Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... İçindekiler Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) ............................................................................... 1 Umut vaat edici notlar: Krizden müştereklere – Midnight Notes Kolektifi ve dostları (2009) ......................................... 6 Bakım İşi ve Müşterekler: Giriş – Camille Barbagallo ve Silvia Federici (The Commoner).............................................. 27 Yunanistan’ın dayanışma hareketi: Tamamen yeni bir model ve işe yarıyor – Jon Henley ............................................ 35 Portekiz: Yeni bir şeyin başlangıcı – rhithinkyourfuture ................................................................................................. 37 Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler söylemi haline gelmiş durumda. Bu söylem, on dokuzuncu yüzyıldakiler gibi, bir hayırseverlik söylemidir; dolayısıyla yoksulluğu yaratan ekonomik ve sosyal dinamikleri kavramaktan uzaktır. Oysa günümüzde yoksulluğu tamamen ortadan kaldıracak bilimsel ve teknolojik araçlar mevcuttur. Kapitalizm ve yeni tarım sorunu Modern (kapitalist) zamanlar öncesinde bütün toplumlar köylü toplumlarıydı. Üretim süreçleri çok çeşitli özel sistem ve anlayışlar tarafından belirlenirdi - ama bu sistem ve anlayışlar, kapitalizmi belirleyen anaparanın(kapitalin) getirdiği karı maksimize etme anlayışından uzaktı. Günümüzde modern kapitalist tarım - zengin büyük aile tarımcılığı ve tarım şirketleri - üçüncü dünya köylü tarımına karşı yoğun bir saldırıya geçmiş durumdadır. Bunun için yeşil ışık, Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ, World Trade Organization-WTO) 2001 Kasım'ında Doha'daki (Katar) toplantısında verilmişti. Bu saldırının birçok kurbanı vardır ve bunların çoğunluğunu dünya nüfusunun hala yarısını oluşturan üçüncü dünya köylüleri oluşturmaktadır. Kapitalin getirdiği kar prensibiyle yürütülen kapitalist tarım, neredeyse sadece Kuzey Amerika, Avrupa, Avustralya ve Latin Amerika'nın güney koniğinde yerleşmiştir ve sadece artık köylü olmayan birkaç on milyon tarımcıyı içermektedir. Mekanizasyon sayesinde büyük tarım alanları tek bir çiftçi tarafından ekilebilmekte ve tahıl üretimi çiftçi başına 1 ile 2 milyon kilogram (2-4,5 milyon pound) arasında olabilmektedir. Bu duruma tezat olarak dünya genelinde üç milyar insan köylü tarımı yapmaktadır. Köylü tarımı, farklı üretim kapasiteleri, farklı ekonomik ve sosyal karakterleri ve farklı verimleri gözetilerek iki ana gruba ayrılabilir. Birinci grup, yeşil devrimden yararlanabilen gruptur; gübreleme, ilaçlama, geliştirilmiş tohum olanaklarından yararlanabilmiştir ve belli oranda mekanizasyona sahiptir. Bu köylülerin yıllık tahıl üretimi 10.000 ile 50.000 kilogram (20.000 ile 110.000 pound) arasında değişmektedir. Buna karşın, yeni teknolojilerden dışlanmış köylülerin yıllık tahıl üretimi ise çiftçi başına yaklaşık 1.000 kilogram (2.000 pound) civarındadır. Dünya tarımcılığının en gelişmiş kapitalist kısmının üretiminin en yoksul kısmının üretimine oranı, 1940'ta 10'a 1 iken, günümüzde 2000'e 1 seviyesine yaklaşmıştır! Bu da demektir ki, tarımsal üretim ve gıda üretimi diğer bütün alanlardan çok daha eşitsiz bir gelişme göstermiştir. Aynı zamanda bu evrim, gıda ürünlerinin göreceli değerinin (diğer endüstri ve hizmet ürünlerine göre) elli yıl öncekinin beşte birine düşmesine yol açmıştır. Yeni tarım sorunu bu eşitsiz gelişimin bir sonucudur. 1 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Modernleşme her zaman, anapara birikimi ve üretim artışı gibi yapıcı boyutlar ile emeğin pazarda satılan bir metaya indirgenmesi, çok zaman yaşamın yeniden üretimi için gerekli doğal ekolojik temelin zarar görmesi ve dünya genelinde iki kutuplu bir zenginlik paylaşımının oluşması gibi yıkıcı boyutları beraberinde getirmiştir. Modernleşme her zaman, genişleyen pazarın istihdamı artırması ile bazılarını kendine kaynaştırmış, eski sistem içindeki konumlarını kaybeden ve yeni iş gücünde yer bulamayan diğerlerini ise dışlamıştır. Yükselme döneminde kapitalizmin dünya genelindeki yayılımı, dışlama süreçleriyle birlikte bir çok insanı da kendine kaynaştırmıştır. Ama şimdi, üçüncü dünya köylülerinden çok azı kapitalist genişlemeye kaynaşmakta, büyük sayıda insan dışlanmaktadır. Burada sorulan soru, üç milyar insan hala Asya, Afrika ve Latin Amerika'da köylü toplumu olarak yaşayıp üretirken, bu gidişin devam edip etmeyeceğidir. Gerçekten, 2001 Kasım'ında Doha'daki DTÖ toplantısında kararlaştırıldığı gibi, tarım ve gıda üretimi diğer üretimler gibi rekabet kurallarının egemen olduğu açık ve kontrolsüz bir pazar ekonomisine teslim edilirse ne olur? Böyle bir süreç üretimin artışını canlandırır mı? Tahmin edilebileceği gibi, günümüzün üç milyar köylü üreticisinin, kendisinin geçimi için gerekeni çıkardıktan sonra pazara getirdiği miktarda ürünü, yirmi milyon kadar yeni modern tarımcı üretebilir. Böyle bir durumun gerçekleşmesi için oluşması gereken koşullar şunları içerecektir: (1) önemli miktarda verimli arazinin yeni kapitalist çiftçilere geçmesi (ve bu araziler halihazırdaki köylü nüfusun elinden alınacaktır); anapara (gerekli donanım ve araç gereç alımı için); (3) tüketici pazarlarına erişim. Bu çiftçiler gerçekten milyarlarca köylü ile çok başarılı bir şekilde rekabet edebilirler. Peki ama o zaman bu milyarlarca insana ne olur? Bu koşullar altında, DTÖ tarafından empoze edilen, tarım ve gıda ürünleri için rekabet genel prensibini savunmak, rekabet gücü olmayan milyarlarca üreticiyi bir kaç on yıl gibi kısa bir sürede elemeyi kabul etmek anlamına gelir. Bu durumda, çoğunluğu fakirlerin içinde de en fakir olan, kendilerini bile zor besleyen milyarlarca insana ne olur? Endüstriyel gelişme, hayali derecede iyimser olan yıllık yüzde 7 büyümeyle dahi, bu sayıda insanın üçte birini bile elli yıl içinde istihdam edemez. DTÖ'nün rekabet doktrinini meşrulaştırmak için kullanılan temel argümanlardan biri on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda Avrupa ve Birleşik Devletler'de böyle bir gelişmenin olduğu, bu gelişmenin modern, zengin şehirendüstrisi ve endüstri-sonrası toplumlarını doğurduğu ve modern tarım ile bütün toplumun doyurulup gıda ihracatı bile yapıldığıdır. Öyleyse neden aynı uygulama üçüncü dünya ülkelerinde de tekrarlanmasın? Bahsi edilen iddia aynı uygulamanın üçüncü dünya ülkelerinde tekrar edilmesini imkansız kılan iki temel etmeni göz ardı etmektedir. Bunlardan birincisi, Avrupa modelinin bir buçuk yüzyıl boyunca ve insan emeği yoğunluklu endüstriyel teknolojiler kullanılarak gelişmiş olmasıdır. Modern teknolojiler çok daha az insan emeği gerektirmekte ve üçüncü dünyanın üreticileri endüstriyel ihracatlarıyla dünya pazarında rekabet etmek istiyorlarsa bunları kullanmak zorundadır. İkinci etmen de şudur ki, Avrupa bu uzun geçiş döneminin ürettiği artık nüfusun Amerika'ya toplu göç etmesinden yararlanmıştır. Kapitalizmin gelişmiş merkezlerde tarım sorununu çözdüğü iddiası her zaman solda da geniş bir kesim tarafından kabul görmüştür; Karl Kautsky'nin Birinci Dünya Savaşı'ndan önce yazdığı Tarım Sorunu (The Agrarian Question) kitabı buna bir örnektir. Sovyet İdeolojisi bu bakış açısını uyarlamış, Stalinist kolektivizasyon boyunca bu temelde bir modernleşmeyi zayıf sonuçlarla yürütmüştür. Her zaman göz ardı edilen şey, kapitalizmin merkezde tarım sorununu çözerken çevrede, ancak insanlığın yarısının soykırımı ile çözebileceği, devasa bir tarım sorunu yarattığıydı. Marxist gelenek içinde çelişkinin büyüklüğünü sadece Maoizm anlayabildi. Bu nedenle, Maoizm'i bir "köylü sapması" olarak niteleyenler, bu suçlamalarıyla, genellikle kapitalizm üzerine soyut bir söyleme indirgedikleri emperyalist kapitalizmi anlamak için gerekli analitik yetenekten ne kadar yoksun olduklarını gösteriyorlar. DTÖ'nün işaret ettiği liberal kapitalist pazar yoluyla modernleşme, beraberinde iki bileşeni getirmektedir: genel olarak kuzeyde yerleşen fakat muhtemelen gelecekte güneyin de bazı bölgelerinde yerleşecek modern rekabetçi 2 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... çiftçilerin dünya çapındaki gıda üretimi; üç milyar üçüncü dünya köylüsünün büyük bir çoğunluğunun marjinalleşmesi, dışlanması, daha da yoksullaşması ve en sonunda belli bölgelerde kendi hallerine terk edilmesi. Bu nedenle verimliliğin baskın olduğu modernleşmeci bir söylem ile kurbanların maddesel (ve ekolojik) yoksunluk içerisinde yaşayabilmesine olanak verecek bir grup ekolojik-kültürel-bölgesel politikalar birleştirilmektedir. Dolayısıyla bu iki bileşen çelişmek yerine birbirini tamamlayabilir. Başka alternatifler düşünebilir miyiz ve bu başka alternatifler tartışılmış mıdır? Yirmi birinci yüzyıl geleceğinde köylü tarımının hem korunduğu hem de sürekli bir teknolojik ve sosyal gelişme içerisinde olduğu alternatifler? Bu yolla, köylülerin kırsal ya da tarımsal olmayan istihdamlara transfer edilmelerini sağlayacak bir hızda, ileriye doğru bir dönüşüm sağlanabilir. Böyle stratejik hedefler ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde kompleks politika birlikteliğini gerektirir. Bu, ulusal düzeyde, köylü üretimini modern çiftçilerin ve tarım şirketlerinin - ulusal ve uluslararası - eşitsiz rekabetinden koruyan makro politikalar demektir. Bu da iç piyasada gıda fiyatlarının makul seviyede kalmasını garantilemeye yardım edecektir - zengin kuzeyin tarım sübvansiyonları ile etkilenen uluslararası pazar fiyatlarından bağlantısız bir şekilde. Böyle politika hedefleri endüstriyel ve kentsel gelişme modellerini de sorgulamaktadır; ihracata yönelik (örneğin, ücretleri düşük tutarak gıda fiyatlarının düşük olmasını sağlamak) önceliklerden çok sosyal dengeyi gözeten bir iç pazar gelişimine yönelik olmalıdır. Bu aynı zamanda, ulusal gıda güvenliğini sağlayan genel bir politika yapısını da içerir - böyle bir politika bir ülkenin küresel dünyanın aktif bir üyesi olabilmesi, otonom olmak ve pazarlık gücüne sahip olmak gibi vazgeçilmez özelliklere sahip olabilmesi için de zorunludur. Bölgesel ve küresel düzeyde, bu hedef, DTÖ'ye egemen kurgusal liberal politikaları ortadan kaldıran uluslararası anlaşmalar ve politikalar gerektirir - bunların yerine farklı bölgeler için yaratıcı ve özel çözümler getiren, özel sorunları ve somut tarihsel koşulları gözeten politikalar oluşturulmalıdır. Yeni Emek Sorunu Günümüzde gezegenin kentli nüfusu insanlığın yarısını oluşturmaktadır, diğer yarısını ise köylüler oluşturur. Bu nüfus dağılımının verileri orta sınıflar ile popüler sınıflar arasında bir ayrım yapmamıza olanak verir. Kapitalizmin çağımızdaki evresinde, egemen sınıflar - üretim araçlarının gerçek sahipleri ve bu araçları işleten yüksek yöneticiler - kendi toplumlarının gelirinden aldıkları pay çok olmasına karşın küresel nüfusun çok küçük bir bölümünü oluştururlar. Buna biz, eski anlamıyla orta sınıfı da ekliyoruz - ücretle geçinmeyenler, küçük işletmeciler ve küçük yöneticiler, ki bunlar zorunlu olarak gerileme durumunda değildir. Üretimin modern sektöründe çalışanların büyük bir bölümü ücretli işçidir ve şu anda gelişmiş bölgelerin nüfusunun beşte dördünü oluştururlar. Bu insanlar, sınırları dışarıdan rahatça görülebilen ama aynı zamanda etkilenen bireyler tarafından da bilinçle yaşanan, en az iki gruba ayrılır. Kararlı(dengeli) popüler sınıflar olarak niteleyebileceğimiz, iş güvenceleri sağlam, nitelikli vasıfları dolayısıyla başka şeylerin yanında işverenle pazarlık etme gücü de olan bir grup vardır; bu durumlarından dolayı, en azından bazı ülkelerde, güçlü işçi sendikalarında organize olmuşlardır. Her koşulda bu grup pazarlık gücünü artıran bir politik ağırlığa sahiptir. Diğerleri kararsız popüler sınıfları oluşturur. Bunlar zayıf pazarlık güçlerinden dolayı güçsüzleştirilmiş (vasıfsız nitelikleri, ülke vatandaşı olmamaları, ırkları ya da cinsiyetleri nedeniyle) işçileri ve düzenli ücreti olmayan (enformel sektörde çalışan yoksul ve resmi olarak işsiz olanlar) çalışanları kapsar. Bu ikinci grup popüler sınıfları 3 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... "bütünleşmemiş" ya da "marjinal" yerine "kararsız" olarak niteleyebiliriz; çünkü bu işçiler kapitalist birikim sitemine tamamen bütünleştirilmiştir. Gelişmiş ülkelere ve bazı güney ülkelerine ait eldeki verilerinden (genelleme yaparak) yukarıda tanımlanan sınıfların dünya nüfusu genelinde birbirlerine göre oranları elde edilebilir. Merkez ülkeler, gezegen nüfusunun sadece %18'ini oluşturduğu için, nüfuslarının %90'ının kentli olmasından dolayı, dünya kentli nüfusunun üçte birini barındırır (tablo 1'e bakınız). Kararsızlar alt grubu popüler sınıfların dünya genelinde üçte ikisini oluştururken, popüler sınıflar dünya kentli nüfusunun dörtte üçü kadardır. (Yaklaşık olarak merkezlerdeki popüler sınıfların %40'ı, çevredeki popüler sınıfların ise %80'i kararsızlar alt grubundadır). Başka bir deyişle, kararsız popüler sınıflar dünya kentli nüfusunun, çevrede çok daha fazla olmak üzere, (en azından) yarısını temsil ederler. Yarım yüzyıl önceki, İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonraki, kentli popüler sınıfların dağılımına bakılırsa bugünkünden çok farklı olduğu görülür. Üçüncü dünyanın, bugün üçte iki olan, küresel kentli nüfusundaki payı, o zamanlarda yarıdan fazla değildi. Neredeyse güneyin bütün ülkelerinde bulunan bugünkü mega-şehirler o zamanlar yoktu. Sadece Çin, Hindistan ve Latin Amerika'da birkaç büyük şehir vardı. Savaş sonrası, işçi sınıfının kapitali uzlaşmaya zorladığı istisnai tarihsel bir dönemde merkez ülkelerindeki popüler sınıflar yarar sağladılar. Bu uzlaşma işçilerin büyük bir bölümünün, "Fordist" olarak bilinen çalışma sistemi ile kararlı bir dengede tutulmasına olanak verdi. Çevrede, kararsız sınıfların - her zaman merkezdekinden daha yüksek olan kentli popüler sınıflar içindeki oranı yarıyı geçmedi (bugün bu oran %70'ten daha fazladır). Kentli sınıfın diğer yarısını ise yeni sömürge ekonomisi ve modernleşen toplum ile uyumlu düzenli ücretliler, bir parça da geleneksel/eski tarz zanaatçılar oluşturuyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısını karakterize eden toplumsal dönüşüm tek bir istatistik ile özetlenebilir: kararsız popüler sınıfların küresel kentli popülasyon içindeki oranı, dörtte birden az olan bir seviyeden yarısı seviyesine yükselmiştir ve bu yoksullaştırma olgusu gelişmiş merkezlerde de etkili bir şekilde tekrar görülmüştür. Kararsızlaştırılan kentli nüfus çeyrek milyardan daha az iken yarım yüzyılda bir buçuk milyara çıkmıştır; bu, ekonomik büyümeyi, popülasyon artışını ya da kentleşme sürecini aşan bir artışı gösterir. Yoksullaştırma - yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki evrimsel eğilimi başka bir kavram ifade edemez. Sonunda bu gerçek egemen söylem tarafından fark edilmiş ve onaylanmıştır: "yoksullukla mücadele" hükümet politikalarının sürekli tekrarladığı ve gerçekleştirme iddiasında olduğu bir tema haline gelmiştir. Ama yoksulluk sorunu, ölçülen ampirik bir olgu olarak, ya çok kaba bir gelir dağılımı (yoksulluk çizgisi) ya da daha az kaba olan bileşik göstergeler (Birleşmiş Milletler Kalınma Programı'nın önerdiği insani gelişim göstergeleri gibi) ile sunulmakta, yoksulluğu doğuran mantığa ve mekanizmalara değinilmemektedir. Bizim aynı olguları sunuşumuz daha ileri gidiyor, böylece olgunun kendisini ve oluşum sürecini açıklamaya başlayabiliyoruz. Orta sınıf, kararlı popüler sınıf ve kararsız popüler sınıf katmanlarının hepsi aynı sosyal üretim sisteminin kaynaşmış parçalarıdır, fakat farklı işlevleri gerçekleştirirler. Bazıları zenginliklerden tamamen dışlanmıştır. Dışlananlar tamamen sistemin bir parçasıdır ve kesinlikle, sistemle - işlevsel olarak - kaynaşmamış olma anlamında, marjinal değildir. Yoksullaştırma, yaşamı sürdürmek için gerekli asgari gelirden yoksun olmaya indirgenemeyecek modern bir olgudur. Bu gerçekten yoksulluğun modernleştirilmesidir ve yaşamın her boyutunda yıkıcı etkileri vardır. Altın çağ döneminde (1945-1975) kırsaldan gelen göçmenler kararlı popüler sınıflara göreceli olarak daha iyi kaynaşabiliyorlardı - fabrika işçisi oluyorlardı. Şimdi ise yeni gelenler ve onların çocukları ana üretim sisteminin en uç kenarlarına yerleşiyorlar ve 4 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... topluluk dayanışmasının sınıf bilincinin yerine geçeceği uygun koşulları üretiyorlar. Bununla birlikte, kadınlar ekonomik yoksullaşmadan erkeklerden daha fazla zarar görüyor, maddesel ve sosyal yaşam koşulları kötüleşiyor. Eğer feminist hareketler düşünce ve davranış dünyasında yadsınamayacak önemli ilerlemeler elde ettiyse bu kazanımlardan yararlananlar neredeyse sadece orta sınıf kadınlarıdır, kesinlikle yoksullaştırılmış sınıfların kadınları değildir. Demokrasi gibi bunun da güvenilirliği - ve bu nedenle meşruluğu -, artan orandaki popüler sınıfların yaşam koşullarının kötüleşmesini frenleyemediği için, azalmaktadır. Yoksullaştırma küresel çaptaki kutuplaşmadan ayrılamayacak bir olgudur - gerçekten var olan kapitalizmin genişlemesinin doğal sonucudur, bu nedenle doğal olarak emperyalist olarak nitelememiz gerekir. Kentli popüler sınıflardaki yoksullaştırma üçüncü dünya köylülerini mağdur eden gelişmelerle yakından bağlantılıdır. Bu toplumların kapitalist pazarın genişleme talebine boyun eğmeleri, artan oranda çiftçiyi toprak kullanma hakkından uzaklaştıran yeni sosyal kutuplaşmalara destek olmaktadır. Yoksullaştırılan veya topraksızlaştırılan bu köylüler gecekondu bölgelerine göçü - nüfus artışından daha çok olmak üzere - beslemektedir. Bütün bu olguların kaderi, liberal dogmalara karşı durulmadığı sürece, daha kötüye gitmektir; ve bu liberal yapı içerisinde hiçbir düzenleyici politika bu olguların yayılmasını denetim altına alamaz. Yoksullaştırma olgusu hem ekonomik teorileri hem de sosyal mücadele stratejilerini sorunsallaştırmaktadır. Geleneksel kaba ekonomi teorisi kapitalizmin genişlemesi sonucu ortaya çıkan gerçek sorunlara dair soru sormayı engeller. Çünkü gerçekte var olan kapitalizmin analizini yapmak yerine, değişim ilişkilerinin (pazar) basit bir genişletilmiş hali olarak düşünülen hayali bir kapitalizm teorisi kullanılmaktadır; oysa sistem kapitalist üretim ve değişim ilişkileri temelinde kendini üreten bir şekilde (basit market ilişkileri ile değil) işlemektedir. Geleneksel yaklaşım, ne tarihin ne de aklın onayladığı, marketin kendi kendini düzenlediği ve sosyal yaşam için en iyisini ürettiği önsel anlayışı ile kolayca uyuşmaktadır. Bu durumda yoksulluk sadece nüfus artışı ya da politika yanlışları gibi, ekonomik mantığın dışında olduğu hükmolunan nedenlerle açıklanmaktadır. Yoksulluğun birikim süreci ile olan ilişkisi geleneksel ekonomi teorisi tarafından dışlanmıştır. Bunun doğurduğu teorik virüs, çağımızın sosyal düşüncesini kirletmekte ve dünyayı, değiştirme bir yana dursun, anlama kapasitesini yok etmektedir ve bu virüs İkinci Dünya Savaşı'ndan beri oluşturulan bir çok sol akıma da derinlemesine işlemiştir. Yakın zamanda ortaya çıkan, "başka bir dünya için" sosyal mücadele ve alternatif bir globalleşme hareketleri ancak bu virüsten kurtulup gerçek teorik tartışma zeminini oluşturabilirse anlamlı bir sosyal gelişme sağlanacaktır. Bu virüsten kurtulmadığı sürece en iyi niyetli sosyal hareketler bile geleneksel düşüncenin zincirlerinden kurtulamayacak ve bu nedenle etkisiz düzenleme önerilerinin - yoksulluğu azaltma söylemi tarafından beslenenler gibi - tutsağı olacaktır. Yukarıda sunulan analiz bu tartışmayı açmaya katkı sağlamalıdır. Çünkü bu analiz kapital birikim ile sosyal yoksullaştırma olgusu arasındaki ilişkisel bağı tekrar kurmaktadır. Yüz elli yıl önce, Marx bu bağın arkasındaki mekanizmaların analizini başlatmıştı; o zamandan beri bu analiz çok az defa tekrar yapılmaya çalışıldı - ve küresel çapta neredeyse hiç yapılmadı. İngilizceden çeviren: Mustafa Suphi ERDEN 5 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Umut vaat edici notlar: Krizden müştereklere – Midnight Notes Kolektifi ve dostları (2009) Alexis’in kalbine saplanan kurşun, bir polisin silahından ‘inatçı’ bir çocuğun bedenine yapılmış rastgele bir atışın sonucu değildi. Kararlarına direnen çevreleri ve hareketleri şiddet kullanarak teslim almak isteyen devletin bilinçli bir tercihiydi. İşte, sosyal güvenlikte, kamusal sağlıkta, eğitimde vb. yeni düzenlemelere karşı çıkmak isteyen herkese karşı bir tehdit anlamına geliyordu. – Aralık 2008’de Yunanistan’da yazılıp dağıtılmış “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” başlıklı bir bildiriden çeviri. Kriz: Nedir ve Ne Değildir? Beş yüzyıl var olduktan sonra, kapitalistler bir kez daha sistemlerinin krizde olduğunu duyuruyorlar. Herkesi yaşamlarından fedakarlık yapmaya çağırıyorlar. Bu fedakarlıkları yapmazsak, hepimizin içinde olduğu bu geminin batacağını söylüyorlar. Böyle tehditler, ciddiye alınmalı. Dünyanın her bir parçasında, işçiler işten çıkarmalar, kitlesel işsizlik, emeklilik haklarının kaybı, hacizler ve ölümlerle krizin bedelini zaten ödüyorlar. Tehditleri daha korkutucu hale getirmek için, haklarımızın her yerde saldırı altında olduğu bir çağda olduğumuzu ve dünya egemenlerinin istedikleri fedakarlıklar reddedilirse hiçbir zulümden kaçınmayacaklarını her gün hatırlatıyorlar. Gazze’nin savunmasız nüfusu üzerine bırakılan bombalar, bu açıdan ibretlik. Bu bombalar, direnişe karşı verilecek meşru yanıtın ne olabileceğine ilişkin çubuğu sürekli aşağı çektiklerinden, aslında hepimizin üzerine bırakılıyorlar. Bu bombalar, Atina polisinin Alexis Grigoropoulos’un bedenine 2008 Aralık ayı başında sıktığı ölümcül kurşunun arkasındaki öldürme kastını bin kat daha şiddetli hale getiriyorlar. Her tarafta kıyamet çağında yaşadığımıza dair bir algı var. Bu kıyamet günü krizi nasıl gelişti ve kapitalizmden kurtulmanın muhtemel yollarını arayan antikapitalist/sosyal adalet hareketleri için ne anlama geliyor? Bu broşür, kriz derinleştikçe daha da yoğunlaşan bu sorular ve günümüzün açığa çıkmakta olan devrimci olasılıkları üzerine yürütülen tartışmalara bir katkı. Bu broşürü, bu krizi çevreleyen ve nasıl yanıtlar verilebileceği üzerine kafa yormayı ve sermayenin sonraki adımlarını tahmin etmeyi çok zorlaştıran sis perdesinin ardını görebilme çabasıyla yazıyoruz. Anormal ölçüde sık şekilde, hatta solun kendi içinde bile, krize dair açıklamalar bizi finansal devrelerin ve işlemlerin içinden çıkılmaz dünyasına veya yüksek riskli yatırım fonlarının/türev işlemlerinin karmaşık, çetrefil düğümlerine, yani çoğumuzun kavrayamayacağı, insanların vermekte oldukları mücadelelerle hiçbir alakası olmayan bir dünyaya götürüyor ve dolayısıyla krize direnmenin herhangi bir biçimini projelendirmeyi bile imkansız hale getiriyor. Broşürümüzün, krizle ilgili anlatacak başka bir hikayesi var çünkü milyarlarca insanın dünya çapında yaşamlarının sermaye tarafından sömürüsüne ve çevresel bozulmaya karşı verdiği mücadeleler ile başlıyor. Yirmi birinci yüzyıldaki krizlere, sınıf mücadelelerini krizlerin önemli bir kaynağı olarak görmek yerine krizleri kapitalist “üretim anarşisinin” neden olduğu iş döngülerinin otomatik, kaçınılmaz ürünleri olarak değerlendiren 19. yy.