ANNEM GİBİ 1 ANNEM GİBİ Orijinal Adı: Mauvaise Fille Yazarı: Justine Lévy Genel Yayın Yönetmeni: Meltem Erkmen Çeviri: Özgül Tuna Editör: Aslı Güçlü Düzenleme: Nurhan Seyrekbasan Kapak Uygulama: Berna Özbek Keleş Kapak Fotoğrafı: Ilina Simeonova / Trevillion Images 1. Baskı: Nisan 2014 ISBN: 978-9944-82-833-8 YAYINEVİ SERTİFİKA NO: 12280 © Editions Stock 2009 Türkçe Yayım Hakkı: Akcalı Ajans aracılığı ile © Epsilon Yayıncılık Hizmetleri Tic. San. Ltd. Şti. Baskı ve Cilt: Kitap Matbaacılık Davutpaşa Cad. No: 123 Kat: 1 Topkapı / İstanbul Tel: (0212) 482 99 10 (pbx) Fax: (0212) 482 99 78 Sertifika No: 16053 Yayımlayan: Epsilon Yayıncılık Hizmetleri Tic. San. Ltd. Şti. Osmanlı Sk. Osmanlı İş Merkezi 18/4-5 Taksim / İstanbul Tel: (0212) 252 38 21 (pbx) Faks: (0212) 252 63 98 İnternet adresi: www.epsilonyayinevi.com e-mail: [email protected] 2 ANNEM GİBİ Justine Lévy Çeviri: Özgül Tuna 3 4 1 Annesi olduğumu sanıyor. Bu düşünce, bana duyduğu bu güven korkmama neden oluyor. Bu normal değil, diyorum kendi kendime. Gerçekten annesi olduğumu sanıyor. Kaçık ve kötü biri olduğumu, seyyar bir felaket olduğumu, bir suçluluk abidesi olduğumu, bir ceza olduğumu henüz bilmiyor. Dilersem onu kötü bir şekilde sevip kötü bir şekilde yetiştirebilirim. İstersem oyuncaklarını atabilirim, onu nedensizce dövüp azarlayabilirim, ağladığını duymazdan gelebilirim, biberon saatini unutup altını değiştirmeyebilirim ama o yine de beni aynı şekilde sever, başka seçeneği yok çünkü. Hayır, benim küçük sevgilim, meleğim, özür dilerim bebeğim, özür dilerim, fakat bana duyduğun güven inanılmaz, böyle olmamalı, çok tehlikeli, ben de senin gibiydim, senin gibi annemin annem olduğunu sandım, iyi bir anne olmak için sadece anne 5 olmanın yeterli olduğunu düşündüm, beni anlamanı öyle çok istiyorum ki sana anlatacağım öyle çok şey var ki meleğim. Öte yandan, annesi olduğumu nereden biliyor? Onunla fazla zaman geçirmiyorum ki. Bakıcısı var, babası var, babasının annesi var ve elbette ben varım, fakat ben beceriksizim, tedbirliyim, neredeyse utangacım, kızım beni etkiliyor, bana dik dik bakıyor, onun yanındayken içimden güneş gözlüğü takmak geliyor, öyle ciddi görünüyor ki beni yargılıyor, korkunun kokusunu yayıyor olmalıyım, korkunun ve anneliğin, bu kesinlikle bir koku meselesi ama her gün parfüm değiştiriyorum, hiçbiri beni memnun etmiyor, hiçbiri bana uymuyor, terliyorum, hormonlar yüzünden olmalı, hormon ve korku karışımı pis bir koku, ölüm kokuyorum ve buna rağmen annesi olduğumu biliyor; o çocuk, ben anne, beni görünce gülmüyor ama ben gidince ağlıyor; anne, bu bizim hikâyemize benzemiyor mu? İki hafta boyunca kızım baba, baba dedikten sonra yorulmuştum, herkesi kıskanıyordum, bütün dünyaya düşman olmuştum, bıkmıştım - sonra bir sabah bana anne dedi ve bu bir okşayış, bir mucize gibiydi, annem boşuna ölmedi dedim kendi kendime. Anneler sonunda hep kazanır. Annemin yanında iyi bir anne olduğumu göstermeye cesaret eder miydim? Bu hakareti yüzüne vurabilir miydim? Yoksa onun yanındayken tedbirsiz ve beceriksiz görünüp onun kadar kötü olmak için elimden geleni mi yapardım? On beş yaşımdayken babamın kız arkadaşlarını sinirlendirmemek için yaptığım gibi gizlenir miydim? Kim bilir, belki de annemi üzmemek için ben de kızımı soğuk suyla yıkardım, ona siyah giysiler giydirirdim, üç aylıkken ona sosis yedirirdim ve iki yaşını henüz geçmişken yeterince büyümüş gibi onu tek başına kreşe gönderirdim. 