alevilikte kadının yeri - Şahkulu Sultan Dergahı

ALEVİLİKTE KADININ YERİ
Esat Korkmaz
Şahkulu Sultan Külliyesi Mehmet Ali
Hilmi Dedebaba Araştırma Eğitim ve
Kültür Vakfı Yayınları
ÖNSÖZ
Kadın olmak,
kadına ağrı veriyor.
Günümüz sınıflı toplumlarında erkekler, tıpkı makine gibi tekrara dayanan ve sürekli kendini
daraltan, varlıklardır bir bakıma. Kadınlarsa ayrıcalıklı ilişkileri yaşama taşıyarak şefkatinacımanın taşıyıcıları olurlar.
Erkek taşıyacağı umuda göre tanımlanır: Umuda inanılır ve güvenilirse o erkek harikadır;
tersi durumda varlığı önemsizleşir. Kadına gelince; kadının varlığı, kendine karşı tutumunca
belirlenir: Bu nedenle kadının varlığı davranışlarında, konuşmasında, beden dilinde,
giysilerinde, seçtiği çevrede ve nelerden zevk alıp almamasında ortaya çıkar. Durumun
gereği, hiçbir kadın, varlığına katkıda bulunmayan bir iş yapmaz-bir işe girişmez.
Tam da bu nedenle kapitalist sistemde kadın olarak doğmak, erkeğin sınırlanmış bahçesinde
filiz vermek anlamına gelir. Doğal olarak kadınların toplumsal ilişkileri, erkeğin hoyratlığına
karşıt olarak sanatsal bir içerik taşır: Sınırlı-koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalığıdır
bu sanatsal içerik.
Ne var ki burjuva toplumda bu sanatın icra edilmesi, kadının öz-varlığını ikiye böler:
Gözleyen kadın, gözlenen kadın. Gözlenen kadın, erkeğin bakışına çağırdığı kadındır;
gözleyen kadın ise gözlemeyi bakışa çağıran kadındır.
Bu nedenle erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler; erkekler kadınları,
kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler.
Bu broşürde, Alevilikte kadının yerini tartışarak toplumsal boyutta kadın sorununa yaklaşmaya
çalıştık. Okuyucu canlara yararlı olması dileğiyle…(*)
(*) Bu broşür, Pencere Yayınları tarafından yayımlanan Alevilik ve Aydınlanma, Demos Yayınları
tarafından yayımlanan Kitap/ Yol Rehberi/ Erkânlar-Gülbanklar, Anahtar Kitaplar Yayınevi
tarafından yayımlanan Ansiklopedik Alevilik Bektaşilik Terimleri Sözlüğü, Ansiklopedik Simgeler
Sözlüğü ve Şeytan Tasarımı Terimleri Sözlüğü adlı kitaplarım ile Su Yayınlarından çıkan İbrahim
Bahadır’ın Kadın Dervişler adlı kitabı kaynak alınarak oluşturuldu. Daha fazla bilgi ve kaynağa
ulaşmak isteyen canlar adı geçen çalışmalara başvurabilirler.
Alevilerin Kâbesi İnsandır
Alevilikte kadın sorununun sağlıklı biçimde bilince-inanca taşınabilmesi için her şeyden önce
insan olmak gerekir. Şimdi eksiksiz-kusursuz insan anlamında kâmil insanın nefes olarak
algılanan sözlerinin açılımını yapalım: Kâmil insanın nefesinde geçen birlik dolusu, vahdet
şarabı olarak algılanır ve yol erini, kendi varlığından soyarak tanrısal olana yönelten bir araç
olarak algılanır ki bu her şeyden önce pirin, mürşidin, rehberin, yani, öğretmenin bilgisidiraklıdır. Bu bilgiyi özümsemekte zorlananlar için ise sıvı akıldır. Bu kapsamda vahdet şarabı,
üzüm yaratılmadan önce keşfedilen, içildiğinde hastalıkları iyileştiren, körlerin gözünü,
sağırların kulağını açan, insanı ebedi-ezeli amacına taşıyan simgesel kutsal esin-bilgi olarak
algılanmalıdır.
Diğer taraftan birlik dolusu, abıhayattır: Bu bağlamda, doğaya benzeme temelli tasarımlar söz
konusu olduğunda, evrenin sırlarını bilme-kavrama gücü; bâtınî tasavvuf söz konusu
olduğunda ise ölümsüzlük kazandıran ilâhi aşk olarak bilince-inanca taşınır.
Bâtınî felsefe kişiyi yaşarken kurtulmuş kişi durumuna getirip bir bakıma gençliğini, gücünü
ve esnekliğini sonsuza kadar uzatmanın, bedenlerini çürümeyen bedenlere, yani tanrısal
bedenlere-irfanî bedenlere ya da kâmil bedenlere dönüştürmenin araçlarını sunar. Bu nedenle
bedenin dönüştürülmesi işlemi, erginleyici ölüm ve diriliş deneyimini içerir.
Hak’la Hak olan insan-ı kâmil; zaman ve mekândan bağımsızdır. Yani, kendi canını kendi
bedeninin zincirlerinden, doğanın canını doğanın zincirlerinden kurtararak hem kendini hem
de doğayı, doğa olmayan doğa duruma taşıyabilir: Artık o, zamanla ölçülemeyen, söz konusu
durumda, görünüşe taşınma olanağı bulunmadığı için de mekândan bağımsız olan bir
konumdadır.
Buna karşın insan-ı kâmil dışında kalan her şey, yani Tanrı’nın birliğinin dışında kalan
çokluk, çokluğun oluş ve yok oluş yasaları, zaman ve mekân kalıplarına bağımlıdır. İnsan-ı
kâmilin bu özelliği onun, Hak’tan halka indiğinde yeteneğini/yorumunu kutsayacak olan
inanç yanını oluşturur. İnancın çizdiği yuvada, ilahi nurun tecelli edip nefsin ölmesiyle bir
gönül yaşamı başlar.
Asıl gerçekler, görünür olanın ötesindeki sırlardır; bu sırlara, yol eri olmakla ulaşılır.
