SD Dergisinin Haziran 2014 (55. Sayı)

sunuş
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
Soma için dua, destek ve muhasebe zamanı
Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en büyük işyeri kazalarından birini yaşadı. Manisa’nın Soma ilçesindeki bir kömür
madeninde meydana gelen kazada 301 kişi hayatını
kaybetti. Ülke olarak yakın geçmişte Adapazarı, Düzce
ve Van depremleri gibi binlerce can kaybına neden olan
doğal afetleri de yaşadık. Doğal afetler gibi zor zamanlarda millet olmanın gereği olarak dayanışma ve acıları
paylaşma konusunda güzel örnekler de sergiliyoruz.
Ancak Soma olayının hepimizin üzüntüsünü derinleştiren
ve yüreklerimizi parçalayan bazı yönleri var. Öncelikle her
insan elbette ki eceliyle ölür. Netice olarak Soma’dakiler
de bir kazada can verdiler. Fakat kaza sonrası hazırlanan
inceleme raporlarına da yansıdığı gibi, işçi ölümlerine
neden olan ocak içindeki yangın esasen bir dizi ihmalin
ve vurdumduymazlığın sonucudur. Alınacak tedbirlerle
ölümler önlenebilir veya azaltılabilirdi. Kamusal vicdanın
tatmini ve benzer kazaların bir daha yaşanmaması adına,
başta işyeri sahipleri olmak üzere, madeni denetlemekle yükümlü olan diğer tüm kamusal otoriteler de hukuk
önünde hesap vermelidir.
Diğer yandan ülke olarak Soma faciası bize bir şeyi daha
hatırlattı. Türkiye hızla gelişiyor, ülkenin ortalama refah
düzeyi hızla artıyor. Ancak bu zenginleşme pek çok insanın emeği ve fedakârlığı ile gerçekleşiyor ve yaratılan refahtan herkes eşit biçimde faydalanamıyor. Yerin binlerce
metre altındaki zor şartlarda çalışarak hayatlarını kazanmaya çalışan emekçi kardeşlerimizi daha çok hatırlamamız gerekiyor. Soma olayı bu anlamda hepimizi vicdan
muhasebesi yapmaya sevk etmelidir.
Bu arada birkaç söz de, 301 eve ateş düşüren olaydan
siyasi rant devşirmeye çalışanlara söylenmelidir. İnsanların acılarını günlük siyasete katık eylemek ahlaki değildir.
Sorumluların cezalandırılmasını istemek farklı bir şeydir
ve eleştirmek demokratik bir haktır da... Ancak o işçilerin
iktidara oy verdikleri için böyle acı bir ölüme “müstehak”
olduklarını söylemek veya dolaylı şekilde “ima etmek”
ma’şeri vicdan tarafından asla kabul edilemez. Bu tavır ve
dil insani değildir.
Siyasetin nihai amacının insanın mutluluğunu temin
edecek erdemli bir toplum inşa etmek olduğu unutulmamalıdır. Bugünkü Türkiye tüm eksikliklerine rağmen demokratik bir ülkedir. Daha yeni yerel seçimlerden çıktık,
şimdi Cumhurbaşkanlığı için sandığa gideceğiz. Suriye
ve Mısır’da da halk sözde sandığa gidiyor, ama silahların gölgesinde. Tayland ve Libya’da ise askerler darbeye
giriştiler. Çevremizde bahar rüzgârları esmiyor, soğuk kış
mevsimi yaşanıyor. Ülke olarak sahip olduğumuz demokratik sistemin kıymetini bilmemiz gerekiyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken Soma olayı veya
gezi parkının yıldönümünü bahane ederek belli kesimleri
sokağa çekme arayışlarına dikkat etmek gerekiyor. Muhalefetin temsil kabiliyetinin zayıflığı ve iktidar partisi karşısındaki güçlü bir liderlikten ve kapsayıcı ve kavrayıcı bir
siyasi vizyondan yoksun olması, sokak siyasetine maalesef
psikolojik zemin hazırlıyor. Oysa küresel sistemde gerginliklerin arttığı bir dönemde, Türkiye’nin siyasi istikrar için
güçlü ve öngörülebilir bir demokrasiye ve yatırım için güvenli bir ekonomik ortama ihtiyacı var. Kendini bu topraklara bağlı hisseden herkes, Türkiye’nin yeniden kargaşa
ve teröre sürüklenmesine asla müsaade etmemelidir.
SDE heyeti olarak bizzat Soma’ya giderek incelemelerde
bulunduk. Soma’da yaşanan dramı yerinde gördük. Yaraların bir an evvel sarılması için herkesi üzerine düşen
görevi yapmaya davet ediyoruz. Dergimizin bu sayısını
Soma’daki maden şehitlerimize ithaf ediyoruz. Ölenlere
rahmet, kalanlara sabır diliyoruz. Dualarımız onlarla. Millet olarak onların geride bıraktıkları ailelerine sahip çıkmak
hepimizin vicdani görevidir. Allah bir daha böyle acılar
yaşatmasın.
Saygılarımla.
icindekiler
STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 55 • Haziran 2014
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Birol Akgün
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Dr. Murat Yılmaz
Dr. Cemil Ertem
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
Orhan Miroğlu
Aydın Bolat
Alper Tan
Prof. Dr. Muhsin Kar
Doç. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Bülent Orakoğlu
Dr. M. Levent Yılmaz
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Sacit Adalı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Haluk Alkan
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Osman Can
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Sinan Tavukçu
6
12
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15
Gimat Yenimahalle - Ankara
Tel: 0 312 397 16 17
Faks: 0 312 397 03 07
www.basakmatbaa.com
Fotoğraflar
AA, İHA, ShutterStock
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek
kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden
izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve
yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan
SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik
Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini
yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü
temsil etmemektedir.
Soma’dan Önce
Soma’dan Sonra…
Orhan Miroğlu
Reklam Sorumlusu
Gamze Kılıç
Yönetim Yeri
Stratejik Düşünce Enstitüsü
Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12
Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
32
Başbakan'ın
Kamusal Kan Davasını Reddi
36
Türkiye’nin Muhalefet Sorunu ve
“Ortak Çatı Adayı”
40
Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı
Seçimleri
Soma’dan Kömür Dışında
Şeyler de Çıkarmalıyız
44
Alper Tan
20
Soma Bir Facianın Analizi
48
Aydın Bolat
Türkiye Usulü Rasyonel Başkanlık
Sistemi
İçimizi Yakan
Soma Maden Kazası ve
Yapılması Gerekenler
Tarkan Zengin
62
Meşru Olmayan Bir Seçime Doğru Suriye
66
Avrupa’da İlk Kez Başkanlık Seçimi
72
Avrupa Parlamentosu Seçimleri ve
Aşırı Sağın Geri Dönüşü
52
Sinan Tavukçu
75
Kriptokrasi:
Devlet Güvensizliği ve
Yasadışı Dinleme
78
AİHM’den Türkiye Aleyhine Tazminat Kararı
82
Boko Haram
86
Başkan Obama’nın Zorunlu Asya Ziyareti
90
Orta Afrika: Darbelerin Gölgesinde
Milli Kimliğini Bulamayan Ülke
Mustafa Burak Çelebi
Sevinç Alkan Özcan
Dr. Selman Öğüt
Ahmet Göksel Uluer
Doç. Dr. Erkin Ekrem
Prof. Dr. Ahmet Kavas Röportajı
Emanetlerin Ehillerine Verilmesi,
Kadrolaşma ve Üniversiteler
Prof. Dr. Talip Özdeş
103
Sünni İslam Anlayışında
Müslümanların
Hükümete-Devlete Bakışı
Prof Dr. Ali Şafak
109
“Orta Afrika Cumhuriyeti’nde
Neler Oluyor?” Konferansı
SDE Haber
Habib Emre Gökalp
Sürgün’ün 70. Yılında Kırım Tatarları
Türkiye’de Son Dönemde Yaşanan
Yargı - Siyaset Gerilimi
98
Zeynep Songülen İnanç
Bülent Orakoğlu
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
24
Mısır’da U Dönüşü:
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri
Öner Buçukcu
Dr. Murat Yılmaz
Prof. Dr. Haluk Alkan
17
58
Prof. Dr. Yasin Aktay
Prof. Dr. Birol Akgün
Yazı İşleri Müdürü
Mehmed Cahid Karakaya
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
Soma Faciası
Muhasebe İhtiyacı
111
SDE’den Soma’ya Ziyaret
SDE Haber
Soma Faciası Muhasebe İhtiyacı
Prof. Dr. Birol Akgün
Soma’dan Önce Soma’dan Sonra…
Orhan Miroğlu
Soma’dan Kömür Dışında
Şeyler de Çıkarmalıyız
Alper Tan
Soma Bir Facianın Analizi
Aydın Bolat
İçimizi Yakan Soma Maden Kazası ve
Yapılması Gerekenler
Tarkan Zengin
SOMA DOSYASI
Devlet olarak tarhten tevarüs ettğmz “nsanı yaşat k devlet yaşasın” felsefesn bugünlerde Soma olayı
bağlamında yenden hatırlamak gerekyor. İnsanın yaşatılması yalnızca syas-etnk anlamda farklılıkların
br arada barış çnde yaşatılmasından baret değldr; aynı zamanda çalışan, üreten ve toplumsal
refaha katkı sağlayan herkesn sağlık ve güvenlk çnde çalışacağı şartların da temn edlmesdr.
seçimlerinde de muhtemelen önemli gündem maddelerinden biri olmaya devam edecek… Çünkü kazada ölenler de sağ kurtulanlar da o kadar sahici,
dokunaklı ve bizden birileriydi ki; yetim kalmış her
çocuk sanki ailemizin bir ferdi haline geldi. Toplu
açılan mezarlara konulan gencecik bedenler adeta
kurtuluş savaşında milletimizin bağımsızlığı için mücadele eden askerlerimizin toplu olarak gömüldüğü
şehitlikleri andırıyordu. Zaten maden emekçileri de
bu ülkenin iktisadi bağımsızlığı için mücadele ederken can verdiler.
.
SOMA FAC ASI
I
Soma Türkiye’dir
Muhasebe htyacı
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
S
oma’daki özel sektöre ait bir kömür madeninde 13 Mayıs’ta meydana gelen ve 301
kişinin canına mal olan feci kaza, Türkiye’de
olduğu kadar tüm dünyada da ciddi bir yankı uyandırdı. Özellikle olayın ilk günlerinde medyanın kullandığı dil, ekranlara yansıyan trajik görüntüler, sansasyonel yorumlar, yayılan fısıltı haberleri ve olay
sonrasında siyasiler arasında yaşanan tartışmalar
işyeri kazasına çok farklı anlamlar yüklenmesine neden oldu.
Acı olay, pek çok makul kişinin hayata bakışını yeniden değerlendirmesi için ciddi bir fırsat oluştur-
6
HAZİRAN 2014
du. Zira toplumsal etkileri açısından bakıldığında,
Soma’daki yürek burkan facia bir işyeri kazasının
çok ötesinde, adeta deprem, yangın veya sel felaketi gibi doğal bir afet kadar etki etti. Herkese
dokundu…
Vicdan yoksunu bazı yazar-çizer takımının gayri insani tutumları bir kenara bırakılırsa, sağduyulu
insanımızın, devlet kurumlarının ve siyasi liderlerin
refleksleri de olayın milli bir afet olarak algılandığını gösteriyordu. Öyle görünüyor ki, maden faciası
önümüzdeki aylarda yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde de, Haziran 2015 genel
Doğup büyüdüğüm yer olan memleketim Soma’da
yaşayan yaşlı annemi olayın hemen ertesinde aradığımda bana; “Oğlum, Soma ve civarı Çanakkale savaşından bu yana bu kadar büyük bir acı yaşamadı.