6 Peki onu anneme bırakabilir miydim? Bir geceliğine? Bir haftalığına? Tatillerde? Annem beni şaşırtacak ölçüde makul davranıp daha düzenli, daha sadık olur muydu? Kim bilir, belki de kızımı kıskanırdım. Annem benden esirgediği sevgiyi kızıma gösterirdi. 7 8 2 Bu bir sürpriz. Pablo’nun haberi yok, kimsenin haberi yok, dillimi tutuyorum ve Pablo’nun randevularının hepsini gizlice iptal ediyorum. Hayatımda ilk defa böyle bir şey yapıyorum. İlk defa Pablo’nun eşyalarını, ajandasını, cep telefonunu karıştırıyorum. Biraz utanıyorum. En çok da korkuyorum. Çünkü bu gibi anlarda korkunç bir sır açığa çıkabilir: Bir metres, gizli bir çocuk, kötü bir alışkanlık. Neyse ki hiçbir şey keşfetmiyorum. Fakat sorun yaşamama niyetindeyim. Seyahatimiz üç gün süreceğinden sadece o üç günü kapsayan randevularını iptal ediyorum: Son filmi için bir röportaj, Pierre Goldman projesi hakkında konuşmak için menajeriyle yiyeceği bir yemek, bir erkek arkadaşıyla çıkacağı başka bir yemek. Numaraları çevirirken titrediğimi hissediyorum: Erkek arkadaşı değil 9 de film setinde tanıştığı bir kızsa? Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyor. Kıskançlık iğrenç bir şey, her şeyi kirletiyor, insanı deli ediyor. O an karar veriyorum: Bundan böyle sürpriz falan yapmayacağım. Sonrasında Pablo’nun uyanmasını bekliyorum ve valizimi hazırlıyorum: Seksi iç çamaşırları, düztaban ayakkabılar, bisküviler, beraber okuyabileceğimiz kitaplar, kâğıt tütsü, yorgun düşersek diye vitamin. Her şeyin çok güzel, güzelden daha güzel, mükemmel olmasını arzu ediyorum. Onu ne kadar sevdiğimi, ona ne kadar değer verdiğimi, bunalıma girince hayatını cehenneme çeviren Louise’den başka bir Louise olduğumu anlamasını istiyorum. Yola çıkacağımız o sabah onu ben uyandırıyorum. Bu da bir ilk. “Doğum günün kutlu olsun aşkım, çantanı hazırla gidiyoruz.” Genelde benden önce uyanıp kahvaltıyı o hazırlar, ben kahve makinesini bile kullanamıyor, filtre, su, kahve, neyin nereye konacağını bile bilmiyorum. Muhtemelen zor bir iş değil ama hazırlayamıyorum, öncesinden birkaç deneme yapmak da aklıma gelmiyor. Taksiye biniyoruz. Pablo uykulu, saçları diken diken, yüzü tıraşsız bir halde bana yan yan bakıyor, şaşkın ama mutlu görünüyor, durmadan çalan cep telefonundan dostları doğum gününü kutlarken gülümseyerek, “Eşim beni kaçırıyor,” diyor, nereye gittiğimizi ne zaman döneceğimizi bilmediğini söylüyor ve elimi sımsıkı tutuyor. O an hastanede yapayalnız olan annemi düşünmek istemiyorum. Tamam, evet, biraz düşünüyorum, fakat annem emin ellerde ve sadece birkaç gün yanında olamayacağım, beni dilediği zaman arayabilir, telefonum açık, kemoterapisi biteli iki ay oldu, karnında sadece biraz su var o kadar, asit diyorlar buna, hiç önemli değil, internette okudum, periton boşluğun10 da sıvı birikmesi, insan bu kelimeleri okuyunca korkuyor ama yine de panikleyip sürprizimi iptal etmemi gerektirecek kadar korkunç bir şey değil. Annem önceki gün panik içinde beni aramıştı. “Bana neler oluyor anlamıyorum, karnım durmadan şişiyor, doktora ulaşamıyorum, masörüm tatilde, neyim var anlamıyorum.” Bunun üzerine, “Sakin ol, doktora ulaşmayı deneyelim,” demiştim ona. Babamın annem için bulduğu