İnsanda gönül tanrısal bilgi alanı; ruh, sevgi alanı; sır ise aşkın gerçekleri sezme alanı olarak
algılanır; gönül gözü açık olanlar; yolda olgunluğa ulaşanlar, evrendeki her varlığın ve kendi
dünyalarında Tanrı varlığının işaretlerini, belirtilerini sezebilirler.
Demek ki Hak’la Hak olmak ya da Hakk’a kavuşmak ikilikten kurtulup, birliğe ulaşmaktır.
Birliğe ulaşanların mihraba gereksinmesi yoktur. Mihrap cami, mescit, namazgâh vb ibadet
yerlerinde, kıble yönünü gösteren ve yalnızca imamın namaz kıldığı, niş biçimindeki bölüme
verilen addır. Ortodoks inançlarda mihrabın yönü ya Kâbe’nin duvarında bulunan Karataş’ı
ya da Kubbetü’l Sahra’da bulunan Kaya’yı işaret eder.
Değişen-dönüşen doğanın hiç değişmezmiş gibi görünen bir parçası olarak algılanan taşlar,
gücün-kudretin simgeleri biçiminde inanca taşındı; sonraları ezeli-ebedi gücü simgeler oldu.
Bir göktaşı olduğu kesin olan Kâbe’nin güneydoğu köşesindeki Karataş(hacerü’l-esved), hac
sırasında herkesin öpmeye çalıştığı bu taş Ortodoks inançta Allah’ın sağ eli kabul edilir; halk
inancında ise Karataş, Hesap Günü’nde kendisini öpenlere olumlu anlamda tanıklık edecektir.
Demek ki o, bir tanık-taştır. Söylenceye göre bu taş, ezeli bir taştı ve başlangıçta beyazdı;
yıllar-yüzyıllar içinde kendisine dokunan günahkâr insanların elleriyle karardı.
Aynı durum Kudüs’te Kubbetü’l-Sahra’da bulunan Kaya için de geçerlidir. Kutsal söylenceye
göre Muhammet öncesi tüm peygamberler burada bulunmuş, Muhammet miraç yolculuğunun
başında namaz kılmak için onlarla burada buluşmuştur. Kaya üzerindeki Muhammet’in ayak
izi, miraç yolculuğuna buradan başlandığının kanıtı gibidir.
Demek ki Müslümanlar Mekke’deki Karataş’a yönelen, Hıristiyanlar ise Kudüs’teki Kaya’ya
yönelen kıble topluluklarıdır: Aleviler ise Mekke’deki Taş’a ya da Kudüs’teki Kaya’ya
yönelen bir kıble topluluğu değildir.
Alevilikte Kâbe’nin yerini insan alır: Benim Kâbem insandır, sözü bunun için söylenmiştir.
Kâbe olarak algılanan insanda Karataş ya da Kaya’nın yerini gönül tutar; gönül, Tanrı’nın
evidir; bu nedenle Alevi ibadet ederken insan denen yapının gönül denen bölümüne yönelir.
Açıkçası Aleviler gönle yönelen bir gönül topluluğudur. Bu nedenle Hak’la Hak olup gönül
topluluğunun üyesi durumuna yükselen yol eri için mihraba gereksinme yoktur.
Hak’la Hak olan Yol erinde, cinselliğin izleri silinir; erkeğin kişiliği, kadının dişiliği iptal
edilmiştir artık. Erkek kadına, kadın erkeğe toplumsal ve doğasal doğruluğuyla yaklaşabilir.
Gelin şimdi böyle bir çaba içine girelim.
Erkek Bu Dünyanın Sürekli Mihmanı,
Kadınsa Ara Sıra Uğrayanıdır
Çağımızın düşünce yapısı,
insanı ve insan uygarlığını, kadından kopardı:
Kadın da bulunduğu yere Hiçliğe sürüklendi.
Kadın, İbn Arabî tasarımlarında, simgesel anlamda, Tanrı’nın rahmet ve yaratıcılığının gerçek
tecellisi ya da Rahim olan Tanrı’nın sırrıdır.
Yabancılaşma geçirmiş, daha doğrusu erkekleşmiş bâtıni algıda kadın, nefis ile özdeşleştirilir
ve cahili simgeler. Sınıflı toplumlarda hayvanı çoğaltmak anlamında evcil doğa ya da modern
köledir kadın. Hint tasavvuf zeminine taşındığımızda kadın, Tanrı anlamındaki Sevgili’yi
arayan insan ruhu olarak çıkar karşımıza. Çin kültüründe ise Sekiz Ölümsüzden Lan CaiHe’nin simgesidir.
Âşık olmak, acıyla yaşamayı başarmak anlamına gelir: Âşık olmak kolay olmadığına göre
erkek için acı da kolay elde edilir bir olanak değildir. Kadın, modern bir köle olarak acıyı icra
eder; demek ki kadın için acı yaşamın içinde olan bir şeydir: O âşık olduğunda, zaten var olan
acısını sağlıklı yaşama sanatına dönüştürür o kadar.
Simge dilinde, bâtın dişildir, yani kadın; zâhir erildir, yani erkek. Bu durumda kadının
kökeni, hiçliğin içindeki hakikattir ya da hakikati çekirdek olarak yapısında taşıyan hiçliktir.
Hiçlik adı üzerinde görünmekten hoşlanmaz.
Bu nedenle kadın sorununu bilince taşımak, gizlenmeyi seven hiçlikteki hakikati, yani kadını
açığa çıkarma girişimidir bir bakıma. Bu nedenle kadının(bâtının) doğrusu, erkeğin(zâhirin)
yanlışıdır.
Demek ki somutlar dünyası erkektir: Erkek dıştır, kabuktur. Kendini beş duyu organının
ezberine terk etmiş durumdadır: Kendini görmek için her içine bakışında, hem kendi
içine(kendi bâtınına) hem de kadına(bâtın durumda bulunan dişile) tasallutta bulunur,
içindeki kadını taciz eder.
Bu nedenle erkek kapitalist toplumda, kendini tekrar eden bir sıkıntıdır. Zâhirin aklının
taşıyıcısıdır; bu bağlamda bir hesap makinesidir; düşünmeyi, düşünen düşünceden
hesaplayan düşünceye evrilten çağdaş teknolojik gelişmenin, bu gelişmeyi güden egemen
sınıfların birinci elden işbirlikçisidir.