Acımız çok büyük” dedi. Gerçekten de AFAD’ın
yayınladığı hayatını kaybeden 301 işçinin doğum
yerleri listesi incelendiğinde, işçilerin kabaca üçte
birinin Somalı; üçte birinin İzmir, Balıkesir ve Kütahya gibi yakın illerden, geri kalanların ise Zonguldak,
Çorum, Sinop, Erzurum, Mersin gibi ülkenin dört bir
yanından olduğu anlaşılıyor. Zaten resmî istatistiklere bakıldığında da Soma şehir merkezinde yaşayan
76 bin kişinin en az elli binini farklı illerden iş bulmak
için buraya göç edenlerin oluşturduğu görülecektir. O nedenledir ki, Soma’nın nüfus kompozisyonu
sosyolojik olarak gerçekte küçük bir Türkiye örneklemini temsil eder. Ama ruhu Egedir ve gönlünü tüm
misafirlerine sevgiyle açar. Her geleni samimiyetle
kuşatır, kucaklar ve zamanla kendinden biri haline
getirir. Bulgar göçmeni Pomaklar, Balkan göçmenleri, Karadenizliler, Doğulular, İç Anadolulular, Kütahya ve Balıkesir Yörüklerinin hepsi ekmek peşinde koşarken harmanlanıp giderler. Bu nedenle tıpkı
küçük bir İstanbul gibi, Soma’da da her yörenin insanlarının dayanışma adına kurdukları hemşeri der-
neklerinin tabelalarını görmek şaşırtıcı değildir. Ama
herkes ev sahibi ve yerli, herkes misafir ve göçmen
olarak mütevazı hayatlarını sürdürürler.
İşçilerin, Nöbetleşe Fakirlik Halleri
Şu kadar var ki, insanlar Soma’da çalışmaya gelirler. Çoğu zaman iş de bulurlar ve hayatlarını kazanırlar. Fakat ilçe halkı zenginliğini bu şehre yatırmaz. Emekli olan işçilerin bir kısmı yatırımlarını baba
memleketlerine, bir kısmı da en yakın deniz sahili
olan Dikili-Ayvalık arasındaki kıyı şeridine yapar. İlçe
merkezindeki yoğun kömür tozu ve termik santral
bacalarından yayılan partiküller nedeniyle Soma’da
hava kirliliği had safhada olduğu için, ileriki yaşlarda ciddi göğüs ve akciğer hastalıkları yaygındır. Bu
nedenle emekli işçiler mümkün olduğunca ya sahil şeridine göç ederler ya da yakın köylere yerleşirler. Bunun anlamı Soma’nın sürekli olarak yeni
işçi göçü aldığıdır… Başka bir deyişle, zenginleşenin göç ettiği, ama sürekli olarak fakir yeni işçilerin
geldiği bir şehirdir Soma… Bu bağlamda aslında
Soma’da tam anlamıyla nöbetleşe bir fakirlik hali
yaşanır. Türkiye’nin en büyük KİT’leri ve işletmeleri orada bulunsa ve ilçeye çok yüksek miktarlarda
para girişi olsa da işçilerin yaşam seviyeleri maalesef çok değişmemektedir.
En önemli iş kapısı ise madenlerdir. Eskiden kömür üretimi devlet eliyle yapılırdı ve Ege Linyitleri
İşletmeleri (ELİ) bölgenin en büyük kömür üreticisi ve dolayısıyla en büyük istihdam kaynağı idi.
Artık kömür madenleri, özellikle yer altı işletmeleri
tamamen özel sektör eliyle işletiliyor. Ancak rödovans sözleşmeleri ile işletmelerin ürettiği kömürün
en büyük alıcısı ise yine kamudur. Düşük kalorili ve
tozlu kısımlar termik santrale yakıt olarak gönderilirken, kaliteli ürünler ise devlet eliyle “fakir kömürü”
olarak Türkiye’nin dört bir yanına dağıtılıyor. Bugün
Soma’daki madencilik sektöründe yaklaşık 15 bin
HAZİRAN 2014
7
Kazada ölenler de sağ kurtulanlar da o kadar sahc, dokunaklı ve bzden brleryd k;
yetm kalmış her çocuk sank alemzn br ferd halne geld. Toplu açılan mezarlara
konulan genceck bedenler adeta kurtuluş savaşında mlletmzn bağımsızlığı çn
mücadele eden askerlermzn toplu olarak gömüldüğü şehtlkler andırıyordu.
işçinin çalıştığı söyleniyor. Hatta yakınlarda, bazı
maden sahalarının işletilmesine Çinlilerin talip olduğu da biliniyor. Geçenlerde temeli atılan yeni bir termik santralin kömür yakıtı ihtiyacı için, yeni kömür
yataklarının açılmasıyla 10 bine yakın yeni istihdam
imkânı oluşturulacağı da konuşuluyor.
Tarım alanlarının sınırlı olduğu ilçede, ekonomi kaçınılmaz olarak kömür madenleri üzerine dönüyor.
Termik santraller gibi kamyonculuk sektörü de
önemli istihdam ve gelir kaynaklarından birini oluşturuyor. İlçedeki kamyoncular kooperatifi üç bin
kamyonluk araç parkıyla Türkiye’nin en güçlü nakliye kooperatiflerinden biri durumunda ve binlerce
kişi için ekmek kapısı. Hülasa şehir ekonomisi kömür madenciliği, termik santral, nakliyecilik ve sınırlı
ölçüde tarım ve hayvancılığa dayanıyor. Bu sektörlerin her biri de maalesef çok nitelikli emek gücü
gerektirmediği için, vasıflı işçi sayısı oldukça az.
Bu nedenle de ailelerin, çocuklarının eğitimine çok
da önem verdiği söylenemez. İlçede Celal Bayar
Üniversitesine bağlı bir Meslek Yüksek Okulu var.
Halkın, madencilik ve elektrik alanında mühendisler
8
HAZİRAN 2014
yetiştirmek üzere ilçeye bir Mühendislik Fakültesi
açılmasına yönelik beklentileri ise henüz gerçekleşmemiş.
Faciayı Nasıl Okumalı?
Soma faciasını birkaç açıdan değerlendirmek
mümkündür… Soma vak’ası ile gündemimize gelen, Türkiye’deki ekonomik gelişmenin ihmâl edilen
insanî maliyetinin muhasebesini yapma zorunluluğu, madencilik sektörünün çalışma şartlarının ve
işletmecilik mantığının gözden geçirilmesi ve nihayet olayın siyasi açıdan yarattığı tartışmalar ve gezi
olayları gibi yaygın protesto eylemlerinde kullanılma
olasılığı gibi muhtemel siyasi yansımaları gözden
geçirilecektir.
1- Hızlı Büyümenin İnsani maliyeti:
1970’li yıllarda tüm dünyada artan çevre sorunları gündeme gelip kitlesel duyarlılıklar had safhaya
çıktığında, ABD’nin MIT üniversitesince hazırlanan bir raporda sorunların çözümü için ekonomik
büyümenin durdurulması (zero growth) politikası
önerilmişti. Büyüme ve kalkınma fetişizmi karşısında bu öneri elbette ki kabul görmedi. Ancak daha
sonraları iktisat alanında ortaya atılan “sürdürülebilir gelişme” paradigması o yıllarda yapılan tartışmaların bir sonucu olarak ortaya çıktı. 1990’lardan
sonra ise agresif büyüme politikaları küreselleşmiş
dünya şartlarında yeniden kalkınma iktisadına geri
döndü. Bu dönemde refah artışı için hızlı büyüme
yaklaşımı, neoliberal iktisat felsefesinin hâkim paradigması haline geldi ve Çin dâhil gelişmekte olan
pek çok ülke ne pahasına olursa olsun büyüme
ve zenginleşme politikaları izlediler. Bu tür hızlı gelişme ve modernleşme süreçlerinin insani maliyeti
ve çevresel sonuçları ise çoğu zaman ihmal edildi.
Oysa daha 2004’te yayınlanan bir UNDP raporunda küreselleşmenin insani yüzüne vurgu yapılıyor ve
artan gelir eşitsizliğinin ve derinleşen kuzey-güney
bölünmesinin dünya barışını ve insanlığın geleceğini
tehlikeye atığına işaret ediliyordu.
meden eşit pay aldığını söylemek mümkün değildir.
İletişim, ulaşım, medya ve bankacılık gibi alanlarda
Türkiye gerçekten de çağ atlamıştır ve çalışanların
ücretleri ve çalışma şartları açısından dünya ile rekabet edebilir duruma gelmiştir. Ancak aynı gelişmeleri madencilik sektöründe görmek mümkün değildir. Madencilik sektörü, özellikle çalışma koşulları
ve üretim teknolojileri açısından, en arkaik sektördür ve istihdam ettiği işgücü de oldukça eğitimsizdir. İş ilanlarında dahi “vasıfsız eleman” talebiyle işçi
toplanmaktadır. İşe alınanlar da ciddi bir eğitimden
Türkiye’nin, 1990’lı yıllardan bu yana yürüttüğü küreselleşme şartlarında dışa açık büyüme politikalarını her şeye rağmen, bazı zikzaklarla da olsa başarıyla uyguladığını söylemek mümkün. Özellikle 2001
krizi sonrasında Kemal Derviş tarafından geliştirilen
Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, rekabetçi bir
ortamda hızlı büyümeyi amaçlayan bir liberal kalkınma reçetesiydi. Bu program IMF desteği ile yakın
zamana kadar AK Parti eliyle de sıkı sıkıya uygulandı ve aslında başarılı da oldu. Nitekim son 12 yılda
Türkiye’nin GSMH’sinin 230 milyar dolardan 810
milyar dolara çıkması sağcı ve muhafazakar olan
AK Parti hükümetinin en önemli başarılarındandır
ve 30 Mart seçimleri dâhil olmak üzere, iktidar partisinin başarılı seçim performansının da en büyük
nedenlerinden biridir.
2- Madencilik sektörü ve çalışma şartları:
Bugün Türkiye’de gerçekten de ciddi bir orta sınıf
oluşmuş durumdadır. Ancak toplumun ve ekonominin her sektörünün Türkiye’deki hızlı modernleş-
HAZİRAN 2014
9
Doğup büyüdüğüm yer olan memleketm Soma’da yaşayan yaşlı annem
olayın hemen ertesnde aradığımda bana; “Oğlum, Soma ve cvarı Çanakkale
savaşından bu yana bu kadar büyük br acı yaşamadı. Acımız çok büyük” ded.
geçirilmeden hemen yer altı üretim süreçlerine dâhil
edilmektedir. Denilebilir ki, 21. yüzyılda, Marks’ın
proletarya tanımına gerçek anlamda en yakın işçiler
maden işçileridir.
3- İşçi sağlığı ve iş güvenliği alanındaki
zaaflar:
Türkiye’nin ekonomik kalkınmasının temeli teknoloji
yoğun alanlardan çok, emek yoğun sektörler olan
tarım, madencilik ve sanayi üretimine dayanmaktadır. Ortalama bir Türk işçisinin Avrupa’daki işçilere
göre haftalık çalışma süreleri çok daha uzundur.
Özel sektördeki işçilerin günlük çalışma süreleri yasalarda öngörüldüğü gibi sekiz saat değil, 12 saat
civarındadır. Türkiye’deki hızlı büyümenin ardında, bizdeki işgücünün bu fedakârlığı yatmaktadır.
Özelikle vasıfsız işçilerin çoğunluğu oluşturduğu
madencilik sektöründe çalışma şartları dünya standartlarının altında olduğu kadar, ödenen ücretler
de ne yazık ki tatmin edici değildir. Diğer yandan
madencilik alanı istatistiki olarak en çok iş kazasının
yaşandığı sektördür. Toplu halde 301 madencinin
ölmüş olması sebebiyle ülkenin en önemli gündemi
haline gelen Soma faciası, aslında Türkiye genelinde her yıl bu tür iş kazalarında ölen toplam 4 bin
kişiyi unutturmaktadır.
