doğu’da vakti ile yağmaya uğramış ve kendisini topluluğun sözcüsü sayan yersiz bir takım din adamlarının dili ile konuşmuş olmasıdır. Atılganlar ses lerini kestikleri zaman İslâm rahat etmektedir. Reformcu din adamları İslâmî modernize etme rollerini yeniden takındıklara za man ise bütün sıkıntılar tekrar baş göstermektedir. Ve bütün çö küntünün, parçalanmanın tek sebebi elbette bu sıkıntılardır. Gibb’in parçalanması İslâmın entellektüel bir iç meselesi sayı lan parçalanmanın çok ayrı bir anlam taşıdığı görülmektedir. Öyle sanıyorum ki bu kelime oryantalistin ayrıcalığını ifade ettiği gibi aynı zamanda, İslâm hakkında yazı yazdığı, araştırma yaptığı ve formüller icat ettiği sırada ona, kendisini istediği yere getirme ola nağı tanımaktadır. Gibb parçalanma fikrini bu görüşün dışında edinmiş değildir. Seçtiği konuya giden yolu epistomoloji: bilgi ku ramı aracılığı ile bulmuş ve gerek yazılarında ve gerekse elinde bu lundurduğu önemli görevleri sırasında İslâm üzerinde genel bir gö rüşe kavuşabileceği noktalardan hareket etmiştir. Sessiz İslâmın tek yönlü sunnî müminler topluluğuna dair beslediği arzu ile, yıl gın bürokratlar ve eyyamcı yenilikçiler sürüsü tarafından aldatılan bir hareketçiler grubunun tamamı ile dış yüzeyde kullanmak iste diği İslâm arasındaki fark, Gibb’in tüm bilimsel çalışmalarını yer leştirdiği alandır. Gibb en çok bu noktanın üzerinde durmakta ve formüllerini bu nokta çevresinde geliştirmeye çalışmaktadır. Ya İslâmın söyleyemediğini yazmakta yahud da din adamları sınıfı nın söylemek istemediklerini açıklamaktadır. Yazdıkları bir ölçü de İslâmın üzerinde zamanın ilerleyişidir. İslâmın bu gün söyleye mediğini gelecekte söyleyeceğinden emindir. Bir başka değimle Gibb’in İslâm hakkında yazıları bu dini “yaşayan” bir takım inanç lar bütünü olarak ele almaktadır. Gibb İslâmî bir çekicilik, atılgan lık sessiz istekler sistemi olarak görmekle müslümanların üıançlarımn yaşayan dünyada genel tartışma konusu yapılmadan çok önce anlamış bulunmaktadır. Gibb’in eserinde bir çelişki vardır: “İslâm”dan söz açtığı sıra da bu dinin görevlileri tarafından kullanılan dili kullanmadığı gibi tarafsız yolcularının becerebildikleri takdirde yara rlanacakları ko nuşma türünü de bir kenara itmektedir. Bu çelişki Gibb’in metafi zik: fizikötesi tutumundan geliyor... Gibb modem oryantalizmin bütün tarihini içine alan bu mirası, sağdıcı Macdonald gibi kişiler den edinmiştir. Doğu ve İslâm, olayların yarattığı anlamlar içine sıkıştırılmış bir çeşit gerçekler ötesi yapıya sahiptir. Bu yapıya kimse elini uzatamaz. Ona sedece Batının yetiştirdiği uzmanlar ulaşır. Batının Doğu üzerinde başlattığı yatırımların ilk günlerin den beri Doğu hiçbir zaman kendi adına konuşamamıştır. Doğu nun yapamadığı tek şey kendi kendisini takdim etmesidir. Doğu nun görüşleri sadece Oryantali st çalışmanın süzgecinden geçtik ten sonra kulak verilmeye yarar bir takım önerilerdir. Bu öneriler Oryantalizmin ateşinden geçecek, örs ve çekici arasında yoğrula cak, atölyesinde törpülenecektir. Gibb’in eseri İslâmî (Yahut Muhammedîliği) hem “olduğu” gibi hem de “olması gerektiği” gi bi göstermek iddiası taşır. Ancak metafizik açıdan sistemin aslını ve güçlülüğünü tek ve aynı şey saymaktadır. Gibb’in The Structure ofReligious Thougbt (Dinsel düşüncenin yapısı) yahut A n Interpretatiorı o f Islamis History (İslâm tarihinin bir yorumu) gibi ünlü denemelerini ancak metafizik bir tutum ortaya çıkarabilirdi. Gibb bu çalışmaları içinde, Massignon hakkında yazdığı yazıda ol duğu gibi objektif bilgi ile sübjektif bilgi kavramları arasındaki kargaşalığa düşmemiştir.<101) Gibb’in bu eserlerde “İslâm” konu sundaki açıklamaları gerçekten güven verici duygularla ve Tanrı sal asaletle yapılmıştır. Gibb’in satırları ile anlattığı olay arasında en ufak bir fark veya kopukluk yoktur. Zira bizzat yazarın belirtti ğine göre her iki olgu sonunda birbirinin içinde kaynamaktadır. Böylece “İslâm” ve'Gibb’in onun hakkında yaptığı tasvir ağırbaşlı, kararlı ve durgun bir basitlik taşımakta, eser ile düzenli İngiliz bili mi arasında ayrıcalık doğmamaktadır. Bir oryantalistin basılı bir eserinden seçilen satırların cins ve modeline çok fazla değer veriyorum. Bu kitapta Herbelot’nun alfa betik ansiklopedisinden söz ettim. Description de l ’Egypte (Mı sır’ın tasviri) isimli eserin ölümsüz sayfalarını dile getirdim. Renan’ın Müze—Laboratuvar’ının sayfalarını çevirdim. Lane’ın M odern Egyptians (Modern Mısırlılarının çıkarılmış küçük hi kayeleri aktardım. Silvestre de Sacy’nin antolojik özetlerini sergi ledim. .. Bütün bu sayfalar belli bir Doğunun işaretleri ve okuyu cuya “sunulan” bir çeşit “oryantalist” bilim adamları idi. Bu sayfa larda bir düzen vardır. Okuyucu bu düzene dayanarak sadece “Do ğuyu” anlamakla kalmaz aynı zamanda uzman, tercüman, gösteri ci, kişilik sahibi, aracı ve temsilci olarak oryantalisti de görür. Gibb ve Massignon hayret edilecek biçimde Batı’da oryantalist yazıla rın tarihini ele almışlar ve bu tarihi çeşitli stillerde yeniden yaşata rak mektep kitaplarına uyacak kadar basite indirmişlerdir. Doğu’dan örnekler, Doğuda aşırılık, Doğu dilleri birliği, Doğu serisi, Doğu örnekleri vs. yazdıkları kitapların konularıdır. Gibb ve Mas signon’un bütün bilimsel güçleri bu eserlerde ortaya çıkmış ve bunlar kısa makaleler yahut bilimsel üniversite eserleri olarak oku yanların istifadesine sunulmuştur. Birinci Dünya Savaşından, 1960’lı yılların başlarına kadar süren, Gibb ve Massignon’un yaşa dıkları bilimsel çağda, Oryantalist yazılar arasında başlıca yer tu tan üç şekil temelden değişikliklere uğramıştı: Ansiklopedi, Anto loji ve kişisel rapor... Bu şekillerin bilimsel otoriteleri ve uzmanlar komitesinden ( The Encyclopedia o f İslâm, The Cambridge History ofîslânr. İslâm Ansiklopedisi, Cambridge İslâm Tarihi) daha az seviyeli servislerin eline geçmek için dağılıp parçalanmıştı. (Silvestre de Sacy’nın Chrestomathie (külliye) örneğinde olduğu gibi dil öğretimi sadece diplomatik kadrolara eleman yetiştirmekle kalmıyor fakat sosyoloji, ekonomi ve tarih etütlerine yarıyordu) Bu sırada göz alıcı sansasyonel girişimlerin de değeri artmıştı. (Lavvrence örneğinde en iyi şekilde görüldüğü gibi bu girişimlerin bilimden çok kişiler ve hükümetlerle ilgisi vardı.) Gibb yazıların da ağır başlı idi. Massignon ise bir artist edası ile yazıyordu. Onun için orijinal bir yorum gücü taşıdığı zaman hiçbir referans fazla abartılmış sayılmazdı. Bu iki yazar Avrupa Oryantalizminin ev rensel niteliğmi ulaştırabildikleri en ileri noktaya kadar götürmüş lerdi. Kendilerinden sonra gelen yenilikler uzmanların yeni stili —genel anlamda anglo— Amerikan doğrultuda gelişmiş ve daha dar ölçülerde Amerikan Sosyal bilimlerine dayanmıştır. Bu çağda yaşayanlar eski Oryantalizmin bin parçaya bölündüğünü görmüş ler ve bu parçaların her birinin eski geleneksel Oryantalizmin yaşlı doğmalarını sürdürdüğüne tanık olmuşlardı. Son safha Müslüman Arab ikinci Dünya Savaşından bu yana Amerikan halk kültürünün yakından tanıdığı bir figür haline gelmiş ve özel likle üniversite çevrelerinde, politika dünyasında ve iş hayatında her Arab-İsrail savaşı, dikkatlerin bir nebze daha onun üzerinde yoğunlaşmasına yol açmıştır. Bu durum güçlerin enternasyonal konumunda meydana gelen büyük değişmeyi sembolize etmekte dir. Artık Fransa ve İngiltere dünya politika sahnesinin önünde de ğillerdir. Amerikan imparatorluğu onları sollamıştır. Dünyanın sömürgeleştirilmiş her yöresi şimdi geniş bir çıkarlar ağı ile Ame rika Birleşik Devletlerine bağlanmıştır. Oryantalizm gibi Avrupada yaratılmış bütün filolojik disiplinler Amerikan üniversitelerine aktarılmıştır. “Kültürel alan uzmanlan” (günümüzdeki adı ile “Area Specialist”ler) çoğu zaman bir bölgesel uzmanın değerine işaret etmekte, gerek hükümetler ve gerekse iş çevreleri tarafından bu gibi kişilere görev verilmesini ileri sürmektedirler. Avrupa modern Oryantalizminin depolayarak sakladığı bilgi yığını —Örneğin Jules Mohl tarafından ondokuzuncu yüzyıl kita bında ortaya konan malzeme— eritilmiş ve daha sonra yeni şekil lerde yeniden dolaşıma çıkarılmıştır. Doğunun tüm takdim şekil leri şimdi kültür alanı etrafında halkalanmaktadır. Japonya, Hin distan ve Pakistan çeşitli çevrelerde gittikçe daha çok sözkonusu edilmekte ve bilinen nedenler yüzünden bu ülkeler İncelenmekte ve tartışılmaktadır. İslâm ve Arab da yeni takdim şekillerine ka vuşmuştur. Her ikisinin de ayrıntılı bir varlık gücü ile (ve bu arada güçlü bir ideal birliği ile) ortaya çıktıkları yakında görülecektir. Çok ender tartışılmış olan bu varlık gücü, Birleşik Amerikaya ge leneksel Avrupa Oryantalizminden geçmiştir. (1) Halktan çizgiler ve bilimsel takdim . Arab’ın bu gün nasıl tanıtıldığına dair bazı örnekler verece ğim. “Arab”ın kendisini zorlayan devamlı baskılar karşısında na sıl değişmeye ve küçülmeye yüz tuttuğuna dikkat çekmek istiyo rum. Princeton Üniversitesinde sınıfların onuncu toplantısında Haziran savaşından önce 1967’de maskeli balolar düzenlenmişti. Seçilen tema hatırlatma kabilinden Arabtı. Elbise, şapka ve sandal giyilecekti. Savaştan sonra hemen anlaşıldı ki Arab teması can sı kıcı idi bunu değiştirmek gerekiyordu ilk toplantıda. Orijmal plan değişmeyecek, kişiler elbiselerini muhafaza edecekler yanlız elle rini teslim işaretini hatırlatacak biçimde başlarının üzerinde bir araya getirerek sınıfta öylece dolaşacaklardı. Böylece Arablar ye niden göçebe hayata geri dönüyorlar ve develere binerek karika türlere malzeme teşkil edercesine uyumsuzluk ve yenilgi sembolü oluyorlardı. Kendilerine layik görülen bundan başka birşey değil di. Ancak 1973 savaşından sonra Arablar her tarafta daha tehlikeli görülmeye başladılar. Gazetelerin sayfalarında bir petrol bayiinin yanında şeyh kıyafetinde bir Arab karikatürüne daha sık rastlanı yordu. Ancak bu Arablar açıkça “Samî” idiler. Burunları iyice çen geldi. Bıyıklarının altında farkediien yalancı gülücükleri (Özellik le Samî ırkından olmayan kişilere) bütün kargaşalıkların kaynağı nın “Samîler” olduğunu anlatıyordu. Yaşanan günlerde bu karga şalıklar elbette petrol’den başka birşeye dayanmıyordu. Yahudilere karşı beslenen kinin yavaş yavaş Arablara doğru kaydığı anlaşı lıyordu zira her ikisinin de görünüşü aynı idi. Arab’ın dikkatle bakıldığında, yavaş yavaş olumsuz değerler hanesine doğru yaklaştığı farkediliyordu. Şimdi O, İsrail’in ve dolayısı ile Batı'nın Ortadoğudaki varlığına karşı karıştırıcı bir ele man şekline girmişti. Yahut aynı görüntünün bir başka şekli olarak 1848’den beri İsrail devletinin kuruluşuna engeldi. Bu Arab’m bir tarihi varsa, bu tarih başlangıçta Oryantalist gelenek, daha soma Siyonizm tarafından kendisine bahşedilmiş olan (Yahut kendisi nin aldığı, önemi yok...) tarihti. Filistin —Lamartine ve ilk siyonistler tarafından— çiçek açmayı bekleyen boş bir çöl olarak düşü nülmüştü. Bu çölün içinde yaşayabilecek olan kişiler ise dünya yü zünde var olmaya hakları bulunmayan, dolayısı ile kültürel ve ulu sal bir gerçeğe sahip olmayan değersiz göçebelerdi. O tarihten son ra Arab Yahudiyi izleyen bir gölgeden başka birşey değildi. Bu gölgenin içine —Zira Arablar ve Yahudiler Doğu Samîleridir— bir Batı'lının Doğulu hakkında besleyebileceği tüm geleneksel ve gizli korkuları sığdırmak mümkündü. Aslında Nazi öncesi Avrupa Yahudisi ikiye ayrılmıştı. Şimdi karşımızda yer alan Yahudi bir kahramandı. Bu kahraman ilk öncü maceraperest Oryantalistler kültü tarafından yaratılan havanın içinde doğmuştu. (Burtan, Lane, Renan gibi...) Kahramanın arkasında ise onu devamlı izleyen korkunç ve esrarengiz Arab'ın gölgesi yer alıyordu. Herşeyden so yutlanmış, sadece kendi çevresinde yaratılan oryantalist polemi ğin içinde var olan Arab kendisi için çizilen bir kaderin yolcusuydu artık... Şimdi O Barbara Tuchman’ın değimi ile devamlı olarak cezalandırılacaktı. Bu cezanın uygulayıcısı ise “İsrail’in korkunç ve hızlı kılıcı” idi. Anti-siyonizminin dışında Arab bir petrol üreticisi idi. Bu da bir başka olumsuz noktaydı. Zira Arab petrolü üzerinde yapılan bütün hesaplar 1973-1974 boykotunda altüst olmuştu. (Genellikle Batılı petrol şirketlerinin ve küçük bir Arab yönetici sınıfının ya rarlandığı kriz) Arablar petrole sahip olmanın gururunu taşıyacak kişiler değillerdi. Onlardan kurtulmanın yolları aranmalıydı. Her tarafta sorulan soru şuydu: Arablar gibi kişiler ne hakla gelişmiş dünyayı tehdid altında tutabiliyorlardı? (Hür, Demokratik, yüksek ahlâk sahibi) Bu çeşit soruların arkasında yatan en yakın düşünce “Denizcilerin” Arab petrol sahalarını ele geçirebilekleri idi. Sinema ve televizyon, Arab’ı ya müsrif ve savruk yahut kanlı bir canî olarak göstermekte yarış ediyorlardı. Çizilen tabloda görü len şekil çok akıllı bir seks manyağı idi. Belki karışık entrikalar ko nusunda bu tabloda yer alan çizgiler doğru idi, ancak onun sadist ve aşağılık olduğu biraz abartılmış sayılamaz mıydı? Esir tüccarı, de veci, kaçakçı ve serseri. Sinemada geleneksel Arab’a verilen rol lerden sadece birkaçıydı. Ayva hırsızlarının önderi korsanların re isi yahut başkaldıranların elebaşısı olark Arab emirini beyaz per dede tutsaklarına bağırırken daima görebilirdiniz. Bu sırada Batılı kahraman ve kolundan sürükleyerek canilerin elinden kurtardığı sarı saçlı sevgilisi ortaya çıkarak tabloya tamamlayacaklardı. “Adamlarım sizi öldürecekler, fakat daha önce biraz eğlenmek is tiyorlar” diyen Valentine o sırada bir de göz kırpıyor ve yılışık bir gülüşle rafı gözlüyordu. İşte sinemanın Arabi... Aktüalite filimleri ve basında yer alan fotoğraflar Arabları daima yığınlar halinde gösteriyordu. Aralalnnda hiçbir kişi, resim yahut karakteristik bir simanın yer almadığı bu malzemenin yegane gösterdiği şey yığın ların sefaleti yahut uygunsuz davranışlardı. Bütün resimlerin arka sında “cihat” kavramı yatıyordu. Netice: Müslümanların yahut Arablarm dünyayı yeniden ele geçirebilecekleri korkusu idi. Müslümanlar yahut Arablar hakkında düzenli şekilde yayınla nan kitapların yahut makalelerin Ortaçağda yahut Rönesans sıra sında sürdürülen şiddetli anti-İslâm tartışmalardan hiçbir farkı yoktu. En küçük bir engel yahut en saf bir karşı koyuşa uğramadan akla gelen her şeyin yazılıp söylenebileceği dünyada tek etnik ve dinsel grup Arablar ve Müslümanlardı. Colombia College’in eski mezunlarının 1975 yılı etütleri için hazırlayıp yayınladıkları reh berde Arab dili kursları hakkında öne sürülen görüşler sırasında Arabçada iki kelimeden birinin “şiddetle ilgili olduğu ileri sürülü yor ve Arab mantığının her zaman” aşırı kibir içinde çalıştığı iddia ediliyordu. H erper’s Magazirıede Emmet Tyrell’in yeni yayınla nan bir makalesinde ırkçı karalamalar daha da açıklık kazanmıştı. Ona göre Arablar temelli cânilerdi. Tohumları şiddet ve kötülük taşıyordu/102' Amerikan el kitaplarında Arablar hakkında yer alan (The A rabs in A m erican Texthooks) makaleler konusunda ya pılmış bir inceleme sertlik ve dengesizlik örneği veren bir etnik-dinsel grubun şaşırtıcı yanlışlıklarını orta koyan sayısız maka lenin varlığını haber vermişti. Sözkonusu el kitaplarından birinde şu cümle yer alıyordu. “Bu Arab bölgesinde çok az kişi daha iyi bir hayatın varlığından haberdardır.” Kitap daha sonra şu soruyu soru yordu: “Ortadoğu halklarını birbirine bağlayan nedir?” Ve hiç çe kinmeden şu cevabı veriyordu: “En güçlü bağları Arabların İsrail’e karşı besledikleri kindir.” Bir başka kitapta İslâm hakkında şunlar yer alıyordu:’ “Müslümanların İslâm adı verilen dinleri yedinci yüzyılda başlamıştır. Bu din Muhammed ismini taşıyan Arabis tan’ın zengin bir iş adamı tarafından ortaya atılmıştır. Kendisinin peygamber olduğunu söylüyordu. Diğer Arabların arasında yolu nu izleyecek sadık kişiler buldu. Onlara kendisinin dünyayı idare etmek üzere seçildiğini söyledi.” Kitabın erdiği bu bilimsel(!) ma lumat’tan hemen sonra doğru bir yargı gözler önüne seriliyordu: “Muhammed’in ölümünden az bir zaman sonra öğretisi bir kitapta toplanmış ve “Kur'ân” denmişti. Bu kitap Müslümanların kutsal kitabı oldu.”1'03' Bu fikirler Arab Ortadoğu’yu incelemeyi meslek edinmiş üni versiteler tarafından geliştirilmiş ve bunların karşısına başka hiç bir fikir çıkarılmamıştır. (Daha ileri geçmeden hemen şunu hatırla talım ki daha önceki bölümlerde Princeton Üniversitesinde yapıl mış bir töreni sözkonusu etmiş ve bu tören sırasında da Arabların gülünç bir durumda gösterildiklerini hikaye etmiştim. Bu olay Bir leşik Amerika’da bu tür bilimsel kuruluşların en eskilerinden biri olan ve 1927’de kurulan Ortadoğu etütleri bölümü ile iftihar eden bir bilim yuvasında meydana gelmiştir.) Örneğin Eğitim ve Sosyal hizmetler’in Sağlık bölümü tarafından arzu edilerek 1967’de Prin ceton Üniversitesi sosyoloji ve Ortadoğu incelemeleri kürsüsü profesörü Morroe Berger tarafından kaleme alınmış olan raporu ele alalım. Prof. Berger o sırada Ortadoğu İncelemeleri Birliği (MESA) ya başkanlık ediyordu. 1967’de kurulan bu örgüt “İslâmın doğuşundan beri İnsanî ve sosyal bilimler açısından”*1041 Ortadoğu’yu ilgilendiren bütün konularda çılaşan bilginlerin meslekî topluluğu idi. Prof. Berger raporuna M iddle Eastern a n d North African Studies, Developments a n d Needs (Ortadoğu ve Afrika incelemeleri: Gelişmeler ve ihtiyaçlar) adını vermişti. Söz konusu rapor MESA bülteninin ikinci sayısında yer alıyordu. Ber ger raporunda bu bölgenin Amerika Birleşik Devletleri için taşıdı ğı stratejik önemi, ekonomik ve politik değeri sözkonusu ettikten sonra Amerikan hükümeti ve özel kuruluşlar tarafından üniversi telerde yapılan teşvik çalışmalarını sergiliyordu. 1958 olayından sonra ulusal savunma —ki bu görüş tamamı ile Spoutnik'ten esin lenmişti— Social Sciences Research Council: Sosyal bilimler araştırma komitesi ve Ortadoğu etütleri arasmaaki ilişkiler vs. Berger’in uluştığı sonuç şuydu: “Günümüzde Ortadoğu ve Kuzey Afrika artık büyük kültürel faa liyet alanı değillerdir. V e bu bölgenin yakın gelecekte böyle bir duruma girebileceği sözkonusu olamaz. Bölgenin incelenmesi ve dillerinin tetkiki m odem kültürle ilgilenen bir araştırmacının ko nuları sayılamaz. Etüt Bölgem iz büyük politik güç taşıyan bir yu va değildir ve olabilme gücü yoktur. Birleşik Amerika için Orta doğu (daha az Kuzey Afrika) politik değer açısından yerini (Daha geniş anlamda “zorluklarf’da) A frika’ya Latin Amerika’ya ve U zak -D oğu ’ya terketmiştir Böylece Ortadoğu bugün bilginlerin dikkatini çekecek çok az m alzemeye sahiptir. Ancak bütün bunlar bu bölge üzerinde yapı lacak bilimsel bir çalışmanın değerini düşürmediği gibi entellek tüel gücünü de azaltmaz. Bilginlerin çalışmaları böyle bir durum dan etkilenmemelidir. Sadece sınırlar daralmıştır. Bilm ek zorun dayız ki bölge bilim adamı ve araştırmacı olarak daha az kişinin il gisini çekiyor.” (lns) Uzağı görme ilkeleri içinde bu metin tabiyat ile yüz karasıdır. Onu daha da kötü kılan Berger’in sadece Ortadoğu işleri için bir uzman olarak seçilmiş olması değil, aynı zamanda —-yazdığı rapo run sonuç bölümünde açıkça görüldüğü gibi onun— Ortado ğu’nun geleceği konusunda birşeyler söyleyecek ve saptanacak politikalar için yol gösterecek bir kişi olarak tanınmasıdır. Öyle sa nıyorum ki bir büyük dünya gücü eğer Ortadoğu'nun politik ve po tansiyel değerini kavramayacak olursa bu durum rastgele bir çar pıklık sayılamaz. Metinde birinci ve son paragrafta görülen temel yanlışlıklar, ortaya koyduğumuz şekli ile Oryantalizmin tarihî ne sebinden inmektedir. Berger’in, büyük kültürel hareketlerin yok luğuna dair bulup söylediği şeylerin ve Ortadoğu’nun zayıflığı dolayısı ile bilginlerin ilgisini çekmeye değeri olmadığı yolunda ileri sürdüğü fikirlerin tarihte örnekleri vardır: Renan “Samîler hiçbir devirde büyük bir kültür yaratmamışlardır. Samî dünyası genel alakayı çekebilmek için çok zayıftır” cümlelerini durmaksızın tek rarlarken aynı davranış biçiminin içindeydi. Üstelik Berger bu yar gıları geleneğe uygun şekilde düzenliyor ve gözlerinin önünde uzanan manzaraya açıkça sırt çeviriyordu. Bütün bunlardan sonra Berger bunları elli yıl önce değil Amerikanın petrolünün % 10’unu Ortadoğu’dan sağladığı bir dönemde yazıyordu. Bu sırada Birle şik Devletlerin dünyanın bu bölgesindeki stratejik ve ekonomik çı karları inanılmaz boyutlara erişmişti. Berger herhalde kendi or yantalist durumunun çok önemli olduğunu bilmeli idi. Aslında söylediği kendisi gibi kişilerin yokluğunda Ortadoğu’nun ihmal edilmiş olacağı idi. Uzlaştırıcı rolünün tercümanlık olduğunu be lirtmek istiyordu. Kendisi devrede bulunmadığı takdirde Ortado ğu konusunda bilinen çok az şeyin bu bölgeyi yönetmeye yetmeye ceğini anlatıyor, Doğuyu sadece bir Oryantalistin yorumlayabile ceğini ileri sürüyordu. Ona göre Doğu kendi kendisini yorumlama ya yetkili değildi. Bütün bunları yazarken Berger klasik bir Oryantalist değildi. (Değildi ve bu gün de değildir) Daha çok profesyonel bir sosyolog du. Ancak bu olgu onun Oryantalizme ve onun fikirlerine karşı borçlarını ödeyemez. Ayrıca Berger incelediği ve incelerken de ğerini düşürdüğü malzemeye karşı da borçludur. Berger'in bazı duyguları öylesine güçlüdür ki bunlar en açık gerçekleri sakladığı gibi Ortadoğu’nun “Neden kültürel hareketlerden yoksun olduğu” sorusunu da ona sordurmamaktadır. Halbuki hayatını bu konuyu incelemekle geçiren kişilere istediği soruları sorabilirdi... Bilgin ler kendi hoşlarına giden ve kendilerini ilgilendiren şeyleri inceli yorlar. Onları sadece aşırı bir kültürel görev anlayışı iyi bir fikir sa hibi olmadıkları konularda hızlı çalışmaya itebilir. Ve işte bu gö rev duygusudur ki Oryantalizmi asırlarca ayakta tutmuşlar. Ancak nesilden nesile gelişen kültür, bütünü ile Oryantalistin önünde bir engeldir. Doğu’nun barbarlığı bu sırada ortaya çıkmış belirgm hale gelmiş ve tehlikeli başarısızlıkları Batının hesabma yazılmıştır. İslâmî Doğu konusunda üniversite tarzı davranışın iyi bir örne ği olarak Berger’i ele alıyor ve bir bilgine ait görüş açısının halkın kültürünün yaydığı karikatürleri nasıl destekleyebileceğinin gös termeye çalışıyorum. Ancak Berger oryantalizmin sık sık başına gelmiş bir olayı simgelemektedir. Bu olay temelden filolojik bir disiplin ve Doğu hakkında edinilmiş genel fikirlerin uzmanlaşmış bir sosyal bilim şekline dönüşmesidir. Bu durumda Oryantalist Doğu’nun gizemli dillerini öğrenmeye çalışarak işe başlamamakta fakat sosyal bir bilim formasyonu kazanmaya çaba harcamaktadır. Daha sonra edindiği bilgisini “Doğu”ya veya dünyanın bir başka yöresine uygulamaktadır. İşte Amerika’nın oryantalizm tarihin den anladığı budur. Bu anlayışı ana hatları ile belirli bir zamanda başlatmak mümkündür. Birleşik Amerika savaştan sonra Büyük Britanya ve Fransa’yı boşalttığı sırada sözkonusu düşünce biçimi nin içine girmişti. Bu tarihî andan önce Doğu konusunda Amerikan tecrübesi ol dukça sınırlı idi. Melville gibi kültürel yanlızlık çeken yazarlar Doğuyla ilgilenmiş, Mark Twain gibi alaycı gözlemcilera onu zi yaret ederek hakkında sayfalar doldurmuşlardı. Amerikan gerçe küstü arayıcıları Hind düşüncesi ile Doğu arasında sızıntılar yaka lamaya çalışıyorlardı.Bazı dinbilim öğrencileri de İncil’in dilini öğrenmeye uğraşıyordu. Barbarlar ile Amerikalılar arasında çeşit li politik ve kültürel buluşmaların meydana geldiği gözleniyordu. Tabiyatı ile Doğunun her tarafından rastlanan misyonerler sahne deydi. Ancak Oryantalizmin derin geleneği artık hissedilmiyordu. Dolayısı ile Birleşik Amerikada Doğu bilimi hiçbir zaman Avrupada olduğu gibi inceleme, çerçeveleme ve filolojik düzenleme süzgeçlerinden geçmemiştir. Üstelik genel düşünce hiçbir zaman Doğu üzerinde yoğunlaşmamıştır. Bunun nedeni belki Amerika nın çok uzaklarda oluşuydu. Böylece Doğu ancak ikinci Dünya sa vaşından sonra Avrupa için asırlarca olduğu gibi büyük dünya me selelerinden biri olmaktan çıkmış ve bir idarî sorun ve politik bir konu haline gelmişti. Bu sırada “Sosyal bilimler” uzmanlan sahne ye çıkıyor ve yaşlı oryantalizme dar bir elbise giydiriyordu. Bu ki şiler ileride göreceğimiz gibi Oryantalizmi öyle bir şekle sokmuş lardı ki onu tanımak dahi zorlaşıyordu. Her hali ile yeni oryantalist kendi hesabına eskilerin kültürel