Değer Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi Sesleniş Gazetesi Ekidir Haziran 2014 Yıl: 1 Sayı: 6 İnsanı ayakta tutan iskelet ve kas sistemleri değil; prensipleri, sorumlulukları ve inançlarıdır. Ücretsizdir Halkalardan biri gevşerse, zincirin tümü kopar. Haziran 2014 D eğer BAŞYAZI Kıymetli okurlarım, Eğitim ve iyileştirme hizmetlerimizde önemli bir yere sahip olan dergimizin altıncı sayısıyla yeniden birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Bu ay dergimizin temasını sorumluluk olarak belirledik.Sorumluluk, bireyin üzerine düşen görevleri yerine getirmesi ve kendi davranışının sonuçlarını üstlenmesidir. Sorumluluk almak bir işi en iyi biçimde yapmayı yüklenmektir. Sorumluluk sahibi kişi, hiç kimseye hesap vermek zorunda olmasa bile kendi vicdanında hesap verme zorunluluğunu hissetmelidir. Sorumluluk içinde davranan, yaşantısında; başkalarının hukukunu gözeten, insan olarak kendi hakları kadar, diğer bireylerin haklarını da göz önünde tutan, vazifesini en iyi şekilde yerine getiren, kendi malını koruduğu kadar, Devletin ve komşusunun malına da sahip çıkan, kendi çıkarları kadar Devletin ve Milletin çıkarlarını koruyan insanlardan oluşan toplumlar, daha huzurlu, müreffeh, sağlıklı ve düzenli hayat yaşayarak bu küçük dünyamızı daha güzel hale getirebilirler. Yavuz Sultan Selim’in deyişiyle “Bir kişiye çok, iki kişiye dar gelen Dünya”mızda herkesin “sorumluluk” bilinci içinde davranması gerekmektedir. Yaşantımızda, işimizde, bulunduğumuz her yerde ve hizmetlerimizde devamlı iyiyi, güzeli, doğruyu hedeflemeliyiz. Bu anlayışla, önce kendi evimizi, sonra mahallemizi, yöremizi, köyümüzü, kentimizi, Ülkemizi ve hep birlikte tüm dünyayı değiştirmek ve güzelleştirmek için çabalamalıyız. Aynı duygu ve yaklaşımla, iyi ve doğru değerlerle sevgi ve saygı içerisinde herkesle iyi geçinmek, yaşama sevincimizi arttıracak, hayattan lezzet almamızı sağlayacaktır. Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü personeli olarak bizlerin de yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımız vardır. Bunların başlıcaları hükümlü ve tutukluların suç işleme eğilimlerini azaltarak kurumda bulundukları süreyi çok daha verimli geçirmelerini, salıverilme sonrasında topluma uyum sağlamalarını, maddi, manevi ve kültürel değerlerini bilme- lerini, kanunlara saygılı birer birey olmalarını, hayat boyu öğrenmeyi ilke edinerek yeni bir yaşam kurabilmelerini sağlamak ve sorumluluk taşıyan bir yaşam biçimine adapte olmalarını kolaylaştırmaktır. Yine, hangi kadro ya da pozisyonda olursak olalım, görevimizle ilgili sorumluluğumuz bulunmaktadır. Yaptığımız işi çok iyi bilmek, bir işi yapmadan önce dikkatli bir şekilde planlamak, ortaya çıkabilecek olumsuzluklara karşı önlemler almak, işimize konsantre olmak, işimizi en iyi şekilde yapmak, işimizin sonuçlarını takip etmek, ortaya bir olumsuzluk çıktığında bunu üstlenmektir. Kurumlarımızda bulunan hükümlü ve tutukluların da öncelikle kendilerine, ailelerine, topluma, beraber aynı ortamı paylaştıkları arkadaşlarına ve personelimize karşı sorumlulukları bulunmaktadır. Toplumların millet olmasını sağlayan en önemli unsur, “bencillikten uzak”, “ailem varsa ben varım”, “Ülkem varsa ben varım” anlayışıdır. Toplumun her kademesindeki insanlarımızın kardeşlik, dostluk, birlik ve dayanışma duygularıyla birbirlerine bağlılıkları ne kadar güçlüyse gelişip yükselmesi de o kadar büyük olacaktır. Sorumluluk duygusu yüksek personelin kurumlarımıza olan katkısı büyük önem taşımaktadır. Her bir personelimiz mesaini en iyi şekilde yapıp, görevini eksiksiz olarak yerine getirerek sorumluluk anlayışına uygun hareket ederse, Devleti ve Milleti için üzerine düşen vatandaşlık vazifesini ifa etmiş olur. Bu duyguya sahip personel mesai saatleri dışında da olsa bir görev anlayışıyla hareket eder, ‘topluma ne kadar faydalı olabilirim’ düsturuyla davranır. Kurumlarımızın çağdaş infaz anlayışına uygun olarak gelişmesi ve ilerlemesi yolunda herkesin çalışmalarını sorumluluk duygusu içerisinde sürdürmesini temenni ederim. Enis Yavuz YILDIRIM Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü 1 D eğer D eğer Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi Yıl: 1 Sayı: 6 Haziran 2014 Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır YAYIN KURULU Ali YILDIZ (Yayın Kurulu Başkanı) Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı Esat IŞIK Tetkik Hakimi Ramazan GÜNŞAN Şube Müdürü Melike ÖNBAŞ Alpaslan DEMİR Tuncay KARACA Evren TANRIKULU Metin KARTAL Mustafa Serdar ÖZGÜN Süleyman KARAKUŞ İlhan GÜLER Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Naci BİLMEZ Editör İlhan GÜLER Grafik Tasarım Fatih ŞAFAK Sahibi Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına Ali Turan KARADAĞ Kurum Müdürü Matbaa-Baskı Şefi Salim KILIÇ Baskı Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı Şaşmaz / Ankara Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68 Yayın Türü Yerel Süreli Yayın Basım Tarihi: 16/06/2014 İletişim Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA Tel: 0312 204 13 75 Faks: 223 43 91 e-posta: [email protected] Web: www.cte.adalet.gov.tr Sesleniş Gazetesinin Ayda Bir Yayımlanan Kültür Ekidir 2 Haziran 2014 İÇİNDEKİLER 04 07 08 12 16 18 19 26 30 34 44 ELVEDA SORUMSUZLUK SU İÇ BEYNİN HIZLANSIN İSRAF MİMAR SİNAN ÇOCUKLARA SORUMLULUK KAZANDIRMAK AĞLAMANIN FAYDALARI DİSİPLİN YÖNTEMİ OLARAK TOKAT UMURSAMAZLIK HASTALIĞI HAT SANATININ İNCELİKLERİ FUZÛLÎ DEĞİŞEN YAŞAMLAR Haziran 2014 D eğer EDİTÖR’DEN Değerli Okurlarımız, Değer dergisinin 6. sayısını sizlere sunarken edebiyatla, sağlıkla, yeni il tanıtımıyla, aile ve toplum konuları gibi birçok konu başlığı ile siz okuyucularımızla buluşmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Her sayıda, güncel konularla yeni kapılar açmaya çalışıyor, sizlere keyifle okuyacağınız bir dergi hazırlıyoruz. ‘’Değer’’ dergisinin bu sayısında sorumluluk temasını işliyoruz. 10 DUYGUSAL ŞANTAJ Sorumluluk, kişinin kendine ve başkalarına karşı yerine getirilmesi gereken yükümlülüklerini zamanında yerine getirmesi zorunluluğudur. Bir bireyin kendisine karşı sorumlulukları olduğu gibi çevresine ve ailesine karşı da birçok sorumluluğu vardır. Ne yazık ki çevresine karşı sorumluluklarını yerine getirmeyen bir insan toplumda huzursuzluklara yol açabilmektedir. Birkaç maddede ailemize ve toplumuza karşı olan sorumlulukları sıralayacak olursak; iyilikte yardımlaşmak, muhtaçlara yardım elini uzatmak, imkanları ihtiyaca göre en uygun şekilde kullanmak, ahlakî ölçülere göre gereken yerlere gerektiği kadar harcamaktır. Bunların toplumun zararına kullanılması; harcamada lüks ve israftan kaçınılmalıdır. Çalışmak, üretmek ve kazanmak bireysel bir hak olduğu gibi aynı zamanda kendimize, ailemize ve topluma karşı bir sorumluluktur. Kendimizin ve bakmakla yükümlü olduğumuz aile fertlerinin ihtiyaçlarını karşılamak, yakınlarımıza ve topluma yük olmamak için çalışmak, sosyal görevlerimiz arasındadır. Toplumsal görevlerimizden bir diğeri de, kamu mallarını korumak, haksız yollarla bunları elde etmeye çalışmamaktır. Bu haklar af, sulh gibi bir yolla kaldırılamaz veya değiştirilemez. Toplumda bütün fertlerin, bu hakları koruma, kollama hak ve sorumluluğu vardır. Bu sayımızın kapak yazısında dergimizin teması olan sorumluluk duygusunu ele alan bir yazı istifadelerinize sunduk. 20 SADAKA TAŞLARI Gezi bölümünde şehzadeler şehri ve diğer ismi ile mutluluk kapısı Edirne ilimizi tanıtıyoruz. Son zamanlarda tarihi, turistik, kültürel ve sanatsal özelliği ile adını sıkça duyuran Edirne, mutlaka gezip görmenizi tavsiye ettiğimiz bir yer. Örnek hayatlar sayfamızda ise mimarlık sanatının doruğu olarak kabul edilen ‘’ Koca Sinan’’ olarak anılan Mimar Sinan’ın hayatını ve eserlerini tanıttık. Ayrıca dergimizde, renklerin sağlımız açısından önemi, su içmenin beynimizin gelişimindeki rolü, bir çoğumuzun bir türlü hayatımızda terk edemediği alışkanlıklardan olan israfın toplumsal hayatımıza etkisi, çocuklarımıza sorumluluk duygusunu kazandırmanın püf noktaları, evrensel iyiliğin sembolü olan Osmanlı’da sadaka taşlarının yerine getirdiği önemli misyon ve tabii ki daha fazlasına yer verdik. 38 EDİRNE Bir sonraki sayımızda tekrar birlikte olmayı ümit ederken, milletimizin tamamını derin bir hüzne boğan Soma’da bir kömür ocağında meydana gelen feci kazada hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, başta aileleri olmak üzere yakınlarına ve milletimize ‘’Değer’’ dergisi yayın kurulu olarak baş sağlığı diliyoruz. 3 Kapak D eğer Haziran 2014 Elveda sorumsuzluk K işinin sorumluluk duygusu, kendisine duyduğu saygı ile doğru orantılı artış ya da azalış gösterir. Kişinin kendine duyduğu saygı, karşısındaki insana, çevresine, toplumuna duyduğu saygının göstergesidir. Bu da sorumluluğu beraberinde getirir. Tülin Elçi Yaşadığı ortamda üzerine düşen görevleri yerine getirebilen, emanete ihanet etmeyen, verdiği sözü tutan, başkalarının haklarına saygı gösterebilen, kendine ve topluma faydalı olabilen, kendi davranışının sonuçlarına sahip çıkabilen kişi sorumluluk duygusuna yeterince sahip demektir. Kardeşliğin, dostluğun, birlik ve dayanışmanın hâkim olduğu bir ortamda; bencillikten uzak ‘ben’ yerine ‘biz’ kavramını benimsemiş, kendi çıkarlarından ziyade komşusunun, arkadaşının, devletinin, milletinin çıkarlarını koruyan, belirli bir insan tipine değil, toplumda var olan insana hizmet eden, sorumluluk duygusu aşılanmış bireylerin oluşturduğu huzurlu bir 4 toplumda yaşamak kimin hoşuna gitmez ki… Kişinin sorumluluk duygusu, kendisine duyduğu saygı ile doğru orantılı artış ya da azalış gösterir. Kişinin kendine duyduğu saygı, karşısındaki insana, çevresine, toplumuna duyduğu saygının göstergesidir. Bu da sorumluluğu beraberinde getirir. Kişi öncelikle kendisine karşı sorumluluklarını yerine getirmelidir ki bu şekilde ailesine, çevresine, devletine ve toplumuna karşı sorumluluklarını yerine getirebilsin ve topluma faydalı bir birey olarak yaşamına devam etsin. Ve bunun sonucunda da insan olmanın anlamını daha iyi kavrayabilsin. Saint-Exupéry’in dediği gibi “insan olmak her şeyden önce sorumlu olmaktır”. Bu bilin- Haziran 2014 ce varabilmek ise sevmekle başlar. Önce kendini sonra hayatı, tüm canlıları ve toplumunu sevmek... D eğer vermiş ve bir hafta içinde bir formül bulamazsa bunun hayatına mal olabileceğini de hatırlatmış. Yaşlı bilge üç beş gün düşünüp taşınmış ve aklına hiç bir çözüm gelmemiş. Canını kurtarmak için ülkeyi terk etmeye karar vermiş ve yola koyulmuş. Üzgün ve dalgın bir şekilde yola devam ederken, koyunlarını, keçilerini otlatan küçük yaşta Kimi ebeveynler, çocuğubir çobanla karşılaşmış ve bir nu koruyup kollamak adına süre ahbaplık etmiş. Bundan onun yapması gerekenleri de cesaret alan küçük çoban yaşlı kendileri yaparlar. O tek başıdostuna “Amca şu hayvanlarına yemek yiyemez - O kenma biraz göz kulak oluver de, di kendine ödevini yapamaz ben de şu görünen köyden azık – Odasını toparlayamaz, o alıp geleyim, bugün azık almayı daha çocuk- O kendi başına unutmuşum” der. Bilge de zevkkarar veremez….vs derken le kabul eder ve kafası, karşılaşhazıra konmaya alışkın bir tığı olaylarla meşgul bir halde çocuk yetiştirirler ve işin köhayvanlara göz kulak olurken, tüsü de bunları yaparlarken bir keçi yavrusu kenarında oyçocuğuna iyilik yapmaktan namakta olduğu uçurumdan ziyade kötülük yaptıklarının farkına bile varamazlar. aşağı yuvarlanıverdiğini görür. Bilge küçük çobana Bu şekilde yetişen çocuk da bağımsız bir kişiliğe sa- verdiği sözü doğru dürüst tutabilmek için kuzuyu hip olamadığı gibi özgüveni indirgenmiş ,sorumluluk kendisi kurtarmaya karar verir ve uçurumun dibine duygusu azalmış bir birey olarak toplumda yerini alır. iner. Zorlu bir mücadele sonunda yavru keçiyi kurSorumluluk duygusundan yoksun kişilerin yoğun ol- taran bilgenin kafası küçük dostuna verdiği sözü duğu bir toplum ise bencil duyguları içinde barındıran tutmakla meşgul olduğundan canını kurtarmak için bir toplum demektir ki bu da huzursuzlukların, asayiş ülkeyi terk etmek zorunda olduğunu unutur. Bu duve trafik ihlallerinin, kazaların, hırsızlıkların, dolandı- rum onun kafasında bir şimşek çakmasına sebep rıcılıkların, aile kavgalarının, boşanmaların… vs top- olur ve kaçma fikrinden vazgeçip hemen geri döner, hükümdarın huzuruna çıkarak şu çözümü sunar: lumsal olumsuzlukların yoğun olması demektir. “Hükümdarım, eğer oğlunuzun can sıkıntısından İsmail Özcan’ın ‘Kıssadan Hisseler’ adlı kitabından kurtulmasını, hayata bağlanmasını istiyorsanız ona bir hikâye ile sizlere sorumluluk duygusunun önemini bir sorumluluk yükleyin. Ona zamanını kaplayıcı bir meşguliyet verin. Can sıkıntısının, yaşamaktan vurgulamak istiyorum. şikâyet etmenin ana sebebi başıboşluktur. Oğlunuza Vaktiyle her türlü maddi imkâna sahip olmasına rağ- yükleyeceğiniz sorumluluk ne derece ciddi, sonucu men can sıkıntısından, hane derece ağır olursa, kendini yatın yaşanmaya değmez o ölçüde can sıkıntısından kurSorumluluk olduğundan yakınan bir taracak, yaşama mücadele ve duygusundan yoksun prens varmış. Kardeşleri, azmi o derece artacaktır.’’ kişilerin yoğun olduğu bir arkadaşları gezer, ava giTemeli sevgiyle atılmış saygı toplum ise bencil duyguları içinder, eğlenirken, o odasına ve sorumlulukla yükselmiş hude barındıran bir toplum demektir kapanır, sürekli düşünürzurlu bir binada yaşamaya ne müş. Oğlunun bu haline ki bu da huzursuzlukların, asayiş dersiniz…Gelin hep beraber hükümdar babası çok üzüve trafik ihlallerinin, kazaların, hırsorumsuzluğa elveda derken lüyormuş. Bir gün hükümsızlıkların, dolandırıcılıkların, aile sorumluluğa merhaba diyelim. dar, ülkesinin en bilge kişikavgalarının, boşanmaların… vs Sorumluluk bilincini taşımanız sini sarayına çağırtıp ona toplumsal olumsuzlukların ve bunu yeni nesillere aktarmaoğlunun durumunu anlatıp yoğun olması nız dileği ile… ondan bir çözüm bulmademektir. sını istemiş. Bunun için www.haber7.com bilgeye bir hafta mühlet Sorumluluk duygusu doğuştan kazanılan bir özellik olmaktan ziyade sonradan kazanılan, çocukken öğretilerek geliştirilen bir kişilik özelliğidir. 5 D eğer Sağlık Bilim “ Tarih Kadın Ay’a gönderilecek ilk reklam “Dünya bize dar” diyen Japonlar, gözünü Ay’a dikti. Japonya’da bir içecek firması reklam için Ay’ı seçti. Firma, reklam kampanyasının bir parçası olarak Ay’a içecek kutusu göndereceğini açıkladı. Bunun için titanyumdan özel bir içecek kutusu hazırlandı. Bu kutunun içerisine firmanın ürettiği içecek toz olarak konacak. “ Kâbe için evini yıktıran Osmanlı Padişahı Babetler ‘düztaban’ yapıyor “ Haziran 2014 Yaz aylarının gelmesiyle birlikte birçok kadının estetik açıdan sık sık tercih ettiği babetler, uzun süre giyildiğinde yürüyüşte şekil bozukluğu ayak tabanında yayvanlaşma ve düztabanlık gibi ayak deformasyonlarına neden oluyor. “ “ Osmanlı Arşivleri’nde, son dönemlerde sıkça eleştirilen Kabe çevresindeki yüksek binalarla ilgili bir fermana rastlandı. Ferman, Sultan II. Selim tarafından dönemin Harem Şeyhi Kadı Hüseyin’e 30 Eylül 1574’te gönderilmiş. Bu fermanla Kabe’nin çevresindeki ortalama 5 metreden yüksek binalar ile bitişiğindeki evlerin Sultan II. Selim’in kendi evi dahil yıkılması emredildi. “ Hangi renk hangi hastalığa İYİ GELİYOR H astalıkları iyileştirmede birçok yeni tedavi yönteminin bulunmasıyla birlikte renkler de şifa kapısı oldu. Renklerin hastalıklar üzerinde olumlu etkisi olduğu biliniyor. Gökkuşağının 7 rengiyle hastaların iyileşebileceğini öne süren Fizyoterapist Gamze Şenbursa, renklerdeki gizemi ve iyi geldiği hastalıkları anlattı: Kırık kemiklerin iyileşmesine yardım eder. Huzurlu ortam için hamilelere önerilir. Sarı Sindirim sistemini, zekâyı harekete geçirir. Mutluluk etkisi yaratır. Cilt problemlerini tedavi eder. Portakal rengi Mor Duygusal veya agresif kişilerin tedavisine uygundur. Aşırı yemek isteyenleri sakinleştirerek yeme isteğini kontrol altına alır. Kırmızı Anemi hastalarına iyi gelir. Kan dolanımına adrenalin salgılanmasını sağlar, hemoglobinin çoğalmasına sebep olur. Güçlü olmayı sağlar. Kırmızı renk giymek, anemi ve diğer kan hastalıkları şikâyeti olanlar için tercih edilmelidir. Çivit mavisi Kulak, burun hastalıklarını iyileştirir. Göz, kulak, burun ve sinüslerin tedavisinde, damar problemleri (varis), sinir sistemi hastalıkları, çıban, ülser, cilt problemlerinde de kullanılır. Zekâyı harekete geçirir. Cesaret, otorite ve iç huzuru verir. Mavi Şok geçiren hastaları iyileştirir. Soğutucu etkisi telaşlı ve korkmuş insanlara yardım eder, şok veya sinir krizi geçirenlere tavsiye edilir. Uykudan önce mavi renge odaklanarak meditasyon yapmak kâbus görmeyi önler. Yeşil Büyümeyi hızlandırır. Stresi azaltır. 6 Safra taşı, sindirim sistemi problemleri, göğüs problemleri ve artritlerde etkilidir. Doğaya enerji verir. Yalnız ve depresif insanların spiritüel ruhlarını yükseltir. Mısırlılar da renklerde şifa arıyordu Hastalıkları iyileştirmede birçok yeni tedavi yönteminin bulunmasıyla birlikte renkler de şifa kapısı oldu. Renklerin hastalıklar üzerinde olumlu etkisi olduğu biliniyor. Fizyoterapistler, gökkuşağının 7 rengiyle hastaların iyileşebileceğini öne sürüyor. Gamze Şenbursa, “Mısır’da renkler tedavi amacıyla kullanılırdı. Tapınakları iyileştirme amacıyla inşa eder ve her odayı başka renge boyarlardı. Çinliler de 2000 yıl önce renk tedavisini kullanıyordu. Eski çağlarda savaşçılar daha kızgın ve sert görünmek için vücutlarını siyah, kahverengi ve kırmızıya; yerli kadınlar ise daha etkileyici görünmek için vücutlarını açık renklere boyarlardı” dedi. www.gencgelisim.com Haziran 2014 D eğer Sağlık Kemik erimesi riskini azaltmak mümkün “ 50 yaşın üstündeki kadınların %30’unda görülen “osteoporoz” yani halk arasında bilinen adıyla “kemik erimesi”, özellikle menopoz sonrasında ciddi sağlık problemlerine neden olarak yaşam kalitesini düşürmektedir. Ancak yeterli miktarda kalsiyum tüketip sağlıklı beslenerek, düzenli bir yaşam tarzı ile osteoporoz riskini azaltmak mümkün. Bilim Kültür Dünyanın haberi yokkken biz minbere işlemişiz “ “ İstanbul’da 80 bin öğrenciye ulaşılacak Bursa’da, güneş sisteminin tasvir edildiği Ulucami’nin tarihi minberi çok şaşırtıyor. Güneş ve etrafında dönen gezegenlerin gerçek uzaklıklarına göre işlendiği tarihi minber, bugün dahi bilim dünyasının görevini net tespit edemediği çift yıldızlar hakkında da ip uçları veriyor. Minber, yüzlerce parça ahşabın çivi kullanılmadan bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş, “ “ Türkiye Yeşilay Cemiyeti ve Milli Eğitim Bakanlığı işbirliği ile başlatılan, Türkiye Bağımlılıkla Mücadele Eğitim Programı’ında öğrencilere bağımlılıkla mücadele konusunda eğitimciler 20 Mayıs itibari ile eğitim vermeye başladı. Proje ile İstanbul’da 80 bin öğrenciye ulaşılması hedefleniyor. “ Su iç, beynin HIZLANSIN İngiltere’de iki üniversitenin ortaklaşa gerçekleştirdiği araştırma, su içmenin yeni bir faydasını ortaya koydu. Araştırmaya göre, odaklanma gerektiren önemli bir iş öncesinde içilen su kişinin beyin faaliyetlerini hızlandırıyor. İ ngiltere'de iki üniversitenin ortaklaşa gerçekleştirdiği araştırma, su içmenin yeni bir faydasını ortaya koydu. Araştırmaya göre, odaklanma gerektiren önemli bir iş öncesinde içilen su kişinin beyin faaliyetlerini hızlandırıyor. Doğu Londra ve Westminster üniversitelerinden bilim insanlarının yaptığı çalışmada, deneye katılan gönüllülere birer hafta arayla iki farklı test uygulandı. İlk deneyde katılımcılara birer tahıllı gofret ve arzu ettikleri kadar su verildikten sonra kendilerinden bir dizi zeka testini tamamlamaları istendi. İkinci deneyde ise katılımcılar sadece gofreti tükettikten sonra soruları çözdü. Araştırmanın sonuçlarını kaleme alan Dr. Caroline Edmonds, su içen bireylerin sorulara cevap verme konusunda reaksiyon sürelerinin gözle görülür şekilde hızlı olduğunu tespit ettiklerini belirtti. Çalışmanın sonuçlarına göre, özellikle odaklanma gerektiren bir işe başlamadan önce tüketilen üç bardak su, beynin reaksiyon hızını yüzde 14 artırıyor. Araştırmacılar, suyun, deneklerin sadece reaksiyon hızlarında değil, kelime hafızası, görsel hafıza ve öğrenmeyle ilgili fonksiyonlarında da olumlu etki yaptığını gözlemledi. Suyun, insan beyni üzerinde böyle bir etki yapabilmesi için kişinin kendini susamış hissetmesi gerektiğine işaret edilen araştırma raporunda, "Ortaya çıkan en önemli sonuç, bireyin kendisini susamış hissettiğinde, fonksiyonlarının yavaşladığı ve susuzluk hissi ortadan kalktığında, zihinsel kapasitenin artmasıdır" ifadelerine yer verildi. Kendini susamış hisseden bireylerin ruh hallerinde de değişiklik olduğuna değinilen araştırmada, susuzluğun kişiyi daha gergin ve "aklı karışmış" hale getirdiğini bu durumun da performansı etkilediği kaydedildi. www.tipeez.com 7 D eğer Toplum Kullandıklarımıza ihanet: İSRAF Fatıma Nur Kaynak Hepimizin hayatında bir türlü terk edemediği birçok yanlış alışkanlık olduğunu biliyoruz. İsraf da bu yanlış alışkanlıklarımızdan biri. Ve yazık ki köylü-kentli, zengin-fakir, hepimizin hastalığı. Hayatın hemen hemen her alanında israfdan söz edebiliriz. Zaman israfı, mal israfı, emek israfı, yetişmiş insan israfı vs… Örnekleri çoğaltmak mümkün. 