o süper adama kendi aramızda sadece doktor diyorduk. Fakat doktor yalnızca babam onu aradığı zamanlarda telefonuna cevap veriyordu. Ve babam yurtdışındaydı, çok uzaklarda, çölün ortasında, telefonsuz bir yerde. Yalnızca acil bir durum olunca arayabilirdik onu ve bana göre annemin şişen karnı acil bir durum değildi. “Sorun değil,” demiştim anneme. “Sen doğruca hastaneye git, ben de şimdi çıkıyorum, beni orada bekle, göreceksin her şey yoluna girecek.” Fakat annem hastaneye gitmek istememişti. “Yapamam. Karnım, saçlarım, sana nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ama babana epey pahalıya mal olan Doktor A’nın tasarladığı diş protezim geçen hafta kırıldı ve bir türlü takamıyorum,” demişti. “Büyütülecek bir şey değil, kimse dişlerine dikkat etmeyecektir,” diyerek onu ikna etmeye çalışmıştım. Ancak annem bağırmış, kimsenin dikkatini çekmeyeceğine dair yaptığım yoruma gücenerek bir çocuk gibi ağlamaya başlamıştı. Bense Roma seyahati için liste hazırlayıp kahvaltı yapmaya çalışarak içimi çekmiştim. “Dişlerini takmayı dene anne, olmazsa bugünlük, hastaneye gidip gelene kadar idare etmeye çalış, ben de hemen çıkıyorum.” Hastaneye aynı anda ulaşmıştık. Ve onun o hastaneden bir daha hiç çıkmayacağını ikimiz de bilmiyorduk. 11 Ödemli bacakları, ayağında cenazesinde ona giydireceğimiz ayakkabıları ve babamın parasıyla aldığı güzel hırkasının gizleyemediği şiş karnıyla tam karşımda duruyordu. Daha birkaç gün önce yine eski Fransız frangıyla hesap yapmış ve babam ona iki bin euro verdiğinde iki bin frangın yeterli olmadığını söylemişti. Ve babamın verdiği o parayla alışveriş yapmıştık. Butiklere bakarken annem eski günleri anımsamıştı. Sophia ile birlikte şık butiklerden çıkmadan önce kendi mantolarıymış gibi kürk mantoları çaldıklarını ve kimse o kürkleri tanımasın diye onlardan etek, ceket, yelek yaptırdıklarını anlatmıştı. Çalınmış bir araba kadar güzelsin, diyordu Sophia anneme ve onun neden söz ettiğini annem çok iyi biliyordu çünkü beraber araba bile çalmışlardı. O gün annem hırkasını giymiş, dudaklarına en güzel rujunu sürmüş, kalan saçlarına bir fular bağlamış ve diş protezini takabilmişti. Böylece üçüncü denemeden sonra hemşire nihayet karnına iğne vurduğunda, dilediğince bağırabilmişti. Hemşire biriken sıvıyı boşaltmak için karnına bir hortum bağlamıştı. Karnına bakmış ve annemin içten içe verdiği iğrenç savaşı düşünmüştüm. O gün doğum günü olan hemşire, arkadaşlarının hazırladığı sürpriz pastanın mumlarını üflemek için yanımızdan ayrılmıştı ve onun yokluğunda anneme ben hemşirelik yapmıştım. Kadın odadan çıkmadan önce ihtiyaç halinde onu çağırmamızı istemiş olsa da annem doğum gününü berbat etmek istememiş, böylece şiş karnının üzerine basma işini bana yıkmıştı. İdrara benzeyen sıvı her bastırdığımda akıyor ve seksi iç çamaşırlarıyla dolu valizimin üzerine boşalıyordu sanki. O gün anneme yalan söylemiştim: Ona editörümün isteği üzerine kitabımın tanıtımıyla ilgili epey can sıkıcı bir Brüksel seyahatine çıkmak zorunda olduğumu anlatmıştım. Bir de ha12 ber programına katılacağımı uydurmuştum, daha çok özür dileyip onu daha çok etkilemek için. Fakat yola çıkacağım güne dek karnına bastırmaya devam edecektim. Yavaş ama sıkıca. Sıvı akıyordu ve ben aldığım tuhaf kokuyu, sıvının yapışkan yapısını önemsememeye çalışırken