ın gözlerinden bakılamaz. Müdahaleci bir devrimler, reformlar ve dünya savaşları yüzyılı, bu bakışta bir gözden geçirmeye yol açtı. Öncelikle gerçek bir çığır açıcı krizle durgunluk arasındaki ayrım görüldü. İkincisi bir “dengesizlik” durumudur (örn. işlerin olağan seyri sayılan normal dinamiğin, düzenli aralıklarla işçi sınıfını disipline eden bir parçası). Birincisi ise, toplumsal istikrarın ve hatta sistemin ayakta kalmasının bile sorun haline geldiği varoluşsal bir meseledir. İkinci bir revizyon, durgunlukların ve krizlerin insan kontrolünün tamamen dışında olmadıklarının kabulüydü; stratejik olarak tahrik edilebilir, zamanından önce patlatılabilir, geciktirilebilir ve derinleştirilebilirlerdi. 6 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Kapitalizmin işgücü, sermaye ve toprağın tam istihdamına/kullanımına otomatik meyilli olması, tarih tarafından çoktandır yalanlandı. 1930’larla birlikte burjuva ekonomistler bile gerçek krizlerde hükümetin, tam istihdamın epeyce gerisinde tıkanıp kalan sistemi çekip çevirmesi ve uyarması gerekebileceğini gördüler. Fakat Büyük Buhran krizinin üstesinden gelmenin araçlarını tasarlarken, krizleri ve durgunlukları planlayabileceklerini de fark ettiler. Krizler asla ortadan kaldırılamaz ancak devlet müdahalesi ile hızlandırılıp geciktirilebilirler. Tehlikeli olmasına rağmen, sınıf mücadelelerinin sertleştiği durumlarda sistemi ayakta tutmak için darbe tezgahlama fırsatları olarak kullanılabilirler. Sistemin bir ayağının çukurda olduğu hissedildiğinde ve temelde bir şeylerin değişmesi gerektiğinin farkına varıldığında, kapitalizmin sınır yoklamalarıdır. Geçtiğimiz yüzyıl, işçiler tarihsel olarak kapitalist krizlere sisteme içkin çelişkileri ve dengesizlikleri kırılma noktasına kadar yoğunlaştırarak dahil olabildiklerinden (ücretli ve ücretsiz, köle ve özgür, kırsal ve kentli) sınıf mücadelelerinin krizleri şekillendirmedeki önemini de göstermiştir. Bu kapasite, işçilerin devrimci potansiyelini anlamamızı mümkün kılıyor: Kapitalizmi krize sokamıyorlarsa, devrimci bir durumda, kapitalizmi yıkma gücüne nasıl sahip olabiliyorlar ki? Ancak 19. yüzyıldan bugüne krizlerde bir şey aynı kalmayı sürdürüyor: krizler, devrimci kopuş durumları. Karl Marx’ın 1848’de ısrarla belirttiği üzere, krizler “tüm burjuva toplumunun varoluşunu, düzenli olarak ve her seferinde daha tehditkar bir biçimde hesaba çeker.” Dolayısıyla onun için, yaklaşık olarak her beş ila yedi yılda bir, iş döngüsü tüm kapitalizmin hesaba çekildiği bir krize girer. Kriz sözcüğünün kökeni tıptan gelmektedir: “hastalığın gidişatında, hastanın ya öldüğü ya da yaşama tutunduğu bir aşama.” Bu durumda, hasta kapitalist toplumdur. Bu yüzden Marx ve yoldaşları için yaklaşmakta olan kriz heyecanla ve hatta neşeyle beklenir, çünkü devrimin habercisidir. Sistemin daha da derin krizlerinin yakındaki ölümünün ve mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesinin habercisi olacağından emindirler. Mevcut krize işte bu bilgiyle, bu perspektiften ve ihtiyatlı bir neşeyle yaklaşıyoruz. Tartışmamız beş bölüm içeriyor: Krizin uzun vadeli kaynakları; Şu anki sebepleri ve sonuçları; Her bir sınıfa sunduğu fırsatlar; Müşterekleştirme düzeni, örn. Gezegenin ve insanlığın müşterek kaynaklarını paylaşmak için kullandığımız kurallar; 5. Ve krizin açığa çıkardığı devrimci mücadelelerin içeriği. 1. 2. 3. 4. 1. Geçmiş Krizler ve Mevcut Kriz: Keynesçilikten Neoliberalizm ve Küreselleşmeye Mevcut kriz ile Büyük Buhran arasında sık sık benzerlik kuruluyor ve dolayısıyla sık sık New Deal’ın kopyası olan kapitalist bir çözüm aranıyor. Ancak Büyük Buhran ile mevcut kriz arasındaki derin farklar, New Deal politikalarına bir geri dönüşü engelliyor. İki kriz arasında elbette bolca benzerlik var. İki krizin de merkez üssü spekülatif yatırımlar. İki kriz de kapitalistlerin azalan geri dönüş karşısında üretime yatırım yapmaya devam etmeyi reddetmesinin sonuçları. Daha da önemlisi, iki kriz de, bolluklara ve kar oranlarında düşüşe neden olan ve tümü bir araya geldiğinde yeni yatırımları donduran ve bir “kredi sıkışmasını” tetikleyen aşırı üretimin ve yetersiz tüketimin ürünleri olarak okunabilirler. Birçok solcu analist, kapitalist toplumdaki bu yaygın trendlerin “aşırı birikime” veya “stagnasyona”, diğer bir deyişle, kapitalistlerin meta üretiminde uygun bir geri dönüş oranı sağlayacak yatırım fırsatları bulamamasına yol açtığı varsayımını öne sürdü. İddia, bir bakıma, kapitalizmin 1980 ve 90’larda fazla başarılı olduğuydu: ABD’li işçilerin gücünü öyle bir derecede yok etti ki işçiler artık ürettikleri metaları 7 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... satın almaya yetecek kadar yüksek ücretler için mücadele etmiyorlar ve bunun sonucu olarak da bolluklar, aşırı kapasite, yetersiz yatırım vb. ortaya çıkıyordu. Mevcut krizimize dair yeni ortaya çıkmaya başlayan sol teori, sistemin kar krizine yol açan ticari başarısızlığının altını çizer. Buna sıkça realizasyon sorunu denilmektedir, örneğin, metalar aşırı üretilir ve işçi sınıfının talebi kısıtlıdır (karları korumak için), bu da yetersiz tüketime ve imalat sanayilerinde makul bir kar oranı ile yatırım yapmanın zorlaşmasına yol açar. İşçilerin ücretlerine saldırarak kar yapma güdüsü, tam da karlılık koşulunu baltalıyordu çünkü kar elde etmek için üretilen metaların satın alınması gerekiyordu! Sonuç, iddiaya göre, üretime yatırımın artık yeterince karlı olmaması nedeniyle, giderek daha fazla sermayenin spekülatif karlara yatırıldığı, ekonomik sistemin finansallaşmasıydı. Bu finansallaşma, yemek yemekten bahçeye tohum ekmeye kadar toplumdaki tüm eylemlerin parasallaştırılması ve piyasalaştırılması çabalarından faydalandı ve bu çabaları güçlendirdi. Aslında, son otuz yıldır hakim ekonomik stratejinin (sıkça neoliberalizm olarak adlandırılan) amacı, tam da dünya ekonomisini New Deal öncesi serbest piyasa kapitalizmi aşamasına geri döndürmekti. İki krizin benzerliklerine bir de buradan bakılabilir. Bu anlamda, bugün sermayenin, aşırı üretim ile yetersiz tüketim arasında kendi tasarladığı bağlantısızlığın bedelini ödediğini de söyleyebiliriz. İdeal koşullarda, aşırı birikim çeşitli sermaye formlarının (satılmayan metalar, üretim araçları ve milyonların ücretleri) yok edilmesi ve/veya devalüe edilmesi ile nihai olarak düzeltilebilir. FDR bu yolu izlemeyi reddetti (Herbert Hoover’a danışmanlık yapan paleo-liberal ekonomistlerin tavsiyesi idi), çünkü devalüasyonun yol açacağı yıkım bir devrime sebep olabilir gibi görünüyordu. (1) Sendikaların resmi olarak tanınması üzerinden işçi sınıfının sisteme entegrasyonu, (2) artan ücretlerin üretkenlikte yaşanacak artışlarla takas edildiği bir üretkenlik anlaşması şartı ve (3) refah devletinin bir birleşimi olan New Deal çözümü, bugün artık kartlar arasında değil. New Deal, yıllarca süren bir yürüyüşle, işsizliğe ve işten çıkarmalara karşı ayaklanmalarla ve gözleri Sovyetler Birliği’nde, Washington’a yürümeye hazır milyonlarla güçlenmiş olan ABD’deki örgütlü, asi işgücü bağlamına sıkıştı. Bugün çok farklı bir dünyadayız. Sınıf mücadelesi devam ediyor ancak ABD’de bugünün ücretli ve ücretsiz işçileri, 1930’larda sahip oldukları siyasal güç ve örgütlülük seviyesinden çok uzaklar. New Deal’a ilham veren ve teorik altyapısını oluşturan Keynesçi politika (ekonomist ve filozof John Maynard Keynes’in adını taşır), 1960’lar ve 70’lerde ücretli ve ücretsiz işçilerin New Deal’ı aşmak isteyen uzun mücadeleler döngüsünce ortadan kaldırıldı. Sendika inisiyatifini aşarak yapılan grevlerden sosyal hizmet bürosu işgallerine, gerilla savaşlarına kadar bu mücadeleler, hem metropollerdeki hem de sömürgelerdeki çiftliklerin yanı sıra fabrikalardan okullara, mutfaklara ve yatak odalarına kadar dolaştı. Emeğin, eşitsiz mübadeleler ve ırkçılık ve cinsiyetçilik mirası ile, cinsel, ırksal ve uluslararası bölünmesine meydan okudular. Kısacası, Keynesçilik işçi sınıfı (ücretli ve ücretsiz) tarafından 1970’lerde çözüldü. Ayrıca, bu mücadelelere bir yanıt olarak, 1970’lerin ortalarında sermaye kendi Keynesçiliğinin sonunu ilan etti ve hatta kısa bir dönem için sıfır büyüme programı bile benimsedi. Bu 1980’lerin başındaki derinleşen krizin ve uluslararası işçi sınıfının, sömürgeciliğin sonundan refah devletine dek kazanımlarının yok edilmesi hedefiyle neoliberal küreselleşme adı altında yürütülecek olan geniş reorganizasyonun sadece girizgahı niteliğindeydi. Bu nedenle, bugün karşı karşıya olduğumuz kriz, Büyük Buhrandakinden kat kat daha derindir. 1930’ları sonraki dönem için yol gösterici olarak kullanmak sorunludur, çünkü işçi sınıfının ABD’deki ve uluslararası ölçekteki siyasal kompozisyonu o denli radikal biçimde değişmiştir. Neoliberal küreselleşme ile gerçekleştirilmesi amaçlanan planın yalnızca otuz yıl sonra neden yeni bir krize yol açtığını ele almak daha faydalıdır. Neoliberalizmin Keynesçiliğin krizine karşı genel çözümü, işgücünün değerini düşürmek, ücret hiyerarşilerini yeniden oluşturmak ve işçileri apolitik metalara indirgemekti (19. yüzyıl burjuva ekonomisinde olduğu gibi). Neoliberalizm işçilerin gücünün farklı kompozisyonları ve yoğunluğuna yanıt olarak birçok biçime girdi: üretim araçlarının konumunun değiştirilmesi, sermayenin yersiz yurtsuzlaştırılması, işgücü piyasasının genişletilmesi suretiyle işçiler arasındaki rekabetin artırılması, refah 8 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... devletinin ortadan kaldırılması ve toprak gaspları (istimlak) (bkz. MN, 1997). Bu, 2. Dünya Savaşı sonrasının üç büyük “anlaşmasına” (Anlaşma A: Keynes’çi üretkenlik anlaşması, Anlaşma B: sosyalist anlaşma, Anlaşma C: sömürgecilik sonrası düzen) (New Deal / Yeni Anlaşma/Düzen) isabetli (ve başta başarılı) bir saldırıydı. [Anlaşma A] ABD’de Reagan’ın 1981’de hava trafik kontrolörlerinin grevini, İngiltere’de ise Thatcher’in 1985’te madenci grevini yenilgiye uğratmasını, sendikalara dönük çılgınca bir bastırma kampanyası ve sosyal güvenlik ödemelerinin ve diğer güvencelerin (“güvenlik ağı”) sabote edilmesine dönük sürekli tehditler izledi. [Anlaşma B] Neoliberalizmin nihai zaferi, Sovyetler Birliğinin dağılması, Doğu Avrupa’nın sosyalist devletlerinin çökmesi ve Çin Komünist Partisi’nin “kapitalist yolu” benimseme kararı oldu. [Anlaşma C] Üçüncü dünyada, borç krizi Dünya Bankası ve IMF’ye bir yeniden sömürgeleştirme süreci demek olan Yapısal Uyum Programlarını dayatma zemini sağladı. Diğer bir deyişle, neoliberalizmin gelişi ile birlikte, önceki tüm anlaşmalar geçersizleşti. Birlikte bu gelişmeler, gerçek bir küresel emek piyasasının oluşturulması üzerinden dünya çapında işçiler arasındaki rekabeti kışkırtarak, işçi sınıfı ile sermayenin birbirini “karşılıklı tanımasını” sona erdirdi. Sermaye artık işçileri dilediği gibi denetleyebiliyordu. Bu birleşik gelişmelerin sonucu, 1990’lar itibariyle sistemin dünya çapında kötü koşullarda çalışan işçi kitlelerinin ürettiği muazzam çıktıyı sindirme konusundaki yetersizliğinin ilk işaretinin ortaya çıkmasıydı. Bu iddiaya göre, 1997 Asya krizinin zirvesi, sistemin tam finansallaşması – artık üretimden para kazanmanın yeterli gelmediği noktada, sistemin en soyut seviyesinde “paradan para kazanma” girişimi – için bir itici güç oldu. Sermayenin finansallaşmaya dalışı, güç ilişkisini kendi lehine değiştirme yönündeki sürekli neoliberal çabasında yeni bir hamleydi. Reel ekonomide muhtemelen azalan geri dönüşlerle ve mallarını satamamakla yüz yüze olan kapitalistler, iki önemli hamle yaptılar: bir yanda, koruma fonları ve türevler dünyasına zıpladılar ve diğer yanda, ABD işçi sınıfı için kredi kullanılabilirliğini artırdılar, böylece Amerikalı işçiler Çin ve diğer (çoğu Asyalı) ülkelerdeki işçilerin aşırı derecede düşük (ABD’ye kıyasla) ücretlere üretmeye devam ettiği malları satın alacaktı. Esas hedefi krizin ertelenmesi olan bu oyunun başarısı, Çin’de ve Üçüncü Dünya ülkelerinde iş yapan kapitalistlerin düşük ücretler sayesinde elde edebilecekleri ve ardından ABD’de kredi piyasalarına yatırım yaparak finansallaşmanın artmasını sağlayacak olan yüksek karlara dayalıydı. Bu devre, ancak ve ancak, borcun (hem işçilerin hem de kapitalistlerin borcunun) sigortacılarının panikle kaçışmasına sebep olacak devasa bir boyuta geldiği noktada sona erdi. Bu açıklama epeyce aydınlatıcı ancak önemli bir ayrıntıyı atlıyor: aşırı üretim ve yetersiz tüketim kar oranını azaltmasına rağmen, sonuç olarak ortaya çıkan düşük kar oranı, kapitalistlerin yeniden yatırım yapmayı istemesi için neden yetersiz? Ortalama bir kapitalisti alın: firmasında üretilen tüm metaları satsaydı, yüzde 100 kar elde ederdi; fakat realizasyon sorunu ile, yalnızca yüzde 50 oranında kar ediyor. Bu yeterli olmaz mı? Ürettiklerinin yarısını yok etmesini gerektiren bir realizasyon sorunuyla bile, kapitalistler yine de oldukça yüksek oranda bir kar elde edebiliyorlar. Bu yetersizlik, kuramsal olarak sermayeye içkin değildir. Aksine, kapitalistlerin daha fazla kar etme, sistemin ve sahiplerinin karlarının daha hızla genişlemesini talep etme kararlılığına dayalıdır. Kapitalistler bir yatırım fırsatları alanını “yetersiz” olarak değerlendirdiklerinde, bu, mevcut durumda mümkün olan ortalama kar oranının geçmiş deneyimlerine dayanan beklentilerinden daha az olduğu anlamına gelmektedir. Fakat kar oranındaki bu gerçek düşüşün sebepleri nelerdir? Gerçek bir düşüşte rol oynayan birçok faktör vardır fakat bizim için önemli olan iki tanesidir: sermayenin (a) ücretleri düşürerek sömürü oranını artırma ve (b) metanın üretim sürecine dahil olan sabit sermayenin (özellikle hammaddeler) değerini düşürme konusunda başarısız olması. İkincisinin sebebi özellikle hammadde elde edilmesinin ve meta üretiminin doğada yarattığı hasarın işçilere bindirilememesi. Ekonomik ve ekolojik mücadelelerin ortalama kar oranı üzerindeki etkisinin bu krizde ayırt edilmesinin zor olmasının nedeni bu. 9 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Hem (a) hem de (b)’nin sonuçlarını değerlendirelim: (a) Küreselleşme; imalat üretimini, ortalama ücretlerin ABD işçilerinin kat kat altında olduğu periferiye (son on yılda özellikle de Çin’e) taşıyarak, geçtiğimiz otuz yılda ABD’de ücretlerin düşürülmesine yardımcı oldu. Ücretler orada düşük kalıyorsa, ABD ve Çin sermayesi arasındaki anlaşma istikrarlı oluyordu. Çinli işçiler Amerikalı kapitalistler için süper karlar ve nakit sıkıntısı çeken Amerikalı işçiler için süper ucuz metalar sağlayacaktı. Ancak ücretler Çin’de ABD’ye göre görece düşük olmasına rağmen, hızla yükselmekteydiler. Çin’de ortalama reel ücretler 1990 ile 2005 arasında yüzde 300 artmışken, ortalama nominal ücretler 1996 ile 2006 arasındaki on yılda yüzde 400 yükselmiştir (bu artışın yarısı 2000-2005 arası gerçekleşmiştir). Bu, Çin’deki ücretlerin ABD’dekilerle karşılaştırılabilir olmasından epeyce önce, karlılık üzerinde ciddi bir etkiye sahip olabilir. Bu noktayı değerlendirmek için basit bir hipotetik sayısal örneğe bakmak yardımcı olabilir: Çinli bir işçinin ücreti ABD’li bir işçinin ücretinin onda biri kadar olabilir ve makinelere görece daha düşük yatırımla Çin’de bir fabrika için kar oranı yüzde 100 olabilir. Çinli işçilerin ücretlerinin ikiye katlanması yine de ücretlerini ABD’li işçininkinin beşte biri yapacak olmasına rağmen, diğer şeyler eşitken, kar oranı yüzde 50’ye düşmüş olacaktır. Dolayısıyla, ücret artışları, ücretler satın alma gücü itibariyle Batı Avrupalı veya Kuzey Amerikalı işçinin ücretine eşit olmasa bile, kar oranlarında dramatik bir düşüşe neden olabilir. Bu olgunun neoliberal dönemdeki ilk geniş çaplı tecrübesi, Kore ve Endonezya’da 1997’deki ünlü “Asya finans krizinin” temeli olan işçi eylemleri olmuştu (MN, 1997’de “One No and Many Yeses/Bir Hayır ve Birçok Evet başlığıyla işlemiştik). ABD’de ortalama ücretlerin düşürülmesi ve stagnasyonuna (küresel olarak yine de görece yüksek bir seviye), Asya işçilerinin ücretlerinde, ABD’deki ücretlere eşdeğer olmaya yakınlaşmadan çok önce kar oranını zorlayan artışlar eşlik etti. Süper yüksek karlılık seviyeleri, zengin mahalleler, otomobil ve Gucci el çantaları toplu olarak gelmeden çok önce ortadan kaybolabilir. İşçilerin daha yüksek ücretler ve işte daha fazla güç için mücadelesi ile aktüel veya eli kulağındaki yüzleşme karşısında artı değerin “realize edilmesi” konusundaki bu sorun, istedikleri geri dönüş oranlarını kazanmak için kapitalistlerin başka yollara yönelmesine neden oldu. Ancak bu hamleye içkin de bir sorun var: yatırım gelirini finansallaştırma üzerinden artırma kabiliyeti, küresel kapitalist sistemde üretimde ve yeniden üretimde yaratılan artı değer ile sınırlı. Finans sektöründeki kriz, bu sınıra gelinmesiyle ilgili. Finansal kazanımlar –dolaylı da olsa- nihayetinde reel emekten çıktığı için, Çinli işçilerin ücretlerinde alçakgönüllü bir artışın bile finansal iskambil evin altındaki halıyı çekmeye yeteceği anlaşılabilir. (b) Krizin ekolojik/enerji momenti burada çok daha doğrudan beliriyor. Sabit sermaye maliyetlerinin düşürülmesi kar oranında bir artış sağlayabilir ancak bunun yol açtığı zararın “dışsallaştırılabilmesi” kritik önemdedir (örn. doğadan hammadde elde edilmesi sırasında ortaya çıkan kirlenmeden, sanayi üretiminin yol açtığı iklim değişikliğinden veya genetik olarak modifiye edilmiş organizmaların yayılması nedeniyle ortaya çıkan genetik mutasyondan zarar görenleri, bunların sona ermesini talep etmeksizin sessizce ve kesintisiz şekilde boyun eğmeye zorlamak). Ekolojik meselelerin zorlayıcı hale gelmesi ve aciliyet kazanması, ancak ve ancak dışsallaştırılan bu zararların bedelinin ödenmesi kitlesel olarak reddedildiği zaman mümkün olabilir. Bu zararlara ve bunların maliyetinin zımni olarak üstlenilmesine karşı mücadele verilmedikçe, ekolojik yıkım, Monet tablolarındaki pus gibi estetik bir fenomen olarak kalacaktır. Bu mücadele artık gölgelerden çıkmıştır ve sistem genelinde karlılığı tehdit eden bir noktaya varmıştır. Dünya genelinde, olan bitenlerin işçiler ve kapitalistler arasında ekonominin nasıl örgütleneceğine dair başka bir raunttan ibaret olmadığı ve petrol medeniyetinin insanlığın büyük bir bölümünü, kriz başlamadan çok önce kırılma noktalarına zaten ulaşmış olan şehirlere ve gecekondulara yerleştirdiği bir dünyada, yıkıcı bir iklim değişikliği ve genelleşmiş bir toplumsal ve çevresel yıkım ile yüz yüze olduğumuza dair bir kabul var. Örneğin Meksika’yı, bu kadar çok insan zorlukla hayatta kalabilirken ve devlet ve diğer şiddet tekelleri 10 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... zaten bu derece yoğunken, ABD’den (neye?) geri dönen göçmenlerle, kırılmanın eşiğinde görmek korkutucu… Yakın zamanda bir topluluk, çok fazla su aldıklarını düşündükleri başka bir topluluğun suyunu kesmek için silahlarla ortaya çıktı. Bu enlemlerdeki ortalama sıcaklık üç derece arttığında (ki bilim insanları tarafından bunun olduğu belirlendi), her yaz bir önceki en sıcak yaz rekorunu kırdığında ne olacak? Artık olağan durumlardaki kadar kar yapan işin olamayacağı açık. Kapitalizm, cezalandırma şevkinde, o kadar çok insanın ekolojik koşullarını öylesine görmezden geldi ki, yatırımcıları sömürmeleri gereken insanlarla fiziken yüz yüze gelmeksizin fahiş karlar yapmayı umdukları finansın dolayımlı dünyasına daha da kaçmaya zorlayan küresel bir yönetilemezlik durumu gelişti. Ancak bu göç, krizi sadece geciktirdi, çünkü gezegenin dört bir yanında ekoloji mücadeleleri veriliyor ve sabit sermayenin maliyetinde gelecekte kaçınılmaz bir artışı zorluyor. Dolayısıyla her iki durumda da, ücretler ve ekolojik yeniden üretim açısından, mücadeleler ortalama kar oranlarında (ve birikim oranında) bir krize yolu açıyor ve finansallaşmaya sıçramaya bir sınır getiriyor. 