Bâtının hakikati olarak kadın, kendini görünüşe taşıdığında bile kendini kendi içinde
saklamaktan hoşlanır; gerçeğin içindeki gerçektir bir bakıma. Kadını yaşamın içine taşımak
isteyen her erkek, ona yer açmak için kendi zâhir yanını iptal etmek, kadını yaşamın içine
taşımak isteyen her kadınsa, zâhrin(erkeğin) kendisine biçtiği, kendisinin de gönüllü kabul
ettiği yanını(zâhirini) silmek durumundadır. Başka türlü yaşamda yerini alamaz, çünkü yaşam
doludur. Erkek bu dünyanın sürekli mihmanı, kadınsa ara sıra uğrayanıdır.
Batı felsefesi hep erkek olmuştur; eril değerler ön alsın diye kutsanmış, dişil değerler iyi alınıp
satılsın diye süslenmiştir: Bu nedenle Batılı kadın, ressamın boyasından kendini
kurtaramamıştır.
Doğulu felsefe ise hem erildir, hem de dişil; eril-dişil diyalektik karşıtlığını sürekli yapısında
taşımıştır. Doğaya süs gerekmez anlayışının izinde kadını boyaya bandırmaz; kadın bir
inceliktir sadece; belki bir çizgi. Kadının süslemek için yüzünü boyamaz; kadını simgeleyen
çizginin yanına, çiçekli bir badem dalı yerleştirir o kadar.
Erkek Dişi Sorulmaz Muhabbetin Dilinde
Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde
Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde
Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yok
Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde
Hacı Bektaş Veli
Alevi-Bektaşi inancında insanlar cinsiyetlerine göre değil de tasavvufta-inançta kat ettiği
yola-elde ettiği aşamaya göre değerlendirilir. Eğer kişi yetişmişliği ve davranışıyla tasavvufinanç zemininde ilerlemiş ise ister kadın ister erkek olsun o, sıradan insanlardan daha üst
aşamadadır ve er olarak tanımlanır.
Doğrudan demokrasi temelli yol örgütlenmesinde kadın-erkek ayrımı, yani cinsiyet ayrımı
yapılmadığı için dervişlik makamı dışında halife olan, tekkeleri yöneten, kendilerine bağlı
birçok müridi bulunan kadınların sayısı az değildir: Bunun en çarpıcı örneği Kadıncık Anadır.
Hace Bektaş Veli’nin Hakk’a yürümesinin ardından O’nun postuna oturur. Halife iken Yol’un
birinci piri durumuna gelebilmiştir. Kadıncık Ana, Bektaşiliğin kurumlaşmasını sağlayan
Abdal Musa’yı yetiştirmiştir. Aleviliğin-Bektaşiliğin dört büyük dergâhından birinin adına
bağlandığı ve Kızıldeli olarak bilinen Seyit Ali Sultan da Kadıncık Ana yetiştirmesidir.
Balkanlar’a geçtiğimizde Kız Ana ile karşılaşırız: Demir Baba Vilâyetnamesi’nde, tekkede
oturan kişi olarak anlatılır. Adına kurulan tekke, bugün de halkın önemli uğrak yerleri
arasındadır. Kadınların post sahibi olma geleneği XIX. yüzyılda Tokat’ta yaşayan Hubyarlı
Alevilerinin Anşa Bacıya, Afyon/Emirdağ ilçesine bağlı Karcalar köyü Alevilerinin Zöhre
Bacıya bağlanmalarıyla sürdürülür. Alevi zeminde kimi ocak pirlerinin kadın olduğunu
görmekteyiz: Adıyaman/Çelikan ilçesi Bulam bucağında Zebran (Sarı Gök) ziyareti vardır.
Bu ziyaret, Zebran adında bir kadın pire ait olup, aynı kandan gelenlerce ocak olarak bilinir.
Bu kadın pire bağlı ocaktan gelenler, son dönemlere değin kimi Alevi gruplara dini hizmet
götürdü. Kadının geçmişteki onurlu konumunun bir kanıtı günümüze kadar taşınmıştır:
Denizli’de Sultan Ana yaklaşık 10 yıldır cem tutmaktadır. Kadının cem tutmasının tek örnek
durumunda kalması Aleviliğin ne denli erkeksileştiğini, yani eril duruma dönüştüğünü de
kanıtlamaktadır. Öyleyse zaman yitirmeden tarihimize yönelerek kadın-erkek eşitliği
konusundaki ayrıcalığımızı güncelleyerek yaşama taşıyalım.
Alevilikte kadının yerini tam olarak algılayabilmek için temel ibadet biçimi olan cemlere
bakmak gerekir: Kırklar, Alevi inancında en yüksek makama ulaşanların oluşturduğu bir
birliktir. Kutsal gerekçesinin önemi nedeniyle Alevilikte cem, Kırkların yaptığı muhabbeti
canlandırmak anlamına gelir. Açıktır ki Kırklar arasında yalnız erkekler değil kadınlar da
bulunmaktadır: Kırkların 23’ünün erkek 17’sinin kadın olduğuna ve kadınlar arasında Fatma
Ana’nın da bulunduğuna inanılır. Kırkların içinde kadınların bulunduğu, cemde süpürgecinin
okuduğu gülbankla bize aktarılır: Biz üç bacıydık Kırklar meydanında süpürgeciydik.
Yol uygulamaları rehberlik hizmetinin özünde bir kadın hizmeti olduğunu kanıtlıyor: İnançta
ve inanç uygulamasında mürşit, talibin yol babasıdır; rehber ise yol anası olarak algılanır.