8 Haziran 2014 Hepimizin hayatında bir türlü terk edemediği birçok yanlış alışkanlık olduğunu biliyoruz. İsraf da bu yanlış alışkanlıklarımızdan biri. Ve yazık ki köylü-kentli, zengin-fakir, hepimizin hastalığı. Hayatın hemen hemen her alanında israfdan sözedebiliriz. Zaman israfı, mal israfı, emek israfı, yetişmiş insan israfı vs… Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bir israf yarışı!.. Bu nedenle kirleniyor çevre. Bu nedenle ölüyor tüm canlılarıyla doğa ve tüm kaynaklarıyla dünya. İnsanlar bir yandan üretiyor, bir yandan da hızla israf ediyor. Büyük bir sorumsuzlukla, savurganlıkla yaklaşıyoruz yaşadığımız dün- yaya. Tüm kaynakları sömürüyoruz adeta. Öyle ki elbirliğiyle israf ederek tükettik herşeyi! Doğru Tüketim Bilinci İnsan, kendisine emanet olarak verilmiş bulunan her türlü imkanı meşru sınırlar içinde elde etme ve kullanma sorumluluğu taşır. Bitki ve hayvanlar doğal dengeyi bozmadan ihtiyaçlarını giderirler. Oysa insan, tüketim sınırlarını alabildiğine genişletmek için çaba harcar. Yeraltı, yerüstü kaynaklarını adeta sömürür. Buna bağlı olarak, israf zenginliğin bir sembolü olarak görülmekte. Halbuki inancımız, kanaatkârlığın, ölçülü bir hayat sürmenin asıl zen- Haziran 2014 D eğer Toplum ginlik olduğunu bildirir bizlere. İsrafı bir kelimeyle tanımlayabilir miyiz? Evet, bir vurdumduymazlıktır israf! “Bir damladan ne çıkar deriz”. Halbuki düşünmeyiz musluktan damlayan sular barajları tüketir. Saniyede bir damla su, ayda bir ton demektir. Bu hesap bir musluk için. Bir de birçok evde bozuk musluk olduğunu düşünün. Sonucun hiç de iç açıcı olmadığını görürüz. Ülkemizde her yıl milyonlarca liralık ekmek çöpe atılıyor. Yalnızca ekmek mi? Tonlarca yiyecek, giyecek cabası. Yoksul ne gözle görüyor? Evine bir ekmek götüremeyen baba, sıcak bir aş pişiremeyen anne için atılan en küçük bir parça bile ne kadar değerlidir. Yalnızca onlar için değil bizim için de değerli olmalı. Bizim küçümseyerek israf ettiklerimize ulaşmanın, birçok muhtaç ailenin hayali olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız Ne Darlık, Ne İsraf İnsanların hayatlarını sürdürmeleri için gerekli olan harcamalar israf sayılmaz. Ayrıca zorunlu olmamakla birlikte rahatlık ve kolaylık sağlayan maddeler için harcama yapılması da sakıncalı görülmemiştir. Ancak harcamalarda tedbirsiz davranarak, saçıp savurarak, kendini ve ailesini muhtaç duruma düşürmemelidir. Ev geçiminde de itidal esas olmalı. Ne kısmalı ne de israf etmeli, her aile reisi örfe ve varlığına göre ailesine mutedil bir bolluk sağlamalı. İsrafla insandaki yardım duygusu da ölür. Kanaatsiz olur. Kanaatsizlikse çalışma arzusunu kırar. İnsanı dünya nimetlerini elde etmeye hırslandırır. Alınteriyle kazanmaktan uzaklaştırır. Kısa yoldan başkalarının sırtından kazanmanın yollarını arar. Böyle insanlar için hakhukuk kavramları anlamını yitirir. Yoklukla karşılaştığı zaman sabredemez. İsyankâr olması kolaydır. Kısacası bir ahlâki yıkıma uğrar. rülür. İsraf zengin ve iyi eğitim almış çevrelerde daha fazladır. Ölçüsüz tüketimin refah ve mutluluğun sembolü sayıldığı bir eğitim anlayışı hüküm sürerken, insanların eğitimle israftan kaçınmasını nasıl bekleyebiliriz? İsrafla insandaki yardım duygusu da ölür. Kanaatsiz olur. Kanaatsizlikse çalışma arzusunu kırar. İnsanı dünya nimetlerini elde etmeye hırslandırır. Alınteriyle kazanmaktan uzaklaştırır. Kısa yoldan başkalarının sırtından kazanmanın yollarını arar. Böyle insanlar için hak-hukuk kavramları anlamını yitirir. Eğitim mi, Terbiye mi? İsrafa sebep olarak eğitim seviyesinin düşüklüğü gösterilir. Biraz dikkat edilirse bunun tam tersi olduğu gö- Genellikle, yeterli terbiye almış insanların diploma seviyeleri düşük de olsa titizlikle israftan kaçındıklarını görürüz. Sofralarındaki kırıntıları dahi çöpe atmaktan çekinen insanların bu davranışı inançlarından kaynaklanıyor. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi, israfı önlemenin çaresi sadece eğitim değil, iyi bir terbiyedir. Her nimetin hesabının sorulacağı, müsrif insanın kendini bu sorumluluktan asla kurtaramayacağı anlayış ve terbiyesi, israfı engellemenin yegane yoludur. Bu durumda bizlere düşen, kendimizi tartıp, tüketim alışkanlıklarımızda kimi örnek aldığımızı, nelerin etkisinde kaldığımızı bir daha düşünmek. Çocuklarımıza olumlu tüketim alışkanlıklarını örnekleyerek kazandırmak. Onları reklamların ve cilalı ambalajların esaretine terketmek yerine, yediğimiz, içtiğimiz, kullandığımız herşeyin üzerimizde bir hakkı olduğu gerçeğine göre eğitmek. İhtiyacımızdan fazlasını tüketmenin, hem sağlığımız için, hem de yeryüzü kaynaklarının geleceği için ihanet anlamına geldiğini öğretmek. www.semerkanddergisi.com 9 D eğer Evlilik Haziran 2014 Duygusal şantaj... SEVSEYDİN YAPARDIN D uygusal şantaj yapmayı çoğu zaman ailelerimizden öğreniriz. Bazı anne-babalar “Bizi öldüreceksin, sizleri büyütmek için ne fedakarlıklar yaptık, sizin yüzünüzden hastalandım, sizin yüzünüzden bu evliliği devam ettirdim, sizin yüzünüzden yalnız yaşadım, sizi okutmak için yemedik içmedik…” gibi cümleleri sık sık söyleyerek psikolojik baskı kurarlar. 10 Sema Maraşlı Mutsuzum umurunda değil. Böyle yapmaya devam edeceksen ayrılalım. Sen böyle yapınca hastalanıyorum. Senin yüzünden öleceğim. Eşinizden bu ve benzeri cümleler duyduğunuzda kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Ya da siz bu ve benzeri duygusal şantaj cümlelerini eşinize söylüyorsanız onun nasıl etkilediğini hiç düşündünüz mü? Duygusal şantaj doğrudan ya da dolaylı biçimde “insan kullanma” sanatıdır. Şantajcı kişi eşi üzerinde psikolojik baskı kurar. Eşinin fikirlerine aldırış etmez. Kendi isteklerinin eşinin isteklerinden daha önemli olduğunda ısrar eder. Evlilikte kendi üzerine düşün yükümlülükleri almaktan kaçınır. Çektiği acılardan eşini sorumlu tutar. Eşin kendini iyi ve değerli hissetmesine izin vermez. Hep kendi istekleri olsun ister; olmazsa huzursuzluk çıkarır. “Ben iyi bir eş oldum mu, üzerime düşeni yaptım mı?” diye hiç kendini sorgulamaz, kendi hatalarını görmez. Sürekli eşine onun hatalarını göstermeye çalışır. Haziran 2014 D eğer Kısacası eşiniz sizin duygu ve düşüncelerinize kıymet vermiyor ve sadece kendini düşünüyorsa; kendi isteklerini önemsiyor sizinkini görmezden geliyorsa duygusal şantaj altındasınız. Ya da siz sevdiklerinize bunları yapıyorsanız şantajcı sizsiniz. Duygusal şantajda üç silah kullanılır çoğunlukla. 1- Suçlu hissettirme: Karşıdakine kendini suçlu hissettirerek istediklerini yaptırmak. Bunu bir kaç şekilde yapabilirsiniz. Mutsuzluğunuzun, üzüntülerinizin, hastalıklarınızın bütün suçunu eşinize atarak yapabilirsiniz. Ya da onu suçlamıyormuş gibi yapıp “Ben acıları çekerim sen yeter ki mutlu ol. Tamam senin istediğin olsun, ben her şeye razıyım” tarzında cümlelerle eşte suçluluk duygusu oluşturmaya çalışmak. Burada maksat acıya katlanıyormuş gibi görünüp onun vicdanını harekete geçirmek. Bazı eşler bu tuzağa düşer “Aman o üzülmesin.” diye kendi isteklerinden vazgeçerler. Evlilik hayatı içerisinde arada bir bu olabilir, olması da lazım, kişi eşinin hatırı için o mutlu olsun diye kendi isteğinden vazgeçebilir. Fakat bu sürekli oluyorsa ve eş bunu yaparken mutsuzsa problem var demektir. Eşinize kendini suçlu hissettirerek bir şeyler yaptırmaya çalışıyorsanız; eşiniz beklentinizi gerçekleştirsin ya da gerçekleştirmesin onun sevgisini kaybedersiniz. 2- Korkutma: İçinde gizli ya da açık tehdit vardır. “Boşanırım, çocukları göstermem, süründürürüm, annene söylerim, kredi kartını elinden alırım, çocuğun senden nefret edecek, seni rezil ederim, tamam sen böyle devam et bakalım ne olacak! Hastalanırım…” Hatta sinirlendiği zaman cidden hastalanan tipler vardır, eşleri onlar hastalanmasın, üzülmesin diye ömür boyu onların her dediklerini içlerinden gelmediği halde yapmaya çalışırlar. Tabi aralarında sevgi falan kalmaz, hayat mağdur eş için eziyete dönüşür. 3- Ümit verme: Yaparsan yaparım. En basiti eşi onun istediğini yaptığı zaman güler yüz göstererek eşi ödüllendirir, yapmadığında ise surat asarak, söylenerek cezalandırır. Sevgi şarta bağlıysa zaten o sevginin samimiyetine eş inanmaz. Eğer şantajcı sizseniz hemen bırakın. Sevdiklerinizi bu şekilde elinizde tutamazsınız, tutsanız da onlarla asla mutlu olamazsınız. Eğer eşiniz tarafından şantaj altında olduğunuzu düşünüyorsanız, emin olmak için oturun önce evliliğinizin muhasebesini yapın. Eşinizin sözlerinde ne kadar haklılık payı var? O kendi üzerine düşenleri yaptı mı? Siz kendi üzerinize düşenleri yaptınız mı? Onu çok ihmal ettiniz mi? Gerçekten siz mi bencilce davranıyorsunuz yoksa o mu? Bu muhasebeyi iyi yapmak lazım. Duygusal şantaj yapmayı çoğu zaman ailelerimizden öğreniriz. Bazı anne-babalar “Bizi öldüreceksin, sizleri büyütmek için ne fedakarlıklar yaptık, sizin yüzünüzden hastalandım, sizin yüzünüzden bu evliliği devam ettirdim, sizin yüzünüzden yalnız yaşadım, sizi okutmak için yemedik içmedik…” gibi cümleleri sık sık söyleyerek psikolojik baskı kurarlar. Bak biz bu kadar şey yaptık; sen de karşılığını vermek zorundasın, mecbursun anlamına gelen cümleleri duyduğunuz zaman onlara minnet duymak yerine içten içe öfkelenirsiniz. Ve zaten onlar için yapacağınız şeyi duygusal baskı altında yaptığınızda kendinizi kötü hisseder ve istemesiniz de karşınızdakine bunu yansıtırsınız. Fakat maalesef ki ailenizde görüp hoşunuza gitmeyen bu tarz davranışları farkında olmadan modelleyip yetişkin olduğunuzda kendiniz de yapabilirsiniz. Eş, akraba ya da arkadaş yani sevdikleriniz; en yakınlarınız oldukları için sizin en hassas noktanızı bilirler. Oradan vururlar. Mesela cömert olmakla övünüyorsanız sizi cimri olmakla suçlarlar. Düşünceli iseniz bencil olmakla suçlarlar. Evlilik hayatı içerisinde şantaj çok yıpratıcıdır. Şantaja gelip kendinizi kötü hissetmeyin. Eşinizle sıkıntısı hakkında konuşun, onu dikkatlice dinleyin. Konu ile ilgili düşüncelerinizi, duygu ve kaygılarınızı söyleyin. İsteğinin niye olamayacağını anlatın. Problem üzerinde kendi üzerinize düşen sorumluluğu alın. Yapacağınız bir şey varsa yapın. İstemediğiniz bir şeyi ısrarla yaptırmaya çalışıyorlarsa hemen itiraz etmeyin. “Bu konu hakkında düşünmek istiyorum. Şimdi ne hissettiğimden emin değilim. Hemen karar vermek istemiyorum…” gibi cümleler kurun. Bu sayede eşinize de düşünme fırsatı vermiş olursunuz. Hâlâ ısrar ediyor ve sizi suçluyorsa siz de hemen onu suçlamaya geçmeyin. Sakinliğinizi koruyun. “Şu anda çok kızgın olduğun için böyle söylüyorsun. Burada suçlu yok isteklerimiz farklı. İkimiz de konuyu düşünelim, sonradan pişman olacağımız şeyler söylemeyelim.” gibi cümlelerle eşinizi yatıştırın. En önemlisi de çocuklarımızı şantaj yaparak büyütmeyelim ki onlar da hayatlarında şantajı kullanarak hem kendilerini hem başkalarını mutsuz etmesinler. www.cocukaile.net 11 Örnek Hayatlar D eğer Haziran 2014 Osmanlı Mimarisi’nin zirve ismi MİMAR SİNAN M imâr Sinan çok mütevazi bir ömür geçirmiştir. Tarihler onun iki defa evlendiği halde çocuğu olmadığını yazarlar. İstanbul’da Aksaray’la Süleymaniye muhitlerinde ikâmet etmiştir. Kaynakların ifadesine göre Sinan çok cömert bir insandı. Gece gündüz sofrasında 20-40 insanı misafir eder, ağırlardı. Dünyanın en büyük mimarı olmasına ve Kanunî devri gibi çok zengin bir zamanda baş mimarlık yapmasına rağmen öldüğü zaman parasının olmadığı görülür. Selimiye Camiî-Edirne 12 Haziran 2014 D eğer Muharrem YILDIZ Mimâr Sinan, bir asra yaklaşan ömrünü, Türk tarihinin en muhteşem bir çağında geçirmiştir. 16. yüzyılda Osmanlı Ülkesi, bütün bir İslâm âlemi ile diğer Türk dünyasının sevgi ve hayranlık duyduğu, arzuladığı bir saadet diyarıdır. Zira bu asırda Osmanlı İmparatorluğu istisnasız her sahada dünyanın en ileri ve medenî bir ülkesi olma bahtiyarlığına erişmişti. Özellikle, Kanunî gibi âlim, şâir ve âdil bir padişahın taht şehri İstanbul, dünyanın dört bucağından gelen âlim ve sanatkârlara bağrını açmış bir sanat meşheri; bir mutluluk ve zenginlik beldesi hâlindedir. Bu sebepledir ki İstanbul, asırlarca kâbiliyetli gençlerin, bilhassa Hristiyan gençlerinin en büyük rüyası olmuştur. Ayrıca İstanbul’ da bu gençlerin tahsillerini yapıp yükselebilecekleri Yeniçeri Ocağı, Kapıkulu Sipâhisi Ocağı ve Enderun-ı Hümâyun (saray üniversitesi) gibi müesseseler mevcuttu. mimar) tayin edilir (Hassa Sermimarlığını bir bakıma bugünkü Bayındırlık Bakanlığına benzetebiliriz). Görülüyor ki, Mimâr Sinan’a başmimarlık 29–30 yıl süren bir tahsil, terbiye ve tecrübeden sonra verilmiştir. Budin’den Kırım’daki Gözleve’ye; Mekke’ye kadar hüner ve dehasını göstereceği çok geniş bir zemin ve müsait bir vasat bulan Mimâr Sinan, bugün akıllara durgunluk veren ölmez eserlerini meydana getirir. Mimâr Sinan, Süleymaniye’nin halka açıldığı 7 Haziran 1557 günü belki de hayatının en mes’ud anlarını yaşamışdı. Cihan Padişahı Kanunî’ye altın bir tepsi içinde Caminin anahtarını sunduğunda Kanunî: “—Bu bina eylediğim Beytullahı sıdk-u safa ve dua ile yine sen açmak evladur!” der ve anahtarı Sinan’a uzatır. Böylece Kanunî’nin kendisini taltif eden söz ve nazarları ile: —Ya Fettâh! diyerek kapıyı açar. Yüz yıla yakın yaşadığı için Koca Sadece gençler mi bu rüyayı göBeş Sinan diye de bilinen büyük rüyordu? Hristiyan tebaâ da yıl büyük bir gaysan’atkâr 9 Nisan 1588’de çok yüzyıllarca aynı rüyayı görret ve fedakârlıktan sonra sevdiği İstanbul’da vefat eder. dü. Çocuklarını Osmanlıya dünyanın en muhteşem, bir abiTürbesi Süleymaniye Camiiteslim edebilmek için adenin bir köşesindedir. desini yapmanın sevinci ona şu sözleri ta birbiriyle yarıştı. Onlar söyletir: “Selimiye’nin inşasında himmet biliyorlardı ki, kendisine MİMÂR SİNAN’IN ŞAHSİYETİ candan teslim ettikleri edip, yüce Allah’ın izni ve yardımı, SulMimâr Sinan çok mütevazi çocuklarım Osmanlı en tan ikinci Selimin de teşvik ve desteğiyle bir ömür geçirmiştir. Tarihmükemmel bir şekilde yeSelimiye’nin kubbesini altı zira (yaklaler onun iki defa evlendiği tiştirmektedir. Yine onlar şık 5 m) daha yüksek, derinliğini halde çocuğu olmadığını yaiyi biliyorlardı ki, evlatlarızarlar. İstanbul’da Aksarayde dört zira (yaklaşık 3.5 m) nı ruhen, bedenen ve fikren la Süleymaniye muhitlerinde fazla inşa ettim”. sabırlı bir sanatkâr gibi işleyen ikâmet etmiştir. Kaynakların ifaOsmanlı, çocuklarına ikbal ve redesine göre Sinan çok cömert bir infah kapılarını da ardına kadar açmaksandı. Gece gündüz sofrasında 20-40 intadır.Senelerce aynı rüyayı gören Sinan’ın sanı misafir eder, ağırlardı. Dünyanın en büyük âilesi de zeki evlatlarını Yavuz’un padişah oldumimarı olmasına ve Kanunî devri gibi çok zengin ğu günlerde devlete teslim ederler. bir zamanda baş mimarlık yapmasına rağmen 1490 senesinin 29 Mayıs cumartesi günü öldüğü zaman parasının olmadığı görülür. GerKayseri’ye bağlı Kesi nahiyesinin “Ağırnas” kö- çekten Koca Sinan aldığı terbiye icabı bir cemiyünde doğan Sinan 1512 de 22 yaşlarında devşi- yet fedaisi olarak yaşamıştı. rilip İstanbul’a gönderilir. “Acemi Oğlanlık” devrini inşaat işlerinde geçirir. Bu arada Yavuz’la Batılı Mimârlar Ayasofya’nın mimarisinden gururlanıyorlardı. Bu konu Mimâr Sinan’ı rahatsız İran, Suriye ve Mısır’a gider. Gençliği Kayseri’de ediyordu. Bu bakımdan İkinci Selim’in kendisigeçtiği için Selçuklu mimarisini yakından tanıni, Edirne’de bir Cami yapması için vazifelendiryan Mimâr Sinan bu seferler esnasında gördüğü mesine çok sevinir. Beş yıl büyük bir gayret ve Arap, Bizans, Roma ve İran eserlerini de yakınfedakârlıktan sonra dünyanın en muhteşem, bir dan tedkik etmek fırsatını bulur. abidesini yapmanın sevinci ona şu sözleri söy1521’de Belgrat seferinden önce Yeniçeri olan letir: “Selimiye’nin inşasında himmet edip, yüce Mimâr Sinan, Kanunî ile Avrupa ve Irak seferle- Allah’ın izni ve yardımı, Sultan ikinci Selimin rine katılır. Gittiği her ülke ve beldede incelediği de teşvik ve desteğiyle Selimiye’nin kubbesini bir çok sanat eserleri Sinan’ın san’at ufkunu çok altı zira (yaklaşık 5 m) daha yüksek, derinliğini genişletmiştir. Seferlere istihkam subayı olarak de dört zira (yaklaşık 3.5 m) fazla inşa ettim”. katılan Mimâr Sinan nihayet Purut Suyu üze- Bu cümlelerde, Cami’nin inşaatı bittiğinde 84 rinde kurduğu sağlam köprüden sonra 1530’da yaşında bulunan Sinan’ın büyük azmi, sarsılmaz 49–50 yaşlarındayken Hassa Sermimarı (baş- inancı ve yüce himmeti çok düşündürücüdür. 13 D eğer Ayrıca bu sözlerde Osmanlı Devletinin küçücük bir aşiretlikten Cihan”ın en güçlü İmparatorluğu haline gelmesindeki sıra da bulmak mümkündür. Sinan’ın mühründe: “Elhâkir-ül Fakir Mimâr Sinan” yazılıdır. Bu sözler yüce Yaratıcı’nın muhteşem eserleri ve hârikulâde sanatı karşısında; çok duygulanan, ince ruhlu ve mütevazi bir san’atkârın kendi san’at gücünü ifade ettiği gibi sinesindeki asil duygulan da dile getirir MİMAR SİNAN’IN SAN’ATI VE ESERLERİ Mimâr Sinan dehasının mührünü taşıyan eserlerini mimarbaşı olduktan sonra vermiştir. Kendisi sanat hayatını üç merhalede özetler. Bunlar sırasıyla kalfalık, ustalık ve üstadlık devirleridir. Kalfalık döneminin en mühim eseri İstanbul’daki Şehzade Camisidir. Kanunî’nin sevgili ve yiğit oğlu Şehzade Mehmet 22 yaşlarında hayata veda eder. Kanunî teselliyi onun adına yaptırdığı bu eserde bulur. Eser Camisi, türbesi medreseleri ve imaretleriyle külliye şeklinde inşa edilmiştir. Beş senede tamamlanan (1543-1548) Cami’nin bilhassa minareleri zarif ve süslüdür. Camide iki şerefeli iki minare bulunur. Türbedeki çinilerse Türk san’at ve ustalığının en zarif örnekleridir. İSTANBUL’DAKİ BÜYÜK ABİDE: SÜLEYMANİYE Mimâr Sinan’ın eserleri Osmanlı İmparatorluğunun güç ve azametini taş ve mermerde ebedileştiren ulu abidelerdir. Mimâr Sinan’ı ne zaman hatırlasam, onu Osmanlı Türkünün hayat ve felsefesini taşta ve mermerde ifade eden bir san’atkar olarak düşünürüm. Süleymaniye Camiini ele alalım: İstanbul’un yedi tepesinden birinde inşa edilmiş olan bu muhteşem abideye insan uzaklardan ba- 14 Haziran 2014 kınca bir ürperti duyar. O derece büyük ve heybetlidir. Dışdan bakıldığında, hele yabancıların nazarında da Osmanlı öyle bir intiba bırakır. Camiye yaklaştıkça durum değişir. Çok değişik malzemenin kullanıldığı bu eserde oldukça güzel bir kompozisyon yani tam bir bütünlük ve âhenkhakimdir. M. Sinan ham maddesi çok çeşitli ve cansız cisimlerden ibaret olan maddeye yücelere kol kanat açmış bir ulvilik, insana daima sonsuzluğu fısıldayan bir ruh kazandırır. Osmanlı Türkü de öyle değil miydi? Osmanlı gerçekten dünya ve ukbayı ve madde ile manâyı en mükemmel şekilde bütünleştirmişti. Avluya ve bilhassa iç avluya girilince sadelik, zerafet ve vekar gözünüze çarpar. Sinan sanki kendi ruhunu ve iç dünyası ile beraber bütün bir Osmanlıyı bu şahesere; kelimeleri, taş, tuğla, kiremit, demir ve mermerden olan bir “âbide-kitap” halinde yazmıştır. Burada mühim bir hususu daha belirtmeden geçemiyeceğiz. Süleymaniye sadece camiden ibaret değildir. Bir külli ye halinde inşa edilmiştir. Külliye 700.000 m2 lik bir sahada kurulmuştur. Caminin sağında ve solunda dört medrese, bir Tıp fakültesi, bir darüşşifa (hastahane), bir kütüphane, bir kervansaray, bir imaret, bir ilkokul, bir dârü’l-hadis, bir dârü’l-kurra, bir misafirhane, bir yeniçeri ağası sarayı ile büyük bir çarşı ve hademe evleri vardı. Öyle ki medresesinin fen kısmı 4 ayrı medreseye ayrılmıştı. Her kısımdan ayrı mühendisler yetişiyordu. Süleymaniye yedi senede tamamlanmıştır. Ayrıca eser, bize devrin teknik ve malî gücünü de Haziran 2014 D eğer gösterir. Süleymaniye’ nin inşasında 996300 altın sarfedilmiştir. Böyle bir malî gücü bugün ancak çok zengin ülkeler karşılayabilir. Süleymaniye’nin inşaatında tutulan muhasebe defterleri 164 olarak tesbit edilmiştir. Defterleri tetkik edenler, organizasyonla, teknik gücün büyüklüğünden hayranlıkla bahsederler. Hammer’e göre Süleymaniye Ayasofya’dan üstündür ve caminin mimârın zenginliği ile yapısındaki zerafetadetâ olağanüstüdür minarenin üçer şerefesi vardır. Harem (saray) tarafına bakan iki minarenin içinde üçer merdiven vardır. İlk merdiven birinci şerefeye, ikinci merdiven hem birinci şerefeye hem ikinci şerefeye, üçüncü merdiven de her üç şerefeye çıkar. Kıble duvarında olan iki minarede birer yol vardır. Cami’nin yazılı çinilerinin sanat değeri çok yüksektir. Cami’ye ayrı bir güzellik veren 999 penrcenin her biri insana Esma-ı Hüsnayı terennüm eden alî ruhları hatırlatır. SERHAT BOYLARINDA BİR UMRAN: SELİMİYE Yalnız Osmanlı mimârisinin değil dünyadaki mimarî eserlerin de en üstünü ve mükemmeli kabul edilen Selimiye gerçekten her yönüyle bir şaheserdir. Selimiye’de dikkati çeken ilk husus mekan büyüklüğü, yani ihtişamdır. Daha sonra zerafet, güzellik ve caminin içindeki aydınlık ve ferahlık eserde bâriz olarak görülür. Yabancılar bile bu gerçeği çekinmeden yazarlar. Alman mimârı mütehassısı Prof. Ernst Diez: “Selimiye’deki mekan tesiri ve ışık müesseriyeti yeryüzündeki bütün mimarî eserlerin üstündedir” der. Eserlerinin bütününe gelince, şâir ve nakkaş Sâi Mustafa Çelebi’ye dikte ederek yazdırdığı “Tezkiret-ül-Bünyan” yahut “Tezkiret-ülEbniye” isimli eserindeki cedvele göre şöyledir: Camiler: 81, Mescidler: 50, Medreseler: 55, Darül-Kurra: 7, Türbeler: 19, İmaretler: 14, Darüşşifa (hastahaneler): 3, Su kemeri ve bendler: 7, Büyük köprüler: 8, Saraylar: 33, Mahzenler: 6, Hamamlar: 32, Kervansaraylar: 16, Bütün bu eserler İmparatorluğun her tarafına dağılmıştı. Hülâsa Mimâr Sinan gibi fazilet ve san’at abidesinin hatırasına sahip çıkmak gayretli ve faziletli gençliğin şiarı olmalıdır. Mimâr Sinan’ın büyük bir azimle özenerek meydana getirdiği en büyük eseri Selimiye Camiidir. Kendisinden dinleyelim: “Kalfalığımı İstanbul’daki Şehzade Camiinde icra ettim, üstadlığımı da İstanbul’daki Süleymaniye Camiinde tekmil ettim. Amma cümle gücümü bu Selim Han (İkinci Selim) camisine sarfedip bütün san’at ve hünerimi gösterdim”. Selimiye, yurdumuzun en güzel ve en zengin tarihi hazinelerini sinesinde barındıran serhad şehri Edirne’de inşa edildi. 