2. Neoliberalizmin Krizi: Sebepler ve Sonuçlar Neoliberal küreselleşme hırslı bir projeydi. Başarılı olsaydı, insan olmanın tanımını “kendini en yüksek parayı verene satan bir hayvan” olarak değiştirecek ve işgücünü Keynesçilik öncesindeki durumuna geri döndürecekti: değerini pazarda bulan saf bir meta. Neoliberal küreselleşme neden başarısız oldu? Bu soruya cevap vermek için, halkların verdiği mücadelelere dönmemiz lazım. ABD işçileri 1930’lardaki militanlık seviyelerini göstermeseler bile, dünya genelinde, bize göre krizin kaynağı olarak kabul edilmesi gereken yaygın hareketler yükseldi. Bunların tek faktör ve hatta başta gelen faktörlerden olmadıkları kesin. Örneğin, finansal işlemler konusundaki düzenlemelerin yetersizliği, piyasaları istikrarsızlaştırmış olan türev alım satımındaki meta kumarlarının yarattığı doğrusal olmayan karmaşıklık içinde kuşkusuz bir faktördü. Yine de Carter döneminde başlayan ve Reagan, Bush, Clinton ve Bush döneminde devam eden finansal deregülasyon bile sınıf mücadelesi için bir momentti. Deregülasyon, ABD işçilerinin, nakdi ücretleri, 1970’ler boyunca kapitalist fiyat artışlarının (örneğin gıda, enerji) kendi gerçek ücretlerini kesmesini önlemeye yetecek kadar hızla yükseltebilme konusundaki (hem gerçekten hem de politikacıların kafasındaki) gücünden (OPEC’in bir finansal aracıya ve petrodolarların işçi gelirinden elde edilen değerleri kar getiren yatırımlara aktarmanın aracına dönüşmesi umudunun altını oyan bir güç) kaynaklanan ivme kazanmış enflasyona bir yanıt olarak başladı. IMF’in o on yıla ait Yıllık Raporları, 1975 itibariyle dünyadaki bir numaralı ekonomik sorunun enflasyon ve bu enflasyonun kilit kaynağının da “işgücü piyasalarının yapısal katılığı” olarak tanımlandığını gösteriyor. İşçilerin gücünü IMF söylüyor. Carter ve Volcker harekete geçene kadar, ivmelenen enflasyon birçok reel faiz oranını sıfırın altına indirdi ve tüm finans sektörünün canlılığını tehdit etti. Deregülasyon stratejisi, diğer pek çok şeyin yanı sıra, ABD’nin her yerindeki tefecilik karşıtı yasaların kaldırılmasını ve faiz oranlarının iki haneli rakamlara çıkmasının önünün açılmasını içeriyordu. İşçilerin yalnızca ücretleri ve diğer gelir biçimlerini kârların altını oyacak derecede artırma gücüne değil (temel gıda fiyatları manipülasyonu konusundaki kapitalist yola ve dalgalı döviz kurlarına rağmen), aynı zamanda üretim noktasında verimlilikteki büyüme oranında herhangi bir iyileşmeyi engelleme gücüne de bir yanıttı. ABD’de 1970’lerdeki mücadelelerin birçoğu, nihayetinde yenilgiye uğradı ancak o zamandan beri, hem ABD’de hem de uluslararası olarak, neoliberal küreselleşmeye karşı azmini kanıtlamış yeni bir mücadeleler nesli ortaya çıktı. Bu mücadelelerden bazılarına, krizin ortaya çıkardığı politik meseleleri anlamanın şartları olarak odaklanacağız. Şematik olarak, krizin kaynakları şunları içeriyor: 1. Neoliberal küreselleşmenin sistemde değişim yaratma konusundaki başarısızlığı; 11 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... 2. Petrol/enerji endüstrisinin yapısını neoliberalleştirme konusundaki başarısızlık; 3. Ücret mücadelesini kontrol etme konusundaki başarısızlık (özellikle Çin’de); 4. Toprağı ve doğal kaynakları geri talep eden hareketlerdeki yükseliş (Bolivya, Hindistan, Nijer Deltası); 5. ABD’de, düşen ve durağan reel ücretleri destekleme amaçlı olarak kredi kullanımındaki yaygınlaşma/genişleme üzerinden sınıf mücadelesinin finansallaşması; 6. Siyahların, Latinlerin, yeni göçmenlerin ve kadınların “mülkiyet toplumu”na dâhil olarak sınıf hiyerarşisini bozması. (1) Neoliberal küreselleşme, meta ticareti ve finansal işlemlerin, özellikle de ABD, Japonya veya Batı Avrupa’dan kaynaklanan işlemlerin önündeki engelleri ortadan kaldıran bir yasa ve kurallar çerçevesine dayanır. Ortadan kaldırma süreci, Keynesçi dönemde başladı (GATT ile), ancak kurumsal çerçeveye 1994’te Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulmasıyla kavuştu. DTÖ’nün, yalnızca geleneksel ticaret ve para işlemlerinin değil, hizmetlerin ve fikri mülkiyetin de küreselleşmesini sağlama konusunda hırslı bir ajandası vardı. Hiçbir şey bu ajandanın hayata geçirilmesini engelleyemez gibi görünüyordu. Ancak, aşağıdaki şaşırtıcı gelişmelerin ortaya çıkması ile durduruldu: (a) 1980’lerin ortasında Zambiya’dan 1989’da Caracas’a ve 1994’te Zapatistalar’a dek, yapısal uyum programlarına karşı bir isyan ve ayaklanmalar dizisi; (b) Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki küreselleşme karşıtı hareket ve DTÖ, IMF, Dünya Bankası ve G8 toplantılarındaki sokak gösterileri ve yol kapatmalar; (c) DTÖ, IMF ve Dünya Bankası gibi ABD, Japonya ve Batı Avrupa’nın egemenliği altındaki örgütlere, bağımsızlıklarının son kırıntılarını da (özellikle de tarımsal üretimleri konusunda) tamamen teslim etmeyi reddeden birçok Üçüncü Dünya ülkesi. Bunun sebebi, halisane bir “yurtseverlik” değildi; topraklarındaki çiftçi hareketlerinin gücü ve bunun kendi “egemenlikleri” için teşkil ettiği tehditle çok daha fazla alakalıydı. Özellikle DTÖ’nün Doha Raundu, Hindistan hükümeti temsilcileri tarım konusunda daha fazla taviz veremediği için (köylülerini bir miktar ileri teknoloji için seve seve feda etmeye hazır olmalarına rağmen) en sonunda öldü. Hindistan’daki hareketler, DTÖ’ye karşı 1998 ila 2008 arasındaki on yıldır on ve yüz binlerce kişiyi harekete geçiriyordu (Filipinler, Kore ve Bangladeşli çiftçilerden bahsetmiyoruz bile). Çoğu zaman birbirlerinin eylemlerinden ve çıkarlarından habersiz olmalarına rağmen bu isyanlar, sokak gösterileri ve “iç” direnişler, “dünya düzdür”cü küreselleşme ideolojisini ve dünyanın geri kalan varlıklarını ve yerel pazara dönük üretim yapan çiftçilerini çitleme girişimini gayrı-meşrulaştırdı. (2) İkinci başarısızlık anı, 1999 sonrasında savaşla, özellikle de Irak’ın işgali üzerinden (MN, 2002) petrol ve gaz endüstrilerini ideal neoliberal işlemlere dönüştürme çabasında, neoliberal küreselleşme projesinin canlandırılması girişimiydi. Bu başarısızlığın nedeni, ABD askerlerine on binlerce kayıp verdiren ancak bunun karşılığında yüz binlerce ölü ve yaralı veren silahlı bir direniş oldu. Bunun, neoliberal küreselleşme üzerinde devasa sonuçları oldu. Birincisi, altı yıllık Irak savaşının ardından, en temel endüstriler – petrol ve gaz endüstrisi – hem Irak’ta hem de dünyada, neoliberal doktrinin nefret ettiği iki formda halen örgütlü: ulusal petrol şirketi ve petrolün pazar fiyatını etkilemeye çalışan uluslararası kartel (OPEL). İkincisi, neoliberal projenin lideri olan ABD, bu çabası nedeniyle hem askeri hem de mali olarak ciddi şekilde zayıfladı. Bu ABD hükümeti zafer ilan ederken (“Büyük Dalga” nedeniyle) daha da belirgin hale geldi. Eşzamanlı olarak kendi Iraklı kuklaları tarafından 2011’de ülkeyi terk etmesi, üslerini boşaltması ve yakın zamanda neoliberal bir “Petrol Yasası” beklememesi söylendi! Elbette “kuklaların” efendileri ile bu denli sert konuşmasının sebebi, Allah’ın hidrokarbon hediyesini hibe etme girişimine Irak halkının şiddetli tepkisinden korkmalarıydı. (3) Neoliberal “ücretlerin reddi” projesi, reel ücretin bir daha asla 1973’teki zirvesine ulaşamadığı ABD’de epey başarılı oldu. Bu yüzden ABD ücret mücadelesi, 1970’ler krizinde olduğu gibi şimdiki krizin kaynakları arasında bulunamıyor. ABD’de böylesi bir mücadelenin tüm tipik belirtileri (örn. grev faaliyeti) bastırılmıştı. Ücret dışı gelirlere, örneğin sosyal güvenliğe, sağlık sigortasına ve gıda yardımlarına dönük saldırıları sınırlandırmak için, bazıları başarılı da olan defansif mücadeleler yükseltildi. Dahası, işçi sınıfına 12 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... karşı, örneğin kadın hakları, çevre vb. alanlarında yöneltilen diğer saldırılara karşı süregiden mücadeleler oldu. Ancak, neoliberal proje, uluslararası işgücü piyasasında yalnızca ABD’de değil dünya çapında rekabeti kullanabilme yeteneğine dayanıyordu. Bu proje başarısız oldu, özellikle de Asya ülkeleri açısından. Bu denetimin Kore ve Endonezya’da, 1997 Asya finansal çöküşü sürecinde başarısız olduğunu gördük (bkz. MN, 1997). O günden bu yana bu stratejinin temel başarısızlığı Çin’de oldu. Burada ücret mücadelesinin seviyesi tarihsel boyutlar kazandı ve binlerce grevin ve diğer iş durdurma biçimlerinin yanı sıra, sık sık çift haneli ücret artışları ile sonuçlandı. (4) Yapısal Uyum Programları ve savaşlar, Üçüncü Dünya halklarını topraklarından ve bu topraklar üzerindeki kaynaklardan mahrum bırakmak (bunları istimlak yoluyla ellerinden almak, çn) anlamına gelen “Yeni Çitlemeler”in önünü açtı. Mülteci sayısındaki artış bir göstergeyse eğer, bunların (yeni çitlemelerin, çn) Afrika ve Amerika kıtalarının birçok yerinde milyonlarca insanı topraklarından ve topluluklarından ettiği kesin. Fakat Asya (özellikle Hindistan ve Bangladeş), Güney Amerika’nın çoğunluğu ve Afrika’nın kimi yerlerinde, müşterek topraklara ve kaynaklara dönük saldırılara güçlü bir yanıt da verildi. Bolivya’da son on yılki “su” ve “gaz” savaşları hayati kaynakların özelleştirilmesi çabasının riskli bir girişim olduğunu netleştirdi. Benzer sınırlar, Nijer Deltası’nın Kurtuluşu Hareketi (MEND) gibi grupların sahiplenme savaşı verdiği Nijer Deltası’nda petrol üretimi konusunda da deneyimlendi; bu gibi gruplar, Nijer hükümetine ve büyük petrol şirketlerine karşı, Delta halklarının topraklarının altındaki petrolün komünal sahipleri olarak tanınmasını talep ediyorlar. Gerçekten de petrol istimlaki ve çıkarılması konusunda, Steven Colatrella’nın yerinde bir deyişle “politik Hubbert eğrisi” olarak adlandırdığı ve erişilmekte olan politik bir sınır var. (5) Sermayenin finansallaşmasının ana işlevi, birikimi, işçi sınıfı mücadelesinin dokunamayacağı bir yere koyarak ve kapitalistler için kendi yatırımlarının başarısına karşı bahse girmeyi mümkün kılmak, dolayısıyla her türlü sonuca karşı teminat sağlamak suretiyle bir tedbir getirerek korumaktı. Hangi kapitalist, küçük bir bedel karşılığında, bir genel grev dalgası nedeniyle yatırım yaptığı ülkenin para biriminde yaşanan dramatik bir devalüasyondan veya işçilerin ücret talepleri ile uğraştıkları bir şirketin iflas etmesinden kendisini korumak istemez ki? Ancak paradoksal olarak, neoliberalizm sermaye ile işçi sınıfı arasındaki mücadelede kredi alanında yeni bir boyut açtı. Yüksek faizli morgıçlardan öğrenci kredilerine, kredi kartlarına, 401(k) emeklilik yönetimi şemalarına kadar bütün bir kredi araçları ve spekülatif yatırımlar seti, ABD işçi sınıfına sunuldu. İşçiler, kolektif güçlerini belirgin ücret artışları, emeklilik garantisi veya sağlık hizmeti elde etmek için işlerine yansıtamamaları onları finansal alana genişlemek zorunda bıraktığı için bunları kullandılar. Sözde refah devletinin çözülüşü ile birlikte, ABD’de işçiler kendi yeniden üretimlerinde daha fazla payı, tam da reel ücretleri düşerken ödemek zorunda kaldılar (barınmadan sağlığa ve eğitime). İşçiler bu yeniden üretim gerekliliklerine kredi sistemi üzerinden erişmeyi talep ettiler. Sermayenin biriken değeri krediler sunarak işçilerle “paylaşmasının” bir bedeli vardı: İşçilerin yeniden üretim yollarına (ev, otomobil, eşya vb.) erişme arzusu kapitalistlerin birikim arzularına paralel olmalıydı. “Finansallaşma” basitçe bir sermaye komplosu değildir; kendisi de sınıf mücadelesinin bir süreci ve ürünüdür. Doğru, işçilerin kendi yeniden üretim koşullarına yönelik saldırıya verdikleri yanıtta ihtiyaç önemli bir unsur fakat ihtiyaç olmaksızın aracı da olmaz. Kredi sistemine giriş işçiler için cennet değil elbette. Borçlanma ve eşlik eden faiz ödemeleri ücretler üzerinde kimi zaman çok ciddi olabilen bir baskı oluşturuyor ve kredi işçileri gayrimenkul ve borsaya bağlıyor. Ancak, işçilerin kira artışı endişesi olmadan bir eve sahip olmak ve mülk sahibi morgıcını ve vergilerini ödemek için “başkasının parasını kullanabilmesi”, metanın yol açtığı (gerçek veya muhayyel) arzuyu bugün tatmin edebilmesi, gelecekte daha yüksek ücretler sağlayabilecek eğitime erişebilmesi ve çoğunlukla ABD’de yaşamanın bir özelliği olan yalnız ortamın içinde daha geniş bir iş ve sosyal iletişimi mümkün kılan bir otomobile sahip olabilmesi önemli bir kazanım. Bu tehlikeli işçi sınıfı stratejisi, kolektif refahta paylaşmak için kredi sistemini kullanmakla borç köleliği arasında salınıp durdu. 13 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... ABD işçi sınıfı, kolektif bir şekilde ama ne “bilinçli” ne de koordine olarak (kapitalist toplumda olan birçok şey gibi), neoliberalizmin herkesi “rasyonel ekonomik” ajanlara dönüştürme vizyonunu, Bush yönetiminin “mülk sahipleri toplumu” retoriğini gerçeğe dönüştürerek sistemin aleyhine çevirdi. Bu şekilde, üstü örtülü olarak borçlarını ödememe tehdidinde bulunarak (örneğin anahtarı posta kutusunda bırakıp çekip gitmekle) sistemi krize soktular. Daha önce belirtildiği gibi, bankaya 100 dolar borcunuz var ve ödeyemiyorsanız başınız dertte demektir; fakat bankaya 1.000.000 dolar borcunuz var ve ödeyemiyorsanız, bankanın başı dertte demektir. Burada söylenmeyen şey ise, 1.000.000 kişinin hepsinin bankaya 1000 dolar borcunun olması ve ödeyememesi durumunda bankanın başının yine dertte olacağıdır! Finansallaşma, sermayeye sınıf mücadelesinin yol açtığı belirsizliklere karşı bir kalkan sağlayacaktı fakat finansallaşma ile sermaye, işçi sınıfını sinesine davet etmiş oldu. Finans kapitalin denklemin her iki tarafında da oynama girişimi (örn. mücadeleden korunmanın bedelini sermayenin ödemesi ve aynı zamanda bu mücadelenin “ehlileştiği” zannedilen aracılarını da finansal makineye dâhil etmek) günümüz krizinin temellerinden biridir. Doğru, işçi sınıfının toplam borçtaki payı kayda değer olsa da, ABD şirket veya devlet borcundan çok daha küçüktü. Ancak niteliği farklıydı. Şirket borcu sınıf içi, ulusal borç her sınıfın fakat işçi sınıfının borcu sınıflar arası ve muhtemelen en yüksek gerilimi oluşturuyor. (6) Finansallaşmanın bu ikili karakteri daha önce krediye erişimden dışlanmış olan işçilerin (siyahlar, Latinler, yeni göçmenler, bekâr kadınlar ve yoksul beyazlar) morgıçlar, öğrenci kredileri ve kredi kartlarının tılsımlı dünyasına girme mücadelesi ile yoğunlaştı. Finansal sermaye 21. yüzyılda, daha önce sadece tefeci ve rehincilerden en ağır koşullarla borç alabilen bu yeni kreditörlere belirgin bir şekilde açıldı. Ev, araba, eşya ve daha iyi maaş veren bir iş için yasal hak talebine sahip olabilme arzularına yanıt verdi. Ama zehirli haplar karşılığında: faiz ödemesi üç yıl içinde balon gibi şişecek yüksek faizli morgıçlar, faiz oranları tefeci seviyesine yakın kredi kartları, mezuniyeti ücretli köleliğe dönüştürecek öğrenci kredileri. Bu işçilerin neoliberal düzene dâhil edilmek için baskısı (örn. kişinin sosyal refaha yalnızca bireysel temelde ve ücret dışı gelir üzerinden erişebilmesi) sermayeden 21. yüzyılın ilk yarısında olumlu bir yanıt altı. Bu, kredi sisteminin destabilizasyonunun başlangıç noktası oldu. Yukarıda, 5 ve 6. maddede sözü edilen, kredi sirkülâsyonunun işçi sınıfına doğru derinleşmesi ve genişlemesi, bir “mücadele” olarak adlandırılabilir mi? Böyle bir formülasyon, hikâyenin sonu düşünüldüğünde (milyonlarca haciz ve iflas vb.), pek tabi sorgulanabilir. Fakat ev sahiplerini hacizden “kurtaracak” yasal düzenlemeler için mücadelelerin yanı sıra, ödemenin ve iflasın koşullarına (işçilere uzanan) ilişkin bir mücadele olduğuna kuşku yok. Birçok sağ görüşlü, bu “kredi devrimini” krizin sebebi olarak gösteriyor, çünkü kutsal kredi odasına çok fazla sayıda “hak etmeyen” alınmıştı. Fakat bu, siyah işçilerce 1960’larda “redlining” uygulamasına ve diğer kredi ayrımcılığı biçimlerine karşı başlattıkları gerçek mücadeleyi geçersizleştirmiyor. Hepsinden öte, borçluların mücadelesi, antik dönemlerden bu yana sınıf tarihinin analizinin geleneksel olarak temeli olmuştur. Neden 21. yüzyılın sınıf analizinin dışında bırakılsın ki? Mücadelenin bu altı anına bir “fiyat etiketi” yapıştırmıyoruz. Diğer birçok konjonktürel etmenin yanında, birlikte 2008’de tarihsel boyutlarda bir kriz meydana getirdiler. Neoliberalizmin Ücret ve Savaş doktrinlerinin, Küreselleşmenin, Yeni Çitlemelerin, Finansallaşmanın ve İçerme Krizinin birlikte başarısızlığı, yalnızca ekonomik “düşüş” başlatmakla kalmadı, bunların nedeni olan mantıksal çelişkiler de mevcut düşüşü (gerilemeyi, çn) gerçek bir krize dönüştürüyor. Yakın gelecekte bir “iyileşme” olasılığı (GSMH artışları ile ölçülen) var fakat çelişkilerin derinleşmesi ve başarısızlıkların yoğunlaşması ile kapitalizm “tarih” olabilir. 3a. Sermayenin Kriz Fırsatına Acil Yanıtı Bu kriz, sermayeye üç yönden fırsat sundu: (i) finans kapital ile sistemin geri kalanı arasındaki güç ilişkisini yeniden düzenleme, (ii) ABD işçi sınıfının finans sistemindeki borçlu ve oyuncu olarak yeni rolünü disipline etme ve (iii) “borç krizinin” bir uyanışı üzerinden Üçüncü Dünya’da çevresel talanın, ücret kesintilerinin ve toprak istimlâklerinin meşrulaştırılması. Her birine tek tek bakalım: 14 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... (i) Finans Kapitalin Istırabı mı Yoksa Rönesans’ı mı? Bu kriz, bir finans krizi olarak başlıyor (örn. borçların anaparasını veya faizini geri ödeyememe veya büyük ölçekte kaybedilen bahisleri ödeyememe). Birçok krizin finansal yönü olmasına rağmen, bunun sistemin kaderini temelinden zorlayan bir kriz olduğu açık. Çünkü sermayenin sektörleri ve fazları arasındaki düzen ve hiyerarşide esaslı bir dönüşümü kaçınılmaz kılıyor. Kriz, çöküşü ile büyüklü küçüklü endüstri, ticaret ve hizmet şirketlerinin günlük işlemlerini riske sokan finansal pratiklerin (özellikle de Teminatlı Borç veya Morgıç Yükümlülükleri, Yapılandırılmış Yatırım Araçları, Kredi Borcu Takas Sözleşmeleri, her türden kredi türevleri ve belki de offshore bankacılık – titre İsviçre!) birçoğunu tamamen durdurma veya en azından acımasız düzenlemeler getirme konusunda bir fırsat mı (finans sektörünün devletten talep ettiği sermayenin devasa miktarı karşılığında) olacak? Yoksa finans kapital, borcunun devlet tarafından kendi şartlarına göre teminat altına alınmaması halinde borç musluğunu kapatma ve kredi sistemini durdurma tehdidi ile sistemin geri kalanını rehin mi alacak? Bu çelişkinin bir yansımasını, yüksek hükümet kademelerinde büyük çok amaçlı bankalar (Citigroup), sigorta şirketleri (AIG) ve hatta yatırım evleri (Bear Stearns) konusunda var olan neredeyse hemfikir (Bush yönetiminden Obama yönetimine kadar) desteğe karşı, “Üç Büyük” otomotiv üreticisinin “kurtarılması” konusundaki çatışmada görüyoruz. AIG için hemen gözden çıkarılan milyarlara kıyasla görece küçük olan bir meblağ konusundaki muazzam çelişki – ve şimdi GM’den ve Chrysler’dan talep edilen potansiyel olarak ölümcül şartlar – finans kapitalin halen devletin en üst kademelerinde el üstünde tutulduğunun göstergesi. Fakat bu, kapitalizmin ayakta kalması halinde, iki kutup arasında bir yirmi birinci yüzyıl karmasına gidecek uzun süreli bir mücadelenin yalnızca ilk raundu: (a) finans sektöründen elde edilen sermayenin, “yeşil enerji” projeleri (rüzgar türbinlerinden Temiz Kömür teknolojilerine ve nükleer enerji tesislerine kadar) ve biyoteknoloji alanlarında yeni bir yatırım dalgasına yönlendirildiği, finansal inovasyonlara çok katı yasal düzenlemeler dayatılan bir rejim ya da (b) finans sektörünün bir zaferi, ABD’nin nihai “sanayisizleşmesi” ve bir balonlar ve çöküşler rejimi ile evrensel bir uzlaşma. İlk kutup, İngiltere’de Güney Denizi Balonu’nun ardından 1720 “Balon Yasası” ve Fransız burjuvazisinin 1720 Mississippi Balonu’nun ardından altına geri dönmesinden ABD’de borsanın 1929’daki çöküşünden sonra Glass Steagall Yasası’na kadar, önceki yoğun “finansallaşma” ve spekülasyondan kurtulma dönemlerini andıran bir sonucu anlatıyor. Bu Keynesçiliğe bir geri dönüş ama “yeşil” karakteristiklerle ve varlıkları ABD ve Batı Avrupa’daki işçiler tarafından kapitalistlere sürekli tehdit olarak kullanılmış nükleersilahlanmış komünist ülkeler olmadan. İkinci alternatif, cehennemvari önermesi ile neoliberal kapitalizmde finans sektörünün hegemonyasına uygulandığında, Margaret Thatcher’in parolası olan “Başka Alternatif Yok”un bilinçsiz antikapitalist yanını acı bir şekilde kabul eden bir sonucu anlatıyor: piyasa, giderek daha kısa balon, patlama ve bunalım çevrimlerine neden olsa da, gezegendeki kaynakları tahsis etmenin en iyi (ve tek) yoludur. 