Hatırlamak gerekir ki, Türkiye son yıllarda işçi sağlığı ve güvenliği alanında atılan ciddi bazı adımlara
rağmen iş kazaları alanında hala dünyanın en kötü
ülkeleri arasında yer almaktadır. Facianın yaşandığı Soma’da dahi her yıl irili ufaklı beş bin civarında iş kazası olmaktadır. Geçen yıllardaki gemicilik
sektöründeki kazalarda da görüldüğü üzere, ister
madencilik isterse üretim sanayi ve inşaat alanlarında olsun Türkiye’nin iş güvenliği alanındaki sicili
maalesef parlak değildir. Bilhassa özel sektördeki
ağır çalışma şartları ve düşük güvenlik koşullarının
yarattığı insani maliyet tablosu oldukça acı(tıcı)dır.
Sonuç olarak; gelişmişlik bakımından benzer pek
çok ülkeye göre, ortalama bir Türk işçisi daha düşük ücret almakta ve daha uzun sürelerle çalışmaktadır. Başka bir deyişle, Türkiye’nin yüksek büyüme
rakamları bir anlamda insanımızın tüm riskleri göze
alarak gösterdiği yüksek fedakârlığının ve çalışkanlığının ürünüdür.
İş Güvenliğinde Sıfır Tolerans Politikası Şart
Sonuç olarak, iktidarından muhalefetine, kamu işletmelerinden özel sektöre kadar herkes Soma faciasından ders çıkararak bir durum değerlendirmesi
ve derin bir vicdan muhasebesi yapmalıdır. Devlet
olarak tarihten tevarüs ettiğimiz “insanı yaşat ki
devlet yaşasın” felsefesini bugünlerde Soma olayı
bağlamında yeniden hatırlamak gerekiyor. İnsanın
yaşatılması yalnızca siyasi-etnik anlamda farklılıkların bir arada barış içinde yaşatılmasından ibaret
değildir; aynı zamanda çalışan, üreten ve toplumsal
refaha katkı sağlayan herkesin sağlık ve güvenlik
içinde çalışacağı şartların da temin edilmesidir. Elbette ki, özel sektörün amacı kârdır. İşletmeler para
10
HAZİRAN 2014
kazanmak için kurulur. Ancak işçilerin de üretimin
bir parçası olmanın ötesinde, “insan olarak” onurlu
bir hayatı ve insanca bir yaşamı en az işletme sahipleri kadar hak ettikleri de unutulmamalıdır.
Öte yandan devlet olarak da işçi sağlığı ve güvenliği
konusunda yeni bir yaklaşım benimsememiz şart.
Nasıl insan hakları ve işkence ile mücadelede “sıfır tolerans” politikasıyla AK Parti iktidarı döneminde önemli başarılar sağlandıysa, şimdi de çalışma
şartları alanındaki standartların yükseltilmesi için,
yeni bir eylem planının hazırlanarak güçlü bir siyasi
iradeyle ve kararlılıkla uygulanması şarttır. Özellikle
ilgili ve sorumlu kamu kurumlarının denetleme işlemini ciddiye almaları durumunda, özel sektörün de
iş güvenliği ve işçi eğitimi konusunda çok daha dikkatli olacaklarında şüphe yok. İdarenin ve yargının
Soma faciasının nedenlerini araştırma konusunda
gösterecekleri ciddiyet ve sorumluların gerçekten
cezalandırılması bu alandaki yeni yaklaşımın ilk işaretlerini verecektir. Bu nedenle kamuoyu, medya ve
STK’lar olarak soruşturma sürecinin yakından izlenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Bu herkes için vicdani
bir sorumluluktur…
HAZİRAN 2014
11
SOMA DOSYASI
SOMA’DAN ÖNCE
SOMA’DAN SONRA…
Orhan MİROĞLU
SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları Koordinatörü
Km felaketler vardır k, br ülkenn tarhne mlat olarak geçerler ve
tarhe yen br kayıt düşülür; hçbr şey tarhe düşülen o kayıtlardan
ve o mlatlardan sonra esks gb kalmaz…
S
oma felaketi, Türkiye’nin yeni bir miladıdır.
Bu milattan sonra, madencilik alanında konuşacağımız, tartışacağımız her mevzuyu,
Soma’yı hatırlayarak ve o büyük trajedide hayatını
kaybeden emekçileri saygıyla anarak konuşacak ve
tartışacağız.
Söze, ‘Soma’dan önce ve Soma’dan sonra’ diye
başlayacağız.
Soma’dan önce, muhtemel bir toplu ölümü mümkün hale getirecek maalesef yığınla sebep varmış,
bilen biliyordu elbette, ama bilenler ne yazık ki işe
yarar hiçbir önlem almamışlar.
O karanlık tünellerde kazma kürekle kömür çıkaran
işçilerin kendileri, devletin kurumları, ahali, işçi temsilcisi sendikalar, yaklaşmakta olan felaketi biliyor
ama sanki bilmezlikten geliyorlarmış...
Sanki, Marguez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ adlı romanında anlatılan cinayet gibi yaşanmış her şey... Kırmızı
Pazartesi romanında cinayetin işleneceğini kurbanın kendisi dâhil herkes bilir, ama cinayeti önlemek
için kimse harekete geçmez. Soma için yapılan
tartışmalara bakıp, o can pazarından sağ çıkmayı
başarmış mağdurların anlattıklarını dinlediğinizde,
Soma’da 301 işçinin hayatına mal olan bir felaketin
meydana geliş biçiminin Kırmızı Pazartesi’nde anlatılan cinayetle benzerliğine şaşmamanız mümkün
değil.
İş yeri güvenliğinin olmadığı, çalışma koşullarının,
vahşi kapitalizm dönemlerinin bile gerisinde olduğu,
ölümün adeta kol gezdiği, o karanlık tünellerde 301
maden işçisi can verdi.
Soma hakkında konuşmayan kalmadı. Ama İshak
Alaton’un, bir iş adamı olarak hatırlattığı şu gerçek
bence çok anlamlıydı:
‘Türkiye’de makine pahalı, insan ucuz.’
Soma madenciliğin sahibi Alp Gürkan’ı yaptığı
medya toplantısında izlerken bu sözler takıldı aklıma. Yanına aldığı diplomalı inkârcılarla beraber, akla
da vicdana da zarar açıklamalar yapmasına, kendini ve yönetimini bin dereden su getirip aklamaya
çalışmasına rağmen, aslında Soma’da paraya kıyıp
yaşam odası yapsaydı -maliyetinin 250 bin dolar olduğu söyleniyor- bu işçilerin hiçbirinin ölmeyeceğini
açıkça itiraf ediyordu Gürkan…
12
HAZİRAN 2014
Soma’da yaşanan kıyametten
sonra, sıra sıra mezarlar kazıldı… İnsanlar, soğuk hava
depolarına getirilip bırakılmış
onlarca ölü bedenin içinden,
kendi ölülerini teşhis edip götürdüler ve o mezarlara gömdüler. Bir karış toprağa sahip
olamadan ölüp gidenleri toprak bağrına basacak şimdi…
Dünün itibarlı iş adamı, bugün Soma felaketinin sorumlusu olarak aranmakta… Alp Gürkan, bir işçinin
hayatının 250 bin dolara mal olan bir yaşam odası
etmediğine inanmamış olsaydı, bu felaket belki bu
kadar büyük çapta yaşanmayacaktı.
Bir işçinin hayatı, Şili’de, ABD’de, Almanya’da 250
bin dolar ediyor, ama Türkiye’de maalesef bu kadar
etmiyor!
Bir hafta boyunca yaşam odası mevzuatta var mı
yok mu diye tartıştık… 301 insanın boğularak, yanarak ölmesinin sebeplerini, mevzuatla açıklamaya
çalıştık. İşçinin canını yakacak olsa da, mevzuat dediğiniz şey eğer patronun cebine dokunuyorsa, o
mevzuat bir türlü hayata geçmiyor bu ülkede!
Buna rağmen böyle bir hazırlığı varmış firmanın ve
eğer bu katliam gibi kaza üç dört ay sonra olsaymış, işçilerin hiçbiri ölmeyecekmiş! Alp Gürkan yaşam odası yapıp onların hayatını kurtaracakmış!
Söylediği buydu açıkçası!
Dehşete düşmemek mümkün değil..
İşletmecisi olduğu bir maden ocağında, henüz bilinmeyen bir nedenle çıkan kazada 301 kişi hayatını
kaybediyor ve bu işadamı medyanın huzuruna çıkıp, aklımızla alay edercesine, ‘dört ay sonra olsaydı
bu kaza, işçiler ölmeyecekti, çünkü kendilerini kurtaracak odayı yapıp tamamlayacaktık’ diyor…
Soma madenciliğin yaptığı medya toplantısı, suçun
üstünü örtmeyi, bilgi kirliliği yaratmayı ve delilleri karartmayı amaçlıyordu.
Soruşturmanın hedefinde olan bir firmanın, iki
saat süren bir basın toplantısıyla kamuoyu algısını
HAZİRAN 2014
13
Soma felaketi kuşkusuz bir toplumsal travma olarak hatırlanacaktır. Maden işçisi binlerce
insan, Soma faciasından sonra
derin bir travmanın kuşatması
altına girdi. O karanlık tünellere giren her işçi, ister Soma’da
yaşasın ister başka bir yerde, bu
travmayı yüreğinde duyacak ve
bu travmanın yarattığı acıyı, hayıflanmayı, çaresizliği hissetmeye devam edecektir. Türkiye, eğer
Soma felaketinin yarattığı acıları
paylaşmada kusurlu davranır ve
Soma bir süre sonra unutulmaya terk edilirse, ateşin düştüğü
yer, yanmaya devam edecek ve
Soma’nın acısı, paylaşılmamış bir
acı olarak daha da büyücektir.
değiştirmeyi, üstelik daha cenazeler toprağa gömülmeden, üstelik konuyla ilgili ne mağdurların ne
mağdurları temsilen bir sendikanın sesi bile çıkmamışken, yavuz hırsız misali, böyle bir toplantı yapabilmesi, ancak egemen sınıfın gücü, pervasızlığı ve
küstahlığıyla açıklanabilir!
Soma’yı araştırmak için atanan 28 savcı adına yapılan açıklamada, delillerin karartılmasına izin verilmeyeceği beyan ediliyordu ya, Soma madenciliğin
sahipleri bunu pek önemsemediler.
İlk dört gün ortalarda pek görünmediler. Sosyal
medya denen batak alanda, sadece hükümetin
topa tutulması, Soma madenciliğin patronuna cesaret verdi. Kimsenin aklına ne sendikaları ne de işvereni sorumlu tutmak gelmediği için, fırsat bu fırsat
deyip, medyanın karşısına geçtiler ve suçu aklamaya çalıştılar.
Bir gün sonra da soruşturmalar başlayınca da tutuklanmaktan kurtulamadılar.
İnsan önce çıkar kamuoyundan, işçi ailelerinden
samimi bir özür diler. Zamanı geldiğinde ise mah-
14
HAZİRAN 2014
kemede, soruşturma komisyonlarında kendini savunur, bu herkesin en doğal hakkı.
Kendilerini o kadar haklı göstermeye çalışıyorlardı
ki, Alp Gürkan ve ekibini dinleyip de, Türkiye’nin
bütün maden ocakları mümkün olsa da Soma madenciliğe kiralansa diye içinden geçirmemiş bir tek
insan bulunamaz.
Depremlerden sonra yıkılan binaları yapan müteahhitler köşe bucak kaçar, bulundukları yerde tutuklanırlardı. Veli Göçer ve benzerlerinin kamuoyunun
önüne çıkacak hali olmazdı, ortada 301 ölü var,
dördüncü güne kadar ortaya çıkmayan Alp Gürkan,
bakıyor ki, kendisi değil, hükümet topun ağzında,
ortaya çıkıyor, iki saatlik basın toplantı yapıyor ve
suçu aklamaya çalışıyor…
Savaşa sürer gibi insanları yer altında bir savaşa sürmüşsünüz, sorumluluklarınızı yerine getirmediğiniz
için hayallerini, umutlarını bir anda yıkıp geçmişsiniz,
ocaklarını söndürmüşsünüz, sonra da firmanıza ait
hemen hiçbir kusur bulmadan daha gözyaşları bile
kurumamışken, kendinizi aklamaya çalışıyorsunuz.