düşmanlıklarını takınmıştı. Yeni Amerikan Sosyal bilimlerinin Doğu’ya verdiği değerler arasında dikkat çekici bir nokta da edebiyatın yanından geçişidir. Modern yakın-Doğu hakkında bir Amerikalı uzmanını kitabında sayfalar dolusu okumak fakat en küçük bir edebiyat izine rastlama mak mümkündü. Bölgesel bir uzman için her şeyden önemli olan, bir edebî metnin karıştırıcı bir eleman olup olmadığıdır idi. Günü müzde Amerikanın Arab yahut İslâm Doğu hakkında tek düşünce si bu bölgede yaşayan kişilerin istenen ölçülerde durgun bir “tavır” takınmaları ve uygun “eğilimler” göstermeleriydi. Kısaca Ameri ka onların insanlıktan çıkmalarını istiyor... Eğer bu gün bir Arab şairi veya romancısı (sayıları pek çoktur) kendi deneylerinden söz açacak olursa veya kendi görüşlerini sıralamaya karar verirse, ken di İnsanlık görüşünü ortaya dökmeye girişirse mutlaka alışılmış şemaların ve klişelerin dışına çıkmak zorunda kalacaktır. Zira ken di kafasında yer eden kendi vatanı asırlardan bu yana hiç de düşün düğü gibi tanıtılmış değildir. Bir edebi metin az çok yaşanan ger çekleri ele aldığı zaman onun kuvveti artık Arabça, Fransızca ya hut İngilizce oluşunda değil kelimelerinin gücünde ve görüşünün sağlamlığmdadır. Günümüzde Birleşik Amerikada edebiyat Yakın-Doğu konu sundaki çalışmaların arasında yer almadığı gibi filoloji de ikinci sı rayı işgal etmektedir. Bu durum yeni Oryantalizmin bir başka özel liğidir. Ve böylece benim bu kelimeyi kullanırken onun için dü şündüğüm anlam, normların dışına çıkmaktadır. Gerçekten yaşa nan çağda üniversite uzmanlarının Yakın-Doğu konusunda ortaya koydukları çalışmaların pek azı Gibb ve Massignon tarafından so na erdirilen klasik oryantalizmin eserlerini andırmaktadır. Başlıca ürettikleri daha önce de söylediğim gibi bir çeşit kültürel düşman lık ve filoloji’den ziyade kendi uzmanlıklarına dayalı duygulardır. Günümüzde Amerikan Oryantalizmi az çok savaş sırasında ve sonra orduda kurulmuş olan dil okullarına dayanmaktadır. Bu okullar hükümetlerin ve Batı dünyasında yer almayan bazı kuru- kışların acele gereksinimlerini karşılıyordu. Ayrıca savaştan sonra yaşanan soğuk savaş yılları sözkonusu okulların değerini arttır mıştır. Okullara egemen olan hava, artık istenen şekle girdiği, olganlaştığı ve düşünülen reformlar ve eğitim sistemleri için uygun hale geldiği anlaşılan Doğulular hakkında takınılan misyonerce ta vırdı. Gizemli Doğu dillerinin incelenmesi artıka filolojik çabalara değil yaşanan stratejik ve politik gerçeklere dayanıyordu. Diğer ta raftan “uzman”lara mistik bir atmosfer sağlıyor, otoritelerini artı rıyordu. Böylece uzmanlar ümitsiz karanlıklar içinde yüzen bir ko nuya birinci elden ışık tutan kişiler sayılıyorlardı. Sosyal bilimler sıralamasında dillerin incelenmesi daha yük sek gayelere ulaşmak için birer araçtı. Tabiyatı ile eski bir edebî metnin okunması anlamını taşımıyorlardı. Örneğin 1958’de Middle East Istitute: Ortadoğu enstitüsü (Yakm-Doğu araştırma larını teşvik ve kontrol için kurulan yarı resmi örgüt) “Report on Current Research: Araştırma raporu” adı ile yayınladığı belgede “Birleşik Amerika’daki Arab araştırmalarının günümüzdeki duru mu” ele alınıyordu. (İlginç konu bu rapor bir İbranî tarafından kale me alınmıştı) ve metnin ön sözünde şu cümleler göze çarpıyordu: “Yabancı diller üzerindeki bilgilerimiz sadece edebî araştırmalara yönelik değildir. Bu bilgiler mühendisler, iktisatçılar, “sosyal bi limciler”, ve daha pek çok uzmanlar için çalışma araçlarıdır.” Ra por bütünü ile petrol şirketleri kadroları teknisyenler ve askeri per sonel için Arabça’nm değeri üzerinde İsrarla duruyordu. Raporun başlıca delili şu cümlelerde bir araya getirilmişti: “Rus üniversite leri şimdi kolaylıkla Arapça konuşan insanlar yetiştiriyorlar. Rus ya insanlara kendi dilleri ile hitap etmenin en büyük değerler taşı dığım farketmiştir. Birleşik Amerika yabancı dilleri okutma prog ramlarını geliştirmek için daha fazla beklememelidir.”(10<;)Anlaşıl dığına göre artık Doğu dilleri belirli bir politikanın parçası şeklini alıyorlardı. (Bir anlamda her zaman olduğu gibi) Yahut bu diller birer propaganda aracıydı. Her iki şekilde de Doğu dilleri etütleri Harold Laswell’in propaganda üzerine düzenlediği tezlerin konu ları idi. Önemli olan insanların ne oldukları veya ne düşündükleri değildi, fakat onları ne hale getirmek ve ne düşündürmek gerektiği idi. “Propagandacının görüşü aslında insana saygı ve şekilci demokra siye karşı ilgisizliği bir araya getirir. Yığınların desteğini kazan mış büyük operasyonlar ve insan seçeneklerindeki çeşitlilik üze rinde kazanılmış tecrübeler kişilere saygı esasını doğurmuştur. Yığının içindeki insanlara karşı gösterilen bu ilgi insanların kendi çıkarlarını tanımada en iyi ileri yargılama gücüne sahip oldukları nı ileri süren hiçbir demokrasi dogmasına dayanmaz. Modem pro pagandacı, modem psikolog gibi insanların çoğu zaman kendi öz çıkarlarını tanımada zorluk çektiklerini farketmiştir. Gerçekten toplum içinde bireyler hiçbir sağlam kanıta dayanmadan bir seçe nekten diğerine yuvarlanmakta yahut yersiz kuşkularla birkaç eski yosunlu kaya parçasına takılmaktadırlar. Gelenekleri ve kanaatle ri köklü ve sürekli bir şekilde değiştirmek büyük ölçüde, insanla rın ne tür seçenekler peşinde koştuklarını bilmeye bağlıdır. Bu, in sanoğlunu ortaya koyan kumaşın hangi ilişkiler ağı ile örüldüğü nün anlaşılması demektir. Böylece hiçbir kuşkuya yer kalmayacak şekilde seçeneklere dair işaretler ortaya çıkacak ve gerçeğe en uy gun çözüm e giden yollarda programlar düzenlenebilecektir. Y ı ğınsal bir hareketin rayına oturtulması ile ilgili konuya gelince bu noktada propagandacının görevi “kabul” ve “uygulama”yı kolay laştırıcı çift rol oynayabilecek semboller bulmaktadır. Bu sembol ler kabulun kendiliğinden oluşmasını sağlayacak daha sonra ideal “uygulama” zorlama değil fakat düşünme ve tanrısal kadere sonu cu olarak belirecektir. Aklın ve egemen gücün duruma el koyma sının başka yoktur. Propagandacı bilmelidir ki dünya baştan sona bir sebepler dünyasıdır. Ancak bunların arasında pek azı tam anla mı ile görülebilmektedir.(107) Açıkça anlaşılıyor ki bir yabancı dil bilmek halklara karşı dü zenlenen saldırının aracı, yabancı bir bölgeyi tanımak da o bölgeye tanrısal kaderine uygun biçimde el koymasının(!) programıdır. Bununla birlikte bu program liberal bir cilâ taşımalıdır. Bu gö rev genellikle bilim adamlarına, iyi niyetli kişilere ve heyecan taşı yan insanlara bırakılmıştır. Harekete temel olan fikir Doğuluları, Müslümanları yahut Arabları incelerken diğer insanların da ince lenebileceği, onların yaşam şekilleri ve düşünce tarzları hakkında bilgiler toplanacağıdır. Bu amaç uğruna belki kendi kendilerinin konuşması daha uygun olacaktır. (Bu noktada Mars tarafından sö zü edilen Lasswell’in de uygun bulduğu Louis Napolyon’un “Ken di kendilerini takdim edemezler, takdim edilmeye muhtaçtırlar” sözünü hatırlıyalım...) Ancak yine de onlar bir noktaya kadar ve belirli bir şekil içinde konuşmaya bırakılmalıdır. 1973 yılında, Arab, İsrail savaşı devam ederken “Newyork Times Magazine” bi ri İsrail tarafını temsil etmek üzerebir İsrailli hukukçuya diğeri Arab cephesini temsil etmesi için Birleşik Amerikada görev yapan bir Arab elçilik yetkilisine iki makale ısmarlamıştı. Arab elçilik yetkilisinin hiçbir oryantalist formasyonu yoktu. Durum fırsattan yararlanmanın ilginç bir örneği idi. Madem ki Arablar kendilerini takdim etmede yetenek gösteremiyorlar o halde bu görevi Batı üst lenecekti. Unutmamak gerekiyordu hem Arablar hem de Yahudiler Samî kökenden geliyorlardı. Takdim sırasında bu nokta Batı için önem taşıyacaktı. Burada bir Yahudinin aristokrat bir salona girişini tasvir eden Proust’tan bir pasaj alalım: “Romalılar, Mısırlılar ve Türkler Yahudilerden nefret edebilirler. Ancak bir Fransız salonunda bu halklar arasındaki fark fazla belir gin değildir. V e eğer bu salona bir İsrailli çölün derinliklerinden çıkarak gelse sırtlan gibi öne eğilm iş vücudu, yere yaklaşmış en sesi ile kuyruklu “selamlar” verecek ve salonda tamamı ile Doğu lu rüzgar estirecektir.’^108* (2 ) Kültürel ilişkiler politikası. Doğrudur ki Birleşik Amerika ancak yirminci yüzyılda büyük bir dünya gücü olmuştur. Ve yine doğrudur ki Amerikanın ondo- kuzuncu yüzyılda dünya ile ilgilenişi bir hazırlık devresi idi. Bar bar korsanlara karşı yürütülen 1801 ve 1815 savaşlarını bir kenara bırakarak 1842’de “American Oriental Society: Amerikan Doğu demeği”nin kuruluşuna göz atalım: Bu demeğin başkanı olan kişi nin yaptığı bir konuşmada Amerika’nın Doğu araştırmaları konu sunda Avrupa sömürgecilerinin izlerini takip edeceği açıkça anla şılıyordu. Ona göre Oryantalist etütlerin yararı sadece bilimsel de ğil fakat aynı zamanda politikti. (Günümüzde olduğu gibi) Başka nın fikrini doğrulamak üzere verdiği kanıtlar Oryantalizmin o ta rihten sonra alacağı şekil hakkında hiçbir şüpheye yer bırakmıyor du. “American Oriental Society”nin 1843’te bir araya gelen ilk top lantısında başkan Pickering ilginç konuşmasına başlarken yaşa nan çağda uluslararası duruma işaret etmiş ve her tarafta yaygın olan barış ortamının yarattığı fevkalade uygun şartlar altında D o ğu ülkelerine serbestçe girilebileceğini ve oralarda münasebetler kurulabileceğini ileri sürmüştü. Yeryüzü o sırada M ettemich ve Louis-Philippe devrinde olduğundan çok daha ileri ölçülerde sa kin bir dönem yaşıyordu. Nankin andlaşması Ç in’in kapılarını aç mıştı. Okyanuslarda dolaşan gemiler yelkenlerini atarak uskur sa hibi olmuşlardı. Morse telgrafını işletmiş ve hatta okyanusun al tından bir hat geçirilmesini dahi teklif etmişti. Derneğin gayesi Asya dillerinin öğretilmesini hızlandımıak, Afrika, Polenezya ve Doğuyu ilgilendiren tüm alanlarda gösterilen faaliyetleri canlan dırmak, Amerikan vatanında Doğu araştırmalarına karşı bir ilgi uyandınnak, metinler çeviriler ve haberler yayınlamak, bir kütüp hane ve çalışma lokali kurmaktı. Bu çalışmanın önemli bir kısmı A sya’ya ve özellikle Sanskrit ve Samî dillerindeki etütlere ayrıl m ıştı.”"09» Metternich, Louis Philippe, Nankin Andlaşması ve uskur. Bütün bunlar bize Avrupa-Amerikan imparatorluk yıldızının hiç geri kalmadan Doğuya giriş kronolojisini sergilemektedir. Ondo kuzuncu ve yirminci yüzyılda Yakın-Doğu’da faaliyet gösteren efsanevî Amerikan misyonerleri dahi görevlerinin kendilerine Tanrı’dan ziyade “kendi” tanrıları, “kendi” kültürleri ve “kendi” kaderleri tarafından verildiğine inanıyorlardı.'1"” Basımhane, okul, üniversite ve hastahane şeklindeki ilk Amerikan misyoner kuruluşları tabiyatı ile bölgenin yararına olduklarını iddia ediyor lar fakat aslında özel emperyal karakter taşıyorlardı. Birleşik Ame rika hükümetleri tarafından desteklenen bu kuruluşlarla Doğu’da kendilerinden önce gelen İngiliz ve Fransız örgütleri arasında hiç bir fark yoktu. Birleşik Amerikanın birinci dünya savaşma girme sinde Siyonizmden ve Filistin’in işgal edilmesinden beklediği po litik çıkarların büyük rolü olmuştu. Amerikalıların Balfour açıkla masından (Kasım 1917) önce ve sonra İngilizlerle yürüttükleri tar tışmalar bu açıklamaya ne büyük değer verdiklerini açıkça ortaya koymaktadır."11’ İkinci dünya savaşından önce ve sonra Birleşik Amerikanın Yakın-Doğu’daki çıkarları akıllara durgunluk veren bir hız içinde gelişmiştir. Savaş içinde Kahire’de, Tahran’da ve Kuzey Afrikada önemli sahneler oynanıyordu. Bu dekor içinde Birleşik Amerika kendisinden önce İngiltere ve Fransanın başlattı ğı gibi bölgenin petrol ve stratejik değerinden yeterince faydalan mayı düşünüyor ve işe İngiltere ve Fransanın bıraktığı yerden de vam etmeye karar veriyordu, hazırlanıyordu. Mortimer Graves 1950’de Amerikanın oynadığı bu yeni role “Kültürel ilişkiler politikası” adını takmıştı. Ona göre diğer önlem lerin arasında en fazla değer taşıyanı “ 1900’den beri Doğu dilleri nin en yaygın olanları tarafından üretilen önemli her eserin bir ara ya getirilmesi idi.” Zira Graves için bu konuda önemli nedenlerin en önde gideni (söylemek gerekir ki en anlayışsız kulakların dahi kavrayacağı biçimde) “Amerikan düşüncesine Ortadoğuda hangi görüşlerin karşı çıkabileceğini” Amerikan halkının bilmeyis idi. Bu güçlerin en önemlileri tabiatı ile Komünizm ve İslâmdı.11121 Bu tip çıkar ilişkilerinden ve Amerikan Doğu Derneği gibi daha çok geçmişe dönük kuruluşların çalışmalarından Ortadoğu üzerinde geniş bir araştırma ağı meydana getirilmiştir. 1946’da Wash ingîon’da” Middle East Studies Association: Ortadoğu Etütleri Der neği” adı ile bir örgüt kurulmuştu. Bu kuruluş açık stratejik davra nışlarla ulusal güvenlik konusunda kuşkular taşıdığını belli ediyor ve politika ile ilgileniyordu. Federal hükümetin kontrolü altında idi. Ona bağlı değildi fakat ayrı da değildi.'1131 O sırada Birleşik Amerika’da buna benzer daha başka kuruluşlar da faaliyete geç mişlerdi. Çoğu aynı örgütün içinden çıkmış bu kuruluşlar güçlü Ford vakfı ile besleniyor ve ayrıca daha değişik vakıflardan sağla dıkları maddi olanaklarla federal programlar düzenliyorlardı. Üni versitelere yardım ediyorlar, çeşitli federal araştırmaları destekli yorlardı. Ulusal Savunma dairesinin programlarına, RAND Cor poration ve Hudson Institut’nün çalışmalarına yardımcı oluyorlar dı. Bankalar, petrol şirketleri, çok uluslu şirketler ve buna benzer daha pek çok ticarî kuruluş bu örgütlerin desteğinden yararlanıyor, tavsiyelerine kulak veriyordu. Bütün bu faaliyetlerin ayrıntılarda olduğu kadar bütün içinde de vakti ile Avrupa’da geliştirilmiş olan Oryantalizmden esinlendiğini ileri sürmek olayları küçültmek an lamını taşımayacaktı. Avrupa’nın Doğu üzerindeki emperyal düşünceleri ile Ameri ka’nın düşünceleri arasında (Uzak-Doğu ve Yakın-Doğu dahil) parallellik bulunması doğaldır. Ancak üzerinde durulması gereken noktalar belki sadece şunlardır: (a) Avrupa Oryantalist bilimi hangi noktaya kadar ele alınmış ve uygunlaştırılarak anlaşılır hale getirilmiş ve Birleşik Amerika’da savaştan sonra Yakın-Doğu üzerinde gelişen çalışmaların yararına sunulmuştur. ( b) Avrupa geleneği hangi ölçülerde Birleşik Amerikada aynı bilimsel gelene ğin doğmasına yardımcı olmuş, bilginlerin ortak hareket etmeleri ni sağlamış, kuruluşlara, hitabet stillerine ve çalışmalara yön ver miştir. Bilindiği gibi o sırada Birleşik Devletlerde sosyal bilimler büyük bir aşamanın içine girmişler ve bu konuda ortaya konmuş teknikleri (bir kere daha) yeniden ele almışlardı. Gibb’in bu alanda beslediği fikirleri daha önce açıklamıştım. Hatırlamak gerekir ki Gibb 1950 yılm ortalarında itibaren “Harvard Çenter of Middle East Studies”(Harvard üniversitesi Ortadoğu Etütleri Merkezi)ni yönetmeye başlamıştı. Gibb’in düşünceleri ve stili o çağda büyük etkiler uyandırmıştı. Ancak Gibb’in Birleşik Amerikadaki varlığı aynı konuda 1920’lerden sonra Princeton üniversitesindeki Philip Hitti’nin varlığı ile aynı değerde değildi. Princeton üniversitesi ün lü bilim adamları ile geniş bir grup kurmuş ve bu grubun ortaya çı kardığı oryantalist çalışmaların kalitesi bilimin değerini yükselt mişti. Halbuki Gibb Oryantalizmin politik yönü ile daha gerçek ilişkiler içinde idi. Harvard’daki durumu Hitti’nin Princeton’daki durumundan ileri idi. Gibb Oryantalizmi bir soğuk savaş zemini üzerine oturtmuş ve “kültürel alanlar” teorisini bundan sonra icat etmişti. Bununla birlikte Gibb’in kişisel çalışması Renan, Becker ve Massignon’da yer alan kültürel hitabet dilini kullanmamıştı. Bu hi tabet şekli, entellektüel araç ve doğmaları ile göz alıcı biçimde ön celikle (fakat tek örnek olarak değil) Gustave von Grunebaum’da görülmektedir. Kurumsal bir otorite ile çalışan bu bilgin önce Şikago’da daha sonra UCLA’da faaliyet göstermişti. Grunebaum fa şizmden kaçarak Birleşik Amerikaya sığınan Avrupalı bilim adamlarının arasında bulunuyordu.'114’ Gustave von Grunebaum sağlam bir oryantalist eser ortaya koymuştu. Eski kültür açısından İslama dayalı bu eser Grunebaum’un uzun zamandan beri üzermde çalıştığı kariyerini kapsıyor ve çoğu zaman küçültücü genelleme ler veriyordu. Yazış stili Avusturya-German kökenli dağınık bilgi hâzinesinin çapraşık izlerini taşıyor, Fransız, İngiliz ve İtalya sahte Oryantalizminin katı önyargılarını yansıtıyordu. Böylece tarafsız bir bilgin gibi görünmeye çalışan Grunebaum’un eserleri aslında zorlukla okunabilen ağır ve çözümü güç metinlerdir. Grunebaum çalışmasında, çok çeşitli devirleri içine alacak şekilde İslâmî kendi metinlerinin aracılığı ile incelemiş ve ayrıcı Husserl ve Levi Strauss’un referanslarından yararlanmıştı. Bunun yanında Grunebaum Amerikan İnsanî bilimler uzmanlarını da kaynakları arasına kat mış bulunuyordu. İslâmın diğer dinlerden ve uygarlıklardan ayrı özel bir durumu olduğunu Grunebaum biliyordu. Bu noktadan ha reket ederek onun İnsanî olmadığını, gelişmeye yeteneği bulun madığını, kendi kendisini tanıyamadığını, objektif olamayacağını, yaratıcı niteliğe sahip olmadığını, bilimle ilgisi bulunmadığını ve bu yüzden otoriter bir tavır takmamayacağını ileri ileri sürüyordu. Aşağıda Grunebaum’un eserinden seçilmiş iki karakteristik bölüm okuyacaksınız. Unutmamak gerekir ki Grunebaum bir Avrupalı bilim adamının Birleşik Amerika’da kazanacağı en geniş ilgi dere cesine dayanarak kalem kullanıyordu. Eğitmen, yönetici, eğitim bursları sağlayan Grunebaum böylece geniş bir bilginler ağmı ken di disiplini altında tutabiliyordu. “Şunu önemle göz önüne almak gerekir ki Müslüman uygarlığı bi zim en ilkel duygularımızı dahi paylaşan bir uygarlık değildir. Bu uygarlığın gerek basit ilgi ve gerekse kendi karakterini ve kendi ta rihini daha açık anlayabilmek açısından diğer kültürlerin temel yapısını araştırmaya ihtiyacı yoktur. Bu gözlem in kanıtı İslâmın şu sırada yaşadığı derin karışık durumdur. Bu karışıklık İslâmın kendi kendisini yorumlamasını engellemektedir. Bu uygarlığın temel insanlık dışı duygularına yön veren araç insanın en azından dünyanın ve olayların yargılayıcısı olması gerektiğini reddetme sidir. O kafa yapılarına uygun olarak ortaya konan gerçeklerle ye tinmekte ve bir başka değim le psikolojik hakikatlere bağlanmak tadır. Arab veya İslâmî m illietçiliğin içine düştüğü yanlışlık, bir ulusun Tanrı’dan geldiğine inanılan hakların üzerindeki İsrarı, şe kilci bir güzellik duygusu, ondokuzuncu yüzyılda başarılan tek nik gelişmelere karşı ilgisizliği, ve bir bilimsel olayın ilk defa orta ya çıkışında taşıdığı gücü kavrayamayışı idi. Onun için güç ve güçün istekleri birbirini tamamlamaktadır. (Bu cümlenin genel dü şünce içinde hiç yeri yoktur, anlaşıldığına göre Grunebaum onu İslâmdan bahsettiği sırada ciddî ve hikmetli olduğunu gösterebil mek için metne dahil etmiştir) İslâm ’ın politik sürtüşmeler karşı sında takındığı tavır sabırsızlığını ortaya koymakta ve entellektüel çevrelerin uzun vadeli analizler ve planlar yapmasını zorlaştır maktadır. Pek çok düşünen kafaya göre bu tip bir yazı polemik karakter taşıyacaktır. Oryantalizm’e göre ise elbette katı inançlara dayalı dır. Yazı İkinci Dünya Savaşından sonra Birleşik Amerika’da Or tadoğu konusunda gelişen fikirlerin geleneksel kurallarını yansıt maktadır. Bunun nedeni ile bir ölçüde Avrupalı bilginlere karşı bu ülkede duyulan saygınlıktan kaynaklanıyor... Bununla birlikte derhal açıklamak gerekir ki Von Grunebaum’un çalışması disiplin tarafından tartışılmadan kabul edilmiştir. Ancak bu disiplin bugün artık Grunebaum gibi kişileri yeniden yaratacak güçte değildir. Buna rağmen bir tek bilgin von Grunebaum’un fikirleri üzerinde kuvvetli bir tenkit yürütmüştür. Bu kişi tarih ve siyasî teorilerle uğ raşan Abdullah Laroui isimli bir Faslıdır. Laroui, von Grunebaum’un eserinde yer alan ve sık sık tekrar lanan alçaltıcı motifi ele almakta ve bütünü ile tenkidüıi büyük bir başarı ile sürdürmektedir. Sorduğu soru şudur: “von Gruneba um’un eseri taşıdığı muazzam ayrıntı yığın ve büyük bilimsel de ğerine rağmen neden aşağılayıcı bir karakter yaşıyor...” Laro ui’nin bu soruya kendi kendine verdiği cevap ise şu düşünceleri ta şımaktadır: “von Grunebaum’un İslâma taktığı sıfatlar (ortaçağ, klasik, modern) tarafsız hatta yücelticidir. Bu açıdan klasik İslâm ile Ortaçağİslamı arasında veya kısaca İslâmda hiçbir fark yoktur. Dolayısı ile kendi kendisine değişikliğe uğrayan sadece bir tek İslâm vardır.. ,”<U61 Von Grunebaum’a göre İslâm Batı’yı reddet mekte zira kendi temel düşüncelerine karşı bağlılık göstermekte dir. İslâm bu şekli ile Modern Batı düşüncesinden yararlanarak kendi kendisini modernize edemeyecektir. Bu eşyanın tabiyatına aykırıdır. İşte von Grunebaum’un bütün göstermek istediği budur von Gmebaum’un, İslâmî yenileşme gücü olmayan bir sistem ola rak tanıtan fikirlerini ele alan Laroui İslâmın gelişimi için Batı me totlarına ihtiyacı olduğu konusuna hiç değinmemektedir. Bunun nedenibelki Grunebaum’un Ortadoğu ya dair genel fikirler üzerin de uyguladığı büyük etkidir. (Örneğin David Gordon’un Self-Determirıation a n d History in the Third W orldİU1) isimli eserinde Arabları, Afrikalıları ve Asyalıları “olgunlaşmaya” çağırmakta bunun için Batılılardan objektif olma konusundaki ders almaları gerektiğini iler sürmektedir.) Laroui’nin analizleri aynı zamanda Grunebaum’un İslâmî an lamak için A.L. Kroeber’in kültürel teorisini nasıl kullandığı gös termektedir. Ayrıca Laroui bu aracın, İslâmî kapalı bir sistem ola rak göstermeye yarayacak türden bir seri küçültücü kanıtı nasıl bir araya getirdiğini açıklamaktadır. İslâm kültürünün birbirine ben zeyen çeşitli elemanları böylece von Grunebaum’un düşüncesinde bir değişmezliğin öncüsü olarak yer almakta ve Tanrının bir teorisi sıfatım kazanmaktadır. Bu sıfat sözkonusu kültürel elemanları be lirli bir anlam çerçevesinde sınırlandırarak İslâmın gelişmesini, ta rihsel atılımlarını, geleneklerini ve gerçeklere karşı davranışlarını kısıtlamaktadır. Laroui çok yerinde olarak tarih, olayların karışık düzeni, zamanın içinde olma ve saptırılmış anlatımların böyle bir kültür anlayışına yol açamayacağını aynı şekilde bu kültürün sözü edilen türden bir idelojoji ile sonuçlanamayacağını ve neticede böyle bir ideolojinin de aynı tür bir teoloji: dinbilim görüşüne vara mayacağını kanıtlamaktadır. Von Grunebaum bir taraftan devral dığı oryantalist doğmaların etkisinde diğer taraftan İslâmda yan lışlık olarak seçtiği bir motifin tutsaklığı içindedir. İslâm uygarlı ğımı! getirdiği olanaklar arasında “Bir din teorisi ve çok az yaşanan bir dinsel hayat, bir politika teorisi ve bunun sağlıklı biçimde uygu landığını kanıtlayacak çok az tarihî belge; bir tarih teorisi ve bunun yanında çok az sayıda kayda geçirilmiş olay; bir sosyal yapı teorisi ve yanında çok dar ölçülerde “yaşanmış” bireysellik; bir ekonomi teorisi ve yetersiz sayıda rakkamlar vs. “bulmak mümkündür.”