21. yüzyılın başındaki ABD, kayda değer bir imalat veya tarımsal temel olmaksızın var olan (bu kısmı işbölümünde Çin’e ve diğer ucuz emek ülkelerine bırakan) 20. yüzyıl sonu İngiltere’si olabilir mi? Yani ya finans sektörü “ulusallaştırılacak” ya da ulus “finansallaştırılacak” (veya ikisinin bir kombinasyonu). Her iki alternatif de eşit ölçüde imkansız görünüyor. Sahada krizi kapitalizmden çıkış için bir yol bulmak üzere kullanabilen başka bir güç olmadığı müddetçe, sanayi temelini (geniş bir “yeşil” sektörle) canlandıracak bir Keynesçiliğe ve finans kapitalin maceralarını yeniden meşrulaştıracak reforme olmuş bir başka neoliberalizm raunduna dair vehimler oluşturulacaktır. Kısa vadede, Keynesçi ve “yeşil” politikaların önü açılacak – belki de mevcut kriz bağlamında sermaye hareketlerinin düşük olması (ki bu durumda uzatmalı Keynesçi politikaların uygulanabilir olmadığı) gerçekliğinin de yardımıyla. Bazı düzenlemeler getirilecektir ve kesinlikle balonlar ve çöküşler rejimi ile bazı uzlaşmalar (krizin derinliğinden sonra) yapılacaktır. 15 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... (ii) Borçlular olarak ABD’li İşçiler Karl Marx, 19. yüzyılın büyük antikapitalist analisti, finans kapitali sadece kapitalistlerle ilişkili olarak gördü. 1860’larda şu özlü görüşleri kaleme aldı: “Faiz, kapitalist ile işçi arasında değil, iki kapitalist arasındaki bir ilişkidir.” Yani, faiz, borçlanılan paraya dayalı olarak finans kapitaliste ödenen bir gelir olarak görülür. Borcun faiziyle nasıl geri ödeneceği konu dışıdır. Faiz mantıksal olarak üretim sürecinden bağımsızdır (Marx için sistemde bir yerde işçilerin sömürülmesine hayati şekilde bağlı olsa da). Bizler için en kritiği ise, Marx’ın işçiler asla borç almaz ve faiz ödemezmiş gibi yazmış olması. Bu önemli, çünkü kredi sistemi kapitalist bir müşterek gibidir. Çünkü kapitaliste (veya kapitalist denilebilecek kişiye) “başkalarının sermayesi ve mülkü üzerinde, belirli sınırlar dahilinde mutlak kontrol ve bunun üzerinden de başka insanların emeği üzerinde kontrol imkanı verir.” Sahibi ile bağlantısı kesilen değer, soyut da olsa, erişime sahip olanlara muazzam bir güç sağlayan müşterek bir kaynak havuzu haline gelir. Bu güç işçilerle paylaşılmıyordu, en azından 19. yüzyılda. Marx, kapitalizmin geleceği konusunda birçok konuda haklıydı fakat mülksüz ama ücretli işçi sınıfının finansal sisteme absorbe edilmesini göremedi. İşçilerin borcuna baktığında, yalnızca tefecileri görüyordu. İşçiler, finans kurumlarından borç almak için teminat gösterebilecekleri neredeyse hiç mülke sahip olmadıkları ve bankalarda mevduat olarak kullanılacak hiç tasarrufları olmadığı için, finans dünyasında asla önemli doğrudan oyuncular değildiler. Aslında, 19. yüzyılda birçok karşılıklı yardım ve kredi birliği organizasyonu türedi çünkü bankalar ve diğer finans kurumları kendi müşterilerinin yalnızca kapitalistler (büyüklü küçüklü) olduğunu düşünüyorlardı veya işçiler zar zor kazandıkları tasarrufları finans kapitalistlere teslim etmeye pek kuşku ile bakıyordu. Artık bu durum geçerli değil. İşçilerin emeklilik fonları sistem için devasa bir sermaye kaynağı ve borçları ABD’deki toplam borçlulukta büyük bir payı oluşturuyor (hane borçluluğu ABD’deki toplam borcun yüzde 30’u). Sonuç olarak, 21. yüzyılın finansal krizi konusunda konuşacaksak, kapitalistler arası çatışmanın yanı sıra sınıflar arası çatışmadan da söz etmemiz gerekiyor. Önceki bölümde not edildiği üzere, neoliberal düzende işçiler kredi sistemini ücret dışı gelir alemine girmek, daha önce yalnızca kapitalistlerin ayrıcalığı olarak görülen değer müşterekine erişim sağlamak için kullanıyorlardı. Bunu yaparak, sermayeye kolektif bir tehdit ve fırsat oluşturdular. Soru şuydu: Sermaye, 21. yüzyılda, kredi sistemine kapsamlı bir işçi sınıfı katılımı olmaksızın yapabilir mi? Sermaye, “taksitli yaşam” öncesi günlerine geri dönebilir ve krediyi yeniden sadece kapitalistlere özel alan haline getirebilir mi? Finansallaşmanın yukarıda analiz ettiğimiz iki yüzlü karakteri kolayca “düzeltilemeyeceği” için, kesin bir evet veya hayır yanıtına şüpheyle yaklaşanlar çok. İşçi sınıfının ücret mücadelesine geri dönmeden metalar, evler ve eğitim değerine kredi üzerinden erişimini tamamen (veya farklılaştırarak bile) engellemek, sınıf mücadelesinde kabul edilemez seviyelere davetiye çıkarabilir; fakat makineyi işçi sınıfının krediye kriz öncesi ile aynı erişim seviyesine sahip olacağı şekilde yeniden başlatmak, kısa sürede aynı döngünün ve mücadelenin başka bir tekrarına davetiye çıkarabilir. Bu elbette kapitalistlerin ikilemi ve bunu çözmek için akla karayı seçiyorlar. Ancak bu süreç sadece sermayenin karar verebileceği basit bir süreç değil; sonuç büyük oranda esrarengiz bileşenin, küresel işçi sınıfının eylemlerinde yatıyor. Bu ikilem Marx’ın kredi sisteminin “ikili karakteri” üzerine uzun zaman önce yaptığı gözlemi vurguluyor: “İlk rol, kapitalist üretimin itici gücü olan, başkalarının emeğinin sömürülmesi üzerinden zenginleşmeyi en ileri boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekârlık sistemi haline gelene kadar geliştirmek ve toplumsal zenginliği sömüren azınlığın sayısını daha da azaltmaktır. İkinci rol ise yeni bir üretim tarzına geçiş biçimini oluşturmaktır.” İşçilerin, kendisi de aynı ölçüde devasa bir kumar ve dolandırıcılık sistemine gömülü olmasına rağmen, kendi sınıfları tarafından üretilmiş olan birikmiş refaha kredi sistemi üzerinden erişmeye yönelik artan talebi de, yeni bir üretim tarzına geçişin tohumlarını barındırır. (iii) ABD ve Batı Avrupa Dışında Kriz: IMF ve Dünya Bankasının Geri Dönüşü Borcun sınıf mücadelesinde bir silah olarak önemi yeni değil. Afrikalı köylüler ve Güney Amerikalı fabrika işçilerinin, ülkelerinin diktatör hükümetlerince reel faiz oranlarının düşük (hatta kimi durumlarda negatif) olduğu 1970’lerde kendi arkalarından pazarlığı yapılan değişken faiz oranlı borçlar nedeniyle devasa 16 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... borçların altında kaldığı 1980’lerin başındaki “borç krizinde” en açık şekilde görülmüştü. Ancak 1979’da faiz oranları fırlayarak köylüleri ve fabrika işçilerini ellerinde ülkelerinin GSMH’sinden kat kat yüksek borçlarla ortada bıraktı. Bu, eski borçlara çok yüksek faizler bindirerek ve eski borçları ödemek için IMF ve Dünya Bankası’ndan bu hükümetlerin Yapısal Uyum Programları’nı benimsemesi şartıyla alınan yeni borçlarla Afrika, Güney Amerika ve Asya’dan devasa bir artı değer miktarını sıkıp çıkarmayı mümkün kılan 1980’lerin başındaki “borç krizi”nin nedenlerinden biriydi. Yapısal Uyum Programları, daha önce kapalı olan ekonomileri dışa açık hale getirdi, hedef ülkelerin işçi sınıflarını ciddi şekilde zayıflattı ve ABD’li, Batı Avrupalı ve Japon kapitalistlerin işçilere, topraklara ve hammaddelere aşırı derecede düşük maliyetlerle erişmesine imkan verdi. Bunlar, “küreselleşme” denilen şeyin temeliydiler ve IMF ve Dünya Bankası, “serbest ticaret” kurallarıyla ödeme yapmayı ret tehdidinde bulunan ülkelerle görüşerek küreselleşmenin merkezi denetim ajansları oldular. 1997 Asya finans krizi sonrasına dek, 1980 ve 90’larda barınmayı ve borsa çöküşlerini finanse edecek sermaye akışının çoğunu Yapısal Uyum Programlarının hakim olduğu eski Üçüncü Dünya ülkeleri sağladılar. Sonrasında bu işi neredeyse tek başına Çin yapacaktı. Bunların tümü 1980’lerin ortasından 2000’lerin başına kadar muazzam bir mücadele karşısında yaşandı. IMF, Dünya Bankası ve ABD ile Batı Avrupa ülkelerini borçları yeniden müzakere etmeye ve hatta silmeye zorlayan silahlı devrimlerin yanı sıra, gezegende gerçekten de yüzlerce IMF karşıtı ayaklanma oldu. Yapısal Uyum Programlarına karşı yürütülen mücadeleler, Çiapas’tan Washington’daki IMF ile Dünya Bankası merkezlerinin sokaklarına uzanarak uluslararası hale geldi. Dahası, 21. yüzyılda petrol ve emtia fiyatlarının yükselişinden beri, IMF ve Dünya Bankası, önceki “müşterileri” (daha doğru bir ifadeyle önceki ameleleri) tarafından dışlanıyor. Bu durum, kendi eski borçlarının büyük kısmını ödeyebilmiş olan ve/veya IMF ve Dünya Bankası Yapısal Uyum Programları çerçevesi dışında kredi çeken (örneğin Arjantin’in Venezüella’dan kredi alması) Cezayir, Nijerya ve Endonezya gibi birçok petrol üreticisi ülke için özellikle doğru. Toplam dış borç birçok ülke için azalmamasına rağmen (hatta arttı) IMF ve Dünya Bankası’nın tekel konumu ortadan kalktı ve ülkelerin bu ajansların gaddarca “önerilerini” boş vermesini mümkün hale getirdi. Ancak kriz, alternatif fonlama kaynaklarını kurutarak güç ilişkilerini bir kez daha değiştirebilir (örn. Venezüella hükümeti, bu durumda iflasa yakın olan bir Güney Amerika ülkesine borç vermeyi güç bulacaktır). Sonuç olarak, küresel açıdan borç almak için başvurulacak son kapı olarak IMF ve Dünya Bankası’nın gücünde, bu gücün getirdiği tüm iktidarla birlikte, bir yeniden canlanma olasılığı olacaktır. Birçok ülkenin dış borcu ise bitmekten çok uzak ve krizin baskısı altında dramatik şekilde artacak. Hatta, G20 hükümetleri IMF rezervlerini 1 trilyon dolar artırma konusunda anlaşmaya vardılar ve IMF Yapısal Uyum Programına benzer koşulları, iflas etmiş sayısız Doğu Avrupa ülkesine halihazırda dayatmış bulunuyor. Yapısal Uyum Programlarına geri dönmek, tarihi bir yenilgi olacak ve yeni bir neo-kolonyalizm dalgasına davetiye çıkaracaktır. [IMF ve DB dönemine] Geri dönüş araçlarından biri, kapitalist rejimlerin zorla büyümesine ekolojik bir sınır koyan küresel ısınma. Olağan kuzeyli oyuncular (Dünya Bankası dahil) gözü pek bir şekilde Kuzey’de emisyonların nedenlerini ortadan kaldırmak yerine Güney’de küresel ısınmaya karşı dehşet verici “çözüm” serilerine yatırım yapıyorlar. Tarımsal yakıtlar (genetiği değiştirilmiş soya, Afrika palmiyesi, şeker kamışı, jatrofa ve yakın gelecekteki her türden GDO canavarlıkları), güneyli çiftçileri bugüne kadarki en büyük çitlemelerle tehdit ediyor. Arjantin’in ekilebilir topraklarının yarısı halihazırda GDO’lu soya dolu “yeşil çöl”. Paraguay ve Brezilya’dan hiç söz etmiyoruz bile. Endonezya ise ormanlarının çok büyük kısmının yerini ise Afrika palmiyesi aldı ve artık Kolombiya’daki Afrika kökenli topluluklara saldırıda kullanılıyor. Hindistan bir milyon hektardan fazla jatrofa planlıyor (bunun anlamı birçok köylünün topraktan sökülüp atılması demek). Ve Nijerya, Nijer Deltası’ndaki petrol ve toprak mücadelelerine karşı endüstriyel tarımdan söz ediyor. Kriz, bir yandan eğitim, sağlık ve sosyal hizmetleri halihazırda tahrip etmiş olan kemer sıkma programlarını (yeniden) devreye sokarken, diğer yandan Dünya Bankası ile IMF’nin eline Üçüncü Dünya ekonomilerini böyle daha da çok projeye açma konusunda daha fazla güç verecek. Örneğin, karbon ticareti Kuzey’in 17 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Güney’de barajları ve diğer “büyük” geliştirmeleri finanse ederken kirletmeye devam etmesine izin verecek. IMF ve Yapısal Uyum Programları ve “geliştirmeler” üzerinde, “küresel güney”, daha yüksek ücretler istemeye başlamış olan Çinli işçilerin yerini almasa bile tamamlayıcı olmaya hazır hale getirilecek. Bunu kapitalistlere vermek zorundasınız. Her şeyden çıkar sağlamaya çalışırlar, dünyanın sonundan bile! 3b. İşçi Sınıfının Krize Yanıtı Bu krizin gizemlerinden biri, işçilerin krizin ABD’deki ciddi etkilerine karşı geciken ve dağınık tepkisiydi. ABD’de çok az eylem finansal ve ekonomik krizi doğrudan muhalefetinin hedefi yaptı (örn. Washington’da krizin sonuçlarını protesto eden hiç büyük gösteri olmadı). Bank of America’nın işverenlerinin bankası olması ve fabrikayı açık tutacak krediyi vermemesi gerçeğini gündeme getirerek kıdem tazminatlarını talep eden ve alan işçiler tarafından gerçekleştirilen Republic Window and Door tesisindeki fabrika işgalini gösterebiliriz. Çok geniş bir alanda çitleme karşıtı eylemler ve organize oturma eylemi girişimleri oldu: Boston City Life’ta bankaların zorla tahliyelerine karşı blokajlar oldu; LA’de IAF bankalarla kolektif pazarlık için bir grup oluşturdu; Miami bölgesinde “Take Back the Land/Toprağı Geri Al” hareketi ipotekle mühürlenmiş veya terk edilmiş banliyö evlerini, evinden edilmiş ailelerin yaşaması için işgal ediyor; ACORN San Francisco Bay’de ve diğer alanlarda hacizlere karşı direniş örgütlemede aktif. Her şeye rağmen, bu eylemlerin sayısı ile krizin derinliği arasında bir dengesizlik var. Obama’nın seçim kampanyası kuşkusuz ki çok muazzam bir politik enerjiyi absorbe etti ve sokaktan seçime yönlendirdi. Krizden devrimci olmayan bir çıkış sunarak “orta sınıf” dediği çok geniş bir alana hitap ettiği açık. Adaylığı sistemin kısa dönem şansı için başarı sağladı ve yakın gelecekte de değerli bir zaman kazandırdığı kesin. Ancak çok büyük işçi sınıfı fedakarlıkları olmadan kapitalizmi canlandırma konusunda verdiği cüretkar ümitlerden sonra birikim makinesini çalıştırmada başarısız olması halinde bunu izleyecek olan tehdit halen geçerliliğini koruyor. Fakat geçtiğimiz yıl krize sebep olan spekülatif finansal mekanizmanın parçası olarak yaşanan gıda ve enerji fiyatlarındaki fırlamaları protesto başlığı altında dünya çapında işçi sınıfı eyleminde muazzam bir yükseliş yaşandı. Çin’de krizin en önemli momentlerinden birinin başlangıcını görüyoruz: Çin işçi sınıfı, sermaye bunu emrettiğinde şehirleri terk ederek özelleştirilmiş kıra geri dönecek mi? Avrupa’da insanlar krize özellikle güçlü ve hızlı bir yanıt verdiler, özel olarak da Güney periferide (İtalya, İspanya ve Yunanistan) ve Kuzey periferide (İrlanda, İzlanda, Letonya). İtalya’da üst üste gelen ve genel grevlere evrilme eğilimindeki grev dalgaları, ülke çapında milyonlarca işçiyi mobilize etti. Spekülatif barınma ve inşaat balonunun hızla çözülerek büyük bir toplumsal altüstlüğe sebep olduğu İspanya’da, uluslararası finans sisteminin çökmesini önleyecek destekler için Washington’da düzenlenen G20 toplantısına tepki olarak 15 Kasım’da (2008) ülke çapında bir protesto gerçekleştirildi. Banka çalışanları da BBVA Bank’ın ana şubesinde bir işgal eylemi düzenlediler. Ve Lehman Brothers’ın çöküşü sonrasındaki günlerde, “Robin Bank”, özgürlükçü toplumsal hareketlere vermek üzere 38 İspanya bankasından yarım milyon avroya yakın para çaldığını duyurdu. Yunanistan’da Alexis Grigoropoulos’un polis tarafından katledilmesini takiben kitlesel ayaklanmalar ve protestolar patlak verdi ve daha önce iki büyük sendika tarafından çağrısı yapılmış olan grevle de birleşti. Genç işsizliğinin, dünya ekonomik krizinin hissedilmeye başlanması öncesinde bile kimi bölgelerinde yüzde 70’e yaklaştığı bir ülkede, günlere yayılan büyük bir toplumsal ayaklanmaya dönüştü. Daha önemlisi, bu üç ülkenin tümünde, çok kısa bir zamanda ortak bir slogan ortaya çıktı: “Sizin krizinizin bedelini biz ödemeyeceğiz”. Yunan mücadelesinden bir bildiride de söylendiği gibi: “Artık hiçbir şey eskisi 18 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... gibi olmayacak.” Bu slogan, krizin Yunanistan’da ve ötesinde yoğunlaştıracağı aşağılama, sömürü ve dışlama koşulları karşısında bir nevi isyanı ifade ediyor. İzlanda, İrlanda, Fransa, Letonya, Bulgaristan ve bir dizi başka Avrupa ülkesi kitlesel gösterilere, ayaklanmalara, düşen hükümetlere ve onlarca yıldır suskun olan antikapitalist hareketlerin canlanışına şahit oldu. 4. Krizde Müştereklerin Oluşumu: Aynı Tabaktan Tek Kaşıkla Yemek Mücadeleler yayılıyor ve ABD’de yakın zamanda krizin sonuçlarına karşı açık mücadeleler patlak verecek. Bir finansal kriz olarak başlayan ve ekonomik krize dönüşen şey, yakında “siyasal kriz” olarak adlandırılmaya başlanacak. Kapitalistlerin iki büyük müşterek olan emeği ve gezegenin ekosistemini “yönetimleri” ile yarattıkları sefil yıkım, artık kimsenin özel olarak sorumlusu olmadığı “ortak trajedi” olarak görülmeyecek ve kapitalist sınıfı bütün olarak gayrimeşrulaştıran bir olgu olmaya başlayacak. Bu krizler, el koymaya yetecek sermayesi olan (veya varmış gibi davranmayı becerebilen) herkesin kârı için kullanılabilecek veya istismar edilebilecek emeğin ve gezegen ekosisteminin ortak kaynaklar olduğu varsayımına dayandırıldılar. Kapitalist sınıf, üretim ve geçim yollarımızı oluşturan ortak kaynak havuzunu sonunda zarar yaratmadan kontrol edememekte. Daha iyisini kim yapabilir? ABD’deki birçok işçi bugün bu iddiayı sergileyemese ve kurtuluş için kendi patronlarına baksa da, mücadelenin mantığı ne yapılması gerektiğini gösteriyorsa onu söylememiz gerekiyor. Bırakalım bize Thomas Paine’in Common Sense’deki sözleri yol göstersin. Paine, önceki bir devrimci kriz döneminde, Bağımsızlık İlanı öncesi günlerde bağımsızlık yanlısı olan neredeyse herkesin yayınlandığını, tek meselenin zamanlama olduğunu söylüyordu: “Doğru zamanı bulmamız gerekiyor” diyorlardı. Paine’in yanıtı “Zaman bizi buldu!” oldu. Kriz görmeye gözü olan herkese, devlet ile piyasanın yaşamlarımız için güvenilir bir yeniden üretim sunma iddiasında kesinlikle başarısız olduğunu gösterdi. Kapitalistler, kesin bir şekilde (bir kez daha) sermayenin anavatanında bile asgari güvenlik koşullarını sağlayamadıklarını ispatladılar. Fakat nesiller boyu üretilen refahı rehin tutmaya devam ediyorlar. Bu emek havuzu geçmişte ve şu an bizim müşterek değerimizdir. Onu özgürleştirmemiz gerekiyor, ondan mahrum bırakılmış herkesi bir araya getirerek, ilk önce hala kendine ait “kırk akre ve bir katır” veya eşdeğerini bekleyen İlk Amerikan Uluslarının halklarından ve kölelerin torunlarından başlayarak refahı yeniden ele geçirmeliyiz. Ayrıca yaşamın ve toplumsal işbirliğinin, piyasa ve kar sisteminin ötesinde, hem üretim hem de yeniden üretim alanında alternatif formlarını inşa etmemiz gerekiyor. Yaşamlarımızın bütünlüğü, yapıp ettiklerimizin bütünlüğü duygusunu yeniden kazanmamız ve kapitalizmin bizi teşvik ettiği şekilde, eylemlerimizin sonuçlarına karşı sistematik bir sorumsuzluk halinde yaşamaya son vermemiz gerekiyor: bir başkasının yemeği, ciğerlerini dolduran duman veya herkesin atmosferindeki karbondioksit olacağından şüphe etseniz bile bir kere bile düşünmeden tonlarca çöp atmak/yaratmak gibi. Bu, her mücadeleye getirebileceğimiz anayasal bakış açısıdır. Bir devlet tasarımını anlatan bir belge değil “anayasadan” kastımız, bir müşterekler anayasası. Örneğin müşterek kaynaklarımızı nasıl paylaşacağımıza karar verirken kullanacağımız kurallar gibi. Amerikan yerlileri gibi, bir tabaktan tek kaşıkla kolektif şekilde yemek için, kaşığı ne zaman kimin alacağına karar vermemiz gerekiyor. Bu her müşterek için böyle, çünkü bilinçli şekilde oluşturulmuş bir müşterek tasarrufu olmayan bir müşterek olamaz. Bu ise, sınıf mücadelesinin her bağlamı için, her seferinde durumu sermaye aleyhine çeviren bir vizyon oluşturacak bir amaçlar kümesi oluşturmamız gerektiği anlamına geliyor. Öncelikle, müştereklerimizi oluştururken kurallarımızı neyin ihlal edeceğini belirlememiz gerekiyor. Bunu bir öncelikli tabular örneği izliyor: 37 milyon insanın aç olduğu ameliyat masrafının sizi evinizden ettiği 19 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... okula gitmenin aklınızı çürütüp sizi borç kölesi yaptığı ısıtma parasını ödeyemediğiniz için kışın donduğunuz emekliliğiniz dolandırıcılarca elinizden alındığı için 70’lerinizde işe geri döndüğünüz ve işçisi için cinayet ve cinayetler üreten bir işin “tam istihdam” yolu olarak satıldığı bir ülkede yaşayamayız. Bunlar en temel tabular fakat yüksek sesle söylenmeleri gerekiyor. Sistem iflas etmiş olduğunu kendisi göstermiş olmasına rağmen, birçokları hala onun ninnisini dinlemeye devam ediyor. Antikapitalist hareketin içinde olan bizler için, geçmiş [birikmiş, çn.] emek ve mevcut doğal kaynak müştereklerinin paylaşılmasını düzenleyecek kuralların bir anayasasını önermemizin ve ardından bunu hayata geçirebilecek politik ağları inşa etmeye odaklanmamızın zamanı geldi. ABD tarihindeki devrimci dönüm noktalarında (İç Savaş, Büyük Bunalım, Sivil Haklar/Siyah Gücü Hareketi gibi), işçi sınıfında, eylemsellik içinde temel bir anayasal değişim ortaya çıktı (sırasıyla şehir şehir patlak veren birçok “sıcak” yaz ayaklanmasının yanı sıra, İç Savaş sırasında Güney’deki kölelerin yıllar süren “genel grevi”, sayısız fabrika çatışması, işgal) ve bu değişim yasa ve hatta “anayasal bir düzenleme” ile tescillendi (sırasıyla 13. ve 14. Düzenlemeler, Wagner Yasası, Oy Kullanma Hakları Yasası gibi). Fakat ABD tarihi, kriz, devrimci geçiş ve anayasayı birbirine bağlama konusunda tek değil. Yakın zamanda Rio Bravo’nun güneyinde Amerikalarda, yirmi yılda anayasal politikalarda fırtına koptu. Zapatistaların yeni Meksika anayasası için çağrıda bulunmasından, Venezüella’daki birçok anayasal dönüşüme, en yakın tarihli olarak, müşterekleri resmen tanıyan Bolivarcı anayasal dönüşümlere kadar, iktidardın anlamında poder’den (iktidarın halkı yönetmesi) potencia’ya (halkın iktidar olması) bir dönüşüm yaşandı. İşte tam bu ruhla, Zapatistalar, Lacandon Ormanı’ndan Altıncı Deklarasyon’da (2005) şu çağrıyı yaptılar: “İşte bu yüzden Meksika halkının konut, toprak, iş, yiyecek, sağlık, eğitim, bilgilenme, kültür, bağımsızlık, demokrasi, adalet, özgürlük ve barış taleplerini hesaba katan yeni bir Anayasa ve yasalar talebi için mücadeleyi yükselteceğiz. Halkın hak ve özgürlüklerini tanıyan ve güçlü karşısında zayıfları koruyan bir Anayasa.” Yaşamlarımızın temel unsurları – barınma, çalışma, gelir – konusundaki mücadelenin taleplerini, amaçlarını ve programlarını, geçim yollarımızı garanti altına alacak, işbirliği ve dayanışma inşa edecek ve kapitalizmdeki yaşama alternatifler oluşturacak bir bakış açısıyla formüle etmeliyiz. Kendi yeniden üretimini gündemine alan bir hareket inşa etmeliyiz. Sermayeye yalnızca gösteri veya grevde baş kaldırmadığımızdan, ona yaşamlarımızın her anında kolektif bir şekilde baş kaldırdığımızdan emin olmalıyız. Enternasyonal olarak yaşanmakta olan, ancak ve ancak bu kolektif yeniden üretme formlarına sahip olduğunuzda, kendilerini kolektif biçimde yeniden üreten topluluklarınız olduğunda, mevcut düzene karşı çok radikal bir şekilde hareket eden mücadelelerin var olabildiğini gösteriyor. Bu bizim anayasal politikamız. Talepler veya şikayetler listesi değil, kim olduğumuzun, varlığımızı nasıl oluşturduğumuzun bir ifadesi. Örneğin: Herkes için barınma hakkını garanti altına alalım. Bu yalnızca ev boşaltmalara “Hayır” demekle kalmıyor, terk edilmiş evlerin yeniden işgal edilmesi, çevremizde bomboş duran ev stokunun dağıtılması veya işgali, kiraların 1970’lerde İtalya’da yapılana benzer şekilde kolektif karar alınarak düşürülmesi, kolektif olarak örgütlenecek ve ekolojik şekilde inşa edilecek yeni barınma yerlerinin oluşturulması demek. Kısacası, Beyaz Saray’ın basamaklarında kendi “berduş ormanları” versiyonlarımızı kurmalıyız, orada aşevlerimizi açmalıyız, gizlice acı çekmek yerine boş ceplerimizi, yaralarımızı dünyaya göstermeliyiz. Örneğin: Barınma hakkı mücadelemiz günlük yaşamın yeniden üretimi işinin kolektif temelde yeniden örgütlenmesi mücadelesi olsun. Toplumsallığımızın zirvesinin alışveriş merkezine gitmek olduğu, inlerimizde tek başına zaman harcamaya artık yeter. Kolektif, işbirliği içinde yaşama geleneğimizi canlandıranlara katılma zamanı. Kapitalist krizin yarattığı, California’dan Kuzey Carolina’ya kadar çadır kentlerin mantar gibi çoğalmasından görebileceğimiz, yeniden üretimin bu “sıfır yılı”, başlamak için iyi bir zaman. 