Soma felaketi kuşkusuz bir toplumsal travma olarak
hatırlanacaktır. Maden işçisi binlerce insan, Soma
faciasından sonra derin bir travmanın kuşatması
altına girdi. O karanlık tünellere giren her işçi, ister
Soma’da yaşasın ister başka bir yerde, bu travmayı
yüreğinde duyacak ve bu travmanın yarattığı acıyı, hayıflanmayı ve çaresizliği hissetmeye devam
edecektir. Türkiye, eğer Soma felaketinin yarattığı
acıları paylaşmada kusurlu davranır ve Soma bir
süre sonra unutulmaya terk edilirse, ateşin düştüğü yer, yanmaya devam edecek ve Soma’nın acısı,
paylaşılmamış bir acı olarak daha da büyücektir.
Hayatı bir makineden ucuz maden işçilerinden biri,
Soma felaketinden sağ kurtulmuş Mustafa Elibol,
o madene bir daha girmek için çok düşüneceğini
söylüyordu…
Mustafa Elibol gibi düşünmeyen bir tek madenci
yoktur. O madenlere korkuyla girilecek, sabah işe
giderken evdekilerle helalleşilecek ve akşam eve
sağ dönmesi beklenen madencinin ailesine bu dünya zindan olmaya devam edecek…
‘Bir kayıp o ailenin kıyameti demektir.’
Cumhurbaşkanı Gül, Soma’yı ziyaretinde, yaşanan
faciaya ilişkin olarak, duygularını şu sözlerle ifade
etmişti:
“Kıyamet bitmedi bence, eğer bu işleyiş böyle devam ederse, yeni kıyametlerin olması kaçınılmaz.
Toprağın altında can veren her bir kayıp, geride bıraktıklarının kıyametidir. Bitimsiz bir yasın ve kahredici bir acının başlangıcıdır.”
Soma’da yaşanan kıyametten sonra, sıra sıra mezarlar kazıldı… İnsanlar, soğuk hava depolarına getirilip bırakılmış onlarca ölü bedenin içinden, kendi
ölülerini teşhis edip götürdüler ve o mezarlara gömdüler.
Bir karış toprağa sahip olamadan ölüp gidenleri
toprak bağrına basacak şimdi…
Gazetelerin sayfalarını günlerdir, ölümü bir kıyamet
gibi yaşayanların trajik hikâyeleri süslüyor. Birbirinden ilginç ama bir o kadar da insanca hikâyeler…
Kimi, kendine iki göz bir ev almaya çalışıyordu, kimi
oğluna, kızına düğün kurmayı…
Kimi doğacak çocuğuna bir gelecek hazırlamakla
meşguldü, kimi düğün parası biriktirip evlenmek istiyordu…
Hiçbirinin hikâyesi mutlu sonla bitmedi, bitemedi ne
yazık ki..
Karıncayı bile incitmeden yaşayıp gitmiş o güzelim
insanlar, bir anda bir kıyamete, büyük bir acıya ve
yasa dönüştü…
Şimdi sabahtan akşama kadar konuşuyor ve kıyameti yorumluyoruz. Bu memlekette meğer toprak altından kömür çıkarmanın inceliklerini, bu işin
uluslararası standartlarını bilen ne kadar çok uzman
varmış!
Uzmanlıklarını konuşturup duruyorlar habire. Bir
televizyondan çıkıp bir başkasına gidiyorlar. Konuşuyor ve açıklamalar yapıyorlar. Kimse sormuyor
ama kıyamet adım adım yaklaşırken, neredeydiniz
efendiler, diye.
Hatırlatmak istiyorum.
Kürt sorunu nedeniyle yaşadığımız acıları, felaketleri, Soma’dan sonra hatırlamamak mümkün değil.
O çatışmalarda da gereğinden fazla insan öldü.
Gereğinden fazla şiddet vardı. İrlanda sorununda
eş zamanlı tarih içinde ölenlerin sayısı üç bini geçmez. Bizde eş zamanlı tarih içinde ölenlerin sayısı
elli binden fazla… Bir karakol basılır ve şehit askerlerin haberi aile ocaklarına düşen bir kor gibi duyulur duyulmaz, Kürt sorununun uzmanları ekranlara
üşüşür, terörle mücadeleyi anlatırlardı. Stratejinin
bini bir paraydı... Ama bu stratejilerin hiçbiri, Kürt
savaşında yaşanan kıyameti durdurmaya yetmedi.
Şimdi de madencilik uzmanları konuşup duruyor...
Amerika’da güvenlik şartnameleri 160 sayfaymış,
Almanya’da yer altında çalışacak bir işçi üç yıl süren bir eğitimden geçiyormuş. Zaten Almanya’da
kömürü yer altından işçiler değil, bir işçinin yapabileceği her şeyi yapabilen makineler çıkartıyormuş...
HAZİRAN 2014
15
çisi, kardeşinin ölü bedenini taşıdığı battaniyeyi getirip Kızılay’a iade eden işçi, bu devlete ve bu devleti
yönetenlere öyle bir ahlak dersi verdi ki, devlet artık
bir daha bu dersten sınıfta kalmamanın yolunu yordamını bulmak zorundadır.
Tez elden, daha fazla suç yaratmadan ve bir kıyamet daha yaşanmadan, çareler üretmek ve madencilik alanında yeni standartlar belirlemek hükümetin
öncelikli görevi sayılmalıdır. Yeni Soma’lara davetiye çıkaracak kadar güvensiz işyerlerinde çalışmaya
mahkûm edilmemeli işçiler…
SOMA’DAN
KÖMÜR DIŞINDA ŞEYLER DE
ÇIKARMALIYIZ
Soma Madenciliğin, Soma’daki iki işyerinde daha
işin durdurulması elbette yerinde bir önlemdir. Ama
kabul etmek gerekirse, Türkiye’nin diğer maden
yataklarında, daha üstün ve güvenli standartlar söz
konusu değildir.
Enerji Bakanı, Türkiye’deki şartlara uymadığı gerekçesiyle 100’ün üstünde maden ocağının kapatıldığını söylüyor. Peki Soma madeni dâhil, şu an fiili
olarak çalışan madenlerde şartlara uyulduğunu kim
iddia edebilir, hani nerede iş güvenliği?
Devlet Denetleme Kurulu, maden ocaklarında yaşanan kuralsızlıkları, uygun olmayan çalışma koşullarını 600 sayfalık bir raporla duyurmuş deniliyor.
Soma felaketi olmasa ve Cumhurbaşkanı Soma’ya
gitmese, kimin haberi olacaktı bu rapordan? İşe yarasın diye hazırlanan bu raporun akıbeti ne olmuş,
gereği neden yerine getirilmemiş, takibi neden yapılmamış?
‘Ben demiştim’lerle filan olmuyor..
Gerçek şu ki, gelip geçmiş bütün hükümetler ve
şimdiki hükümet, Türkiye sivil toplum örgütleri,
TÜSİAD, kurumsallaşamamış kurumlarıyla devletin bizzat kendisi, Soma felaketinden sorumludur.
Bu sorumluluğu herkes payına düştüğü kadarıyla
kabullenmeden, maden ocaklarında bundan sonra yaşanacak kıyameti durdurmak mümkün olmayacak.
Bu sorumluluğu kabullenmeyenlerin, Soma’ya gidip
madencilerin, yüzüne bakmaya bile hakkı yoktur.
O kıyamet ortamından çıkarılıp, ambulansa taşınırken, devlet malına zarar vermeyeyim diye kömüre,
ise bulanmış çizmesini çıkarmak isteyen maden iş-
16
HAZİRAN 2014
Soma felaketinden hukuki ve cezai bakımdan sorumluluğu olan herkesten hesap sorulması, kamuoyu vicdanını ve her şeyden önce mağdurları tatmin
edecek kararlara varılması zorunludur.
Üç-dört ay gibi bir zaman tanınarak, bütün madencilere, standartlarını AB düzeyine yükseltmeleri
talep edilmelidir. Bu sürede doğacak işçi mağduriyetlerini devletin ve işverenin ortak bir bütçeyle karşılamalarını mümkün hale getirecek yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
Bu yazı kaleme alınırken, Bakanlar Kurulu yeni maden yasasını görüşüyordu. Meclis’te CHP’nin verdiği araştırma önergesine, AK Parti’li vekillerin evet
oyu vermesi sevindiricidir. Bu yolla meclisteki partiler arasında ortak bir ulusal mutabakat sağlanabilir ve bu ulusal mutabakat, toplumun bu konudaki
davranışlarını da olumlu yönde etkileyebilir.
Türkiye acı bir felaketin yol açtığı trajedinin acısını,
kenetlenmiş olarak, bütün kurum ve kuruluşlarıyla,
ulusal bir dayanışma halinde hafifletebilir ve Soma
deneyimi diyebileceğimiz yeni bir deneyim, yeni bir
ulusal tecrübe; bize büyük acılar yaşatmış Kürt sorunu gibi bir sorunda bile örnek alınacak bir deneyim bir ulusal dayanışma haline dönüşebilir…
Örneklerini bugünlerde sıkça görüp üzüldüğümüz
bütün o nefret söylemlerinin dışında kalabilmiş makbul ve yeni bir ulusal dayanışma ancak, Soma’nın
acısını azaltabilir ve Soma’nın yasını katlanılır bir yas
haline getirebilir.
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
13
Mayıs 2014 günü saat 15:00 sıralarında Manisa’nın Soma ilçesinde Soma
Grup’a ait kömür ocağında meydana
gelen faciada 301 vatandaşımız hayatını kaybetti. Toplam 2941 işçinin çalışmakta olduğu kömür
ocağında, çalışanların onda birinden fazlası hayatını
kaybetti. 100 civarında da yaralı vardı.
Sadece bu faciada yaş ortalaması 10 olan 432 çocuk babasız kaldı. Kadınlar dul, anne babalar evlatsız kaldı. Hasılı abisini, kardeşini, nişanlısını, yakınını
kaybedenler…
Sonradan ortaya çıkan belge ve bilgilerle, göz göre
göre “geliyorum” diyen facia Soma’daydı. Ama sadece Soma değil Türkiye’nin yüreği yandı. Hepimiz
çaresiz vaziyette acı çektik. Yaşananları günlerce
TV ekranlarından canlı yayınlarla izledik.
olayın öncesinde ve sonrasında dikkatimizi çeken
ve bir çırpıda aklımıza gelen ihmal, zaaf ve kötü niyetleri şu şekilde sıralayabiliriz:
Sorumsuz ve gözünü para hırsı bürümüş, gözü
kârdan başka bir şey görmeyen, işi yöneticilere bırakmış, işçilerin hangi şartlarda çalıştığını hiç merak
etmeyen, 3 yıldır ocağa uğramamış bir patron...
Hiçbir şeye yaramayan, miadını doldurmuş ve fonksiyonu kalmamış gaz maskeleri...
Yetersiz sensörler... Var olan sensörlerden gelen
sinyalleri dikkate almayan idareciler...
Olmayan acil müdahale ekipleri…
“Denetlememek” için önceden haber vererek
ocağa giden müfettişler… Yetersiz mevzuat... Var
olan mevzuatın bile uygulanmaması...
Aslında maden ocaklarında her sene çok sayıda
kömür madeni işçisinin kazalarda hayatını kaybettiği anlaşılıyor. Fakat bu ölümler Soma’daki gibi toplu
halde olmadığı için toplumun dikkatini çekmiyor.
Soma olayının bu kadar dikkat çekmesi, ölümlerin
toplu halde olmasındandı.
İşçinin değil de patronun çıkarlarını gözeten sendika... Yerel hadiselere yeterince dikkat etmeyen yerel siyasetçiler…
Bu konuda sorumluluğun kimde olduğuna dair herkes birbirini suçladı. Göz göre göre geliyorum diyen
bir faciada bu kadar insanımız hayatını kaybediyorsa zincirleme hatalar olduğu ortada. Yaşanan bu
Tayyip Erdoğan ve AK Parti düşmanlığı cephesine
bu vesile ile yeni bir cephane bulduğu varsayımı ile
kışkırtıcı manşet veya haberlerle çıkan bazı ulusal
medya unsurları…
Soma’da acıları paylaşarak azaltmak yerine, yaklaşan Gezi provokasyonlarının yıldönümüne bu faciadan malzeme çıkarmaya çalışan iliştirilmiş gruplar...