Cemlerdeki zâkirlik hizmeti kimi ocaklarda ağırlıklı olarak kadınlar tarafından yerine getirilir:
Sözgelimi Ela Ana, zâkirlik yapmıştır. Aynı yörede yaşamış ve evliya aşamasına taşınmış
Fatonun uzun süre cemlerde zâkirlik yaptığı anlatılır. Günümüzde erkeksileşen Aleviliğin
ataerkil değerlerini taşıyan Yol önde-gelenlerince olumsuzlanmasına karşın direnen ve
kendini kabul ettiren çok sayıda kadın zâkirimiz bulunmaktadır. Adıyaman bölgesinde çerağ
hizmetinin, bir kadın hizmeti olduğu vurgulanır: Kadınlar, Fatma Ana’nın temsilcileri olduğu
için ışık onlardan gelir. Yine Malatya ve Adıyaman bölgelerinde cemevinin hazırlanması
işleri kadınlara verilir: Doğal olarak cemevine gelen mürşit ya da pir, bu kadından rıza alarak
içeri girer.
Kadın-erkek eşitliğini, yaşamda ve ibadette kadın-erkek birlikteliğini kanıtlayan bu
uygulamalar, erkek egemen toplum insanının ya da sisteme uyarlanmış yabancılaşmış
bireylerin anlamakta zorlanacağı çok demokratik bir durumu anlatır. Kadının
özgürleşmesinde, Alevi kadınının yeri ayrıcalıklıdır. Bu ayrıcalıklı durumu yaşama geçirmek
hepimizin görevi-sorumluluğudur.
Toprağımda kadın hareketine düşen görev, kendi sorunlarının çözümüne ilişkin kavganınmücadelenin verileceği alanı hazırlamak; bu alanda kullanacağı iletişim dilini yaratmak;
bunu yaparken erkekleri de özgürleştirmek; erkeğe bu konumu biçen erkek egemen toplumu
sorgulamak ve genel demokrasi kavgasının üretici bir halkasını oluşturmak olmalıdır. Bu
açıdan bakıldığında Alevilikteki kadın-erkek eşitliği, kadının yaşamdaki onurlu işlevi, genel
kadın hareketi için ne yapılacağını gösteren bir işaret fişeği olacaktır.
Yeri gelmişken bir noktanın altını çizmek gerekir diye düşünüyorum: Halde yaşanan Alevilik,
yabancılaşıp bir ölçüde erkeksileşmiştir. Yol insanı her canın temel yükümlülüğü, bu
kirlenmeyi söküp atmaktır; başka kültürleri ölçü alarak, Alevilikte kadın çok yüce bir yerdedir,
algısına kapılıp kendine körlük yapmaya hakkı yoktur.
Erkek Egemen Sistemi Sorgulamak
Bir kadını sise dönüştürürseniz
düşe de dönüştürebilirsiniz.
Türkiye sol hareketi içinde ilk kitlesel kadın örgütlenmeleri 1975’te ortaya çıktı. Yıl içinde
hem Ankara Kadınlar Derneği, Adana, Tunceli, Pülümür, Ardahan ve Giresun Devrimci
Kadın dernekleri, bu derneklerin katılımıyla oluşan Devrimci Kadın Dernekleri Federasyonu
kuruldu. Hem de aynı siyasal görüşü paylaşanlarca yukarıdan aşağıya oluşturulan ve özellikle
DİSK içinde etkinlik gösteren İlerici Kadınlar Derneği(İKD) örgütlü mücadeleye başladı.
İzleyen süreçte Demokratik Kadın Birlikleri Federasyonu’nu oluşturacak olan Demokratik
Kadınlar Birliği hukuki kimlik kazandı. Bu kadın örgütlerinde değişik görüşlere sahip
binlerce kadın, 1975-1980 arasında, anti-faşist mücadele içinde aktif olarak yer aldılar.
Kadınların örgütlü eylemleri; Faşizmin Maşası Ülkü Ocakları Kapatılmalıdır!(AKD), Ülkü
Ocakları Kapatılsın!(İKD), kampanyaları; Eşit İşe Eşit Ücret!, kürtaj sorunu; su, yol, çöp
kampanyaları; okuma-yazma, biçki dikiş kursları; Medeni Kanunu’ndaki ayrımcı maddelere
karşı mücadele etkinlikleri; konuya ilişkin paneller, seminerler, mitingler; işsizliğe karşı
mücadele, olarak sıralanabilir.
Görüldüğü gibi 1970’li yılların ikinci yarısında, sınıflı toplumda ezilen ötesinde erkek
tarafından hırpalanan, kimliksizleştirilen kadının, gelecekteki düşsel kurtuluşuna kaynaklık
edecek düşyapısal tasarımlar yaratabilmiş değildi. Kadınına karşı sevgi göstermekten utanan
erkekler dünyasında; yabancılaşmış erkeğin, yabancılaşmış gereksinimini karşılamak üzere
sistemin bir ürünü olarak ortaya çıkan vücudunu para karşılığı satan kadın kimliği, kadınların
alçalmasının öcünü, erkeklerin de alçalmasıyla alınmasına aracılık edecek durumda değildi.
Yaşanan süreçte kadın, henüz kendini özgürleştirememişti; doğal olarak erkeğini de
özgürleştiremedi: Alçalarak da olsa kendi öcünün alınması sonucunu doğuran ancak erkeğini
de alçaltan emeğini satma yerine vücudunu satan kadın kimliğine, uzantısında bunları üreten
sisteme toplu bir karşı duruş alamamıştı. Erkeklerin asla kadın sıkıntısı çekmediği erkek
egemen sistemi sorgulamak, kendilerinin satın alınma koşullarını ortadan kaldırmak
konusunda bir bakıma çocukluk dönemini yaşıyordu.
1960’lı yıllarda olduğu gibi 1970’li yıllarda da kadın olsun, erkek olsun kadın sorunlarına
ilişkin bilincimiz, Engels’in Devletin, Ailenin, Özel Mülkiyetin Kökeni ve Bebel’in Kadın ve
Sosyalizm kitaplarında verilen bilgilerle sınırlıydı. Kısaca, kadın sorununun çözümü
sosyalizme bırakılıyordu. Erkeksi devrimcilik 1970’li yıllarda da kırılabilmiş değildi. Kadınlar
değilse bile erkekler hâlâ Engels Babanın sözünden çıkmıyordu: Kadın evin ekmeğini
kazanan figür rolünü alır, erkek ise evde oturup çocuk bakar, temizlik ve yemek işleri
yaparsa... aile ilişkileri tersine dönmüş olur ama toplumsal durum değişmez. Böyle bir
gelişim, erkeği erkek olmaktan; kadını da tümüyle kadınlık niteliklerinden uzaklaştırır.... Ve
bu, insanoğlunun cinsiyetlere karşı utanç verici ve aşağılayıcı tavrını gösteren bir durumdur.