(118) Bunun sonucunda ortaya çıkan tarihsel görüş İslâm kültürü nün yaşayan gerçeklere karşı adalet sağlamaya yetenekli bir sistem olmadığı, hatta onları yargılamaya dahi gücü yetmediğidir. Grunebaum ’uıı İslâmî neticede Avrupa oryantalistlerinin eski İslâmıdır. Bu İslâm tek yönlü, en açık İnsanî tecrübeleri dahi değer li bulmayan, kaba alçaltıcı ve değişmez bir İslâmdır. Neticede İslâm hakkında ileri sürülen bu fikirler temelde siyasî nitelik taşımaktadır. Hatta bu görüşlerin tarafsız olmadığım imâ et mek de mümün değildir. Bu düşüncelerin yeni oryantalistler üze rinde (von Grunebaum’dan daha genç olanlar) büyük tesiri vardır. Bu tesir bir taraftan onların geleneksel otoritelerine, diğer taraftan dünyanın geniş bir kısmını ele geçirerek orada ahenkli bir yönetim kurmanın gereğine dayanmaktadır. Siyasî açıdan Batı daima İslâmî bölgeleri elinde tutmada güçlük çekmiştir. Ve doğrudur ki İkinci Dünya Savaşından bu yana Arab milliyetçiliği Batı emper yalizmine karşı her fırsatta düşmanlığını belli eden bir varlık ol muştur. İslâmî entellektüel açıdan tatmin ederek karşı koyuşunu kolaylaştıran öğelerin sayıları günden güne artmaktadır. Otoritesi tartışılmayan bir kişi (“hangi” İslâm veya İslâmın hangi yönü oldu ğunu açıklamadan) İslâm hakkında şunları söylemiştir: “Bu gele neksel kapalı toplumların bir örneğidir.” Burada “İslâm” kelimesi nin aynı zamanda bir toplum, bir din, bir prototip ve bir gerçeği ifa de etmedeki yapıcı gücüne dikkat ediniz. Fakat aynı yazar İslâm konusundaki görüşlerini sıralamaya devam ederken onun normal (yani Batılı) toplumlardan ayrıldığı noktalara da işaret etmekte ve özellikle Ortadoğu ülkelerinde yer alan İslâmın tamamı ile politik bir karakter taşıdığını ileri sürmektedir. Burada amaç İslâma “Li beral” olmadığını hatırlatmak ve “Batılılar” gibi kültür ile politika yı birbirinden ayırmaya gücü yetmediğini kabul ettirmektir. Bu fi kirler “biz” ve “Onlar”la sonuçlanan şöyle bir tablo ortaya çıkarı yor: “Asıl gayem iz Ortadoğu toplumunu bütünü ile anlamaya ça lış maktır. Sadece (“bizim” gibi) yüksek bir statik denge gücüne eriş miş bir toplum; politika, ekonomi ve kültür konularını basit bilim sel araştırmalar olarak değil fakat temel bağımsızlık kavramının içinde var olma prensibi ile ilgili meseleler olarak düşünebilir. Se z a n n işleri ile Tanrının işlerini birbirinden ayıramayan ve sürekli değişim içinde yaşayan geleneksel bir toplumda politika ile haya tın tüm diğer yönleri arasındaki ilişkiler, bütün problemlerin çık tığı kaynaktır. Günümüzde örneğin bir adamın dört karısı yahut tek karısı olması, oruç tutması yahut yemek yem esi, topraklarına sahip oluşu veya bunları kaybedişi göksel ilhamlara dayanması yahut aklın gereğine güvence duyması tümü ile Ortadoğu’nun günlük politik problemleri haline almıştır. Kendisi müslüman olsa dahi yeni oryantalist şu sorunun cevabını bulmak zorundadır: İslâm toplumunun yeni yapısı ve temel ilişkiler düzeni ne şekilde olmalıdır?”019' İleri sürülen örneklerin perişan karakteri (dört kadın almak, oruç tutmak veya yemek gibi) İslâmın herşeye zorbalıkla egemen olduğunu anlatmaya yöneliktir. Bize bütün bunların “nerede” ve “ne zaman” olduğunu söylemiyorlar. Ancak olayların gerçek ol duğunu ve “politik” olmadığını her fırsatta açıklıyorlar. Oryanta listler “Ortadoğu'ya kendi geçmişi hakkında sağlam bilgiler ver mekle sorumludurlar”020’ Hiçbir zaman unutmamak gerekir ki Or yantalistler, pek çok “Doğulu’nun” kendi kendisi hakkında bile meyeceği şeyleri bilmektedirler. Bu durumun özeti şudur: Yeni Amerikan oryantalizmi “katı” değerlerden yola çıkmaktadır. Eski geleneksel Oryantalizm ise “yumuşak” idi. O ekole bağlı oryantalistler tarih, din ve İslâm top- lumuna dair bize temel bilgiler vermişler. Ancak bu bilgiler “Çoğu zaman bir uygarlığın anlamını birkaç el yazmasına dayanarak çöz meye çalışan”021' bilgiler olmuştur. Aşağıda okuyacağınız pasaj yeni kültürel alan uzmanlarının geleneksel oryantalizme karşı çı karken kullandıkları kanıtları sergilemektedir: “Araştırma metotları ve bilimsel disiplin modelleri, ne seçilen ko nunun tarifi ne de görüş açısını sınırlandırmak için düzenlenmiş değildir. Bu anlamda kültürel alan araştırmaları sadece var olan şeylerin ortaya çıkarılmasına yöneliktir. D olayısı ile metotlar ve teoriler gözlem ciye kriterlerle açıklamalar getiren soyut olgular dır.”2’-) İyi... Fakat “nasıl.” Acaba “var olan şeyleri tanıyor muyuz?” Ve hangi ölçülerle “varlıklarını sürdürüyorlar?” Acaba onlar ken dilerini tanıyanlar tarafından mı “var kılınmışlardır?” Bütün bun lar tartışmaya açık olan sorulardır. Halbuki Doğu hakkında yeni gelişen anlayış (kıymet hükümlerine değer vermeden önceden var olan bu kurumlara bağlanmış ve kültürel alan etütleri içinde yer alan programlarla tesbit edilmiştir. Bu faaliyetin içinde İslâm “en der” olarak etüt konusu ve “eksik” şekilde tanıtılan bir sistemdir. Bu fikrin saf görünüşü, taşıdığı anlamsız ideolojik tezleri az çok örtmektedir. İşin daha açıkçası şudur: Doğu’da insan materyal ve bilgi hâzinesini değerlendirirken hiçbir rol oynamaz. Doğu’da “gerçek” statiktir ve sadece göksel bir mesajın içinde “yer alır.” (Dr. Kissinger’in dili ile...) Bu yüz den Doğu insanı dış gerçek ile kendi kafasının içinde yer alan ger çek arasındaki farkı hiçbir zaman kabul etmek istemez. Ancak katı ve yumuşak görüşler arasında, pek çok ılımlı görüş vardır. Oryantalizm’in bu farklı görünümleri ya yeni akademik dilde yahut eski akademik dilde boy göstermektedir. Ama bugün Araplar ve İslâm üzerine yapılan tetkiklerde, Oryantalizm’in bellibaşlı dogmaları en katıksız halleri ile mevcuttur. Bunları bir hatırlayalam: (1) Ak la dayalı, gelişimi insancıl, üstün Batı ile kuralsız geri kalmış, zelil Doğu arasındaki sistematik ve mutlak fark meselesi (2) Doğu hakkındaki soyutlamalar, özellikle kaynak “klasik” Doğu uygarlı ğım anlatan metinler olursa her zaman çağdaş Doğu realitelerinden çıkarılan delillere şâyân-ı tercihtirler. (3) Doğu ezelidir, tek-biçimlidir ve kendini tariften acizdir; onun için Doğuyu Batı bakı mından anlatacak son derece genelliğe haiz ve sistematik bir dil hem kaçınılmazdır, hem de ilim açısından “objektiftir” (^T em el de, Şark ya korku duyulacak (Sarı Tehlike, Moğol Sürüleri esmer müstemlekeler) ya da (susturma yolu ile, araştırma geliştirmeyle, mümkün ise doğrudan işgal suretiyle) kontrol altında bulundurula cak birşeydir. Olağanüstü olan şey bu karamsarların karşısına, ne akademik çevrelerde, ne de çağdaş Yakın Şark’ı tetkik eden hükümet çevre lerinde kimsenin dikilmeyişidir. Yazık ki, İslâm yahut Arap düşü nürlerin Oryantalizmi eleştiren eserlerinden de doğu dürüst bir ses çıkmamıştır. Esasen pek birşey de yazmış değillerdir. Zamanı ve mekânı için önemli olsa bile, şuradaki buradaki tek tük makalenin her türlü vasıta ile, müessese ve teamül ile ayakta duran muazzam bir araştırma iştirakini tarikinden saptırması herhalde imkansızdır. Demek istediğimiz şudur: “İslâm’ı tetkik eden Oryantalizmin ça ğımızdaki seyri, diğer Oryantalist altdallardan farklı olmuştur.” Genellikle Amerika’lılardan oluşan “ilgili Asya Âlimleri He yeti” 1960’lı yıllarda “Doğu Asya uzmanları” safında bir devrim yaptı. Bu revizyonistler “Afrika tetkikleri uzmanlarını” da elden geçirdiler. Durum, diğer Üçüncü Dünya “saha uzmanları” için de değişik olmadı. Revizyondan geçmeyen (ve hâlâ bildiği gibi hare ket eden) sadece Arabistler ile İslâmologlardır. Bunlar için hâlâ tipik bir İslâm Cemiyeti, tipik bir Arap kafası, tipik bir Doğu Tu ruh (hâlet-i ruhiyesi) vardır. İhtisası çağdaş İslâm Âlemi olanlar bile hâlâ çağdaş Mısır yahut Cezayir toplumunun içini- dışmı okumak için Kur’ân okuyorlar. İslâm yahut onun 7. yüzyıla yaraşır bir formu, bunlara göre, sömürgeciliğin, emperalizmin ve hatta şuadan siyasetin tesirlerinden kurtulacak bir bütün lüğe sahiptir. Müslümanların (yahut hâlâ bazan dendiği gibi Muhammedilerin) davranış tarzları hakkındaki klişeler, Siyahlar ya hut Yahudiler hakkında konuşanların yaklaşmadıkları bir rahatlık la kullanılıyor. Müslümanın iyisi Oryantalistin “muhbiridir.” An cak gizliden gizliye o, kendisine teşekkür edilmeksizin, günahları karşılığı bir de Anti-Siyonist damgalı bir zındıktır!.. Tabiî bir Ortadoğu tetkikleri kuruluşu var, müşterek menfaat ler yok değil, şirketler, vakıflar, petrol şirketleri, misyon teşkilâtları, askerler, hariciye, istihbarat ve akademik dünya “emektar çocukların” yani “uzmanların” kurduğu şebekelerle bir birine bağlı. Burslar var, başka ödüller var, organizasyonlar var, hiyararşi var, enstitüler, merkezler, fakülteler, kürsüler... Hepsi nin gayesi İslâm hakkındaki, Doğu ve Araplar hakkındaki birtakım temel, değişmez fikirlerin sahip olduğu otoriteyi meşrulaştırmak ve muhafaza etmek... ABD’deki Ortadoğu tetkik operasyonu hak kında geçenlerde yapısal eleştirisel bir analize göre, bu saha “bir duvar” değil, karmaşık bir konu, çalışanlardan bazıları modası geçmiş Oryantalist vasfını taşıyor. Ne iş yaptığı pek belli (katkısı büyük) olmayan uzmanlar da görev başında. Çalışanlara örnek olarak ayaklanma uzmanlarını, siyaset plancılarını sayabiliyoruz. Rapora göre bir de “bir grup akademik güç simsarı” iş başında/1231 Bu arada, Oryantalist dogmalar yaşıyor... Sahanın şimdilerde, en yüksek ve fikren en itibarlı formu için de ne ürettiğini görmek için, iki ciltlik “Cambridge İslâm Tarihi Ansiklopedisi’ne” bir bakalım. Eser ilk ez 1970’de İngiltere’de ya yımlandı ve Oryantalist fikirlerin bir hulâsasıdır. Şimdi, çeşitli yazarların katkısı ile gerçekleşmiş bulunan bu eser hakkında “Or yantalizm’in kendi ölçütleri hariç neresinden bakarsınız balon ba şarısızdır” dersek, bu sadece demektir ki, daha değişik ve daha iyi bir tarih kitabı yazılabilirdi. Esasen, birçok düşünce sahibi bilim adamının dedikleri gibi11241bu tarih kitabı plân safhasında sakıt ol muştur, icra safhasında farklı yahut eli yüzü düzgün olması bekle nemezdi: editörler çok sayıda kanaati eleştirisiz olarak kabul et mişlerdir; muğlak kavramlara fazla yer verilmiştir; metodoloji meselelerine hiç ağırlık tanınmamış, bunlar Oryantalist literatürde iki yüzyıldır nasıl idiyse öylece bırakılmışlardır ve İslâm fikrini dahi ilginç gösterecek herhangi bir çaba sarfedilmemiştir. Cambridge İslâm Tarihi İslâm’ı “bir din olarak” yanlış anla yıp, yanlış tanıtmakla kalmıyor; “bir tarih olarak” anlatmaktan da aciz! Nadirdir ki, böyle muhteşem bir girişimden hem fikir hem de metodolojik izah eksik olsun. Ama bunların her ikisi Cambridge İslâm Tarihi’nde eksiktir!. Kitap İrfan Şehid’in İslâm öncesi Arabistan’ı hikaye edişiyle başlıyor. Şehid 7. yüzyılda İslâm’ın ortaya çıktığı topoğrafyayı ve insan kültürünü, bunların her ikisi ile teşkil ettiği uyumdan da bah sederek akıllı bir biçimde resmediyor. Ama insan, P.M. Holt’un önsözünde “kültürel bir sentez”(125) dediği İslâm öncesi Arabistan babından Muhammed babına geçen, sonra Hulafa-i Râşidin ve Emevi sultanlarından bahsedip, bir inanç, bir doktrin olarak İslâm’ı hiç bahis konusu etmeyen bir İslâm Tarihi için ne diyebilir ki!... Birinci cilt’de yüzlerce sayfa boyunca ve insani bunaltan bir üslup ile, İslâm’ın savaşların, saltanat ve ölümlerin tarihi olduğunu okuyorsunuz. Yükselişler, parlak devirler, gelişler ve geçişler... Örnek olarak, 8. ilâ 11. yüzyıl arasındaki Abbasi saltanatını ele alalım. Arap yahut İslâm tarihi ile en ufak bir aşinalığı olan herkes bilir ki, bu devir İslâm medeniyetinin Rönesans İtalya’sı kadar par lak ve yüksek bir devridir. Ama kırk sayfa boyunca hiçbir parlak lıktan bahsedilmiyor; onun yerine şöyle cümleler var: “Hilafeti el de eder etmez, El-Memûn Bağdad’daki sosyal temaslarını kesti ve Merve’e çekildi. Hükümeti (Irak’ın yönetimini) güvendiği kişiler den Haşan bin Sehl’e emanet etti. El-Faldl’ın kardeşi olan Haşan başa geçer geçmez karşısında Şii Ebul Saraya’yı buldu. Saraya Ce- mazi-i Sani 199’da (Ocak 815) Küfe’ye haber yollayarak asker toplanmasını, Hasani İbn Tebete’nin desteklenmesini istemiş ti.”m<’1İhtisasi İslâm olmayan birisi bu noktada Şii kimdir, Hasani nedir, bilemez. Cemazi-i Sâni’nin de ne olduğunu pek anlayamaz, ama bir tarih belirttiğini tahmin edebilir. Hârun Reşid dahil Abbasiler hakkında da herhalde bunların Merv’de oturan ve surat asan I cansıkıcı ve cani-ruhlu kimseler olduğunu düşünecektir... Ana İslâm Diyarı’nın Kuzey Afrika’yı ve Endülüs’ü içine al madığı belirtiliyor. Bu diyarın tarihine gelince, geçmişten bugüne muntazam bir akış göstermektedir. Yani 1. Cilt’de İslâm denince aslen coğrafi bir bölge kastediliyor, uzmanın seçimine bağlı ola rak kronolojik bir biçimde takdim ediliyor. Ama “klasik İslâm” ile ilgili bölümlerde, bizi “bugüne” geldiğimiz zaman uğrayacağımz hayal kırıklıklarından koruyacak hiçbir şey yok!. Çağdaş Arap ül keleri hakkındaki bölümde, bu ülkelerdeki devrimci temayüllerin hiç anlaşılmadığı besbelli. Bölümün yazarı Araplara cephe alıyor: “Bu devrede, Arap ülkelerinin eğitimli ve eğitimsiz gençleri, he yecanları ve idealist fikirleri ile, siyasilerin istismarına müsait bir malzeme oldular, hattâ bilerek bilmeyerek aşırıların ve kışkırtıcı ların maşalığını yaptılar.”(127)Arada bir Lübnan milliyetçiliği övü lüyor (ama denmiyor ki, 1930’larda faşizmden etkilenen bir avuç Arap Lübnanlı Maruniler üzerinde de etkili olmuş ve neticede bun lar Mussolini’nin Kara Gömlekliler’ini takliden 1936’da Falanjist Teşkilatı kurmuşlardı!.;.) 1936, Siyonizmden hiç bahsetmeksizin bir “Karışıklık ve Tahrik” yılı olarak niteleniyor. Sömürgecilere ve emperyalizme karşı ayaklananların sesleri öykünün sükûnetini bozmuyor!.. “Batı’nın Siyasî Tesiri” ve “İktisadî ve Sosyal Değişme” me selelerine gelince, konu “dünyamızın bir parçası” olarak İslâm’a tanman tavizler anlayışı içinde ele alınıyor. Değişme modernleş me olarak anlaşılıyor, başka tür bir değişmenin neden sözkonusu edilmediği de belirtilmiyor.. İslâm’ın kayda değer yegane ilişkisi nin Batı ile olan ilişkisi olduğu farzedilerek Bandung’un (Bağlan tısızlar Konferansı), Afrika’nın Üçüncü Dünya’nm önemi anlatıl mıyor.. Ve dünyanın (hakikatin) dörtte üçüne karşı takınılan bu umursamazlık şu aşırı derecede neşeli cümleyi hasıl ediyor: “Doğu ile Batı arasında eşitlik ve işbirliğine dayalı yeni bir ilişki için tarihi zemin hazırdır. ”(12S)Kim hazırladı, ne için hazırladı, ne şekilde ha zırladı acaba?... Eğer 1. Cilt sizi İslâm’ın ne olduğu konusunda bazı çelişkilere ve güçlüklere sokmuşsa 2. cilt yardım eder diye güvenmeyin 2. cilt’in yarısı 10. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında Hrnt tarihi, Pakistan tarihi, Endonezya, İspanya, Kuzey Afrika ve Sicilya tarihi ile ilgili. Kuzey Afrika ile ilgili bölümler daha açık-seçik ama bir yandan profesyonel Oryantalist terimler diğer yandan izahsız tarihi ayrın tılar, her yerde boy göstermeye devam ediyor. 1200 sayfalık yazıdan sonra, İslam kralların, savaşların ve ha nedanların kültürel sentezi olarak ortaya çıkıyor!... Ama 2. Cilt’in ikinci yarısında bu büyük sentez dört makale ile tamamlanıyor: “Coğrafi Konum” “İslâm Medeniyetinin Kaynakları” “Din ve Kültür” “Harp Sanatı.” Şimdi meşru sorularımız ve itirazlarımız daha gerekçeli gözü küyor. Acaba bazı İslâm ordularının sosyolojisine ayrılan (bu da il ginçtir ya, neyse) bölüme neden “Harp Sanatı” başlığı verilmiştir? Acaba Hristiyanlar başka türlü, Müslümanlar başka türlü mü sava şıyor? Yani, hani Komünist Harp Sanatı-Kapitalist Harp Sanatı gi bi!... Acaba “İslâm Medeniyeti” konusunda yazarken, Gustave von Grunebaum’un sayfayı bir sürü alâkasız sözle ve Leopold von Ranke’den yaptığı anlaşılmaz alıntılarla doldurmasının âlemi ne dir? (Herhalde eni-sonu belirsiz eğitimini sergilemek!...) Bu şe kilde gerçek tezini (İslâm’ın bir prensibe dayanmadığmaYahudilerden Hristiyanlardan, Yunanlılardan, Avusturyalılar’dan ve Cermenler’den alınmış fikirlerden ibaret olduğu inanışım) gizlemesi yakışık alıyor mu?... İslâm’ın çalma fikirlerden oluştuğu inanışı na benzer bir fikir de 1. Cilt’de var: “Guya Arap Edebiyatı denilen şey” deniyor, “Farisiler tarafından kaleme alınmıştır.” Kanıt yok, isim yok!... “Din ve Kültür” bölümünü Louis Gardet yazmış ve diyor ki “ele alacağım, sadece İslâm’ın ilk beşyüz yılıdır.” Bu ne demek acaba? Yani “çağımızda” din ve kültür bir araya gelemiyor mu yoksa İslâm nihai şekline 12. yüzyılda mı kavuştu?... Acaba ortada “Plânlı şehircilik anarşisi” yaratan bir “İslâm Coğrafası” mı var yoksa sergilenen coğrafya-ırk bağımlılığı ko nusundaki katı bir teori mi? “Faal geceleri ile Ramazan” sözünden ne anlayalım? Herhalde İslâm’ın “Vehir dini” olduğunu anlama mız bekleniyor. İzaha muhtaç izahlar, vesselâm!... Cambrige İslâm Tarihi’nin ekonomiye dair, sosyal kurumlara, hukuk ve adalete, tasavvufa, sanat ve mimariye, bilime ve değişik İslâm edebiyatlarına dair olan bölümleri genel olarak diğer bölüm lere nazaran daha başarılı. Ama yazarların çağdaş Beşerbilimcilerle, yahud diğer disiplinderdeki Sosyal Bilimcilerle pek ortak yan ları yok: geleneksel fikirler tarihinin tekniklerinden, Marxist ana liz tekniklerinden, Yeni Tarih tekniklerinden eser yok!. Kısacası İslâm, İslâm Tarihçilerine platonik yahut kitabî bir yargı konusu gibi geliyor. Cambridge İslâm Tarihi yazarlarının bazılarına göre İslâm bir siyaset ve bir din; bir kısmına göre bir varoluş üslûbu; ki mine göre İslâm “Müslüman toplumdan mücerret birşey” bazıları na göre ise, bâtınî yoldan kavranan bir cevher. Ama hepsine göre de, İslâm uzakmı uzak, gerilimsiz birşey, ve bugünün Müslüman larının arzettiği karmaşıklıklar konusunda bize söyleyeceği birşey yok... Cambridge İslâm Tarihi’ne o eski Oryantalist hüküm ha kim: İslâm kitaplarla kaimdir, insanlarla değil!... Cambridge İslâm Tarihi nevinden çağdaş Oryantalist eserlerin akla getirdiği soru şudur: Acaba ırk menşei ve din, insan tecrübesi nin en iyi yahut (hiç olmazsa) en yararlı, en temel ve en açık tanım ları mıdır? Çağdaş siyaseti anlamakta mühim olan (X) ile (Y )’n in birtakım son derece somut biçimlerde toplum dışına itildiklerini bilmek mi esastır, yoksa bunların Müslüman ile Yahudiler olduğu nu bilmek mi?.. Tabiî bu tartışılır bir meseledir ve muhtemelen bi zim için hem dinsel-ırksal cihet, hem de sosyo-ekonomik cihet mühim olacaktır, bu akılcı yaklaşım gereğidir; ancak Oryantalizm açıkça İslâm kategorisine öncelik veriyor; onun geri-geri giden fikri taktiğinden kastımız da budur... (3) İslâm, sadece İslâm Modem Oryantalizmde yer alan Samî teoriler basit ve açıktır. Bu teoriler “Siyon’un eskiler protokolü” gibi antisemitik metinler le Chaim Weizmann’ın 30 Mayıs 1918’de Arthur Belfour’a gön derdiği düşünceler arasında ustaca faaliyet göstermekdi. “Dış yüzeyde akıllı ve uyanık fikirli görünen Arablar tek bir şeye, sadece tek bir şeye saygı gösterirler: İktidar ve başarı... Bu nokta yı çok iyi bilen Britanya devlet yetkilileri Arabları aralıksız biçim de baskı altında tutmuşlardır. İngiliz rejimi ne kadar dürüst olma ya çalışm ışsa Arab o derecede suratını asmıştır. Eğer Filistin’de bir Arab halkı varsa yaşadığımız şartlar altında elbette bir Arab Fi listin doğacaktır. Acak durum böyle değildir ve olmaycaktır. Zira fellah en az dörtyüz yıl geridir ve onun efendisi alçak eğitimsiz, boş, vatan duygusundan uzak ve etkisizdir.” (129) Weizmann’a ve Avrupa’da diğer Sami'lere karşı çıkanlar Or yantalist görüşlerden yararlanmaktadırlar. Buna göre Samîler (ve ya bu ırkın daha küçük şubeleri) AvrupalIların aradığı yetenekler den tabiyatları gereği yoksundurlar. Bununla birlikte Renan ile Weizmann arasında bir fark vardır: Weizmann teorilerini sağlam kuruluşlara dayama olanağına sahipti, halbukî Renan’ın henüz o çağda böyle bir imkânı yoktu. Hiçbir zaman eskimeyen, bazen bili me bazen devlete ve kuramlarına dayanan çocukça duygu Oryan talizme ancak yirminci yüzyılda gelmiştir. Samîlerin aranan yete neklerden yoksun oldukları yolunda gelişen kanaat yirminci yüz yılda pek çok yıkıntıya sebep olmuştur. Sözkonusu görüşün yarat tığı Arab tipi “ilerlemiş” Batı toplumları için “dayanılmaz” insan dır. Filistinli Arab sömürgecilere karşı direnişinde ya aptal bir vahşî yahut ahlakı düşük bir insandır. Var olmaya hakkı yoktur. İs rail kanunlarına göre sadece bir Yahudi medenî haklara sahiptir ve ülkenin içinde istediği yere hiçbir engelle karşılaşmadan seyahat edebilir. Yerli olsa dahi bir Arab, çok sınırlı kanunlarla varlığını sürdürecektir. Yer değiştiremez ve böyle bir izin alamaz. Yahudi lerle aynı hakları kullanmayışının tek nedeni anlaşıldığına göre on lardan daha “geri” oluşudur. İsrail’in Arablara karşı politikası baş tan sona Oryantalizm tarafından yönetilmektedir. Bu durum ya kınlarda neşredilen Koenig raporunda bütün açıklığı ile ortaya çı kıyor. Sözkonusu belgede iki cins Arab var: Her söyleneni yerine getiren “İyi” Arablar ve söz dinlemeyen “terörist” Arablar... Fakat asıl Arab bir defa yenildikten sonra ipin öbür ucuna bağlanarak ita at altına alınacak Arabtır. Bu çeşit çeşit Arabi yönetmek zor değil dir. Küçük bir grup insan onu yola getirebilir. İsrail’in üstünlüğüne iman eden Arab bir daha aslâ ona saldırmaya cesaret edemeyecek tir. Bunu anlamak için general Yehoshafat Harkabi’nüı Arab Attitudes to İsrael (Arabların İsraile’e karşı tutumları) isimli kitabına bir göz atmak yeterlidir. Robert Alterin Commentary (Yorum)<130) isimli kitabında açıkça belirttiği gibi bu eserde Arab kafası tamamı ile çökmüş, çürümüş ve sonuna kadar Yahudi düşmanlığı ile dol muştur. Şiddet taraflısı, dengesiz Arab günümüzde laftan başka birşey üretmez. Bu inançlar dizisi içinde bir efsane bir diğerini do ğurmaktadır. Kendi sordukları sorulara kendileri cevaplar ver mekte, simetri ve şemalar çizmekte ve kendi görüşleri içinde bir Arab yaratmaktan bıkmamaktadırlar. Ancak bütün bunları hiçbir Arab’ın kabul etmeyeceği bir an dahi akıllarına gelmiyor... Oryantalizmin geliştirdiği analiz metotları böylece kendi için de kendi kendine yarar değerler yaratmıştır. Aslına bakılırsa kendi anti tezini kendi içinde taşıyan oryantalizm temel görüşleri açısın dan Sami'lerin gelişmelerinin kesilmiş olduğunu açıklamaktadır. Bu efsaneden çıkan diğer efsaneler ise Sami'leri Batı’ya karşı gös termekte ve böylece kendi sefaletlerine kendilerinin yol açtığını ileri sürmektedir. Tarihî olayların zinciri Samî inancını Siyonizmin içinde iki yola ayırmıştı: Samîlerin bir kısmı Oryantalist yolu izlemişler, diğerleri ise, yani arablar Doğulu yola girmeye zorlan mışlardır. Batılı yazarlar ne zaman çadır ve aşiret sözü etseler bu efsaneyi konuya ilave etmektedirler. Arab ulusunun milli karakte ri ne zaman sözkonusu edilse bu efsane ortaya çıkmaktadır. Bu malzeme ile meydana getirilmiş kuruluşların insan kafası üzerinde kurdukları egemenlik tüm gücü ile varlığını sürdükmektedir. Her oryantalistin dayandığı bilimsel güç ve tüm Oryantalizmin ortalı ğa yaydığı inanç bu çizginin üzerindedir. Anlattığımız sistem gü nümüzde Devlet kuruluşlarına dahi sindirilmiştir. Doğu Arab dün yası hakkında fikir ileriye sürenler bir ulustan söz etmekte belirli bir ideolojiyi göz önünde tutmamaktadırlar. Herşeyin kaba kuvve te dayandığı konusunda ortak görüşlere varmışlardır. Commentary (Yorum)un şubat 1974’teki sayısında Pr. Gil Cari Alroy imzası ile Do the Arahs wantpeace (Arablar barış isti yor mu) başlığını taşıyan yazı yayınlamıştı. Makalenin sahibi siyasî bilimler hocası olan Alroy “Arab dünyasının İsrail devleti karşısındaki tutumu” ve “Ortadoğu anlaşmazlığının portresi” isimli iki eser yazmıştı. Bu insan Arab dünyasını “tanımakla” öğünmekte ve dolayısı ile hayaller yaratmakdaki ustalığı ile geçin mektedir. Tezinin yeni bir yanı yoktur: Arablar İsraili yok etmek istiyorlar... Arablar gerçekten kendi söylemek istediklerini söylü yorlar. .. gibi. (Alroy Arab gazeteleri ile Mısır gazetelerini bir tuta rak kendi tezlerini güçlendirmek için Mısır gazetelerinden örnek ler sunmaktadır) Alroy’un makalesinin orta yerinde görünen, tüm diğer eski oryantalist metinlerde ve general Harkabi’nin eserinde olduğu gibi “Arab düşüncesi”dir. Eğer Arab kavmi her türlü dış akılsızlıklarından arındıracak olursa gerçeklere geri dönebilecek tir. Bir başka değimle Alroy öncelikle Arabların intikam ve kan dökme duygularına işaret etmekte, daha sonra barışa psikolojik olarak uymadıklarını açıklamakta ve nihayet dedelerinden kendi lerine miras kaldığı şekli ile ters bir adalet duygusuna inandıklarını ileri sürmektedir. Bu son noktaya göre kendilerine asla itimat caiz değildir. Onlarla bulaşıcı hastalıklarla savaşıldığı gibi devamlı sa vaşmak gerekir. Alroy’un başlıca kaynakları arasında Horald W. Glidden'den aktardığı bir pasaj yer almaktadır. The Arab World adını taşıyan bu kitaptan birinci kısımda söz etmiştim Alroy, Glidde’in “Batı düşüncesi ile Arab düşüncesi arasındaki temel farkı bu lup çıkardığını” ileri sürmektedir. Böylece Alroy’un tezleri doğrulanmaktadır: “Arablar zaptedilmez vahşilerdir. ” Bir şekilde bir Arab düşüncesi uzmanı kendi otoritesine dayanarak geniş bir Ya hudi topluluğuna seslenmekte ve onları problemin üzerine düşün meye ve kendilerini savunmaya davet etmektedir. Üstelik bütün bunlar akademik nitelik taşımakta, soğukkanlı davranışlarla dü zenlenmekte ve Arablarm kendilerinden edinilmiş dürüst bilgiler den kaynaklanmaktadır. Alroy yeri geldiğinde psikanaliz’e daya narak “Arablarm gerçek barışı engellediklerini” dahi ileri sürmektedir.