20 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Örneğin: Sömürümüzü ve bölünmelerimizi sürdüren mekanizmaları devre dışı bırakacak bir şekilde mücadele edelim. Mücadelelerimizin insanları ödül ve cezalarla kandırarak farklılıklar temelinde bölmek için kullanılmadığından emin olmak için, örneğin ABD işçilerinin kabul ettiği ırkçı, emperyalist, cinsiyetçi, yaş ayrımcı, şoven, ekolojik olarak yıkıcı anlaşmalar için ödenen ve ödenmeye devam edilen bedel için tazminat meselesini sürekli olarak gündemleştirmemiz gerekiyor. Örneğin: Hayatta kalmanın dünya üzerindeki halkların ve gençlerimizin sürekli savaşı anlamına gelmediği bir yaşam çağrısı yapalım. Irak ve Afganistan’daki savaşa ve Filistin’deki vahşete karşı sözümüz olsun. Örneğin: Hapishaneler, kitlesel hapsetme politikası ve insanları hapse atarak istihdam ve iş karı yaratmanın iğrençliği hakkında sözümüz olsun. İdam cezasının – kapitalistler için bile – kaldırılmasını talep edelim. Ve en önemlisi de, bir işçi bir tekel soyduğunda bunu korkunç bir suç olarak gören fakat kapitalistlerin ölümlere ve yoksulluğa sebep olan suçlarına “kaza”, “hata” ve hatta “işin fıtratı” diyen mantığı yerle bir ederek suçu yeniden tanımlamamız gerekiyor. Örneğin: Kadına yönelik erkek şiddetine karşı da sözümüz olsun. ABD’de her 15 saniyede bir, bir erkek bir kadını dövüyorsa, ne tür bir müşterekler anayasası için mücadele vereceğiz? Kadınlar çoğunlukla sistemle savaşabilmek için bile önce erkeklerle savaşmak zorunda kalmasaydı, mücadele için ne kadar enerji serbest kalırdı? Örneğin: Neoliberal çitlemelere karşı onlarca yıllık defansif tepkilerden sonra toplumsal tahayyülümüzü canlandıralım ve müşterekler için yeni anayasalar belirleyelim. Elbette hayallerimizin şimdi öngörebilecekleri sınırlı ve yalnızca başka bir tasavvur gücü ve kapasitesine erişmeye bir hazırlık. Fakat bu yoksullukla bile, “muhtemel gelecekten ezgiler” potpurisinden kesitler duyabiliyoruz. Aramızdaki iki müzisyene kulak verin: “Gelecekteki müşterekler iki öğeden ibaret: toprağa erişim (örn. gıda ve yakıtlar) ve bilgiye erişim (örn. maddi veya maddi olmayan tüm üretim araçlarını kullanma ve geliştirme kapasitesi). Mesele domatesler ve bilgisayarlarla ilgili.” “Ücret sistemi derhal kaldırılmalı. İnternetin, 21. yüzyılın hesaplama yöntemlerinin ve doğrudan mevduatın varlığı ile, önce parasal anlamda ve herkesin toplumsal olarak gerekli asgari emek zamanı (her türden ev işi, sanatsal çalışma, yazı vb. ile siyasal faaliyet – meclislere katılma, jürilere dahil olma vb. – dahil) sorumluluğu ile, doğumla birlikte bir “hesaba” erişim sahibi olacağı şekilde, derhal garantili bir gelire geçmek mümkün olacaktır. Bu, herkesi kendi ev işi saatlerini işbirliği üzerinden azaltabildiği ve diğer faaliyetlere daha fazla zaman ayırabildiği, işbirliği içinde bir yaşama teşvik edecektir. Bu garantili gelir, sigortanın, finansın, refah devleti kurumlarının ve diğer sektörlerin yerini alarak milyonlarca insanı işbirliği faaliyetlerine katılmak için serbest kılacak ve herkesin toplumsal olarak gerekli çalışma zamanını daha da azaltacaktır.” “Bu gezegende tarım yapmanın tek olur yolu, intansif, karma tohumlu, organik üretimdir. Bu tarım formu, mevcut koşullar altında kârsızdır, bu yüzden tüketiciler ile üreticiler arasında, tarımsal çalışmayı herkesin ev işinin bir parçası haline getiren yeni türde bir işbirliği (aslında bu ayrımın ortadan kalkması) sağlanmalıdır.” “Finans sisteminin yerini derhal topluluk kaynaklarının neye ayrılacağına karar verebilen ve bu şekilde “finans”ı toplumsal planlama şeklinde demistifiye eden meclisler ve topluluk temelli “kredi birlikleri” almalıdır.” “İnsanların geçim koşulları ve her seviyedeki genel hizmetleri garanti edilirse, üreticilerini tehlikeye atmaksızın entelektüel üretimin özgürce paylaşımı mümkün olur. Gezegen özgür bilgi, bilim ve fikir alışverişi alanı haline gelebilir. Bu entelektüel müştereklere ek olarak, adil bir kaynak dağılımı oluşturacak şekilde maddi müşterekler de kurulmalıdır.” Örneğin: … 5. Sermayenin Ötesine Geçen Devrimci Mücadelelerin Özellikleri 21 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Krizden doğan mücadeleler, özellikle de Meksika’dan Arjantin’e kadar Latin Amerika’dakiler, “müşterekler anayasası” için çağdaş mücadelenin temel deneyimlerini ortaya çıkardılar. Bu deneyimlerin ABD antikapitalist hareketleri için önemli olduğuna inanıyoruz ve bu mücadelelerin bazı özelliklerini belirlemeye çalıştık (özellikle de Zapatistaların ve yerli Amerikalıların yükselttiği mücadelelerin). En önemli ayrım noktalarından biri (fakat fark edilmesi en zor olanı) “içerde” (bazen “sosyal demokrat” dediğimiz) olanlarla “otonom” veya “dışarıda” olanlar arasında. Bir şekilde, bu ayrım, “reformist” sosyal demokrat partilerin önemli kuruluşlar olduğu 20. yy.ın antikapitalist politikasında “reform” ile “devrim” arasında olanın bir varyantı. Ancak “içerisi/dışarısı” ayrımı, mekansal değil politik bir ilişki. “İçeri” normalde emek-sermaye ilişkisini yeniden üreten bir (devlet/piyasa) kurum(un)dan talepler anlamına gelirken “dışarı” metalaştırılmamış/meta olmaktan çıkarılmış kaynaklara, belki de resmi taleplerle birlikte komünal el koyma anlamına geliyor. İkisi de her yerde olabilir, tıpkı müştereklerin her yerde olabileceği veya yaratılabileceği gibi. Bu iki yön tamamlayıcı veya çelişik de olabilir. Örneğin, el koyma, bir kurumdan bir şeyler talep edilerek geliştirilebilir ve/veya zayıflatılabilir. İkisi de ittifaklar kurmanın ve talepleri oluşturanların ötesinde ihtiyaçlar ifade etmenin yolu olabilir. İçeri/dışarı ilişkisini ve belirli bağlamlardaki potansiyeli analiz ederek bir hareket stratejisini netleştirebilir. Amaçları, toplumun kapitalist örgütlenmesine doğrudan meydan okumaksızın veya kapitalist sisteme kolektif alternatifler oluşturmaksızın, genellikle işçi sınıfı gelirini artırmak ve sistem içinde güç kazanmak olan sistem içi mücadeleler öncelikle devlet, şirketler, yasal sistem, geleneksel sivil toplum veya geleneksel kültürel yapılar gibi mevcut kurumlar ve arenalar dahilinde verilir. Genellikle sistemden bir takım taleplerde bulunma şeklindedirler. Ancak, zaman zaman son derece çatışmacı olabilir ve kapitalist yasallığın ve mülkiyetin sınırlarını zorlayabilirler. Sisteme açıktan meydan okuma yönündeki böylesi bir isteklilik, en azından ABD’de şu noktada çok değerlidir, çünkü başlangıç taleplerinin ötesine geçme ihtimali daha yüksektir. Tersine, sistem dışı, otonom mücadeleler, kapitalist toplumsal ilişkilerden olabildiğince bağımsız ve onlara zıt olan sosyal alanlar ve ilişkiler yaratma arayışındadırlar. Kapitalist kurumlara doğrudan meydan okuyabilir veya onları ele geçirmek ve yeniden düzenlemek (örneğin fabrika) ya da bu kurumların dışında yeni alanlar yaratmak (örneğin kent bostanları veya bir barınma kooperatifi) veya ortak olması gereken kaynaklara erişmek isteyebilirler. Kapitalist ilişkilerin gerçekten de dışında işlev gören ve sermayeye alternatifler yaratma çabasında iktidarı işçi sınıfına veren kolektif, metalaştırılmamış ilişkiler, süreçler ve ürünler geliştirirler. ABD’de bu mücadelelerin çoğu formel ekonomi dışında görünür. Bir dizi MN dostu, yakın zamanda bu tür mücadeleler hakkında yorumda bulundular. Massimo De Angelis, The Beginning of History’de tanımsal anlamı şöyle yazıyor: Dünya üzerinde su, elektrik, toprak, sosyal refaha erişim, yaşam ve haysiyet için verilen çok sayıda toplumsal mücadeleye baktığımızda, bu mücadelelere yaşam veren ve onları şekillendiren ilişkisel ve üretici pratiklerin toplumsal ortak üretimde (kısaca, değer pratiklerinde) eyleyiş ve ilişkilenmeye dair değerler ve tarzlar yarattığı hissedilecektir. Yalnızca bu da değil; bu değer pratikleri, sermayeye ait karşılık gelen eyleyiş ve ilişkilenmeye dair değer pratiklerinin ve tarzlarının da dışındadır. Kapitalist üretim tarzı bakımından “dışarı”, alternatifler konusundaki tartışmamızı, mücadele pratiklerinin bağlantılarından oluşan ağı bilgilendirmemize, çözmemize ve yoğunlaştırmamıza yardımcı olacak bir düzleme zorlamak istiyorsak bir miktar aciliyetle yüzleşmemiz gereken bir problematik (De Angelis, 2007: 227). Chris Carlsson, şunları yazdığı Nowtopia’sında ABD’de bu alanın bazı kısımlarının haritasını çıkardı: Öte yandan topluluk bostanları, alternatif yakıtlar ve bisiklet kullanımı, hepsi birden pozitif ekolojik vizyonu pratik yerel tutumlarla birleştiren teknolojik isyanları temsil ediyorlar. Birlikte ele alındıklarında, bu pratikler kümesi, potansiyel olarak post-kapitalist petrol sonrası geleceği araştıran, özenli, merkezsiz, koordinesiz ve kolektif bir araştırma ve geliştirme çabası (Carlsson, 2008: 45). 22 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Bu ise, otonom yaklaşım mevcut kurumlardan bağımsız hareket etmeye ve kapitalist olmayan bir toplum inşa etmeye çalışırken, işçi sınıfının sermaye ile ilişkisinde gücünü artırmak için mevcut kurumları kullanmaya çalışan sosyal demokrat yaklaşım. Ancak bu “dışarı”/”içeri” ayrımını yapmak pek kolay değil. Her şeyden önce, pankartınızı kızıl ve siyah yaparak sistem dışı bir devrimci olduğunu göstermeniz kim olduğunuzu belirlemiyor. Bunu tarih belirleyecektir ve bu da epey uzun sürecektir. Dahası, hemen cevap arayanlar, sonsuz imajlar, metaforlar ve diyalektik göndermelerin hakim olduğu, A’nın kolaylıkla “A değil”e (ve sonra da tersine) dönüşebildiği ve “dışarı”nın kolaylıkla ters yüz olabildiği bir toplumda bu içeri/dışarı ayrımını yapmanın zorluklarına işaret eden sitüasyonist dostlarımızın uyarılarını hatırlamalıdırlar. Ancak inanıyoruz ki, Amerika kıtalarındaki işçi sınıfı mücadeleleri giderek otonom hale geliyorlar ve reformist ve otonom mücadeleler arasındaki bu ayrım, Meksika, Venezüella, Bolivya, Brezilya, Uruguay, Arjantin ve Ekvador’da süren siyasal tartışmaların çoğunun merkezinde. Zapatistaların ve sosyal demokrat PRD’nin (Devrimci Demokratik Parti) Obrador başkanlık kampanyasına seçim dışı bir alternatif sundukları 2005’teki “Diğer Kampanya”ları ile başlattıkları tartışmanın da merkezinde olduğu kesin. “Diğer Kampanya”, Zapatistalar ve onlarca topluluktan yerel aktivistler arasında uzun süreli ve Meksika çapında bir konuşma, mücadele deneyimlerinin paylaşımı ve demokratik politikanın özgün bir şekilde nasıl inşa edileceğinin soruşturulması idi. Bu zengin tartışmadan öğreniyor ve gösterdiği yönde yürümeye çalışıyoruz. Öncelikle, birçok sistem içi mücadelenin kaçınılmazlığını vurgulamamız gerekiyor. Hatta öyle ki, krizin yıkıcı sonuçlarına karşı birçok mücadele dünyanın birçok yerinde şu anda en azından “içeriden” başlıyor. Fakat bu mücadeleler “içeride” olmanın sınırlarından taşabiliyor. Aşağıda tanımladığımız özelliklerin, içerideki mücadelelerin sosyal demokrat mı yoksa sermayeye gerçek alternatifler geliştiren koşullar yaratan mücadeleler mi olduğunu belirlemeye yardımcı olmasını amaçlıyoruz. Bunlar otonom mücadeleleri geliştiriyor veya otonom mücadelelere evriliyorlar mı, yoksa mücadeleleri sistemin sınırlarını içine mi hapsediyorlar, sınıf içindeki bölünmeleri devam ettirip yeniden mi oluşturuyorlar ya da bunların gelecekte devrimci mücadelelere dönüşme olasılığını ortadan mı kaldırıyorlar? Ancak otonom mücadeleler de dikkatli bir inceleme ve değerlendirme ihtiyacından muaf değiller. Antikapitalist otonom mücadelelerin özellikleri neler? Her şeyden önce, otonom mücadeleler seçilmiş veya izole olabilir, genelleşmeyebilirler, bazı sınıfsal kesimlere diğerleri karşısında ayrıcalık tanıyor olabilirler vb. Tarih “birçok kestirme yol” ile doludur ve sosyal demokrat mücadeleler giderek daha otonom yönlerde gelişmekle kalmayabilir, otonom mücadeleler de sistem içi ortaya çıkan mücadeleleri destekleyebilir, ilham verebilir ve yön gösterebilir. Bazı insanlar her iki biçimle de ilgilenebilirler. Gerçek dünyada, birçok mücadele bu şematik kategorizasyonu bulanıklaştırabilir, belki de ilk eylemlerinde, fakat aynı zamanda evrimlerinde de (örneğin Alexis Grigoropoulos’un Atina’da katledilmesiyle patlak veren Yunanistan çatışmaları). Aşağıda, devrimci mücadelelerin bu antikapitalist deneyimden, özellikle de Oaxaca ve Çiapas’tan Tierra del Fuego’ya kadar, geçtiğimiz on yıl içinde olayların gidişatını tersine çeviren, sermayenin hizmetinde jenosit ve kitlesel katliama karşı mücadeleden derlenmiş bir dizi karakteri sıralanmıştır. (1) Mücadeleler işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki, işçi sınıfı içindeki ve ulusun kendi içinde ve uluslar arasındaki, ırksal, kadın ile erkek arasında, göçmenler ile vatandaşlar arasında ve farklı kültürler arasındaki, sınıf hiyerarşisini altüst eder. Talepleri kazanımla sonuçlandığında daha fazla eşitlik getirir (ve mücadelenin nasıl verildiğine bağlı olarak belki kazanılmasa bile). En alttakilerin ihtiyaçları (ekonomik olarak en yoksulların, sosyal veya siyasal olarak en güçsüzlerin) birlik ve sürdürülebilirlik yaratacak şekilde açıkça öne koyulur. Refaha ulaşma konusundaki sosyal demokrat talepler genellikle devam eder: ücretler ve gelir, çalışma süresi, iş güvenliği, emeklilik hakları, sağlık hizmeti, barınma, gıda (birçok durumda toprak anlamına 23 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... gelebilir bu) ve eğitim. (Bunların bazıları dolaylı ücreti oluşturabilir ki bu da bazı açılardan kapitalizm içinde olsa bile toplumsallaştırılmaya, bir müşterekler formu olmaya daha açıktır.) Bu gibi mücadeleler zaten görece ayrıcalıklı/güçlü olanlara ayrıcalık kazandırıyor mu, “zafer” eşitsizliklerin daha da kalıcılaştırılması anlamına mı gelecek? Aynı şekilde, otonom eylemler sosyal ve ekonomik olarak en az güçlüleri içeriyor mu dışlıyor mu? (2) Mücadeleler sınıfın birliğini artırır, sınıfın farklı kesimlerini pozitif, karşılıklı olarak güçlendiren ilişkiler içinde bir araya getirir ve sınıf içi bölünmelerin aşılmasını sağlar. Tekil sorunların ötesine geçerek bunları birbirine bağlar ama hiçbirini önemsizleştirmez. Bu birlik gezegen çapında olmalıdır. Başka bir MN dostu Kolya Abramsky’nin “Gathering Our Dignified Rage”de yazdığı gibi: Bu mücadeleler, “haysiyetli bir yaşam temelinde kolektif üretim, değişim ve tüketim ilişkilerine dayalı olarak uzun vadede otonom ve merkezsiz yaşamlar inşa etmeye dönük ivmelenmiş bir sürece doğru küresel ağları genişletip derinleştiriyor mu?” (Abramsky, 2008). Eski terminolojiye göre, Zerowork editörlerinin 1970 ortalarında tanımladığı gibi, bu mücadeleler işçi sınıfının “politik yeniden kompozisyonu”nu artırır: “kapitalist bölünmelerin ortadan kaldırılması, sınıfın farklı kesimleri arasında yeni birliklerin oluşturulması ve ‘işçi sınıfı’nın neyi içerdiğinin sınırlarının genişlemesi” (MN, 1992: 112). (3) Mücadele, topluma onurlu bir dahil olma getirir. Dışlama ve apartheid duvarları (bugün mültecilere karşı duvarlar, hapishaneler, geyler ve lezbiyenler ve tarihsel olarak ezilmiş ırklar ve halklar dahil) devrimci mücadelelerle yıkılır. Ötekinin ötekiliğine ve çokluğuna saygı duyarak onun ihtiyaçlarına, özellikle de mevcut durumda daha zayıf olanınkilere duyarlılık kazanırlar. Herkesin birbirine insanca davrandığı ilişkiler hedeflerler. (4) Mücadeleler, müşterekleri güçlendirir ve meta olmaktan çıkarılmış ilişkileri ve alanları genişletirler. Müşterek, topluluk tarafından paylaşılan, meta olmayan bir alandır. Müştereke dair sosyal demokrat versiyonlar, realize edilmesinde kusur bulunan sağlık hizmeti, eğitim, sosyal güvenlik gibi şeyleri içerir. Ancak mücadele en alttakilerin durumunu destekliyor mu? Kapsayıcılığı ve katılımcı denetimi genişletiyor mu? Öte yandan, otonom sektörler metalaşmadan kaçınabiliyorlar mı (satışa yönelik işletme ürünlerine veya hizmetlerine dönüşmekten geri durabiliyorlar mı)? Bunu bütünüyle başaramasalar bile, meta dışı formlara zorlayan siyasal duruşlarını ve aktif tutumlarını koruyabiliyorlar mı? Daha genel olarak, işçi sınıfı küçük veya büyük ölçekte meta olmaktan çıkma eğilimindeki değişim formları yaratabiliyor mu? İnsanların yaşamını ve geçim koşullarını hiçe saymayan pazarlar (değişim formları) yaratabiliyor mu? Metalaşmanın ve kapitalist pazarların insanların yaşamına girmesini azaltabiliyorlar mı? (5) Mücadeleler, yerel denetimi ve katılımcı denetimi geliştirir. “Yerel” coğrafi bir terim değildir, kararların, ilgilendirenlere mümkün olduğunca yakın alınması anlamına gelir; katılımcılık, etkilenen herkesin kararlarda gerçek bir sese sahip olması anlamına gelir. Bu kararları kimin nasıl aldığı sorusunu gündeme getirir. Otonom eylem olarak bildiğimiz şeylerin çoğu yereldir ve neredeyse tanım itibariyle bir tür “yerel denetim” içerir. Sosyal demokrasinin böyle bir tarihselliği yoktur. Tersine, alametifarikalarından biri büyük, bürokratik, karışmacı ve etki etmesi zor devlet aparatına dayanmasıdır. Bu devlet, 1960’larda yaygın bir işçi sınıfı saldırısının hedefi oldu. Ancak bu saldırılar, işçi sınıfının aleyhine döndü ve sağcılar tarafından neoliberalizmi meşrulaştırmak için kullanıldı. İşçi sınıfı, yerel ve/veya katılımcı denetime dönük talep ve mücadeleler içeren sosyal demokrat taleplerde bulunabilir mi/mücadeleler verebilir mi? (Bazı ilk dönem yoksullukla mücadele programları böyle yönler içeriyordu ancak bunlar ABD devleti bu konudaki “hesap hatasının” tehlikesini fark eder etmez elimine edildi veya dışarıda bırakıldı). Daha genel olarak, sistem içi mücadeleler sistem dışı mücadeleleri desteklemeye yardımcı olur mu? Sosyal demokrat mücadeleleri daha otonom eylemlere dönüştürmenin yolları var mı? Örneğin: kent bostanları konusunda devlet desteği için mücadele, belediye veya devlet organlarından değil yerel, katılımcı demokratik organlar üzerinden denetim talep edebilir. Fabrika mücadeleleri sistem içi olarak başlayabilir ancak katılımcılar kendilerini meclisler vb. şeklinde örgütleyebilirler, yönetimi ele alarak üretimi işbirliği 24 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... içinde denetleyebilirler. Sonra da fabrikalar ve diğer sektörler (ekonomik çöküş sonrası Arjantin’de olduğu gibi) arasında işbirliği içinde destek ağları oluşturabilirler. Hatta birçok sendika mücadelesi (sistem içi mücadele denince akla ilk gelen), “genel grevlerin” incelenmesinin göstereceği gibi, kendilerini sistem dışı mücadelelere dönüştüren bir dönüm