ilgilendiğim kişinin annem olduğunu hatırlatıyordum kendime. Benim de karnımda sıvı var, demiştim onu ikna etmek istercesine. Annem gülmüştü, ben de gülmüştüm ve sıvı daha hızlı akmaya başlamıştı. “Beni ilk defa hamileyken görüyorsun,” demişti ve bu gerçekten hayatı boyunca dile getirdiği en komik sözdü. Çok geçmeden yanımıza gelen Doktor Lippi’ye, sevimli Doktor Lippi’ye gülümsemişti annem. Sanırım ondan hoşlanıyordu. Özgüvenini yansıtan o masmavi gözleri, esrarı fazla kullandığı en kötü günlerinde bile ona hiç ihanet etmemişti. Dört yaşımdaydım, sabahları annemi banyoda uyurken buluyor ve küçük bir köpek yavrusu gibi onu halının üzerine çekmeye çalışıyordum, onu uyandırmayı denediğimde gözlerini açıyor ve bana hep aynı şekilde bakıyordu. Gerçek olan tek şey gözleri, bakışıydı. Doktor Lippi’nin o bakışı fark ettiğini anlamıştım, karnına dokunup hastalığını ölçermiş gibi yaparken onu güzel bulduğunu hissetmiştim. “Görüyor musunuz?” demişti annem. “İçi su dolu! Bu çok tuhaf değil mi?” Doktor Lippi gülümseyerek, “Tuhaf, evet,” demiş ve yeniden onun karnını yoklamıştı. Bakışları annemden bana kaymıştı. Sevecen ve şaşkın görünmüştü gözüme. Alnına dağ yollarını andıran kırışıklıklar yerleşmişti. Annem biri onunla ilgileniyor ve onu ciddiye alıyor diye mutluydu ama susuyordu. Doktor da öyle. Çünkü her şeyin bilincindeydi. Asit kılığına bürünen görünmez düşmanın, annemin karnındakinin su değil de mayalanmış pislik olduğunu, bir metastaz çorbası olduğunu biliyordu. 13 14 3 Roissy Havaalanı’na vardığımızda taksinin parasını ben ödüyorum. “Bugün senin doğum günün, her şey benden,” diyorum rahatsız bir halde. Bu da sürprize dahil bir ayrıntı. Konu para olduğunda Pablo genelde karşı çıkar ama şu an sadece gülümsüyor. “I’m just a gigolo,” diyerek ıslık çalıyor. Şoför dikiz aynasından ona bakıp ne kadar şanslı olduğunu söylüyor. Ve havaalanına girdiğimizde olanlar oluyor. Önce uçağın rötarlı kalkacağı anons ediliyor. Sonra da bekleme listesinde olduğumuzu öğreniyoruz. Bekleme listesi mi? Yine nerede yanlış yaptım? Nasıl bu kadar budalaca hareket edebildim? Ağlamaya başlıyorum. Sürprizim suya düştü. Fakat Pablo duruma hemen müdahale ediyor. Roma’ya gideceğimizi anlıyor. Anlamamış gibi davransa da beni mutlu etmek için aptalı oynuyor. 15 Roma bizim için bambaşka bir hikâye çünkü. Pablo benim aksime oraya hiç gitmemişti. Buna rağmen hiçbir zaman Roma’ya beraber gidelim istememiştim. O şehirde çok fazla anım vardı ve hepsi birbirinden korkunçtu. “Peki ya papazım?” diye soruyordu bazen Pablo umutsuzluğa kapılmış gibi görünerek. “Ne oldu papazına?” diyordum. “Günün birinde papazım bizimle görüşmeyi kabul ederse oraya gitmek zorunda kalırız.” Böyle bir olasılığın gerçekleşmeyeceğini bildiğimden, “Tamam,” diyordum ikna olmuşçasına. Fakat şu an, papazlı ya da papazsız, bir bekleme listesindeyiz ve utanç içindeyim. Pablo kontuarda bağırarak, havayolu şirketini mahkemeye vereceğini ve basını çağıracağını söyleyerek insanlara tehditler savurup küfür ederken oturduğum yerde küçücük oluyorum. Artık gitmek istediğimden o kadar da emin değilim. Annemden ve hastalığından kurtulacağımı düşünmüştüm. Üzüntü kaynağını hastanede bırakıp üzüntüden kaçmak istemiştim. Ancak suçluluk duygusu yeniden yüzünü gösteriyor, bekleme listesinin yarattığı boşluktan faydalanarak