Bebel’in Kadın ve Sosyalizm kitabı kadınlar için yaşamaları ve savaşabilmeleri için umut ve
sevinç kaynağı oldu. Bebel’e göre eşitlik ve özgürlük kadın için hem kişisel hem de toplumsal
bir olguydu; ancak, toplumsallık baskın olduğundan kadın sorununun çözümü ileri yıllarda
görülecekti; bu da devrim sonrası bir gelecek demekti. Peki kadın sorunlarının çözümü için
hiçbir şey yapılmayacak mıydı? Yapılacaktı elbette: Kadının, topluma eşit haklarla katılımını
sağlamak için kavga verilecekti. Bugünden geriye baktığımızda, bu, liberal feministlerin,
kapitalist toplumda cinsiyet eşitliğini sağlamak için verdikleri kavgadan başka bir şey değildi.
1970’lerin ikinci yarısında, Türkiye’de, onca kadın örgütüne karşın kadın sorunlarının
saptanmasına ve çözümüne ilişkin mücadele liberal feminist bir kavganın sınırları dışına
çıkamadı.
Erkeğin İçinde Eriyen Kadın
Siz bana karısını kendisine eşit gören bir koca göstermedikçe
çığlıklarımı neşeli gülüşlere,
yergilerimi övgülere dönüştürmeyeceğim.
Kadının ezilmişliği sorunu, kapitalist toplumun yeniden üretilmesi kapsamında ele alınması
gerekir: Kapitalist toplumda sömürü, artık emeğin kullanımıdır; bu kullanımı ücretli emek
biçiminde dışa vurur. Kapitalist toplumda emek gücünün çoğalımı sürecinde zorunlu emeğin
karşılığı ücret olarak ödenir; buna karşın artık emeğe bir ücret ödenmez. Ancak uygulanan
ücret sistemi, emek gücünün çoğalımı sürecindeki bu gerçeği örter. Ev için harcanan kadın
emeği, zorunlu emeğin bir parçası olmasına karşın kapitalist pazar kendisinden sakındığından
ücretli emekten ayrılır. Tam da bu nedenle artık emeğin birikimi arttıkça ücretli emek ile ev
emeği arasındaki çelişki keskinleşir. Giderek ücretli işçinin, işi dışındaki yaşamından da
uzaklaşır. Kapitalist toplumda zorunlu emeğin ev emeği kısmı kadının üzerinde, gereksinim
duyulan malların sağlanması ise erkeğin sırtındadır.
Artık-emeğin ve zorunlu emeğin bu biçimde konumlanışı, erkeğin üstünlüğünde tarihsel bir
gelişim gösterir: Bu kapsamda, erkeğin üstünlüğü ölçü alınarak verilen aile ücreti kadınlar
açısından bir zafer değil, erkek işçilere sunulan bir ayrıcalıktır.
Kapitalist sistemde resmi eşitlik, ekonomik ve sosyal eşitsizlikle beslenir: Bu nedenle daha
fazla eşitlik istenmesi çok çelişkili sonuçlar üretir. Örneğin, bireylere daha çok demokratik
haklar verilmesi, ekonomik ve sosyal yapıdaki baskıları daha da arttırır.
Kadın hareketi, burjuva eşitliğinin sınırları aşılarak gerçek toplumsal eşitliğe yönelmek
durumundadır: Çünkü kapitalist toplum var olduğu sürece, ev emeğinin bu çoğalma işlevi
varlığını sürdürecektir.
Ev işçisi olarak kadın, ücretli işte çalışan erkek için karşılıksız hizmet görür. Böylesi bir
durumda erkek ve kadın birbirlerini, birbirlerinin düşmanlığı ile besler. Ücret sistemi, sınıfsal
ilişkileri gizlediğinden, kadının ezilmişliği salt erkek tarafından ezilişine bağlanır.
Çözüm nasıl olacak?
Çözüm, zorunlu ve artık emeğin, toplumsal üretimin bir parçası durumuna dönüşeceği sınıfsız
bir toplumda gerçekleşecektir. O günlere taşınıncaya değin, kadın için demokratik haklar
kavgası, hakların eşit olmayan bir dağılımı için mücadele demektir. İnsanların sevgisi
bencildir; bencil olduğu için özneldir; öznel olduğu için bize daha yakındır.
Özgürlüğü sevme, başkalarını sevmedir: İnsan ancak kendi kendisini sevebilir; ama kendisini
kendi içinde sevemez; kendini kendi dışında sever. İnsan kendini sevebilmek için kendi dışına
çıkmaya çabalarken, sevginin kendisi kendi dışını kendi içine doğru iten bir güç olarak
dünyalaşır. Kendisini kendi dışına taşıdığında, beni koruyan örtü yırtılır; iç açığa çıkar.
İnsanın kendisiyle sevişmesi cinsellik mi? Yoksa aşk mı? Cinsellik bütün bedeni sarsa da yine
de bedenin kimi bölgelerinde yoğunlaşır. Aşkta ise tüm ruh ve beden etkindir. Cinsellikte çok
yapılı olan beden, aşkta bir yapılı duruma gelir.