1568’de temeli atılan külliye 1574’de tamamlanır. Kâtib Çelebi, mükellef bir medresesi olduğunu ve en büyük müderrisin (profesör) bu medresede bulunduğunu yazar. Külliye Türbe de dahil 18 ayrı binadan meydana gelmiştir. Selimiye’nin kubbesi 31.28 m çapında olup Ayasofya’nın kubbesinden büyüktür. Dört minaresi kubbenin dört bir yanında olup üçer şerefelidir. Birbirine eşit yükseklikte olan minarelerin yüksekliği 70.89 metredir. Sinan’a göre Selimiye’nin minareleri hem nazik hem de üçer yollan vardır. Bu işin büyük bir hüner istediğini ve gayet müşkil olduğunu ehli olanlar iyi bilirler der Koca Sinan. Edirneli tarihçi Cevri Çelebi’ye göre, her www.wowturkey.com 15 Çocuk D eğer Haziran 2014 Çocuklara sorumluluk duygusu kazandırmak Uğur Ataseven S orumluluk, son zamanların en çok üzerinde durulan kişi- düşüncesi oluşacaktır. Rüşvet teklif etmek hatalıdır (şunu lik özelliklerinden birisidir şüphesiz..Ve çocuğunun so- yaparsan bunu alacağım gibi). İyi ve sorumlu olmak onun rumluluk sahibi olmasını istemeyen ana-baba da yoktur için bir fiyat ve pazarlık haline gelebilir. Çocuklar, belli davşüphesiz. ranışları, bir mükâfat elde etmek için değil, doğru ve yerinde Sorumluluk duygusuna sahip bir kişinin özelliklerini sıra- davranışlar olduğu için öğrenmelidir. Beklentiler sonuçları etlamamız gerekseydi, sonu gelmeyen bir liste meydana çıkardı. kiler. Ondan iyi şeyler beklerseniz iyi davranışlar görürsünüz. Aklımıza ilk gelenleri yazmamız gerekse sorumluluk duygu- - Önce onun olmasını istediğiniz gibi hareket ediniz ki, o da sosuna sahip bir kişi, kendine ve başkalarına saygı duyar, kendi- nar sizin istediğiniz gibi hareket etmeyi öğrensin. Çocukların ne düşeni yapar, görevlerini yerine getirir, işlerini kendi kendi- yaptıkları işlerde daima anne ve babalarını taklit ettiklerini ve ne yürütür ve başkalarına lüzumsuz yere yük olmak istemez. benimsediklerini unutmayınız. Sorumluluk duygusu güven duygusu ile birlikte kazanılır. - Çocuğun hayatının ilk yıllarında koyduğunuz yasaklar Güven duygusunun temeli hayatın ilk beş-altı mümkün olduğunca az olsun ki daha ileriki yaşlarda siyılında atılır. Daha sonraki yıllarda yerleştizin istediğiniz gibi olmaya yatkın hale gelsin. ÇoSorumluluk rilmesi gerçekten zordur. Sorumluluk ve cuklara kendi başlarına sağlıklı ve etkili karar güven duygusu sahibi olan insan kendi verme imkânı sağlanırsa ve model olunursa duygusunu yerleşdeğerine inanır, duygu, düşünce ve haolgunlaşmalarını çabuklaştırmış oluruz tirmede en büyük unsur, reketlerinden kendisinin sorumlu olbunun en iyi meyvelerini de çocuk ergen duğunun farkındadır. Yaptığı her şeyin bir kişi olduğunda alırız. sevgi ve güvendir. Öncealtına çekinmeden kendi kişiliğinin - Çocuğunuzun size yardım etmek likle çocuğun köklü bir mührünü basar. veya kendi başına iş yapmak için gösSorumluluk duygusunu yerleştirterdiği ilk belirtileri gözden kaçırmasevgi duygusu mede en büyük unsur, sevgi ve güvenyınız ve bu teşebbüsleri teşvik ediniz. kazanmış olması dir. Öncelikle çocuğun köklü bir sevgi Kızım küçükken ona çıkardığı elbiselerini duygusu kazanmış olması gerekir. düzgün koymayı, dolabını düzeltmeyi, kirgerekir. SORUMLULUK DUYGUSU OLAN li çamaşırlarını kirli sepetine koymayı, biten İNSAN HAYATTA, VEREMEDİĞİ ŞEYLEpeçete, havlu ve tuvalet kâğıtlarını yenileme, miRİ ALMAYA ÇALIŞMAZ. safirlerin ayakkabılarını düzeltmeyi kademe kademe öğret- Çocuğunuzun, sevildiği, istendiği ve sizin için önemli ol- tik ve şimdi de daha büyük işler yapabiliyor. Annesi ve ben duğu duygusunu kazanmasını sağlayınız. şimdi dolabıyla, çamaşırları ile çantasıyla vakit kaybetmiyo- Sevgi ve şefkat göstermenin onları şımartacağını dü- ruz. Kardeşlerin olduğu yerde çocukların her hangi birini ev şünmeyiniz. Ona inandığınızı ve güvendiğinizi hissettiriniz. işlerinden muaf tutmak sakıncalıdır. İşlerin yaşa, kabiliyeÇocuğun iyi yaptığı işleri takdir ediniz. Zira çocuk takdir- te ve ilgilere göre eşit bir şekilde paylaştırılması gerekir. Bu le gelişir, tenkitle yıkılır. İyi davranması veya sorumluluk davranış, adalet duygusunun gelişmesine de yardımcı olur. öğrenebilmesi için çocuğa rüşvet verilmemelidir. Yani çocuğun her davranışına maddi bir değer biçilecek olursa za- - Çocuğa, yaptığı yardımın bütün ailenin faydasına olduğu dümanla yaptığı davranışın sarfettiği çabaya değmeyeceği şüncesini içten teşekkür ederek kazandırınız. Hatta teşekkür- 16 Haziran 2014 D eğer Çocuk Güven duygusunun temeli hayatın ilk beş-altı yılında atılır. Daha sonraki yıllarda yerleştirilmesi gerçekten zordur. Sorumluluk ve güven duygusu sahibi olan insan kendi değerine inanır, duygu, düşünce ve hareketlerinden kendisinin sorumlu olduğunun farkındadır. lerinizde “sen olmasaydın …… veya bize büyük bir yardımda bulunduğun için …… ” gibi ifadeleri mutlaka sarf ederek teşekkür edin. Teşvik ve takdirlerinizi samimi bir şekilde dile getiriniz. Çünkü çocuklar yapmacık iltifatların ve davranışların hemen farkına varırlar. - Çocuğu cezalandırmak zorunda kalmak, her seferinde anne-baba veya öğretmenin bir “yenilgiyi Kabul etmesi” anlamına gelir. Ceza, istediğimiz sonucu bir başka yoldan sağlayamadığımız anlamına gelir. Yani “ben seninle başa çıkmak için başka yol bilmiyorum, bildiğim tek yol var o da seni cezalandırmak” demektir. Sorumsuz davranışlar için en iyi çare, çocuğun “davranışlarının sonucunu Kabul etmesini” sağlamaktır. Çocuk, hatasının mantıki sonucunun acısını çekmeyi kabullenmelidir. - Ceza vermekten çok, teşvik edilmelidir. Hem çaba hem de başarı takdir ve teşvik edilmelidir. Sonuçlar mükemmel olmasa bile elinden geldiği kadar çabalamak çocukta sorumluluk duygusunun gelişmiş olduğunu gösterir. Ceza da dikkat edilmesi gereken bir nokta da eğer cezalandırılması gereken bir durum varsa aynı kusuru sürekli cezalandırmamaktır. Bir kusur sürekli tekrarlanıyorsa sebebini araştırmak gerekir. Çünkü ciddi bir davranış bozukluğu veya psikolojik bir problemden kaynaklanıyor olabilir. Uygulamayacağınız bir cezayı hiçbir zaman tehdit unsuru olarak kullanmayınız. - Zamanında kendi hatalarınızı da itiraftan kaçınmayınız. Bu davranışınız ona herkesin hata yapabileceğini gösterir, mükemmel olmak için uğraşmaması gerektiğini gösterir. - Hata yapmamanın değil, hatayı düzeltmenin daha önemli olduğunu anlatınız. - Çocuk, birşeyi elinden geldiği kadar uğraşarak yapıyorsa onu daha fazla zorlamayınız. Çocukların daha doğrusu bütün insanların en iyi şekilde yetişmeye ve değişime her zaman elverişli olduğu unutulmamalıdır. Hiç birşey için geç değildir. Her zaman uygun bir fırsat çıkabilir. Çocuğunuzu sorumlu ve güvenli bir kişi haline getirebilmek için elinize daha çok fırsatlar geçecektir. www.annenotlari.com SORUMSUZ BİR ÇOCUK YETİŞTİRMEK İSTEYENLERE Onun hatalarının bedelini siz ödeyin. Onun davranışları için mazeretler üretin. Bizzat siz sorumluluk, kararlılık ve söylediklerini yerine getirme konusunda eksiklikler göstererek “iyi” bir model olun. ÖĞÜTLER! Hatalı olduğunda hatasını reddedin. Daha fazla çatışma oluşturmamak için kabul edilemez davranışlarını affedin, hoşgörün. Yorgun olduğunuz veya uğraşmaya değmez bulduğunuz zamanlarda ona kendi davranışının sonuçlarına katlanma konusunda farklı davranın. Nasıl olsa sizin yapmanız daha kolay, onun evdeki işlerini siz yapın. “Bu sefer çok ciddiyim” sözünü sıklıkla kullanın. 17 D eğer Bilim Haziran 2014 Ağlamanın Faydaları Nelerdir? Sosyal ve Klinik Psikoloji Dergisi’nde 2008 yılında yapılan bir çalışmada ağlayan insanların ruh sağlığının çok daha çabuk düzeldiği saptandı. G ülmenin bildiğimiz üzere insan sağlığına etkisi büyük. Bir çok doktor daha uzun yaşamak için daha fazla gülün diyor. Peki ağlamak kötü mü? Ağlamak zararlı mı? Tabiki HAYIR! Ağlamanın faydaları üzerine birçok araştırma yapılmış zamanında gelin onlara bir göz atalım… İnsanlar sevinçten olsun üzüntüden olsun zaman zaman ağlarlar. Gülmenin erkeği kadını nasıl olmuyorsa ağlamanın da olmaz. Erkekler ağlamaz diye bir erkek kendini saçma bir kanı ile kasıyorsa ona büyük zararları dokunuyor haberi olsun. Endorfin Ağlamak endorfin salgılanmasına neden oluyor. Endorfin insana neşe veren bir hormondur ve zaten mutluluk hormonlarından bir tanesi olarak bilinir. Endorfinin neşe vermenin yanı sıra sağladığı bir fayda da ağrıları azaltmasıdır. Bu aynı benim deli gibi başım ağrırken, çok sevdiğim ve uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı gördüğümde bir anda ağrının uçup gitmesine benziyor. Ama hormonun etkisi geçince ağrı geri geliyor onu söyleyeyim… Duyguları Dışa Çıkartır Psikologların her zaman nasıl çalıştıklarını düşünün. Size sürekli anlattırırlar; derdinizi, çocukluğunuzu, aklınıza takılanları ve sizi üzen şeyleri… Çünkü bu hem doktorun sizi tanımasını sağlar hem de içinizde biriken sorunları birine anlattığınızda rahatlamanıza yardımcı olur. Sürekli içe atılan dertler ve baskılanan duygular ileriki safhalarda inanılmaz 18 bir şekilde patlayarak sizi psikolojik sorunlara kadar götürebilir. Ağlamak, yüzleşmekten kaçmayıp gözlerinizin önüne getirdiğiniz bir gerçeği anlatıp kurtulmak gibidir. Ağlamaktan korkmayın. Ruh Sağlığı Sosyal ve Klinik Psikoloji Dergisi’nde 2008 yılında yapılan bir çalışmada ağlayan insanların ruh sağlığının çok daha çabuk düzeldiği saptandı. Özellikle bir mutluluk sonrası gelen ağlamanın ruh sağlığına pozitif yönde maksimum etki yaptığı görüldü.Ağlamak bir sakinleştirici ilaç gibidir. En doğal ve en etkililerinden. Genellikle insanlar ağladıktan sonra uyumak isterler. Çünkü sakinleştirici vücuda zerk edilmiştir ve insan kendini halsiz hissedebilir. Bu da herhangi bir şekilde kendine veya çevresine zarar verebilecek olan bir bireyin sakinleşmesini sağlar.Gözleri temizler vücudunuzun bir çok toksini göz yaşlarınız ile atabildiğini biliyor muydunuz? Ağlamak hem vücudunuzdaki kimyasalların dışarı atımına yardımcı olur hemde gözünüzü bakterilerden arındırıp temizler.Öyleyse ağlamak istiyorsanız, kimseyi umursamayın ve ağlayın! ANCAK! Bazı astım hastalarında uzun süreli ağlama nöbetlerinin ardından nefes tıkanması gibi kritik sonuçlar doğmaktadır. Bu yüzden astım hastaları ve nefes problemi olanlar, lütfen uzun süreli bir şekilde ağlamasın ve kendini telkin ederek rahatlatsın ki sağlıklarına zarar verebilecek şekilde etkilenmesinler. www.kişiselbasari.com Haziran 2014 D eğer Psikoloji DİSİPLİN YÖNTEMİ OLARAK T O K AT Bir disiplin yöntemi olarak düşünülen tokat, çocukları disiplin etmediği gibi dönüşü olmayan zararlar da verebiliyor. Bu zararlardan birisi de çocuğun zekasını azaltmasıdır... S ürekli tokatlanan çocukların IQ seviyelerinin, ailelerince uyarı yoluyla terbiye edilenlere oranla daha düşük olduğunu tespit etti. 3 ila 5 puan düşük olduğunu belirledi. Bunun yanı sıra bir çocuğun ne kadar çok dayak yiyorsa testlerde o kadar az başarı gösterdiği ortaya çıktı. Fiziksel cezalandırmanın çocuklar üzerindeki etkisini 40 senedir araştıran ABD´deki New Hampshire Üniversitesi’nden Murray Straus, sürekli tokatlanan çocukların IQ seviyelerinin, ailelerince uyarı yoluyla terbiye edilenlere oranla daha düşük olduğunu tespit etti. STRES ALTINDA KALIYORLAR Straus, çocuklarla konuşmanın çocukların beyinlerinin gelişmesini sağladığını, fiziksel cezanın ise çocukları korku içinde bırakarak öğrenmeye yeteneklerini sekteye uğratabildiğini söyledi. Yüzlerce Amerikalı çocuk üzerinde araştırma yapan Straus, dayak yiyenlerin IQ seviyelerinin diğer akranlarına oranla Straus, “Çocuklarla konuşmanın beyindeki bağlantılarda ve idrak yeteneğinde artışla ilgisi vardır. Çocuğu eğitmek ve doğruları göstermek içine ebeveyn ne kadar az fiziksel ceza uygularsa sözlü iletişime o kadar ihtiyaç duyulur. Dövülmek ve tokatlanmak, çocuğun hayli yüksek stres altında kalmasına yol açan tehdit edici ve dehşete düşürücü bir şeydir. Korku ve stres zihinsel yetenekte kusurlara yol açabilir.” dedi www.kisiselbasari.com 19 D eğer Tarih Haziran 2014 Evrensel iyiliğin sembolü SADAKA TAŞLARI Nidayi Sevim Ecdadımız Osmanlı’da beraber yaşadığı toplumu düşünme olgunluk ve hassasiyeti öyle yüksek bir nezaket, zarafet ve incelik meydana getirmişti ki, bir evde hasta bulunduğu takdirde o evin penceresine “kırmızı bir çiçek” konur, satıcılar ve hatta mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğini böylece anlar ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırlardı. 20 B ütün insanlığın iyiliğini düşünülerek üretilen ortak değerlerin öncüsü olan Osmanlı; insanı son derece önemli sevgi ve saygı odağı haline getirmiş, bunun olumlu yansımaları olarak da, kültür, tefekkür ve medeniyet tarihine yeni usul, vasıta kurum ve kuruluşlar armağan etmiştir. Asırlar boyunca Balkanlar’dan Anadolu’ya, İstanbul’dan Kudüs’e kadar hâkim oldukları coğrafyalarda hangi dil, din, ırk ve meşrepten olursa olsun yönetimi altındaki insanlara bir arada, barış içinde, mutlu ve mes’ud günler yaşatmışlardır. Bugün yeni devletlerin oluştuğu eski Osmanlı ülkelerine gittiğimizde bu kapsayıcı, kucaklayıcı medeniyetin yüzlerce şahidini görmekteyiz. Osmanlı ülkesini ziyaret eden birçok insaf ehli yabancı gezgin buralarda insana verilen değeri ve hoşgörüyü ülkelerine döndükleri zaman övgü ile dile getirmişlerdir. Öyle ki İstanbul muhasarası sırasında Katolik ve Ortodoks Kiliselerinin birleştirilmesi dahi düşünülmüştü. Ancak, Ortodoks Kilisesi liderlerinden Gennadias ile Başvekil Notares, bu birleşmeye karşı idiler. Hatta iki lider şöyle diyorlardı: Haziran 2014 D eğer “ İstanbul’un içinde Latin Serpuşu görmektense Osmanlı sarığı görmek evladır.” Bırakın gündelik yaşamdaki ahenk ve coşkuyu, dedelerimiz sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın en güzel örneklerini sergileyerek birbirinden anlamlı ve zarif eserlerle bir vakıf medeniyeti oluşturmuştur. Devlet-millet eliyle yapılan Cami, çeşme, han, hamam, şifahane, darülaceze, imarethane gibi mücessem eserlerin yanında halk tarafından çeşitli vakıflar aracılığı ile insanların istifade edecekleri binek taşları, mola taşları ve kuş evleri gibi insanı hayrete düşüren ve düşündüren hayır eserleri de kazandırmışlardır. Osmanlı döneminde tespit edilebildiği kadarıyla yirmi altı binden fazla vakfın kurulmuş olması, ecdadımızın bu husustaki gayretini ve faziletini göstermesi bakımından oldukça manidardır. İşte bu vakıflardan birkaç örnek; Yoksul kızlara çeyiz almak için kurulmuş vakıf, İstanbul sokaklarında insanlar rahatsız olmasın diye yerlerdeki tükürüklerin üzerini kül ve benzer şeylerle örtmek için kurulan vakıf, bebeğinin süt ihtiyacını karşılayamayan annelere sütannesi bulunması için kurulan vakıf, insanların yatsı veya sabah namazlarına aydınlık içinde gidip gelmelerini sağlayan yol güzergâhını mum veya benzeri şeylerle aydınlatmak için inşa edilen vakıf, insanların hayvanlara rahatlıkla binmelerini kolaylaştıran binek taşları için kurulan vakıf, sırtlarında yük taşıyanların yorulduklarında dinlenmelerine imkân sağlayan konaklama (mola taşı) taşlarının tedariki için kurulan vakıf, ihtiyaç sahiplerinin gerektiğinde faydalandıkları, sadakayı alanında, vereninde başkaları tarafından bilinmediği, şehrin muhtelif yerlerine dikilen evrensel iyilik abidesi sadaka taşlarının tedariki için kurulan vakıf... Mesela bu vakıflar içinde Bezm-i Âlem Valide Sultan’ın Şam da kurduğu vakıf oldukça dikkat çekicidir. Mezkûr vakıf, hizmetkârların yanlışlıkla kırdıkları veya zarar verdikleri eşyaları, onların haysiyetleri rencide edilmesin diye tazmin ediyordu. Ecdadımız Osmanlı’da beraber yaşadığı toplumu düşünme olgunluk ve hassasiyeti öyle yüksek bir nezaket, zarafet ve incelik meydana getirmişti ki, bir evde hasta bulunduğu takdirde o evin penceresine “kırmızı bir çiçek” konur, satıcılar ve hatta mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğini böylece anlar ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırlardı. Osmanlı döneminde ceddimizin güzel ananelerinden biri olarak, hali vakti yerinde olan aileler ramazanda fakirleri evine davet eder, yedirir içirir, zekâtını, fitresini Yakın zamana kadar köylerde mahallenin fakir fukarasını o beldenin “ emin” leri bilirdi. Bazı bölgelerde bu “emin”’lere “kâhya” veya “şimbil” de denmektedir. Kimin muhtaç, kimin ihtiyacı olduğunu o beldenin emini bilir, yapılan yardımlar, eminin vasıtası ile ihtiyaç sahiplerine ulaştırılırdı. “Emin” kime ne verdiğini ulu orta dillendirip söylemezdi. verir, yemekten sonra davet ettikleri misafirleri uğurlarken hem fakire dua eder, hem de ayrıca “diş kirası” adı altında bir miktar para veya kıymetli eşyayı hediye ettikleri nakledilmektedir. Ecdadımız Osmanlıların yaptıkları imaret, kervansaray ve misafirhanelerde, gelen yolcuların önüne, onun kim olduğuna bakılmaksızın yemek konulur, bütün yolcular, buralarda üç gün kalabilirdi, giderken de şayet ayakkabıları eski ise yenisi verilirdi. M. D’Ohsson’a göre 18. yüzyılda İstanbul’da her gün 30.000’den daha fazla kişi bu imarethanelerde bedava yemek yiyordu. Zenginler hapishaneleri dolaşıp borcunu ödeyemediği için hapsedilmiş olanları kurtarırlardı. Yine varlıklı müminler, bilhassa ramazan-ı şerif’te bakkalları gezip borç defterinden herhangi bir yaprağı açtırır, borcun sahibini bilmeksizin hesabı öderdi. Sırf Allah rızası için harikulade bir din kardeşliği yaşanırdı. İşte bu kardeşlik şuurunun bir mahsulü olarak Osmanlı’da vakıf müesseseleri toplumu bir şefkat ağı halinde örmüştür. Osmanlı yüzyılları boyunca bütün gezginlerin ittifakla yazdıkları konulardan biri, ceddimizin çevreyi ve tabiatı koruma hassasiyetidir. Çünkü onlar, bırakınız bahçelerindeki bir ağacı kesmeyi, kamuya ait yerlerdeki ağaçlara da kimseyi dokundurtmazlarmış. Hayvanlara da sevgi vardı; Bizim medeniyetimizde kurdun kuşun hakkı gözetilmiştir. Rahmet Peygamberimiz, su- suzluktan kavrulan bir köpeğe su verdiği için cenneti kazanmış olan faziletli bir kişiyi büyük bir mutlulukla ümmetine örnek göstermiştir. Bu sebeple ecdadımız, cami mimarisinde kuşları bile düşünmüş; sokakta kalmış hayvanlar, yaralı veya hasta göçmen kuşların bakım ve tedavi hizmeti için vakıflar kurmuştur. Kuş evleri, milletimizin hayvanlara, özellikle kuşlara verdikleri değer ve önemin simgesi olmuştur. Bir binanın güneş duvarında bir kuş evi varsa kimse buna şaşırmaz; çünkü dedelerimiz kuşları, köpekleri, kedileri pek severdi. Sokak hayvanlarına barınak, kuşlar için kuş evleri, bunların su içebilmeleri için sulaklar yapılırdı. Soğuk kış günlerinde dağda bayırda bulunan kuşların, yabani hayvanların dahi gıda ve su ihtiyaçlarının karşılanması için kurulan vakıflar bulunuyordu. Bu ne asil, bu ne yüce bir anlayış, kavrayış ve hayatı yorumlama biçimidir... Yakın zamana kadar köylerde mahallenin fakir fukarasını o beldenin “ emin” leri bilirdi. Bazı bölgelerde bu “emin”’lere “kâhya” veya “şimbil” de denmektedir. Kimin muhtaç, kimin ihtiyacı olduğunu o beldenin emini bilir, yapılan yardımlar, eminin vasıtası ile ihtiyaç sahiplerine ulaştırılırdı. “Emin” kime ne verdiğini ulu orta dillendirip söylemezdi. Ne alan kimden aldığını bilir, ne de veren kime verdiğini bilirdi. Günümüzde kapınızda bir sürü isteyiciler türedi. Modern isteyiciler. Bir sürü maze- 21 D eğer Haziran 2014 zemin dolgusu ve aşınmalar sebebiyle bu yükseklikler değişmektedir. Genişlikleri ise 30 cm ile 70 cm arasında değişmektedir. Bu taşların tepesinde daire veya kare şeklinde 5 ile 20 cm arası oyuklar bulunur. Bazı taşlarda zamanla oluşan tahribatlar sebebiyle sadaka konulan oyuklar tamamen yok olmuştur. ret ile duygularınızı harekete geçirmek suretiyle sizden istediklerini alıp gidiyorlar. Gerçekten ihtiyacı olan hayâ sahibi insanlar ise yine yoksul, yine ihtiyaçları giderilmeden, çaresiz öylece kalıyorlar. daka taşları genellikle sade olmalarının yanında süslemeli olan tiplerine de rastlamak mümkündür. Kastamonu Hz. Pir Şeyh Şaban-ı Veli Kültür Vakfı giriş katında sergilenen geometrik şekillerle oyma tekniğiyle süslenmiş sadaka taşı böyle bir örnektir. Sadaka taşlarının kesin olarak ne zaman uygulamaya koyulduğu hakkında bir bilgi bulunmamakla birlikte Selçuklular döneminde de farklı şekillerde uygulandığı bilinmektedir. Yardımlar bu oyuklara konulurdu. Gelenler bu oyuklara elini sokar bırakır, alanlar elini sokar alırdı. Kimin alıp kimin verdiği de belli olmazdı. Yüksek taşların önünde uzanabilmek için basamak taşları vardı. Genellikle el-ayak çekildiği saatlerde vereni, alanı bulunan bu sadaka taşlarının, günümüze pek azı ulaşabildiği için sayıları hakkında kesin rakam vermek şuan için mümkün değildir. Ancak bir zamanlar sadece İstanbul’da 160 adet sadaka taşının bulunduğu bilinmektedir. Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar insanlığın en kalabalık olduğu coğrafyada sadaka taşları bulunmaktadır. Tıpkı “Medeniyetimizin Sessiz Tanıkları”; Osmanlı mezar taşları gibi... Belli ki, bu kültür belli bir bölgeye ait değil, itikadi bir iştiyaka ait… Sadaka taşları görülen lüzum ve ihtiyaca Dedelerimiz bu faziletli ve ince ruhlu ingöre değişik yerlere dikilmiştir. Bununla sanlardan aldığı ilham ile iffet ve utancınberaber daha çok şu mekânlarda bulundan dolayı fakirliğini gizleyenler, onur ve dukları tespit edilmiştir. Üç beş semtin vakarından dolayı ihtiyaçlarını kimseye birleştiği bir köşede; fakir, muhtaç, hasta açamayanlar için, eşine tarihte rastlaninsanların barındığı yapıların önünde; camayan, gayet zarif bir yardım yolu gelişmilerin, tekkelerin, türbelerin, imarethaneSadaka Taşları, Türkmenistan Aşgabat’ta tirmiştir. Bunun adı “ SADAKA lerin, çeşmelerin, köprülerin TAŞLARI”dır. Ceddimiz, iyilik ve mezarlıkların yakınında yapmanın en zarif yöntemleDedelerimiz bu faziletli ve ince ruhlu insanlardan bulunmaktaydı. Sadaka rinden biri belki de ilki olan bu taşlarında yardım iki türlü aldığı ilham ile iffet ve utancından dolayı fakirliğiyardım şeklini, İstanbul başta olyapılıyordu. 1 Nakdî: Para ni gizleyenler, onur ve vakarından dolayı ihtiyaçmak üzere, Osmanlının egemen yardımı özellikle uçup kaylarını kimseye açamayanlar için, eşine tarihte olduğu bütün her yerde yaygınbolmaması için de kâğıt laştırılarak bir dönem sadaka rastlanmayan, gayet zarif bir yardım yolu gelişpara yerine madeni paralar verecek fakir fukara bırakmayatirmiştir. Bunun adı “SADAKA TAŞLARI”dır. bırakılarak gerçekleştirilirdi. cak kadar kurumsallaştırmıştır. 2 Aynî: Giyim, kuşam eşyaSadaka taşları, İstanbul, Süleymaniye Camii ihata duvarında; Bursa da caminin duvarı içinde; Konya da Sahip Ata Külliyesi kapısının iki yanında açılmış oyuk şeklinde. Antakya sokaklarında yerden bir buçuk metre yükseklikte duvarda bir çıkıntı şeklinde. Üsküdar İmrahor Camii önünde Bizans döneminden kalan “antik porfir sütun”dan dönüştürülmüş örnekte olduğu gibi farklı ebat ve türde olmakla beraber iki model ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birinci tip çoğunlukla beyaz, farklı renkleri de bulunan, silindirik, çoğu Bizans döneminden kalma dönüştürülmüş antik mermer sütunlardır. Selâtin camilerin yakınında bulunanlar daha sanatlıdır. İkinci tip ise, dikdörtgen şeklinde mermer, granit veya küfeki taşı sütunlardan oluşan sadaka taşlarıdır. Sa- 22 “İhtiyaçgâh” olarak biliniyor. Konya Obruk Gölü’nün kıyısında bulunan Selçuklu Kervansarayı’nın yakınındaki caminin duvarında yer alan niş, halk tarafından “Hayrat deliği” olarak anılmaktadır. Kayseri, Şeyh Yahya Efendi Türbesi ile doğusundaki Ulu Camii’nin müşterek avlusunda bulunan sadaka taşına Yahyalılar “Hacet yeri” demektedirler. Bunların dışında Sadaka taşları, “zekât taşı”, “zekât kuyusu”, “dilenci mihrabı”, “fukara taşı” gibi isimlerle de anılmaktadır. Genellikle yere, dikine gömülmüşlerdir. Çoğunlukla çeşme, cami, tekke gibi yerlerde yapıların bitişişinde olmakla beraber, yapılardan müstakil olarak bulunanları da vardır. Yerden yükseklikleri 100 ile 200 cm. arasında değişmektedir. Fakat çevrelerinde uzun yılların getirdiği ları ve çeşitli gıda ürünleri bırakmak suretiyle yapılan yardımlardı. Yaşlıların anlattıklarına göre buradaki enteresanlık fakir ve muhtaçların taşta birikenlerden sadece ihtiyacı kadarını alarak, diğerlerini başka ihtiyaç sahiplerine bırakmaya özen göstermeleridir. Bu kanaat ve diğergamlık her türlü takdirin üzerindedir. Burada dikkati çeken bir nokta da, bir semtin fakirlerinin başka bir semtin Sadaka Taşı’na; başka semtin fakirlerinin ise diğer semtinkine gidip, ihtiyaçlarını karşılayabilmeleridir. Yardımda bulunabilmek için genellikle gece karanlığında veya kimselerin olmadığı dönemlerde, hali vakti yerinde olanlar ihtiyaç sahipleri için sadakalarını bu taşların tepesindeki çukurlara bırakırlardı. Burada bir hususu açıklamakta yarar var. Haziran 2014 D eğer Sadaka taşlarına zannedildiği gibi zenginler keseler dolusu altın bırakmıyordu. Orta halli bir mümin veya kendi yağıyla kavrulan fakir bir mümin kendisinden daha fakir kardeşleri için sadaka bırakıyordu. Mesele bol keseden dağıtmak değil; yarım ekmek bile olsa onu kardeşi ile paylaşma erdemi asaletidir... Bir insan sadaka vermekle hayır yapıyordu ama kime iyilik yaptığını da bilmiyordu. Hangi din, ırk ve meşrepten olursa olsun, sosyal konumu ne olursa olsun hiç fark etmezdi. Yardım karşısında ezilen iki büklüm olan insanlar olmuyordu. Derdini kimseye açamayan hakiki bir fakir, ihtiyacı olunca oraya geliyor yine kimseye halini açmadan oradaki paranın ihtiyacı kadarını alıyordu. Ne kadar ihtiyacı varsa o kadar... 17. yüzyıl İstanbul’unu anlatan bir Fransız gezgin, üzerinde para bulunan bir sadaka taşını tam bir hafta boyunca gözetlediğini, ancak oradan sadaka almaya gelen kimseyi göremediğini yazmaktadır. Çünkü Osmanlı insanı biliyordu ki, kendisi gibi ihtiyacı olan başka insanlar da var. Bu sadakayı verenin de meçhul olması sebebiyle kimsenin karşısında yüzsuyu dökme ve ezilme durumu da olmuyor ve duasını da tanımadığı, bilmediği bir insana gönderiyordu. İşte evrensel iyilik budur... şamaktadır. Dün sadaka taşlarının yaptığını bugün yüzlerce vakıf ve dernek daha geniş bir şekilde yapmaktadır. Hatta bu dernekler ve vakıflar yurt içindeki insanımıza götürdükleri hizmetlerin yanı sıra dünyanın birçok yerinde mağdur, mazlum Yardımda bulunabilmek için genellikle gece karanlığında veya kimselerin olmadığı dönemlerde, hali vakti yerinde olanlar ihtiyaç sahipleri için sadakalarını bu taşların tepesindeki çukurlara bırakırlardı. Burada bir hususu açıklamakta yarar var. Sadaka taşlarına zannedildiği gibi zenginler keseler dolusu altın bırakmıyordu. Orta halli bir mümin veya kendi yağıyla kavrulan fakir bir mümin kendisinden daha fakir kardeşleri için sadaka bırakıyordu. ve muhtaç durumda bulunan insanlara, hayatlarını bu hizmetlere adamış gönül erleri tarafından her türlü yardım bin bir güçlükle ulaştırılmaktadır. Adapazarı depreminde, Bosna savaşında, Irak’ın işgalinde, Endonezya depreminde, Haiti depreminde son olarak Gazze ablukasında bu dayanışmanın en güzel örneklerini müşahede ettik. Bugün ne işe yaradığı, kimler tarafından ne zaman dikildiği hususunda hiçbir bilgimiz bulunmayan ve önünden her gün kayıtsızca geçtiğimiz sadaka taşları, “taş” değil, sıcak aş, ihtiyaçgâh, acil çıkış kapısı, can simidi gibiymiş... Ve onlar bize, lisan-ı hal ile adaleti, barışı, sevgiyi, paylaşımı, iffeti, onuru, fazileti kısacası “insan” olmayı hatırlatıyor. Hem de ciltler dolusu kitabın anlatamadığı, anlatamayacağı kadar… Kaynak: www.medeniyetimiz.com Ceddimiz bu zarif yardım şeklini, bir dönem sadaka verecek fakir fukara bırakmayacak kadar yaygınlaştırmıştır. Sadaka taşları bütün Osmanlı coğrafyasında geçtiğimiz yüzyıla kadar asil ve onurlu görevlerini yerine getirmiş, bugün fonksiyonelliğini kaybetseler de günümüze kadar ulaşmayı başaranları milletimizin sevgi ve asalet taşları olarak hala dimdik ayaktadır. Bize erdemli insan olma yolunda ilham vererek ışık saçmaya her zaman devam etmektedir. Sadaka taşları, ceddimiz Osmanlı’nın kaybolmaya yüz tutmuş şeref belgeleri, onur abideleridir. Yardımı sayarak değil, saçarak yapan dedelerimizin iyilik düşüncesinin taşa işlenmiş fazilet abideleridir. Bir anlamda çağının işsizlik sigortası fonksiyonunu icra eden böylesine ulvî bir sistemi geliştirmek ancak nazarını almaya değil, vermeye odaklayan yüce gönüllü, nitelikli insanlarla gerçekleştirilebilecek bir güzelliktir. Bir medeniyetin ihtişamı, derinliği ve fazileti göklere yükselen devasa binaları veya kişi başına düşen yüz binlerce dolarlık milli geliri ile ölçülemez. Bir yanda fakir halkın, diğer yanda trilyonları olanların bulunduğu millet, pek talihsiz bir millettir. Sadaka taşları olanca mütevazılığıyla büyük bir medeniyetin ihtişamını yansıtmaktadır... Sadaka taşlarının isimleri, şekilleri değişmiş olabilir fakat “sağ elin verdiğini sol el görmeyecek” anlayışı hiçbir şekilde değişmemiştir. O ruh günümüzde de ya- 23 Tarih Türk Hava Kuvvetleri’nin kurulması üzerinden 103 sene geçti. D eğer Haziran 2014 KAÇ SENE 9 Haziran 1616 1 Haziran 1911 Türkiye’de ilk kez Pazar günü resmi tatil günü uygulaması başlaması üzerinden 82 sene geçti. Sultanahmet Camii’nin yapımının tamamlanması üzerinden 398 sene geçti. 10 Haziran 2008 2 Haziran 1935 Süleymaniye Camii’nin ibadete açılması üzerinden 457 sene geçti. Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov ölümünün üzerinden 5 yıl geçti. 7 Haziran 1557 11 Haziran 1868 Yazdığı şiirilerden bazıları bestelenerek birçok sanatçı tarafından seslendirilen şair Abdurrahim Karakoç aramızdan ayrıldı. Karakoç’un bestelenen eserleri arasında unutulmaz türkü ‘’Mihriban’’da vardı. 7 Haziran 2012 24 Kızılay’ın kurulması üzerinden 146 sene geçti. Haziran 2014 D eğer GEÇTİ? Sultan Abdülmecid’in ölümü üzerinden 153 sene geçti. 14 Haziran 1839 25 Haziran 1861 Verem aşısı, Valmette adlı kişi tarafından keşfedilmesi üzerinden 90 sene geçti. Jandarma Teşkilatı’nın kurulması üzerinden 175 sene geçti. 16 Haziran 1535 26 Haziran 1924 Hatay Meclisinin, oybirliği ile Anavatana katılma kararı almasının üzerinden 75 sene geçti. Barbaros Hayreddin Paşa’nın Haçlı Donanması’na karşı aldığı zaferin üzerinden 479 sene geçti. 21 Haziran 1934 29 Haziran 1939 A Milli Futbol Takımının, 2002 Dünya Kupası Finalleri’nde Güney Kore’yi 3-2 yenerek üçüncü olmasının üzerinden 12 sene geçti. Soyadı Kanunu’nun kabulünün üzerinden 80 sene geçti. 29 Haziran 2002 25 Din D eğer Haziran 2014 Umursamazlık hastalığı... ÜLFET Asrımızda, madde üzerinde yoğunluk kazanan aşırı yorgunlukların, dünyanın dörtbir yanından ekranlara hücum edip seyircilerin ruh dünyalarını altüst eden üzücü haberlerin ve hayâsız sahnelerin bu hastalıkta çok önemli payları vardır. Uhrevî hayatımız için fevkalâde önem kazanmış olan bu yaramız üzerinde ne kadar durulsa yeridir. Alaaddin Başar Ş u muhteşem kâinatta sergilenen ve her biri bir kudret mûcizesi olan mükemmel eserleri üstünkörü bir nazarla geçiştirme, onları bildiğini zannetme ve derinlemesine düşünmekten hassasiyetle kaçınma hastalığına ülfet denilmektedir. İnsan fikrini yanlış yollara sevkeden, vehimlere ve zanlara sürükleyen bir marazdır. Asrımızda, madde üzerinde yoğunluk kazanan aşırı yorgunlukların, dünyanın dörtbir yanından ekranlara hücum edip seyircilerin ruh dünyalarını altüst eden üzücü haberlerin ve hayâsız sahnelerin bu hastalıkta çok önemli payları vardır. Uhrevî hayatımız için fevkalâde önem kazanmış olan bu yaramız üzerinde ne kadar durulsa yeridir. Süleymaniye’ye ne zaman gitseniz, o muhteşem mâbedi hayran hayran seyreden bir grup insana rastlarsınız. Bu insanlar, o sanat âbidesini niçin uzun süre temaşa ederler? Bu soruya çeşitli cevaplar verilebilir. Ben meseleyi bir başka yönüyle ele alacak ve diyeceğim ki, “diğer yapılarda san’at olmadığı için.” Başka menzillerde ayrı konulardan söz eden bu insanlar, Süleymaniye’ye geldiler mi artık Sinan’dan bahsetmeye başlarlar. Daima onu yâd eder, onu takdir ederler. Şimdi, hayâlimizde herşeyiyle Sinan’ın eseri olan bir şehir canlandıralım. Câmilerini de o yapmış olsun, dükkânlarını da, evlerini de, yollarını da. Böyle bir şehirde doğan, büyüyen bir insan için iki şık söz konusudur: Ya, her adımda Sinan’ı hatırlayacak; yahut, ülfet dediğimiz alışkanlık belâsıyla, bu harika eserleri görmeden yaşayacak, onun yapıp çattığı bu beldede ondan gâfil olarak ömür tüketecektir. Bu şehre bir başka diyardan gelen insanlar ise şehre adım atar atmaz hayretler içinde kalacaklar. Her evin, her dükkânın, her mâbedin önünde dakikalarca duracaklar. O şehrin çoğu yerlilerinin müptelâ oldukları alışkanlık hastalığı bunlara bulaşmayacak. Ve onlarda iki hayret birbirine karışacak; hem şehrin güzelliğini, mükemmelliğini şaşkın şaşkın seyredecekler, hem de ahâlinin gafletine bir mânâ veremeyecekler. Büyüklüğüne sınır biçilemeyen ve sanat inceliklerine hakkıyla vâkıf olunamayan bu kâinat şehri de Allah’ın mülkü. Sinan’ın varlık progra- 26 mını bir katre su içinde O çizmiş. O katreyi câmiler, köprüler, hanlar, hamamlar yapan büyük bir mimar hâline o getirmiş. Sinan O’nun olduğu gibi, Süleyman da O’nun. Hepimiz O’nunuz. Bir gramında milyarlarca bakterinin oynaştığı şu toprak tabakası da O’nun, her damlasında trilyonlarca mikrobun kaynaştığı şu su damlası da... O, arz ve semânın yegâne Hâlıkı ve Mâliki. Arzdakiler de O’nun, semâdakiler de. Kimde ne güzellik varsa O’nun ihsanı, kimde ne kuvvet varsa O’nun ikramı... Hiçbir insanın bu diyarda Allah’dan gâfil olmaması beklenir, ama bu çoğu kez gerçekleşmez. Dünyaya imtihan için gönderilen bu insanlar, hakikate erebilmek için nice perdeleri yırtmak ve nice engeli aşmakla karşı karşıya kalırlar. Nefis, şeytan, ihtiyaç, hırs, çevre, mevki, makam, servet ve daha niceleri... Ancak bu mânileri gerilerde bırakmayı başaranlar, bu âlemi Allah’ın eseri olarak seyretmenin zevkine erebilirler. Haziran 2014 D eğer Ç oğu insanın şu mûcizeler diyarında gaflete düşebilmesi, biraz da onların bu âleme geliş biçimleriyle ilgilidir. İnsanlar, bu beldeye Yıldız Sarayı’na girer gibi girmiyorlar. Kapıda saray muhafızlarınca karşılanmıyor, içerileri teşrifat memurları nezdinde gezmiyorlar. Onlar bu sarayın içinde yaratılıyorlar. Sarayda doğuyor, sarayda büyüyor, sarayda ölüyor, saraya defnediliyorlar. Çoğu insanın şu mûcizeler diyarında gaflete düşebilmesi, biraz da onların bu âleme geliş biçimleriyle ilgilidir. İnsanlar, bu beldeye Yıldız Sarayı’na girer gibi girmiyorlar. Kapıda saray muhafızlarınca karşılanmıyor, içerileri teşrifat memurları nezdinde gezmiyorlar. Onlar bu sarayın içinde yaratılıyorlar. Sarayda doğuyor, sarayda büyüyor, sarayda ölüyor, saraya defnediliyorlar. İşte bu saray hayatının verdiği umursamazlık ve vurdumduymazlık hastalığına “ülfet” diyoruz. Bu hastalıkla fikirler uyuşur, ruhlar donuklaşır. Ne bakışlarda hayat, ne kalplerde seziş kalır. Bu derde müptelâ olanlar, her zerresi sonsuz hikmetler taşıyan bu âlemde ömürlerini ‘O mahiler ki derya içredür deryayı bilmezler’ mısrasında ifadesini bulan bir garip ruh hâleti içinde geçirir dururlar. Yokluğunu hiç çekmedikleri nimetler onların nazarlarından saklanır. Dünyanın güneş etrafındaki harika seyahatını hiç hatırlamazlar. Zira, bir an inmeksizin hep onun sırtında gezmişlerdir. Baharın geldiğine yeterince hayret ve hamd edemezler. Çünkü baharsız yıl geçirmemişlerdir. Hava nimetine şükretmek hatırlarına gelmez. Çünkü, hiç havasız kalmamışlardır. Misaller çoğaltılabilir. Bütün bu nankörlükler çoğu kez ülfetten kaynaklanır. Mademki ülfet bizi çoğu zaman gaflete sürüklüyor. İsterseniz onu bir derece yenebilmek için, şu arz küremize bir yabancının gözüyle bakalım. Başka bir âlemde yaratılmış olup dünyamıza ilk defa gelen farazî bir şahısla sohbet edelim: Mevsim kış olsun. Misafirimizle bir bahçede buluşalım ve ona ağaçları göstererek, “dikkatle bakmasını, ikinci görüşmemizde kendisine bir sorumuz olacağını” söyleyelim. O farazî şahıs dünyamızı terk etsin ve her tarafın yemyeşil olduğu, ağaçların meyvelerle dolduğu bir sırada aynı bahçeye tekrar gelsin. Zannederim, dostumuz ilk önce gözlerine inanamayacak, neye uğradığını şaşıracak ve hayretler içinde kalacaktır. Ağaçların birinden kopardığımız bir meyveyi kendisine uzatarak, ‘Bu cismin meydana gelişini nasıl izah edersiniz?’ diye sorduğumuzda, önce meyveyi dikkatle süzecek, sonra çeşitli ihtimaller sıralayacaktır. Herhalde en fazla üzerinde duracağı şık, ‘meyvelerin bir başka yerden getirilip bu dallara yapıştırıldığı’ olacaktır. Kimbilir, belki de konuşmasını bir nükteyle noktalamak isteyecek ve ‘elbette bu yollardan birisiyle oldular, ağacın içinden çıkmadılar ya!’ diyecektir. Biz bu nükteye acı bir tebessümle karşılık verecek ve kendisini yolcu edeceğiz. Bir de aksini düşünelim. Bir başka misafirimiz de yaz ortasında dünyamıza gelmiş olsun. Bir müddet kaldıktan sonra ayrılsın ve her tarafın karla kaplı olduğu bir kış günü geri dönsün. Kendisine karları göstererek, ‘bunların meydana gelişlerini nasıl izah edersiniz?’ diye sorduğumuzda, herhalde önce yerden bir avuç kar alacak, bir süre ovduktan sonra, büyük bir ihtimalle, bize şu cevabı verecektir: “Bunları başka bir memleketten getirip yerlere sermişsiniz!...”Belki de sözlerini, ‘herhalde bunlar gökten inmediler’, diye bağlayacaktır. Şimdi biz misafirlerimizi bırakıp kendimize dönelim ve iyice bir düşünelim. Gerçekten de, en uzak ihtimal, meyvelerin dallarda bitmesi, yağmur ve karın gökten inmesi değil mi? Ama gel gör ki, bu mûcizeler diyarında bizi kuşatan diğer hâdiseler gibi bunları da ülfetle geçiştiriyoruz. Nice kışlar geçirmiş, nice baharlara erişmiş kimseler olarak, ne meyveyi, ne yağmuru, ne de karı hakkıyla tefekkür edebiliyoruz. Meyve ve kar... Bu kâinat tablosunda ülfetle geçiştirdiğimiz nice varlıktan iki misal... Kur’an-ı Kerim, semâvat ve arzın yaratılışından insanın ana rahminde geçirdiği devrelere; arının ilhama mazhariyetinden devenin yaratılış keyfiyetine; Güneş’in lâmbalık vazifesinden arzın beşiklik yapmasına, gece ve gündüzün birbiri içine girmesinden insanın uyutulup uyandırılmasına kadar her olay ve her mesele üzerinden ülfet perdesini kaldırmış ve bu kudret mûcizelerini önemle gözler önüne sermiştir. Kâinat kitabını okumadan yaşayan, ihtiyaçlarının peşinde durmadan koşan, hırs ile kazanıp gafletle tüketen, yorgunca yatıp sersemce uyanan, aceleyle yiyip süratle işine koşan ve yeni bir günü daha tüketmeye başlayan insanoğlu, ülfet perdesini yırtabilmek için Kur’an’ın irşadına ne kadar da muhtaç! Öyle değil mi? www.kunfeyekun.org 27 Sosyoloji D eğer Haziran 2014 SUÇLUNUN ISLAHINA YÖNELİK DÜŞÜNCELER Kişilerin ıslahı yönünde çalışanların meselenin insancıl, vicdani ve güzel yönüyle ilgilenmeleri temsilde ve rol modelde bu yönü yansıtmaları oldukça önemlidir. Suça bulaşmış yahut sürüklenmiş kişilerin ıslahı girişimlerinde hilm-ü silm, mülayemet, merhamet ve müsamaha eksenli bir temsil ve rol model istendik düzeyde ilerleme kaydedecektir. S Bayram Hergül* uçun, literatürde birçok tanımı olsa da “toplumsal normlardan sapma” ifadesi zihinde kalacak bir tanımlama olacaktır. Suçun diğer teferruatlı tanımlamalarını ilgili bilim dallarına havale ederken, suçun insanın varlığının da bir telazumu olduğunu, birinin varlığının diğerinin de varlığını mecbur kıldığı görülmektedir. Nitekim insanın beşeri yaşamında “tek” yaşayamaması, diğer insanların da varlığına ihtiyaç duyması, sürekli çevresiyle iletişim kurması her zaman istendik şekilde sonuçlanamamaktadır. Kişilerin olaylar karşısında sergiledikleri dürtüsel davranışları, iletişim kurduğu kişilere karşı farkında olmadığı empati eksikliği, tahammülsüzlük, öfkesine yenilme birçok suçun ortaya 28 çıkma nedenleri olarak sayılabilir. Bir insanın suça yönelmesinde, yaratılış ve yapısının, duygu ve düşüncelerinin, irade ve tercihlerinin etkisi söz konusudur. Sapmanın faili olan insanın ise zayıf tabiatlı, aceleci, kıskanç ve bencil, hırslı, sabırsız, değer bilmez, istek ve arzularına iştiyakla tabi olması suçun işlenmesinde etki eden önemli hususlardır. Ne yazık ki insanoğlunun işlediği ilk suçun cinayet ve kardeş katli, suçun sebebinin ise kıskançlık olması oldukça düşündürücüdür. Suçun etkileri irdelendiğinde ise; birçok sonucun ortaya çıktığını görmek mümkündür. Bunlar arasında suçun psikolojik, duygusal, toplumsal sonuçları bulunmaktadır. Suçun psikolojik sonuçlarına bakıldığında; kişinin özgür iradesiyle ortaya koymuş olduğu davranış kendi fıtratında bir zıtlaşmadır. Sapma olarak nitelenen bu davranış kişide bir iç çöküntü ve aykırılık oluşturmaktadır. Suçun kişideki duygusal sonucu ise kişiyi vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakacağıdır. Ayrıca suç, kişinin yetenek ve becerileri, insani duygularını söndürmekle beraber, duygusal manada kalbini çepeçevre saran, sürekli gel-gitler oluşturan bir durumdur. Evde ebeveyn, işyerinde meslek erbabı, sokakta vatandaş, mahallede ise komşu rollerini sergileyen kişi sapma davranışlarıyla en yakınındakilere rol model, diğer kitlere ise kötü örnek olduğundan suç kişileri etkilediği kadar içinde yaşadığı içtimai yapıyı da olumsuz etkilemektedir. Suç, insanın varlığı kadar kesin bir hakikat ise suçu işleyene karşı ıslah mebdedesinde nasıl bir yakla- Haziran 2014 şım sergilenecektir? Toplum tarafından dışlanan, hor görülen vicdanen de kabul görmeyen suçlular kendi kaderlerine mi terk edilecek yahut meseleyi sahiplenme adına bu kişileri topluma kazandırma sancısı mı çekilecektir? Bataklığa saplanmış birini kurtarma derdi var ise bataklıktaki muhatabın bulunduğu ortamın fenalığını ve rahatsız ediciliğini görmesi, hissetmesi sağlanmalıdır. Elinin tersiyle itmek bataklıktakini daha da derinlere batıracağı gibi kişiyi hor görmek yahut görmezlikten gelinerek, elbet bir şekilde çıkacaktır ümidini beslemek de gafilane bir davranış olacaktır. Karanlığa