HAZİRAN 2014
17
Mllet olarak ölümlere, dramlara, çlelere,
doğal afetlere, savaşlara, teröre, cnayetlere,
fal meçhullere kısacası acılara alışığız.
Acılar toplumları brleştren olaylardır.
Bu acılar da mlletmz daha fazla
kenetleyecek. Netcede daha göz açıcı br
etk oluşturacak. Soma trajedsnden yen br
Gez provokasyonu çıkarmak çn çalışanlar
muvaffak olamayacaklar.
Geçen yıl Gezi olaylarında “Müftü karısı rolünde”
sahneye çıkan birinin bu defa “Madenci karısı”
rolünde ortaya çıkıp uluslararası medyaya malzeme
üretmesi...
İşçiler daha kömür ocağından çıkarılamamışken,
DİSK’in sorumsuz Başkanı Kani Beko’nun şehit olan işçilerin haklarını aramak yerine İzmir’de
Gezi’ye malzeme üretme çabası ve kışkırtıcılık yapması…
İçerde ve dışarda bazı grupların seçim öncesi Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasının önüne bir
barikat olarak Soma faciasını kullanmak istemeleri…
Milletin Soma’ya yardım için seferber olması karşısında rahatsız olan, kalbini ve vicdanını ideolojisine
feda etmiş ruhsuzların, “Soma’ya yardım etmeyin
AKP’ye yarar” çağrıları yapmaları...
Kendi siyasi ve ideolojik görüşünden olmadığı için
şehit olanlara, “AK Parti’ye oy verdiler, müstahaktılar” yani hak ettiler diyen insanlığını kaybetmiş
gazeteci ile şehit olan madenciler için “Para uğruna gitti niyazi” diyecek kadar alçalan ahlaksız
yazar...
Kendisi küresel gücün taşeronluğunu yaptığı için,
bunu gören ve ona destek olmayan millete kin ve
nefretini, dışa vurarak, Kur’an ayetlerini, kendi hezeyanlarına alet eden paralel tetikçiler...
“Bizim devirmeye çalıştığımız AK Parti’ye oy
verdiğiniz için maden ocağı başınıza çöktü.
Onun için yandınız” mesajı vermek için “Zulmedenlere destek olmayın; yoksa size ateş dokunur” yazan “ABD’ye adanmış ruh”... Bu yazıyı
18
HAZİRAN 2014
kendi internet sitesinde tekrar yayınlayıp Twitter hesabından hatırlatarak “Bedduam tuttu” demeye
getiren ruhsuz Pensilvanya…
İçerde bunlar olurken bu olay dışarda nasıl bir yansıma buldu? Türkiye ve İslam düşmanlığını gizleyemeyen uluslararası medya ve Batı siyaseti Soma’da
yaşanan faciaya nasıl yaklaştı bir de ona bakalım:
Türkiye maden kazasına ağlarken bazı İngiliz, Alman ve Amerikan medyası adeta kına yaktı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair kirli siyasi hesaplarını
öne çıkaran bazı yabancı medya kuruluşları, ülkemizi yasa boğan trajediyi çarpıtarak veya istismar
ederek verdiler.
BBC, Soma’da tekmelenen bir vekilin otomobilini
“Başbakan’ın makam aracı” diye servis ederken, NYT “Ülke çapında protestolar yapılıyor”
yalanına başvurdu. Almanya’da yayınlanan Der
Spiegel Erdoğan için manşetten “Cehenneme git”
yazarak küstahlık yaptı.
Batılı medya organları, bu trajediyi fırsat bilip
Türkiye’ye yönelik kinlerini kustular. Bazı Rum gazeteleri ise farklı ve olumlu davranarak “Acınızı
paylaşıyoruz!” şeklinde Türkçe başlıklar attı.
En büyük küstahlığı ise Gezi kalkışması sırasında
“Boyun Eğme!” diyerek Türkçe manşet atmış olan
Der Spiegel yapmış oldu.
Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarını kasıtlı biçimde
çarpıtan Der Spiegel, BBC, Reuters, NYT, Fox TV,
WSJ ile Die Welt gibi medya organları, Soma’daki
kazadan sonra Türkiye’de ülke çapında protestolar
yapıldığı ve cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde
siyasi kavganın daha da ateşleneceği şeklinde kirli
ve yalan yayınlar yaptılar.
BBC’nin Türkçe internet portalı ise “Protestolarınızın videolarını gönderin yayınlayalım” çağrısında bulundu.
Peki, ne olacak ve neler yapılmalı?
Millet olarak ölümlere, dramlara, çilelere, doğal
afetlere, savaşlara, teröre, cinayetlere, faili meçhullere kısacası acılara alışığız. Acılar toplumları
birleştiren olaylardır. Bu acılar da milletimizi daha
fazla kenetleyecek. Neticede daha göz açıcı bir etki
oluşturacak.
Soma trajedisinden yeni bir Gezi provokasyonu çıkarmak için çalışanlar muvaffak olamayacaklar.
Ancak bu facia vesilesiyle hükümetin; işçi sağlığı ve
iş güvenliği konularında acil adımlar atması, işyerlerinin, özellikle riskli ortamların daha sıkı denetlenmesi, denetleyenleri de denetleyecek mekanizmaların
kurulması için gerekenleri yapması bekleniyor.
Sendikaların; şov, siyaset veya ideolojik eylem yapmak yerine üyesi olan işçilerin haklarını savunma
yolunu seçmeleri gerekiyor. Patronların ise para uğruna insan sağlığını hiçe saymadan, insanca çalışma ortamları oluşturma mesuliyetleri var.
Bu son olay karşısında bazı kişilerin, nefretlerini dışa
vuran hezeyanları, bizim millet olma keyfiyetimize
karşı bir saldırıdır. Toplumun sosyolojik genlerini değiştirme girişimidir. Çok riskli, çok tehlikelidir. Bunu
görmeliyiz.
Her şeye rağmen bu kışkırtıcıların, bu provokatörlerin oyununa gelmemeliyiz. Kendi değerlerimize, millet olma şuurumuza daha fazla sahip çıkarak oyunu
bozmalıyız.
Yargı, bu faciada kusuru bulunanları adil biçimde
cezalandırmalı, siyaset ise benzer faciaların tekrar
etmemesi için her çeşit tedbirin alınmasını sağlayacak kurallar koymalı, iktidar da uygulamanın amansız takipçisi olmalıdır.
Toplum ise bunların yeterince yapılıp yapılmadığını
unutmadan takip etmeli, hesap sormalıdır.
Kısacası Soma’dan sadece kömür ve cenaze çıkmasın. Önemli dersler de çıkarılsın. Çıkarılsın ki
başka masumlar da kurban edilmesinler. Başka
çocuklar yetim, başka kadınlar dul kalmasın…
HAZİRAN 2014
19
SOMA DOSYASI
Her halükarda Soma, Türkye’de yaşanan büyük hesaplaşmanın mlatlarından br
olarak tarhtek yern alacaktır. Ateş düştüğü yer yaksa da Türkye’nn yüreğndek
yangın Soma’da yenden alev almıştır. Ancak “Br musbet bn nashatten evladır
(ydr)” denmştr. İnşallah bu ders hepmz almışızdır. Mlletmzn başı sağ olsun...
İş Kazaları Neden Faciaya Dönüşüyor?
BİR FACİANIN ANALİZİ
Aydın BOLAT
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
S
oma bomba gibi düştü Türkiye’nin gündemine. Dünya bile sarsıldı şiddetinden. Madenin
karanlık dehlizlerinde zehirli dumandan boğulan madenciler, birer birer kapkara bedenleriyle
simsiyah bir ölümün kucağında çıkarıldılar cehennemden.
Tam 301 can... Aileler... Çocuklar...
Büyük acı ve üzüntü. Allah rahmet etsin, sabr-ı cemil versin ve yardımını esirgemesin.
Acı ve İstismar
Bu büyük facia ve acı bile Türkiye’yi bir araya getiremedi. Toplumun büyük bir bölümü madencilerin
acılarını derinden ve yürekten hissetti, keder, yas,
üzüntüyle birlikte dualarıyla, yardımlarıyla güçlü bir
dayanışma duygusu sergilendi. Ama aynı anda
20
HAZİRAN 2014
toplumun diğer bir kesimi de daha cesetlerin yerin
altından çıkartılmasını beklemeden ölümü siyasi fırsatçılık vesilesi yaparak, çirkin sloganlarıyla acılı Soma’lıların ağıtlarını, feryatlarını bastırdılar. Reyhanlı
bombalamasında, Gezi Parkı’nda, 17 Aralık sürecinde olduğu gibi her olayı siyasi ranta dönüştürmeye çalışan, Erdoğan’a ve hükümete karşı nefret
ve kin kusmak için her olayı vesile, her şeyi araç
yapanlar Erdoğan nefretini Soma acısından ilerde
tutarak ülkeyi ahlaksız bir tepki ve şiddetle savaş
alanına çevirdiler. Soma’dan yeni bir Gezi çıkarmaya çalıştılar. Onlar için tüm dert Erdoğan ve hükümeti... Onlar gitsin de isterse on Soma patlasın
hatta Türkiye yansın, bitsin umurlarında değil! Bu iki
Türkiye fotoğrafı da facianın esasını görmeyi örtmemeli, kapatmamalı...
Bu tür felaketlerde belirli bir oran (%5-10 gibi) vardır ki ne yapsanız da, ne tedbir alsanız da önleyemezsiniz. Bu insan fıtratının zaafından doğan, insanı
aşan ve eşyanın tabiatı icabı olağanüstü bir durumdur. Burada insan acizdir, çaresizdir. Doğal afetlerde bu oran daha yüksektir ve insanî tedbirler, önlemler çok daha yetersiz ve çözümsüz kalır. Bu tür
felaketlerde geriye kalan oran (%90-95 gibi) insanî,
beşerî teknik ve teknolojik tedbirlerle önlenebilir ya
da minimize edilerek zararları azaltılabilir, bedelleri
küçültülebilir. Denetim mekanizmaları, iş güvenliği
kuralları ve mevzuatı, teknolojik yenilik ve kolaylıklar iş kazalarını önleyecek ve minimize edecek
yetenekler sağlayabilirler. İş kazalarında Dünya’da
üçüncü, Avrupa’da birinci sırada isek, Türkiye’de
Çin’den 2,5 kat, Avrupa’dan 30 kat fazla iş kazası yaşanıyorsa, sadece 2013 yılında iş kazalarında
1200 kişi kaybetmişsek bir yerlerde bir şeylerin eksik olduğunu, bir şeyleri hakkınca beceremediğimizi
kabul etmemiz gerekiyor. Değişik boyutlarda sürekli
tekrar eden ve de üç gün sonra unutulan iş kazaları,
trafik kazaları bir şeylerin göstergesi olmalıdır. Buradan az gelişmişlik veya geri kalmışlık, sosyal gelişim seviyesi, sanayi üretim standartları ölçeğinde
sonuçlar çıkarılabilir. İş ahlakı ve sorumluluk eğitimi,
iş güvenliği eğitimi ve terbiyesi ile zihniyet değişimi bağlamında yiyeceğimiz ekmek, çıkaracağımız
dersler ve kat edeceğimiz merhaleler için zamana
ihtiyacımız olduğunu anlayabilmeliyiz.
mete, denetim mekanizmalarına, işletme patronuna, yöneticilere, sendikaya ve çalışanlara ayrı ayrı
sorumluluklar düşmektedir.