Karşıtlar olarak kadın ve erkek aile içinde vardır: Aile dışında her biri yurttaştır. Ve yurttaşın
cinsel kimliği olamaz. Kadınlara ve erkeklere özgü sivil haklar olmadığından, kadınlar için
durum yürekler acısıdır. Var olan yasalar erkeklere uyarlandığından ve yurttaşın modeli erkek
olduğundan kadın yurttaş, ihtiyaçları karşılanmayan bir haklar eşitliğiyle istismar
edilmektedir. Böylesi bir durumda aşk kadın tarafından olanaklı olmaz; çünkü kadın erkeğin
içinde bilinçsizce erimiş olarak kendi cinsiyetini ve cinsiyetiyle ilişkisini göremez. Başka bir
anlatımla kadının aşkı ailevi bir şey olarak sivil bir göreve indirgenir: Ne tekil bir aşka hakkı
vardır, ne de kendini sevmeye. Tam tersine o sevilmeye ve himayeye adanmıştır; bu
adanmışlık içinde kendini kurban etmelidir. Erkek için ise kadına duyulan aşk, yurttaşın evin
tekilliği içinde dinlenmesini temsil eder. Kadın evrenselliği erkek everenselliğinin içine
alındığı için pratik bir emeğe indirgenir. Böyle olduğu için de kadın bir göreve denk düşer, bir
hakka değil. Erkeğe gelince o kendini aşkın tekilliğine teslim eder: Evinde bir kadınla
yaşadığı aşk, yurttaş olarak verdiği emeği tamamlayan bir dinlenmeyi simgeler.
Pandoranın Kutusu
Kadının mutluluğu,
erkeğin onurunda ya da egemenliğinde değildir.
Pandora, Yunan mitolojisinde, güçlü ve kendini beğenmiş erkekleri cezalandırmak için
tanrıların yarattığı simgesel dişi-insan, yani kadındır. Yunan yaradılış tasarımı diğer
mitolojik tasarımlara göre temel bir farklılık gösterir: Başlangıçta tek erkek-insan değil,
birçok erkek-insanlar yaratılır. Uzun bir süre, üreme kaygısı dışında bir erkekler dünyası
hüküm sürer. Zamanla tanrılar tanrısı Zeus ile Titan oğlu Prometheus arasındaki düşmanlık
tırmanınca Zeus tarafından, erkek insanların başına bela olması için ilk dişi-insan Pandora
yaratıldı.
Söylenceye göre Titan karı-koca İapetos’la Klymene’nin, Atlas, Menoitios, Prometheus ve
Epimentheus adlarında dört çocuğu olur. Bu çocuklar akıl gücü bakımından tanrılara üstündür
ve onlara kafa tutarlar. Zeus bu çocuklara özel bir kin duymaktadır. Bu kin sonucu Atlas,
gökkubbeyi omuzlarında taşımakla, Menoitios ise Yeraltı’na kapatılmakla cezalandırılır. Yine
ceza olarak Prometheus’un karaciğeri kartallara yedirilir; Epimentheus’a ilk kadın Pandora eş
olarak verilir.
Mitolojinin ilginç yanı ilk erkek insanların çok akıllı ve becerikli olan Titan Prometheus
tarafından, ilk kadının da ceza olarak tanrılar tarafından yaratılmış bulunmasıdır. Yani ilk
erkek-insanlar tanrıların başına bela olmak için, ilk kadının ise erkeklerin başına bela olmak
için yaratılmıştır.
Prometheus, budala ve duygusuz bulduğu tanrılara karşı kendisi gibi akıllı ve duygulu
erkekler yaratabilmek için gözyaşlarıyla toprağı ıslatır ve onları topraktan oluşturur. Buna
karşın tanrılar Pandora’yı yaratırken tüm özelliklerini onda toplarlar: Aphrodite güzelliğini,
Minerva çekiciliğini, Hermes kurnazlığını ve yalancılığını, tüm diğer tanrılar da kendi
özelliklerini Pandora’ya armağan ederler.
Böylelikle ilk dişi-insan, yani ilk kadın bir tüm tanrı olarak yaratılmış olur. Tanrılar iyi ve
kötü yanlarını ona devrettikleri için erkek-insanlarla rahatlıkla başa çıkabilecektir. Ne var ki
tanrılarda akıl ve duygu olmadığından Pandora da akılsız ve duygusuzdur. Akılsız olduğundan
kendisini yaratan tanrılara kul-köle olacaktır; tanrılar da Pandora aracılığıyla bütün insanları
kendi güdümlerine alabileceklerdir.
Tanrılar Pandora’ya kendi özelliklerini aktarmakla yetinmezler; bütün kötülükleri ve acıları
bir kutuya doldururlar ve O’na verirler. Pandoranın Kutusu işte budur. Tanrılar Pandora’ya
bencillik niteliğini verdiğinden bir gün dayanamayıp bu kutuyu açacaktır. Düşünüldüğü gibi
de olur: Pandora dayanamaz ve kutunun kapağını açar; açar açmaz da tüm kötülükler ve acılar
insanların arasına yayılır; kutuda sadece umut kalır.
Pandora ile evlenen Titan oğlu Epimetheus, bu kötülüklere ve acılara karşı kutudaki umudu
kullanarak mücadeleye girişir ve kendisinden doğacak kuşaklara bunu aktarır. Pandora ile
Epimetheus’un evliliğinden birçok kızları doğar. Bu kızlarla Prometheus’un yarattığı
erkeklerle evlenir. Böylece yeni insan kuşakları türer. Yeni kuşak insanların kişiliklerinde
tanrılık bir yanla titanlık(devlik-şeytanlık) bir yan birlikte bulunur. Tanrılık yan onların
metafizik güçlerini geliştirirken Titanlık yan, onların fizik güçlerini geliştirecektir. Akıl, fizik
gücün yanında olduğu için zamanla fizik güç, metafizik gücü boyunduruğuna alacaktır. Diğer
yandan insanlar birbirleriyle evlendikleri için tanrılık yan giderek eriyecektir.
“Söylencesel öyküye bir de tanrıların çapkınlıkları karışınca iş iyice çığırından çıkar: Tanrılar,
insan soyu kadınlarla evlenmeye başlar ve bir sürü çocuk doğar: Tanrılar insanlaşır, insanlar
tanrılaşır. İnsan-tanrılar, tanrı-insanları ciddi biçimde tehdit etmeye başlar. Şaşkınlık
içindeki Zeus, bir tufanla tüm insanları yok etmeye karar verir. Ne var ki Prometheus’tan
devraldığı aklı daha da geliştiren insan, yokolmaktan kurtulmanın yolunu bulacaktır.
Prometheus’un oğlu Deukalion’la Pandora’nın kızı Pyrrha, kocaman bir gemi yaparak evreni
kaplamış bulunan azgın suların üstünde kalan Parnassos Dağı’na çıkmayı başarırlar.” (3)
Evcil Doğa ya da Modern Köle
Kadınlar çocuklar
tarafından sürüklenmedikçe gezinmezler.