noktasına geldi. Ancak otonom gelişmelerde bile, ne kuralların yazılması ne de pratikte uygulama sürecinde katılımcı denetim garanti değildir. Bu yüzden çeşitli yeniden üretim (sağlık, eğitim, gıda, barınma) ve üretim alanlarında, katılımcı demokratik denetim neye benzeyecektir ve bunun için spesifik alanda kazanım sağlayacak ve sınıf içi bölünmeleri azaltacak şekilde nasıl mücadele verilebilir? (6) Mücadeleler kapitalist denetimin dışında daha fazla zaman yaratmayı sağlamaktadır. Özel olarak bu, ücretli ve ücretsiz emek için daha kısa çalışma haftası demek. Bu, bu işi kimin yaptığını genişletmenin yanı sıra bu işi yapanlar için gelir de yaratarak, “kadınların işinin” üretken olduğunu kabul etmek demek. Daha kısa bir çalışma haftasının, kadınların akrabası olan erkekleri daha fazla güçlendirmesini nasıl engelleyebiliriz? Ya da sınıfın bazı kesimlerini diğerlerinden daha güçlü kılmamasını nasıl sağlayabiliriz? Yani zaman konusundaki zaferlerin eşitlikçi olması nasıl sağlanabilir? (7) Mücadeleler, sermayenin yaşamlar, zaman, maddi refah, sağlık ve çevre (hava, toprak ve su) konusundaki şaşırtıcı müsrifliğini ve yıkıcılığını azaltmaktadır ancak bu azalma, bedeli diğer işçilere ödetilmeden sağlanır. Örneğin: ABD’de, sağlık sigortası bürokrasisinde devasa bir israf (aynı zamanda vurgunculuk) söz konusu. Tekil ödeme teklifleri bunun epeycesini ortadan kaldırabilir fakat birçok insan da işini kaybeder ve eşitsizlik artar. Bu insanların ekonomik yıkıma uğramaması için ne yapılmalı? Elbette, işçi sınıfı bakışına göre, ordu ve silah üretimi gibi şeyler delilik ölçüsünde yıkıcıdır, bu yüzden ortadan kaldırılmalıdır. Bazı türde israfların azaltılması faydalı iken bazılarından insanlar zarar görebilir (örneğin, ücretli çalışma süresini azaltıyorsa, çocuklu annelere faydası olmayabilir). Dolayısıyla “kapitalist müsriflik” ele alınırken katılımcılık esas olmalıdır. (8) Mücadeleler ekolojik sağlığı koruyup iyileştirmektedir. Mücadeleler gezegene yönelik daha sağlıklı, daha bütünsel bir yaklaşım sağlar. Örneğin, ekolojik yıkıma neden olan endüstrilerde istihdamın ne olacağının ele alınması gerekiyor. Şu anda ve sonra da böyle mücadeleler olacak. Toprak, hava ve su hayati önemde. Tarım endüstrisi, küresel metalaştırma, biyomühendislik ve savaş; kirlenmeye, erozyona, barajlara, sellere, ormansızlaşmaya, küresel ısınmaya, çeşitliliğin yitirilmesine ve toprak ve okyanus ekosisteminin ölmesine yol açtı. Gıdanın tarım endüstrisi eliyle üretilmesini değiştirmek için, gıda üretimine daha yakın insan ilişkileri dahil olmalıdır. (9) Mücadeleler adalet getirmektedir. Sık sık, sömürücüler ve ezenler cezadan muaf hareket etmişlerdir. Bu nedenle yaraların sarılması için gerçek suçlular adalet önüne çıkarılmalıdır. Devrimci adalet tabandan başlar ve adaletin uygulanmasının yeni formları diğer devrimci özelliklerle tutarlı olmalıdır, örn. kapitalistler için bile idam cezasına “Hayır”. Sermayenin ötesinde. Bu devrimci mücadelenin bu özelliklerini mücadeleler tarihine (özellikle de Amerika kıtalarındaki) dair bilgilerimizden ve kendi deneyimlerimizden oluşturduk. Bunların değişmez olduğunu iddia etmiyoruz fakat birbirleriyle bağlantılı olarak görüyoruz. Devrimci mücadelelerin özelliklerinin bu doğal olarak eksik listesinin, mücadelelerimizi, geçmişte pek çok kez olduğu gibi bize karşı çevrilmekten korumak için hatırlanabileceğini ve sermayenin ötesinde bir dünya yaratmaya yardımcı olabileceğini umuyoruz. Sonuç: Kriz – Savaş – Devrim Yukarıda sözünü ettiğimiz karakterdeki devrimci mücadeleler, şüphesiz ki kriz içinde ortaya çıkıyor. Ancak can sıkıcı şekilde, kriz ile devrim arasında dehşet verici bir aracı, savaş var. 25 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Kapitalizm yavaş yavaş sönümlenerek kendiliğinden ortadan kalksa ve yerine kimse fark etmeden daha dostça bir üretim ve geçim tarzı geçse mutlu bir son olmaz mıydı? Belki de kapitalizm adını verdiğimiz şeyin yerini ad değişmeksizin başka bir şey alacak? Ne de olsa, büyük, dehşet verici varlıkların her zaman büyük ve dehşet verici bir sonu olması gerektiği gibi bir zorunluluk yok. Kapitalist egemenlerimiz 1989’daki Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin komünist bürokratları gibi sessizce gidemezler mi? Bu tür bir son elbette olasılık dahilindedir fakat olması imkan dahilinde değildir. Sistem, egemenler için anında sonuç gösteren ve alarm veren birçok göstergeye ve self-sensöre sahip (örn. kar, faiz, kira şeklinde türev gelirler). Bu gelirlerin herhangi birindeki düşüş, alıcılarına bir şeylerin ters gittiği uyarısını verir. Onlar da devletten karlarını, faizlerini veya kiralarını makul bir seviyeye geri getirecek önlemler almasını talep ederler. Çoğunlukla açıktan söylenmese de yaygın şekilde kabul gören, bu gelirlerde böylesi bir düşüşün kaynağının, artı emeğin kullanılabilirliğindeki bir düşüş ve üretimin insan harici yollarındaki bir maliyet artışı (ekoloji mücadeleleri nedeniyle) olduğu görüşü ile, hipoteze göre kar oranındaki bu düşüş, işçilerin sömürüsünün artırılması ve ekolojik rejenerasyonun maliyetinin işçi sınıfına yıkılarak üretim maliyetlerinin azaltılması (özellikle de hammaddede) ile düzeltilmelidir. Önceki krizler tarihi, sömürüyü artırmanın ve maliyetleri düşürmenin tercih edilen yolunun doğrudan işçileri terörize edecek ve yerlileri ve tarım toplumlarını topraklarından koparacak savaş, şiddet ve baskılardan geçtiğini gösteriyor. Barışçıl bir kapitalizm ihtimali, 1990’ların başında, “üçüncü dünya savaşının” (komünist ülkelere karşı) hemen bitimi ardından “dördüncü dünya savaşının” (neoliberal yeni çitlemeleri reddeden halklara ve ülkelere karşı) başlangıcıyla olumsuzlandı. Bu krizde de, henüz tasarım aşamasında olan “beşinci dünya savaşı” içinde, sadece dik kafalı tebaa devleti dünya ticaretinin “neoliberal kurallarına göre oynaması” için disipline etmeyi amaçlayan neoliberal savaşların (Irak’ın işgali gibi) tekrarı olmakla kalmayacak çatışmalar olacaktır. Bu yüzden kriz ve devrim üzerine bu broşürümüzü Alexis Grigoropoulos’un genç bedenine saplanan ölümcül kurşunla başlattık ve bitiriyoruz. O kurşun, bize sonsuza kadar kapitalizmin son tahlilde soğukkanlı, gaddar ve cani bir sistem olduğunu hatırlatacak. Bu yüzden, gezegen çapındaki bir “zarar azaltma”da en önemli adım, gidişatı krizden devrime döndürürken, devleti ve sermayeyi mümkün olabildiğince silahsızlandırmaktır. 2009 Orijinal Metin 26 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Bakım İşi ve Müşterekler: Giriş – Camille Barbagallo ve Silvia Federici (The Commoner) The Commoner’ın bu sayısında, hem ücretli hem de ücretsiz formda, bakım işini ve daha genel olarak, çocuk bakımı, ev işi, seks işi ve yaşlı bakımından başlayarak, insanı ve meta emek gücünü yeniden üreten faaliyetler ve hizmetler birleşimi anlamında, yeniden üretim işini tartışmaya başlıyoruz. Amacımız, küresel ekonominin geçtiğimiz otuz yılki neoliberal yeniden yapılandırılmasının, bu işin örgütlenmesini nasıl yeniden şekillendirdiğini incelemek. Özel olarak ise, bedenlerimizi ve arzularımızı nasıl dönüştürdüğünü, evlerimizi, ailelerimizi ve toplumsal ilişkilerimizi nasıl yeniden yapılandırdığını, daha da önemlisi, kadınların, yeniden üretim emeğinin yeni koşullarına yanıt olarak verdikleri mücadelelerin neler olduğunu ve bu bağlamda ortaya çıkan yeni işbirliği formlarını inceliyoruz. Yeniden üretim işine ve özel olarak da bakım işine odaklanırken, bu konuda üretilmiş veya miras kalmış feminist ve Marksist bilgi birikimine yeniden göz atıyor ve bu bilgi birikiminin, kadınların sınırlar arasında, şehirlere, evliliklerin dışında, ücretli işe, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinin dışına, yaşlılığa ve anneliğin içine ve dışına doğru artan hareketliliği ile, yeniden üretim alanında yaşanan gelişmelere karşı, işe yararlığını sınıyoruz. Ayrıca, yeniden üretim/bakım işi ile göç, toplumsal cinsiyet, ırk, emek ilişkilerinin kesişimini ve hem “özel” alanda gerçekleştirilen işin hem de bu işi gerçekleştiren öznelerin değişen doğasını da inceliyoruz. Bu analize girişmenin önemli olduğuna inanıyoruz çünkü “yeniden üretim” konusundaki mücadele, diğer tüm mücadelelerin ve “kendi kendini yeniden üretim hareketlerinin” merkezinde, yani kendimizi yeniden üretmenin getirdiği ihtiyaçları, deneyimleri ve pratikleri göz ardı eden hiçbir mücadele sürdürülebilir olmadığı için, politik işi yaşamlarımızın yeniden üretimi için gerekli faaliyetlerden ayırmayan hareketlerin gelişiminin merkezi. Ayrıca, küresel ekonomik krizin yoğunlaşması ve kurumsallaşması, ne devletin ne de piyasanın hayatta kalmamızı garantileyebildiği her gün daha da netleşirken, toplumsal yeniden üretimin daha otonom formlarının inşasından başlayarak, kapitalizm içinde yaşama bir alternatif inşa etme gerekliliğini yeni bir aciliyetle ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla, yeniden üretim işine dâhil olan (ki bu hepimiziz) insanlar olarak, yalnızca yeniden üretim emeğini değil, genel olarak işi ve evi dönüştürmek isteyen toplumsal hareketlerdeki insanlarla fikirleri, soruları ve araştırmaları paylaşmaya açığız. Aklımızda bu amaçla, yeniden üretimin uluslararası olarak yeniden örgütlenmesinin kapsamlı bir analizini vermekten ziyade, bu görev için en kritik soruların bazılarını araştırmamıza yardımcı olacak bir dizi belge, görüşme ve makale seçtik. Yeniden üretim faaliyetlerinin ilişkisel karakterini vurgulayan “bakım işi” kavramının, büyük ölçüde yapay olduğunu fark ederek başlıyoruz. Çünkü tüm bakım işi ev içi emek gerektiriyor ve tüm ev içi emek, az ya da çok, bir miktar bakım işi gerektiriyor. Ancak, birçok yeniden üretim görevinin piyasalaştırılmasından kaynaklanan bu ayrım, pratik bir amaca sahip. Ev içi işçilerin işverenleriyle pazarlıklarında, işe alındıkları görevler ve faaliyetler konusunda anlaşmaya varmasına ve kendilerinden işlerinin parçası olarak neler istenebileceğine sınırlar koymasına yardımcı oluyor. Örneğin, evinizi temizlemek için işe girdiysem, temizliğe geldiğim gün hasta olduğu için evde kalan altı yaşındaki çocuğunuza bakmak, bir temizlikçi olarak iş tanımımın dışında olacaktır. Bakım işinin ev içi işten ayrı olarak ifade edilmesi, farklı yeniden üretim işleri için gereken çeşitli becerileri de vurguluyor ve muhtemelen yeniden üretim faaliyetlerinin toplumsal değerini artırıyor. Fakat ayrım, günümüz sosyoloji literatüründe sıkça yapıldığı gibi, dışlar şekilde anlaşılmamalı. Çünkü üstüne bir de giysilerini yıkama, asma ve katlama veya oynadıkları ya da dinlendikleri yerleri süpürüp silme görevlerini düşünmeksizin, bir çocuğa veya hasta insana bakmak için gereken ilgi, şefkat ve ilişkiselliği tartışmak için ampirik veya teorik olarak hiçbir anlam ifade etmiyor. Hatta “bakım işi”, ister ücret karşılığı isterse ücretsiz yapılsın, maddi emeği maddi olmayan emekten ayırmanın imkânsızlığının çarpıcı bir örneği. 27 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Bakım işinin ev içi işten ayırılamaması, en iyi bu iş, işlerini yeniden üretimin iletişim ve şefkatle ilgili yönleriyle sınırlandırıp daha maddi olan işleri başkalarına veremeyen aile üyeleri tarafından yapılırken görülebilir. Hatta çocukları ile geçirilecek yalnızca “kaliteli zamanları” olan ebeveynler durumunda, bu zaman da tüm maddi görevlerden azade bir zamandır ve yalnızca üst sınıflarda bulunan bir nadirliktir. “Bakım işini” analizin tek odağı olarak önceliklendirerek, ev içi işin ve maddi faaliyetin değer kaybına uğraması ve evde yapılan ve karşılığı ödenmeyen ev içi emeği tekrar görünmez kılma riskine de giriyoruz. Dolayısıyla, “bakım işini” yeniden üretim işinin şunları kastettiğimiz belirli bir yönü olarak ele alıyoruz: hane temizliği, alışveriş, yemek yapma, çamaşır yıkama, faturaları ödeme, dinleme ve yol gösterme şeklinde yakınlık ve duygusal destek sağlama, çocuk doğurma, onları yetiştirme (eğitme ve disipline etme) de yeniden üretim işinin önemli bir parçasıdır. Ayrıca, krizleri öngörmek, önlemek veya çözmek, akraba ve komşularla ilişkileri iyi tutmak, sağlığımıza yönelik (yediğimiz yemekten, içtiğimiz sudan kaynaklı) artan tehditlerle baş etmek için gereken adsız, adlandırılamaz emeği de eklememiz gerekir. Bu tanım, yine de, açıklanan görevlere ek olarak, saatlerini su, yakacak odun taşımak, açıktaki ocakları tutuşturmak için harcayan gezegen çapındaki milyonlarca kadının ve çocuğun işini hesaba katmaz. Laura Agustin’in makalesinde vurguladığı üzere, “bakım işinin” kritik bir bileşeni de, onun ifadelendirişiyle, toplumsal yaşamı diğer bedensel hizmetlerle aynı şekilde, sıkça yarenlik ve özgüven aşılama konuşmaları içererek, yeniden üreten ve yeniden üretimimiz için en az yemek yemek ve sağlıklı bir çevre kadar önemli olan bir faaliyet olan seks işidir. Geleneksel olarak görünmeyen, önemsiz sayılan, herhangi bir toplumsal sözleşmenin dışında hiçbir ücret verilmeksizin gerçekleştirilen bu işi politik teorinin ve örgütlenmenin ön planına taşımak, 1970’lerin feminist hareketi tarafından gerçekleştirilen teorik ve politik devrimlerden biri olmuştur. İronik biçimde, tam da ev işine adanmış bir kaderi reddettikleri anda, onu emek gücünü üreten, bu itibarla, kapitalist üretimin diğer tüm formlarının bir ön koşulu olan iş olarak yeniden tanımlayarak, birçok feminist bu işin kritik toplumsal işlevini keşfetti. ARŞİV BÖLÜMÜMÜZDE, öneminin abartılamayacağına inandığımızdan, bu analizin ilk işlendiği metinlerden bazılarını sunuyoruz. Bu yeni feminist perspektif, ev içi/bakım işinin kişisel bir hizmet veya kapitalizm öncesi bir emek formu olduğuna ilişkin yaygın varsayımı reddetti ve bunun yerine onu kapitalist toplumda ve değer yaratımında toplumsal yeniden üretimin kritik bir boyutu olarak yeniden tanımladı. Ev işini işgücünü yeniden/üreten iş olarak almak, ücret ilişkisinin kalbinde, muazzam bir karşılığı ödenmeyen emek olduğunu ortaya çıkardı ve özellikle kadınlar için özgürleştirici bir etki yarattı. Bu işin kapitalist işlevinin ortaya çıkarılması ile, ev içi işin bizi yeniden ürettiğinin ancak çoğu kısmıyla bizler tarafından belirlenmemiş koşullarda gerçekleştirildiğinin gösterilmesi ile, kadınların bu işi reddetmek isterken sıkça yaşadıkları suçluluk duygusunun giderilmesine yardımcı oldu. Eşit şekilde önemli bir diğer nokta ise, Dalla Costa’nın ARŞİV bölümündeki ileri görüşlü makalesinin de konusu olan, kadınların Avrupa’da 2. Dünya Savaşı sonrası “doğurmayı reddetmesi” ile dış göç arasındaki ilişki gibi, daha önce fark edilmemiş bütün bir mücadeleler, ilişkiler ve bağlantılar alanının üzerindeki örtüyü kaldırmış olmasıdır. Bu sebeplerle, başta karşı karşıya kaldığı farklı çevrelerden gelen (feministler, solcular, liberaller) muhalefete rağmen, bu Feminist Marksist yaklaşım, radikal ve hatta akademik politik söylemde öylesine güçlü bir etki yarattı ki ana ilkeleri yaygın nosyonlar haline geldi. Ayrıca, Ev İçi için Ücret talebi de, Türkiye’den Sosyalist Feminist Kolektif’in, bu sayının son bölümüne eklenmiş olan yakın tarihli kampanya manifestosunun gösterdiği üzere, ilgi çekiciliğini koruyor. Ancak bugün, geçtiğimiz on yıllar içinde, yeniden üretim emeğinin örgütlenmesinde, kadınların ücretli işgücü pazarına kitlesel girişi, birçok ev içi görevin etnikleştirilmesi ve piyasalaştırılması ve aile yaşamının birçok yönünün feminist yeniden müzakeresi ile birlikte yaşanan değişimler ışığında, bu perspektifin hala geçerli olup olmadığı sıkça sorulan bir soru. Artık bu kadar çok kadın ücretli çalışıyorken ve bu kadar çok yeniden üretim işi evin dışında ticari olarak veya evde ama ücretli ev içi “yardımcılar” tarafından gerçekleştiriliyorken, dünyaya, sermayeye ve kadınerkek ilişkilerine, kadınların karşılığı ödenmeyen ev içi emeği noktasından bakan bir perspektife tutunup tutunamayacağımız soruluyor. Ev içi iş çoktan fiyatlandırılmadı mı? Dahası, bakımın “küreselleşmesi” ve etnikleştirilmesi birçokları arasında bir hanımefendi-hizmetçi ilişkisi teşkil etmişken, karşılığı ödenmeyen 28 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... yeniden üretim emeğinin kadınlar için bir müştereklik zemini olduğunu iddia etmeye nasıl devam edebiliriz ki? Cinsiyet ayrımlarının, hatta üretim ve yeniden üretim, ücretli ve ücretsiz emek arasındaki ayrımların ötesine geçmenin zamanı gelmedi mi? Seçtiğimiz makaleler arasında birçoğu bu sorulara temas ediyor, çoğunlukla da bu perspektifin geçerliliğini sürdürdüğünü savunuyor. Silvia Federici’nin “Tamamlanmamış Feminist Devrim”i bugün bile, dünya çapında karşılığı ödenmeyen yeniden üretim işini gerçekleştirenin kadınlar olduğuna ve ticari bir temelde reorganizasyonu ile kendisinden sürülen kadar yeniden üretim emeğinin eve geri döndüğüne (sağlık hizmetinin yeniden yapılandırılması ve enformel emeğin yaygınlaşması üzerinden) işaret ediyor. İşbirliğine dayalı/kolektif yeniden üretim formlarının oluşturulmasına yönelik acil bir ihtiyaç doğurduğunu düşündüğü yaşlı bakımı krizine dair analizinde de bu konuya geri dönüyor. Benzer şekilde Mariarosa Dalla Costa “Yeni Açığa Çıkan Durumlarda Kadınların Bakım İşi için Otonomisi ve İstihkakı”nda, ev işine dair 1970’lerdeki feminist analizin, karşılığı ödenen ev içi işi göz ardı ettiğini belirterek bugünkü tehlikenin ise kadınların evde yaptığı karşılığı ödenmeyen işin tekrar görünmez hale gelmesi olduğu uyarısında bulunuyor. Sonuç olarak, Viviane Gonik’in “Ev İşi Aşkta Çözünür mü?”sü, cinsiyete dayalı işbölümü karmaşıklaşırken, kadınlar ile erkekler arasındaki ilişkide ciddi bir değişim yaşanmadığını öne sürüyor. Ancak kuşku yok ki feministlerin 1970’lerde yüz yüze oldukları ve isyan ettiklerinden çok farklı bir durumla karşı karşıyayız. Kritik bir değişim alanı “refah devletinin” krizi, yani, kadınların ücretli emeğe kitlesel göçleri ile birleştiğinde politik bir krizin yanı sıra bir yeniden üretim krizi de oluşturan, işgücünün yeniden üretimine yönelik her türlü yatırımdaki sert düşüş. Sosyal adalet/antikapitalist hareketlerin sıkça ortaya koyduğu üzere, ikilem refah devletini bildiğimiz şekilde yeniden oluşturmak için mücadele mi edeceğimiz yoksa krizinin geri dönüşsüz olduğunu kabul mü edeceğimiz, hatta toplumsal yeniden üretimin, hiçbir üretkenlik anlaşmasına veya sendikaların ve partilerin aracı temsiliyetine bağlı kılınmamış daha bağımsız formlarını inşa edeceğimiz zemin olarak kucak mı açacağımız. Ancak bu, Camille Barbagallo ve Nicholas Beuret’nin de “Toplumsal Ücretten Başlamak”ta belirttiği üzere, ürettiğimiz refahın çoğunun devletin elinde rehin kaldığı bir bağlamda, pratik bir alternatif olmayabilir. Onlara göre mesele, “toplumsal ücreti” savunup savunmamalı mıyız değil, devletin kontrolündeki kaynaklara nasıl erişeceğimiz ve elde edilmelerini ve kullanımlarını devletin yaşamlarımız üzerindeki denetimine tabi kılmadan bu kaynaklardan – para, varlıklar, hizmetler – nasıl tasarruf edeceğimiz. Makale, Britanya hükümetinin, çocuk bakımının özelleştirilmesinin bir ilk adımı olarak devlet kreşlerinin fonlarını kesmesine yanıt olarak ebeveynlerin ve çocuk bakımı işçilerinin örgütlediği mücadeleleri incelerken bu soruyu ortaya atıyor. Farklı toplumsal kesimleri içeren geniş bir mobilizasyon olmaksızın ve yaratmak istediğimiz topluma dair kolektif bir vizyon açıkça ifade edilmek suretiyle çocuk bakımı konusundaki mücadele, toplumsal değişim için bir kamu gücü haline getirilmeksizin, devlet kreşlerinin savulamayacağını veya yaygınlaştırılamayacağını öne sürüyor. Bu bağlamda verilebilecek bir örnek, toplumsal hareketlere katılımlarını kolaylaştırmak için, Afroamerikalı veya Asya kökenli düşük gelirli ebeveynlere ve kuir ebeveynlere 2005’ten bu yana çocuk bakımı sağlayan Regeneración Çocuk Bakımı Kolektifi’dir (New York). Manifestolarında yazdıkları üzere, Regeneración üyeleri, kendi müttefik rollerini, daha geniş bir projenin parçası olarak görüyorlar: Çocuklarla etkileşimde bulunmanın, yaşamlarımızı zenginleştiren ve yeni bir politika türü üreten; işbirliğini, yeniden üretimimizin temel bir parçası olarak gören yeni bir insan neslinin yaratılmasına katkıda bulunan yaratıcı bir faaliyet olabileceğini göstermek. La Paz’daki bir feminist örgüt olan Mujeres Creando tarafından organize edilen otonom bakımevinin faaliyetleri de, bakımevinin önde gelen çalıştırıcılarından biri olan Ana Rosario Adrian Vargas ile yapılan bir röportaja göre aynı hedeflere sahip. Mujeres Creando bakımevi, doğrudan annelerin kendileri ile, maddi gücü elvermeyenler için ödeme yapan başka kadınların katkılarıyla faaliyetlerini sürdürüyor. Bu şekilde büyük ölçüde otonom çalışabiliyor ve yalnızca kadınların zamanını özgürleştirmeye değil, aynı zamanda çocukların psikolojik, duygusal ve fiziksel gelişimlerine de odaklanabiliyor. Vargas’ın işaret ettiği üzere, bu, 29 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... çocukların annelerinin ve giderek artan şekilde de babalarının dâhil olduğu, bakımevinin örgütlenmesinde gözetilmesi gereken değerleri ve hedefleri tanımlayan yoğun bir bilinç yükseltme, bilgi