Yaşama hakkını güvenceye almak ilk önce hükümetin ve devletin görevidir. İş kazalarında dünya
standartlarında yüksek orana sahip olan bir ülkede
en önemli sorumluluk ülkeyi idare edenlere düşmektedir. Ekonomik nedenlerle işletilmesi mümkün
olmayan madenlerin kapatılması düşünülebilir. Eğer
devam edilecekse çalışanların can güvenliğini korumak için ilave bir şeylerin yapılması elzem görünüyor. Bu nevi felaket hallerinde veya olağanüstü
durumlarda hükümetin kriz yönetimine yönelik süreçleri ve uygulamalarını yeniden gözden geçirmesinde fayda var. Kullanılan dili, algı yönetimini ve
operasyonel organizasyon adımlarını profesyonel
tecrübelerle güçlendirmelidir.
Geçmiş dönemlerdeki deneyimlerle kıyaslandığında hükümetin performansını tebrik etmek gerekiyor ancak, bu, eksiklikleri görmeyi engellememeli.
Can Güvenliği Önce Devletin Sorumluluğudur
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturunu sözde değil özde içselleştirerek yaşama hakkını korumak, insanı önceleyen sürdürülebilir kalkınmayı
becerebilmek ve kalkınmacı politikalar için sosyal
siyaset paradigmasının tümden yenilenmesi gerekmektedir. İşte o zaman Soma için anahtar cümle
olarak; “tespit edilmesi mümkün olmayan bir
kızışma” ya da “trafo patlaması”ndan bahsedilemez bir noktaya gelebiliriz. İşte tam burada hükü-
HAZİRAN 2014
21
nereleri sızladı? Sıradan insanlarımız kendine bir
pay çıkardılar mı?
Sahiden Soma ne dedi bize?
İş Kazası mı Sabotaj mı?
Muhalefetin bile takdir ettiği Enerji Bakanı Taner
Yıldız’ın açık, şeffaf, makul ve dengeli açıklamaları, sorumlu, soğukkanlı ve mesuliyete davet eden
yumuşak dili, üslubu genel bir takdir topladı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın konumu göz
önüne alındığında “hatasız mesuliyet” bağlamında
gerektiğinde istifa müessesesi bu kriz ve algı yönetiminde çalıştırılabilmelidir. Bu topluma ve ülkeye
daha büyük bir ders ve güven verecektir.
İbretlik Dersler
Bu büyük facia tabiî ki herkese bir ders ve mesaj
verecek örneklerle dolu. “Hepiniz Allah (c.c.)’a
döneceksiniz” ilahi düsturu yinelenirken, ondan
başka güvenecek hiçbir şeyin olmadığı, kaçışın ve
çıkışın bulunmadığı görüldü. Bu bir imtihandır!
Kirli çizmelerinden sedyeyi sakınan madenci, kardeşinin cansız bedenine sarılan Kızılay battaniyesini
yıkayıp geri teslim eden madenci, çocuklarına bir
şey alamayan ve bu hüzünle şehit olan madenci, zehirli dumanla birlikte gelen ecel kuşattığında
Allah’a temiz gitmek için su birikintisinde ve kömür
tozuyla teyemmüm yaparak abdest almaya çabalayan madenciler, birbirlerine sarılarak ruhunu teslim
etmiş 39 madencinin ibretlik dersleri, mesajları var
elbette...
Bir şeylerin yanlış gittiği besbelli ancak henüz olayın
sebebi ve mahiyeti tam olarak kesinleşmiş değildir. Soma’da ne olduğunu adli, idari ve TBMM komisyonu soruşturmaları sonuçlanınca kesin olarak
öğrenebileceğiz. Ancak o zaman kimlere ne fatura
keseceğimizi bileceğiz.
Büyük gerilim ve kutuplaşma ortamında Erdoğan’ın
zaferiyle çıkılan 30 Mart yerel seçimlerinden sonra, her zaman krizlerle geçirilen Cumhurbaşkanlığı Seçimleri arifesinde, genel seçimlerden bir yıl
önce, netameli ve çatışmalı Gezi süreci ve Reyhanlı
bombalamalarının yıl dönümünde, bir CHP milletvekilinin Soma için verdiği soruşturma önergesinin mecliste reddedilmesinden bir ay kadar sonra,
ODA TV’den “Zonguldak Özal’ı götürdü, Soma
da Erdoğan’ı götürecek” yollu yayınlar yapıldıktan hemen sonra, çok bilmiş muhalif gazetecilerin
“yakında Ege’de deprem olacak, Soma patlayacak” mealinde twitler paylaşmalarından son-
Müslüman zengnlermz, fakr dn kardeşlermz nasıl br nefs muhasebes yaptılar
acaba? Kbrl yönetclern, para hırsıyla gözler dönmüş patronların nereler sızladı?
Sıradan nsanlarımız kendne br pay çıkardılar mı? Sahden Soma ne ded bze?
ra, ülkenin derin bir kutuplaşma ve siyasi çatışma
içinde olduğu bir süreçte ve nihayet Soma faciası
patlar patlamaz muhalif koalisyona (anti Erdoğan
cephesi) ait kadrolu hazır kıt’a protestocularının
bütün Türkiye’de pankartlarıyla, gaz maskeleriyle,
molotof ve havai fişekleriyle, tüm şiddet ve vandallık
teçhizatlarıyla sokağa fırlamaları, nihilist ve rasyonel
olmayan tepkileriyle “algı operasyonu” cehdiyle “Soma’dan Gezi çıkarma” çabaları; bu olaya
kaza değil sabotaj diyenlerin gerekçeleri olarak zihinleri bulandırıyor.
“Kim bu kadar kötü ve kahpe olabilir?” diye
şaşkına dönen milyonları duyar gibiyim ve ben de
onlardan biriyim. Ancak, tarihte ve günümüz dünyasında bunun örnekleri var... Makyavelist zihin
çarpıklığında; “gaye vasıtayı meşru kılar” ya da
“amaca ulaşmak için her yol meşrudur” anla-
yışında, yani insan soyunda evet bu kadar kötü ve
kahpeler var. Soma faciası inşallah böyle bir komplo değildir. O zaman yukarıda sıralanan olayların
manidar zamanlaması faciadan siyasi rant devşirmek isteyenlerin iğrenç ve ahlaksız istismarlarının
sebepleri olarak nitelendirilebilir.
Soma:
Büyük Hesaplaşmanın Milatlarından Biri
Her halükarda Soma Türkiye’de yaşanan büyük hesaplaşmanın milatlarından biri olarak tarihteki yerini
alacaktır.
Ateş düştüğü yeri yaksa da Türkiye’nin yüreğindeki
yangın Soma’da yeniden alev almıştır. Ancak “Bir
musibet bin nasihatten evladır (iyidir)” denmiştir.
İnşallah bu dersi hepimiz almışızdır.
Milletimizin başı sağ olsun...
Bu ibret derslerinden, bu hayat sınavlarından nasibini alan var mıdır?
Felaketten, musibetten rant çıkarmaya çalışan
ölüm istismarcıları, daha cenazeler kalkmadan hatta madenden çıkarılmadan “kaza değil katliam,
hükümet istifa” naraları atan protestolarını şiddetle, vandallıkla sergileyen, siyaset değil ahlak adına
sorgulanması gereken zavallılar gerçekten bir şey
anlamışlar mıdır?
Müslüman zenginlerimiz, fakir din kardeşlerimiz nasıl bir nefis muhasebesi yaptılar acaba? Kibirli yöneticilerin, para hırsıyla gözleri dönmüş patronların
22
HAZİRAN 2014
HAZİRAN 2014
23
SOMA DOSYASI
İÇİMİZİ YAKAN
SOMA MADEN KAZASI VE
İş kazaları konusunda ülkemizin karnesi maalesef
son derece zayıf notlarla dolu... Zira ülkemizde her
gün 172 iş kazası meydana gelmekte, iş kazaları
nedeniyle her gün 4 işçi hayatını kaybetmekte ve 6
işçi sürekli iş göremez hale gelmektedir. Bu olumsuz tablo uzun yıllardır çalışma hayatının önemli bir
sorunu olmaya devam etmektedir. Özellikle tersane, inşaat ve maden sektöründe sürekli ölümlü iş
kazaları yaşanması bir yasa çıkarma zorunluluğunu
beraberinde getirdi. Daha önce İş Kanunu’nda birkaç madde ve yönetmeliklerle düzenlenen iş sağlığı
ve güvenliği, 30 Haziran 2012’de Resmi Gazete’de
yayınlanarak yürürlüğe giren 6331 sayılı İş Sağlığı
ve Güvenliği Kanunu olarak müstakil bir yasa haline
dönüştürüldü. Kanunun temel anlayışı önleyici yaklaşımla tüm işyerleri için risk değerlendirmesinin yapılması ve çalışma ortamı ile ilgili faktörlerin etkilerini
kapsayan genel bir iş kazaları ve meslek hastalıklarını önleme politikası geliştirilmesidir. ILO “Güvenlik
Kültürü Raporu”, meslek hastalıklarının tamamının,
iş kazalarının ise yüzde 98’inin önlenebilir olduğunu
ortaya koymaktadır. Buradan anlaşılmaktadır ki, yeterli önlemler alındığı takdirde iş kazaları ve meslek
hastalıkları önlenebilir. Yasa çıkarmanın tek başına
yeterli olmayacağını ve bir iş sağlığı ve güvenliği bilinci oluşturmanın zorunluluğunu ifade etmek gerekir. Zira iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri için yasal
kuralların yanı sıra bir kültür ve bilinç oluşturmanın
zorunlu olduğu unutulmamalıdır.
Yaraları Sarmak İçin Yapılması Gerekenler
Elim iş kazasında yaraları sarmak için önce vefat
edenlerin yakınlarının kimseye muhtaç olmayacağı
bir hayat sürmelerini sağlamak gerekir. İş kazası
nedeniyle yüzlerce çocuk, eşler, anne ve babaların
ekonomik ve sosyal bakımdan korunmadan mahrum kaldılar. Sosyal güvenlik sistemimiz gereği ailelere maaş bağlanacaktır. Mevcut yasamızda ölüm
aylığı almak için 5 yıl sigortalı olmak ve 900 gün
prim ödemek şartı var. Ancak Çalışma Bakanı, ailelere ölüm aylığı bağlamak için 1 gün sigortalı olmanın yeterli olduğunu söyledi. Dolayısıyla Soma’da
vefat edenlerin, 5 yıl sigortalı olmak ve 900 gün prim
ödemek zorunluluğunu ortadan kaldıran bir yasal
düzenleme yapılacaktır. Ayrıca ölümler iş kazası
nedeniyle olduğu için ailelere iş kazası ölüm geliri
bağlanacaktır. Bağlanan iki maaştan, yüksek olanın
tamamı düşük olanın ise yarısı ödenecektir. Ayrıca
YAPILMASI GEREKENLER
Tarkan ZENGİN*
Sendika Uzmanı
S
oma’da yaşanan maden faciasında 301
emekçiyi kaybettik. Ülkemiz tarihine en fazla
emekçi kaybettiğimiz iş kazası olarak geçen
Soma faciası sonrası ilk yapmamız gereken, acıları
paylaşarak yaraları sarmaktır. İkinci olarak, bu iş
kazalarının temel nedenleri üzerinde durmaktır. Son
olarak da bir daha böyle acı olayların yaşanmaması
için neler yapılması gerektiğini tartışarak ortaya
somut öneriler koymamız gerekmektedir.
Soma’da yaşadığımız acının tüm tarafları olarak iyi
bir sınav veremedik. Meselenin sorumluğunu taşıyan işverenler, medya, sendikalar, Hükümetin ilgili Bakanlıkları ve birimleri ile tüm kesimler, aslında
24
HAZİRAN 2014
sorumlu olduğumuzu bilmeyiz. Meseleye bu gözle
bakabilirsek sorunun üstesinden gelebiliriz. Ancak
herkesin bir birini suçladığı bir ortamda soruna çözüm bulunması mümkün değildir. Acıların birleştirdiği bir toplumsal yapımız varken, Soma’da ortak
acılar etrafında birleşemedik. Siyaset taraftarlığı açısından bakılması mümkün olmayan bu olay maalesef siyasetin sığ tartışmalarının bir malzemesi gibi
kullanıldı. Toplum olarak acılarımızı yaşamamıza
bile fırsat verilmeyen bir ortam oluşturuldu. Bütün
olanlara rağmen bu olayların bir daha yaşanmaması
için buradan çıkarılacak önemli dersler olduğu bilinmelidir.