(131) Buna benzer varsayımlar, Oryantalist Doğulu hakkında çok daha sert ve güçlü bir kanıt ileri sürdüğü sırada daha da açıklık ka zanmaktadır. Buna göre Oryantalist Doğulu’yu “Tasvir” etmekte, Doğulu ise “tasvir edilmekte”dir. İkincinin rolü geri plandadır. Bi rinci ise gözlem gücünü koruyacak, etüt yapacak ve sairedir. Roland Barthes’in dediği gibi(132>“Bir efsane aralıksız şekilde kendi kendisini yaratabilecektir.” (Bunu yaratanlar durmadan kendileri ni yenilemektedirler) Doğulu sabit ve dengeli olarak kalacak, ta nınmaya gayret gösterecek hatta bu yoldan kendisini dahi tanıma ya gerek duyacaktır. Ortada bir haber kaynağı (Doğulu) ve bir de bilgi hâzinesi vardır (Oryantalist). Kısaca bir yazar ve onun konu su ... Bu konu olmadan yazar da yok konu da... Aralarındaki ilişki her şeyden önce sayısız hayallerle beslenen bir iktidar meselesi. İş te Raphael Patai’nin Golden River to Golden Road (Altın Nehir den Altın Yola) isimli kitabından çıkarılmış bir örnek: “Batı uygarlığının zengin kültür birikimi arasında nelerden yarar lanacağını anlayabilmek için her şeyden önce Ortadoğu kültürü nün ne olduğunu sağlıklı biçimde anlamak lazımdır. Aynı şartlar gelenek bağları altında yaşayan bir topluma verilen yeni değerle rin bu toplum içinde ne gibi etkiler doğurduğunu bilmek için de geçerlidir. Ayrıca yeni kültürel aşılamaların ne şekilde çekici olabi leceğini derinlemesine araştırmak gerekir. Bu son konu bu güne kadar hiç düşünülmemiştir. Kısaca Ortadoğuda Batılılaşm aya karşı yürütülen direnişin “Gordiyon düğümünü” çözm ek için bu ülkeyi tanımak lazımdır. Bu ülkenin geleneksel kültürü hakkında daha “doğru” bir tablo çizilmelidir. Şu sırada ortada göründüğü şekli ile “gelişm enin iş kurallarım” daha yakından izlemek şartır. Ortadoğu kültürü içinde ön sırayı işgal eden grupların psikolojik durumları üzerinde daha etkin görüşlere değer verilmelidir. Bu gö rev ağır bir yüktür. Ancak elde edilecek sonuç çekilecek zahmete değer. Batı ile ona yakın bir bölge arasındaki ahenk dünyada başlı ca değer taşıyan konulardan biridir.”(133) Bu pasajın dayandığı hayalî şekiller her çeşit İnsanî, ticarî, ziraî, dinî, veteriner ve tarihî faaliyetlere dayalıdır. Ancak her şe kilde Ortadoğu ile Batı arasındaki ilişkiler aslında seksüel olarak nitelendirilmiştir. Daha önceleri de Flaubert konusunda belirtti ğim gibi Doğu ile cinsiyet arasındaki beraberlik kesindir. Ortado ğu her bakire gibi direnmektedir. Ancak erkek karakterli bilim ise “ağır bir yük” olmasına rağmen Gordiyon düğümünü kesip atmak ta, yolları açmaktadır. Bakirelik alçak gönüllülüğüne karşı kazanı lan zafer “ahenktir.” Bu hiçbir şekilde birbirine eşit olanların bir likte var oluşları değildir. Bilgin ile konusu arasındaki kuvvet ilişkileri bir an dahi unu tulmamalıdır. Hiç kuşku yoktur ki bu denge Oryantalistin tarafını tutuyor... Sevimli “ahenk” maskesi altında yer alan inceleme, an layış, bilgi ve gelişim fetih unsurunun araçlarıdır. Patai’nin (ki son eseri olan “Arap Zihniyeti”nde<134) evvelki eserini de gölgede bırakmıştır) yazdığı türden yazılardaki özellik, bazı belirli “sıkıştırma ve indirgeme” ameliyeleridir. Aksesuvarın çoğu antropolojik (Ortadoğu’dan bir “kültür sahası” olarak bahse diyor) ama sonuç ne! Sonuç Araplar arasındaki bütün farkılıkların (artık Araplar da kim ise!...) silinip ortaya bir başka farkın çıkma sı: Bu farkı, Arapları herkesten ayıran farktır. Bunlar tetkik ve tah lil konusu olarak kontrola daha yatkındırlar. Ayrıca bu indirgen miş halleri ise, aşağıda okuyacağınız türden saçmalıkları hem ka bul etmekte, hem bunları meşrulaştırmakta, hem de değer kazandırmaktalar. Yazarımız Sania Hamady eserin adı (Arapların Mi zaç ve Karakteri.) Okuyalım: “Bugüne kadar Araplarda disiplin ve itaat içinde bir birliğin tesis edi lem ediği müşahede edilmiştir. Hep beraber heyecanlı kalkışları olu yor ama birlik ve beraberlik isteyen çabalara dört elle sarılmadıkları gibi, bunları sabırla da sonuçlandırmıyorlar. Gerek organizasyonda, gerek fonksiyonda koordinasyon ve ahenk eksizliği var, elbirliği et mek konusunda da bir yetenek sahibi oldukları görülmüyor. Onlar or tak yarar yahut karşılıklı menfaat için birlikte hareket etmenin ne de m ek olduğunu bile bilmiyorlar.”(*35) Bu yazının üslubu bize belki Hamady’nin muradından da daha fazla şey aktaracaktır. “Müşahede edilmiştir” diyor “görülmüyor” diyor, ama özne eksik: kim müşahede ediyor, kim tarafından gö rülmüyor? Cevap belirli birisi yahut özellikle birileri değildir, ge nel olarak herkes kastediliyor. Bu bir manada şu demektir: Bu ha kikatler ancak eğitimli bir gözlemci için zahirdir (zira Hamady gözlemleri için genel karakterde delil belirtmiyor.) Ayrıca, bu göz lemlerin beyhudeliğini göz önüne alacak olursak, ne gibi delil olabilirki?... Yazı ilerledikçe, Hamady’nin kendine güveni artıyor: “Onlar birlikte hareket etmenin ne olduğunu bile bilmiyorlar” di yor. Kullanılan kelimeler ağırlaşıyor, hükümler sertleşiyor ve Araplar birtakım insanlar olmaktan çıkıp “Hamady’nin yazısının konusu” oluyorlar. Araplar dünyaya bir diktatörün gözü ile bakan birisine mevzu oluyorlar: “Dünya benim fikrimdir!... diyen biri nin... Günümüzde Oryanlalistlerin çalışmaları bir baştan diğerine bu çizginin üzerindedir. En inanılmaz açıklamalar sözkonusu bilimin kadroları içinde sayfalar dolduruyor. Örneğin bir Manfred Halpern’e göre insan bilgisinin bütünü sekiz bölüme ayrılabiliyorsa Arab düşüncesi bunlardan ancak dördüne egemen olabilmekte dir yahut bir Moore Berger Arab dilinin ifadeye fazla değer verdiğini o halde düşünceyi dondurduğunu ileri sürebilmektedir.(137)Bu efsane denemelerini işlevleri ve yapıları ile iki ayrı bö lümde incelemek gerekir. Ancak kullanıldıkları yerleri belirleyen diğer kanıtlar daha da değerlidir. Tabiyatı ile ileriye sürülecek var sayımların sınırı yoktur. Oryantalistlerin Arablar üzerinde verdik leri bilgi karakterinin her noktasını ayrı ayrı ele aldıkları sırada çok daha detaylıdır. Aynı Oryantalistler Arab gücünün nereye kadar ulaştığını incelemeye karar verdiklerinde aynı davranışları göste remezler. Arab ailesi, Arab anlatım gücü, Arab karakteri Oryanta listlerin verdikleri bol bilimsel malzemeye rağmen tabiyattan uzaklaşmış ve İnsanî değerlerden ayrılmış olarak tanıtılmaktadır. Bu malzeme uygulandığı alan içinde genişlik ve derinlik taşısal da hi sonuç farklı değildir. Bakınız Sania Hamady Temperament and Character o f the Arabs (Arabların huyları ve karakteleri) isimli kitabında neler söylüyor: “Arab sert ve acımasız bir çevrede yaşar. Olanaklarını kullanma şansı ve toplum içinde yerini belirleme gücü yoktur. İlerleme ve değişikliğe inanmayarak ahrete gideceği günü bekler. ”(l38) Arab’ın kendi kendine yapamayacağı şeyler onun hakkında yazılanlarda yer almaktadır. Kendi kuvvetinden şüpheye düşme yen oryantalist kötümser değildir. Kendi durumunu ve Arabistanrn vaziyetini tamamı ile anlamıştır. Bu yazılarda görülen Doğulu Arab tipi oldukça olumsuzdur. Ancak acaba neden kendisine bu kadar çok kitap tahsis edilmiştir? Oryantalistleri bu konuda hare kete geçiren nedir? Acaba (tabiî böyle bir şey yok...) Arab bilimi ne, Arab düşüncesine Arab toplumuna, Arab yaratıcı gücüne aşık mı oldular? Bir başka değimle ayırdıkları onlardan söz ettikleri sı rada Arab’ın varlığından ne dereceye kadar etkileniyorlar? İki konu var: Üretim miktarı ve üretim gücü. Bu iki yetenek so nunda birbiri ile birleşmektedir. Ancak biz analizi yürütebilmek için şimdilik onları ayrı farzedeceğiz. Oryantalist çalışmaların, is tisnasız olarak (özellikle sosyal bilimler dalında) aile hakkında, onun erkek tarafından yönetilen yapısı hakkında ve toplum içinde ki geniş etki gücü üzerinde söyleyecek çok sözleri vardır. Patai’nin eseri bunun tipik bir örneğidir. Ancak sessiz bir çelişki derhal ken disini gösteriyor: Eğer aile güçlü bir kurum ise genel başarısızlık lar için gerekli ilaç neden onun “modernleştirilmesinde” aranmı yor? Unutulmamalıdır ki aile çocuk üretmeye devam ediyor. Ve üretim gücü fazladır ve bu yüzden Arablar dünya üzerinde varlık sahibidirler. Berger’in “İnsanlar seksüel güçlerine büyük değer veriyorlar”aM| şeklinde düzenlediği cümle bize dünyadaki Arab varlığının altında yatan gizli gerçeğe dair fikir vermektedir. Arab toplumu genellikle tam anlamı ile olumsuz ve durgun kelimelerle tarif edilmektedir. Bu daranışın şampiyonu elbette Oryantalistler dir. Ancak Oryantalistler Arablarm çok çeşitli ve çok güçlü özel liklerine sıra gelince bunu entellektüel ve sosyal yönden değil, sek süel ve biyolojik açıdan incelemeyi tercih etmektedirler. Bununla birlikte konu, oryantalist hitabet örnekleri arasında kesinlikle dokunulmaz bir tabu olmaya devam ediyor. Ancak bu tarz cinsiyet asla ciddiye alınmamalıdır. Oryantalist, Arablar ara sında gördüğü cinsel davranışların hiçbir zaman gerçek İnsanî de ğerler taşımadığına inanacak ve bunu eserlerinde ifade edecektir. Öyle sanıyorum ki Hamady, Berger ve Lemer gibi yazarların ileri sürdükleri şekilde, başlıca amacı “geleneksel” Arab toplumunu eleştirmek olan tezlerde, bu noktada bir boşluk vardır. Ailenin gü cünü tanımakta, Arab düşüncesinin anlamsızlığına işaret etmekte, Doğu dünyasının Batı için “değerini” kabul etmekte fakat hiçbir zaman ana fikirlerine yön veren temel öğeleri gün ışığına çıkarma maktadır. Herşey söylendiği zaman Arablar için yapacak tek şey kalıyor: Konular arasında fark gözetmeyen bir seksüel itişim... Bunun örneklerine her yerde rastlanmaktadır. (Leon Mugniery’nin çalışmasında olduğu gibi) Durum açıkça göstermektedir ki “Sıcak kanlı Orta kuşak insanlarında gerçekten bir seksüel açlık hüküm sürmektedir.”<140) Bununla birlikte el altından sürdürülen gizli bir seksüel abartma yar. Arab toplumunu kötülemenin bir başka yolu olarak düşünülen bu fikir oldukça yaygındır. Böylece Arabın kendi kendisini üretmekten başka hiçbir şey üretmediğine inanılmaktadır. Tezleri olayın yakınına kadar ulaşmasına rağmen Oryantalist bu konuda hiçbir şey söylemez... Açıklanan şudur: “Ortadoğu’da genel tablo büyük ölçüde aile ilişkilerine dayan maktadır. Özellikle küçük köylerde aym kanı taşıyan geniş ailelere rastlanıyor. ”(141) Demek oluyor ki Arablar sadece ve basit şekilde biyolojik varlıklardır. Kurumlar, politika ve kültür açısından hiç bir şey değillerdir. Yahut hiçbir şey olmayışa yakındırlar. Sayıca üstünlük ve aile üretkenliği yoluyla değer taşıyan kişilerdir. Sıkıntı şudur ki Patai, Hamady ve hatta diğer Oryantalistler ta rafından ileri sürülen bu görüş açısı Arabla'rın pasifliği konusunu daha da karışık hale getirmektedir. Ancak efsane gözü ile bakıldı ğında, aynı rüyalarda olduğu gibi katı antitezleri kabul etmek mümkün oluyor... Aslında bağnaz bir inanç, problemleri ne analiz edebilmekte ne de halledebilmektedir: Onları sadece daha önce analiz edilmiş halledilmiş meseleler olarak ortaya çıkarmaktadır. Yerleşik hazır inançlara göre insan problemleri, çeşitli parçalar dan bir araya getirilerek insanları etkilemek üzere dikilmiş korku- hıklardır. İnanç ve efsane hayatın gerçekleri yerine geçtiğine göre, çok üretken bir Arab ile sessiz bir korkuluk arasındaki fark aşın de ğildir. Böylece ekleme mantık kendi antitezini de içinde taşıyarak Doğu Arabının tablosunu tamamlamakta onun cinsel enerji ile ayakta durduğunu haykırmaktadır. O artık dünyanın gözünde bir kukladır. Modem yaşama boş gözlerle bakar ve önünde dolaşan hiçbir şeye anlam veremez. Arab’ın bu görünüşü anlaşıldığına göre Doğuluların politik davranışları hakkında yeni yapılan araştırmalarda baş köşeyi işgal etmekte ve Devrim ve modernleşme olarak oryantalist uzmanların çok değer verdikleri iki yeni konuda bilimsel tartışmalara malzeme sayılmaktadır. 1972’de “School for Oriental and African Studies: Doğu ve Afrika incelemeleri okulu”nun himayesi altmda ve Revolution in the Middle East an d Other Case Studies (Ortadoğu'da ihtilâl ve devrim ve diğer sorunlar )başlığı ile bir inceleme yayın lanmıştı. Bu eser P.J. Vatikiotis(142) tarafından bir araya getirilmiş metinlere dayanıyor ve başlığı tıbbî karakter taşıyordu. Zira söz cüklerin altmda yatan gizli mânâya dikkat edildiğinde Oryantalist lerin kendilerinden önce gelen “gelenekseller”in çekindikleri bir konuya değindikleri ve psikoklinik düşünceler taşıdıkları anlaşılı yordu. Vatikiotis bu toplamayı yaklaşık olarak yarı tibbî bir dev rim görüşü içinde bir araya getirmişti. Ancak kendisi ve okuyucu ları, kafalarında Arab devrimine ait düşünceler taşıdıklarına göre bu anlatımlarda eksik fazla ne varsa hepsini kabul etmeye hazır bu lunuyorlardı/143’ Eser’in orta yerinde yer alan araştırma, Bemard Lewis’in Islamic Concept o f Revolution: (İslâmî Devrim Anlayışı) adını taşı yan denemesi idi. Burada çok ileriye götürülmüş ve inceltilmiş bir strateji ile karşılaşıyoruz... Okuyucularımdan çoğu önceden beri bilirler ki günümüzde Arab konuşmacılar için “Savra” kelimesi ve aynı köke bağlı diğer kelimeler “devrim” anlamını taşımaktadır. Bu nokta Vatikiotis’in giriş bölümünde de yer almaktadır. Bunun la birlikte Lewis “Savra kelimesinin anlamını makalesinin sonun da “dawla” “fitne” ve “bughat” kelimelerini özellikle tarih ve din açısından inceledikten sonra açıklamaktadır. Lewis’in asıl göster mek istediği şey “Kötü bir hükümete karşı direnmeyi içeren Batı düşüncesinin İslâm için yabancı olduğu” dur. Bu durum kişiyi ge nelde “başarıdan kuşkuya” ve “tevekkül”e götürmektedir. Bu ma kaleyi okuyan kelimelerin her zaman yerinde kullanılıp kullanıl madığına dair şüpheye düşecektir. Sadece bazı sözcüklerin tarih sel gelişimi dışında diğerlerinin durumundan emin olmak müm kün değildir. Nihayet makalenin sonuna doğru gözümüzün önüne şunlar serilmektedir: “Arab ülkelerinde değişik bir kelime devrim olayım anlatmak için ullamlmaktadır: “Savra” klasik Arab dilinde “s, v, r” harflerinin kökeni ayağa kalkmayı ifade eder, (örneğin bir devenin) Heyecan lanmak veya tahrik olmak anlamlarını da içine alabilen bu köken özellikle Magrib ülkelerinde “başkaldırma” demektir. Çoğu za man bağımsız küçük bir saltanat kurma olayını anlatır. Meselâ onbirinci yüzyılda Kurtuba Hilafetinin parçalanmasından sonra kü çük bölgeleri yöneten ve kral denen kişiler “Suvvar” kelimesi ile anılmışlardır. “Tekili” (Sa'ir) “Savra” adı her şeyden önce karga şalık demektir. “Sihah” adını taşıyan ve bir ortaçağ Arab klasiği sayılan sözlükte bu kelim e“intazir hatta teskun hadidil savra” (Bekle ki bu tahrik sona ersin) cümlesinin içinde yer almaktadır. Çok yerinde bir tek lif... Bu kökten üretilmiş fiil “e l-lji” tarafın dan “Severan” ve “İshara fitna” şeklinde kullanılmıştır. Kötü bir hükümete karşı direnme görevini yerine getiren bir kişiyi “fitneci” sayarak tehlikeli olduğunu belirtmektedir. “Savra” kelim esi on dokuzuncu yüzyılda Arab müellifler tarafından Fransız ihtilalini anlatmak için kullanılmıştır. Kendilerinden sonra gelen yazarlar ise aynı kelim eyi günümüzde içerde veya dışarda meydana gelen benzeri olaylar için kullanmaktadırlar.”(14,) Bütün bu kelimeler alçaltıcı ve kötü niyet taşıyan görüşlerle doludur. Neden ayağa kalkan bir deve modem Arab devrimini ifa de etsin...?Arabi küçültmenin başka yolu yok mu? Levvisin kafa sında yatan düşünce devrimi asil olmayan bir şeyle karşılaştırmak tır. Bunun için ayağa kalkan deve’den başka birşey bulamamıştır. Ona göre devrim bir kargaşalıktır, fitnedir. Aslında büyük devleti parçalayarak küçük bir saltanat kurmak isteğinden başka birşey değildir. Verilecek en iyi nasihat (tabiî bu nasihati ya bir Batılı bil gin yahut bir centilmen verebilecektir) “Kargaşalığın dinmesini beklemektir.” “Savra” üzerine verilen bu yüz kızartıcı bilgiler bize günümüzde sayısı belirsiz bir insan kalabalığının bu kelimenin ifa de ettiği kelimeye yakıştırılan mânâ ile nasıl köşeye sıkıştırıldığını anlatmaktadır. Ayrıca Bernard Lewis’in küçültücü alaycı bilim dünyası hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde gözlerimizin önüne seriliyor. Ancak Ortadoğu ile ilgilenen öğrenciler ve politi kacılar için değerli olan bu tür yaklaşımlarla anlatılmaya çalışılan “Arablar” arasındaki devrim kargaşalıkları, ayağa kalkan bir deve veya kaba gevezeliklerle halledilecek dâvalar bir dâva değildir. Aynı nedenler dolayısı ile bütün bir oryantalist edebiyet tarihler boyunca süregelmiş bütün bir oryantalist edebiyat yirminci yüz yılda Arab dünyasında meydana gelmiş yahut esmeye hazırlanmakta olan devrim rüzgarlarını anlamakta çaresizdir, yeteneksiz dir. Levvis'in “Savra” ile kalkan deve arasında kurduğu beraberlik Arabrn seksüel bir ruh hastası olduğu yolunda inançlarından kay naklanmaktadır. Lewis böyle düşünmeyi huy edinmiştir. Devrimi anlatmak için seçtiği kelimelerden herbiri cinsiyet boyasına batı rılmıştır. “Etkilemek” “tahrik olmak” “Kalkışmak” bütün bunların altında yatan seksüel duygulardır. Ancak bu duyguların büyük bö lümü tabiyatı ile “Kötü seksüalite”dir. Netice olarak Arablar ger çekten ciddî bir hareketin içinde olamayacaklarına göre cinsel yönden tahrik oluşları da bir devenin hareketinden farklı değildir. Devrimin anlamı fitnedir, bölücüktür ayn bir iktidar kurma hevesi dir. Ve daha ileri olarak kargaşalık çıkarmaktır. Lewis nerede ise çiftleşmeyi beceremeyen arabın ilkel oyunlar ile vakit geçirdiğini ve yarıda kalmış cinsel birleşmeler yüzünden ruh hastalığına uğra dığını ileri sürecektir. Öyle sanıyorum ki bilgisinin ve metotlarının görünüşüne rağmen Bemard Levvis’in kafasında yatan düşünceler bunlardır. Eğer Lewis kelimelerin nüanslarına karşı duyarlılık gösteriyorsa “kendi” ürettiği kelimelerin de duyarlı olduklarını ka bul etmek zorundadır... Lewis peşi hemen bırakılacak birisi değil, çok ilginç birisi. Anglo Amerikan Ortadoğu Kurumu’nun siyasi atmosferinde o, bilgili Oryantalisttir ve yazdığı herşey bu sahanın otoritesini taşı maktadır. Onbeş yıl boyunca verdiği eserler, kurnaz ve amaç taşır olmaya çalışmasına rağmen, son derece ideolojiktir. Yaptığı son çalışmalar, “liberal, objektif, ilmi,".eserler verdiğini iddia eder ken, yalnızca ele aldığı konuya “karşı” propaganda yapan bilim adamına yakışır türden... Ama Oryantalizmin tarihini az çok bi lenler için bu sürpriz olmasa gerekir. Bu bilimsel skandallerin sa dece sonuncusu (ve Batı’da en az tenkide uğrayanıdır.)... Lewis Arapları ve İslâm’ı karalama, küçük gösterme, gözden düşürme işine kendisini o kadar kaptırmıştır ki bir bilim adamı ve bir tarihçi olarak takati tükenmiştir. Örneğin bakın ne yapıyor: 1964’de bir kitapta “İslam’ın Başkaldırışı” başlıklı bir yazısı çıkı yor. Sonra, oniki sene sonra, hemen aynı makaleyi (yeni yerine uy ması için yaptığı bazı değişikliklerle) bu sefer “İslâm’ın Dönüşü” başlığı ile yayınlıyor. ( Commerıtary dergisinde.) Başkaldırış ile Dönüş arasında bir “gerileme” sözkonusudur. Lewis yaptığı bu de ğişiklik ile okuyucularına Müslümanların (Arapların) neden asla sukun bulmayacaklarını, İsrail’in Ortadoğu hegemonyasına “Evet!” demeyeceklerini anlatıyor... Şimdi onun bu işleri nasıl yaptığına daha yakından bakalım. Her iki yazıda da Kahire’deki anti-emperyalist bir yürüyüşü söz konusu ediyor ve yürüyüşün Yahudileri hedef aldığını söylüyor. Ama ne bakımdan Yahudilerin hedef alındığını bir türlü söylemi yor. Esasen, yürüyüşün Yahudilere karşı yapıldığının ona göre so mut kanıtı “birçok kilisenin (Katolik, Ermeni, Grek Ortodoks) sal dırıya ve hasara uğramasıdır.” Önce 1964’deki satırlara bir baka lım: “2 Kasım 1945’de, Balfour Beyannamesi’nin sene-i devriyesinde Mısırlı siyasi liderler yürüyüş çağrısında bulundular. Bunlar kısa sürede Yahudi aleyhtarı gösteriler halini aldı, bu arada bir Katolik, , bir Ermeni ve bir Grek Ortodoks kilisesi saldırıya ve hasara uğradı. İnsan soruyor: Katoliklerin, Ermenilerin ve Yunanlıların Bal four Beyannamesi ile ne alâkası var?.. .”(145) 1976’da Commentary dergisine yazılan yazı ise şu: “Milliyetçi hareket gerçek manada sevildikçe milliği azaldı ve diniliği çoğaldı. Yani Araplığından kaybetti, Müslümanlığı ise arttı. Kriz anlarında ise (ki son yıllar birçok krize şahit olmuştur) insiya ki toplumsal sadakat bütün diğer duyguların üstüne çıkmaktadır. Birkaç örnek yeter. 2 Kasım 1945’da M ısır’da İngiliz Hükümeti’nce Balfour Beyannam esi’nin ilânının sene-i devriyesinde gös teriler yapıldı, (not: “Gösteriler yapıldı” tabiri, insiyaki sadakati ima etmeye yöneliktir. Daha önce, bu işin sorumlusu siyasî lider ler idi.) Gerçi gösterileri destekleyen siyasî liderlerin muradı o şe kilde değildi ama, gösteri kısa sürede Yahudi aleyhtarı bir ayak lanmaya dönüştü. Arkasından mahiyeti iyice genişleyen bu göste ri sırasında birçok kilise (Katolik, Ermeni ve Grek Ortodoks) sal dırıya ve hasara uğrad. (not: Başka bir yenilik: Evvelki yazıda üç adet kilise deniyordu, burada “üç tür” kiliseden söz ediliyor)”<146) Levvis bilimi bir yana bırakıp polemik yardımıyla, burada ol duğu gibi başka yerlerde de bir şeyi göstermeye çalışıyor: İslâm sa dece bir din değil, aynı zamanda Yahudi-düşmanı bir ideolojidir. Hiçbir mantıki güçlük çekmeden, İslâm’ın korkutucu bir kitle ol gusu olduğunu (bu arada da hakiki manada halka mal olmadığını) söylüyor (ama bu problem onu fazla meşgul etmiyor.) Kendisinin kasıtlarla dolu öyküsünün ikinci baskısında gördüğümüz gibi, söz lerine devam ile îslâm’ın akıldışı bir sürü yahut kitle olgusu oldu ğunu, ve bu olgunun Müslümanlara “tutkular içgüdüler ve çılgınca kinler yoluyla” hakim olduğunu da söylüyor. İzahlarının tüm ga yesi okuyucularını korkutmak, onları İslâm’ın yakınma dahi bı rakmamaktır.Lewis’e göre ne İslâm ne de Müslümanlar gelişme gösterirler. Öylece vardırlar ve onlara karşı dikkatli bulunulmalı dır çünkü özlerinde (Lewis’e göre) Hristiyan ve Yahudi nefreti vardır ve bu nefretin tarihi epey eskidir. Lewis bu tür şişirilmiş laf ları ederken son derece dikkatlidir, bunu dolaylı olarak yapmakta dır. Müslümanların tabiî ki “Nazi misali” Yahudi düşmanı olma dıklarını söyler. Ama, der, onların dini kısa zamanda bu tür bir fik re uyum göstebilir ve göstermiştir ... Lewis aynı tavrı İslâm’ın ırkçlık, kölecilik ve Batıkların işlediği şeyler konusundaki tavrını an latırken de sürdürür. Lewis’in İslâm hakkındaki ideolojisinin özü şudur: İslâm asla değişmez!... Şimdi onun bütün gayesi okuyan muhafazakar Yahudi kitleyi ve kulak kabartacak olan sak kimsele ri bir konuda uyarmaktır: Müslümanlarla ilgili her tür siyasî, tarihi ve bilimsel düşünce bir karine ile başlamalı ve bitmelidir: Müslü man müslümandır!... “Çünkü koca bir medeniyetin bir numaralı bağlılık konusunun din olması aşırıdır. Koruması altındaki kişiler adına her an müteyakkız olan liberal düşünce için böyle birşeyin lâfı bile abestir... Siyaseçilerin, gazetecilerin ve bilim adamlarının müslüman alemde din faktörü nün önemi konusundaki yanılgıları bu inanışın etkisini gösteriyor. Aynı sebepledir ki, bu kimseler müslüman dünyaya has siyasi m esele leri sağın diliyle, solun, yahut ilericilerin yahut muhafazakârların di liyle yahut Batıya has sair terimlerle anlamaya çalışıyorlar. Bu ise, kriket maçını beyzbol spikerinin anlatmasına benzer. (Bemard Levvis bu son cümleyi 1964’deki yazısında aynen aktarıyor. N e kadar h o şuna g ittiğ i b e lli!).a‘,7) Daha sonraki bir eserinde Lewis bize hangi terminolojinin doğru ve yararlı olduğunu söylüyor ama kendisinin bahsini ettiği terimler de Batı’ya has terimler (Batı’ya has ne demekse!...) Bir çok diğer sömürge ahalisi gibi Müslümanlar da gerçeği dile getir mek şöyle dursun, onu görememektedirler... Lewis’e göre bunlar mitoloji hastasıdırlar, bir de “ABD’de revizyonistler vardır ki bun lara göre Amerikan fazileti, Amerikan asaleti geride kalmıştır, ve bugün yeryüzünde işlenen bütün günahların, bütün cürümlerin se bebi ülkelerinde kurulu bulunan düzendir. ”<148) Bir taraftan reviz yonist tarihin kasıtlı ve tamamen yanlış bir anlatımını teşkil eden bu işaret, diğer taraftan Levvis’in sıradan müslümanlar ve revizyo nistler üstünde yükselen büyük bir tarihçi olmasını temin ediyor... Yine doğru olmak babında ve kendi ideali olan “bilim adamı nın asla önyargılarına boyun eğmemesi”'149'konusunda Lewis ken di gözünde ve davası önünde bir silahşördür. Örneğin (Arap milli yetçisinin kullandığı “cari” dili kullanarak) Arapların Siyonizme niçin karşı durduklarını anlatır, yazılarının hiçbirinde (yerli Arap ahalinin karşı çıktığı) bir Filistin işgalinden ve Siyonist müstemle ke fikrinden bahsetmez. Bir İsrailli bunu inkâr edecek değildir, ama tarihçi Levvis “es geçiyor.” İsrail hariç, Ortadoğu’da demokra sinin olmadığından bahsediyor, ama İsrail’de Araplara tahakküm için başvurulan Acil Savunma Yönetmelikleri’nden haberi yok. Tabiî Arapların İsrail’de “korunmaları gayesiyle” alıkonmalarından yahut askeri işgal altındaki Gazza’nın Batı Kıyısındaki kanun-dışı yerleşim bölgelerinden de haberi yok!. Daha önceki Filis tin’de, başta muhaceret olmak üzere, Araplar için insan haklarının ademiyetinden de söz etmiyor Bernard Levvis... Bunun yerine kendisine bilimsel bir hürriyet tanıyarak şöyle diyor: “(Arapları il gilendirdiği kadarıyla) emperyalizm ve Siyonizm her zaman vardı ama adları Hristiyanlık ve Musevilikti.”