Duyguyu hayvanlara bıraktık da insan olduk, ardından kadınlara bıraktık erkek. Onun için
erkekler kördür, ışığa bakar göremez; sağırdır, kulaklarını dört açar işitemez; ellerini uzatır
ama dokunamaz; tütsü kuyusuna düşer de koku alamaz.
Modern çağda, kadının doğa ve bereketle özdeşleştirilmesinden sakınıldığı için ezilenler
katında kadının yazgısı erkeğin yazgısından uzaklaştı: Vahşi doğa erkek, evcil doğa kadın
oldu.
Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki çelişmenin karı-koca
evliliği içinde gelişmesiyle, ilk sınıf baskısının ise dişi cinsin erkek tarafından baskı altına
alınmasıyla aynı zamana denk geldiği hiçbir zaman unutulmamalıydı. Egemen anlamda, doğal
koşullar üzerine değil de ekonomik koşullar üzerine kurulan tek karı-koca evliliği, insanlığın
evriminde kuşkusuz büyük bir tarihsel ilerlemeydi. Ama ne var ki bu ilerleme, erkeklerin
refah ve gelişmesi, kadınların acı ve gerilemesiyle elde edilen bir ilerlemeydi. Her ilerlemenin
aynı zamanda bir gerileme olduğu bu çağ, kadın-erkek ilişkilerinin, erkeğin belirleyici olduğu
çıkar zemininden, her iki cins için eşitlik üreten doğal-toplumsal zemine aktarılamadığı
sürece aşılamayacaktı: İlerleyen erkek, gerileyen kadın olacaktı.
Günümüzde teknik akılsallık egemenin, özelde erkeğin akılsallığıydı; bu akılsallık, kendine
yabancılaşmış toplumun ya da kendine yabancılaşmış erkeğin zor kullanan niteliğiydi. Zor
kullanan nitelik nedeniyle bireyleşmedeki her türden gelişme bireyselliğin zararına işlemeye
başladı. Sonuçta; yaşam, iş yaşamına ve özel yaşama; özel yaşam, mahremiyete; mahremiyet,
geçimsiz evlilik beraberliğine bölündü. Geriye kendi amacını izleme kararından başka bir şey
bırakmadı: Yalnız başına kalan, kendisiyle ve herkesle arası açık olan birey artık, hem
heyecana getiren hem de hareket eden gizil bir Naziydi ya da dostluğu sosyal anlaşma olarak
algılayan soğuk, namert bir kent sakiniydi.
Aile biçimi, toplumsal sistemin bir ürünüydü ve onun kültür durumunu yansıtıyordu. Ataerkil
aileyle birlikte ev yönetimi, kamusal niteliğini yitirdi. Artık ev işi, toplumu ilgilendirmez
oldu; erkeğin özel bir hizmeti durumuna geldi. Modern karı-koca ailesi, açık ya da gizli,
kadının evcil köleliği üzerine kuruldu ve giderek kadın, toplumsal üretim sürecinden
uzaklaştırıldı. Bu uzaklaştırmayla birlikte kadın, erkekle kavga vereceği alanı da yitirmiş
oldu. Günümüz sanayi toplumu, kadına, toplumsal iş sürecine katılma yolunu açmış
gözüküyor ama istisnalar bir yana bırakılırsa ev işi, hâlâ bu iş sürecinin dışında. Kadının
kurtuluşunun ilk koşulu, kadınların yeniden kamu işine dönmesinden ve ev işinin, toplumsal
iş sürecinin bir parçası durumuna getirilmesinden geçecekti: Bu koşul yaşama geçtiğinde
toplum, ev hizmetiyle ilgi kurmaya başlar, ev işi özel hizmet olmaktan çıkar; kadının baş
hizmetçiliği sona erer.
Yaşama geçirilen kadın hakları, erkekle kadın arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırmaz; tersine,
aralarındaki mücadelenin üzerinde yapılacağı alanı hazırlar. Ama ne var ki var olan koşulda
bu alan, sistem ve sistemin taşıyıcısı erkek tarafından işgal edilmiş durumdadır. Kadının
erkekle mücadele edeceği alanı belirlemeye girişmesi özünde bir başkaldırıdır; her başkaldırı
bir bedel ister; kendini bilmek isteyen her kadın bu bedeli ödemek durumundadır.
Anlaşılacağı üzere ataerkillikle birlikte kadın, özne olmaktan çıkıyor: Artık o, bir şey
üretmiyor; sadece üretilenlere bakıp, özen gösteriyor. Bu durumunu onurlandırırsak, tarihin
uzak geçmişinde kalmış kapalı ev ekonomisi anısının canlı bir anıtı olarak çıkar karşımıza.
Erkek egemen sistem tarafından zorlanan iş-bölümü, kadına pek yaramamış gözüküyor.
Kadın, biyolojik işlevin maddeleşmesine, tene aşkın ürününe konaklık eden yatağa
dönüşürken, kadına hükmediliş, uygarlığın övünç kaynağı olup çıkıyor. Bu övünç kaynağı,
evcilleştirilmiş ya da evcil doğanın, egemen bilinçte yansıyan imajından başka bir şey değildi.
Uyum sağlamayan ya da sağlayamayan, başına buyruk davranan kadın, buna eşlik eden
ekonomik bir acizlikle cezalandırıldı.
Başlangıçtan bu yana, doğaya sınırsızca hükmetmek, evreni uçsuz bucaksız bir avlanma
alanına çevirmek, insan düşüncesinin temel ideali olageldi. Bu düşünce erkek egemen
sisteme, ataerkil topluma uyarlanınca varılan sonuç insanlık adına ürkütücü oldu. Erkeğe göre
kadın, ufak tefek ve güçsüzdü; yani erkekle arasında doğasal bir fark vardı. Amaç doğaya
hükmetme olunca, biyolojik olarak güçlü-güçsüz ilişkisine yönelik eğilim yine doğanın
kendisi tarafından uygulamaya sokulur. Sonuçta kadın, sömürülmüş doğa karşılığında,
egemenlik dünyasına ya da uygar dünyaya alınmayı başarır: Galibin zaferi, yani, erkeğin
yengisi, kadının boyun eğişiyle yaşama geçer. Tersinden düşünürsek, kadının yenilgisi,
galibin, yani erkeğin zaferi görüntüsü ardında kutsanır. Bu durumda, ters dönmüş bilinç
gereği kadının yenilgisi fedakârlık, umutsuzluğu yüce ruh; lekelenmiş yüreği seven bir kucak
olup çıkar.