HAZİRAN 2014
25
Herkesin sorumlu
olduğunu düşünmesi
gereken acı bir olay
yaşadık. Gözünü kar
hırsı bürümüş işverenler,
yeterince duyarlı olmayan
sendikacılar, özenli
denetim yapmayan
kamu görevlileri, bu
konularla ilgili aydınlar ve
akademisyenler, medya,
işçi maliyetlerini düşürmek
için taşeronlaştırmayı
yaygınlaştıran Hükümetler
ve ilgili Bakanlıklar
özeleştiri yapmalıdır.
bu ailelerin sivil şehit sayılması için yasal çalışmalar
yapılıyor olması da önemlidir. Tüm bunlar kayıplarımızı geri getirmeyecek ama yaraların sarılmasında
önemli adımlar olacaktır.
Yaraları sarmanın bir başka yolu ise tüm faillerin
yasa önünde hesap vermesini sağlamaktır. Daha
önceki iş kazalarında olduğu gibi yeterli bir hesap
sorma süreci yaşanmazsa ailelerin acılarını azaltma
imkânı olmayacaktır. Hesap sormak, kaybettiğimiz
emekçiler ve yakınları için olduğu gibi bugün madenlerde çalışan işçiler ve aileleri için de önemlidir.
Zira 2014 Ocak SGK verilerine göre maden ve taş
ocakları iş kolunda (yeraltı ve yerüstünde) çalışan
190 bin işçinin aileleri de hesap sorulmazsa bundan
sonra daha endişeli olacaklardır. Zaten yürekleri
ağızlarında babalarının yollarını bekleyen çocukların,
kocalarını bekleyen kadınların, evlatlarını bekleyen
ana babaların endişelerini gidermek için Hükümet
sorumluların yasa önünde hesap vermesini sağlamalıdır. Bugün madenlerde çalışanlar iş kazalarıyla
ilgili tedbir almayanlara hesap sorulduğunu görmek
istiyorlar.
Yaşanan Olayın Temel Nedenleri
Birçok ideoloji, insanı sadece üretim aracı olarak
görürken kadim bir medeniyete sahip olan bizlerin
26
HAZİRAN 2014
insana bir kıymet olarak bakmamız gerekir. Kapitalist düzen insanı makine gibi üretim araçlarından
biri olarak kabul ediyor. Oysa insan makine değil
bir kıymettir. Soma Maden A.Ş. patronunun ton
başına kömür maliyetini 134 dolardan 23,8 dolara
indirmesi aslında iş kazalarının önemli bir nedenine
işaret ediyor. İktisadi açıdan düşürülen maliyetlerin
insanî yaklaşımları azalttığını biliyoruz. Düşürülen bu
maliyet elbette işçinin sömürülen emeğinin karşılığıdır. Üretim maliyetleri; ya işçilerin ücretleri ve sosyal
hakları kısıtlanarak düşürülecek ya da işçiyi iş kazaları ve meslek hastalıklarından koruyacak önlemlere
para harcanmayarak düşürülecektir. İki uygulama
da aslında bugün yaşadığımız trajedilerin temel sebeplerindendir. İnsan odaklı bir işyeri anlayışı olmadığı ve işverenlerin kar hırsları azaltılmadığı sürece
içimizi yakan bu acıları maalesef yaşamaya devam
edeceğiz.
Ülkemizde madenlerde yaşanan kazaların hem nedenleri hem de çözümüne ilişkin önerilerin yer aldığı
bir rapor, bugün yaşadığımız Soma maden kazasına da önemli ışık tutmaktadır. Cumhurbaşkanlığı
Devlet Denetleme Kurulu’nun maden kazalarıyla
ilgili 2011 yılında hazırladığı bu rapor çok önemlidir.
Zira raporda madenler ve maden kazaları ayrıntılı bir şekilde incelenmiş, bugün maden kazalarının
nedenleri olarak tartıştığımız taşeron uygulaması, denetim eksikliği, üretim zorlaması, işçi eğitimi
yetersizliği gibi sorunlar dile getirilmişti. Raporda iş
kazalarının nedenleri ise şöyle sıralanmaktadır: Risk
değerlendirmesi yapılmaması, taşeronluk alt işverenlik uygulaması, üretim zorlaması, geçmiş kazalardan ders alınmaması, grizu riskine karşı önlemlerin yetersiz olması, kontrol ve degaj sondajlarının
yeterince yapılmaması, delme-patlatma işlemindeki
düzensizlikler, çalışanlarda CO maskesi bulunmaması, gaz izleme ve ikaz sistemlerinin yetersizliği,
havalandırma yetersizliği, grizu emniyetli elektrikli
cihaz ve ekipmanlar ile ilgili sorunlar, nefeslik-kaçamak yolu ile ilgili yetersizlikler, tahkimat ile ilgili eksiklikler, tahlisiye hizmetleri ile ilgili sorunlar, maden
işletmelerinde gözetim (iç denetim) hizmetlerinin
yetersizliği, teknik nezaretçilik vb. işletme içi denetim uygulamaları ile ilgili sorunlar, kamu birimleri denetimlerinin etkinsizliği ve mesleki eğitim ve iş
güvenliği kültürü noksanlıkları. Bu tespitlere ilişkin
önlemler alınmış olsaydı belki de bu acıları bugün
yaşamayacaktık. Aynı raporda özellikle iş güvenliği
eksiklikleri şöyle sıralanıyor: “Havalandırma genellikle doğal havalandırma yoluyla yapılıyor; Yeraltı ekipmanları alev sızdırmaz özelliğe sahip değil; Çalışma
yerlerinin en az iki yolla yeryüzüne bağlı olmasına
dikkat edilmiyor; patlamalara karşı önlemler yetersiz
kalıyor; yeterli gaz ölçüm cihazları bulunmuyor; ferdi kurtarıcı teçhizat ya olmuyor, olanlar da yetersiz
kalıyor.”
Madenlerde uygulanan rödovans sisteminin insan
odaklı olmaması kazalara davetiye çıkaran bir başka neden. Devletin madeni kiraya vermesi ve karşılığında madendeki üretimi belirli bir fiyat üzerinden
satın alması şeklinde yürüyen rödovans sistemi,
sürekli üretim yapmaya zorluyor. Rödovansçının
hedefi, rezervi en düşük maliyetle aramak ve işletmektir. Bu nedenle çalışanları sürekli üretmeye zorlayan sistem iş güvenliğini daha riskli hale getiriyor.
Kazanın olduğu maden de dâhil olmak üzere rödovans sisteminin olduğu madenlerde üretim hırsı
insani yaklaşımları ortadan kaldırıyor.
Madenlerin çoğunda vardiya değişimleri gayri-insani biçimde yürütülüyor. Diğer vardiyadaki arkadaşı
üretim noktasına gelene kadar üretim devam ediyor. Kazmalar hiç boş durmadan “elden ele” sistemi gibi garip bir uygulama yürütülüyor. Amerika’da
madenlerde yeni vardiyanın işe başlayabilmesi için
madenin uzmanlar tarafından 3 saat boyunca denetlenmesi ve çalışanlar ile güvenlik konuşmasının
yapılması zorunludur. Uzmanlar her vardiya değişiminde havalandırmayı, metan ve karbonmonoksit gibi zehirli gazların oranını ölçüyor ve madenin
güvenli olup olmadığını bildirerek olabilecek risklerin
önüne geçiyor. Bizde ise vardiya değişiminde üretimin az bir süre durmasına bile fırsat verilmemesi
kazalara davetiye çıkarıyor.
Acı Olayların Yaşanmaması İçin Yapılması
Gerekenler
Özellikle özel sektörde sürekli üretim yaptırarak
kârlarını maksimize etmek isteyen işverenlere hesap sorulması, işverenlerin daha özenli davranmasını sağlayacaktır. Ancak önceki kazalarda olduğu
gibi sadece idari soruşturma ve para cezaları değil,
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun taksirli adam öldürme başlıklı 85. maddesi ile taksirli yaralama başlıklı 89. maddesi de işletilmelidir. İşveren tehlikeli olduğunu bilerek tedbir almamış ve bu nedenle kaza
meydana gelmişse bilinçli taksirle adam öldürme
suçu işlenmiştir. Soma maden olayında da iddialardan biri ısrarla uyarı yapılmasına rağmen tedbir alınmadığıdır. Eğer böyle ise olay bilinçli taksirle adam
HAZİRAN 2014
27
öldürmeye girmektedir. Yıllardır yaşanan iş kazalarının failleri yeterince bedel ödemedikleri için Soma
Maden patron ve yöneticileri hiçbir sorumluluklarının olmadığını utanmadan söylediler. Orada çalışanların alın teri üzerinden servetlerini katlayanların
onların ölümlerinden en azından vicdanı sorumluluk
duyması gerekirdi. Bu olmadığı gibi idari ve yasal
açıdan sorumlu olduklarını akıllarına bile getirmiyorlar. Tüm bu nedenlerle sorumluların tamamı yasa
önünde hesap vermelidir.
Taşeron sistemi ülkemizde artık tam bir emek sömürüsüne dönmüştür. Bu sistem tamamen gözden geçirilmeli ve yasal düzenleme yapılmalıdır. İş
Kanunu taşeronlaştırmayı yalnızca asıl işe yardımcı
işlerde öngörürken bugün asıl işler bile taşeronlara
verilmektedir. Mesela bir kömür madeninde asıl iş kömür çıkarmak, yardımcı iş ise burada çalışanlara servis hizmeti vermektir. Uygulamada ise Soma maden
kazasında yaşadığımız gibi işyerinin asıl faaliyeti olan
kömür çıkarma işi bile taşeronlar eliyle yapılmaktadır.
Refahın taşeronlara değil çalışanlara aktarılması ve
katı çalışma yaşamı kuralları belirlenmesi gereklidir.
Başta ağır ve tehlikeli işler olmak üzere taşeronlaştırma uygulamalarına son verilmelidir.
İş sağlığı ve güvenliği yasasının öngördüğü tüm
yükümlülüklerin yerine getirilmesi sağlanmalı ve
28
HAZİRAN 2014
özellikle ağır ve tehlikeli iş kollarında etkin denetim
yapılmalıdır. Maden çıkarma işi yapan işyerlerinde
yaşam odalarının olmamasının cezai uygulamaları işletilmelidir. Yaşam odalarının yasal zorunluluk
olmadığı bilgisi yanlıştır. Mevzuat işçilerin korunması için genel kuralları belirlediği için gerekli olan
malzemeleri tek tek sıralamaz. Nitekim 6331 sayılı
yasanın 5. maddesi işverenlere “Teknoloji, iş organizasyonu, çalışma şartları, sosyal ilişkiler ve çalışma ortamı ile ilgili faktörlerin etkilerini kapsayan
tutarlı ve genel bir önleme politikası geliştirmek” ile
“Teknik gelişmelere uyum sağlamak” yükümlülüğü
getirmektedir. Bu nedenle yeni ürün veya teknoloji değişimi ortaya çıktığında işveren bu tedbirleri
mevzuatta olmadığı gerekçesiyle yapmaktan kaçınamaz. Ayrıca maden yönetmeliğine göre işveren,
“bir tehlike anında çalışanların çalışma yerlerini en
kısa zamanda ve güvenli bir şekilde terk edebilmeleri için uygun kaçış ve kurtarma araçlarını sağlar
ve kullanıma hazır bulundurur” hükmü gereği zaten
yaşam odalarını bulundurmalıdır.
Yasada bir takım değişiklikler yapılmalıdır. İş sağlığı
ve güvenliği teftişleri “Çalışma İlişkileri Kurulu” kurularak yaptırılabilir. Kurulda işçi (sendika), işveren,
bağımsız akademisyen ve müfettişler olmalıdır. Buradan çıkacak kararlar tüm taraflar olduğu için daha
az tartışılacaktır. 6331 sayılı yasanın 13. maddesi
“Çalışmaktan Kaçınma” hakkını düzenlemektedir.