sirkülasyonu ve bilgi üretimi sürecini gerektirmiş. Regeneración Kolektifi’nin ve Mujeres Creando’nun bakımevinin deneyimleri, Kolombiya’daki Madres Comunitarias’tan Liliana Caballero’nun, neredeyse her ülkedeki aile bakım hizmeti sağlayıcılarının ve ücretli bakıcı/ev işçilerinin vaziyetinin tipik bir örneğini veren tanıklığı ile pozitif karşılaştırmaya imkân veriyor. Caballero, Kolombiya’daki Madres’in işverenler ve devlet tarafından neredeyse kendi haline terk edildiğini ve aldığı fonun yetersizliği sebebiyle, ilgilendikleri çocukların bakımı için kendi üç kuruşluk ücretlerinden artırıp malzeme aldıklarını açıklıyor. Üstelik verdikleri bakım hizmeti standardın altında olarak değerlendirilirse lisansları her an iptal edilebilir. Caballero’nun tanıklığı önemli çünkü bir yanda, günlük bakımı yaratıcı bir faaliyete ve bir çocuk/yetişkin “müşterekine” dönüştürmeyi amaçlayan tüm girişimlerin, ücretlendirilme ve toplum tarafından tanınma anlamında bakımın / yeniden üretim işinin değerlileşmesine dayanması gerektiğini doğrularken; öte yanda, ev içi işin ticarileştirilmesinin, örneğin ücretli emek olarak örgütlenmesinin – bakım/yeniden üretim işinin örgütlenmesindeki diğer büyük yenilik – bu işin değersiz görülmesini sona erdirmeye kendiliğinden yeterli olmadığını gösteriyor. Bu işin yüzyıllardır ve halen iş olarak görülmüyor olması, karşılıksız yapılmış ve “kadın işi” olarak içselleştirilmiş olması gerçeği, onun kölelik, sömürgecilik ve göç geçmişi ile ilişkisi babında, toplumsal statüsü üzerinde büyük bir etkiye sahip oldu. Ancak ev işçilerinin koşulları berbat derecede yoksul olmaya devam ederken, dünya çapında ev/bakım işçileri hareketleri de bugün uluslararası feminizmde ve yeniden üretim işinin değersizleştirilmesine karşı mücadelede öncü güçlerden biri olacak kadar büyümüş durumdalar. ABD, Bolivya ve İspanya’daki ev işçileri ile sayısız görüşme ile dikkatimizi bu hareketlere çeviriyoruz. Konuşan kadınlar farklı bölgelerden geliyorlar ancak karşı karşıya oldukları sorunlar temelde aynı. Başlangıç olarak bakım/yeniden üretim işinin kişiselleşen doğası ve gerçekleştirilmesindeki yalıtılmışlık hali, özellikle de yatılı çalışma durumlarında kolaylıkla suiistimale dönüşen, duygusal açıdan yüklü, patlama potansiyeli taşıyan bir durum yaratıyor. İşverenlerinin evlerinde çalıştıkları ve iş koşulları çocukların ve diğer insanların bakımını içerdiği için, ev/bakım işçileri açısından, iş ile kişisel ilişkiler arasına net bir çizgi çekmek de çok zor. İşverenin – muhtemelen başka bir kadının – eve gece geç gelip ev işçisine vekil partner gibi davrandığı, onunla işyerindeki sorunları hakkında konuştuğu durumu düşünün. Oysa yatılı ev işçisi uyumak istiyordur. Ayrıca baktığınız çocuklara bağlanmanızı gerektiren ama ebeveynlerinin yaptığı hatalara müdahale etme gücünüzün olmadığı bir işte, bu çocuklarla tüm ilişkinizin her an kesilebileceğini bilerek çalışmanın ne demek olduğunu düşünün. RJ Maccani’nin belirttiği gibi, “sıkıntılı bir aile” ile, stres yükselebilir. Erkek bir bakım işçisi olarak Maccani, bir şekilde, örneğin kadın işçilerden rutin olarak beklenen görevleri gerçekleştirmesinin istenmemesi gibi, özel bir muamele gördü. Ancak o da, deneyimini sinir törpüsü olarak adlandırıyor. Bir dadı olarak, hesapta olmayan kararlar vermeniz gerekir fakat ebeveynlerin o durumda ne yapacağını da tahmin etmek zorundasınızdır çünkü “ebeveynlerin yapacağından başka bir şey seçerseniz, başınız kuvvetle muhtemel, dertte demektir.” Ev işçileri için, bireysel bazda pazarlık yapmak zorunda oldukları sürece, tatmin edici iş ilişkileri kurmanın ne kadar zor olduğu Pascale Molinier tarafından, bazı Parisli feministlerin, çalıştırdıkları ev işçileri ile etkileşimlerini sınırlandırmak amacıyla yaptıkları manevraları anlatan “Feministler ve Temizlikçi Kadınları” içinde gösterilmekte. Büyük ihtimalle toplumsal adalete ve kadınlarla dayanışmaya bağlı olsalar da, görüşülenlerin tümü, bu işçilerle ilişkileri konusunda içlerinin rahat olmadığını ve onların mümkün olduğunca görünmez olmasını umduklarını kabul etmiştir. Bu kasılmanın bir sebebi ev işini net bir şekilde, kariyer fırsatı olmayan bir iş olarak görmeleri ve bunu başka kadınlara bindirdikleri için kendilerini suçlu hissetmeleri. Fakat asıl sebep, yükümlülük altına girmekten ve basitçe, yalnızca çalışmasını bekledikleri ancak yine de evlerini paylaştıkları ve kaçınılmaz şekilde kişisel ilişki geliştirdikleri bu kadınlar için kendi 30 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... hayatlarında yer açmak zorunda olmaktan korkmaları. Sonuç, sözde dostluk ve kaygı namına yürütüldüğü için daha da yıkıcı hale gelen bir mikro savaş hali – bölgesel sınırlar çizmek, olası duygusal talepleri önceden boşa düşürmek, protestoları engellemek. İşte burada sahne genişliyor ve ev işçilerinin iş sözleşmesi ile ilişkili konular kritik hale geliyor. Bu süreç, burada verdiğimiz görüşmelerin de gösterdiği üzere, çoktan başlamış durumda. Bu durum, Mujeres Creando’dan Victoria Mamani’nin ve ulusal Ev İşçileri Hareketi aktivistlerinin sözleri ile Latin Amerika’daki ev işçileri için özellikle geçerli: “Yeni nesil daha mücadeleci, haklarını biliyorlar ve suiistimale uğradıklarında buna hemen karşı çıkıyorlar.” Bu bölgede ev işçilerinin oluşturduğu yeni gücün bir ifadesi, yatılı hizmetçi olmak yerine “dışarıdan çalışan” olma konusundaki eğilimlerindeki artış. Bu hamle, onların otonom bir alana sahip olmasına, daha geniş toplumsal ağların (komşular, dostlar, siyasi gruplar) parçası olmalarına ve toplumsal tartışmalara ve mücadelelere katılmalarına imkân sağlamış. Fakat, Latin Amerika’daki ev işçilerinin elde ettiği yeni toplumsal gücün daha açık bir işareti, birçok ülkede (örneğin Brezilya, Uruguay, Bolivya) mevcut iş yaslarına dâhil edilmekten asgari ücret, ücretli izin, emeklilik, annelik izni ve kıdem tazminatı gibi belirli hakların tanınmasına kadar, hukuki statü kazanmaları. Bolivya’da örneğin, Victoria Mamani ile görüşmemizden öğrendiğimiz üzere, ev işçilerinin mobilizasyonu 2003’te 15 günlük izin, bir miktar kıdem tazminatı ve ABD’deki ev işçilerinin halen mücadelesini verdikleri sekiz saatlik işgünü gibi haklarını tanıyan bir yasanın geçmesini sağlamış. Aynı politik dönüşüm, küresel ölçekte göçmen ev işçileri arasında da görülebilir. Nereye giderlerse gitsinler, göçmen ev işçileri, yeni gelenlere farklı türde yardımlar sağlayan ulusötesi topluluklar ve dernekler kurdular; diğer işçilerle aynı hakları elde etmek için de mücadele ettiler ve toplanarak fikir teatisi yaptıkları, yalıtılmışlıklarını ortadan kaldırdıkları ve taleplerini tartışabildikleri toplumsal alanlar oluşturdular. Bunun bir örneği, çoğunlukla Latin Amerika’dan gelen ancak artık Madrid’de çalışan ev işçilerinin 2006’da kurduğu bir dernek olan SEDOAC (Aktif Ev İşçileri). Diğer ev işçisi gruplarıyla birlikte, SEDOAC, bir toplumsal alan olan ve kadın kolektiflerinin ve ev işçisi olarak çalışan veya meseleyle ilgisi olan çeşitli milliyetlerden aktivistlerin ayda bir buluştuğu bir feminist öz-örgütlenme merkezi olan Escalera Karakola’da bulunan Territorio Domestico’yu oluşturdu. Buradaki Rafaela, Marlene ve Mary ile olan görüşmeleri gerçekleştiren Alman bir feminist sanatçı olan Konstanze Schmitt ile birlikte, birçok SEDOAC üyesi sanatsal bir projenin de katılımcısı: Gösterilere götürülmek üzere, dünyanın ev işinin üzerinde döndüğünü sergileyecek şekilde, karton bir tekerlekli araba olan “Ev İşinin Utkusu”nun inşası. Bu arada, New York’ta, Ev İşçileri Birliği, bir anlamda yeni “toplumsal müşterekler” olan, yeni kolektif pazarlık (toplu sözleşme) formlarının temelleri olacak topluluk yapıları oluşturuyorlar. Kasım 2010’da, yıllar süren mobilizasyondan sonra, DWU, ev işçilerine diğer işçilerle aynı hakları veren Haklar Yasası’nı geçirmeyi başardı. Ancak Priscilla Gonzales’in vurguladığı üzere, şu anda sorun bunun uygulanması. Bu amaçla DWU, anlaşmaların adil ve saygılı olmasını sağlayarak referans noktaları ve ev işçileri ile işverenler arasında aracı ve ortak bir çıkarın yükseltilebileceği bir yer olarak işlev görebilecek, komşuluk temelli sözleşme ağları ve grupları oluşturmaya çalışıyor. DWU ayrıca, Gonzales’in savunduğu üzere, çalıştırdıkları bakım işçilerinin tatmin edici koşullarda olmasının kendi çıkarlarına olduğundan emin bir şekilde, işverenlerin de kampanyaya desteğini amaçlıyor. Dalla Costa da (daha önce söz edilen makalede), gerektiği şekilde ücretlendirilmesi ve şu anda kadın göçünü motive eden yıkıcı ekonomi politikaları ile bağlantısının kesilmesi durumunda, ücretli bakım işinin, kadınlar için şu an var olan alternatifler açısından makul bir iş seçeneği haline gelebileceğini savunarak, işverenler ile çalışanlar arasında bir işbirliği olasılığı görmekte. Feministler zaman zaman kadınların ev ve bakım işçisi çalıştırmasını eleştirmiş olsa da, Dalla Costa da tıpkı Gonzales gibi ev işçileri ile işverenleri arasındaki ilişkinin politikleştirilmesinin ve kadınlar arasında, yeniden üretim işinin değersiz kılınmasının kadınların ortak meselesi olduğunun ve devleti bu işin tanzimine daha fazla kaynak ayırmaya zorlamanın ortak ihtiyaç olduğunun farkına varılmasına dayanacak politik bir rekompozisyonun zeminini örüyor. 31 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Ev işinden ve diğer ev içi ve bakım işlerinden daha az olmamakla birlikte, seks işi de 1970’lerden bu yana, feministlerin ve seks işçileri hareketlerinin henüz daha yeni analiz etmeye ve mobilize olmaya başladığı büyük bir yeniden yapılanma geçirdi. Ancak şu kesin ki, bu yeniden yapılanmanın bir yönü, seks işgücünün uluslararasılaşmasının yanı sıra, seks işçilerinin sayısındaki ve satın alınmaya müsait ticari hizmetlerin türünün çeşitliliğindeki ciddi genişleme oldu. Bu gelişmelerin sayısız sebebi var, yalnızca neoliberal politikaların ürettiği, çalışmanın, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ve cinselliğin yeniden düzenlenmesi değil. Bu gelişmeler konusunda daha fazla araştırma yapılması gerektiği kesin. Net olansa, seks işçilerinin büyük çoğunluğunun bugün Afrika, Güney Amerika ve Doğu Avrupa’dan gelen göçmen kadınlar ve ayrıca erkekler ve trans insanlar olduğu. Seks işçilerinin sayılarına ilişkin istatistikler, seks işinin mahrem ve lanetlenmiş doğası sebebiyle birçok ülkede veya bölgede epey tartışmalı. Hem küresel göçteki artış, hem dünya çapındaki yaygın yoksullaşma hem de cinselleştirilmiş işe atfedilen lekenin (fahişelikte belirgin şekilde) azalması sebebiyle, seks işçileri bugün, özellikle de göçmenler arasında, çeşitli toplumsal ve ekonomik arka planlardan işçileri içeriyor. Bugünün göçmen seks işçileri dünün öğretmenleri, fabrika işçileri, hemşireleri, öğrencileri, paranın değer kaybetmesi sebebiyle fırlayan fiyatlarla baş edemeyen dükkân sahipleri, çocuklarının okul ücretlerini veya özelleştirilen sağlık hizmetlerinin yüksek masraflarını artık ödeyemeyen anneler. Birçok seks işçisi, işlerini belirli hedeflere ulaşmak için kabul edilmiş veya tercih edilmiş, geçici bir iş olarak görüyorlar: Okul ücretlerini ödemek, ev satın almak, güzellik salonu açmak veya çoğunlukla diğer istihdam formlarına ek olarak evde benzer işler kurmak; her durumda ev içi veya bakım işçisi olarak veya imalat atölyelerinde çalışmaya tercih etmek suretiyle (Carchedi 2004). Dolayısıyla, fahişelikte bile, işgücü son derece farklılaşmış durumdadır. Kendi işleri üzerinde yüksek derecede bir denetime sahip olan ve “cinsel ilişkinin” ötesinde karmaşık bir hizmetler toplamı sunan (kız arkadaş deneyimi, eşlik etmek, etkinliklere birlikte katılmak, sohbet), epey iyi kazanan serbest çalışanlar, kendi hesabına çalışanlar, özel apartlarda çalışanlardan; çoğunlukla göçmen kadınlardan oluşan, sokaklarda veya genelevlerde, montaj hattı benzeri koşullarda, sıkı bir denetim altında ve sıklıkla da son derece riskli durumlarda çalışan, çok daha yaygın bir fahişelik kategorisine kadar. Bu farklılıkları akılda tutarak, seks işçilerinin koşullarının, seks işçileri hareketinin başlangıcını işaret eden 1970 sonlarına kıyasla genel olarak kötüye gittiği öne sürülebilir. Kötüleşen ekonomik koşullar ve seks endüstrisindeki artan rekabet, seks işçilerinin, fahişelerin kendi çalışma koşulları üzerinde daha önce sağladıkları türde bir kontrolü oluşturmasını zorlaştırdı. Birçok göçmen seks işçisi belgesiz ve Avrupa’da sıkılaşan sınır rejimleri ve göçmen politikaları nedeniyle, yurtdışına seyahatlerini finanse etmek ve organize etmek için yasadışı aracılara dayanmak zorunda kaldılar ve sonuç olarak, seks işçilerinin deneyimlediği şiddet ve cebir yükseldi. Gerçekte, seks işçileri ve özellikle de fahişe olarak çalışanlar bugün üç bakımdan cezalandırılıyorlar: seks işçileri olarak, belgesiz işçiler olarak ve senet esaretinin ve sömürünün kurbanları olarak. 1980’lerden bu yana, feministler arasındaki çatışmada kilit fay hattı, fahişeliğe dair feminist analizi iki zıt kampa bölen “kadın kaçakçılığı” meselesi oldu. Bir tarafta, fahişeliğin gönüllü olmayan bir faaliyet olduğu, hiçbir kadının bunu yapmayı özgür iradesiyle seçmeyeceği görüşündekiler, tüm fahişelik durumlarını kadına yönelik şiddet olarak tanımlamayı önerdiler. Diğer tarafta ise, tüm fahişeliği her zaman ve her durumda şiddet olarak gören bir pozisyonun onlara yukarıdan bakmaya ek olarak, seks işçilerinin emniyetini riske attığını, ahlakçı olduğunu ve seks işçilerine ve genel olarak kadınlara, özellikle de ekonomik liberalizasyonun yıkıcı formlarına maruz kalmış ülkelerden gelenlerine açık olan alternatif iş seçeneklerine içkin olan şiddete karşı kör olduğunu öne sürenler oldu. Bu tartışmadaki çeşitli pozisyon alışları içeren kapsamlı bir literatür mevcut ve birçok şekilde seks endüstrisindeki insan kaçakçılığı konusunda söylenecek pek az şey kaldı. Artık doygunluğa erişmiş bir tartışmaya girmek yerine Laura Agustin’in, bugünlerde seks işini tartışırken hemen ticari değiş tokuş noktasına yoğunlaşıldığını, oysa ona, ticari olmayan seksin de (diğer şeylerin yanında) işle ilgili olduğunu fark etmemizi sağlayan daha geniş bir tanım getirmemiz gerektiğini savunan “İş Olarak Seks ve Seks İşi” makalesini aldık. 32 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... İhtilaf bugün halen sürmekte ve aslında, kısmen, iki taraf da argümanlarını birey olarak fahişelerin motivasyonları ve sorumluluklarına dayandırdığından, fahişeliğin zorlamanın mı yoksa spontane tercihlerin eseri mi olduğunu tartıştığından, bir pata kalma durumu yaşanıyor. Ancak küresel seks endüstrisi milyonlarca bireysel tercihin eseri değil; şirketlerin (hem yasal hem de yasadışı) ve uluslararası finans örgütlerinin yüksek ölçüde yapılandırılmış müdahalesinin eseri. Dolayısıyla, fahişeliğe şu anda fahişeler ve onların patronları arasındaki veya fahişeler ve onların müşterileri arasındaki bir dizi bireysel işlem şeklinde organize oluyormuş gibi yaklaşamayız. Hangi seks işçilerinin daha fazla toplumsal güce sahip olması gerektiği olasılıklarına ve kendi kendini yönetme olasılığına karar veren, fahişeliğin işlediği, bu daha geniş kapsam. Bu bakış açısından, seks işçileri örgütleri fahişeliğin iş olduğunu savunurken haklılar; yasaklama ve kriminalizasyon, seks işçilerini polis tacizlerine daha açık hale getirerek ve onları ve hatta tüm göçmenleri sınır dışı edilme riski altına sokarak yalnızca iş koşullarını daha da kötüleştirmeye yarayabilir; ticari cinsel iş, günümüz küresel işgücü piyasasındaki birçok diğer işten daha fazla şiddet içeriyor ya da daha köleleştirici değildir. Hatta, köleliğin ve sözleşmeli köleliğin artan şekilde görülmesi fahişeliğe özgü değildir ve seks işinin kriminalize edilmesi ile, pamuk toplamanın yasaklanmasıyla 19. yüzyılda kölelik için olabileceğinden daha etkili şekilde ortadan kaldırılamaz. Ancak, ayakta kalmak için giderek artan bir rekabetin söz konusu olduğu bir dünyada piyasanın kendisi bir şiddet aracı haline geldiğinden, seks işçilerinin durumunun iyileşmesi için seks endüstrisinin yasallaşmasının yeterli olmayacağı da bir gerçek. Yine de, fahişelerin işçi olduğu argümanı her zamankinden daha isabetli geliyor; çünkü maruz kaldıkları sömürü ve çektikleri acılar, uluslararası ölçekte diğer işçilerinki ile – ister göçmen ister değil – giderek artan bir bütünlük oluşturuyor. Aslında, birçok açıdan ex-lege proletaryanın oluşturulduğu “ilksel birikim” dönemine benzer şekilde, cebir, küreselleşmenin mevcut aşamasında, işin kilit bir yönü haline geldi (Federici 2004). Bu, yeniden üretim işi meselesini sadece bakım işine odaklanarak nasıl çözemezsek, seks işçilerinin durumunun da sadece cinsel egemenliğe ve cinsel köleliğe odaklanılarak ve seks işçilerini diğer işçilerden ayrıştırarak dönüştürülemeyeceği anlamına geliyor. Tamı tamına seks işi sıklıkla özgür olmayan emek olduğu nispette, seks işçisi küresel ekonomide paradigma işçi haline geliyor. Tıpkı ücretsiz, güvencesiz, “enformel” kadın emeğinin tüm sömürü biçimleri için paradigma haline gelmesi gibi. 70’lerde olduğu gibi bugün de, mesele bu realizasyonun kadın işgücünün farklı kesimleri arasında bir rekompozisyonun zemini haline gelip gelmeyeceği. Hatta seks işi, ev içi ve bakım işi gibi, mevcut feminizmlerin en çok sınanacağı alanı teşkil ediyor. Farklı bir soru, bugün erkekler ile kadınlar arasında bir rekompozisyonun hangi zeminde gerçekleşebileceği. Ev/bakım işinin ticarileştirilmesinin birçok durumda erkeklerin ev işinden kaçınmasının (ki bu pek çok ilişkinin tatsız kısmıdır) “çözümü” olduğu sıklıkla öne sürülüyor. Ancak, erkekler ile kadınlar arasındaki ilişkinin bir ölçüde yeniden yapılandırılmış olduğu veya en azından bunun olacağına dair bir beklenti olduğu da doğru. Çekirdek ailenin yapısı kadınların mücadelesi ve ücretli emek piyasasına girmeleri ile birlikte krize girerken ve yeniden üretim işinin çoğunluğu halen kadın tarafından gerçekleştirilirken, erkeklerin bugün yeniden üretim faaliyetleri ile ilişkisinin, eve gelen, gazeteyi açan ve yemeğin servis edilmesini bekleyen babalarınınkinden farklı olduğu bir gerçek. Babalarına göre birçok erkek ters bir durumda yaşıyor, ev işlerinden üstlerine düşeni yapmaları bekleniyor ve aynı anda daha güvencesiz ama yine de daha zorlayıcı işlerde çalışıyorlar. Bu “kimlik krizi” birçok psikolojik analizin konusu oldu ancak değişimin bir kin politikasını mı besleyeceği yoksa toplumsal cinsiyet temelli emek hiyerarşilerinin altını oymaya mı katkıda bulunacağını göreceğiz. Bu bağlamda, Gonik’in “Ev İşi Aşkta Çözünür mü?”sü, birliğe ve işbirliğine dayalı, özyönetimli ağların oluşturulması üzerinden, ev işinin toplumsallaştırılmasını ve politikleştirilmesini, örneğin “işin eşler düzeyinde paylaşımı kavgasından bunalmanın” alternatifi olarak politik tartışmaların merkezine yerleştirilmesini öneriyor. Son olarak, bakım işi üzerine tartışmamız, onu “enerji meselesi” ve hızlanan küresel ısınma, petrol sızıntılarının yayılması, savaşlar dâhil diğer ekolojik felaketler ve şimdi de Fukushima faciası ardından gökyüzümüz ve denizlerimiz boyunca yayılan radyoaktivite ile her gün daha dramatikleşen çevre krizi açısından ele alıyor. “Öfkeli” Japon annelerin tanıklıkları bu noktada çok dokunaklı. Radyoaktivite içtiğimiz suda, soluduğumuz havada, yediğimiz yemekte, çocukların oynadığı toprakta iken hayatın nasıl bir kâbusa dönüştüğünü, gündelik mücadele gerektirmeyen tek bir “bakım işi” anının bile olmadığını aktarıyorlar. 