mahkûm olmuş, zifiri ruhlu birine ne kadar karanlıkta olduğundan bahsetmek bazen ters tepeceği gibi sadece ışıkla ona yaklaşmak muhatabın kabulünü sağlayacaktır. Ayrıca kişideki fena cibilliyet ve karakteri iyiye yönlendirmek, de- D eğer ğiştirmekten daha anlamlı olacaktır. Haset etme, düşmanlık besleme, öfkelenme, inat etme gibi hükmedici ve faillerin de kesin reddiyle sonuçlanacak yaklaşımlar kişilerin cibilliyetlerini değiştirme gibi imkânsız bir teklif olacaktır. Bütün bu istidatları güzel ve faydalı işlere yönlendirme ancak kişilerde makes bulacaktır. Kişilerin ıslahı yönünde çalışanların meselenin insancıl, vicdani ve güzel yönüyle ilgilenmeleri temsilde ve rol modelde bu yönü yansıtmaları oldukça önemlidir. Suça bulaşmış yahut sürüklenmiş kişilerin ıslahı girişimlerinde hilm ü silm, mülayemet, merhamet ve müsamaha eksenli bir temsil ve rol model istendik düzeyde ilerleme kaydedecektir. Kasdedilen bu temsili durum zaafiyet ve bazı durumların görmezden gelinmesi değil, meseleye yaşatma ve vazgeçirme ülküsüyle bakmaktır. Islah edici vazifesine sahip her kişi muhatapları celp etme, yumu- şatma ve düşündürme, her meseleyi empatiyle değerlendirip karşısındakini anlamaya çalışma, en kötü habis kalplerin dahi kapılarını açacaktır. İstenilen düzeyde bir sonucun çıkmaması durumunda dahi, ıslah edicilerin sergilenmiş olan muhatapları celp etme, yumuşatma ve düşündürme, empatiyle değerlendirip karşısındakini anlamaya çalışma en azından herkesi insaf zeminine çekecek ve sonra kişilere söylenmek istenilenleri dile getirecek bir ortam oluşturacaktır. Bu suretle kişilerin ufuklarını açmış hem de kişileri kendilerine karşı insaflı davranmaya sevk etmiş olunacaktır. Islah ediciler fevkalade narin, şefkatli hep mütevazi, herkesi kucaklamaya hazır bir insan olmalıdır. Meseleye farklı zaviyelerden bakmak; farklı menfezler açacaktır elbette. * Denetimli Serbestlik Uzmanı Mersin Denetimli Serbestlik Müdürlüğü 29 Edebiyat D eğer Haziran 2014 Hat sanatının incelikleri Birbirlerine İslam tarihinde, en değerli Kuran-ı Kerim örnekleri, Osmanlı Devleti’nde yetişen yetenekli hattatların ellerinden çıkmıştır. Kuşkusuz bu çalışmaların ev sahipliğini de başkent İstanbul yapmıştır. Hat derslerinin medreselerde zorunlu hale getirilmesi ve 1915 yılına gelindiğinde “Medresetü’lHattatin”in açılması bize hat sanatına nasıl bir değer verildiğini göstermesi açısından önemlidir. H Hikmet Akyol at sanatı, en kısa tanımıyla güzel yazı sanatıdır. Harfler farklı öğelerle bir araya getirilip, estetik formlarda sunulur. Genellikle dekoratif amaçlarla kullanılan Hat sanatının diğer adı Yunanca kaligrafi ve Arapçada hüsnühattır. Her iki kelime de güzel ve yazı kelimelerinin birleştirilmesinden oluşturulmuştur. Sanatın her alanında olduğu gibi Hat sanatındada tek bir formun varlığından söz edilemez. Sanatkârların araştırmaları sonucu farklı yazı stilleri meydana çıkmıştır. Bizler bu farklı türleri “sitte” adı ile biliyoruz. Özellikle sanatın doğduğu yıllardaki arayışların sonuçları olarak ortaya çıkan bu türler Tevki, Nesih, Rika, Reyhanî, Sülüs ve Kufi adlarını almıştır. Bu 6 türden Kufi köşeli bir forma sahipken diğerleri yuvarlak formlara sahiptir. Arapça harflerin form olarak birden farklı şekilde yazılabilmesi ve kendiliğinden üretimler için inanılmaz güzel bir zemin hazırlaması Hat sanatçılarının çalışma alanını da genişletmiştir. Bu esneklik onlara, soyut resme dek varan çalışmalar yapabilmeyi sağlamıştır. İslam tarihinde, en değerli Kuran-ı Kerim örnekleri, Osmanlı Devleti’nde yetişen yetenekli hattatların ellerinden çıkmıştır. Kuşkusuz bu çalışmaların ev sahipliğini de başkent İstanbul yapmıştır. Sıbyan mekteplerinde çocuklara diğer derslerin yanında hat eğitimi de verilmiştir. Hat derslerinin medreselerde zorunlu hale getirilmesi ve 1915 yılına gelindiğinde “Medresetü’lHattatin”in açılması bize hat sanatına nasıl bir değer verildiğini göstermesi açısından önemlidir. Zaten bu dönemlerden günümüze ulaşan hat çalışmalarına baktığımızda dönemin hattatlarının sahip olduğu yetenek, zarafet ve deneyim göz kamaştırmaktadır. Hat kelime manası olarak, yazı ve çizgi manalarını taşımaktadır. Biraz daha ayrıntılı açıklayacak olursak: Belirlenmiş olan estetik kurallara bağlı kalarak yazı yazma sanatı olarak ta açıklanabilir.Hat kelimesinin yanına sanatta eklenince yani hat sanatı denilince de güzel Yyazı anlamına gelmektedir. Bir nevi görsel sanat türü olarak ta tanımlayabiliriz. Hat sanatının asıl ismi ya da ilk isminin hüsn-i hat olduğunu da söyleyebiliriz. Batı kültüründe bizim hat sanatının karşılığı da kaligrafi olarak adlandırılmaktadır. Batı kültürü kaligrafiye bizim kadar yani İslam toplumu kadar önem vermemektedir. İslam topluluğunda nüfusun tamamı 30 tarafından beğeni ile takip edilen Hat sanatı, bu sanatı icra eden veya etmeyen herkes tarafından büyük ilgi ile izlenmektedir. Hat sanatını gerçekleştiren ustalar eserlerinde ruhlarının yansımasını resmederler. İçlerinden gelen güzellikleri, duyguları, düşünceleri kalem ile kâğıtta bir araya getirirler. Dünya sanatında gâyet mühim bir yeri olan hat sanatı, gelmiş geçmiş bütün sanatçıların ilgisini çekmiştir. Öyle ki bu gün eserleri karşısında bütün dünyanın hayretler içinde kaldığı Picasso bile gördüğü usta işi bir hat şâheseri karşısında, “İşte gerçek resim bu!” demekten kendini alamamıştır. Neden Arap Alfabesi? Bugün, bütün dünya sanatçıları estetik değeri en yüksek alfabenin Arap alfabesi olduğu konusunda hemfikirdir. Çünkü bu yazı sisteminde harflerin çoğu, kelimenin başına, ortasına ve sonuna gelişlerine göre değişikliklere uğrar. İşte bu değişikliklerin kazandırdığı kıvraklık, Arap alfabesine sınırsız bir kompozisyon imkânı sağlar. Harflerinin birbirleriyle birleşirken kazandıkları görüntü zenginliği bu alfabeye, sanatta aranılan yenilik ve sonsuzluk kapısını her zaman açık tutmuştur. İstanbul ve Hat sanatı için çok güzel bir cümle kullanılmaktadır bu cümleyi sizlerle de paylaşmak istiyorum Kuran-ı Kerim Hicaz’da nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı. Hat Sanatı ve tarihi hakkında vermiş olduğum bilgilerden sonra Hat sanatın icra edilirken kullanılan malzemelerden bahsetmek istiyorum. Yazı takımı, kalemler, kalem traşlar, aherli kâğıt, mürekkep, maktalar, likaa, hokka-kalemdan-divit, mühre, hokka takımı, makas ve son olarak ta, ucu açılmış celi kalem şeklinde sıralayabiliriz.Çok uzun yıllar önce kullanılmaya başlayan bu yazı sanatı günümüzde de insanların ilgi ve alakasını çekmeye devam etmektedir. İnsanların bu sanata türüne ilgisi birçok resmi ve özel kurum tarafından, kurslar açılmasını sağlamıştır. Hat sanatında kullanılan bazı terimler ise şöyledir; İcâzet: Hocası tarafından yeterli görülen öğrenciye yazdığı levhaların altına ismini yazabileceğine dair verilen izin. Ketebe Kaydı: Hat eserlerinin sonuna konulan hattat imzası. Terkip: Hat sanatında harf ve kelimelerin ahenkli bir şekilde bir araya getirilmesi. www.bilgiustam.com Haziran 2014 D eğer Deyimler Ağzından baklayı çıkarmak.. T ürkçede bakla ile alâkalı iki deyim vardır. Her ikisinde de illiyet, kurutulmuş baklanın zor ıslanması ve zor yumuşamasıyla ilgilidir. Kurutulmuş baklanın ağza alındığında ıslanıp yumuşaması uzun bir süreyi ilzam eder. Sır saklama ve dilini tutma konusunda kendisine itimat edilemeyen kişiler için “Ağzında bakla ıslanmaz” deyiminin kullanılması bu yüzdendir. Yani duyduğu bir sırrı hemen başkasına anlatır demlenesiye kadar yahut bir baklanın ıslanacağı müddet kadar olsun beklemez demeye gelir.Baklayla ilgili diğer deyim, baklayı ağzından çıkarmaktır. Deyim, içimizden geçtiği halde mekân ve zaman müsait olmadığı için nezaket veya siyaseten söyle(ye)mediğimiz şeyler için birisinin bizi ikazı zımnında “Çıkar ağzından (dilinin altından) baklayı” demesine işarettir. Deyimin hikâyesi şöyle: Vaktiyle, çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla, kendisine yakıştırılan küfürbazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş: — Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sen de küfretme isteğini hatırlayıp o anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa,cebinden çıkardığın yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin. Adamcık, şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince, onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak, — Şeyh efendi, biraz durur musun, deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve — Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz... Şeyh içinden “La havle” çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sırada, küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir: — Gidebilirsiniz artık!.. Şeyh efendi merak eder ve sorar: — İyi de evlâdım bir şey yok ise bizi niçin beklettin? — Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa, piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu. Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi, — Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı!.. Kaynak: İki Dirhem Bir Çekirdek, İskender Pala 31 D eğer Sağlık Haziran 2014 Çağın rahatsızlığı Boyun fıtığı B oyun fıtığından muzdarip olanlar en çok kollarda uyuşma, ağrı ve güç kaybından şikayet ediyor. Aslında uzmanlara göre boyun fıtığının belirtileri fıtığın oluştuğu yere ve hastalığın süresine göre değişiklik gösteriyor. Henüz fıtık oluşan bir hastanın şikayetiyle fıtığın ilerlediği bir hastanın şikayeti çoğunlukla farklı oluyor. Esra Mert U zm. Dr. Nuran Gün, boyun fıtığını “boyun omurları arasında yer alan disk adlı yapının, omurların oluşturduğu omurga içinde bulunan sinirlere bası yapması durumu” olarak tanımlıyor ve hastalığın oluşma sürecini şöyle anlatıyor: “Disk adı verilen yapıyı saran ve fıtık oluşmasına engel olan bazı yapılar vardır. Bu yapıların zaman içinde bir takım sebeplerle yıpranması ve ardından yırtılması dolayısıyla disk bu yırtıklardan omuriliğe ya da sinir köküne ulaşarak bası uygular. Bunun sonucunda da boyun fıtığı oluşur.” Diski saran bu yapıların yıpranmasına ve yırtılmasına neden olan bir çok etken var. Bu etkenler şöyle sıralanıyor: •Travmalar • Trafik kazaları • Boynun yanlış duruş ve hareketleri • Yaşlanma ile gelişen dejenerasyon-yıpranmalar • Boyundaki yapıların kireçlenmeleri • Stres, gerginlik, boyun kaslarındaki zayıflık • Masa başında çok fazla zaman geçirmeye neden olan meslekler ve bu meslek sahiplerinin yanlış duruşları • Ağır yük taşımayı gerektiren meslekler • İltihaplı romatizmal hastalıklar KOLUNUZDA AĞRI, UYUŞMA VARSA… Boyun fıtığından muzdarip olanlar en çok kollarda uyuşma, ağrı ve güç kaybından şikayet ediyor. Aslında uzmanlara göre boyun fıtığının belirtileri fıtığın oluştuğu yere ve hastalığın süresine göre değişiklik gösteriyor. Henüz fıtık oluşan bir hastanın şikayetiyle fıtığın ilerlediği bir hastanın şikayeti çoğunlukla farklı oluyor. BU BELİRTİLERE DİKKAT! Disk yapısının sinirlere bası uygulaması sonucu en sık yaşanan belirti boyunda ve kolda ağrı, uyuşma, zaman zaman güç kaybı ve hissizlik olarak biliniyor. Bunların dışında da hastalığın habercisi sayılabilecek bazı şikayetler mevcut. Uzmanlar bu şikayetleri fıtığın oluştuğu bölgede ağrı, boyunda tutulma, baş ağrısı, boynun hareketi esnasında artan ağrı, baş dönmesi ve kulak çınlaması olarak sıralıyor. 32 HER AĞRI BOYUN FITIĞI OLMAYABİLİR Elbette bu ağrılar, baş dönmesi ya da diğer belirtiler boyun fıtığından kaynaklanmayan durumlarda da oluyor. Bu belirtiler boyun fıtığının habercisi olabileceği gibi farklı bir hastalıktan da kaynaklanabiliyor. Uzmanlara göre boyun fıtığı ile karıştırılması muhtemel hastalıklardan bazıları şöyle: Kas ağrıları, kireçlenmeler, romatizma, yumuşak doku rahatsızlıkları, iç organlara bağlı rahatsızlıklar, çeşitli kemik hastalıkları ve kalp rahatsızlıkları. Yaşanan şikayetlerin kaynağının bulunması ve tedavinin ona göre planlanması için bu belirtileri yaşayan kişilerin mutlaka gerekli tetkikleri yaptırmaları gerekiyor. ERKEN TEŞHİS BOYUN FITIĞINDA DA ÖNEMLİ Bütün hastalıklarda olduğu gibi boyun fıtığında da erken teşhis büyük önem taşıyor. Zira hastanın başta yaşadığı şikayetler hafif derecede iken, tedavi edilmeyen ileri olgularda şikayetlerin sıklığı da, çeşitliliği de, şiddeti de artıyor. Öyle ki hafif boyun ya da kol ağrısı şikayetiyle başlayan durumlarda hastalık basit yöntemlerle iyileştirilebilecekken, tedavi edilmediği takdirde omurilikteki baskının artmasıyla bacaklarda güç kaybı ve idrar kaçırmaya kadar giden tehlikeli boyutlara ulaşıyor. NASIL TEDAVİ EDİLİYOR? Uzm. Dr. Nuran Gün, boyun fıtığını tedavi etmede çok çeşitli yöntemler kullanıldığını ifade ediyor. Yanlış duruştan kaynaklı boyun fıtığında tedavi şekli olarak duruş bozukluğunun giderilmesi sağlanıyor. Bunun dışında hastalığın seyir ve şiddetine göre uygun olan tedavi yöntemi seçiliyor. Hastalık henüz başlarda teşhis edilmişse istirahat, ilaç tedavisi, boyunluk kullanımı, egzersiz gibi yöntemler tercih ediliyor. Uzm. Dr. Nuran Gün, bunların fayda sağlamadığı durumlarda fizik tedavi, lokal enjeksiyonlar, kuru iğneleme, akupunktur, manipülasyon, mobilizasyon teknikleri, algolojik girişimler ve cerrahi yöntemler gibi seçeneklerden uygun olanının tercih edileceğini belirtiyor. Çok az sayıda olgu için cerrahi tedavi gerekiyor. Diğer tedavilere cevap vermeyen, tedavi sırasında ya da sonrasında nörolojik durumu olumsuz yönde seyreden hastalar cerrahi tedaviye aday olarak kabul ediliyor. Haziran 2014 D eğer Edebiyat Bir Hikaye... Hayatımızdaki BÜYÜK TAŞLAR Mehmet Nuri Kaynar Üniversitede bir gün, profesör sınıfa girer ve kürsünün altından bir kavanoz çıkarır. Öğrencilerin şaşkın bakışları arasında kavanozu masanın üzerine koyar. Profesör, kavanozu yanında getirdiği kaya parçalarıyla doldurur ve sınıfa dönüp sorar: - Bu kavanoz dolu mu? Öğrenciler: - Evet, dolu, derler. Profesör bu kez küçük çakıl taşlarını ve mıcırları kavanozun içine döker.Kavanoz ağzına kadar kaya parçalarıyla ve çakıl taşlarıyla dolmuştur. Profesör bir kez daha sınıf döner ve sorar: - Bu sefer doldu mu? Öğrenciler, bir kez daha: - Doldu, derler: Sınıfına gülerek bakan profesör bu kez ince kumları dikkatlice kavanozun içine boşaltır. Kum taneleri kaya parçalarının ve çakıl taşlarının arasından kayarak aralara dolar. Profesör bir kez daha sınıfa dönerek: - Bu sefer doldu mu? diye sorar. Öğrenciler, bu kez kavanozun gerçekten dolduğunu düşünerek: - Evet, doldu, derler. Profesör son olarak bir bardak suyu alır ve kavanozun içine boşaltır. Su boşlukların arasından sızarak kavanozdaki boşlukları doldurur. Profesör öğrencilerine dönerek: - Bu gördükleriniz size ne anlatıyor? diye sorar ve öğrencilerinin şaşkın bakışları arasında devam eder: - Hayatta büyük taşlarınızın neler olduğuna karar vermelisiniz. Önce küçük taşları, suyu, kumu bu kavanoza koysaydım; kaya parçalarına yer kalmazdı. Öncelikle büyük taşları koydum, diğerleri zaten kendi yollarını buldu. Hayatımızdaki büyük taşlar nedir? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, hayalleriniz, sağlığınız, eğitiminiz vs. büyük taşlarınız bunlardan biri, belki bir kaçı, belki de hepsi. Bu akşam uyumadan önce iyice düşünün sizin büyük taşlarınız hangileri iyice karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk başta yerleştirmezseniz bir daha asla yer bulamazsınız... Farkında Olmalı İnsan... Kendisinin, sahip olduklarının ve kıymetini bilemediklerinin. Hayatın, olayların, gidişatın farkında olmalı. Ömür Dediğin Üç Gündür, Dün Geldi Geçti Yarın Meçhuldür, O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür, O da Bugündür. Bugün bize Allah’ın bahşetmiş olduğu bir gündür ve bugün belki de... Hiç birimiz yarınımızı garanti edemiyoruz değil mi? Öyleyse büyük taşlarımıza öncelik verelim. Ailemize, çocuklarımıza zaman ayıralım onlarla konuşalım, ortak zamanlar oluşturalım. Kaynak: www.ogretmenhatti.com 33 Edebiyat D eğer Haziran 2014 FUZÛLÎ 16. yüzyıl Divan şiirinin, Türk Edebiyatı’nın tartışmasız en büyük şairidir. Divan şiirinin bütün kurallarını, söz sanatlarını büyük ustalıkla ortaya koymuştur. Şiirlerini Azeri şivesi ile söyleyen şair derin hassasiyeti ile gazellerine diğer şiirlerinde bulunmayan bir özellik verir. Kuvvetli bir lirizme sahip olan şair, tasavvufi hayatla da yakından ilgilidir. A raştırmalara göre büyük Türk şairi Fuzuli, hem Safeviler, hem de Osmanlıların egemenlikleri devrinde Irak’ta yaşamıştır. Asıl adı Mehmet’tir. Şair, dünyaya ehemmiyet vermeyen, Allah’ın büyüklüğü karşısında ne kadar küçük olduğunu bilen bir kişi olarak Fuzuli mahlasını kullanmıştır. 16. yüzyıl Divan şiirinin , Türk Edebiyatı’nın tartışmasız en büyük şairidir.Divan şiirinin bütün kurallarını, söz sanatlarını büyük ustalıkla ortaya koymuştur. Şiirlerini Azeri şivesi ile söyleyen şair derin hassasiyeti ile gazellerine diğer şairlerinde bulunmayan bir özellik verir. Kuvvetli bir lirizme sahip olan şair, tasavvufi hayatla da yakından ilgilidir. Dert, elem, hüzün, bağlılık, samimilik gibi vasıflarla tezahür eden aşktan hiç bir zaman kurtulmayı istemez. “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib” diyen Fuzuli, bir başka şiirinde; Aşk derdinin devası kabil-i derman değil Terk-i can derler bu derdin muteber dermanına diyerek sevgiliye kavuşmak gibi bir derdinin olmadığını belirtir. 34 O, aşka aşıktır. Bende Mecnun’dan füzunaşıklık istidadı var Aşık-ı sadık menem Mecnun’un ancak adı var diyerek gerçek Mecnun’un kendisi olduğunu vurgular. Fuzuli, eşsiz sanatı ve yüksek şahsiyeti ile çağdaşları üzerinde olduğu gibi , kendisinden sonra gelen hemen bütün Türk şairleri üzerinde de tesir icra etmiş en büyük şairimizdir. Fuzuli’nin hayatı çok iyi bilinmemekle beraber bir çok yazarlardan bu çok bilgili ve derin şairin yoksulluk içinde yaşadığı anlaşılmaktadır. Fuzuli’nin hayatındaki yoksulluğu ve bunun şairin ruhundaki acı izlerini ortaya koyan eseri “Şikayetname”sidir. Padişah fermanıyla Fuzuli’ye vakıfların gelirinden dokuz akçelik bir maaş bağlanır. Fakat vakıf görevlileri bu parayı şaire ödemezler. Fuzuli, elindeki padişah emriyle vakıf yöneticilerini yanına çıkar. Görür ki herkes kendi derdinde. Ortalık karma karışık. Kimse şairle ilgilenmez. Şair durumu “Selam verdim, rüşvet değildir deyu almadılar / Karırı gösterdim, yararsızdur deyu bakmadılar” diyerek ifade eder. Haziran 2014 D eğer Herkesin kaşları çatık, yüzleri asıktır. Vakfın hiç parası olmadığını ancak, gelir artığı olunca kendisine ödeme yapılacağını söylerler. Bu da hiç olmamıştır. Çünkü artan geliri kendileri kullanırlar. Şair, bunun doğru olmadığını, haram olduğunu söylese de kimseye anlatamaz. Düzenin bozukluğu, insanların ahlaksızlığı, kütü gidiş karşısında büyük umutsuzluğa düşer. Eserlerinden iyi bir eğitim gördüğü, İslami ilimler, İran edebiyatı ve tasavvufla ilgilendiği anlaşılır. “Sıhhat-ı Maraz” isim eseri, tıp bilimiyle ilgilendiğini gösterir. Farsça Divan’ının girişinde, “Fuzûlî” mahlasını, şiirlerinin diğer şairlerin şiirleriyle karışmaması için aldığını anlatır. “İşe yaramaz” “gereksiz” gibi anlamları olan “fuzûlî” sözcüğünü başka şairlerin kullanmayacağını düşündü. Ama “fuzûlî”nin bir diğer anlamı “erdem”dir. Türkçe, Arapça ve Farsça’nın inceliklerini öğrendi. Şii mezhebine bağlıydı. Bütün yaşamını Kerbela’da geçirdi. Bağdat, Hille yörelerini gezdi. Şiirlerinin çoğunda tasavvuf konusunu işledi. Hazreti Ali’nin erdemli, olgun kişiliğiyle, bütün halifelerden ve peygamber yakınlarından üstün olduğunu anlattı. Döneminin geleneklerine bağlı kalarak Kanuni Sultan Süleyman, Rüstem, Mehmet paşalar ile İbrahim Bey, Cafer Bey gibi dönemin büyüklerine de övgüler yazdı. Şiirin temelinin ilim, özünün sevgi olduğuna inandı. Şiiri bütünlüğe kavuşturan sevginin yanındaki ikinci öğe ise sevgiliden ayrı kalışın verdiği üzüntüdür. Sevilen insan bir araç, onun varlığında görünür hale gelen Tanrı ise tek amaçtır. Fuzûlî’ye göre gerçek varlık Tanrı’dır. Bütün nesneler ve onları kuşatan evren, Tanrı’nın bir görünüş alanıdır. Varlık türlerinin en olgunu olan insan da Tanrı’nın gören gözü, işiten kulağı, konuşan dilidir. Doğruluk, iyilik ve erdem ahlakı oluşturur. Ahlaksızlık, iki yüzlülük, baskıcılık ve cehalettir. Erdem için doğruluğa, Kur’an’ın özüne bağlı kalmak gerekir. Oruç, namaz, zekat gösteriş için değil, insanın özünü kötülükten arındırmak, olgunlaştırmak içindir. Şiir, düşünce ve duyguları sergilemeye, insanı tanımlamaya yarayan bir sanattır. Şiir bir yaratma öğesi olan anlamlı ve özlü sözlerden kurulur. Fuzûlî’nin şiirinde halk dilinde kullanılan sözcüklere, deyimler ve atasözlerine de rastlanır. Hadislerden ve Kur’an’dan sıkça alıntı yapar. Divan şiirinin bütün ölçü ve kalıplarını kullanır. Ama düşüncelerini akıcı bir söyleyişle asıl gazellerinde dile getirir. Düzyazıda da “Hadikatü’s-Süeda” (Saadete ermişlerin bahçesi) eseriyle dinsel lirizmin en güzel örneklerini verdi. Mesnevi tarzında yazdığı “Leyla vü Mecnun” Osmanlı edebiyatının baş eserleri arasında yer alır. ESERLERİ: Hadikatü’s-Süeda (1837, Kerbela olayını anlatan düzyazı) Türkçe Divan (1838, 1958) Sıhhat u Maraz (1940, tıp bilgileri) Enis’ül-Kalb (1944) Fuzûlî’nin Mektupları (1948) Terceme-i Hadis-i Erbain (1951) Leyla vü Mecnun (3 bin 96 beyitlik mesnevi) Rind ü Zahid (1956) Beng ü Bade (1956, 444 beyitlik Türkçe mesnevi) Kaynak: www.diledebiyat.net GAZEL Benî candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı Kamû bîmârınâ cânan devâ-yî derd eder ihsan Niçin kılmaz banâ derman benî bîmâr sanmaz mı Gamım pinhan dutardım ben dedîler yâre kıl rûşen Desem ol bîvefâ bilmen inânır mı inanmaz mı Şeb-î hicran yanar cânımtöker kan çeşm-i giryânım Uyârır halkı efganım karâ bahtım uyanmaz mı Gül’î ruhsârına karşû gözümden kanlu âkar sû Habîbim fasl-ı güldür bû akar sûlar bulanmaz mı Değildim ben sanâmâil sen etdin aklımı zâil Bana ta’n eyleyen gafil senî görgeç utanmaz mı Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır Sorun kim bû ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı 35 Kişisel Gelişim D eğer Haziran 2014 İnsan dediğin SIR’ DIR Hayatta ne olmak istediğimize karar vermeden önce; ne olduğumuza ve potansiyelimize bakmalıyız. Yani, ancak böyle bir durum tespitini yaptıktan sonra kişisel gelişim planlarımızı hayata geçirmeye başlamalıyız. Sevgili dostlar! Kişiler arası ilişkilerinizde önyargılı olmamanız gerektiğine, böylece kendinizle ve çevrenizle barışık olup yaşamınızın inceliklerine çok daha rahat odaklanabileceğinize de bu vesileyle değinmek istiyorum. Çünkü önyargılı ve kötümser olma, zânna göre hareket etmek çoğu kez yanıltıcıdır. Unutmayınız ki, başkalarına karşı acımasızca önyargılı davrananlar, kendilerine karşı da acımasızca ve önyargılı davranırlar. Bu nedenle sırası geldiğinde iyiliklerimizi gizleyebilmeli, karşılıksız iyilikler yapabilmeli, riyakârlıktan mutlaka kaçınmalı, başkalarına önyargılı davranmaktan imtina etmeli ve her ne olursa olsun herkesin iyi yönlerini görerek kendi kişisel saydamlığımızı yakalayabilmeliyiz. Çünkü kişisel saydamlık veya özgünlük, tam anlamıyla doğal olmak, spontane (içsel doğallıkla) davranmak, maskelerimize ihtiyaç duymamak, kendimize karşı dürüst olmak ve en önemlisi de istikrar ve istikâmet abidesi olabilmektir. Bu konu hakkında, tarihimizin derûnunda yaşanan, efsunlu mu efsunlu bir hikâyemiz var. Dilerseniz bu hikâyemizi okuyarak ve olayların içersindeki temadan gerekli dersleri çıkararak kendi kişisel bütünlüğümüzü ya da sahiciliğimizi (otantisitemizi) tekrar yakalamaya çalışalım. İşte hikâyemiz... Padişahın İşi Ne? Sûfîlerin ve halkımızın dilinde dolaşan bir menkıbeye göre, Sultan Murad Hân o gün uykusundan gizemli bir ürperti ile ile uyanır. Telâşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Derhâl Veziriazam Siyavuş Paşa’yi çağırıp emreder: Tez tebdil—i kıyafet edup, yanıma gel!, der. Paşa da: Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?, diye sorar. Sultan Murad Han: Akşam garip bir rüya gördüm. Hayırdır inşallah?.. Hayır mı şer mi öğreneceğiz. 