(15#,İslâm’a karşı takındığı tavrı güçlendirebilmek için T.E. Lawrence’in “Samîler” konusun daki sözlerine müracaat ediyor, (sanki Siyonizm dini bir hareket değil de Fransızların başlattığı bir hareket imişçesine) Siyonizm’i İslâm ile birlikte ele almıyor, ve sürekli olarak şunu kanıtlamaya çalışıyor: Herhangi bir yerde herhangi bir devrim olsa olsa en fazla “laik bir Mehdi beklentisidir.” Tabiî bu bir siyasi propagandadır ve öyle kalsa insan o kadar yadırgamaz. Ne var ki gerçek tarihçinin meselelere tarafsız bakışı, adil oluşu gibi vaazlar da yazıya dahil! Bu vaazlardan anlaşılması gereken şu: Müslümanlar ve Araplar objektif olamazlar, ama onlar hakkında yazı yazan Lewis gibi Oryantalistler tanım itibarıyla, eğitim itibarıyla, Batılı olmak hasebiyle objektiftirler. İşte Oryan talist dogmanın zirvesi: İncelediği şeyi küçük düşürmekle kalmı yor, kendi mensuplarını da böyle kör ediyor. Ama gelin bir kere da ha Lewis’e kulak verelim: Tarihçinin nasıl davranması gerektiğini anlatıyor. Tabiî şunu sorabilirz: Acaba cezalandırdığı peşin hü kümlerin sahibi sadece Doğulular mıdır? “Tarihçinin sadakat duygusu, pekala araştırma konusunun seçi mini etkileyebilir. Ama asla konuyu ele alış tarzını etkilememelidir. Eğer araştırmaları esnasında kendisini bağlı saydığı grubu hep haklı ve o grubun çalıştığı bütün diğer grupları hep haksız gördü ğünü sezerse, o zaman yargılarını gözden geçirmesi, delilleri se çerken ve değerlendirirken dayandığı hipotezleri yeniden incele m esi gerekir. Çünkü insan topluluklarının daima haklı olmak gibi bir özelliği yoktur. (Herhalde buna Oryantalistler de dahil...) N i hayet, hikayesini takdim ederken tarihçi adil ve dürüst olmalıdır. Bu pek tabiî çıplak bir-iki kesin hakikati söyleyip susmak değil dir. Eserinin birçok yerinde (çalışmasımnın birçok safhasında) ta rihçinin hipotezler kurması ve hükümlere varması gerekir. Önemli olan bunun şuurlu ve berrak bir biçimde yapılmasıdır. Bunun için de vardığı yargılar lehindeki yorumlar ele alınmalı ve açıkça karann ne olduğu ve bu karara nasıl, niçin varıldığı belirtilmelidir.”<151) Lewis’in ele aldığı İslâm hakkında (ele alış tarzına bakarsak) bilinçli, adil ve berrak bir hükümde bulunmasını beklemek boşu na. .. Gördüğümüz gibi o “imayı” tercih ediyor. Ama galiba bu ter- cihten haberi de yoksa herhalde velinimeti olan Oryantalizmin bu ima ve hipotezleri tartışılmaz gerçekler olarak tespit ettiğini söy lerdi. (Siyonizm taraftarlığı, Arap milliyetçiliğine muhalefet ve Soğuk Savaşçılık konularında daha bilinçli.) Oryantalizm bütün tarihi boyunca tartışılmayacak “gerekler”in gizli yaratıcısı olmuştur. Bu gerçeklerin en tartışılmaz olanı ve en garip biçimde yaratılanı (zira buna inanmak zordur) belki arab dilinin tehlikeli bir ideoloji taşıdığı noktasında toplanmakta dır. Arabça üzerinde yerleşmiş bu yargının en yeni örneği E. Shouby’nin The Inflııence o f the Arabic Language on the Psychology o f the Arabs (Arabların Psikolojisi üzerinde Arab dilinin etkileri)<152>adını taşıyan çalışmasıdır. Bu eserde yazar “bir taraftan sosyal psikoloji diğer taraftan klinik psikloji dallarında uzman bir kişi ” olarak tanıtılmaktadır. Yazar Arabtır. Böylece fikirlerinin geniş ölçüde yayılmasını bir sebebi de Arab oluşudur. (Kendi ken disini suçlayan bir Arab...) îleri sürdüğü kanıtlar utanılacak kadar basittir. Üstelik bu yazar bir dilin ne olduğunun ve ne işe yaradığı konusunda en ilkel bilgileri dahi kafasına yerleştirmiş değildir. Ayrıca çalışmasının çeşitli bölümleri çok çarpıcı başlıklar taşı maktadır: “Düşüncenin genel anlamsızlığı” “Linguistik işaretler üzerinde aşırı İsrar.” “Aşırı güven ve abartma” gibi... Shouby ço ğu zaman bir otorite olarak tanıtılmaktadır. Aslında bir otorite ola rak konuşmakta ve dilsiz bir arabın yerini almaktadır. Kelimeler üzerinde büyük bir egemenlik kurmuştur. Hiçbir ciddî yönü ve de ğeri olmayacak şekilde kelime oyunlarını ile vakit geçirmektedir. Shouby’nin söylediği şeylerin arasında “suskunluk” çok önemli bir yer işgal etmektedir. Arabların gurur duydukları o muazam Arab edebiyatından tek bir kelime dahi aktarmamıştır. O halde Arab dili Arab düşüncesinin üzerinde hangi yönde tesir icra edi yor? Aslında bu tesir Oryantalizm tarafından Arablar için icad edilmiş olan mitolojik dünyanın derinliklerinde yatmaktadır. Bu görüşler içinde ifade bolluğuna gömülmüş olan Arab, suskunlu ğun sembolüdür. Fakirliği ise aşırılıkla birleşmiştir. Bir vakitler fi loloji ile yola çıkanlar bu gün bu sonuca ulaşmışlardır. Karışık bir geleneğin hazin sonu gerçekten üzücüdür. Sözü geçen gelenek gü nümüzde pek az kişinin kafasında yer ediyor... Yaşadığımız çağda Oryantalistin “filoloji”ye dayanış biçimi, şerefli mazisi olan bir bi lim dalının, ideoloji uzmanlarının ellerinde hale geldiğini simge lemektedir. Araştırdığım her şeyin ortak noktasında “Oryantalist dil” önemli bir yer işgal etmektedir. Bu davranış biçimi içinde Oryan talizm birbirine en aykırı konuları aynı çizginin üzerine çekmeye çalışmakta onları “tabiî” olaylar saymaktadır. İnsan tiplerini bo zulmuş mantık ve ilkokul metotları ile tanıtmaktadır. Gerçekleri ve haber kaynaklarını kendi imal ettiği eşyalara bağlamaktadır. Ef saneleri uydururken kullandığı dil bir “hitabet” örneği dolayısız ile sistematik bir bilimsel olaydır. Oryantalizm hiçbir zaman kendi varlığını garanti altma alan kurumlar ve ideolojilere dayanmadan konuşma mantığı icat etmemiştir. Sözkonusu kurumlar çoğu za man ilerlemiş bir toplumun, geri kalmış bir toplu mu ele alış metot larının şekillendiği bilimsel ocaklardır. Yahut güçlü bir kültürün zayıf bir kültürle karşılaştığı yerlerdir. Burada yaratılan efsane mantığının ana özelliği kendi varoluş nedeni ile birlikte tasvirini yaptığı olayların da kaynaklarını saymada gösterdiği ustalıktır. “Arablar” yarı ideal, statik tiplere bağlı klişelerle tanıtılmakta, ne gerçek güçleri ne de yapmakta oldukları tarih göz önüne alınma maktadır. Dil olarak ele alman Arabça oryantaliste toplumu, tarihi ve doğal olayları aynı kalıbın içine sokmaya yardımcı olmaktadır. Oryantalist için dil Doğulu Arabi ortaya çıkarmaktan başka birşey değildir. (4) Doğulular, Doğulular, Doğulular... Benim oryantalizm admı verdiğim fikirsel varsayım sistemi içinde oldukça ciddi bir uygulama düzeni vardı. Ancak bu entellektüel açıdan fazla şerefli sayılamaz. Günümüzde Birleşik Amerika Or tadoğu’da ağır bir yük altına girmiştir. Dünyanın her yerinde oldu ğundan çok daha ağır bir yük bu... Ortadoğu konusunda politikacı ları aydınlatan uzmanlar gırtlaklarına kadar oryantalizme batmış kişilerdir. Ancak söylemek gerekir ki Birleşik Amerika’nın içine girdiği andlaşmalar çölün üzerinde kurulmuş kağıttan kulelerdir. Zira bu andlaşmalar uzmanların verdikleri temelsiz fakat iyi satış yapan direktiflere dayalıdır. Bu direktifler çoğu zaman politika el bisesi giymiş yaşlı oryantalist doğmalardır. Ve yine çoğu zaman bu direktifler, örneğin şu sırada Lübnan’da yahut Filistin’de mey dana gelen halk direnişini anlayarak anlatmada tamamı ile çaresiz, zavallı sistemlerdir. Oryantalist şimdi Doğu’yu Batının bir taklidi gibi görmenin çarelerini aramaktadır. Bemard Levvis’e göre Doğu, milliyetçiliğini “Batı’ya uydurmadan” kendi kendisini düzeltemez.(lî3)Eğer bu arada Arablar veya müslümanlar arasında yahut üçüncü dünya dördüncü dünya denen yerlerde beklenmedik yollar açılacak olursa, bu olayları anlatmak için, Doğuluların düzeltile mez mahlûklar olduklarını, onlara katiyen güvenmenin doğru ola mayacağım ileri süren Oryantalistlerle karşılaşmamız mümkün dür. “Gerçek” Doğunun Oryantalistler tarafından çizilen tabloya uygun olmadığını yahut tüm Oryantalistler Batılı oldukları için Doğu'nun iç dünyasmı yeteri kadar anlayamayacaklarını ileri süre rek Oryantalizmin işlediği metot hatalarını ortaya çıkarmak müm kün olamaz. Her iki görüş de yanlış olur. Kitabımda işlediğim konu gerçek ve doğru bir Doğunun varlığı değildir; (İslâm, Arab veya di ğerleri Robert K. Merton’un<154) değimi ile “iç” dünyaya ait bir gö rüş açısını “dış” dünyaya ait fikirlerin üzerine çıkarmak da değil dir. Tam tersine söylemeye çalıştığım Doğu'nun kendi kendine var kılındığıdır. Kendilerine ait din, kültür ve bazı ırkî özellikler taşı yan temelden değişik yerli halkları ile bir takım coğrafi ayırım alanları öne sürüldüğüdür. Bu ayırımların tümü tartışılabilir nite lik taşımaktadır. Bir siyahın sadece siyahlar üzerine yazabileceği yahut bir müslümanın sadece müslümanlar hakkında fikir yürüte bileceği bir ortam tanımıyorum. Bu ölçü bütün diğer yersiz ayırım lar için de geçerlidir. Buna rağmen bütün başarısızlıkları, açığa çıkarılabilecek bü tün gizli anlatım gelenekleri, az çok örtülü ırkçı fikirleri ve ağırlığı olmayan entellektüel araçları ile Oryantalizm günümüzde anlat maya çaba harcadığım şekillerde gelişmeye devam etmektedir. Aslında Oryantalizmin bu hali bu hali ile Doğu’da dahi etkili oldu ğunu görenler haklı olarak kuşkulara kapılmaktadırlar. Arab dilin de (ve hiç şüphesiz Japoncada, Hindistanın çeşitli yerli dillerinde ve diğer Doğu dillerinde) yayınlanan kitap ve gazetelerde sayfalar dolusu hep aynı şeyler tekrar edilmekte, “Arab düşüncesi” “İslâm” ve daha pek çok inanca ait ikinci derecede analizler bizzat Arab ya zarlar tarafından bilimsel ürün şeklinde okuyucuların önüne sürül mektedir. Amerikan oryantalizmi şu sırada çok geniş bir çalışma alanı içine girmiştir. Zira Arabların elleri de bulunan para ve enerji kaynakları geleneksel “ilgi”nin derecesini arttırmış ve strateji ko nusunda yeni düzenlemeler getirmiştir. Olay şudur ki Oryantalizm yeni emperyalizme başarı ile uydurulmuştur. Bu emperyalizmin emredici öğeleri Asya üzerinde eski egemence görüşlere hiçbir şe kilde ters düşmemekte hatta hükümdarlık geleneğinin aralıksız de vamına gayret sarfetmektedir. Doğunun kişisel deneylerime dayanarak doğruca konuşabile ceğim kısmında aynı sınıfların yeni emperyalizme karşı mükem mel şekilde sağladıkları uyumu Oryantalizmin bir zaferi olarak se lamlamak mümkündür. Arab dünyası bugün entellektüel, politik ve kültürel açıdan Birleşik Amerikanın bir peykidir. Aslında çok kötü birşey de değildir bu... Tam tersine sözkonusu uydunun spe sifik şekillerini ele almakta fayda vardır. Herşeyden önce bilmek gerekir ki Arab dünyasının üniversiteleri, genellikle eski sömürge cilik devirlerinden kalma geleneklerin mirası ile örgütlenmişler veya sömürgecilerin bıraktıkları modele sadık kalmışlardır. Yaşa dığımız şartlar programların kaba gerçeklerini daha da kötü du rumlara sürüklemektedir. Sınıflarda yüzlerce öğrenci vardır. Eğit menler eksik yetiştirilmiş, yorgun ve parasızdır. Çoğu zaman yer leri siyasal nedenlerle değiştirilmektedir. Temel araştırma adını taşıyacak bir konu kesinlikle olmadığı gibi buna olanak da yoktur. Ve bütün bunlardan daha kötü olarak bazen geniş bir bölgede ihti yaçlara uygun tek bir kütüphane dahi göze çarpmamaktadır. Bü yük Britanya ve Fransa vakti ile Doğu ufuklarında entellektüel güçleri ve kültürel zenginlikleri ile varlıklarını koruyorlardı. Şim di onların yerine geçen Birleşik Amerikanın getirdiği sistem içinde sadece çok yetenekli bazı öğrenciler çıkış yolu bulabilmekte, onlar da sonunda Birleşik Amerikaya göç etmektedirler. Doğrudur ki pek çok Arab öğrenci henüz Avrupa üniversitelerinin kapılarını aşındırmaya devam etmektedir. Fakat bunların aralarında pek ço ğu eninde sonunda Birleşik Amerika yollarına düşeceklerdir. Bu öğrencilerin arasında “ilerici” denen Arab ülkelerinden gelenler olduğu gibi “tutucu” adını taşıyan Suudî Arabistan ve Kuveyt gibi ülkelerden gelenler de vardır. Fark gözetilmemektedir. Eğitim, ça lıştırma ve araştırma alanında geçerli değerler, bütünü ile Birleşik Amerikanın egemenliği altında olduğuna göre önemli olan öğren cinin geldiği kaynak değil, bu öğrencinin sonradan alacağı şekil dir. Gerçek kaynak Birleşik Devletlerdir. Yakın Doğu’da meydana gelen çağdaş kültürel değişmeleri Avrupa ve Amerika modellerine uygun biçimde genellemek gere kirse iki faktör Oryantalizmin zaferini daha da belirgin hale soku yor. .. Taha Hüseyin 1936’da modem Arab kültürünün Doğulu ol mayıp Avrupalı olduğunu ileri sürdüğü sırada kendisinin de içinde bulunduğu Mısır aydınlarının kültürel kişiliklerini ortaya sermiş oluyordu. Günümüzde yaşayan Arab aydınları da aynı görüntüyü taşımaktadır. 1950’lerin başlarından itibaren üçüncü dünya ülke lerinden esmeye başlayan kuvvetli anti-emperyalist rüzgarlara rağmen bölgenin durumu değişmemiş Batının kültür üstünlüğü sarsıntıya uğramamıştır. Üstelik Arab ve İslâm dünyası kültür üre timi ve bilimsel araştırmalar yönünden ikinci derecede bir güç ol maya devam etmektedir. Yaratılmış ortamı tam anlamı ile tasvir edebilmek için bu noktada güç politikası tarafından kullanılan te rimlere baş vurmaktan başka çıkar yol yoktur. Hiçbir Arab veya İslâm bilgini şu sırada Birleşik Amerika ve Avrupa yayın dünya sında, enstitülerinde ve üniversitelerinde gerçekleştirilen çalışma lara karşı ilgiliz kalamaz. Bunun tersi doğru değildir. Örneğin Aıab incelemeleri ile meşgul olan hiçbir büyük süreli yayın günü müzde Arab ülkelerinde yayınlanmamaktadır. Hiçbir Arab eğitim enstitüsü şu sırada Oxford, UÇLA gibi merkezlerde Arab dünyası ile ilgili olarak yürütülen çalışmalarla rekabet edecek çapta değil dir. Kabul edilmesi gereken sonuç şudur: Doğu öğrencileri (veya Doğu bilimleri profesörleri) gelerek Amerikan oryantalistlerinin dizlerinin dibine oturmak zorundadırlar. Bu hareket onlar için, be nim oryantalizmin doğmaları olarak anlattığım şeyleri kendi lokal çevrelerine klişe olarak nakletmeden önce çok luzumludur. Böyle bir üretim sistemi içinde bir Doğulu bilgin’in kendisini kendi va tandaşlarından üstün hissetmesi için mutlaka Amerikan formasyo nuna baş vurması gereklidir. Böylece genel oryantalist sistemi ba şarı ile yararlı şekle sokacak ve Avrupada veya Amerika’da yaşa yan oryantalist ağabeyleri arasında “yerli bir haberci” olarak kişi lik kazanacaktır. Ayrıca bu niteliği ona, yüksek tahsilini tamamla dığı zaman Batı ülkelerinde kalabilme şansını da tanımaktadır. Günümüzde Amerikan üniversitelerinde elemanter Doğu dilleri kurslarımn çoğu bu şekilde yetişmiş “yerli haberciler” aracılığı ile gerçekleştirilmektedir. Sistemin içinde (üniversiteler, vakıflar vs.) iktidar tamamı ile Doğulu olmayanların ellerindedir. Ancak gö revli personel arasında Doğulu olanlarla olmayanlar arasındaki miktar farkı, İkincilerin yararına fazla ezici değildir. Bütün diğer göstergeler kurumlarda kültürel üstünlüğün nasıl korunduğunu, bu amaç uğruna Doğuluların tutumları kadar Birle şik Amerika’nın direkt ve kaba ekonomik baskısının nasıl işlediği ni gözler önüne sermektedir. îşte bizi düşündürecek bir örnek: Bir leşik Amerika’da Arab veya İslâmî Doğuyu inceleyen birkaç düzi ne örgütün varlığına karşılık hiçbir Arab ülkesinde Birleşik Amerikayı inceleyen tek bir Arab kuruluşuna rastlamak mümkün değil dir. Bu durum bölge üzerindeki başlıca ekonomik ve siyasal baskı yı açıkça ortaya çıkarıyor. Bundan daha kötü olarak söylemek ge rekir ki Doğu’da Doğu incelemeleri ile meşgul, tek bir kuruluş mü tevazı dahi olsa yine tek bir Doğu kuruluşuna rastlamak mümkün değildir. Ancak kanaatimce bütün bunlar Oryantalizmin zaferini ger çekleştiren ikinci faktörün yanında pek sönük kalmaktadır: Bu fak tör Doğu’da tüketim faktörüdür. Arab ve İslâm dünyası bütünü ile Batı ekonomik.pazarına takılı olarak yaşamaktadır. Söylemeye luzum yoktur ki bölgenin başlıca zenginliği olan petrol tamamı ile Birleşik Amerika ekonomisi tarafından yutulmaktadır. Sadece bü yük petrol şirketlerinin Amerikan ekonomik sisteminin kontrolü altında olduğunu söylemek istemiyorum, fakat gerçek şudur ki Arabların petrol gelirlerinin, pazarlama araştırma ve endüstriyel örgütlenme konulan bir kenara bırakılsa dahi Birleşik Amerika’da toplandığını anlamak için fazla araştırma yapmaya gerek yoktur. Petrolle zenginleşen Arablar Birleşik Amerika’mn en ileri müşte risi olmuşlardır. Bu gerçek Basra Körfezi devletleri için geçerli ol duğu kadar Libya, Irak ve Cezayir gibi ilerici görünüşlü devletler için de geçerlidir. Aslında tek yönlü bir ilişkidir bu... Birleşik Amerika dış dünyadan (petrol ve az el emeği ödenerek üretilmiş) çeşitli ihtiyaç maddelerini kendi zevkine göre seçerek az miktarda satın alırken, Arablar Amerikan maddî ve ideolojik üretim şebeke sine bütün güçleri ile sarılmışlardır. Bunun çok çeşitli sonuçları vardır: Böylece bölgede büyük bir zevk beraberliği doğmuştur.-Bu olaya sadece transistörlü radyolar, blucin ve koka-kola değil, aynı zamanda Amerikan kitle araçları nın durmaksızın uydurarak yaydığı ve büyük halk kütlelerinin tele vizyon ekranı önünde hiçbir tepki göstermeden kabullendiği Do ğu’ya ait kültürel tablolarda büyük ölçüde yardımla meydana ge len ilk sonuçlardan biri “Arab”ın kendisini Hollyvvood’un göster diği gibi tanımasıdır. Bir diğer sonuç ise Batı ekonomik pazarının yetiştirdiği ve yetiştirmeye devam ettiği tüketim kitleleridir. Bu yı ğınlar Doğu pazarının gereksinimlerine uygun biçimde entellektü el formasyona tabi tutulmuşlardır. Tabiyatı ile teknik, ticarî ve ekonomik konular kitle yönlendirmesinde en önde gelen eleman lardır. Ancak sözkonusu ülkelerde yerli aydın sınıfı, Batının eği limlerine uygun konuları bizzat seçerek bir araya toplamakta ve Batının faydasına sunmaktadır. Bu sınıfa veriler rol “modernleş tirmektir.” Bir diğer değimle sözü geçen aydınlar sınıfı, büyük öl çüde Birleşik Amerika’dan esinlenerek Arab ülkelerine dolan mo dernleşme, gelişme ve kültür akımlarını yasal şekle sokmak ve kendi halkına kabul ettirmekle görevlendirilmiştir. Bu tablonun il ginç örneklerine sosyal bilimler dallarında çalışan uzmanlar ara sında rastlandığı gibi oldukça garip biçimde kaba Marksist görüş ler taşıyan ilerici aydınlar arasında da rastlanmaktadır. Bütün bu gözlemler genellikle üçüncü dünya ülkelerini ilgilendiriyor... (Daha yukarda sözünü etmiştim.) Ancak her şeye rağmen Oryantalizm’in doktrinlerinde ve varsayımlarında eğer entellektüel bir güç varsa, bunu ekonomik ilişkilere, politik ve kültürel etkenlere bağ lamak zor olmasa gerektir. Kısaca modern Doğu’nun kendisini yönlendirme işlemine doğrudan doğruya etken olduğunu görüyo ruz. Fakat bir sonuca varmak için alternatif nedir? Bu kitap genel likle “ters” kanıtlar getirmiş ve pozitif bir tutum takınmamıştır. Bu konu “Kültürel alanlar” adı ile fikir sahnesine çıkarılan,“sömürge lerden kurtarma” işlemi ile ilgilidir. Ortadoğu meselelerini araştı ran uzmanların meydana getirdiği Hull grubu içinde Enver Abdül Malik’in çalışması dikkat çekicidir. Bu kitapta Avrupa, Birleşik Amerika ve Ortadoğu’da faaliyet gösteren bilginlerin çok yeni, çok ilginç analizleri ve teklifleri yer almaktadır/155’Ancak bu eseri çok kısa bölümleri ile ele alabildim. Ana hedefim bir fikir sistemini diğer bir sistemle değiştirmek değil, sadece sistemin ana hatlarını ortaya çıkarmaktır. Ayrıca insan deneylerinden söz açıldığında haklı olarak beliren pek çok soruyu gündeme getirmek istedim. Bir kültür dairesi içinde diğer kültürler nasıl takdim edilmektedir? Başka kültür demek ne demektir? Bir kültür anlayışı, (yahut ırk, din ve uygarlık) mutlaka faydalı mıdır? yahut insanların kendi ken dilerini tatmin etme arzularına mı dayanıyor? (kendi kültüründen söz açıldığında) veya saldırganlık ve düşmanlık huylarını mı ilgi lendiriyor? (“Başkalarının” kültürleri konuşulurken) acaba kültü rel, dinsel ve ırkî ayırımlar sosyo-ekonomik ve siyasî-tarihî kate gorilerden daha mı önemlidir? Fakirler nasıl otorite kazanıyorlar? “Normallik” ve hatta gerçeklerin “Doğallığı” nasıl sağlanabiliyor? Bu ortamda aydın kişinin rolü nedir? Bağlı olduğu kültür ve devleti yüceltebilir mi? Bu kişi bağımsız bir tenkitçi göze ne dereceye ka dar değer verebilir, hatta bu insan “muhalefet” yapma gücünü han gi noktaya kadar götürebilir? Bu sorulardan bazılarına daha önce cevap verebildiğimi sanı yorum ancak aralarından birkaçını bir ölçü daha açığa kavuştur mak istiyorum. Bu inceleme sırasında benim ortaya koyduğum Or yantalizm politik kısıtlamalara uğramamış bir bilim dalının gere ğini gözler önüne sererken diğer yandan bilim adamı ile Devlet arasındaki ilişkiye de dikkat çekmektedir. Öyle sanıyorum ki Or yantalizmi insanları iknâ etmeye yönelik bir bilim haline getiren şartlar var olmaya devam edeceklerdir. Bu tablo ümitvar değildir. Bununla birlikte ben kendi hesabıma bazı uygun ümitler besle mekteyim: Entellektüel, ideolojik ve siyasî planda Oryantalizmin geçmişi şimdi olduğundan daha fazla sözkonusu edilebilir. İnsan gerçeğine böylesine uzak ve böylesine gözleri kapalı bir ilmin varlığım fark etmiş olmasaydım, bu kitabı yazmaya karar vermezdim. Günümüzde pek çok sayıda bilgin İslâmda tarih, din uygarlık, sosyoloji ve etnoloji alanlarında büyük değer taşıyan ki şisel eserler vermektedirler. Ancak oryantalizmin eski bağlayıcı geleneği, kararsız yazara egemen olduğu sırada sıkıntılar baş gös termektedir. Yazar profesyonel bilim gücü ile kendisini koruya mayacak olursa “kabul edilmiş fikirler” bütünü, kısa zamanda onu etkisi altına alacak ve istediği yola çekecektir. Görülüyor ki Or yantalizm gibi hükümranlık yahut coğrafi olgulara dayalı belirli kanunlarla çerçeveye alınmış bir “alanda” değil, yazarın sınırsız bir bilim disiplini içinde kalabilmeyi başardığı bir ortamda ilgi çe kici çalışmalar ortaya çıkabilecektir. Bu gerçeğin çok yeni ve mü kemmel bir örneği var: Clifford Geertz’in “antropolojisi” Oryan talizmin gelenekleri, kabul edilmiş fikirleri ve doktrinleri değil, îslâmın toplum yapısı ve özel problemleri yolu ile bilimsel kay naklarına ulaşmaktadır. Şurası bir gerçektir ki oryantalist formasyon kazanmış bilim adamları ve tenkitçiler ideolojik kuvvetlerin yaşlı boyunduruğun dan kurtulabilmek için yeteri kadar yetenek sahibi bulunmaktadır lar. Bunların en güçlü olanları arasında Jacques Berque ve Maxime Rodinson isimlerine rastlanıyor... Ancak bu kişilerin çalışmaları na esas olan konu, geleneksel problemleri ele alsalar dahi bir metot anlayışıdır. Zira onlar için Oryantalizm tarihî açıdan kendi kendi sini fazlası ile tatmin etmiş ve belki de böylece yanlızlığa mahkûm olmuştur. Metotlarında fazla pozitivist olan bu ilim kendi kendisi ni inceleme metotlarını da geliştirmek zorundadır. Berque ve Rodinson’un her ikisi ayrı şekilde olmak üzere düşüncelerini karakterize eden nokta budur. Berque ve Rodinson’un eserleri her satırın da ele aldıkları malzemeye karşı aşırı bir duyarlılıkla dikkat çek mektedir. Daha sonra her iki yazar kendi özel metotlarını ve bu me todun uygalanış biçimini aralıksız olarak gözden geçirmektedir ler. Tüm gayretleri ortaya koydukları çalışmanın eşyanın gereğine uygun bir çözüm getirmesi ve Oryantalist önyargılardan uzak ol masıdır. Gerek Berque ve Rodinson ve gerekse Abdülmalik ve Roger Owen, insan ve toplum araştırmaları konusunda (Doğu veya Batı) İnsanî bilimlerin bütün dallarına başvurmanın en doğru yol olduğuna inanmış kişilerdir. Dolayısı ile bu bilim adamları metin leri tenkitçi bir göz ile okumakta ve kendi alanlarının dışında kalan konuları da etüt etmektedirler. Böylece Berque yapısal antropolo jinin son bulguları ile ilgilenmekte, Rodinson sosyoloji ve politik teorilerle meşgul olmakta Owen ise ekonomik tarihe merak sarmış bulunmaktadır. İşte yaşanan çağ içinde insan bilimlerinin Doğu problemleri incelemeleri adı ile bilinen ilme getirdiği yapıcı dü zenlemeler... Ancak bugünkü bilimin geniş ölçüde esinlendiği çok güçlü po litik ve neticede ideolojik gerçekler içinde Oryantalistlerin “onlar” ve “bizler” ayırımına kesinlikle baş eğmek zorundayız. Yaşadığı mız günlerde hiçbir kimse Doğu-Batı, Kuzey-Güney, Zengin-Fakir, emperyalist Anti-emperyalist, Beyaz-Renkli adam ayırımla rından kendisini kurtaramaz. Bu ayırımların mevcut olmadığını söyleyerek onları ortadan kaldırmak mümkün değildir. Tam tersi ne, çağdaş Oryantalizm bu konuları örtmeye çalışmanın dürüst davranmak olmadığını ve hatta bu harekete baş vuran bir kişinin aksine , onları daha keskin daha zararlı ve daha sürekli şekle soktu ğunu ispat etmiştir. Hatta böyle bir yola giren bir ilim her türlü po lemiğe açık ve “ilerici” bir disiplin olsa dahi kısa zamanda dejenere olabilecek ve bir çeşit skolastik çamuruna saplanarak, görüşten yoksun tatsız bir şekil alacaktır. Formüle ettiğim sorunlar benim bu konu etrafında ne çeşit duygular taşıdığımı açıkça ortaya sermektedir. Düşüncelerimiz ve yaşadığımız tecrübeler bizi takdim, diğer dünyaların incelenmesi, ırkçı düşünce, bir otoritenin veya otoriteyi ayakta tutan fikirlerin tartışmasız kabulu, aydınların sosyo-politik rolleri, tenkitçi ve şüpheci bir anlayışın hudutsuz değeri gibi konularda duyarlı olma ya zorlamıştır. İnsan deneylerini politik değilse bile göze hoş gele cek sonuçları ile kelimenin en iyi veya en kötü anlamında incele memiz gerektiğini aklımızdana çıkarmamamız gerekir. Bunu be cerebildiğimiz ölçüde bilgin olarak yaptıklarımıza karşı ilgisiz ol madığımız belki ileri sürülebilecektir. Bir bilgin için özgürlük ve insanı tanıma ne ileri ölçülerdir... Toplum içinde insani araştırma nın anlamsız soyutlamalara veya karanlık kurallara yahut en azın dan ayırımcı sistemlere değil de, tarihe ve insanın belirgin deney lerine dayandığı belki bir gün sarsılmaz inançlar hanesine yazıla caktır. Problem; incelemeyi deneye yakıştırmaktır .