hızlıca beni dibe çekiyor ve başım, yüreğim ağrımaya başlıyor. Sonunda uçağa biniyoruz. Fakat otele vardığımızda başka bir korkunç durumla karşılaşıyoruz. Annemin bir arkadaşının arkadaşından almıştım adresi, süper bir otel olduğuna yemin etmişti - kuşkulanmam gerekirdi. Resepsiyondaki kız çıkıp bir tur atmamızı öneriyor ve “Odanız henüz hazır değil, birkaç şey eksik, onları ayarlamamız gerekiyor ama valizlerinizi bırakabilirsiniz,” diyor. Biz de valizlerimizi bırakıp çıkıyoruz. Geri döndüğümüzde odanın hâlâ hazır olmadığını görüyoruz. Gerçek şu ki oda yepyeni, hâlâ hazır olmamasının nedenine gelince ne duşu var ne de perdesi, yalnızca tavanda sallanan bir lamba ve içerisi boya kokuyor. “Epey büyük,” diyor Pablo 16 bir duvardan öteki duvara geçerek, sanki böyle yapınca oda daha da çok büyüyecekmiş gibi. “Temiz de,” diye ekliyor. “Ve burada ilk öpüşen, ilk sevişen biz olacağız.” Gülümsüyorum. “Bu odada ilk gülümseyen sensin,” diyor ısrarcı bir şekilde ve beni öpüyor. Babama göre Pablo’nun en güzel yönü her zaman pozitif düşünmesi. Pablo’yu çok seven babamı düşünüyorum. Doğduğumda Roma’da olduğunu ve oradaki arkadaşlarını terör rüzgârına kapılmasınlar diye sertçe uyarmak zorunda kaldığını anlatan babamı düşünüyorum. Babamın kara para akladığı için İtalya’dan ayrılan arkadaşı Ulderico P.’yi düşünüyorum. Fransa’ya saklanmış ve para kazanmak için bana dadılık yapmıştı. Erkek bir dadım daha vardı. Evet, burada bunların hepsini düşünüyorum. Evimize yerleşen ve sigara içip esrarengiz telefon görüşmeleri yaparken benim geç vakit yatmama izin veren İtalyanları düşünüyorum. Fakat annemi düşünmüyorum. Karnında biriken sıvıyı düşünmüyorum. Geri döndüğümde karşılaşacağım yüz ifadesini düşünmek istemiyorum. O ifade bu kez farklı olacak ve ben en çok bu ifadeyi anımsayacağım. Pablo’yla mutluyuz. İyiyiz. Minibarda şampanya var. Kadeh istemek için resepsiyonu aramaya karar veriyoruz. Ancak henüz tamamlanmadığından odada bir telefon yok. Olsun. Şişeden içiyoruz. Pablo tadına bayılıyor ve bir şişe daha getirmek için odadan çıkıyor. Şampanya! O an karnımın içinde belki de şampanyadan hoşlanmayan bir şey olduğu ikimizin de aklının ucundan geçmiyor. Roma muhteşem bir şehir. Bakışlarınızı yukarılara çevirmeniz yetiyor, her taraf rengârenk. Derin derin nefes almanız yetiyor, her taraf çiçek ve yasemin kokuyor. Bir scooter kira17 lamanız yetiyor ve işte gerçek bir Romalısınız. Pablo buraya yerleşmemizi istiyor. “Ben burada film çekerim, sen de İtalyanca yazarsın, hafta sonları arkadaşlar gelirler, sınırsız eğlence olur, hiçbir zaman bunalıma girmezsin, İtalya’da insan nasıl mutsuz olabilir ki?” Bunun üzerine, “İyi fikir,” diyorum. Fakat bu Pablo için sadece bir fikir değil, bir karar. “Gelecek sene Roma’dayız,” deyip duruyor. Şimdiden plan yapacak kadar alışkanlık bile edindi: Randevularını gerçekleştireceği kafeler, Trastevere’nin gizli yerleri, sevdiği lokantalar, gazeteler, İspanyol Merdivenleri’nden Via Veneto’ya giden kestirme yol, Villa Medici’nin bahçeleri... İki hafta sonra başka bir konuya geçeceğini biliyorum. Bu yüzden sesimi çıkarmaksızın konuşmasına izin veriyorum. Onu takip ediyorum. Şehrin haritasını ezbere biliyor. Yeni yerler keşfetmek için sabah altıda uyanıyor. Mutluyuz. Aslında tam olarak değil. Beynimin içinde korkunç bir melodi