36 Nasıl yâni? Hazırlan, dışarı çıkıyoruz! Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın teshindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefâ’ya, Zeyrek’ten aşağılara uzanırlar. Unkapanı civarında soluklanırlar. Etraflarına daha bir dikkatle bakınırlar. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine ilişir. Sorarlar; — Kimdir bu? Ahâli: — Aman hocam hiç bulaşma, der. Ayyaşın meyhûşun biri işte!.. Nerden biliyorsunuz? Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz! Bunun üzerine bir başkası tafsilata girer; — Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azap lar Çarşısında çalışır. Nalın hasını yapar... Ancak kazan dıklarını içkiye, fuhûşa harcar. Hem her akşam şişe şişe şa rap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa onları da takar peşine evine götürür.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir. — İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?.. Hâsılı, mahalleli döner arkasını gider. Bizim tebdîl-i kıyafet etmiş mollalar kalırlar mı ortada!.. Tam vezîr de toparlanıyordur ki padişah yolunu keser: — Nereye? — Bilmem ki! —Bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım. —Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle teb’âmızdır. Defini tamamlasak gerek. — İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz bu vebalden. — Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha. — Peki ne yapmamı emir buyurursunuz? Haziran 2014 D eğer — Mollalığa devam... Nâaşı kaldırmalıyız en azından. — Aman efendim, nasıl kaldırırız? — Basbayağı kaldırırız işte! — Yapmayın, etmeyin Sultânım! Bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini... — Merak etme ben yaparım. Ama önce bir gasîlhâne bulmalıyız. — Şurada bir mahalle mescidi var ama... — Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin? — Ne bileyim, Ayasofya’dan Süleymaniye’den, en azından Fatih Camiî’nden... — Ayasofya ile Süleymânîye’de devlet erkânı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camiî’ni iyi dedin. Hadi yük lenelim... Ve cesedi alarak gelirler camiîye. Vezîr sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usûlü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş ayan beyân olur, başka bir güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü günahkârlara asla benzemez. Hem manâlı bir de tebessüm okunur dudaklarında. Pâdişâhın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Meçhul Nalıncıyı kefenlerler, tabut koyup ve musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha... Bir ara vezîr sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır. Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba... — Nasıl yâni?.. — Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri vardır..? — Doğru, öyle yâ, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi bir dolanıp geleyim. Buyrulduğu gibi vezîr cüzüne, teşbihine döner, Pâdişâh da garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hâdiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir. — Hakkını helâl et evlâdım, der. Belli ki çok yorulmuş sun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar. Şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır! Ama gözleri kısılır, hâtıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayâl dünyâsından... — Biliyor musun oğlum? diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi evdeki helaya!.. — Niye? — Ümmet-i Muhammed içmesin diye tabiî ki... — Hayret...! — Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi benim hanımı dinlemeniz gerek...” diyerek çeker gider, ben de menkîbeler anlatırdım onlara.. Mızraklı İlmihâl, Hüccet-i İslâm okurdum o kadınlara... — Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki... — Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescîdlere giderdi. Öyle bir imâmın arkasında durmalı ki, ‘Tekbîr alırken Kabe’yi görmeli’, derdi... — Öyle imâm kaç tane kaldı şimdi? — İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a giderdi. Kutb’l Hamzavî ‘Idris—i Muhtefî’ derler namına. O ulu zattan başka kimsenin arkasında namaza durmazdı... Hattâ bir gün; — Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek seni. İnan cenazen ortada kalacak... — Doğru, öyle yâ?.. — Ama O, kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Vâkıâ, ben de üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın, dedim... — Peki o ne dedi? — Önce uzun uzun güldü, sonra da: — Allah büyüktür hâtûn, dedi. Hem padişahın işi ne? İşte sevgili dostlar! Hakk’ın öyle sırlı dostları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş, bazen kendileri de manevî makamlarının farkında bile değillerdir. Hulûs-u kalp ile boyun büker, iyi-kötü tüm insanlara duâ ederler. Samîmi niyazları ile adetâ zırh olurlar tüm insanlığa... Bir seher vakti gözyaşı ile yapılan duâ, binlerce topun ve tüfeğin yapama dığını yapar. Zâlim krallıkları devirir, kaleleri yıkar! İşte Nalıncı Baba da o adsız sansız Hakk dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi Efendi’dir. Sırlı melâmet erleri olan Hamzavî—Melâmîler’dendir. Bergamalıdır. İdris—i Muhtefî’nin talebelerindendir. 1592 yılında vefat etmiştir. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah görmüştür. Öyle ki; Padişah, mübareği kendi elleriyle evine defnetmiştir. Kabri üzerine bir kubbe, içine de bir çeşme koydurmuştur. Dahası bir tekke yaptırarak adını ve yâdını yaşatmıştır. Türbesi Un-kapanı’nda, Cibâli Tütün Fabrikasının arkasındaki Harabzâde Camiî karşısındadır. Bu Hikâyeden Çıkarılacak Dersler • Önyargılarımız seçkin insanları tanımamızı engeller. • Önemli olan güzel şeyler yaparken, karşılık beklemeden yapabilmek ve yaptığımız iyilikleri adâbınca gizleyerek, iyiliklerimizi asla bir üstünlük enstrümanı hâline getirmemektir. • Bize karşı yöneltilen eleştirilere ve ön yargılara kulak kabartıp, erdemli olmaktan asla vazgeçmemeliyiz. • İyilik yapmak için, üçüncü şahısların övgüsünü almaya da asla gerek yoktur. • Dürüstlüğün ve yardımseverliğin er ya da geç mutlaka değeri bilinir. • Özünde eksiklik olan kimse, her şeyi eksik görür. • Özünde güzellik olan kimse, her şeyde bir güzellik görür. • Hiç kimseye karşı kötü zân beslememeliyiz. Peşin hükümlü ya da ön yargılı olmamalıyız. • İyiliklerimiz için pohpohlanmayı beklememeliyiz. Sâdece “iyi” olmanın ve de “iyilik yapmanın” onuru ve iç huzuru ile yetinebilmeliyiz. • İyi durumdayken yardım elimizi başkalarına uzatırsak; düşkün olduğumuz durumlarda da bu kez hiç ummadığımız yerden yardım kapıları bize fasıl fasıl açılıverir. • Gerçek iyilik, karşılık beklenmeden yapılan iyiliktir. • İnsanları tanımada veya tanımlamada aceleci ve damgalayıcı (etiketleyici) davranmamalıyız. • Şekilci olmamalıyız, şekilcilikten ve derinliksiz de ğerlendirmelerden ne olursa olsun kaçınmalıyız. Kaynak: Mehmet Hakan Alşan (Sûfi Terapi) 37 D eğer Gezi MUTLULUK KAPISI Haziran 2014 Edirne Edirne, camileri, çarşıları, köprüleri, tarihi evleriyle ve özellikle de Muhteşem Selimiye ile ülkemize gelenleri ilk karşılayan ve bir sınır kenti olma özelliğini en iyi yansıtan kentimizdir.Tarihinde çeşitli unvanlar hak etmiştir. Edirne, mutluluk dönemlerinde “Der-i Saadet” (Mutluluk Kapısı) bir “Şenlikler Şehri” dir. İ çinden ırmaklar geçen; köprüler, çeşmeler, hamamlar, sebiller şehri Edirne’ye hiç yolunuz düştü mü? Hastaların su sesiyle tedavi edildiği, kubbelere akan yağmur sularının tek damlasının dahi ziyan edilmeden büyük bir sarnıçta toplanıp daha sonra ibadet eden müminler için abdest musluklarına gönderildiği bu su gibi berrak ve temiz şehre gerçekten uğramadınız mı? Evet, Edirne sadece Selimiye Cami’nden ibaret değildi. Yıkmak lâzımdı bu algıyı. Bir zamanlar Balkan Savaşı’nın yaşandığı bu topraklar hakkıyla tanınmalı. Aksi takdirde gücenebilir bizlere Trakya’nın mis gibi tarih kokan şehri Edirne… Edirne, camileri, çarşıları, köprüleri, tarihi evleriyle ve özellikle de Muhteşem Selimiye ile ülkemize gelenleri ilk karşılayan ve bir sınır kenti olma özelliğini en iyi yansıtan kentimizdir. Tarihinde çeşitli unvanlar hak etmiştir. Edime, mutluluk dönemlerinde “Der-i Saadet” (Mutluluk Kapısı) bir “Şenlikler Şehri” dir. II. Murad’dan IV. Mehmet’e kadar zafer kutlamaları, sünnet şenlikleri, II.Mehmet’in evlilik törenleri “İstanbul’u kıskandıracak kadar” olurdu. Edirne tabii ki her dönemde hatırlarda bir “Der-i Saadet” olarak kalmadı. Bu “Serhat Şehri” Evliya Çelebi’nin sözleriyle “Bir İslam Duvarı” tarihinde birçok kez felaketle de tanıştı. En fazlada kuşatma ve işgallerden bunaldı. Şenlikleriyle “Mutluluk Kapısı” olarak hatırlanan Edirne’nin yanına “Daima bağrı yanık olan Edirne’yi de koymak gerekir. 38 Edirne her zaman kültür olaylarının yoğun yaşandığı bir kent olmuştur. Mimari yenilikler bu kentin yapılarıyla gelmiş; hat ve süsleme sanatının en güzel örnekleri burada verilmiş, çok sayıda medresesi yoğun tartışmalara tanık olmuş, tıp tarihine geçen ilk uygulamalar burada başlamıştır. Kimliğini asıl Osmanlı döneminde bulan ve imparatorluğun ikinci kenti olan Edime, kültürel mirasımızın en yoğun hissedildiği bir kenttir. Haziran 2014 D eğer 1361 yılında I. Murat tarafından fethezak depoları ve öbür bölümleriyle geniş bir alana yayılmıştır. II. Bayezid’ın 1484-1488’de dilen ve ebedi Türk yurdu olan Edime, koKimliğini asıl Osmanlı döyaptırdığı külliyenin Mimarı Hayreddin’dir. numu nedeniyle İstanbul’un alınışına kadar neminde bulan ve imparaÇok etkileyici bir görünümü olan külliye Osmanlı Devletinin başkenti olmuştur. küçüklü büyüklü yüze yakın kubbeyle örtüGöğe yazı yazan kalemler.. torluğun ikinci kenti olan lüdür. Tabiatının güzelliği kadar dikkat çekici Edirne, kültürel mirasımıYapıların en ilginci 20,55 m. çaplı, tek bir başka hazinesi daha vardır Edirne’nin. kubbeli, iki minareli anıtsal camidir. Caminin zın en yoğun hissedildiği Selimiye Camii. Mimar Sinan, Selimiye’nin batısında Darüşşifa ve tıp medresesi bulunbirer kalemi andıran minareleriyle gelmiş bir kenttir. 1361 yılında I. maktadır. Revaklarla çevrili ön avlunun yangeçmiş en büyük mimarlardan biri olduğunu Murat tarafından fethelarında ise akıl hastalarının iyileştirildikleri yazıyordu göklere. Gelmiş geçmiş en büyük kubbeli hücreler bulunmaktadır. hattatlardan Hasan Çelebi de Selimiye’nin dilen ve ebedi Türk yurdu Ayrıca, Külliyenin göz tedavisi için de iç duvarlarına nakşettiği ayetleri yazarken olan Edirne, konumu nede- yine önemli bir merkez olduğu anlatılmaksanatının zirvesine ulaşmıştı. Ulaştığı son tadır. Külliye bütünüyle, kültür tarihi yönünniyle İstanbul’un alınışına noktanın sanat hayatının da son anına denk den önemlidir. Bu bölüm günümüzde Sağlık geleceğini nereden bilecekti? Kubbenin tam kadar Osmanlı Devletinin Müzesi olarak hizmet vermektedir. ortasına enfes hattıyla ayetler yazarken gözbaşkenti olmuştur. Eski (Ulu ) Camii lerine kaçan kireç tozu ile kör olmuştu bu Edirne’de Osmanlı’dan günümüze ulaşunutulmaz yazı ustası. Selimiye Camii’nde mış en eski anıtsal yapıdır. 1403’te Emir her bir detayın ya bir anlamı ya da bir faydası vardır. Üçer şerefeden oluşan minarelerin toplam şerefe sayısı on ikidir ve bu; caminin adına Süleyman’ca yapımına başlanmış, Çelebi Sultan Mehmet zamanında yapıldığı Sultan İkinci Selim’in on ikinci Osmanlı padişahı olduğunu işa- 1414’te bitirilmiştir. Mimarı Konya’lı Hacı Alaaddin, kalfası Ömer İbn retler. İncecik minarelerde her müezzin şerefelere ayrı merdivenlerden İbrahim’dir. Çok kubbeli “Ulu camiler” tipine girer. Mermer kapısı ve iç birbirlerini görmeden çıkarlar (Müezzinler en yukardaki şerefeye çıkmak kısımdaki dekoratif yazı örnekleri dikkat çekicidir. Üç Şerefeli Camii için altıyüz doksan basamak yürümek durumundadır).Gökyüzüne çıkan 1438-1447 arasında, II. Murat’ın yaptırdığı Cami Osmanlı Sanatında bu üç ince yol sonsuzluğa açılan birer koridor gibidir. Büyük bir heyeerken ile klasik dönem uslûbu arasında yer alır. Burada, ilk kez uygulanan canla tırmandığınız sonsuzluk merdivenlerinin sonundaki şerefelerden bir planla karşılaşılmaktadır. 24 m. çapındaki büyük merkezi kubbe, ikiEdirne’yi görmek sizi hiç şaşırtmasın. Çünkü Edirne, yeryüzünün temasi paye, dördü duvar payesi olmak üzere altı dayanağa oturur. Yanlarda şasına doyum olmayan en güzel şehirlerinden biridir. siz kolayını seçip daha küçük ikişer kubbe ile örtülü kare bölümler vardır. Yapı, bir yenilik, Selimiye’nin tam karşısında bulunan Eski Cami’nin minaresine çıkmayı olarak enine dikdörtgen bir yapıdır. Böylece enine gelişen mekâna ulaşıltercihi ederseniz göreceğiniz manzara yine enfes olacaktır. Eski Caminin mak istenmiştir. Bu planı Mimar Sinan İstanbul camilerinde daha gelişkubbeleri ve asil duruşuyla Selimiye Camii.. miş biçimiyle uygulamıştır. Ayrıca, Osmanlı Mimarisinde revaklı avlu ilk Selimiye Camii’nin bir köşesine işlenmiş olan ‘Ters Lâle’ motifine kez bu camide kullanılmıştır. Avlunun dört köşesine minareler yerleştirilgöre ilginç bir tersliği temsil ediyor. Yazar Mülayim’e göre Sinan’ın onu miştir. Üç Şerefeli Cami, bu özellikleriyle sonraki camilere öncü nasıl ve neden oraya koyduğunu anlamak mümkün değil. Ama lâleyi olan anıtsal bir yapıdır. tersten çizmede tersten okunuşunda hilal anlamının çıkmasının vermiş olduğu bir içtenlik duygusu olarak yorumlamak yanlış olmaz. Sinan’ın böylece kimseyi incitmeden, ürkütmeden İslam dininin sembolü olan hilali bir Ters Lâle ile Selimiye’nin duvarına işlemeyi başardığı anlaşılıyor. Zaten Selimiye’yi farklı kılan da bu ‘Ters Lâle’ aslında. Ama Sinan’ın Ters Lâle’yi oluşturmak için taşları ters çevirdiğini ve bunu sadece bu şekli oluşturmak için yaptığını düşünmek yanlış olur. ‘Ters Lâle’ yapının bütününü tamamlayan bir parça ve Sinan lâleyi ters yaparken dahi bu bütünlüğü bozmadan büyük bir ustalıkla desenini işlemeyi bildi. Sinan’ın eserlerinde geometrik bir daireselliği görmek mümkün. Sinan bütün yapıyı bir daire üzerine yüklemeyi çok iyi başardı. Piramidal şekillerden tutun da yapının konuşlandırıldığı mekana kadar bir geometrik düzen ön plana çıkıyor. II. Bayezid Külliyesi Tunca Nehri kıyısında bulunan külliye Edirne’nin en önemli yapıtlarındandır. Cami, tıp medresesi, imaret, darüşşifa, hamam, mutfak, er- 39 D eğer Revak kubbelerindeki özgün kalem işleri, Osmanlı camilerindeki en eski örneklerdir. Camiye adını veren üç şerefeli anıtsal minare, 67,62 m. yüksekliğindedir. Her şerefeye ayrı yollardan çıkılması ilginçtir. Minare kırmızı taştan zikzaklar ve ak karelerle devinim kazanmıştır. Rüstempaşa Kervansarayı Kanuni Sultan Süleyman’ın Sadrazamı Rüstem Paşa, Mimar Sinan’a yaptırtmıştır. Klasik Osmanlı mimarisinin ilginç örneklerinden olup Kanuni döneminin görkemli yapılardandır. Avlulu hanlar planındadır. Dikdörtgen avlunun çevresine iki katlı odalar yerleştirilmiştir. Katların avluya bakan yüzleri, revaklıdır. Revakların arkasında ocaklı ve nişli odalar bulunur. Uzun yanlarda, karşılıklı olarak yukarı çıkan merdivenler vardır. Üst kat pencere ve kapı kemerlerinde tuğla süsleme ilginçtir. Kesme taş ve tuğladan örülmüş duvarlar yapıya anıtsal bir görüntü kazandırmaktadır. Rüstem Paşa Kervansarayı 1972 yılında restore edilerek otel haline getirilmiş ve başarılı görülen bu restorasyonla 1980 yılında Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü almıştır. Selimiye Arastası III. Murat, Selimiye Camisi’ne gelir sağlamak için Mimar Davut Ağa’ya yaptırtmıştır. 255 m. Uzunluğunda, 73 kemerlidir. İçinde, iki yanda 124 dükkan vardır. Evliya Çelebi, buranın “Kavaflar Çarşısı” olduğunu yazar. Dua kubbesinde, burada dükkanı bulunanların her sabah, doğru iş yapacaklarına ant içtikleri ve dua ettikleri bilinir. Adalet Kasrı Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1561 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Zeminle beraber dört katlı olup, üst katında mermer fıskiyeli bir havuz bulunur. Divan-ı Hümayun (Bakanlar Kurulu) ve Yargıtay olarak kullanılmaktaydı. Meriç Köprüsü Edime-Karaağaç yolunda, Meriç Nehri’nin üzerinde yapılmıştır. 1842’de Abdülmecid zamanında yapımına başlanmış 1847’de bitirilmiştir. 263 m. uzunluğunda, 7 m. genişliğinde, 13 ayak üzerinde 12 sivri kemerli bir taş köprü olup yanlara doğru eğimlidir. Ayaklar arasında 40 Haziran 2014 ayrıca boşaltma gözleri de bulunmaktadır. Ortasındaki yazıtlı köşkü, mermerdendir. Daha önce kubbesinde güneş motifi bulunduğu bilinir. Haziran 2014 D eğer Fatih Köprüsü Sarayiçi’nde Demirkapı ile Adalet Kasrı arasında Tunca nehrine yapılmıştır Yapım tarihi bilinmemektedir. 1452 de Fatih döneminde yapıldığı sanılmaktadır. Ortada büyük, yanlarda daha küçük olmak üzere üç gözlü olan köprü 34 m. boyunda, boşaltma gözleri vardır. Saraçhane Köprüsü Kentin kuzeybatısında Sarayiçi yakınında Tunca Nehri’ne yapılmıştır. 1451’de II. Murat döneminin önemli devlet adamlarından Sahabettin Paşa yaptırmıştır. 120 m. uzunlukta, 5 m. genişliktedir. 11 ayaklı, 12 kemerli ve taştan köprünün iki yanındaki kemeri toprak altında kalmıştır. 1702’de orta kemeri yıkılan köprü, Sultan II. Mustafa’ca onartıldığında 50 m. uzatılmıştır. Köprünün doğusunda Saraçhane Mahallesi bulunduğundan bu adla da anılmaktadır. Beyazid Köprüsü:Beyazid Külliyesi yakınında, Tunca Nehri’ne yapılmıştır. 