(deneye kendi sine uygun bir şekil verebilmek)B öylece aydınlığa kavuşacak olan deney inceleme yolu ile yeniden şekillenecektir. Hiç aralıkvermeden süregelen Doğu’yu doğululaştırma işlemi her ne pahasına olursa olsun bir an için engellenecek olursa, bunun sonucunda bil gilerimizi çok daha derin noktalara ulaştırmak ve bilginleri kendi sınırları içinde harekete geçirmek mümkün olabilecektir. Kafala rında “Doğu” gibi bir ayırım taşımayan bilginler, tenkitçiler, ay dınlar ve kısaca insan türleri ortaya çıkacak, bu kişiler bütün insan ların mutluluğunu tek bir insan grubunun mutluluğuna tercih ede ceklerdir. Şuna kesinlikle inanıyorum ki -ve bunu diğer kitaplarımda da göstermeye çalıştım- şu anda yürütülen İnsanî bilimler çalışmaları içinde oryantalizmin tarihler boyunca getirdiği ırkî önyargı biçim lerinden ideolojik ve emperyalist görüşlerden uzaklaşmaları için bilginlere çok az sezgisel malzeme, metot ve fikir verilmektedir. Öyle sanıyorum ki Oryantalizmin başarısızlığı entellektüel bir ba şarısızlık olduğu kadar aynı zamanda bir İnsanî başarısızlıktır. Gerçekten Oryantalizm dünyanın bir bölümünü kendi bölgesinden kesinlikle “ayrı” sayarken yeryüzünde elde edilmiş bir insan dene yini asla tarif edememiş, hatta bunu deney dahi saymamıştır. Şimdi Oryantalizmin dünya hegemonyasını ve neyi temsil ediyorsa her şeyi nefretle reddedebiliriz. Dünya halkları içinde büyük bir bölü mün yirminci yüzyıl içinde olgunlaşma noktasına ulaşmış siyasî ve tarihsel anlayışı bizi böyle bir davranışa zorlamaktadır. Eğer bu kitap gelecek için bazı faydalar sağlayacaksa, böylesine bir başkaldırışm küçük bir hizmetkârı ve ilk uyarıcısı olacaktır. Oryantalizm gibi bir fikir sistemi yaratmak, yaşatmak ve korumak çok kolaydır. Bunun için siyasal iktidarlara dayalı özel mantık ve ideolojik kurgu-bilim yeterlidir. Öyle zannediyorum ki herşeyin ötesinde oku yucularıma Oryantalizm-Doğuculuğuıı cevabının Batıcılık olma dığını gösterebildim. Hiçbir eski “Doğulu” kendisi de Doğulu ol duğuna göre “Doğulu” veya “Batılı” kelimelerinin uydurulmuş anlamını öğrenmeye gerek duymayacaktır. Oryantalizm bilgisinin bir vardır, o da herhangi bir bilginin, nerede, ne zaman ve hangi göz kamaştırıcı şekillerde soysuzlaşabileceğini insana hatırlatmaktır. Ve bu hatırlatma belki şimdi dün olduğundan daha ileri ölçülerde dir. Dipnotlar Gİ Rİ Ş Thierry Desjardins, Le M artyre d u Liban, Paris, Ploıı, 1976, s. 14. K.M. r>annikar,/\siı( and Western Dominance, Londra, Geoıge Ailen ve Unwin, 1959 (fr. tere.: Lim e et la Domination Ocddentale du X V . yy. X V e Siecle d ııosjours, Paris, Seuil yayınları, 1959) <3) Denys Hay, Eurovc: The Emervene.e of an İdea, Ediııboure;, Edinbouıg Univ. Press, 1968. <4) Steven Marcus, The O ther Victorimıs: A stu d y of' Sexuatity and Pornography in M id -N in eteeth C etıtury England 1966; tekrar yayın. Newyork, Bantam Books, 1967, s. 200-219. (5>C riticism betuven C ulturc and System isimli kitabıma bkz. Cambridge, Mass., Harvard Univ. Press (baskı halinde.) <6> Genellikle şu kitaplarda: American Poıver and the Neu> Maııdarins: Historical and Political Essaı/s, New York, Pantheon Books, 1969 (Fr. teıc. YAm erique et ses N ou veaux, M aııdarins, Paris, Sevil yay. 1971), ve For Reasons o f State, Nevvyork, Pantheon Books, 1973. ,7) Walter Benjamin, Charles Baudelaire: A Lyric Poet in the Era o fH igh Capitalism, Londra, New Left Books, 1973 s. 71 (Aslı: Charles Baudelaire. Eiıı Lyriker im Z eitalter des H vclikapitalism ııs, F rankfurt F ra n cfo rt-su r le-M ain, Sunhrkamp, 1969, s. 76). (8) Haıry Bıacken, Essence Accüient and Race, Hermathena 116 (1973 kışı) s. 81-96. W Diacritics 6, No 3 (sonbahar 1973) isimli dergide yayınlanan röportaj, s. 38. d») Raymond Williams, The Long R evolution, Londra, Chatto and Windus, 1961, s. 66-67. d» Beginnirujs: İntentions and M ethod isimli kitabımda, Newyork, Basic Books, 1975. d-ı Louis Althusser,P our M a n , Paris, Maspero, 1965, s. 59-63. <13>Raymond Schwab, La Renaissance Orientale, Paris, Payot, 1950; Johanıı W. Fück, Die Arabischen Studien in Europa bis in den A nfang des 20. Jahrhunderts, Leipzig, Otto Harrassowitz, 1955; Dorothee Metlitzki, The Matte r o f A raby in M edieval England, New Haven, Conıı., Yale Univ. Press, 1977. <14' E.S. Shaffer, “Kubla Khan " and The Fail o f Jerusalem The M ythological School in Biblical Criticism and Secular Literatüre 1770-1880, Cambridge, Cambridge Univ. Press, 1975. <15' George Eliot, M iddletm rch: A S tu d y of P rovindal Life, 1872; tekrar yay. Boston, Houghton Mifflin Co., 1956, s. 164 (fr. tere. Middlenmrch, etüde de la vie de province, Paris, Calmann- Levy, 1890). <16>Antonio Gramsci, Cahiers de prison, Cahiers 10,11,12 ve 13, Paris, Galliırıard, 1978, s. 176 (original: Q uaderni del Carcere, ed. Valentino Gerratana, Turin, Einaudi 1975, 2, s. 1363.) ,17>Raymond Williams, C ulture and Society, 1780-1950, Londra, Chatto and Windus, 1958, s. 376. 1. O R Y A N T A L İ Z M İ N A L A N I (1>James Balfour’un Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmadan çıkarılmış bu kısım ve bundan önceki konuşmalar şu eserlerden derlenmiştir: Great Bıitain, Parlüvnentary Debates (Commons), 5’inci seri, 17 (1970) s. 1140-1146. Aynı zamanda bkz. A.P. Thomton, The İmperial Idea and its Enemies: A Study in British Pouvr, Londra, MacMillan and Co., 1959, s. 357-360: Bal four bu konuşmayı, Eldon Gorst’un Mısır politikasını desteklemek amacı ile yapmıştır. Bu politika Peter John Dreyfus Mellini’nin Sir Eldon Gorst and British im perial Policy in E g yp t isimli eserinde incelenmiştir. Stanford Univ., 1971 (yayınlanmamış kısımlar). <-> Deniş Judd, Balfour and the British Empire: A S tu d y in İmperial Evolution, 1874-1932, Londra, MacMillan and Co., 1968, s. 286. bkz. aynı zamanda s. 292: Balfour 1926’da dahi Mısır’dan söz açarken çok ciddi biçimde onun ba ğımsız bir ulus olduğunu ileri sürüyordu. <-’>Evelyn B.-,ring, Lord Cromer, Political and Literary Essays 1 9 0 8 - 1913, 1913; tekrar yay. Freepoıt, N.Y. Books for Libraries Press, 1969, s. 40, 53,12,14. <4>aynı eser s. 171. (5) RogerOvven, The Influence o f Lord Cromer’s îndian Experienceon British Policy in E gypt, 1883-1907, M iddle E astem Affairs, N um ber Foıtr: St. Antorıy's Papers N um ber 17'de, Albert Hourani yay. Londra, Oxford Univ. Press, 1965, s. 109-139. ,6>Evelyn Baıing, Lord Cromer, Modern E gypt, New York, MacMillan Co., 1908, 2, s. 146-167. Mısır'da İngiliz politikası hakkında, Lord Cromer’in * düşüncesine tamamı ile zıt bir görüş için bkz. Wilfıid Scawen Blunt, Secret H istory of the English Occupation o f Egypt: Being a Personeli Narrative of Events, New York, Alfred A. Knopf, 1922. İngiliz işgaline karşı Mısır dire nişine ait ilginç tartışmalar için bkz. Mounah A. Khouri, Poetryand the Making of M odern Egypte 1882-1922, Leyde E J. Brill, 1971. (7) M odern E gypt, sözü geçen eser, 2. s. 164. (8) John Marlowe tarafından Cromer in E gypt’te sözü geçen, Londra, Elek Bo oks, 1970, s. 271. (*> Harry Magdoff, Colonialism (1763-1970), Encyclopaedia Britmınica, 15. baskı. 1974, s. 893-894. bkz. aynı zamanda D.K. Fieldhouse, The Colonial Empires: A Comparative Survey from the Eighteenth C entury, New York, Delacorte Press, 1967, s. 178 (fr. tere.: Les Empires coloniaux d pa rtird u XVII1( sie ele, Paris-Montreal, Bordas, 1973.) ,10) Afaf Lutfi, al-Sayyid tarafından E gypt and Cromer: A S tııd y in Arıglo-E gyptian Relations, (New YorkVde sözü edilen Fıederick A. Praeger, 1969, s. 3 di) b u cümle lan Hacking’in, The Emergence of Probability: A Philosophical S tiid y ofE arly Ideas about Probability, Induction and Statistical lnference, Londra, Cambridge Univ. Press 1975 s. 17’de görülüyor. <12>V.G. Kiernan, The Lords o f Humarı Kind: Black M a n , Yellom M an and W hite M an in an Age ofEm pire, Boston, Little, Brown and Co., 1969, s. 55 U3) Edgar Quinet, La Gerıie des religions, in Oeuvres Completes, Paris, Pagnerre, 1857, s. 55-74. <14>Political and Literary Essays (sözü geçen eser) s. 35. (15) Jonah Raskin’in The M yth olo g y of îm perialism isimli eserine bkz. New York, Random House, 1971, s. 40. <16> Henry A. Kssinger, American Foreing Policy, New York, W. W. Norton and Co. 1974, s. 48. (17' Hoıald W. Glidden, “The Arab World”, Am erican Journal of Psychiatry 128, No: 8 (şub. 1972) s. 984-988. US) R.W. Suothern, Western Vieıos o f İslam in the M iddle Ages, Cambridge, Mass. Iiarvard Univ. Press, 1962, s. 72. bkz. aynı zamanda Fıaııcis Dvornik. The Ecumenical Coııncils, New York, Hawthorn Books, 1961, s. 65 (fr. tere. Histoire def con conciles, Paris, Seuil yay. 1962, s. 83). Başlıca üniversite ler, İbranice Yunanca, Arabça ve Kaide dili kürsüleri yaradılışı ilgilendiren on birinci bab ile bilhassa ilgileniyolar. Arabiaı ı çevirmenin başlıca yolu olarak Arabça etütlere değer verme fikri Raymond Lulle’den gelmişti. Doğu dilleri profesörlerinin eksiklikleri dolayısı ile istenen sonuçların elde edil meyişine karşılık Concil'in hareket tarzı Batı’da Misyonerlik fikrinin değer kazandığını göstermektedir. Daha o çağda Papa X Cıegoiıe Moğolları Fıansıskeıı papazları aracılığı ile hıristiyan dinine çekmeyi hayal ediyordu. Bu yüzden çeşitli misyoner heyetleri Asya’nın kalbine doğru yola çıkmışlardı. Bu ümitler gerçekleşmemiştir. Ziıa misyoner düşüncesi istenen düzeye ka dar gelişememişti. bkz. aynı zamanda Johann W. Fiick, Die Aralnschen Studien in Europa bis in den A nfa n g des 20. Jahrhuııderts, sözü geçen eser. <19»La Renaissanee orientale sözü geçen eser. bkz. aynı zamanda: V. -V . Barthold, La Decouverte de l'Asie. H istoire de l'orie.ntalisme en Europe et en Rııssie, Paris, Payot, 1947 ve Theodor Benfey’in Geschichte des Sprachzvissensehaft m ıd Orientalischen Phitologie in Deııtschlmıd M unich, Gottafsehen, 1869. başlığını taşıyan eserde bu konuya ait sayfalara bkz. Daha öğretici bir kontras için: James T. Monıoe, M a m and The Arabs in Spaııish Scholarship, Leyde. E.J. Bıill, 1970. (20) Victor Hugo, O euvres poetiques, Pierre Albouy yay. Paris, Gallimard, 1964,1, s. 580. *21>Jules Mohl, V iııgt-sept A n s d'histoire des etudes orieııtales. Rapports faits d la Societe a$iatique de Paris de 1840 d 1867, Paris, Reinvvald, 1879-1880 (2 cilt.) (22) Gustave Dugat, H istoire des O rientalistes de l'Europe du X IIe au X l X e siecle, Paris, Aııdrien Maisonneuve, 1868-1870 (2 cilt.). (23' bkz. Rene Girard, L'O rient et la Pensee romantique allemande, Paris, Didier, 1863, s. 112. (24ı j ] le Eords ofH u m a n Kim i, sözü geçen eser., s. 131. *25) University Grants Committee, Reports of the S ub-C om m ittee on Oriental, Slovanic, East European and African Studies, Londra, Her Majesty’s Stationery Office, 1961. ,26> H.A.R. Gibb, Arca Studies Reconsidered, Londres, School of Oriental and African Studies 1964. ,27' bkz. Claude Levi-Strauss, La Pensee sauvage, Paris, Plon, 1962 böl. l'den 7 ’ye. <28) Gastoıı Bachelard, La Poeticfue de Yespace, Paris, Presses universitaires de Fraııce, 1957. (29) \ft!, -ftenı Views of İslam, sözü geçen eser, s. 14. ı-wı Eschyle, Les Perses, Paul Mazon tarafından düzenlenen ve tercüme edilen metin, Paris, Les Belles Lettres, 1931, s. 81. <31> Euripides, The Baccluıe, trans Geoffroy S. Kiık, Englovvood Cliffs, N.J. 1970, s. 3. Euıipide, Les Bacclmntes,'m Tlıeâtre complet III, tere. H. Berguin ve Geoıges Duclos aracılığı ile. Avrupa-Doğu ayırımının daha ayrıntılı bir incelemesi Santo Mazzarino’nun Fra oriente e occidente: Ricerche di storia grece aracaica isimli eserinde yer almaktadır. Florance, La nuova Itaiis, 1947 ve Denys Hay, Europe: The Emergence of an Idea, Edimbourg, Edinbourg Univ. Press. 1968. <«> Euripide, Les Bacchantes. <33) Rene Grousset, VEm pire du levant. Histoire de la question de l'Orient, Pa ris, Payot, 1946. ,34>Edvvard Gibbon, The H isten / of the Decline and Fail of the Roman Empire, Boston, Little, Brovvn and Co.. 1855,6, s. 399. (35t Norman Daııiel, The Arabs and Medieval Europe, Londra, Longmans, Greeıı and Co., 1975, s. 56. ,361 Samuel C. Chew, The Crescent ant the Rose: İslam and England during the Renaissance, New York, Oxfoıd Univ. Press, 1937, s. 103. (37ı Norman Daniel, İslam and the West: The M aking of an lmage, Edimbourg, Edinburg Univ. Press, 1960, s. 33. Bkz aynı zamanda James Kritzcek, Peter the Venerable and İslâm, Princeton, N.J., Princeton Univ. Press, 1964. t-3*1 İslam ayni the W est sözü geçen eser, s. 252. ,J9> aynı eser s. 259-260. (4#ı Örneğin William Wistar Comfort’un The Literanj Röle o f the Saracens in the French Epic isimli eserini görünüz. PMLA 55 (1940) s. 628-659. (4D VVesferj! V ieırs of İslam, sözü geçen eser s. 91, 108. ,42> Norman Daniel, İslam and the West, sözü geçen eser, s. 246, 96 ve devamı. ( 43 ) age., s. 84. t44* Duncan Black Macdonald, “Whither İslam?”, M ü slim World 23 (Ocak 1933), s. 2. (45) p.M. Holt ,The Cambıidge H istroy o f İslam'a, giriş, P.M. Holt, Anne K.S. Lambton ve Bernard Lewis yay. Cambridge, Cambridge univ. Press, 1970, s. XVI. l46» Antoine Galland, “Dicsour” Barthelemy d ’Herbelot’nun takdimi Bibliotheque orientale ou Dictionnaire. universal contenant tout ce qui fait connaître les peuples d'O rient, La Haye, Neaulme ve van Daalen, 1777,1, s. VII. Gal land Herbelot’un “Doğunun harikaları” gibi efsane ve hikayeleri değil, ger çek bilimsel konuları ele aldığını söylüyor, bkz. R.Wittikower, “Marvels of the East: A Study in the Histoıy of Monstre Monster”, Journal o f the Varburg and Courtaıdd İnstitutes 5 (1942) s. 159-197. <47>Antoine Galland, sözü geçen yer, s. XVI, XXXIII. Herbelot’un az önce or yantalist düşüncenin durumu için bkz. V.J. Parry, Renaissance Historical Literatüre in Relation to the N eıv and M iddle East (Paolo Giovo’nun özel referansı ile), H istorians of the M iddle East'da, Bernard Lewis ve P.M. Holt, yay. Londra Oxfoıt Univ. Press, 1962, s. 277-289. (4*) v .-V . Barthold, La Decouverte de l'Asie, sözü geçen eser, s. 137. (•t») BibliotIıeque Orientale sözü geçen eser, 2 s. 648. <501 bkz. aynı zamanda Montgomery Watt M uham m ed in the Eyes of the West, Boston U niversity Journal 22, no:3 (Sonbahar 1974) s. 61-69. <51>Isaialı Berlin, Historical Inevitability, Londra, Oxfoıd Univ. Press, 1955, s. 13. i52) Henri Pirenne, M ahom et et Charlemagnc, Paris, Presses Universitaires de France, 1970, s. 175-214. (53ı Paradise on Earth: Some Thoughts on European hnages of Non-Europeaıı M a n 'da Henri Baudet tarafından sözü edilen New Haven, Conn, Univ. Press, 1965 s. XIII. t54) Decline and Fail of the Roman Empire sözü geçen eser 6 s. 289. (55) Paradise on Earth sözü geçen eser, s. 4 ,56>D.K. Fieldhouse’a bkz. The Colonial Empires, sözü geçen eser, s. 138-161. <57) Raymond Schvvab, La Renaissance orientale, sözü geçen eser, s. 30. (58) a .J. Arberry, Orieııtal Essays: Portraits o f Seven Scholars, New York, Macmillan Co. 1960, s. 30 ve dev. (59) Raymond Schwab, Vie d'A n qu etil-D u p p ero n , Suivie des Usages civils et religieux des Pcrscs par A nquetil-D upperon, Paıis, Ernest Leroux, 1934, s. 10,96,4,6. f60) A J. Arberry Orieııtal Essays, sözü geçen eser. s. 62-66. <*D Centenan/ Volüme of the Ro\/al Asiatic Socicty of Great Britaiıı and Ireland, 1823-1923, Fıederick Eden Pargiter yay. Londra, Royal Asiatic Society, 1923, s. VHI. <«2> La genie des religions, sözü geçen eser sh. 47. (W) Jean Thiry, Bonaparte en Egypte, decembıe 1797-24 août 1799, Paıis, Beıgeı-Levrault, 1973, s. 9. Constantin-François Volney, Voyage en Egypte et en Syrie, Paris, Bossange, 1821, 2, s. 241 ve dev. (65) Napoleon, Campagnes d'E gypte et de Syrie 1798-1799. Menıoires poıır seruir d l'histoire de Napoleon, Paris Comou, 1843,1, s. 211. |66>Jean Thiry, Bonaparte en Egı/pte, sözü geçen eser, s. 126. bkz. aynı zamanda İbrahim Ebu-Lugot, Arab Redisı'oveıy of Europe: A Stud\j in Cultunıl Eııcounters, Princeton Univ. Press, 1963, s. 12-20 *67» İbrahim Ebu-Lugot, Arab Rediscoveif of Europe, sözü geçen eser, s. 22. S. Zavala'daıı çıkarılan Fransızca tercüme: Amerique latine: philosophie de la conquete, Paris-La Haye, Mouton, 1977, Annexes, s. 138. tm JeanThiry, Bonaparte eıı Eg\fpte, sözü geçen eser s. 200. Napolyon'un sade ce “Cynique: Şüpheci” olduğunu düşünmek doğru değildir. Goethe ile bir likte Voltaire'in “Muhammed”iııden söz ettiği ileri sürülmektedir. Ayrıca İslâmî müdafaa etmiştir. Chıistian Cheıfils’e bakınız. Bonaparte et l’İslâm d ’apres les docum ents Français Arabes, Paris, A. Pedone, 1914. s. 249 ve dev. 1701 Jean Thiry, Bonaparte en Egypte, sözü geçen eser, s. 434. Victor Hugo, Les orientales, sözü geçen “Oeuvres poetiques”de, s. 684. ,72) Heııri Deherain "Silvestre de Saa/, ses contemporahıs et ses diciples”, Paris, Paul Geuthner, 1938, s. V. t7-3* Description de VEgypte, ou Recueil des observations et des recherches qui ont ete faites en Egypte pendant Ve.rpeditiotı de l'armee française, publie par les ordres de sa majeste l'empereur Napoleon le Grand, Paris, İınprimerie imperiale, 1809-1828 (23 cilt) 1741 Jean-Baptiste-Joseph Fourier, Preface historique, cilt 1; de la Description de l'Egı/pte, s. 1. age, s. İÜ. <76>age, s. XCII. (77>Etienne Geoffroy Saint-Hilaire, Histoire naturelle des poissons du N il, cilt 17, "Description de l'E gı/ptem , s. 2. {n) M. de Chabrol, Essai sur les moeıırs des habitants modernes de l'Egypte, cilt 14, Description de 1'Egı/pte'in, s. 376. m >Baron Lan-ey’in "Notice sur la confarmantion physiqıte des Egyptiens et des differentes races qui İmbitent en Egypte, sııw ie de quelques reflexions su r Vembaumeınent des m om ies" olduğu kesin. Cilt 13. "Description de I'Egypte"in. 1801 John Marlowe tarafından sözü edilen, The M aking ofth e Suez C am i, Lond ra, Cresset Press, 1964, s, 31 ve dev. lSl1 John Pudney’de sözü edilen, Suez: De Lesseps' Canal, New York, Fredeıick A. Praeger, 1969, s. 141 ve dev. (8J>The M aking of the Suez Canal, age, s. 62. (83) Ferdinand de Lesseps, Lettres, joıım a l et docum ents pour servis e Yhistoire du canal de suez, Paris, Didier, 1881, s. 310. Ferdinand de Lesseps ve Cecil Rhodes’ın mistik kişilikleri hakkında bkz. Henri Baudet, Paradise on Earth, sözü geçen eser, s. 68. ,84>Charles Beatty’nin sözünü ettiği. De Lesseps ofSuez: The M an and H is Ti me, New Yoık, Harper and Brothers, 1956, s. 220 (Fr. tere: Ferdinand de Lesseps, Paris, Del Duca, 1957.) (*5) {•’. (je Lesseps, Lettres, journal et docum ents, age,, 5, s. 17. <*«> age, s. 324-333. ı*7) Hayden Wlıite, M etahistory: The H istorical Im agination in N inetee n th -C e n tu ıy Europe, Baltimore, John Hopkins Univ. Press, 1973 s. 12. (88) Enver Abdiil Malik, “L’Oıientalisme en crise”, Diogene 44, (1963 kışı), s. 113. (89) Friedrich Schlegel, Über die Sprache utul Weisheit der Indier. Ein Beitrag z u r B egrinıdung der A ltertu m sku n d e, Heidelberg, Mohr und Zimmer, 1808, s. 44-59 (Fr. tere: La langue et la sagesse des Indiens, contribution a Y etablissement de la ccnmaissance des antiquites.) Friedrich Schlegel, Philosophie der Gesclıichte: hı achtzehıı Vorlesungen gehalten zu Wien im Jahre, 1828, Jean-Jacques Anstett, yay “Kritische Friedrich-Schlegel-Ausga- be’nin 9. cildi. Ernest Behler yay. Munich, Ferdinand Schöningh, 1971, s. 275 (Fr. tere: Philosophie de l'histoire professee en 18 leçons â Vienne, Paıis, Parent-Desbarres, 1836.) Leoıı Poliakov, Le M ythe an/eıı, Essai sur les sources du racisme et des nationalisme, Paris, Calmann-Levy, 1971. <91>Derek Hopwood’a bkz. The R ussian Presence in Syria and Palestine 1843-1943: C hurch and Politics in the Near East, Oxfoıd, Clarandoıı Press, 1969. (92>A.L. Tibawi, B ritish Interests in Palestine, 1800-1901, Londra, Oxfoıd Univ. Press, 1961, s. 5. (93) Gerard de Nerval, Oeuvres, Albeıt Beguin ve Jean Richer yayını, Paıis, Gallimard, 1960, l, s. 943. (94) Victor Hugo, O euvres poeticfues, age, I. s. 580. <95* Sir Walter Scott, The Talisman, 1825; Londra, tekrar yay. J.M. Dent, 1914, s. 38 ve dev. (Fr. tere: Richard en Palestine, Paris, Furre-Pagnene-PeiTotin, 1860 s.48 (Buraya alınan metin.) Albert Hourani’ye bkz. Sir Hamilton Gibb, 1895-1971 "Proceedings of the British Academ y 58" (1972), s. 495. ı97' B.R. Jerman tarafından The Y oung Disraeli'de sözü edilen, Pıinceton Univ. Press, 1960, s. 126. bkz. aynı zamanda Robeıt Blake, Disracli, Londra, Eyre and Spottisvvood, 1966, s. 59-70. <*) Gustave Flaubert, Correspondance, Jean Bruneau yayını, Paris, Gallimard, 1973.1. s. 542. bkz. aynı zamanda: Flaubert in Egypt: A Sensibility on Tour, tere, ve yay. Francis Steegmuller, Boston, Little, Brov'ne and Co. 1973. s. 44 ve dev. (W Cari Becker tarafından Da s Erbe der A n tike im O rient und O kzident'de açıklanan tez, Leipzig, Quelle und Meyer, 1931. doo) bkz. aynı zamanda Louis Massignon, La Passion d'al-H osayn-ibn M ansou r al-Hallaj, Paris, Paul Geuthner, 1922. (îoi) uorientalism e en crise, sözii geçen yer, s. 116. <102> H.A.R. Gibb, M odern Trends in İslam, Chicago, Univ. of Chicago Press, 1947, s. 7. (103) Arca Studies Reconsidered, sözü geçen eser, s. 12 ve dev. (104) Bernard Lewis, The R eturn o f İslam, C om m entary, Ocak 1976, s. 39-49. (loş) x ıte Policy Sciences: Recent Developments in Scope and M ethod’a bkz. Daniel Lerner ve Harold Lassvvell yayını, Stanford, Calif. Stanford Univ. Press, 1951. (106) Morroe Berger, The Arab World Today, Garden City, N.Y., Doubleday and Co. 1962, s. 158. (107) M axim e Rodinson’u n "İslâm et Capitalisme isimli eresinde bu davraııışlann toplu bir tenkidini bulacaksınız. Paris, Seuil yay. 1966. (108) İbrahim Ebu-Lugot, “Retıeat from llıe Secular Path? Islamic Dilemmas of Arab Politics” Reıvieıv ofP olitics 28, No 4 (ek. 1966) s. 475 2. D Ü Z E N L E N E N VE YENİDEN DÜZENLENEN ORYANTALİ ZM (1) Gustave Flaubert, “Bouvard et Pecuchet" , Oeuvres de, A. Thibaudet ve R. Dumesnil yayını, Paris, Gallimard, 1953, n , s. 985. <2' Donald G. Charlton’da bu görüşler büyük bir açıklıkla ortaya konuyor, Se cular Religions in France, 1815-1870, Londra, Oxford Univ. Press. 