yankılanıyor. Kitabımın tanıtımını bahane ederek annemi çok uzakta, Doktor Lippi’ye gülümserken bıraktığımı sanarak aslında kendime yalan söylüyorum. Bu sırada telefonum durmadan çalıyor. Gizli numara. Annem. Ona yalan söylediğimi tahmin ettiğinden eminim. Tanıtımları sevmediğimi, bir televizyon programına katılmanın bana iyi gelmediğini, bu gibi randevuları Paris’teyken son dakikada hep iptal ettiğimi biliyor. Annem, kurnaz bir kadın. Ama bana bunu yapmasına izin vermeyeceğim. O sadece dinleniyor, diyorum kendime. Sadece karnında biriken bir sıvı var. Doktorlara güvenmeliyim öyle değil mi? Bir sorun olsaydı gözlerinden mutlaka sezilirdi öyle değil mi? Bugün önemli olan tek şey Pablo’nun doğum gününden memnun kalması. Pablo ve ben artık bir çiftiz. Ben bu çiftin yarısıyım. Bu görevde başarılı olmam gerekiyor. 18 Bugüne kadar hayatımdaki her şeyi mahvettim. Ve Pablo’yla başarmam gerekiyor. Fransa’ya geri döndüğünde Pablo’nun arkadaşlarına, “Louise harika bir eş, hayatı seven bir sanatçı ve Roma seyahatimiz tam anlamıyla unutulmazdı, u-nu-tulmaz-dı,” demesini istiyorum. Bu düşüncelerden yola çıkarak anneme mesaj atıyorum. Yazdıklarıma dikkat ediyorum. Programa katıldığımda korkuya kapılmadığımı, kitabıma dair önemli bir gelişme kaydettiğimizi söylüyorum. Annemin bu satırlarla ilgili ne düşündüğünü bilmesem de o gece bambaşka bir şeyi fark ediyorum: Eğlenmek istiyorsam, Pablo eğlenmek istiyorsa, beraber eğlenmek istiyorsak, bir şeylerin şimdiden tadını çıkarmamız gerekiyor çünkü yakın zamanda her şey sona erecek. Bu gerçekten tuhaf bir duygu. Pablo’nun uykuya dalmasını bekleyip bir sigara yaktığımda hissettiğim tiksinti. Üstelik birkaç gündür sutyen takamıyorum çünkü her biri beni inanılmaz derecede sıkıyor. Ve iki aydır... Olmadım. Hesaplıyorum... İki ay, iki buçuk ay, belki de daha uzun bir süredir, zaten hesaplama konusunda hiç iyi değilim. Mutlu olmam gerekiyor, diye düşünmeye başlıyorum. Hayatı hafife almam gerekiyor. Hayatımda hiç bu kadar pozitif, iyimser olmadım. Hiç bu kadar Pablo’ya benzemedim. Annemi çok ama çok uzaklarda bırakıyorum. Salakça yazdığım mesajın ötesinde onu terk ediyorum. Bir papağan gibi tekrar ediyorum. Her şey yoluna girecek, doktorlar yanında, arkadaşları var, babam var, çok sevdiği arkadaşı Claire var, yalnız değil. Mutlu olmak için zamana ihtiyacımız var. Annem o gün bana hiç olmadığı kadar ihtiyaç duymuştu. Ve ben onu şimdiye dek hiç bu kadar yalnız bırakmamıştım. Roissy Havaalanı’na vardığımızda Pablo’ya hiçbir şeyden 19 bahsetmiyorum. Yalnızca tuvalete gidip geleceğimi söylüyorum. Ve gebelik testi almak için eczaneye koşuyorum. Sonuç düşündüğüm gibi. Elbette. Her şeyin değiştiğini, yeni bir hayata başladığımı, yeni bir maceraya atıldığımı, hayatımda seveceğim başka bir insan olacağını, kendimden ve annemden daha çok seveceğim bir insanın hayatıma gireceğini haykıran o küçük mavi çizgilere bakarak ağlamaya başlıyorum. Mutluluktan. Ve korkudan, utançtan, suçluluktan. Hiçbir şeyi planlamamıştım. Bir sabah uyandığımda bir çocuğumun olmasını istememiştim. Hem de hiç. Yeni hayatıma adım attığım bugün aynı zamanda annemin uzun sürecek sıkıntılı sürecinin başlangıcı. İçimden bir ses yaptıklarım yüzünden kendimi affetmeme engel oluyor. Doğruca Saint-Louis Hastanesi’ne gidiyorum. 20
© Copyright 2024 Paperzz