1488’de II. Bayezid’in Mimar Hayreddin’e yaptırdığı sanılmaktadır.78 m. genişliğinde ve 5 sivri kemerlidir. Kesme taştan sağlam bir köprüdür Tarihi Edirne Evleri Edime çok önemli bir sivil mimari merkezidir. Köşkler, konaklar ve özel dekore edilmiş çeşitli ahşap evler, Edirnekâri adı verilen özel süsleme tarzıyla süslü pek çok eser günümüze kadar gelmiştir. Taş duvar ve sıvayla örülmüş ahşap iskelet sistemleri ile yapılırdı. Bu evler genellikle yanındaki daha yüksek saçaklara çift eğri öğe ile bağlanan bir çatıyla örtülü, az derinde kalan locanın içine yerleştirilmiş merkezi girişi ile kusursuz bir simetriye sahiptir. Balkan Yarımadasının hemen her tarafında en küçüğünden en gösterişlisine kadar bütün evlerde “hayat” denilen bölümler vardır. Oda kapılarının açıldığı yer olan bu bölüm, doğrudan evin bahçesine bakan yönde 1,5 - 2 metrelik direkler üzerine dayandırılmıştır. Hayatların sonunda bir basamak yükseklikte dört köşe bir kısım ayrılarak, tahta sedirlerle çevrilirdi. Evin harem ve selamlıklarında büyük kapıların açıldığı bahçe kısımları olan avluların uygun bir yerinde mermer bir çeşme bulunurdu. Bazı evlerde avluların ortasında küçük havuzlar, üzerine asma sardırılmış çardaklar vardı. Harem ve Selamlık avlularından birbirine geçilecek küçük kapı bulunurdu. Edirne Aslanı: Mehmed Şükrü Paşa Bulgar ordusu şehri kuşatınca 155 günlük zorlu müdafaa da başlar. Düşman her yönden kuvvetlidir. Onun ise ancak 40 günlük erzak ve cephanesi vardır. Yine de elinden gelenin en iyisini ortaya koyar. Tam 155 gün savunur, Sultan I. Murad’ın yadigârı Edirne’yi. Fakat takatin tükendiği noktada şehir düşer. Şükrü Paşa’nın Edirne’de imkânsızlıklar içinde yapmış olduğu müdafaa, o dönem âdeta bir ümit adacığı teşkil etti. Çünkü savaşın ilk günlerinden itibaren bütün cephelerden bozgun haberleri gelirken, teslim olmayan, bozguna uğramayan sadece Edirne vardı. Bu direniş milletin mücadele azminin canlı kalmasını sağladı, imkânsızlıklar içinde de bir şeylerin yapılabileceğini gösterdi. Şükrü Paşa ecdadyâdigârı eserlerin zarar görmemesi için, teslim olup, esir olsa da, yaktığı ümit meşalesi sayesinde, birkaç ay sonra 2. Balkan Savaşı’yla Meriç nehrine kadar olan topraklar geri alındı. Düşmanlarını bile hayrete düşüren bu büyük kumandanı, Bulgar Kralı ayakta karşılamış, özür dileyerek kılıcını iade etmişti. Fransızlar ise hayranlıklarının ifadesi olarak şeref kılıcı ve içinde binlerce imza bulunan altın bir kitap hediye ettiler. Avrupa’nın insaflı kalemleri bu destanı gazetelerinde neşrettiler. Şanlı Türk askerinin sığındığı bu yer aynı zamanda eğitim-öğretim heybesini de sırtlamış. Bu heybeyi taşmaya çalışan Şükrü Paşa’nın gönlünden sökülen dert, dilinden dökülen şu sözlerle vücut bulmuş. Bu sözü hemen orada, anıtın duvarları üzerinde görebilmek mümkün: “ Düşman hatları geçtikten sonra ölürsem kendimi şehit olarak kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam kefenim, lifim, sabunum çantamdadır. Beni bu mahalle gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir abide dikeceklerdir.” Tarihi Kırkpınar Güreşleri Kırkpınar Yağlı Güreşleri her yıl Haziran ayı sonu Temmuz ayı ilk haftasında, Tunca Nehrinin suladığı yeşil alan olan Sarayiçinde düzenlenmektedir. Eski geleneklerin muhafaza edildiği Tarihi Kırkpınar Güreşleri ve Kültür Etkinlikleri bir hafta devam eder. Çeşitli folklor gösterileri, fuarlar, sergiler, güzellik ve yöresel yemek yarışmalarıyla devam eden festivalin son üç gününde Yağlı Güreş müsabakaları yapılır. Kırkpınar Yağlı Güreşleri ile ilgili birçok söylenti vardır. Bunlardan en yaygın olanı da şöyledir: Rumeli’nin fethi sırasında Orhan Gazi’nin kardeşi Süleyman Paşa 40 askeriyle Domuzhisarı Kalesi ile birlikte birkaç kaleyi de ele geçirir. Bu birlik geri dönerken bu gün Yunanistan sınırlan içerisinde kalan Samona’daki mola alanında güreş tutuşurlar. Bunlardan ikisi yenişemezler. Daha sonra iki güreşçi bir 6 Mayıs Hıdırellez karşılamasında Ahırköy çayırlığında yeniden güreşe tutuşurlar. Güreş sabah erkenden başlayıp gece yansı iki güreşçinin ölümüne kadar sürer. Arkadaşları tarafından orada bulunan bir incir ağacının altına defnedilirler. Yıllar sonra arkadaşları aynı yere tekrar geldiklerinde, iki pehlivan arkadaşlarının gömülü oldukları yerde temiz ve gür bir kırk pınarın şırıl şırıl aktığını görürler. Bunun üzerine o yer ‘Kırkpınar’ olarak adlandırılır ve böylece Kırkpınar Yağlı Güreş geleneği başlar. Bir dönem, Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapan Edirne’de el sanatlar çok gelişmiştir. Ahşap işlemeciliğinin yanı sıra, süpürgecilikbir el sanatı olarak varlığını sürdürmektedir. Mis sabunculuğu da geleneksel el sanatları arasındadır. Edirne’yi ziyaret edenler, Edirne’nin meşhur Beyaz Peynirini, Deva-i misk şekerini ve Bademezmesini almadan gitmemektedirler. Son cümle olarak Evliya’nın Bursa için söylediğini Edirne için söylemek sanırım doğru olur; “Velhasıl Edirne su’dan ibarettir; sudan, aşktan ve görkemden.” kaynak: www.kultur.gov.tr ve gezgindergi.com 41 D eğer Kitap Haziran 2014 Kitap Tanıtımı Mümin SEKMAN HERŞEY SENİNLE BAŞLAR Çaresizlik öğrenilmiştir. Başarılı olmak da öğrenilebilir. Sende sandığından fazlası var! Gelebileceğin en iyi yerde değilsin. Yeni bir hayat için gereken, yeni bir akıldır. (...) Her şey seninle başlar! Başkaları yapabildiyse, sen de yaparsın. BOŞLUK Ahmed Günbay YILDIZ Herşey bir depremle başladı. Şiddetli bir yer sarsıntısının sebep olduğu bir felaket... Ve felakettenn pay alanlar ile çıkar sağlayanlar... İyi ile kötünün bitmeyen kavgasına ayna tutan bu romanda bize ait izler bulurken, bazı şeyleri yeniden keşfetmenin de tadını yaşayacaksınız. Bir asra yakın dönemdir içinde bulunduğumuz sosyal atmosferin ve olguların minyatürünü sunan bu romanı bir solukta okuyacaksınız. OKUMAYI SEVDİRME PROJESİ Ahmet MARAŞLI bu kitapla birlikte çocuklar, gençler ve yetişkinlerin artık “kitap kurdu” olmalarını değil, her kitaptan aldıkları özleri bir araya getirerek yeni oluşumlar meydana çıkarmayı önceleyen “bal arısı” olmalarını hedefliyor. Kitap okumayı alışkanlık haline getirmek için önce sevdirmek gerektiğini vurgulayan çalışma, okumayı sevdirecek yöntemler, teknikler, okumayı sevmiş insanların öyküleri, özlü sözler ve bu sözler üzerine yapılan değerlendirmelerle sizi çepeçevre sarıyor. Kitapta yer alan kolay ilk adımlar, değişik anahtarlar ve okuma kıvılcımları okuma sevgi ve alışkanlığını kazandırmada çok etkili, kolaylaştırıcı ve sevimli... Kitap okumayı sevmek ve sevdirmek için rehber ve alanında bir ilk: “Okumayı Sevdirme Projesi” BAŞARMAK İÇİN ZAMAN YÖNETİMİ Yaşar DEĞİRMENCİ İnsanları doğru dürüst bir hayat yaşamaktan alıkoyan şey, zaman yokluğu değil, zaman israfıdır. Zamansızlıktan şikayet edenlerin çoğu, zamanı iyi kulkanmasını bilmeyenlerdir. İlim ve teknikle insan ne yaparsa yapsın, neyi bulursa bulsun, hangi aleti ortaya koyarsa koysun, yine de zamanın, hayatın ve ölümün sırrını ilahi hakikatlerde arayacak ve orada bulmaya çalışacaktır. Takvimin, saatin icat ve kullanılmasının esas sebeplerinden biri de zamanı değerlendirmektir. İnsanın saadeti, zamanı yönetmesiyle, felaketi ise zamanı kaybetmesiyle ilgilidir. Dünya erken uyananlarındır. 42 Haziran 2014 D eğer ETKİLİ VE BAŞARILI KONUŞMA SANATI Adil MAVİŞ Bir topluluk karşısına çıktığımızda iyi bildiğiniz bir konuyu unuttuğunuz, ne yapacağınızı şaşırdığınız veya elinizin ayağınıza dolaştığı oldu mu hiç? Söz söyleme becerisinde, doğuştan gelen yeteneğin payı çok azdır. Bundan daha önemlisi ; eğitim ve kendini geliştirme çabalarıdır. İyi bir konuşmada; Sesin etkili kullanılması, ses tonlamalarının doğru yapılması, beden dili, planlı bir hazırlık, konuşulacak kitleye uygun üslup, mizah ve espri’nin yerinde kullanımı, bilgi, tecrübe, özgüven, gibi geliştirilebilir öğrenme süreçleri çok önemli rol oynar. Bu kitap, zihinsel düzeyde kendinizi bir konuşmaya hazırlamak, iyi bir başlangıç yapmak ve konuşmayı çarpıcı ve akılda iz bırakacak şekilde bitirmeye kadar konuyla ilgili pek çok püf noktasını bu eserde bulacaksınız. SAVAŞÇI Doğan CÜCELOĞLU E.E.Cummings der ki; Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada,kendin olarak kalabilmek,dünyanın en zor savaşını vermek demektir.Bu savaş bir başladı mı,artık hiç bitmez!...Anlamlı ve coşkulu bir yaşam için SAVAŞÇI kitabında böyle bir savaştan söz ediyoruz.Söz ediyorum değil,söz ediyoruz;çünkü kitabı Arif Bey’le beraber oluşturduk Arif Bey Kimdir? Arif Bey Bu kitapta benimle konuşan bir sınıf öğretmeni Arif Bey’in yüreğinde sıkıntı var, çabalıyor, anlamak istiyor, yapmak istiyor. Ama destek bulamıyor. Ve yalnız! RUHSAL ZEK Muhammed BOZDAĞ Doğduğumuz gün küçük gözlerimize sevgiyle bakanlar, büyüdükçe ne maceralar yaşayacağımızı bilebilir miydi? Hayata nereden ve nasıl başladığımızın geleceğimiz üzerinde fazlaca önemi yok. Hayatı yöneten gizli bir kudret El’i, kimimizi engelliyor ve kimimizin de önünü açıyor. Dilediği diri ocağı söndürüyor; dilediğini de küllerinden diriltiyor. Bizi yoktan O yarattı, O büyütüyor, O besliyor, O yaşlandırıyor, kabre ve sonsuzluğa O hazırlıyor. Asla başıboş değiliz. Müdahaleye göre hayatımız ansızın yön değiştiriyor; yetersiz gücümüz yeterli veya yeterli gücümüz yetersiz oluyor. Ruhsal Zekâ ilahi kudret Elinin hayatımıza müdahalesini anlama ve bu anlayışı yönetme sanatıdır. SEVDALİNKA Ayşe KULİN Aynı ırktan, kim bilir belki de aynı soydan geliyorlardı. Aynı yaşlarda, aynı boylardaydılar. Aynı kadını sevmişlerdi. Ataları aynı tanrıya ayrı yollardan ulaşmak istedikleri için, biri Boşnak diğeri Hırvat’tı. Bunu kendileri seçmemişlerdi, savaşmayı ve kaderlerini de seçmedikleri gibi. Ve ambulanstaki çocuğu kurtarmanın dışında, beklentileri yoktu yarın için. Yarınlar, kurşun, havan topu ve bombaydı, kandı. Ama her ikisi de farkına bile varmadan ‘daha güzel günleri’ bekliyorlardı. İnsanlar, değişik inançlarla ve hırslarıyla ne kadar karıştırırlarsa karıştırsınlar, kana, acıya, şiddete bulaştırsınlar, bu muhteşem dünyayı, yaşam bir umuttu sonuçta. Hiç bitmeyen bir umuttu. Dünya tarihinin en acımasız soykırımlarından Bosna’da, bir kadın gazetecinin hayatla hesaplaşması... 43 Değişim D eğer Haziran 2014 DEĞİŞEN YAŞAMLAR Hayalleri gerçekleştirmek için önce istemek lazım CEZAEVİNDE KİTAP YAZMAYI BAŞARDIM Bu kitabı yazmamdaki asıl amaçlarımdan birisi de ceza infaz kurumlarında bulunan benim gibi tüm hükümlü ve tutukluların da istedikten sonra bir şeyler yapabileceklerini göstermektir. Her insan başlı başına bir öyküdür. Yaşamamızı nasıl kazanırsak kazanalım tenimizin rengi nasıl olursa olsun, dinimiz, dilimiz ne olursa olsun hepimizin bir hikâyesi vardır. Eflatun; ‘’Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez.’’ Bu sözden yola çıkarak yaşadığımız hayatı hikâye ve romanlarla sorgulamaya çalıştım. Sonuç olarak öğrendiğim şey, yaşam her şeyin bir bedeli var ve ne kadar uzun yaşadığımız değil nasıl yaşadığımız önemlidir. Bende ceza infaz kurumuna geldiğim günden bu yana hoşuma giden her türlü hikâyeyi, makaleyi, özlü sözleri biriktirdim, tabi bunlar bir süre sonra saklaması, muhafaza etmesi güç haline geldi. Bende bunları herkesin sıkılmadan okuyabileceği herkesin kendi hayatından bir şeyler bulabileceği ve herkesin okurken ders alarak okuyabileceği ve istedikten sonra başarılamayacak hiçbir şey olmadığını anlatmaya çalıştım. Bu anlatımlarımı bir kitap haline getirmeyi başardım. Siz kader arkadaşlarımın dört duvar arasında dahi olsanız, zamanın ne kadar değerli ve hayatın ne kadar güzel ve yaşanır olduğunu anlayacağınızı umuyor ve kitapların aydınlık ve eğitici reh- 44 berliğine ihtiyaç duyduğunuza inanıyorum. Benim bu kitabı yazmamdaki asıl amaçlarımdan biriside ceza infaz kurumlarında bulunan benim gibi tüm hükümlü ve tutuklularında istedikten sonra bir şeyler yapabileceklerini göstermek ve mutlaka herkesin içerde yapabileceği bir şey olduğunu göstermek ve teşvik etmektir. Ceza infaz kurumlarında bulunduğum süreyi çok iyi değerlendirmek gerektiğini, geçen zamanın geri gelmediğini anladım. Bulunduğumuz durumu fırsata çevirebilmenin, yeni bir başlangıç olarak görebilmeyi öğrendim. Tüm hükümlü ve tutuklu kader arkadaşlarıma da bu yönde tavsiyede bulunmak istiyorum. Ayrıca bu kitabı yazıp bitirmeme vesile olan ve desteklerini esirgemeyen Kastamonu E Tipi Ceza İnfaz Kurumu müdürü, öğretmeni ve tüm personeline sonsuz teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Biz mahkûmlara ayrım yapmaksızın tekrardan topluma kazanabilmemiz için çaba sarf edip itina ile görevlerini yapan tüm personele de ayrıca teşekkür ediyorum. Süleyman Dayıoğlu-Kastamonu E Tipi Ceza İnfaz Kurumu Haziran 2014 D eğer Kişisel Gelişim ÇOCUĞUN YAŞAMINDA BABANIN ROLÜ VE ÖNEMİ Toplumun genel yapısı da anneyi ve annenin çocukla olan ilişkisini ön planda tuttukları için baba, çocukla olan ilişkide hep anneden sonraki figür olarak görülmüştür. Oysa baba en az anne kadar önemli ve çocuk için tahmin edilenden daha fazla model olan ebeveyndir. Ç Serap Duygulu ocukların hayatında gizli kahramanlar olarak yer eden babalar maalesef anneler kadar ön planda görünmezler. Toplumun genel yapısı da anneyi ve annenin çocukla olan ilişkisini ön planda tuttukları için baba, çocukla olan ilişkide hep anneden sonraki figür olarak görülmüştür. Oysa baba en az anne kadar önemli ve çocuk için tahmin edilenden daha fazla model olan ebeveyndir. Hem kız çocukları için, hem de erkek çocukları için müthiş bir model oluşturmaktadır. Bilindiği gibi babalar kızlarına aşıktırlar, hatta kızlarıyla babalar arasında çok ilginç ve hoş bir iletişim vardır. Zaman zaman hepimizin gözlemlediği üzere, babalar kızlarına karşı çok hassastırlar, nazlarını seve seve çekmeye isteklidirler. Kızlar da babalarını parmaklarının ucunda oynatabildiklerini fark ettikleri için baba kız arasındaki ilişki çok özel biçimde gelişir. Ve genellikle de yetişkin olduklarında kız çocuklar babalarına benzeyen erkeklerle evlenirler. Baba, kızının gözünde annesi ile yaşadığı ilişki ile karşı cinsle kurulması gereken ilişkinin bir modelini sunmaktadır aslında. Kız çocuklar belirli bir yaştan sonra annelerini taklit eder, model alırlar. Anneyle özdeşleşen kız çocuk için baba,karşı cinsi temsil eden çok önemli bir model oluşturmaktadır. Kız çocuğu babasıyla tanıyıp,özdeşleştirdiği erkek figürlere olan yaklaşımını babasıyla kurduğu ilişkide test edecek, sınırlarını belirleyecektir.Gelecekte hayat arkadaşı olarak seçeceği eşinde, babasının özelliklerini araması, babasına benzeyen erkeklere yakınlık göstermesi bu sebepledir. Aynı şey erkek çocuk için de geçerlidir. Erkek çocuk da gelecekteki sosyal birey olarak rol modelini babasını izleyerek öğrenecek, kişiliğini ka- zanırken babasını taklit edecektir. O da babasının annesiyle kurduğu ilişkiyi gözlemleyerek karşı cinsle olan ilişkisini tanımlayarak, davranışlarını biçimlendirecektir. Baba,nelere tepki gösteriyorsa,neleri seviyor,nelerden hoşlanmıyorsa hemen hemen aynı tutumları erkek çocuğun da benimsediğini görmek şaşırtıcı olmamalıdır.Babalar bütün bunlar göz önüne alındığında görülecektir ki,ailenin görünmeyen, gizli kahramanlarıdır.Bir baba hem kızı için,hem oğlu için oluşturduğu örnek ebeveyn görevi nedeniyle hiç de geri planda olan ya da olması gereken bir figür olmadığını bilmelidir. Çocuklarla ilişkileri ve ihtiyaçları düzenleyen kişi anne olmakla beraber, çocukların sevgisine, ilgisine,hatta sadece varlığına bile büyük gereksinim duydukları kişinin baba olduğunun bilinciyle hareket etmek çok önemlidir. Çocuklarının hayatında bu denli önemli bir göreve ve sorumluluğa sahip olan babanın da bu sorumluluğa uygun hareket edebilmesi ayrıca büyük önem taşıyor. Çocuklarla kurulacak ilişkinin çok iyi düzenlenmesi, eşiyle olan ilişkisinin kalitesine ve içeriğine çok dikkat etmesi bir babanın saygınlığını ve güvenilirliğini de etkileyen faktörler arasındadır. Baba olarak görünen ve görünmeyen görevlerinin ağırlığı ciddi bir sorumluluk gerektirir. Babanın çocuklarıyla kurduğu ilişki, çocukların kişiliğinde son derece önemli etkilere sahip. Babanın tutumları ve davranış biçimleri çocuklar üzerinde görünür olumlu ve olumsuz değişikliklere yol açıyor. Sert, baskıcı, katı bir baba modeli ile büyüyen çocuklarda, yani babanın dengeli bir otorite oluşturamadığı, iletişimde ve sevgide tutarsız olduğu durumlarda utangaçlık, içe kapanıklık, kendine güvensizlik görülebiliyor. Dengeli bir sevgi ile,ihtiyaçlarına önem ve özen gösterilen bir ortamda büyüyen çocukların ise son derece sosyal bireyler oldukları, çevreleriyle uyumlu bir ilişki kurabildikleri, kendilerini ifade etmekte sorun yaşamadıkları ve akranları arasında liderlik özellikleri bakımından daha önde oldukları dikkat çekiyor. Demek ki denge ve sağlıklı iletişim çocuk ve baba ilişkisinde çok önemli. Baba olmak demek,çocukla araya soğuk mesafeler koymak demek değil.Aksine sevgi ve ilgide sınır koymadan, tutarlı ve sürekli bir sevgi çocukla baba ilişkisinin temelini oluşturuyor. Çocukların kişilik yapısının en önemli yapı taşlarından birini oluşturan baba ile kurulan ilişkide ise en önemli görev babaya düşüyor.Baba her yönüyle çocukların en önemli kahramanı olarak üzerine düşen sorumluluğun bilincinde hareket etmeli ve çocuklarının kişiliğini oluşturan çok önemli bir model olduğunu unutmamalıdır. Kaynak: http://www.serapduygulu.com.tr 45 Canlılar Alemi D eğer Haziran 2014 Canlılar alemi Doğadaki vites kutuları ve motorları Bir sinek kanatlarını istediği hızda çırparak aniden hızlanabilir veya yavaşlayabilir. Otomobillerde motordan elde edilen gücü tekerleklere aktarmak için çok sayıda dişli kullanılır. Arabalardaki oldukça ağır ve fazlaca yer kaplayan bu dişlilerin yerine, sineklerde sadece birkaç milimetrekareye sığan bir mekanizma vardır. M otorlu taşıtlara ilgi duyan hemen herkes bu araçların hareket etmesinde vites kutularının ve tepkili motorların ne kadar önemli bir yer tuttuğunu bilir. Fakat pek az kişi, doğada, bizim kullandıklarımızdan çok daha iyi tasarıma sahip vites kutularının ve jet motorlarının olduğundan haberdardır. Vites kutusu, bir aracın hızı değiştiğinde motorun en verimli şekilde kullanılmasını sağlar. Doğadaki vites kutuları da otomobillerdekine benzer bir prensiple çalışır. Örneğin sinekler, normal bir uçuş sırasında, havada üç aşamalı hız sağlayan doğal bir vites kutusu kullanırlar. Bir sinek bu sistem sayesinde kanatlarını istediği hızda çırparak aniden hızlanabilir veya yavaşlayabilir. Otomobillerde motordan elde edilen gücü tekerleklere aktarmak için çok sayıda dişli kullanılır. Düzgün bir sürüş, ancak dişliler kademe kademe kullanıldığı takdirde elde edilebilir. Arabalardaki oldukça ağır ve fazlaca yer kaplayan bu dişlilerin yerine, sineklerde sadece birkaç milimetrekareye sığan bir mekanizma vardır. Çok daha kullanışlı bu mekanizma sayesinde sinekler kanatlarını rahatlıkla çırpabilirler. Mürekkep balığı, ahtapot ve Nautilus, suda hareket ederken tepkili motorlardaki gibi bir itiş gücü kullanırlar. Bu sistemin ne kadar etkili olduğunun anlaşılması için, bilim literatüründeki adı LoligoVulgaris olan kalamarın suyun içindeki hızının saatte 30 kilometreyi aştığını söylememiz yeterli olacaktır. Bu konudaki en benzersiz örneklerden biri olan Nautilus, ahtapot benzeri bir deniz canlısıdır ve jet motoru ile 46 çalışan bir gemi gibidir. Başının altındaki bir tüp ile suyu içeri alır ve sonra da geri püskürtür. Böylece oluşturduğu akım bir yöne doğru hareket ederken Nautilus da diğer yöne doğru hareket eder. Bu canlıların bilim adamlarını imrendiren bir diğer özellikleri de, sahip oldukları doğal tepkimeli motorların, denizin derinliklerindeki son derece güçlü basınçlardan etkilenmemesidir. Ayrıca hareketi sağlayan sistemleri hem sessiz hem de oldukça hafiftir. Nitekim Nautilusun yapısındaki bu üstünlük, denizaltılar için model oluşturmuştur. www.bilimveteknoloji.org Haziran 2014 D eğer Bilim Dünyada Ne kadar tür var? Hawaii Üniversitesi’nden Camilo Morave Dalhousie Üniversitesi’nden Boris Worm isimli araştırmacılar kendi buldukları yöntemle Dünya’daki tür sayısının tahmini olarak 8.700.000 +- 1.300.000 olduğunu bildirdi. Bülent Gözcelioğlu Dünya’daki canlı türü sayısı her zaman biyolojinin tartışmalı konularından biri olmuş ve olmaya da devam ediyor. Yeni araştırma yöntemleri ve olanakları sayesinde daha önce girilemeyen bölgelerdeki türler yavaş yavaş tanımlanıyor. Her yıl 15.000 yeni tür araştırmacılar tarafından bildiriliyor ve bu sayının azalması beklenmiyor. Bilim insanları şimdiye kadar 1.300.000 türü adlandırıp listeledi, ama taksonomistlerin (sınıflandırmayla uğraşan bilim insanları) kafasını hala “acaba daha ne kadar tür keşfedilmeyi bekliyor”sorusu meşgul ediyor. Hawaii Üniversitesi’nden Camilo Morave Dalhousie Üniversitesi’nden BorisWorm isimli araştırmacılar kendi buldukları yöntemle Dünya’daki tür sayısının tahmini olarak 8.700.000 +- 1.300.000 olduğunu bildirdi. Bununla beraber PloSBiology dergisinde yayımlanan bu çalışmaya birçok eleştiri de geldi. İki araştırmacının yöntemi şöyle: 1750 yılından bugüne kadar keşfedilen hayvan sınıflarını listelemişler. Keşfedilen sınıf sayısı başlangıçta 150 yıl artmış ve zirve yapmış, sonra yavaşlamış. Bu da hemen hemen tüm sınıfların keşfedildiğinin göstergesi. Araştırmacılar daha sonra aynı yavaşlamanın cins, aile gibi gruplarda da olduğunugörmüş. Memeliler ve kuşlar gibi tür olarak iyi çalışılmış gruplarda toplam sayıyı tahmin edebilmek için taksonomik piramit oluşturmuşlar. Metodun iyi biröngörü yaptığı ortaya çıkmış. Bu metoda göre Dünya’da 7.700.000 hayvan, 298.000 bitki türü bulunduğu öngörülüyor. Aynı zamanda Dünya’nın yaklaşık % 29’unu oluşturan karalar, Dünya türlerinin yaklaşık % 86’sına ev sahipliği yapıyor. Bu çalışmaya gelen eleştirilerse bu metodun az çalışılmış gruplarda yeterli öngörü sağlamayacağı yönünde. Örneğin Dr. Mora veDr. Worm’un metoduna göre Dünya’daki tahmini bakteri türü sayısı 10.000. Oysa birçok araştırmacı bir kaşık toprakta yaklaşık 10.000 çeşit bakteri bulunduğunu, bunların çoğunun da bilim için yeni türler olduğunu belirtiyor. Kaynak: Bilim ve Teknik dergisi 47 Aile D eğer Haziran 2014 İYİLİK KALIR... İnsan ruhu öyle bir şeyi arzular, öyle bir hale ermeye çabalar ki; onu dünya hayatında elde edemez. Ruhumuzun menzili, kavrayışımızın ötesindedir. Ruh devamlılıktan fazlasını arzular, bizi aşan, ötemizde bir yere varmak ister. Ruhun en derin özlemi olan gerçek mutluluk, insanın elde ettiği güçte değildir. Ruh ebediyeti arzular. Bu