1963. <3) M.H. Abrams, N atural Supernaturalism: Tradition and Revolution in Rom antic Literatüre, New York, W .W. Norton and Co. 1971, s. 66. ,4) John P. Nash’tan çok aydınlatıcı metinler bulanacaktır. The Connection of Oriental Studies zvith Commerce, A rt ant Literatüre d u rin g the 18th-19th Centuries, “Mancester Egyptian and Oriental Society Journal 15(1930), s. 33-39. bkz. aynı zamanda John F. Laffey “Roots of French Imperialism in the Nineteenth Century: The Case of Lyon”, French Historical Studies 6, No: 1 (1969 ilkbaharı) s. 78-92 ve R. Leportier, "L'O rient porte des Indes", Paris, France-Empire, 1970. HenriOmont’ta pek çok bilgi var, "M issions archeologiques françaises en O rient aux X V I Ie et XV11F siecles", Paris, İmpritnerie Nationale, 1902, 2 cilt ve Margaret T. Hodgen’de, "Early A n thropolgy in te Sixteenth and Scventeeııth Centuries", Philadelphia, Univ of Pennsylvania Press, 1964, aynı zamanda Norınan Daniel’de “İslâm, Europe and Empire" Edimbourg Edinbourg, Univ. Press, 1966. İki kısa fakat vaz- geçilmez eser: Albeıt Hourani, “İslâm and the Philosophers of History’'. “Middle Easlenı Studies 3, No: 3” (nis. 1967) s. 206-268, Ve Maxime Ro dinson, “The Westem Image and Western Studies of Islâm”, “The I^egacy of İslâm”da Joseph Schacht ve C.E. Bosworth, yayını, Oxford, Clarendon Press, 1974, s. 9-52. (5) P.M. Holt, “The Tıeatment of Arab History' by Prideaux, Ockley, and Sale”, Historiaııs of the M iddle East, Beınaıd Lewis ve P.M. Holt yayını, sözii ge çen eser s. 302. bkz. aynı zamanda P.M. Holt, The S tııd y of Arab H istory , Londra, School of Oriental and African Stııdies, 1965. t6>Isaialı Berlin, Vico and Herder: Tu'o Studies in the H isto n / o f İdeas, New York, Viking Press, 1976, da halkçı ve çoğulcu Hcrder’in tezlerini tutuyor. (7) Bu motifler ve bunların tanıtılmaları için Jean Starobinski’ye bkz. L'lnvention de la liberte, Geııeve-Paıis, Skira 1964. '8| Çok ihmal edilmiş olan bu konu hakkında çok az araştırma vardır. En tanın mış olanları: Martha P. Conant, The Oriental Tale 111 Eııglaud in the Eighteeııth C en tun j 1908; tekrar yay. New York, Octagon Books, 1967: Maıie E. de Meester, Oriental Infhıences in the English Literatüre o f the Nineteenth Centur\/ (Anglislisclıe Forschuııgen no: 46), Heidelbeıg, 1915; Byron Porter Smith, İslam in Eııglish Literatüre, Beyrouth, American Press, 1939. bkz. aynı zamanda Jean-Luc Doutrelaııt, “L ’Orient tıagique au XVIIIe siecle”, “R cnıe des scicnces humaines 146" (Nis. -Haz. 1972) sh. 255-282. <*' Michel Foucault, "Les M ots et les Choses. Uııe archeologie des Sciences hu m aines" , Paris, Gallimaıd, 1966, s. 151, 157. bkz. aynı zamanda François Jacob, "La Logiqui du vivant. Une histoirede l'heredite " , Paris, Gallimard, 1970, s. 54 ve dev. ve Geoıges Ganguilhem, "La Connaissance de la ine", Paris, Vriıı 1969, s. 44-63. <1#>John G. Burke’ye bkz. “The Wild M a n 's pedigree: "Scierıtific M ethod and Racial A nthropology", "The Wild man Wit!mı: A n Image in W estenı Thoug h tfro m the Reııaissance t o Rotnanticism " de. Edward Dudley ve Maxi- milian E. Novak yayını. Pittsburg, Pa., Univ. of Pittsburg Press, 1972, s. 262-268. bkz. aynı zamanda Jean Biou, “Lumiere et anthropologie”, "Reime des Sciences hum aines 146” (nis-haz. 1972) s.223-234. ı11) Henri Deharein, "Silvestre de Sun/. Ses contemporairıs et ses disciples", Pa ris, Paul Geuthner, 1938, s. 111 *12<Daha fazla ayrıntı için bkz. aynı eser s. I-XXXIII. (U> Duc de Broglie, “Eloge de Silvestre de Sacy”, Silvestre de Sacy, "Melanges de litteratııre orientale" de, Paris, E. Ducrocq, 1833, s. XII. 1141 Bon Joseph Dacier, “Tableatı historiıjııe de l'erudition française, ou Rapport sur les progres de l'histoire et de la litterature ancieııne depuis 1789", Paris, İmprimerie imperiale, 1810, s. 23, 35, 31. 151 Michel Foucault, "SuıveiUer et Punir. Naisstınce. de la prison", Paris, üalli ınard, 1975, s. 202 ve dev. •lfc> "Eloge de Silvestre de Sac\j, sözü geçen yer, s. 107. *17' Silvestre de Saey, "Melanges de litterature orfcntalc" sözü geçen eser, s. 17, 110, 111 ve dev. aSl Silvestre de Sacy, “Chrestomathie Arabe, ou Extrait$ de divers ecrivams ambes, tant en /imse cfu'eıı vers, avec tine tmduction fraııçaise et des notes, d l'usage des eleves de J'Ecole rcn/ale et speciale des langtıes orientales vivantes" cilt 1,1826, tekrar yay. Osnabrück, Biblio Verlag, 1973, s. Vm. “Supplömentarite” ve “Suppleeı” sözcükleri için bkz. Jacques Derrida, "De la qrammatologie", Paris, ed. de Minuit, 1967, s. 208 ve dev. (20) silvestre de Sacy tarafından yetiştirilen öğrenciler ve onun etkileri hakkında bkz. Johann W. Fück, "D/e Arabischen Stıuiien in Europa bis in den A nfa n g des 20. Jahrhunderts", sözü geçen eser, s. 156 böl. (21) Foucault’un verdiği anlam için “Aıcheologie de Savoire”, “Paris Gallimard 1969, s. 92-136. Gabıiel Monod, Kenan’dan biraz daha genç olan Gabriel Monod, büyük bir ustalıkla Renan’m bir dil devrimcisi, arkeoloji uzmanı ve ya tefsir âlimi olmadığını ortaya koymuştur. Ona göre Renan’ın şöhreti dev rinde diğerlerinden daha fazla bilgiye sahip oluşu dolayısıyladır. O ilminin en iyi takdimcisiydi. (“Renan”, “Taine” “Michelet” , Paris Calmann-Levy, 1894. s. 40 ve böl.) bkz. aynı zamanda Jean-Louis Dumas, “La philosophie de l ’histoire de Renan”, R evue de metaphysicjue et de morale 77, No: 1 (Ocak-Mart 1972) s. 100-128. ,22) Honore de Balzac, "Louis L am bert" , Paris, Calmann-Levy s.4. 03) Nietzsche’nin bütün eserlerinde filolojiyi ilgilendiren bölümlere rastlamak mümkündür. Özellikle “W ir PhiloJogen'âekı notlara bakınız. 1875 Ocak-Temmuz devresini kapsayan bu notlar defterlerinden çıkarılmıştır; dalıa sonra William Arrowsmith tarafından ilgilizceye tercüme edilmiştir: “Notes foı” “Wir Philologen”, Arion N.S. 1/2 (1974) s. 279-380, bkz. aynı zamanda: “La Volonte de puissance” da dil ve perspektivizm üzerindeki pa sajlar. Paris, Gallimard, 1935. <24) Ernest Renan, " l'A v e n ir de la Science. Pensee s de 1848" Paris, Cal mann-Levy, 1890 (4® 4. baskı) s. 141, 142-145,146,148,149. <25>age, s. XIV ve dev. <261 Renan’ın “Histoiıe generale et Sysleme compare des langues semitiques” (Ernest Renan “Oeuvres Completes”de, Henrielte Psichari yay. Paris Cal mann-Levy, 1947-1961, 8 s. 143-163). Bu eser genellikle Sami ırklarının (Müslümanlar ve Yahudiler) bir araya gelişleri sırasında ortaya çıkan nkî önyargıların bir ansiklopedisidir. Eserin geri kalan kısmı aynı fikirlerin de vamı sayılabilir. Renan’m “L'A venir de la Science" isimli eseri dahil bütün kitaplarında aynı fikirler göze çarpmaktadır. I27) Ernest Renan, "Corresportdance, 1846-1 8 7 1 ", Paris, Calmann-Levy, 1926, 1, s. 7-12. (28>Ernest Renan "S o tıven irs d 'en fa n ce e t de je u n e s s e " , "O eu vres completes"de, sözü geçen eser s. 892. Reııan’ın din ve filoloji arasındaki dü şünceleri ayrıntıları ile Jean Pommier’nin iki eserinde inceleniyor: "Renan, d ’apres des docum ents inedits" (Paris, Penin 1923, s. 48-68) ve "La Jeu nesse clericale d'E rnest Renan" (Paris, Les Belles Lettres, 1933). Daha ya kında: J. Chaix-Ruy, "Ernest R enan" (Paris Emmanuel Vitte, 1956, s. 98-111). Dini düşünclerini içeren klasik tarif daha da eııterasandu" Pieıre Lassere, "La Jeunesse d 'E rn est Renan. H istoire de la crise religieuse au X IX '’ siecle " (Paris, Garnier freres, 1925, 3 cilt) 2. cilt s. 50-166 ve 265-298'de filoloji, felsefe ve bilim arasındaki ilişkilere dair faydalı görüş lere rastlanacaktır. <29>Ernest Renan, "Des services rendus aux sciences historiques par la philologıe", "Oeuvres complete s"de. sözü geçen eser. 8, s. 228. (3°) “Souvenirs", sözü geçen eser. s. 892. on Michel Foucault, "Les M ots et les Choses" sözü geçen eser s. 262-314. Dil lerin tanrısal kökenleri hakkında küçültücü deyimler kullanırken Tufan, Babil kulesinin inşa edilmesi gibi bazı olaylar da anlatımlar sırasında değersiz hale getirilmektedir. Dillerin kökenleri hakkında en etraflı tarif Arno Borst’un eserinde göze çarpıyor. "Der Turm bau von Babel Geschichte der M einungen über llrsp n ın g und Vielfaltder Sprachen u n d Volker", Stuttgart, Anton Hiersemann, 1957-1963(6 cilt). *32) Raymond Schvvab tarafından sözü edilen, "La Renaissance orientale", sözü geçen eser, s. 69. Doğu bulgulan konusunda genellemelere çok erken baş vurmanın tehlikelerine dair aynı çağda yaşamış ilginç bir Çin uzmanı Abel Remusat’m "Melanges posthuınes d'histoire et litterature orientales" isim li eserine bkz. Paris, Imprimerie royale, 1843, s. 226 ve dev. (33ı Samuel Taylor Coleridge, "Biographia Literaria” böl. 16. "Selected P oetıy and Prose of Coleridge" de, Donald A. Stauffer yayını. New York, Random House, 1951, s. 276 ve dev. *34) Benjamin Constant, "O euvres", Alfred Roulin Yay. Paris, Gal, 1957, s. 171. *35) M.H. Abrams, "N atural Supernaturalism ", sözü geçen eser, s. 29. (3«) Ernest Renan, "De l'origine du language", “O ew es com pletes", sözü geçen eser, 8, s. 122. (37>Ernest Renan, "De la part des peuples semiticjues dans l'histoirede la civilisation", "O euvres completes"de, sözü geçen eser, s. 320. (38) age, s. 333. •,9> l.ıncst Renan, "Trois professeurs au College de France: Etienne Q uatreınere", “Oeuvres completes" de., sözü geçen eser, 1, s. 129 ilginç konuları seçerek daha sonra bunların değerini düşürmeye yetenekli Quetramere ko nusunda Renan haklıydı. Denemelerine bkz. "L egoût des livres chez les orientnux" ve "Des sciences chez les Arabes", "Melanges d'histoire et de philologie orientales"inde. Paris E. Ducrocq, 1861 s. 1-57. ,4#| Honore de Balzac, “La Peau de chagrin", cilt 9 (Etudes philosophiques) “C omidie hum aine"in. Marcel Bouteron yay. Paris Gallimard, 1950, s. 39, Ernest Renan, “Histoire generale des langues sem itiques“, sözü geçen eser, s. 134. <41>bkz. örneğin, "De Vorigine du langage, sözü geçen eser, s. 102, ve " Histoire generale", sözü geçen eser, s. 180 (42) “L 'A venir de. la science", sözü geçen eser, s. 23. Bu pasajın tamamı şudur: “Ben kendi hesabıma bilimde tek bir sonucu mümkün görüyorum; düğümü çözmek ve insanı kelime oyunlarının ötesinde tarif edebilmek... Ona kendi kendisini anlatmak ve ona tek yasal gücü olan tabiat kudretini telkin edebil mek. Artık insan dinlerin getirdiği sembollerle hayatını sürdüremez...” <43> Madeleine V. David’e bkz. “Le D ebat sur les ecritures et l'hieroglyphe aux X V ll,: ve X V HV siecle s et VApplication de la notion de dechiffrement aux ecritures m ortes", Paris, Sevpen, 1965, s. 130. f44) Schvvab'ın “La Renaissance Orientale" inde kısaca sözü edilen Renan, Fou cault’un " Les M ots et les C hoses'inde hiç konu edilmemiş, Holqer Pederson’un "The Discovery ofLanguage: Liııguistic Science in the N ineteenth C entunj" (tekrar yay. 1931, Bloomington, İndi Univ. Press, 1972) sinde ise öğücü kelimelerle yer almıştır. Max Müller, “Lectures on the Science of Language"inde, (1861-1864; tekra yay.. New York, Scrihner, Armstrong and Co. 1875; Fransızca teıc. “La Science du langage" , Paris, A. Durand, 1864) ve Gustave Dugat’ın "H istoire des orientalistes de 1'Europe du X IIe au X IX ' siecle (Sözü geçen eser) isimli eserinde Renan’ın hiç adı geçmiyor. James Darmesteter’in (Paris, A. Levy, 1883) "Les Essais orientaux" isimli eserinin “L ’orientalism een France” bölümü Renan’a ayrılmıştır. Jules Mohl’un ansiklopedik eserinde Renan’ın eserlerine dair yarım düzine kadar kısa not vardır. “V in g h t-sep t A n s d'histoire des etudes orientales" (sözü geçen eser). 1451 Irkçılık ve ırkları tetkik eden eserlerde Renan’m özel bir yeri vardır. Şu eser lerde ondan bahsediliyor: Ernest Seilliere, “La philosophie de l'im perialistne" (Paris, Plon, 1903-1908, 4 cilt); Theophile Siman “Etüde crıtique sur la forımtion de la doctrine des races au XVIIF siecle et son expansion au X IX ’’ siecle" (Bruxelles, Hayez, 1922); Eıich Voegelin, "Rasse und Staat" (Tübingen, J.C.B. Mohr, 1933), aynı yazarın diğer bir eserini de sözko- nusu etmek gerekir: "Die Rassenuîee in der Geistesgeschichte von R ay bi Carus" (Berlin, Junker und Dunnhaupt, 1933), Renan’ın devri ile ilgili ol masa dahi önemli bir ilave sayılan, "Rasse und S ta a t"; Jacques Barzun. “Race: A S tu d y in M odern Superstition" (New York, Harcourt, Brace and Co. 1937). <*> Schvvab sözü geçen "Renaissance O rientale"inde müze hakkında, biyoloji ve linguistik ve Cuvier ve Balzac vs. hakkında parlak sözler söylüyor, (bkz. s. 323 ve dev.) Kütüphane ve ondokuzuncu yüzyıl ortası kültüründeki yeri hakkında bkz. Michel Foucault, "La bibliotheque fantastique", Gustave Fla ubert önsöz "La Tentation de Saint A n to in e" (Paris, Gallimaıd, 1971, s. 7-33). Bu sorunlar üzerine benim dikkatimi çeken P1. Eugenio Donato’dur. bkz. onun eseri: “A Mere Labyrinth of Letters: Flaubert and the Quest for Fiction”, "M odern Language Notes 89, No: 6" (ar. 1974), s. 885-910. <47> “Histoire generale," sözü geçen, eser, s. 145 ve böl. (4«) “U A venir de le Science"» bkz. sözü geç. eser, s. 508 ve dev. (49) "Histoire generale", age, s. 214. (50) ag eı s. 5 2 7 . Bu fikir Fıiedrich Schlegel tarafından organik dillerle yahût yapışkan-yığınsal diller arasında yapılan farka kadar uzanmaktadır. Samî dil leri ikinci bölümün örneğidir. Renan’dan sonra yer alan pek çok oryantalist ler gibi Humboldt da aynı ayırımı yapmıştır. ı^ age, 531 ve böl. (52) age, s. 515 ve dev. <53' Jean Seznec’e bkz. Nouvelles Etudes su r "La Tentation de Saint A ntoine", Londra, Warburg Institute, 1949, s. 80. <54>Etienne Geoffıoy Saint-H ilaire’e bkz. "Philosophie anatom ique Des monstruosite hum aines", Paris, yazarı tarafından yayınlanan, 1822 Isidore Geoffroy Saint-Hilaire’in eserinin tam adı şöyledir: "H istoire generale et particuliere des anomalies de l'organisation chez Yhom me et les aninm ux, ouvrage conıprem nt des recherches sur les caracteres, la classification, Vinfluence physiologique et pathologique, les rapports generaux, les h is et les causes des monstruosites, des varietes et vices de conformation, ou traite de teratologie", Paris, J. -B. Bailliere, 1832-1836 (3 cilt). Eıich Heller’de Bi yoloji konusunda Goethe’nin bazı ilginç fikirleri, The Disinherited M ind; New York, Meridian Books, 1959, s. 3-34. bkz. aynı zamanda François Jacob, “La Logique du vivant", sözü geç. eser ve Georges Canguilhem, “La Connaissance de la vie" (sözü geç. eser, s. 174—184). Saint-Hilaire’in hayat bilimlerinin gelişmesi konusunda işgal ettiği yeri ele alıyor. (55) "philosophie anatom ique", sözü geç. eser, s. XXII ve böl. (56) "Histoire generale", sözü geçen, eser, s. 158. ,57' Ernest Renan, "Oeuvres completes" sözü geç. eser, 1, s. 621 ve böl. ve dev. bkz. H. W. Wardman, “Ernest Renan: A Critical Biographye" (Londra Ath lone Press, 1964, s. 66 ve dev.) Renan’ın biyografisi ile benim “erkekçe dün yası adını verdiğim olay arasında zorlama bir paralellik kurmadan Renan’m özel hayatının kaba bir anlatımı için Wardman'ın anlatımları değerli olabilir. i5Sl "Des sennces rendi ıs aııx sciences historujues par la philologie" sözü geçen yer, s. 1228.1232. (59) Emst Cassirer, "The Problem of Kncnvledge: Philosophy, Science, and H istonf since Hegel", New Haveıı, Conıı. Yale Univ. Press. 1950, s. 307 (original: "Dns Erkenııtnisproblem in der Philosophic und Wissenschaft der neuereıı Zeit, w l. Voıı Hegels Tod his zu m Gcgenıvart 1832-1932, Berlin Bruno Cassirer, 1922-1957; Sluttgart, W. Kohlhammer). (60) Ernest Renan: “Repoııse an discoıırs de receptim de M . de Lesseps (23 nisan 1885), " Oeuvres Completes'de. Sözü geç. eser 1, s. 817. Ancak devrinde ne büyük değer taşıdığını yine Renan'dan esinlenen haziran 1862’de yazdığı makalelerle en iyi ortaya koyan Saiııt-Beuve’dür. bkz. aynı zamanda: D o nald G. Charlton, "Positivist Thought in Fnvıce during the Second Empire", Oxfoıd, Clarendon Press, 1959 ve “Secular Religions in Frence" sözü geç. eser. Ve bkz. aynı zamanda Richard M. Chadbouıne, “Renan and Saint-Beuve”, "Romantic Reieıv 44, No:3" (Nis. 1953), s. 126-135 1611 "OeuiJres completes”, sözü geç. eser, 8, s. 156. <62> 26 haziran 1856’da Gobineau’ya yazdığı mektup, " Oeuvres completes", sö zü geç. eser, cilt 10, s. 203 ve böl. Gobineau’nun fikirleri “Essai sur l’inegalite des ıaces Humaines, 1853-1855” isimli eserinde sergilenmiştir. (63) Albert Hourani tarafından mükemmel makalesi “İslam and the Philosophers o f H istory" de sözü edilen, aynı yer, s. 222 Caussin de Perceval, "Essai su r l'histoire des Arabes avant l'lslam ism e, pendant l'epoque de M ahomet et ju sq u ’â la reduction de toutes les tribus sous la loi m usuhnane", -(1847-1848), tekrar yay. Graz (Avusturya) Akade- mische Druck-und Verlagsanstalt 1967, 3, s. 332-339 Thomas Cariyle, "On Heroes, H ero-W orship, and Heroic in H isto ry ", 1841, tekrar yay. New York, Longmans Green and Co. 1906, s.63 (fr. Tere. "Les Heros. Le culte des heros et l’lıeroique dans l'histoire", Paris, A. Colin, s.d. s.. 103) (66) Macaulay’ın Hind Deneyleri, G. Otto Tıevelyan’ın "The Life and bet ters of Lord M acaulay" isimli eserde görülmektedir. New York, Harper and Brot hers, 1875,1, s. 344-371. M acauky’in “Minute”ünün tam metni “lınperialism: The D ocum entan/ H istory o f Western Civilization" isimli eserde gö rülecektir. Philip D. Curtin yay. New York, Valker and Co. 1971, s. 178-191. Macaulay’iıı İngiliz Emperyalizmi hakkındaki düşüncelerinin ba zı sonuçları için bkz. A.J. Arberry: "British O rientalists". Londra, William 1651 Collins, 1943. <67>John Henry Newman, "The Turks in Their Relation to Europe, vol. 1 H istorical Sketches" inde. 1853. Tekrar yay. Londra, Longmans, Green and Co. 1920. «*) Marguerite-Louise Ancelot’ya bkz. " Salons de Paris foyers eteints”, Paris, Jules Tardieu, 1858. («»> "Sur les Societes precapitalistes, Textes Choisis de M arx, Erıgels, L /nine", Paris, Editions sociales, 1970, s. 176 ve böl. (T#) age, s. 178. (7i) Edward William Lane, A n Account of the M amters and Customs of the M o dern E g yp tia n s'a yazarın kendi yazdığı önsöz. 1836. tekrar yay Londra, J.M. Dent, 1936, s. XX ve böl. <72*age, s. 1 . <73>age, s. 160 ve böl. 1877’de yayınlanan Lane’in klasik biyografisi küçük ye ğeni Stanley Lane-Pool tarafından kaleme alınmıştır. Arberry’de Lane’in sempatik bir portresi var. ‘'Oriental Essıiys" sözü geçen eser, s. 87-121 (?4) "Centenary V olüm e of the Royal Asiatic. Society o f Great Britain and Ireland, 1823-1923", Frederick Eden Pargiter yay. Londra, Royal Asiatic So ciety, 1923, s. X. (75) “Societe asiatique, Livre d u centenaire, 1822-1922”, Paris, Paul Geuthner, 1922, s. 5 ve dev. <7<>Johaıın Wolfgang von Goethe, Westöstliclıer D iw an, 1819 tekrar yay. Munich Wilhelm Golmann, 1958, s. 8 ve böl. 12 (Fr. tere. “Divan occidental-Oıiental”, Paris, Aubieı-Montaigne, s.d. “Hicret” (s. 54) ve “Talisman” (s. 61) şiirlerinin tercümesi buradan alınmıştır. Goethe notlarında Silvestre de Sacy’nin adım saygı ile anıyor. <77>Victor Hugo, “Les Orientales”, Oeuvres poetiques" de sözü geç. eser. s. 616 ve böl. C78) François-Rene de Chateaubriand, Oeuvres romarıesques et Voyages Paris, Gallimard, 1969, II, s. 702. ,79>Henri Bordeaux’ya bkz. " Vm/ageurs d'O rient. Des Pelerins aux meharistes de Palm yre", Paris, Plon, 1926. Victor Turner’iıı hristiyan hacıları ve hacı lık üzerinde düşüncelerini değerli buluyorum. “Dramas, Fields, and Metaphors: SymboUc Actioıı in H ım ıan Society", Ithaca, N.Y., Cornell Univ. Press, 1974, s. 166-230. f80' Hassan al-Nouty, Le Proche-O rient dans la litterature française de N enm l d Barres, Paris, Nizet, 1958, s. 47 ve böl. 277-272. ,sl>Oeuvres sözü geç. eser, II, s. 702 ve notlar; 1684, 769 ve böl. 769, 701, 808, 908. ı*2' age, s. 1011, 979, 990, 1052. l83) age, s. 1069. <84) ag 6j s 1031. (85> age, s. 99 9 . ı8«) ngr, s. 1126 ve böl. 1049. (87) aggr s_ 1 1 3 7 . <«*> age, s. 1148, 1214. <891 Alphonse de Lamartine, Voı/age en O rient, 1835; tekrar yay. Paris, Hachette, 1887, 1, s. 10,48 ve böİ. 179, 178, 148, 189, 118, 245 böl. 251. 1901 age, 1, s. 363, 2, s. 74 böl. 1. s. 475. (91>age, 2 , s. 92 böl. t92' age, 2, s. 526 böl. 533. Doğu Fransız yazarları için iki önemli araştırma: Jean Marie Carre: “Voyageurs et Ecrivains français eıı E gypte", İn stitu t frança is d'archeologie orientale, 1932 (2 cilt) ve Moenis Taha-Hussein, "Le Rom antisme français et 1’Islâm " Beyrout, Dar-el Maeıef, 1962. (93) Geraıd de Nerval, “Les Filles du feu” öeuvres"de , sözü geçen eser I. s. 297 böl. (,4) Maıio Praz, “The Romantic Agony” Cleveland, Oldo, World Publishing Co. 1967. ,9S| Jean Bruneau, Flauber’in "Conte oriental"i, Paris, Denoel, 1973, s. 79. (96) Sözü geçen eserde Bruneau tarafından incelenen. (97) Geraıd de Nerval, “Voyage en Orient, O euvres'de, sözü geç. eser II. s. 6 8 , 194,96, 342. 1981 age, s. 181. (99) MichelButor, "Repertoire IV ", Paris, Ed. de Minuit, 1974. llao' Voyage en O rient, sözü geç. eser, s. 628. (m ) age, s. 706,718. (102) "Correspondance ", Paris, Gallimard, 1973, I, s. 633. bkz. Flaubert in Egypt: A Sensibility on Tmır, Fr. tere, ve yay. Francis Steegınuller, s. 200. Flaubeıt’in tüm “doğu” malzemesinin bulunduğu şu metinleri de ince ledim: Oeuvres completes de Flaubert, Paris, Club de l ’honnete homme, 1973, c. 9,10,11; Les Lettres d’Eg\fpte de Gustave Flaubert, A. Youssef Naaman, yay. Paris, Nizet, 1965. (103) Harry Levin, The Gates of H o m : A S tu d y of Froe Freııch R ealists,N e,w York, Oxfoıd Un. Press, 1963, s. 285. •mı Correspondance, Paris, Gallimard, 1973, s. 562; "O eııvres com pletes", 2 N otes de Voyage, Paris, Ed. du Seuil, 1964, s. 593. döş» Han y Levin, Gates of H o m , age, s. 271. <mı Gustave Flaubert, "Catalogue des opiniotıs chics", O euüres ’de 2, Paris, Gallimard, 1953, s. 1019. (197) "Oeuvres completes " , Paris, Club de Fhonnete homme, 1973, cilt 9 s. 124. a«8i Oeuzırc’s completes, Paris, Club de l’honnete hoınme, 1973, Correspondaııce 1850-1859, s. 313, 314. “Correspondance", Gallimard, 1973, s. 607. (109) Gustave Flaubert, “La Tentation de S a in t-A n to iııe ", oeuvres'de 1, Paris, Gallimard, 1953, s. 85. <110>Gusteve Flaubert’e bkz. “Salam m bö", O eııvres I ’de, Paris.Gallimard, 1953 s. 809 böl. bkz. aynı zamanda Mauıice Z. Shroder, “On Reading Salam m bâ' L ’Esprit createur 1 0 , 110 :1 (ilkbahar 1970), s. 24-35. <un Correspondance , Paris, Gallimard, 1973, s. 627 böl. (112 ) Michel Foucault, “La bibliotheque fantastique”, Flaubert’in La Tentation de sairtt A ntoine'ında, sözü geç. eser, s. 7-33. (113) Correspondance, Paris, Gallimard, 1973, s. 563. di4> age, s. 645. <ns> Bu olay Michel Faucault tarafından “L ‘Archeologie du Savoir" (sözü ge çen) isimli eserde ve Joseph Ben-David tarafından The Scientist's Role Society, Englevvood Cliffs, N.J. Prentie-Hall, 1971’de incelenmiştir, bkz. aynı zamanda Edvvard W. Said, A n Ethics o f Language, Diacritic 4, no: 2 (1974 yazı) s. 28-37. U16) Richard Bevis tarafından verilen değerli bilgiye bkz. “Bibliotheca Cisorientalia: A n A nnotated C heckîist o f Early Erıglish Travel Books on the N ear and M iddle East", Boston, G.K. Hail and Co. 1973. <n7) Amerikan gezginleri için bkz. Dorothee Metlitski Finkelstein "MelviJle's O rienda", New Haven, Conn, Yale Univ. Press 1961 ve Franklin Walker, “Irreverent Pilgrim s: M elville, B ro ım e, and M ark Tıoain in the H o ly Land" Seattle, Univ. of Washington Press, 1974. diş) Alexander William Kinglake, Eothen, or Traces o f Travel Brought H om e from the East, D.G. Hogart yay. 1844, tekrar yay. Londra, Henry Frowde, 1906, s. 25, 68,241, 220 (Fr. tere. Eothen, relation d ’un vcn/age en O rient, Paris, Amyot, 1847). (119) Correspondance, Paris, Gallimard, 1973, s. 565. da» Thomas 1. Assad, Three Victorian Travellers: Burton, B lu n t,a n d D oughty, Londra, Routledge and Kegan Paul, 1964, s. 5. d2i) Richard Burton, Pcrsonal N arrative o f a Pilgrimage to al-M edinah and Meccah, İsabel Burton yay. Londra, Tylston and Edwards, 1893,1, s. 9,108 böl. (122) Richard Burton, “Terminal Essay”, in The Book o f the Thousand and O ne Nîg/î/s, Londra, Burton Club, 1886,10, s. 63-302. d23) Pilgrimage sözü geç. eser, s. 112, 114. 