33 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Böylelikle hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde Ariel Salleh’nin etkileyici aktarımıyla “Fukushima: Kadınların Liderliği için bir Çağrı”da, nükleer ve kimya endüstrisinin çevreye olan saldırıları karşısında en kararlı örgütlenenlerin kadınlar, özellikle de eko-feministler olduğunu görüyoruz. Bu fenomenin biyolojik bir yönü olmadığı açık. Burada mesele, dünyada ev işinin ve çocuk yetiştirmenin çoğunu yapanın kadınlar olması ve çevresel yıkımın yeniden üretimimize olan maliyeti ile en doğrudan şekilde onların yüz yüze kalması. Buna uygun şekilde, Kolya Abramsky “Enerji ve Toplumsal Yeniden Üretim”de bize en önemli enerji formunun iş olduğunu hatırlatıyor, özellikle de kadınların yeniden üretim emeği, gerçekten de kömürden veya rüzgâr gücünden daha fazla şekilde, bugüne kadar dünyayı döndüren enerji oldu. İngilizce orijinal Çeviri: Serap 34 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Yunanistan’ın dayanışma hareketi: Tamamen yeni bir model ve işe yarıyor – Jon Henley Kemer sıkma politikalarının bıraktığı açıkları doldurmak üzere, birbiri ardına, yurttaşlar tarafından çalıştırılan sağlık klinikleri, gıda merkezleri, mutfaklar ve hukuki yardım merkezleri açıldı. Ve bunlar, Syriza iktidarında daha da büyük bir rol oynayacak gibi görünüyorlar. “Uzun bir zaman önce öğrenciydim” diyor Olga Kesidou, Peristeri Dayanışma Kliniğinin bekleme odasının tekli külüstür koltuğuna çökmüş, “Kendimi dayanışırken düşünürdüm. Bilirsiniz, Afrika’da bir yerde, yoksul bir ülkede hasta insanları tedavi ederken. Bunu Atina’nın kenar mahallelerinde yapacağımı hayal bile etmemiştim.” Yunanistan’da çok az kişi, beş yıl öncesinde bile, gerilemenin ve kemer sıkmanın harap ettiği ülkelerinin bugünkü duruma geleceğini hayal etmiyordu: 1,3 milyon kişi, işgücünün yüzde 26’sı, işsiz (ve birçoğu sosyal yardım kapsamında değil); ücretler 2009’da yüzde 38 düştü, emekli maaşları yüzde 45, GSMH ise dörtte bir oranında; ülke nüfusunun yüzde 18’i gıda ihtiyaçlarını karşılayamıyor; yüzde 32’si yoksulluk sınırı altında. Ve neredeyse 3,1 milyon kişinin, yani nüfusun yüzde 33’ünün, sağlık sigortası yok. Dolayısıyla, pratisyen hekim de dahil bir düzine sağlık görevlisi, üç beş eczacı, bir pediatr, bir psikolog, bir ortopedi cerrahı, bir jinekolog, bir kardiyolog ve bir ya da iki diş hekimi ile birlikte bir kulak, burun, boğaz uzmanı olan Kesidou, haftada bir günü, Atina merkezine yarım saat araç mesafesindeki bu meşgul ama neşeli klinikte, aksi halde doktora gidemeyecek olan hastaları tedavi ederek geçiriyorlar. Grubun diğer üyeleri, sigortasız hastaları kendi özel muayenehanelerine kabul ediyorlar. “Bir köşede durup bunca insanın, bütün olarak ailelerin kamu sağlığından dışlanmasını izleyemezdik,” diyor Kesidou. “Yunanistan’da artık bir yıldan beri işsizseniz sosyal sigortanızı kaybediyorsunuz. Bu, temel hak olması gereken sağlığa erişemeyen çok fazla sayıda insan olması anlamına geliyor. Harekete geçmeseydik aynada kendi yüzümüze bakamazdık. Bu dayanışmak demek.” Peristeri, Yunanistan’da 2011’deki kitlesel kemer sıkma protestolarının bitiminden bu yana açılan 40 sağlık merkezinden biri. Bağış yapılan ilaçları – devletin sağlık tazminatları yarıya indirildi ve bu yüzden sigortası olan hastalar bile artık ilaçları için yüzde 70 daha fazla ödemek zorunda – ve tıbbi ekipmanları kullanarak (Peristeri’nin ultrason tarayıcısı bir Alman yardım grubundan geliyor, çocuk aşıları Fransa’dan), yalnızca Büyük Atina bölgesindeki 16 klinik bir ayda 30.000’den fazla hastayı tedavi ediyor. Klinikler, Yunanistan’ın neredeyse çökmüş durumdaki sosyal devletine yanıt olarak ortaya çıkan ve son üç yıl içinde iki kattan daha fazla artış gösteren, yurttaşlar tarafından çalıştırılan 400’ün üzerindeki gruptan (gıda dayanışması merkezleri, sosyal mutfaklar, kooperatifler, taze gıdalar için “aracısız” dağıtım ağları, hukuki yardım merkezleri, eğitim sınıfları) oluşan daha geniş ve alenen siyasi bir hareketin parçası. “Çünkü sonuçta, biliyorsunuz” diyor Christos Giovanopoulos, harekete lojistik ve idari destek sağlayan Herkes için Dayanışma’nın yedinci kattaki afişlerle dolu, döküntü haldeki Atina ofislerinde, “politika tek tek insanların öyküleri haline gelir. Bu ailenin yetecek yiyeceği var mı? Bu çocuk okul için ihtiyaç duyduğu doğru kitaba sahip mi? Bu çift evden atılmak üzere mi?” Dardaki insanlara yardım etmenin yanı sıra, Giovanopoulos’un söylediklerine göre, Yunanistan’ın dayanışma hareketi “politikanın ne olması gerektiğine dair neredeyse başka bir algıyı – tabandan yükselen, gerçek insanların ihtiyaçlarından başlayan – teşvik ediyor. Boş, yukarıdan aşağıya, temsili politikanın pratik (uygulamalı) bir eleştirisi. Aslında tamamen yeni bir model. Ve işe yarıyor.” Kamuoyu yoklamalarının önümüzdeki haftadan itibaren Syriza öncülüğünde bir hükümete işaret ettiği Yunanistan’ın geleceğinde de daha resmi bir rol oynama yolunda gibi görünüyor. 2012’de ilk seçildiklerinde radikal sol partinin 72 milletvekili maaşlarının yüzde 20’sini Herkes için Dayanışma’yı finanse etmeye yardımcı olacak dayanışma fonuna vermek yönünde oy kullandılar. (Çoğu daha fazla da yardım etti; birçoğu ücretsiz telefon haklarını yerel bir projeye yapılacak aramalara aktardılar.) Parti hareketin yaratmak istediği sosyal değişim için örnek teşkil edebileceğini ve bir platform oluşturabileceğini söylüyor. Başarılı bir mimarken kullandığı sarı ahşaptan şık bölmesiz ofisinde Syriza merkez komitesinin üyesi Theano Fotiou, bir düzine kadar aşırı coşkulu genç gönüllünün yardımıyla, kampanyanın son günü için bildiri paketliyor. Başkentin ikinci seçim bölgesinde yeniden seçilmeyi amaçlıyor. “Bu krizden çıkışın tek 35 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... gerçek yolu, insanların bunu kendileri için yapması,” diyor. “İnsanlar katılım göstermezse, ülke olarak kaybedeceğiz. Bu pratik bir şey, teorik değil. Yeni bir toplumsal ideoloji, yeni bir paradigma. Eski pasif, bağımlı, tüketici, bireyci modelin zıddı. Ve sahip olduğumuz dayanışma projeleri de bunun kuluçkası.” Fotiou, Syriza’nın hükümet programının ilk aşamasının büyük kısmının (hiçbir ailenin su veya elektriksiz kalmaması (2013’te dokuz ay içinde 240.000 hanede ödenmeyen faturalar yüzünden kesinti yapıldı); kimsenin evsiz bırakılmaması; asgari emekli maaşının yükseltilmesi ve Yunanistan’da artık yüzde 40’a dayanmış olan çocuk yoksulluğunu ortadan kaldırmak için acil adımlar atılması) büyük oranda partinin dayanışma hareketine katılımından öğrendiklerinden ilham aldığını söylüyor. “İnsanların bulduğu yeniliklerden o kadar çok şey kazandık ki,” diyor. “Yoksulluk konusunda gerçekten de uzmanlık kazandık. İnsanların gerçek ihtiyaçları, makul fiyatlı gıda dağıtımı, ilaç gibi şeylerin nasıl israf edilmeyeceği gibi konularda daha fazla bilgiye sahibiz. İnsani bir krizin ve ekonomik çöküşün ortasındaki bir ülkede nasıl çalışılacağına dair devasa bir bilgi birikimi elde ettik. Yunanistan yoksul; bu, kritik bir bilgi.” Harekete katılanların ilk içgüdüsü sadece yardım etmekti, birçoğu ayrıca bunun Yunanistan’ın krizini politikleştirmeye de yaradığına inanıyordu. Atina’nın batısındaki Egalio’da bir temizlikçi olan Flora Toutountzi, bir paketleyici olan Antonis Mavronikolas ve ilkokul öğretmeni olan Theofilos Moustakas, süpermarketlerin dışındaki dükkanlardan gıda bağışı toplayan ve ayda iki kez 50 yerel aileye temel ihtiyaç malzemesi paketleri (pirinç, şeker, uzun ömürlü süt, kuru gıda) dağıtan bir grubun üyeleri. “Bir ailede altı kişi büyükannenin 400 avroluk emekli maaşı ile geçinmeye çalışıyor,” diyor Mavronikolas. “Bir başkasında, iki aydan fazla suları kesik yaşamışlar. Onlara yardım ettik, evet, ama şimdi kendileri de kampanyamıza katılıyor ve başkalarına yardım ediyorlar. İnsanlar bu krizde aktifleşti. Artık daha az yalıtılmış durumdalar.” Atina merkezde Exarchia’da, artık büyük oranda işsiz olan bir mimar olan (“Şu anda mimarlar için pek iş yok,” diyor) Tonia Katerini, bir yıl önce açılan ve şu anda undan portakala, zeytinyağından ekmeğe, makarnadan kurutulmuş sebzeye kadar 300 ürün satan bir sosyal market kooperatifini çalıştıran 15 kişiden biri. İşleri hızla büyümüş ve kolektifin üyeleri artık kendilerine 3 avroluk saatlik ödeme ayırabiliyor. Atina’ya yayılmış 30 taneden ve Yunanistan’daki yüzlercesinden biri olan ve çiftçilerin ürünlerini süpermarketlerden alacaklarından yüzde 25 daha yükseğe sattıkları ve tüketicilerin yüzde 25 daha aza aldıkları yerel “aracısız” market, yalnızca ayda bir kuruluyor ve grup, benzer şekilde yüksek kalitede gıda ürünlerini doğrudan küçük üreticiden makul fiyata sunan küçük bir mahalle bakkalı açmak istiyor. Mağazanın sattığı ürünlerin yüzde 90’ı “aracısız” diyor Katerini ve yüzde 60 kadarı süpermarkettekinden belirgin şekilde daha ucuz. Birçokları diğer dayanışma projelerinden – örneğin mağazanın sabunu Galatsi’deki 10 işsiz insanın oluşturduğu bir kolektif tarafından yapılmış – geliyor. “Tüm bu projelerin, yalnızca muhtaç insanlara yardım etmekle kalmaması, aynı zamanda neredeyse yeni tür bir toplumun başlangıcını da temsil etmesi, benim için çok önemli,” diyor Katerini. “Hiyerarşi olmadan doğrudan demokrasi şeklinde işliyorlar. İnsanların kendi hayatlarının sorumluluğunu üstlenmesi, yeteneklerini devreye sokması, tekrar üretken hale gelmesi ile ilgili bu.” Katerina Knitou son birkaç yılı insanların evlerini kaybetmesini engellemeye çalışarak geçirmiş. Epey tepki toplayan “acil ev vergisi” ile mücadele etmek için bir araya gelen bir avukatlar grubunun üyesi olarak dikkatini (bankalara ya morgıç veya diğer borç geri ödemeleri olan 320.000 aileden ya da son vergilerini ödeyememiş 2,45 milyon Yunan’dan biri oldukları için) evinden olma veya zorla tahliye edilme korkusu ile yaşayan her üç Yunan hanesinden birine yöneltmiş. Bir Syriza üyesi olan Knitou, bu harekete katılan neredeyse herkes kişi gibi, ipotekli evin haczi veya zorla tahliyesinden nasıl kurtulunacağı konusunda ücretsiz hukuki danışmanlık veriyor. Geçtiğimiz yılın ilk yarısında 700 ev ya bankalar tarafından ya da Yunan devlet tarafından ödenmeyen vergi veya sosyal güvenlik faturası yüzünden haczedilmiş. (Meslektaşları ile birlikte Knitou da sık sık daha doğrudan eylemlerde yer alıyor; haczedilen evlerin satış sunulduğu müzayedeleri engellemeye çalışıyor.) “Tüm bunlar,” diyor, “birçok insanı yalnızca neyle yüz yüze oldukları konusunda değil, aynı zamanda ne yapabilecekleri ve yapmaları gerektiği konusunda da bilinçli hale getirdi. Pazar gününden sonra beklentiler yüksek olacak ancak Syriza hükümetinin neler yapabileceğinin elbette sınırları var. Bir şeyleri değiştirmek bizim, hepimizin elinde. Ve açık konuşayım mı? Sanki iyi bir başlangıç yaptık gibi.” https://www.youtube.com/watch?v=thuwwWjEUoI&feature=youtu.be The Guardian 36 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Portekiz: Yeni bir şeyin başlangıcı – rhithinkyourfuture 22 EKİM 2012 Portekiz hükümetini kemer sıkma önlemlerinin en kötüsünü geri çekmeye zorlayan yakın tarihli büyük protestoları takiben birçok kişi, başkaları başarısız olurken Portekiz hareketlerinin nasıl zafer kazandığını merak ediyor. Rhiannon Colvin, mevcut duruma içerden bir bakış sunuyor. Portekiz bir güzellikler, mizah ve huzur ülkesi. Doğa cenneti, Latin neşesi ve melankolik şarkıların ülkesi. Bir zamanlar güçlü bir sömürgeci imparatorluk olan bir ülke, kendisini küresel politikada sadece bir nokta olarak buluveriyor. Bir zamanların kontrol edeni ve sömüreni, şimdi kendisini, burada ‘Troyka’ olarak bilinen ve Uluslararası Para Fonu IMF, Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Birliği’ni ifade eden şeyin ellerinde manipüle edilmiş ve güçsüz görüyor. Portekiz’deki mevcut durum, haberlerden de duymuş olabileceğiniz gibi, son derece kasvetli. Troyka, Portekiz hükümeti ile birlikte, hiçbir demokratik müzakere olmaksızın Portekiz halkına kemer sıkma önlemlerini dayatıyor. Bu önlemler hükümetin Troyka’dan 78 milyar dolarlık kurtarma paketi karşılığında kabul etmek zorunda olduğu politikalar şeklinde geliyor. Bu politikalar, su ve elektrik gibi kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini, restoranlarda KDV’nin yüzde 13’ten yüzde 23’e yükseltilmesini, kamu çalışanlarında ve ücretlerinde kesinti yapılmasını ve en şok edici olanı da, şirketlerden aynı vergiyi yüzde 6 oranında keserken, çalışanların sosyal güvenlik katkı paylarının yüzde 11’den yüzde 18’e çıkarılmasını içeriyor. Bu politika, halk tarafından çok net bir şekilde “patronlara para ödemek için işçilerin soyulması” olarak görülüyor ve Portekiz’de diktatörlüğün 1974’teki yıkılışından bu yana görülen en büyük protestoları tetiklemiş durumda. Bu bağlamda, şehirdeki çok etkileyici ve faydalı bir etkinliği deneyimlemek üzere Lizbon’a tam zamanında vardım: kültürel ve politik bir festival olan ‘Festival Avante’, seçimlerde tutarlı bir şekilde aldığı yüzde 7 ila yüzde 11 oyla ülkede halen geniş bir siyasal varlık sürdürmekte olan Portekiz Komünist Partisi tarafından düzenleniyor. Politik tartışmaları, şaşaalı bir komünist marş da dahil her türden müzikle birleştiren devasa bir etkinliği görmek; bu, benim için büyüleyici bir deneyimdi. Konuşmaların birçoğu, dünyanın birçok yerinde bıkkınca denk geldiğim, esasen ‘krize çözüm için partiye katıl’ çizgisindeki geleneksel komünist retorikten oluşuyordu. Ancak konuştuğum gençlerden birçoğu, yapıyı değiştirmeksizin, yetkiden, hazdan, ilhamdan, gerçek değişimden yoksun bir şekilde, başka bir partiye oy vermenizi isteyen bu politik çizgiden aynı ölçüde bıkkındı ve yeni bir şey, politika yapmanın farklı bir yolunu arıyor olmaları harikaydı. Kurduğum bağlantılar, beni hızla Lizbon’un alternatif politik sahnesine götürdü.1 Lizbon, diğer Avrupa şehirlerinin koşturmacasından, gösteriş ve azametinden uzak, güzel ve sakin bir şehir. Onun güzelliği, dağlarından çiçekler gibi inen eski mahallelerinde, ücretsiz caz ve akrobasi gösterilerinde, günbatımında, eski tramvay gezilerinde veya gözden uzak köşe ve binalarında bulunabilir. Alternatif politik sahne de bunun gibi. Grup ağları küçük ama yine de güzellik ve yaşam dolu, onu oluşturan insanlar ve yerler gözden ırak ve sakin ama yine de özel ve büyümekte. Halk yemekleri, bisiklet atölyeleri, kültürel etkinlikler ve politik tartışmalar düzenleyen RDA69 veya kentlerde ve kırsal bölgelerde sürdürülebilir komün alternatifleri oluşturma üzerinde çalışan Geçiş Ağı gibi bazı gruplar yıllardır mevcut. Ancak geçtiğimiz yıl boyunca, bu politik sahne epeyce büyüdü ve Portekizlilerin politik eyleminde geniş ve radikal bir varlık kazandı. Her ikisi de İspanya’daki 2011 hareketlerinden ilham almış olan ‘15 Ekim Hareketi’nden ‘Öfkeliler’e kadar, bu gruplar meydanları işgal etti ve 15 Eylül’de katıldığım ve en son büyük gösteri (Portekiz’in 30 yıldır gördüğü en büyük protesto) olan sonuncusu dahil 2011 ve 2012 boyunca kalabalık gösterileri mobilize etti. Bu politik eylemin şekli ve ölçeği, Portekiz’deki genç kuşak tarafından daha önce deneyimlenmemiş, bu nedenle de çok ilham verici. 37 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... Bu politik içerikle bağlantılı ve onda önemli bir rol oynayan ise, yeni ve heyecan verici işsizlik karşıtı hareketler oldu. İşsizlik hiçbir şekilde Portekiz’de yeni bir mesele değil. Görüştüğüm birçok kişi 10 yıldır uzun süreli sözleşmesiz işçiydi ve işsizlik 2000’lerin başından beri meseleydi. Ancak 2008 mali krizi ile birlikte belirgin şekilde arttı ve şu anki yüzde 20’lik orana veya 1,3 milyona varana dek son birkaç yılda giderek büyüdü. İspanya ve Yunanistan’ın aksine, burada halkın tepkisi yavaştı ve asgari ücrette artış veya kamuda istihdamın korunması çağrıları ile sendikaların ve geleneksel solun etkisindeydi ancak mevcut işsizliğe çok az vurgu vardı (bazı alaycılar, sebebin işsizlerin sendikalara verecek parası olmaması olduğunu söyleyecektir). Bu bıkkınlıktan, geleneksel doktrin ve yapıların dışındaki yeni gruplar, ana olarak da Güvencesiz İşçiler (Precarious Inflexives) ve İşsizler Toplumsal Hareketi (Movimento Sem Emprego – MSE) ortaya çıktı. Analizlerim katıldığım toplantılardan, kolektif eylemlerden, birebir görüşmelerden ve dostluklar üzerinden oluştu. Görüş ve analizlerimi ortaya koymadan önce kısaca bu hareketlerin genel çerçevesini çizeceğim. MSE, epeyce vakit geçirdiğim ve çok yakınlaştığım bir hareket. Birçok farklı ideolojik arka plandan gelen insandan oluşuyor ancak hepsi kendini işsiz işçilerin hakları için, parti yapısının dışında farklı ve yaratıcı yollarla mücadele etmeye ve yeni bir alan oluşturmaya adamış. Grup çeşitlilik arz ediyor, dışa açık ve işsizler için asgari hakların elde edilmesine, işsizlerin birbirleri ile iletişim kurması ve paylaşması için alan yaratmaya, işsizler için ücretsiz ulaşım hakkı elde edilmesine ve nihai olarak da çalışma hakkı için kolektif mücadele etmek amacıyla işsiz işçiler sendikaları oluşturmaya yönelik kampanyalarla sürekli büyümekte. Güvencesiz İşçiler, farklı bir yaklaşıma sahip ve çok güvencesiz ve esnek işlerde çalışanların haklarının elde edilmesine daha fazla yoğunlaşıyor. Lizbon’un merkezinde, örgütlenme merkezi olarak işlev gören, politik tartışmalar ve film gösterimlerinin yanı sıra, bar, kütüphane ve müzik mekanı da olan bir yer açmışlar. Bu hareketin, sol bir siyasal parti olan Bloco de Esquerda ile pek çok bağlantısı var ve başlangıcından bu yana Portekiz siyasetinde büyük bir etkiye sahip olmuş. Bu gruplar arasındaki temel ve kilit önemdeki fark sınıf kompozisyonları ve analizleri. MSE, çıkış yolları çok sınırlı, çok daha sert işsizlik koşullarında yaşayanlardan oluşuyor ve politikalarına güçlü bir sınıf analizi hakim. Güvencesiz İşçiler grubunu oluşturan insanlar daha varlıklı bir ‘kültürel profesyonel’ arka plandan geliyor, kesinlikle kolay bir durumda değiller ama temel geçim koşulları şu anda MSE’deki birçokları ölçüsünde tehdit altında değil ve bu nedenle daha sanatsal ve kültürel direniş formlarına katılıyorlar. Bu gerçeklik dahilinde, bulgularım ve gözlemlerim neler? İzlekler ve eğilimler neler? Birincisi, Portekiz hükümeti işsizlere çok az destek sağlıyor ve sosyal güvenliğe erişimi çok zor hale getiriyor. Hak sahibi biri, ayda yaklaşık 400 Avro alıyor ki bu miktarla eğer kiradaysanız yaşamanız imkansız (burada barınma yardımı yok). Ancak hak sahibi olmak için, öncelikle bir yıl boyunca sürekli bir işte çalışmış olmanız gerekiyor (bu da Portekiz’deki birçok kişiye uyan bir gerçeklik değil ve eğitimini tamamlayan herkesin işsizlik yardımından yararlanamayacağı anlamına geliyor). İşsizlik yardımı aldığınızda ise sürdürmek zor ve en fazla iki yıl sürüyor. Bu nedenle, görüştüğüm birçok kişi genç olduğundan ve eğitimlerini tamamladıklarından bu yana formel bir iş bulamadıklarından, bu yardımdan faydalanamıyorlar ve bunun yerine evde oturup anne babalarının artırabildiği üç beş kuruşla yaşamaya çalışıyorlar. Gözlemlediğim bir başka çekirdek strateji ise göç. Belirgin seçenek daha iyi durumdaki diğer Avrupa ülkelerine göç, daha az belirgin olanı da Brezilya ve Angola gibi eski sömürgelere, kırsal alanlara ve aile çiftliklerine göç. İkisi, sömürge ülkelere ve kent merkezlerine tersine göç normlarını tamamlıyor. Son olarak ise, birçok kişi akademi ve araştırma alanında mümkün olduğunca uzun kalmaya çalışıyor, bunlar şanslı olanlar, bağlantısını sürdürenler ve en eğitimliler ama hepsi de bunun uzun vadede sürdürülebilir olmadığının farkında. Peki, toplumsal hareketler analizim ne? Portekiz’deki krizden çıkacak çözümler ve pozitif değişim potansiyeli ne? İşsizliğe karşı mücadele eden toplumsal hareketler ve gruplar şimdilik sayıca ve etki bakımından büyümeye, sorun konusunda farkındalık yaratmaya, insanları bir araya getirmeye ve hükümete karşı hakları için 38 Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... mücadelede harekete geçirmeye odaklanıyorlar. Olumlu olan şey, bunu yeni ve yaratıcı şekillerde, geleneksel yapıların dışında, yeni aktivizm ve değişim formlarına açık olarak ve farkındalıkla yapmaları. Ancak bence bu mücadeleye eklenmesi gereken bir öğe daha var. Hükümetin şiddetine ve adaletsizliğine karşı mücadelenin ve işsiz ve güvencesiz işçilerin temel haklarını elde etmenin öneminin yanında, yeninin yaratılması. Krizin yarattığı kolektif gücü ve enerjiyi yalnızca eskiye karşı mücadelede kullanmak değil, aynı zamanda yeni çözüm ve alternatifler de yaratmak. Evet, iş istiyoruz ama bize uzattığınız kırıntıları değil, yaratıcı olduğumuz, denetlediğimiz, keyif aldığımız ve sadece bir avuç insanın karı için değil birçoklarının yararına olan işleri istiyoruz. Bu, salt “krizin sorumlusu hükümettir ve halkın temel gereksinmelerini sağlamak zorundadır” argümanıyla hiçbir şekilde olmaz. Bunun yerine, bu kaostan çıkış için istediğimiz yeni gerçekliği yaratmaya başlamazsak işlerin daha da kötüleşeceğinin farkına varılması ile olur. Yıkıntıda bir fırsat olduğunu görmekle olur. Portekiz, politik eylemin heyecan verici yeni bir aşamasında ve bu durum hafife alınmamalı. Parktaki gençlerden otostop yaptığım orta sınıftan bir iş adamına kadar konuştuğum herkes, bu krizin farkında ve öfkeli, radikal bir değişim gerektiğini düşünüyor. On yıllardır uykuda ve etkisiz kaldıktan sonra, Portekiz uyanarak yeni bir toplumsal değişim sürecine başlıyor ve bu sıkça kavgayla, öfkeyle ve hayır’la oluyor. Ancak bunun bir evet’e, insanların kolektif güçlerinin farkına vardığı ve çalışmanın, etkileşim kurmanın ve yaşamın alternatif yollarını burada ve şimdi yaratmaya başladığı, hem meydan okuyan hem de ilham veren bir politika formuna dönüşeceğini ümit ediyorum. Portekiz’de potansiyel var, burada hem şehirlerde hükümete karşı mücadele eden kitlesel toplumsal hareketler hem de kırsal alanlarda alternatifler oluşturan küçük komünler var. Bence, gerçekten radikal ve uzun vadeli bir değişim gerçekleşecekse, bu iki mücadelenin bir araya getirilmesi gerekiyor. Bu hareketin, hem toplumsal hareketlerin sergilediği enerjiye, güce ve kitleselliğe hem de komünlerin yarattığı ilhama, fikirlere ve yeni gerçekliklere ihtiyacı var. Benim için, aynı anda hem eskiye isyan edip hem de yeniyi yaratma potansiyeline sahip binlerce genç, yaratıcı, aktif, ilham veren insandan oluştuğu için, genç işsizliği sorunu bu ikisinin sentezi için mükemmel bir alan oluşturuyor. 1. Burada, daha otonom ve yatay, geleneksel parti yapılarının dışında toplumsal değişim formları ortaya çıkaran sol görüşlere sahip kişi ve grupları kastediyorum. Portugal: The beginning of something new 39
© Copyright 2024 Paperzz