dünyada olmayanı. İ Kemal Sayar nsan neden ölümsüzlüğün peşindedir? Neden daha uzun, hatta elimizde olsa sonsuza dek yaşamak isteriz? Yeryüzü eğlencelerinden geri kalmak istemediğimiz için mi? Dinlerin ve pek çok kültürün bize ebediyetten ve ölümsüzlükten bahsetmesi ilk elde insan ruhuyla ilgili bir hakikati ifşa eder : İnsan ruhu öyle bir şeyi arzular, öyle bir hale ermeye çabalar ki onu dünya hayatında elde edemez. Ruhumuzun menzili, kavrayışımızın ötesindedir. Ruh devamlılıktan fazlasını arzular, bizi aşan, ötemizde bir yere varmak ister. Ruhun en derin özlemi olan gerçek mutluluk, insanın elde ettiği güçte değildir. Ruh ebediyeti arzular. Bu dünyada olmayanı. İnsan işte hep bu gerilim hattında yaşar: Ruhun aşkınlığa duyduğu özlemle bedenin pek sınırlı güçleri arasındaki gerilim hattında. Aslında insanın peşinde olduğu şey ölümsüzlük değildir. O bütünlüğün, hikmet ve iyiliğin peşindedir. Bu özlem, bu susuzluk, çürüyen bedenlerin içinde geçirdiğimiz dünya hayatında giderilemez. İnsan dünya hayatında tamamlanamayan bir varlıktır. O halde ruhun özlemi bu dünya hayatını uzatmakla karşılanamaz, ‘aynısından biraz daha fazla’ daha almak en derin arzularımızı tatmin etmez. Sadece süreklilik duygusu insana mutlu- 48 luk getirmeyecektir. Bedenin ölümsüzlüğü peşinde koşmak suretiyle ruhun en derin özlemlerine körleşebilir ve bu hayatı iyi yaşama fırsatını da kaçırabiliriz. Fanilik ve ölümlülüğü kabul etmekle insan, ‘yaşama ödevi’ni de hatırlamış olur, iyi yaşamak gerekir, iyiliğin peşinde koşmak gerekir, ruhlarımızın iyiliği için ihtimam göstermek gerekir. Ancak ölümlü olmamızladır ki soyluluğa kulaç atarız. Cesaret, sabır, cömertlik, adalete adanmışlık, ruhun büyüklüğü…Bütün bunlar, bizi soylu ve iyi olan uğruna, bir an için sıradan varlığımızdan ayırıp çok ötelere taşır. Korkulardan sıyrılır, bedenin zevklerinden sıyrılır, ihtiyaçlar dünyasından ruhumuzu azat ederiz. Böylece erdemli bir hayata yükseliriz. İyi bir hayata. Yaşanası bir hayata. İnsan ölümsüz olsaydı, güzellik ve erdemin peşinden koşacak mıydı? Eğer ölümsüz olsaydık sevebilecek miydik? ‘Ölüm güzelliğin anasıdır’ demiş şair. Hayatın bir sonu olduğunu, dünyadaki varlığımızın geçici ve kırılgan olduğunu bildiğimiz için güzelliğe sevdalanırız. Güzel bir şeyler ortaya koymak isteriz, güzelliğin çürümekten geri duracağına inanırız. Ama bir gül, günü geldiğinde solduğu için bize güzel görünmez mi? Onun gönül alıcı kızıllığı biraz da bu yüzden okşamaz mı ruhumuzu? Haziran 2014 D eğer Her varlık tam bir yalnızlık içinde ölür. İnsan faniliğin farkına varmakla varlığın her bir dakikasının sorumluluğunu fark eder. İnsan sonlu ve ölümlü olmasaydı eğer, hiçbir şeyi elinden kaçırmış olmayacaktı. Ancak ölümlü bir varlık için hiçbir olay tamamen aynı şekilde iki kez vuku bulmaz. Yüce Tanrı, kitabında ‘Her şey belirlenmiş bir vakte kadar akar’ buyuruyor. Ölüm hayatın meyvesidir, hepimiz hayatımız boyunca hazırladığımız bir ölümü tadarız. Bu satırları yazıyorum çünkü bilinsin istiyorum ki dünyadan geriye iyilik kalır. İyilik ölümsüzdür. İnsan ancak iyilik ve güzelliğe râm olarak ölümsüzlüğü tadabilir. Bu satırları yazıyorum diye ağlamıyor muyum? ‘Kan ağlasın bu dide-i dürbarım ağlasın’ demiyor muyum Galip Dede gibi? ‘Eyvah elden o gül-i handanım aldı mevt’ diye sızlanmıyor muyum? Latif bir insan, bir gün ofisime kadar geldi ve kulağıma bir güzel söz fısıldadı. ‘Kadere iman eden kederden kurtulur’. Hasreti yâr edindiğim günlerde, iyiliğin kanatlarıyla nice insan teselliye geldi. Kimi dinledi, kimi kendi tecrübesini anlattı, kimi elektronik postalarla acımı paylaştı. Dualarla, insanın acısını hafifleten yüce sözlerle ruhuma pansuman yaptılar. İyilik kalır. Galip Dede’nin duasını, yâr-ı gârım, bu dünya mağarasındaki arkadaşım, sevgili babam için tekrar ederek bitiriyorum : ‘Kutlu kabri o Ay’a mübarek olsun; Tanrı, şefaat makamına erişmeyi ona kolaylaştırsın. ..Zaman’ın aşıklara âdeti daima budur. Buluşup kavuşmayı meydana getirmesi bile ayırmak içindir; zehri yutulmaz; harareti yüzünden ağza alınmaz. Benim gördüğüm bu yokluk yurdunun yokluğudur; kalan ancak Allah rızasıdır; ebedîlik ancak Allah’ındır’. İnsan faniliğin farkına varmakla varlığın her bir dakikasının sorumluluğunu fark eder. İnsan sonlu ve ölümlü olmasaydı eğer, hiçbir şeyi elinden kaçırmış olmayacaktı. Ancak ölümlü bir varlık için hiçbir olay tamamen aynı şekilde iki kez vuku bulmaz. www.kemalsayar.com 49 Edebiyat D eğer Haziran 2014 BEN HAYATTA EN ÇOK BABAMI SEVDİM Ben hayatta en çok babamı sevdim Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk Çarpık bacaklarıyla -ha düştü ha düşecek Nasıl koşarsa ardından bir devin O çapkın babamı ben öyle sevdim Bilmezdi ki oturduğumuz semti Geldi mi de gidici - hep, hep acele işi Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi Atlastan bakardım nereye gitti Öyle öyle ezber ettim gurbeti Sevinçten uçardım hasta oldum mu, Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi oğluyla! Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu, Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu, En son teftişine çıkana değin Koştururken ardından o uçmaktaki devin, Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı nefesim, fikrim, canevim Hayatta ben en çok babamı sevdim. Can YÜCEL 50 Haziran 2014 D eğer Bilgi BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ? Vücudumuz hakkında sizi şaşırtacak 16 olağanüstü gerçek 1. Dil izi: Eğer kimliğinizi saklamak isterseniz, dilinizi çıkarmayın. Parmak izine benzer şekilde, herkes tek ve benzersiz bir dil izine sahip. 2. Döküntü: Evde tüy dökme derdinden şikayetçi olan sadece evcil hayvanınız değil. İnsanlar her saat yaklaşık 600 bin deri partikülü döküyor. Bu her yıl yaklaşık 680 gram tutuyor, bu nedenle ortalama bir insan 70 yaşına kadar yaklaşık 48 kg deri dökmüş oluyor. 3. Kemik sayısı: Yetişkinlerde bir bebekten daha az kemik bulunuyor. Doğduğumuzda yaklaşık 270 kemiğe sahip oluyoruz, ancak gelişim süreci boyunca kemikler eriyip birbiriyle kaynaşıyor ve yetişkin olduğumuzda sadece 206 kemiğimiz kalıyor. 4. Yeni mide: Mide mukozasının dış tabakası ömrü çok kısa olduğu için 3-4 günde yenilendiğini biliyor muydunuz? Eğer yenilenmeseydi, midenizdeki yiyecekleri hazmetmek için kullanılan güçlü asitler, aynı zamanda midemize de zarar verecekti. 5. Koku hatırlama: Burnumuz köpekler kadar hassas değildir, ancak 50 bin farklı kokuyu hatırlayabilir. 6. Uzun bağırsaklar: İnce bağırsağın uzunluğu yetişkin bir insanın boyunun yaklaşık 4 katı uzunluğundadır. Eğer geriye doğru katlanmasaydı, 5-6 metrelik uzunluğu karın boşluğuna sığmazdı. 7. Bakteri: Bu cilt için gereklidir. İnsan vücudunda cildin her santimetre karesinde yaklaşık 32 milyon bakteri yaşıyor. Bunların büyük bir çoğunluğu zararsız. 8. Vücut kokusunun kaynağı: Koltuk altı gibi, kokan ayakların kaynağı terdir. İnsanlar ayaklarından da terler. Bir çift ayak 500 bin ter bezine sahiptir ve günde yarım litre ter oluşturabilir. 9. Hapşırma hızı: Hapşırık havada saatte 161 km hızla gidebiliyor. Bu nedenle hapşırınca burnunuzu ve ağzınızı mutlaka bir mendille kapatmalı, fakat hapşırığınızı tutmaya çalışmamalısınız. 10. Kan aralığı: Eritrosit olarak bilinen kan hücreleri bikonkav (iki yanı çukur) diskler şeklindedir. Kan uzun bir yolda seyahat eder. İnsan vücudunda yaklaşık 96 bin 560 km kan damarı bulunuyor. Çok çalışkan olan kalp her gün damarların içine 7 bin 571 litre kan pompalıyor. 11. Tükürük miktarı: Tükürüğünüzün içinde yüzmek istemeyebilirsiniz, fakat biriktirseydiniz bunu yapabilirdiniz. Çünkü, bir ömür boyunca insan 25 bin litre tükürük üretiyor. Bu miktar 2 yüzme havuzunu doldurmaya yeter. 12. Horlama sesi: 60’lı yaşlarda, erkeklerin yüzde 60’ı ve kadınların yüzde 40’ı horluyor. Horlama ortalama 60 desibelken, horlama seviyesi bazı kişilerde 80 desibelin üzerine çıkabiliyor. 80 desibel seviyesindeki ses havalı matkabın çıkardığı ses kadar yüksektir. 85 desibelin üzerindeki sesler insan kulağına zarar verdiği saptanmıştır. 13. Saç rengi ve sayısı: Sarışınlar daha eğlenceli olabilir ya da olmayabilir, ancak sarışınlar kesinlikle daha fazla saça sahipler. Saç rengi saçımızın ne kadar sık olduğunu belirlememize yardımcı oluyor. Buna göre sarışınlar en üst sırada yer alıyor. Bir insanda ortalama 100 bin saç kılı bulunurken, sarışınlarda bu sayı ortalama 146 bin. Siyah saçlı insanlar yaklaşık 110 bin saç kılına sahip, kahverengi saçlı insanlarda ise 100 bin saç kılı bulunuyor. Kızıl saçlı insanların ise saç kılı daha az yaklaşık 86 bin kadar. 14. Tırnak gelişimi: Eğer el tırnaklarınızı ayak tırnaklarınızdan daha sık kesiyorsanız, bu doğaldır. El tırnaklarımız daha çok kullanıldığı için daha hızlı uzuyorlar. Elimizin tırnakları 0,5 - 0,6 mm hızla uzar. Yani kesilmezlerse yılda 2,5 - 3,0 santimetre uzunluğa ulaşabilirler. Ayak tırnaklarının uzama hızı bunun dörtte biri kadardır. En hızlı uzayan tırnak orta parmağın tırnağıdır. 15. Baş ağırlığı: Bebekler doğduklarında başlarını tutamazlar. İnsan başı doğduğunda vücudumuzun toplam uzunluğunun dörtte biri kadardır. Fakat, yetişkin olduğumuzda bu oran toplam uzunluğumuzun 8’de birine ulaşır. 16. Uyku ihtiyacı: Eğer iyi bir gece uykusu için öldüğünüzü söylerseniz, tam anlamıyla bunu kastediyorsunuz. Haftalarca bir şey yemezseniz ölmezsiniz, fakat 11 günden sonra uykusuzluğa dayanamaz, sonsuza kadar uyup kalırsınız... www.memurlar.net 51 Edebiyat D eğer Haziran 2014 YÜREĞİMİZ SOMA’DA Sabır ver YA RABBİ, Yandı yürekler. Yıkıldı bir çok hanede, Temel direkler. Yeter artık, son olsun; Böyle felaketler. Soma ŞEHİTLERİNE ağlıyoruz, Tüm ULUS’ca hepimiz. Takdiri İLAHİ amma, Dayanmak çok zor. Kolay kolay küllenmez, Yüreğimize düşen bu KOR. Büyük ALLAH’ım, sabır ver; İçimiz yanıyor. Soma ŞEHİTLERİNE ağlıyoruz, Tüm ULUS’ca hepimiz. Bedenimiz tutsak olsa da, Yüreğimiz orada. Gözyaşımız sel oldu, Azap çekiyoruz burada. Kimi sözlü, kimi nişanlı; Ermemişler murada. Soma ŞEHİTLERİNE ağlıyoruz, Tüm ULUS’ca hepimiz. Elden bir şey gelmiyor, DUA etmekten başka. Rahlemizde Hz. KUR-AN; Okuyup, niyaz ediyoruz HAKK’a. Ruhları ŞAD olsun; Unutmayacağız asla. Şehitlere DUA ediyoruz, Burada biz hepimiz. AMENTÜ’nün meali açık; Hayra, şerre ve bil kadere. İnançlı bir milletiz; Şükredeceğiz, adı kedere. MEVLA’m bir daha yaşatmasın; Böyle elim badire. Soma ŞEHİTLERİNE ağlıyoruz, Tüm ULUS’ca hepimiz. Ali Rıza Çağlar Kartal H Tipi Caza İnfaz Kurumu 52 BEN SİZİ ÇOK SEVDİM Kentimin üzerine, aralıksız yağmur yağıyor Baba ocağından, çok uzaklarda geziyorum Umut sessiz, ümit ıssız Hayaller yorgun burada Kitaplığımda birkaç raf kaplıyor anılarım Boğulmuş denizlerde, su soluyorum Geceleri dolaşmak yasak burada Kamburlaşmış aydınlık Yarın yıkık hayalleri, tel örgülerle kaplı İlk nefeste hasretin dumanı boğazımı tıkıyor Tüm hayallerimin gecesi, gündüzü tutuklu Dar ranzaya gömüldü yıllar Yan kamarasındayım hayatın Müsrif ve hesap bilmez ayrılıkla Gıyaben bakıyorum Yarın tekrar bakacağım, duvardaki o resme Dünüm yarınımı yazarken şu zalim zindan da Takı Şem-u Ruşen gibi sesleniyorum size ... Mehmet Albayrak Kocaeli 2 No’lu F Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu D eğer BABAM SON PİŞMANLIK FAYDA ETMEZ Seni üzen şarkıları sustur babam Arama artık albümlerde beni Baharı düşün babam, düşün ki Ufkunu aydınlatan bir güneş doğsun Sancılı rüyalardan artık uyan Kanıyorsan eğer benim yüzümden Dalını kır at babam Hasret kokan ne varsa yak gitsin Limandan martıları uğurlama sakın Bir simidi bölüşmenin sevinci kalsın Baba şefkati olmayan çocuklarla da koş Koş ki bir yıldız daha düşmesin semalardan… Okan Sakallar Uşak E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Bundan 5 yıl öncesiydi. O zamanlar 4 yaşındaki kızım pahalı bir hediye kaplama kağıdını ziyan ettiği için ona kızmıştım. Ertesi gün kızım kutuyu bana getirip bu senin babacığım dediğinde çok üzülmüştüm, ki anlatmam mümkün değil. Acaba gereğinden fazla mı tepki göstermiştim kızıma. Kendimce bir gece önce söylediklerimden utanmıştım. Neyse büyük bir sevinçle kızımdan hediye paketini alıp hemen açtım. Sevindim çünkü kızım o zamanlar 4 yaşında bir çocuktu. Yani çok küçüktü. Bana böyle bir sürpriz yapması çok ilginç ve güzeldi. Kutuyu açınca bir de ne göreyim, kutunun içi bomboştu. Ne bileyim o anda bir acayip oldum. Onun alışık olmadığı bir ses tonuyla, birilerine böyle bir hediye verildiğine kutunun içerisinde bir şeyler olması gerekir küçük hanım dedim. Bunu bilmiyorsan öğren diyerek devam ettim. Amacım onu incitmek ya da kırmak kesinlikle değildi. Sadece bilmesini istedim. Küçük kızıma bunları söyledikten sonra o güzel gözlerinden yaşlar akıverdi. Adeta göz yaşlarına boğulmuştu. Bu kadar üzüleceğini nereden bilebilirdim. Sonrasında yaşlı gözlerle dönüp baktı – Dedi ki. - Babacığım o kutu boş değildi ki ... Ben o kutunun içine öpücüklerimi doldurmuştum. O an öyle fena oldum ki, adeta başım döndü. Hemen canım kızıma sarılıp beraberce ağladık. O günün üstünden 5 yıl geçti ve ben o kutuyu halen saklarım. Şimdi ise yıllara mahkum oldum. Ne zaman canım sıkılsa, ne zaman kendimi kötü hissetsem, ne zaman onu çok özlesem, o kutuyu açıp kızımın hayali öpücüklerini çıkarırım. Asla ön yargılı olmayalım. Sevdiklerimizin kıymetini yanımızdayken bilelim. Yoksa o günler tekrar geri gelmiyor. Son pişmanlık ise asla fayda etmiyor. Canım kızım seni çok seviyorum. Ali Sırımcı - Balıkesir L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu BEN EN ÇOK BABAMI SEVDİM Daha dünyaya adım atar atmaz, ilk nefeste etrafındaki kalabalıktan hissetmeye başlıyor yeni doğan bir bebek zor bir yere geldiğini, zaman geçtikçe alışıyorsun dünyaya küçük yaşlarda farkına varmasan da hayat mücadelesinin zorluklarına büyüdükçe anlıyor insan. Korkmuyorsun zorluklardan çünkü Yalnız değilsin, seni boynunda taşıyan, elinden tutan bu güçlü kuvvetli kişinin baban olduğunu biliyorsun ve daha emin bir şekilde basıyorsun ayaklarını yere. Ben de babamı böyle sevdim, günler geçtikçe tek hayalim babam gibi konuşmak, babam gibi yürümek, babam gibi oturmaktı. Hep babama özenerek yaşıyordum çünkü bana göre dünya üzerindeki tek güçlü erkek babamdı. Çok soğuk bir kış günüydü kar lapa lapa yağıyordu dışarıda... Çocuktum ve çok hastaydım, ateşler içinde yanarken bitap halde ara sıra gözlerimi açabildiğimde başucumda babamı görüyordum. Nemli gözleri ile gözlerime bakarken. Sürekli soruyordu “oğlum, Yusuf’um canının istediği her ne varsa söyle hemen getireyim” tabi ki o yaşlarda ben çocuk aklımla ne bilirdim istediğimin mevsimi olmadığını çok zor bulunacağını hele de 80’lerin Malatya’sında. Anacığım her ne kadar “gitme bulamazsın bu zamanda” dese de babam koşar adım çoktan gitmişti bile. Aradan çok uzun zaman geçtiğini hatırlıyorum belki 4-5 saat sonraydı. Artık gece sabaha dönüyordu, kapı zili çaldı babam geldi. Bir zafer kazanmış kahraman edasıyla bana gülümseyip elindeki poşetleri gösteriyordu. Benim babam böyleydi, bir sözümle oldurmazı oldurmuştu ve çok mutlu olmuştu, çünkü biricik oğlu mutluydu gülüyordu biricik babasına teşekkür ederken. Ben babama söz verdim, hiç üzmeyeceğim babam seni derdim, evet ben onu sevdim ve hiç üzmedim. Herkesin babası başkadır, benim babam bambaşkadır, sadece babam değildi benim en iyi arkadaşım, tek sırdaşım, dert ortağım dostumdu, yıkılmaz sırtımı yasladığım dağımdı. Her şeyiyle örnek bir insan, iyi bir babaydı. Mesela; çok merhametliydi, hoşgörülü, sevecendi, kimselere kötülük EN ÇOK ONU SEVDİM BEN Haziran 2014 düşünmez, her düşene el uzatırdı, yaratılmış olan her mahlukatı severdi, sinirli olsa bile kızmaz kızmayı beceremezdi. Çok duygusaldı, örneğin defalarca izlemiş olduğu Küçük Emrah’a her seferinde dikkat kesilir onunla birlikte ağlardı; tekrar, tekrar. Kemal Sunal ile birlikte kahkaha atar mutluluğunu paylaşırdı. Şimdi ise bu koca dünyada beni Yalnız bırakıp göçtün fani dünyadan, giderken de yaptın yine sürprizini tutuklu oğlunu, gurbetteki kızını tüm ailemizi topladın çatının altına ve yürüdün hak’ka. Bana büyük bir yük bıraktın, babam sana söz anneme, kardeşlerime çok iye bakacağım, canım babam gözün arkada kalmasın. Bende bir evlat sahibi babayım ama sen bambaşkaydın babam, ben seni çok sevdim, seviyorum, hep seveceğim canım babam mekânın cennet ruhun şad olsun, Yasin-i Şerif’in – Fatiha’n bol olsun. Oğlun Yusuf Muhsin Polatlı Elbistan E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu 53 D eğer Nükte Haziran 2014 Fıkra ÜÇ KAVUK Soru Padişahın üç veziri varmış. Bu vezirlerden birisini başvezir yapmaya karar vermiş. Ama hangisinin başvezir olacağına karar vermek için onları şöyle bir sınava tabi tutmuş: Padişah buyurmuş ki; elimde 3 kırmızı 2 beyaz kavuk var. Şimdi bu kavukları gözleriniz kapalı iken sizin başınıza yerleştireceğim. Kim kafasındaki kavuğun rengini bilir ve ispat ederse onu başvezir yapacağım. Padişah vezirlerin gözlerini kapatır ve hepsinin başına kırmızı kavukları koyar. Diğer 2 beyaz kavuğuda vezirlerin görmeyeceği şekilde gizler. Vezirler gözlerini açarlar, her birisi bakar ki karşısındaki iki vezirin başında kırmızı kavuk var. Bununla birlikte vezirler dışarıda kalan kavukları da görmemektedirler. Vezirler arasında konuşmanın ve ayna gibi vasıtalar kullanmanın yasak olduğu bu sınavda vezirlerden birisi kendi kafasındaki kavuğun kırmızı olduğunu bilir ve ispat eder. Ve başvezirlik makamına oturur. Acaba vezir kafasındaki kavuğun rengini nasıl bilmiştir… Bilmece KÖPRÜ Köprü sorusu bakalım kim bilecek? Yüksekliği 3.50 metre olan bir otobüs şoförü, otobüsüyle “3.40 metreden yüksek” taşıtların giremeyeceği bir köprüyle karşılaşıyor. Oturmuş ne yapacağını kara kara düşünürken birden köprünün hemen ilerisindeki benzin istasyonunu fark eder ve çözümü bulur! Otobüsüyle birkaç dakika uğraştıktan sonra köprüden geçer. Çözüm nedir sizce? Fıkra SİGORTA Dursun, Temel'i çok sevinçli görünce dayanamamış; - Ne oldu Temel, çok sevinçlisin?... - Yahu arabaya sigorta yaptırdım... Bir gün sonra araba kaza yaptı... - Eee?... - Eve sigorta yaptırdım bir gün sonra evim yandı... - Ula her şeyin gitmiş de niye seviniyorsun?... - He he... Bugün da Fadime'yi sigortalı yaptırdım..." 54 YOLUNACAK KAZ Nükte Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış: “Selamünaleyküm ey pir´i fani…” Yaşlı adam: “Aleyküm selam ey serdar’ı cihan…” Padişah sormuş: “Altılarda ne yaptın?” Yaşlı adam “Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor…” Padişah gene sormuş: “Geceleri kalkmadın mı?” Yaşlı adam “Kalktık… Lakin, ellere yaradı…” Padişah gülmüş: “Bir kaz göndersem yolar mısın?” Yaşlı adam: “Hem de ciyaklatmadan…” Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah başvezire dönmüş: “Ne konuştuğumuzu anladın mı?” Başvezir: “Hayır padişahım…” Padişah sinirlenmiş: “Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.” Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor. “Ne konuştunuz siz padişahla…” Adam, başveziri şöyle bir süzmüş: “Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.” Başvezir, yüz altın vermiş. “Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu?” “Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.” Vezir kafasını kaşımış. “Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne emek?…” Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış. “Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim.” Vezir bir soru daha sormuş… “Geceleri kalkmadın mı ne demek?” Adam bir yüz altın daha almış. “Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim…” Vezir gene kafasını sallamış. “Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek…” Adam gülmüş. “Onu da sen bul…” Haziran 2014 D eğer Bulmaca ÇENGEL BULMACA Bulmaca: Mehmet Acar GEÇEN AYKİ BULMACALARIN CEVAPLARI KOLAY SUDOKU ZOR SUDOKU ORTA SUDOKU 55 D eğer Bulmaca Haziran 2014 KARE BULMACA SOLDAN SAĞA 1. Bütün kaygılardan kurtulup gönlü rahata kavuşan, içi rahat olan 2. Avuç içi - Olması veya yapılması istenen bir şeyin zihinde aldığı biçim 3. Tiksinme, tiksinti - Katışıksız. 4. Bir yerin denizden yüksekliği - Kiloamperin kısaltması. 5. Bilir, bilgili Kağıda sarılarak veya kutuya konularak bağlanmış, elde taşınacak büyüklükte nesne. 6. Bir nota - Beddua - Lezzet. 7. Haberleşme. 8. İnsan Vücudunun dış yüzü, cilt - Büyük zoka 9. Bir meyve - Bağış olarak verme, iyilik, cömertlik, eli açıklık 10. İriye yakın, biraz iri - cet, dede YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. Anlayış 2. Aza - Sanat eserlerinin sergilendiği salon 3. Karaciğerin salgıladığı sarı renkli acı sıvı, öd - Bir tür yaban mersini 4. İnsanda üzüntü, sıkıntı, tedirginlik olmama durumu, huzur - İlgi eki. 5. Giysinin alt kenarı - Duygu 6. Yaş, nemli - Sporda hile. 7. Duman lekesi - Sinema veya tiyatroda gündüz gösterimi. 8. Özgü - Gemilerde Oda. 9. Tenis oynama aracı - Geri çevirme, kabul etmeme. 10. Bir kimsenin görev, ödev, toplumsal veya hukuki bakımdan yeri ve özelliği - Bir zeka oyunu KOLAY SUDOKU 56 ORTA SUDOKU ZOR SUDOKU Bir ihmal yüzünden bir çivi kaybolur, Bir çivi yüzünden bir nal kaybolur, Bir nal yüzünden bir bacak kaybolur, Bir bacak yüzünden bir at kaybolur, Bir at yüzünden bir savaş kaybolur, Bir savaş yüzünden bir memleket kaybolur. Japon Atasözü
© Copyright 2024 Paperzz