Özetlemeye çalışırsak; toplumsal iş sürecinden kovulmasının bedeli olarak kadın,
efendisinden saygı görür. Zamanla bu zorunluluk, zorbalık kadın açısından gönüllülüğe
dönüşür; kadın artık vahşi doğayı, egemen doğayı erkeğe bırakır; evcilleştirilmiş doğayla
kendini bir tutar. Kadın kendi beni hakkında erkeğin değerlerine göre hüküm vermeye başlar;
ne olduğunu ise ataerkil bir ailede başına gelenlere bakarak öğrenir.
Önce hayvan evcilleştirilmişti uygarlık geldi evcilleştirilmiş hayvan hizmette yetersiz kalınca
bu kez hayvanı çoğaltmak anlamında kadın evcilleştirildi.
Sonuç mu? Uygarlığın bu icadı kadını modern köle yaptı. Bu karşıtlık tarihsel sürecinde,
dışımızdaki doğada ve kendi doğasında yaşama geçerken; egemen doğa, vahşi doğa olarak
algılanan erkekler tarafından, hükmedilen doğa, evcil doğa olarak bilince taşınan hayvana
gösterilen ilgi, özen yetersiz, doyurucu olmaktan uzak bulundu. Çünkü hükmedilen doğa,
evcil doğa, ek-doğa olarak algılayabileceğimiz insanın toplumsal yapısını kullanamıyordu da
ondan. Yeni onur kaynakları aranmaya girişildi. Bu kaynak uygarlıkta bulundu; kadın,
hayvanın rolüne soyundu ya da soyunduruldu. Bu nedenle bugün kadınlara düşen görev,
kendi sorunlarının çözümüne ilişkin kavganın-mücadelenin verileceği alanı hazırlamak; bu
alanda kullanacağı iletişim dilini yaratmak; bunu yaparken erkekleri de özgürleştirmek;
erkeğe bu konumu biçen erkek egemen toplumu sorgulamak ve genel demokrasi kavgasının
üretici bir halkasını oluşturmak olmalıdır.
Clara Zetkin Sahne Aldı
Zamanın sırrı büyüklerin aklında değil,
çocukların ya ada kadınların yüreğinde gizlidir.
1800’lü yılların sonunda, sahneye, bilincine ancak 1980’li yıllarda varabildiğimiz Clara
Zetkin çıktı: Kapitalist toplumla birlikte kadın sorununun modern bir sorun olarak ortaya
çıktığı saptamasıyla sorunu sınıf açısından irdelemek gerektiğini söyleyiverdi. O, Kadın
sorunu: Proleter ve orta burjuva kadını için, aydın kadın için ve egemen sınıf kadını için
vardır, ancak, sınıfına göre bu sorun değişik şekiller alır, diyordu. Zetkin’in bu yaklaşımıyla
o güne değin egemen olan sosyalist tavır yara aldı; tabular yıkılıyordu. Zetkin’e göre, egemen
sınıf kadınının sorunu mülkiyetti; mülkiyet sahipliğindeki eşitsizlikti; yaşamından doyum
sağlayabilmesi için mülkiyetleri üzerinde özgür ve bağımsız denetimi ele geçirmeliydi. Bu
amaçla kendi sınıfından erkeklere karşı bir savaşım içine girdi. Küçük ve orta-burjuva ile
aydın burjuva kadınının sorunu oldukça farklı bir sosyal biçim sergiliyordu: Buradaki kadının
sorunu, kendi sınıf temelinde cinsiyete dayalı eşitsizlikti; yani kazanç eşitsizliğiydi; sorunun
çözümünü ise iş yaşamında, kendi sınıfının erkekleriyle ekonomik eşitlik talebinde buluyordu.
Proleter kadının sorunuysa başka bir biçim içeriyordu: Kapitalizmin ekonomik yaşamına
girmek için bir kavga vermek zorunda değildi; o zaten ekonomik yaşamın içindeydi. Onun,
kapitalist düzenin kullanımına, sömürüsüne ve olanaklı olan en ucuz emek gücü arayışına alet
olmaktan dolayı bir kadın sorunu vardı. Proleter kadının temel sorunu kapitalizmdi; çözümü
ise proleter sınıfın politik iktidarını sağlamaktı. Onun yapacağı şey, kendi sınıfının erkeğiyle
omuz omuza, onunla uzlaşmaz bir çelişkiye girmeden kavga vermesiydi.
Bizde esintisi görülmese de uluslararası düzeyde feminist hareket oldukça boyutluydu:
1960’ların sonlarında Zetkin’in izinde sosyalist-feminist bir akımın çıkışı çok önemli bir
gelişme oldu: Anti-emperyalist ve ülke içi/ülke dışı ilerici hareketlerle dayanışma içine girdi.
Ama feminist hareket kendi zemininde karşıtını üretmekte gecikmedi: Erkek üstünlüğünü tüm
insanlığın ezilmişliğinin kökeni kabul eden ve kadın özgürlüğü önünde başlıca engel
olduğunu savunan köktenci feminist akım boy verdi.
Türkiye’de 1980’li yıllarla birlikte sosyalist-feminist hareketten çok temel çelişkiyi kadınla
erkek arasında gören, erkeği baş düşman kabul eden, popülist hezeyanlar eşliğinde, erkeği
içine almayan, onunla bir arada bulunmaktan tiksinen küçük-burjuva nitelikli köktenci
feminist hareket egemen oldu. 1970’lerin sonuna kadar kadın hareketinde sosyalist nitelik
yoktu; sonraki yıllarda ise sosyalist nitelik boğuldu.