3. BUGÜNKÜ ORYANTALİ ZM ,1) Friedrich Nietzsche, Verite et mensonge au sens extra-moıal”, Sur Vave- nir de nos etablissements d'enseignem ent, Oeuvres phtlosophiıjtıe'de, Pa ris, Gallimard, 1975, s. 282. ,2) İbrahim Ebu Lughot, Arab Rediscovery of Europe: A S tııdy in C ultural Encounters de Batı’da Arab gezginlerinin sayılarım ortaya koyuyor ve eserle rini inceliyor, Princeton, N.J. Princeton Univ. Press, 1963, s. 75 böl. ve dev. <3>bkz. Imperialism, Philip D. Curtin yay. sözü geç. eser, s. 73-105. <4>bkz. Johann W. Fück, “İslam as an Historical Problem in European Historiography since 1800", “H istorians of the Middle East" de Bernard Lewis ve P.M. Holt yay. sözü geç. eser, s. 307. ,5>age,, s. 309. I6>Jacques Waardenburg’un "İslam dans le miroir de l'Occident" isimli eseri ne bkz. La Haye, Mouton, 1963. I7>age,, s. 311, W P. Masson-Oursel, “La connaissance scientifıque de l’Asie en France depuis 1900 et les varietes de l ’orientalisme”, “Revue philosophique" 143, n05 7-9 (tem. ey 1953, s. 345. Evelyn Baring, Lord Cromer, “Modern Egypte", sözü geç. eser, 2, s. 237 böl. do» Evelyn Baring, Lord Cromer, A n cien t and Modern Imperialism ,Londra, John Murray, 1910, s. 118,120. <n >Georges Nathaniel Curzon, Subjects of the Day: Being a Selectiovı ofSpeeches and W ritings, Londra, George Ailen and Unwin 1915, s. 4. böl. 10, 28. (12 ) age,, s. 184, 191 böl. bkz. C.H. Phillips, TheSchool of Oriental and African Studies, U niversity ofLondon, 1917-1967: A n Introduction, Londra, Ya yın projesi, 1967. <13> Eric Stokes, The English Utilitarians and India, Oxford, Clarendon Press, 1959. 1:141 Michael Edward’ın H igh Noon o f Empire: India Under C urzon, Londra, Eyre and Spottisvvoode, 1965 s. 38 böl. (15) Subjectif o f D ay, sözü geç. eser, s. 155 böl. |16) Joseph Conrad, Youth and Two other Stories deH eart o f D arbıess, Garden N.Y., Doubleday, Page, 1925, s. 52. Burada sözü edilen metin G. Jean-Aubry ve A. Ruyters’in Jeunesse , suivi du Coeur des tenebres isimli eserden alımıştır. Paris, Gallimard, 1928, s. 89. Kitabın bu kısmına ilave (s. 87 böl.) I17> Vattel’in eserinden çıkarılmış özetler için bkz. Imperialism, Philip D. Cur tin yay. age, s. 42-45. <ı*> M. de Caix tarafından sözü edilen, “Gabriel Hanotaux”nun Histoire des colonies française isimli eserinde “Suriye” bölümü. Paris, Societe de l’histoire nationale, 1929-1933 (6 cilt), 3, s. 481. ,19>Bu detaylar Vernon MacKay’de bulunuyor: Colonialism in the Frendi Geographical M ovem eııt; Geographical Rcicıv 33, no: 2 (nis. 1943), s 214-232. 1201 Acjnes Murphy, “The Ideology of Freııch Imperialism, 1817-1881”, Washington, Catholic Univ. of America Press, 1948, s. 46, 54, 36, 45. <n >agr„ s. 189, 110, 136. 1221 Jukka Nekavi, Britain, France, and the A rab M iddle East, 1914-1920, Londra, Athloııe Press, 1969, s. 13. (23) ag Bj S- 24. (24' D.G. Hogart, The Penetration o f Arabia: A Record of the D eveloyement of Wasterıı Knoıvledge concerııing the Arabia Penirısula, New York, Fredeıick A. Stokes, 1904. Aynı konuda yeni ve iyi bir eser Robin Bidwell, Travelers in Arabia Londra, Paul Samlyn, 1976. l25>Edmoııd Bremond, Le Hedjaz d a m la guerre moııdiale, Paris, Payot, 1931, s. 342 ve böl. l26) Comte de Cressaty, Les Interets de la France in Syrie Paris, Floury, 1913. <27* Rudyard Kipling, Verse, Garden City, N.Y., Doubleday and Co., 1954, s. 280. tıg) 1 9 yii/yılm ‘"Dışlama” ve “Mahkum Etme” temaları, Michel Foucault’ııun çalışmalarında önemli bir yer tutar. Ör. bkz. “Disiplin ve Ceza: Hapishane nin Doğuşu” (New York: Pantheon Books, 1977). Ayrıca “Cinsellik Tarihi” 1 Cilt. “Giriş” (New York: Pantheon Books, 1978) ı29»The Letters of T.E. hücrelice of Arabia, David Ganıett yay. 1938, tekrar yay. Londra Spriııg Books, 1964, s. 244 (tercüme T.E. Lawrence’in esas metinle rinden alınmıştır), Paris, Gallimard, 1965, s. 165. (30) Geıtrude Bell, The Desert a n t the Sııoıv, Londra, Williams Heinemann, 1907, s. 244. 1311 Gertrude Bell, Froın her Personal Papers, 1889-1914, Elizabetlı Buıgoyne yay. Londra, Eınest Benıı, 1958, s. 204. (32) William Butler Yeats, "B yza n tiu m ", in the Collected Poemes, New York, Macmillaıı Co., 1959, s. 244 (tercüme “Choix des poemes”den alınmış, giriş, seçme yorum ve teıc. Rene Frechet, Paris, Aubier-Montaigııe, 1975). Stanley Diamond, “İlkeli Aral'ken: Medeniyetin Bir Eleştirisi”, (New Brunswick, New Jersey: Traıısaction Books, 1974) s. 119. •W Haıry Bıacken, “Öz, Araz ve ırk”, Hermathena 116, (Kış 1973), s. 81-96. ,}51 Geoıge Eliot, “Mart Ortası: Taşra Hayatı Üzerine Bir İnceleme”, (1872, yen. yay. Boston: Houghton Mifflin Co, 1956), s. 13. (36» Lionell Triling, “Matthew Amold”, (1939); yen. yay. New York: Meridian Books, 1955, s. 214. I37>bkz. Hannah Arendt, “Diktatörlüğün Menşei”, (New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1973), s. 180, not 55. (38) William Robertson Smith, Kinship and Marriage in Early Arabia", Stanley Cook yay. 1907, tekrar yay. Oesterhout, N.B., Antropological Publication, 1966, s. Xm, 241. (39) William Robertson Smith, Lecture and Essays, John Sutherland yay. Black and Geoıge Chrystal, Londra, Adam and Charles Black, 1912, s. 492-493. <«> age,, s. 492,493, 511, 500,498 böl. 1411 Charles M. Doughty, Travel in Arabia Deserta, 2. baskı New York, Randon House, s.d. (2 cilt), 1, s. 95. bkz. aynı zamanda Richard Bevis’in mükemmel makalesi: Spritm l Geology: C.M . Doughty ant theLand o f the Arabs, "Victorian Studies l ”(ar. 1972), s. 162-181. <42>Thomas Edward Lavvrence, The Seven Pillars of YJisdom: A Triumph, 1926 tekrar yay. Garden City, N.Y. Doubleday, Doran And Co., 1935, s. 28 (tercü me Les Sept piliers de la sagesse, Un triomphe'den alınmış, tam teıc. Charles Mauron, Paris, Payot, 1947, s. 9). |43>Bu konuda bir tartışma için bkz. Talal Asad, "Tzoo European Itrnges o f N on-European R ule" A ntyopology and the Colonial E ncounter' de, Talal Asad yay. Londra Ithaca Press, 1975, s. 103-118. <44) Hannah Arendt, The O rigins o f Totalitariansm, New York, Harcourt, Brace, Jovanovich, 1973, s. 218. <45>Thomas Edward Lawrence, O tiental Assetnbly, A.W. Lavvrence yay. New York, E.P., Dutton and Co. 1940, s. 95. W) Stephen Ely Tabachnik tarafından “The Tıvo Veils of T.E. Laıorence ", S tu dies in the Tıventieth C entu ıy 16 (sonbahar 1975) s. 96 böl. de sözü edilen. ı47) Seven Pillars of Wisdom, sözü geç. eser, s. 42 böl. 661 (fr. tere. Les Sept Pili ers de la Sagesse, sözü geç. eser, s. 55 böl. 821) <4*> age, s. 549, 550, 552, (fr. tere. s. 686 böl.) <49>E.M. Foster, A Passage to India, 1924, Tekrar yay. New York, Harcourt Brace and Co., 1952, s. 322 (fr. tere. Routes des İndes'den alınmış, Charles Mauron tere, Paris, Plon, 1947, s. 393). (s#) Maurice Barres, Une enque teaux pays du Levant, Paris, Plon, 1923,1, s. 20, 2, s. 181, 192 böl. 1511 D.G. Hogart, The W andering Scholar, Londra, Oxford Univ. Press, 1924. Hogart kendi stilini şöyle tarif ediyor: “Öne* Kâşif sonra bilgin” (s. 4. ,52) H.A. Gibb tarafından “Studies on the Civilization o f İslam "m Structure o f Religious Thought ın İslam bölümünde sözü edilen, Stanford J. Shav ve William R. Polk yay., Boston, Beacon Press, 1962, s. 180. (53) Frederic Lefevre, “Une lıeure avec Sylvain L evi", M em orial Sylvain Levi'de Jacques Bacotyay. Paris, Paul Haıtmann, 1937. s. 123. böl. '■'4I Paul Valeıy, O euvres, Jean Hytier yay. Paris, Gallimard, 1960, 2 s. 1556 böl. 1551 Christopher Sykes tarafından Crossroads to Israel'de sözü edilen, 1965, tek. yay. Bloomington, Indiana Unv. Press, 1973, s. 5 ,5#l Alan Sandison tarafından The Wheel ofEmpire: A S tu d y of the imperial Idea in Soıne Late Nineteeııth and Early Tıverıtieth C e n tu ty Fiction 'da sözü edi len, New York, St. Martin’s Press, 1967 böl, s. 158. Fransızların aynı konuda mükemmel bir etüdü: Martine Astier Loutfi: Litterature et Colonialisme, Vexpansion coloniale vue dans la litte ra tu re rom anesque française, 1871-1914 , La Haye, Mouton, 1971. (57) pauj Valery, Variete, Paris, Gallimard, 1924, s. 43. ,58' George Orvvell, "Marrakech", A Collection of Essays'de, New York, Doubleday AnchorBooks, 1954, s. 187 (fr. tere. Essais Choisiss Paris, Gallimard, 1960). <59) Valentino Chirol, The Occident and the O rient, Chicago, Univ. of Chicago Press, 1924, s. 6 . Elie Faure: Orient et Occident, "M ercure de France 229" (1 tem, 1 ağ. 1931), s. 263, 264, 269, 270, 272. (61) Femand Baldensperger, “Ous’a frontent l’Orient et l’Occident intellectuels Etudes d'histoire litteraire'de 3. seri, Paris, Droz, 1939, s. 230. ((a) I.A. Richards, M encius on the M hıd: Experim ents in M ultiple Definitions Londra, Routledge and Kegan Paul, 1932, s. XIV. (63' Selected Works of C. Snouck H urgronje, G.H. Bousquet ve I. Schacht yay. Leyde, E.J. Brill, 1957, s. 267. (64) H.A.R. Gibb "Litterature ", The Legacy o f İslam ’da., Thomas Arnold ve Alfıed Guillaume yay. Oxford, Clarendon Press, 1931, s. 209. ,6S) Bu devrenin politik, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan en iyi genel tarifi Jacques Berque’de bulunacaktır: U E gypte, Imperialisme et revolution Pa ris, Gallimard, 1967. t») p'aydai, ve güçlendirici entellektüel bir kaynak: O n Four Modern H utrnnists: H ofmamısthal, Gundolf, C urtius, Kantoroıoicz, Arthur R.Evans yay. Princeton, N.J., Princeton Univ. Press, 1970. <67) Erich Auerbach, M imesis: The RepresentaHoıı o f R eality in Westren Lite ratüre, 1946 tek. yay. Princeton, N.J., Princeton Univ. Press, 1968 (aslı: M imesis dargestellte Wirklichkeit in der abetıdlandischen Literatür. 2. bas kı, Berne, Francke Verlag, 1959, fr. tere.: M im esis, Le representation de la realite dans la litterature occidentale, Paris, Gallimard, 1968), Eric Auer bach, Literary Language and its Public in Late Latin A tıtiq u ity and in the M iddle Ages, New York, Bolligen Books, 1965 Erich Auerbach, "Philology and W eltliteratur”, “Centeıınial Revieıv 13" No: 1, (1969 kişi) s. 11) l69) age, s. 17. ,70>Örneğin H. S t umu Hughes’in Consciousııess and Society: The Reconstructioıı ofEuropean Social Thought, 1890-1930, isimli eserinde, 1958, tek. yay. New York, Vintage Books, 1961. I71) Enver Abdiilmâlik’e bkz. L'O rientalism e en crise, agy, s.l 13. (72) R. N. Cust, The International Cotıgresses o f O rientalists, Hellas 6 , no. 4, 1897, s. 349. (73) w . F. Wertheim’e bkz. “Counter-İnsurgency Research at the Turn of the Century-Snouck Hursronje and the Acheh War”, Sociologisches Gids 19 (Eyl.-Ar. 1972). <74) Sylvain Levi, “Les parts respectives des nations occidentales dans les progres de l’indianisme”, Memorial Sylvain Levi'de, age, s. 116. (75) H. A. R. Gibb, “Louis Massignon (1882-1962)”, Journal of the Royai Asiatic Society (1962), s. 120. ,7<) Louis Massignon, Opera Minora, Y. Moubarac yay. Beyrout, Darel-Maaref, 1963, 3, s. 114. Y. Moubarac tarafından L’Oeuvrc de Louis M assignon adı ile meydana getirilen eserden geniş ölçüde faydalandım. Beyrouth, Cenacle libanais yay. 1972-1973. <77) Massignon, “L’Occident devant rOrient: Prinıaute d’une solution culturelle”, Opera M h ıora' da age, s. 208-223. <78) age, s. 169. <79) bkz. Jacques Waardenburg, “L ’Islam dans le miroir de l ’Occident”, age, s. 147, 183, 186, 192,211,213. (80) Louis Massignon, Opera M inora, age, 1, s. 227. 1681 (si) ngE/ s35g. <82) Jacques Waardenburg tarafından L'Islam dans le miroir de YOcciden t isim li sözü geçen eserde Louis Massignon’un Birunî hakkında sözlerinin özeti, s. 225. <83) Louis Massignon, Opera M inora, age, 3, s. 526. (84) age, s. 610. <85) age, s. 2 1 2 . bkz. aynı zamanda s. 2 1 1 ; Ingilizlere yöneltilen bir başka saldırı ve s. 423-427’de Lavvrence hakkındaki fikri. <8<) Jacques Waardenburg tarafından L'Islam dans le miroir de l'Occident isimli sözü geçen eser, s. 219. <87* age, s. 218. 1881 A. L. Tibavvi’ye bkz. “English-Speaking Orientalists: A Critiaue of their Approach to İslam and Arab Nationalism, Part I”, Islamic Quaerterly, 8 , no. 1-2, Ocak-Haz. 1964, s. 25-44; “Part II”, Islamic Q uarteriy, 8 , no. 3-4, Tem. Ar. 1964, s. 73-88. oryantalist çalışmaların içinde bir isim diğerlerini bastırıyor: Louis Massignon”, Claude Cahen ve Charles Pellat, “Les etudes arabes et islamiques”, Journal asiatique, 261, no. 1-4, 1973, s. 104. Jean Sauvaget’de İslâm-Doğu alanının çok ayrıntılı bir panoraması, Introduction â l'histoire de VOrient m usuhnan, Elements de bibliographie, Claude Cahen yay. Paris, Adrien Maisonneırve, 1961. <90) William Polk, “Sir Hamilton Gibb between Orientalism and History”, In ternational Journal o fM id d le East Studies 6 , no. 2, Nis. 1975, s. 131-139. Arabic and Islamic. Studies in Hcmor of H am ilton' da bulunan Gibb’in eser lerinin bibliyografyasından faydalandım. Georges Makdisi Yay. Cambridge, Mass, Harvard Un. Press, 1965, s. 1-20. (91’ H. A. R. Gibb “Oriental Studies in the United Kingdom”, The Near East and Great Poıvers'de. Richard N. Frye Yay., Cambridge, Mass., Harvard Un. Press, 1951, s. 8 6 . (92) Sir H am ilton Gibb, 1895-1971, sözü geçen yer, s. 504. ,93) Duncan Black MacDonald, The Religius A ttitu d e and Life in İslam, 1909, tek. yay. Beyrouth, Khayats Publishers, 1965, s. 2-11. ,,4) H.A.R. Gibb W hither İslam? YJhither İslam ? A S u rv ey o f M odem M ouem ants in the M oslem W!orld , H.A.R. Gibb yay. Londra, Victor Gollancz, 1932, s. 328-387. m agCıs 335 <%) s. 377. *97>H.A.R. Gibb The Influence o f Islamic C ulture on M edieval Europe John, Rylands Library Bulletin 38. no: 1, (eyl. 1955), s. 98. <98) H.A.R Gibb, M oham m edanism : A n H istorical S u rve y , Londra, Oxford Univ. Press, 1949, s. 2,9, 84. m age, s. 111,88,189. (i#o) M odem Trends in İslam, sözü geç. eser, 108, 113, 123. ,m >Bu iki deneme H.A.R. Gibb’in Studies on the Civilization o f İslam'ında bu lunacaktır. Sözü geç. eser, s. 176-208 ve 3-33. (t«2) r Emmett Tyrrell, Jr. Chimera in theM iddle East , Harper’s (kas. 1976), s. 35-38. (i#3) Aya(j al-Qazzaz’da sözü edilen, Ruth Afıyo ve al. The A rabs in A m erim n Textbook$ Califım ia State Board o f Education, June 1975, s. 10,15. <1#4> Statem ent o f Purpose , MESA B ulk'ın 1, no: 1 may. 1967), s. 33 ,1#5> Morroe Berger, M iM /e Eastern and N orth African Studies: Developments and N eeds, Mesa Bulletin 1, no: 2 (kas. 1967) s. 16. (i«<>) Menachem Maıısoor, P rensen t State of Arabic Studies in the United States Report on C urrent Research 1958'de Kathleen H. Brown yay. Washington, (*9) Midde East Institute, 1958, s. 55. Harold Lassvvell Propaganda “Encyclopedia of the Social Sciences”, 1934, 12, s. 257. Bu referansı Pr. Noam Chomsky’ye borçluyum. (10S) Marcel Proust, A la recherche de tenıps perdu. 2, Le Cote de Geurmantes, Pa ris, Gallimard. 1954, s. 190. (109) Nathaniel Schmidt, Early Orieııtal Studies in Europe and the Work o f the American Oriental Society 43 (1923), s. 11. bkz. aynı zamanda E.A. Speiser, N ear Eastern Studies in America, 1939-1945, A rchiv O rientalni 16 (1948), s. 76-88. ( 110) Örneğin Henry Jessup, Fifty-Three Years in Syria New York, Fleming H. Revell, 1910(2 cilt). (111) Balfour’un açıklamaları ve Amerikan savaş politikası arasındaki ilişkiler için bkz. Doreen Ingrams Palestine Papers, 1917-1922: Steeds ofC onflict, Londra, Cox aud Syman, 1972, s. 10. ( 112) Mortimer Graves, A C ultural Relations Policiy in the Near East The Near East and the Great Poiüers'de Fyre yay. sözü geç. eser. 76, 78. (113) George Camp Keiser The M iddle East Institute: its înception and its Place (107) İ11 Am erican International Studies, The Near East and the Great Powers (114) (115) (116) (117) (118) (119) ( 120) (121) ( 122) (123) (124) Fyre yay. sözü geç. eser. s. 80, 84 Bu göç’ün sonuçlan The Intellectııal M igration: Europe and America 1930-1960' da görülebilir. Donald Fleming ve Bernard Bailyn yay. Camb ridge, Mass, Harvard Univ. Press, 1969. Gustave von Grunebaum M odem İslam: The Searc.h for C ultural Identity New York Vintage Books, 1964, s. 55,261, (fr. teıc “L’Ideııtite Culturelle de rislam ” Paris, Callimard, 1973). Abdallah Laroui Pour une methodologie des etudes ıslamic\ues l'Islam au miroir de Gustave von G runebaum" “Diogene 38 (eyl. 1973), s. 16. David Gordon Self-Determination and H istory in the Third World, Prince ton, N.J. Princeton Univ. Press, 1971. Abdallah Laroui Pour une methologie des etudes islamicjues sözü geç. eser, s. 41. Manfred Halpern, M iddle East Studies: A Review o f the State o f the Field unth a Few Examples, “World Politics 15” (ek. 1962) s. 121 böl. age, s. 117. Leonard Binder, 1974 Prensidential Address MESA Bulletin 9, no: 1 (şub. 1975) s. 2. age, s. 5 “ABD’de Ortadoğu Tetkikleri Şebekesi” MERIP Raporu, 38 (Haz. 1975) 5. “Cambridge İslâm Tarihi”nin en iyi iki eleştirisi için bkz. Albert Hourani: The English Historical Review 87, no. 343 (Nisan 1972): 348-57 ve Roger Ovven, jo u m a l of Interdisciplinary H isto ry 4, no. 2, (Güz 1973): 287-98. p m Holt, Önsöz, “Cambridge İslâm Tarihi ansiklopedisi”, neş. P.M. Holı, Anne K.S. Lambton ve Bemard Levvis, 2 cilt. (Cambridge: Cambridge Um versity Press, 1970), 1: XI. ,126) D. Sourdel, “Abbasiler”, Cambridge İslam Tarihi Ansiklopedisi neş Holt ve Şrk., 1: 121. (127) Z.N. Zeine, “Arab ülkeleri”, Cambridge İslam Tarihi Ansiklopedisi, neş, Holt ve Şrk. 1: 575. (128>Daııkwart A. Rustow, “Batı’nın Siyasi Tesiri”, Cambridge İslam Tarihi An siklopedisi, neş. Holt ve Şrk, 1: 697. (129) Qoreen Ingraıns’m Palestine Papers, 1917-1922 isimli eserinde sözü ge çen. s. 31 böl. (13°) Robert Alter, "Rhetoric and the Arab M in d " , C om m entary (ek. 1968) s. 61-58. Makale, general Yehoshafat Harkabi’nin Arab A ttitu d es to Israel isimli eserinin methiyesidir. Jerusalem, Keter Press, 1972 (fr. tere. Patenti ne et Israel, Gendve, ed. de 1’Avenir, 1972). (13D Qii c ar[ Alroy, " Do the Arabs w ant Peace? C om m entary (şub. 1947) s. 109-159. Ü32) Rolaııd Barthes, M ythologies, Paris, Ed. du Seuil 1970. (133) Raphael Patai, Golden River to Golden Road: Society, C ulture ant Change in the M iddle East, Philadelpfıie, Univ. of Pennsylvania Press 1962; göz gözden geçirilmiş 3. baskı, 1962, s. 406. 11341 Raphael Patai, "A rap Z ih n iy eti" (New York: Charles Scribners’s Sons 1973) Daha da ırkçı bir eser okumak istiyorsanız: John Laffm, “Arap zihni yetine Bakış: A nlam ak G ereğin", (New York: Taplinger Publishing Co. 1976) (135) Sania Hamady, “Arapların M izaç ve Karakteri" (New York: Twayne Publishers, 1960), s. 100. Bayan Hamady’nin kitabı İsraillilerce ve İsrail’i savunanlarca çok seviliyor. Alroy onayla bahsediyor. Hamady’i onaylayanlar dan bil' de Amos Elon: “İsrail: Kurucular ve M ahdum lar" (New York: Holt, Rinehart ant Winston, 1971). Morroe Berger (137 nolu dipnot)de sık sık Sa nia Hanıady’den bahsediyor. Hamady’nin modeli Lane’in meşhur "Çağdaş Mısırlıların Ö rf ve Adetleri" adlı eseri, ama onda Lane’in okumuşluğu, La ne’in genel kültürü yok!.. (13») Manfred Halpern’in tezi "Four C ontrasting Repertories of Humarı Relati■ ons in İslam: Tw o P re-M odern a n t T w o M o d em W ays o f Dealing unth U25) C ontinuity and Change, Collaboration and Conflict and the Achi eving of Justice" de takdim edilmiştir. Bu bildirisi 8 mayıs 1973 talihinde Princeton üniversitesinde toplanan, Ortadoğu konusundaki 22. konferans sırasında psikoloji ve ortadoğu incelemeleri bölümünde okunmuştur. Metin, Hal- pem’in A Redefinition of the Revolutionary Situation isimli makalesinden esinlenerek düzenlemiştir, “fo ıtr m l o f International affairs" 23, no: 1 (1969), s. 54-75. 11371 Morroe Berger, The Arab World Today, New York, Doubleday, Anchor Books, 1964, s. 140. Buna benzer çalışmalar Joel Carmichael ve Daniel Lertıer’in gibi yarı Aıabçı başarısız yazarların değeri bulunmayan metinlerine dayanmaktadır. Politika ve tarih kanularmda Theodore Dıaper, Walter Laqueur ve Elie Kedouıie gibi yazarlar daha olumlu eserler vermişlerdir. Gabriel Baer’in Population and Society in the Arab East, New York, Frederick A. Pıaeger, 1964 ve Alfred Bonne, State and Ecoııomics in the Middle East: A Society in T ransitim , Londra, Routledge ant Kegan Paul, 1955. gibi eser lerde konu daha büyük bir açıklıkla işlenmektedir. Anlaşıldığına göre Arab lar onların düşündüklerinin tersini düşünmektedirler. Açıkça anlatmak gere kirse bu eserlere göre Arabların düşünce sistemlerinde mantık yoktur; çoğu zaman mantıksızdırlar. Bu konuda aynı zamanda bkz. Abdel Daher, RAND Study, C urrent Trend in A rab lııtcllectuel Thought, (RM - 5979-FF, ar. 1969), ve karakteristik sonucu, “Problemleri çözmek için olumlu bir yakla şım şekli aramak Arab kafasından tamamı ile uzak bir konudur.” (s. 29). Jo urnal o f Interdisciplim ry Histcu-y (4, ııo: 2 sonbalan 1973, s. 287-298) için yazdığı bir makalede Roger Owen “İslâmın” tarih araştırmaları için bir yar dımcı oluşuna dahi hücum etmektedir. Owen özellikle "Cambridge H istory of İslam ”ı tenkit etmekte, ona göre bu çalışma İslâm hakkında yanlış bilgiler vermektedir. (Cari Becker ve Max Veber gibi yazarlarda görülen) Ovven’e göre İslâm, genellikle bir din sistemi içinde feodal ve anti-rasyonel bir dü zendir. Avrupa bu engele uğramadığı için ileri gitmiştir. Max Weber’in tu tarsızlığını daha rahat görebilmek için bkz. Maxine Rodinson: " İslam et Capitalism e” (Sözü geç. eser.) ,138) Sania Hamady, Tem peram ent and Character o f the Arabs, New York, Twayne Publishers, 1960, s. 100. Bu kitap İsrailliler ve onların taraftarları arasında pek çok tutulmuştur. Alroy ondan sitayişle bahsederken, Amos Elon, The Israelis: Founders and Sons, New York, Holt Rinehart and f i s ton, 1971. de onu ayrıca methetmektedir. Morroe Berger (Arab World), sözü geç. eserde bu kitabı sık sık sözkonusu ediyor. Eserin modeli Lane’in M anııers and C ustom s o f the Modern Egyptians'ıdu. Dolayısı ile yazar ne Aıablarla yakındır ne de onların geniş bilgilerinden haberi vardır. (13») Morroe Berger, Arab World sözü, geç. eser. s. 102. (140) [rene Gendzier tarafından Frantz Fanon: A Critical S tu d y, New York, Pantheon Books, 1973, s. 94’de sözü geçen. Il41) Morroe Berger, Arab World, sözü geç. eser. s. 151. d 42' Revoluti'.m in the M iddle East a n t Other Case Studies. Proceedings of a Se- minar, P.J. Vatikiotis yay. Londra, George Ailen and Unwin, 1972. (143) a ggr s 12,13. ,144) Bemard Lewis, "Islamic Concepts o f R evolution", in Revolution the M idd le East'de, P.J. Vatikiotis yay. söz geç. eser. s. 33-38 böl. Lewis’in etüdü Raceand color in İslam, New York, Haıper and Row, 1971; aynı uyumsuz lukları bilgiç bir tavırla dile getiriyor. Levvis’in diğer kitabı İslam in H istonj: İdeas, M en and E ven ts in the M iddle East, Londra, Alcove Press, 1973; daha açık fakat daha az yakıcı olmayan politikanın bir eseridir. (145) Bernard Lewis, "İslâm 'ın Başkaldırışı", "O rtadoğu ve Batı" adlı eserde, (Bloomington: Indiana University Press, 1964), s. 95. U4«) Bernard Lewis, "İslâm 'ın D ön ü şü ", Commentary, Ocak, 1976, s. 44. ,147) age, s. 40. (14*) Bernard Lewis, "Tarih: Anılar, Kazanılanlar, İcatlar", Princeton, New Jersey: Princeton Un. Press, 1975, s. 6 8 . u<t9> Lewis, "Tarihte İslâm ", s. 65. ,150) Lewis, "Ortadoğu ve B atı", s. 60, 87. usi) LeWiSj "Tarihte İslâm ", s. 65-66. U52) Başlangıçta M iddle East Journal 5 (I951)’de yayınlanan ve daha sonra Readings in Arab Middle East Societies and C uiture, de tekrar ele alınan, Ab dullah Lutfıyye ve Charles W. Churchill yay. La Haye, Mouton, 1970, s. 688-703. d 53) Bernard Levvis, “The Revolt of İslam”, The M id d le East and the W est'te, Blooming Indiana Un. Press, 1964, s. 140. (154) Robeıt K. Merton, “The Perspectives of Insiders and Outsideıs”, The Sociology of Science: Theoretical and Empirical Investigations’da, Norman W. Storer yay., Chicago Un. of Chicago Press, 1973, s. 99-136. ,155) bkz. Örneğin, Enver Abdülmâlik, Ywes Lacoste ve denemeleri, Review of Middle East Studies 1 ve 2. ciltlerde yayınlanan yazarlar. (Londra, Ithaca Press, 1975,1976) Naom Chomsky tarafından Ortadoğu politikası konusun da yapılmış çeşitli analizler ve “Middle East Research and Information Project” (MERIP) çalışması. Gabriel Ardant, Kostas Axelos, Jacques Berque ve “De l'imperialisme â la decolonisation", Paris, ed. de Minuit 1965’teki gö rüşler...
© Copyright 2024 Paperzz