Ciddi ve yakın tehlike ile karşı karşıya kalan çalışanlar bu hakkını kullanabilirler demektedir. Ancak fiili
olarak bu hükmün uygulanması zordur. Zira maden
ocağında düşük ücretle çalışmayı göze alan birinin
çalışmadan kaçınması ne kadar gerçekçidir? Bunun yerine yasal değişiklik yapılarak çalışmaktan
kaçınan işçilere İş-Kur aracılığıyla 12 aya kadar ücret ödenmesi sağlanmalıdır. 6331 sayılı yasaya göre
işyerlerinde oluşturulan iş sağlığı ve güvenliği kurulları var. Bu kurullarda görevli olan çalışan temsilcileri, tehlike kaynağının yok edilmesi veya tehlikeden
kaynaklanan riskin azaltılması için, işverene öneride
bulunma ve işverenden gerekli tedbirlerin alınmasını isteme hakkına sahiptir. Yasaya göre 2001’den
fazla çalışanı olan işyerinde 6 çalışan temsilcisi olur.
Kurulda görevli 6 işçinin eğer yaşıyorlarsa beyanları
son derece önemlidir. Kayıt tutmanın zorunlu olduğu kurul defterlerinin kayıp olduğu iddia edilmektedir. Kurul üyelerinin hayatta olanlarının vereceği
bilgiler olayın aydınlatılmasını sağlayacaktır. Ayrıca
ILO “Güvenlik Kültürü
Raporu”, meslek
hastalıklarının tamamının,
iş kazalarının ise yüzde
98’inin önlenebilir olduğunu
ortaya koymaktadır. Buradan
anlaşılmaktadır ki, yeterli
önlemler alındığı takdirde
iş kazaları ve meslek
hastalıkları önlenebilir.
Yasa çıkarmanın tek başına
yeterli olmayacağını ve bir
iş sağlığı ve güvenliği bilinci
oluşturmanın zorunluluğunu
ifade etmek gerekir. Zira iş
sağlığı ve güvenliği tedbirleri
için yasal kuralların yanı
sıra bir kültür ve bilinç
oluşturmanın zorunlu olduğu
unutulmamalıdır.
İşyerlerinde görev yapan iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının ücretleri bağımsız bir fon oluşturulmalı ve
bu fondan ödenmelidir.
Sonuç olarak hepimiz şapkamızı önümüze koyarak
özeleştiri yapmalıyız. Herkesin sorumlu olduğunu
düşünmesi gereken acı bir olay yaşadık. Gözünü
kar hırsı bürümüş işverenler, yeterince duyarlı olmayan sendikacılar, özenli denetim yapmayan kamu
görevlileri, bu konularla ilgili aydınlar ve akademisyenler, medya, işçi maliyetlerini düşürmek için taşeronlaştırmayı yaygınlaştıran Hükümetler ve ilgili
Bakanlıklar özeleştiri yapmalıdır. Vahşi kapitalizmin
işçinin kanı üzerinden büyüdüğü 1850’li yılları bugün yaşamak zorunda değiliz. 1900’lü yıllarda çocukların bedenleri küçük olduğu için onları maden
ocaklarında çalıştıran Batı’nın zalim çalışma şartlarını bugün yaşamak istemiyoruz. İş kazalarında vefat
eden emekçilerin üstünü toprakla örterken diğer taraftan da olayların üstünün örtülmesini istemiyoruz.
Çağdaş dünya başta maden kazaları olmak üzere
iş kazalarını nasıl önlüyorsa bu tedbirlerin maliyet
hesaplamaları yapılmadan alınmasını istiyoruz.
Temel istediğimiz çağdaş dünyanın öngördüğü insan onuruna yaraşır bir çalışma hayatıdır.
*Gazi Üni. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü mezunu. BEM-BİR-SEN Genel Başkan Danışmanı ve Türk Harb-İş
Sendikası Eğitim Müdürü.
HAZİRAN 2014
29
Başbakan'ın
Kamusal Kan Davasını Reddi
Prof. Dr. Yasin Aktay
Türkiye’nin Muhalefet Sorunu ve
“Ortak Çatı Adayı”
Dr. Murat Yılmaz
Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı Seçimleri
Prof. Dr. Haluk Alkan
Türkiye Usulü Rasyonel Başkanlık Sistemi
Bülent Orakoğlu
Kriptokrasi: Devlet Güvensizliği ve
Yasadışı Dinleme
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
Türkiye’de Son Dönemde Yaşanan
Yargı - Siyaset Gerilimi
Mustafa Burak Çelebi
İÇ POLİTİKA
100 yıl önce yaşanmış hadseler km hang dell gösterrse göstersn br mahkeme değl tarh
konusudur. Tarh se her zaman tartışmaya açık br alandır. Tartışmaya açıldığı anda orda tarh değl, ya
tek taraflı mutlaklaştırılmış br tkat veya bundan türetlen br kan davası vardır. İks de brbrnden
zehrleycdr. Her halükarda Başbakan’ın hayatını kaybetmş olanlardan dolayı Ermenlern yaşayan
torunlarına tazyesn bldrmes, bu zehrleyc tkattan özgürleşme yolunda öneml br adımdır.
Türkiye’nin “Ermeni Dosyası” ile hesaplaşması/
yüzleşmesi tarihinin de hatırlanması/ele alınması
gerekmektedir. Kurucu iradenin Ermeni meselesine yaklaşımı ve Erken Cumhuriyet dönemindeki
yaklaşımlar ele alınmaksızın Başbakan Erdoğan’ın
açıklamasının nereye isabet ettiğini değerlendirmek
oldukça zordur.
protokollerin imzalanabilmiş olması dahi devletin
geleneksel refleksleri üzerinde AK Parti’nin yarattığı dönüştürücü kapasiteyi ortaya koyma açısından
önemsenmeli. Türkiye’de oturma ve/veya çalışma
izni olmaksızın bulunan 50 binin üzerinde Ermeni’ye
yönelik hükümetin pratiği de sorunun çözümü için
sorumluluk alındığının en belirgin göstergesi.
1915’te Osmanlı Devleti’nin tehcir kararı almasının
ardından müttefik devletler Rusya’nın bastırmasıyla
bir deklerasyon yayınlayarak “Türkiye’nin insanlığa
ve uygarlığa karşı işlediği bu yeni cinayetler karşısında Müttefik Hükümetler (…) Osmanlı Hükümetinin bütün üyelerini ve onların bu katliamlara karışan
ajanlarını kişisel olarak sorumlu tutacaklarını” ilân
ettiler. Henüz I. Dünya Savaşı sona ermeden ABD
Başkanı Wilson’ın ilân ettiği ve savaş sonrası düzenin temelini oluşturacak olan 14 nokta içerisinde iki
başlık Osmanlı Devleti (ardılı Türkiye) ve Ermeni meselesini doğrudan ilgilendiriyordu. Wilson’ın 5. noktasına göre “Sömürgelerin bütün talepleri serbest,
açık görüşlü ve tümüyle tarafsız bir yaklaşımla ele
alınmalı, bu tür egemenlik sorunlarının çözümünde
ilgili halkların çıkarlarıyla egemenliği tartışılan devletin adil taleplerinin eşit ağırlık taşıması ilkesine kesinlikle uyulmalıdır. 12. nokta ise “Bugünkü Osmanlı
Devleti’ndeki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik
tanınmalı, Osmanlı yönetimindeki öbür uluslara da
her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliği ile özerk
gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. Ayrıca Çanakkale Boğazı uluslararası güvencelerle
gemilerin özgürce geçişine ve uluslararası ticarete
sürekli açık tutulmalıdır.” ifadesi yer almaktadır.
Başbakan Erdoğan’ın 1915 olaylarına yönelik yaptığı açıklamalar ve Ermenistan’la ilişkilerin normalleşebilmesi, Türk dış politikasında yaratılan dönüştürücü etkinin çok daha ötesinde “devrimsel” bir niteliğe sahip. Bu tespiti daha sağlıklı analiz edebilmek
için Türkiye’nin Ermeni meselesi konusunda resmi
tezlerinin derli toplu biçimde aktarıldığı Kamuran
Gürün’ün çalışmasına verdiği isimle ifade edersek,
Savaş sonrasında Wilson’ın ABD Başkanlığından
ayrılmasına rağmen yeni dönem Wilson Prensiplerinin üzerine inşâ edildiği için kurucu kadroların
en önemli sorunlarından birisi Ermeni meselesi
oldu. I. Dünya Savaşı’nı sona erdirecek ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu anlaşması olacak metni
müzakere etmek için Lozan’a giden Türk heyetine
gündeme gelmesi halinde masadan çekilmeleri için
BAŞBAKAN’IN
KAMUSAL KAN DAVASINI REDDİ
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Onursal Başkanı
B
aşbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 24
Nisan’dan önce 1915 olaylarına ilişkin yaptığı
açıklama hem Türkiye’de hem de uluslararası
toplumda ciddi bir yankı buldu. Başbakan’ın yaptığı
açıklama birçok kimse tarafından önemli bulunurken bazı araştırmacılar Türkiye’nin 1915 olayları dolayısıyla “özür dilemek” için çok geç kaldığını
savundular. Türkiye ve Ermenistan arasındaki sınır
hâlâ kapalı. AK Parti iktidarı döneminde TürkiyeErmenistan ilişkilerinin normalleşebilmesi için atılan
adımlar Türk dış politikasının tarihsel yönelimleri açısından dönüştürücü nitelikteydi. Türkiye ve Ermenistan arasında 2010 yılında ilişkilerin normalleştirilmesi amacıyla imzalanan protokoller her iki ülkenin
Meclis gündemine henüz alınabilmiş değil ancak bu
32
HAZİRAN 2014
verilen talimat iki konuyu içeriyordu: Kapitülasyonlar ve Ermeni meselesi. Neticede imzalanan Lozan
Antlaşmasında da azınlıklar etnik mensubiyetlerine
göre değil dinsel mensubiyetlerine göre belirlendi ki
buna göre Türkiye’de Müslüman olmayan herkes
azınlık olarak kabul edildi. Bununla birlikte Lozan
Antlaşması hem azınlıklara hem de Türkiye Cumhuriyeti içerisinde bulunan diğer farklı gruplara önemli
haklar sağlıyordu. Ancak kurucu kadroların hem
içerden hem de dışarıdan tehdit algısı ile şekillendirdiği, mütecessim halini CHP iktidarı döneminde
uygulanan Varlık Vergisi ile gördüğümüz paranoyak devlet pratiği Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşme sürecinin de temel motivasyonlarından
birisini sağladı. Lozan Antlaşması ile gayrimüslim
vakıfların mal varlıkları, ibadet ve inanç hürriyetleri
güvence altına alınmışken Türkiye Cumhuriyeti yaklaşık 80 yıl boyunca bu hakları ihlâl etti. 80 yıllık devlet pratiğini dönüştürerek gayrimüslim vakıflara mallarını iade eden AK Parti iktidarını 80 yıllık hatadan
sorumlu tutmak nasıl hak bilmezlikse, aynı devletin
Ermeni meselesi dolayısıyla 80 yıllık uygulamasından AK Parti’yi sorumlu tutmak da aynı derecede
hak bilmezlik, hatta had bilmezliktir.
Soykırım Tartışması Dipsiz Kuyu
Soykırım kavramının mucidi Yahudi asıllı bir hukukçu olan Raphael Lemkin’dir. Lemkin, Nazi rejiminin
Yahudilere, Çingenelere, komünistlere ve diğer bazı
gruplara uyguladığı şiddetin ve gerçekleştirdiği kırımların etkisi ile “genocide” kavramını geliştirmiştir.
Ancak soykırım kavramı üzerinde hem uluslararası
hukukçular hem de siyaset bilimciler henüz ortak
kabuller geliştirememişlerdir. Uluslararası ilişkiler disiplininin yükünü çeken ülke olarak nitelendirebileceğimiz ABD’de üniversitelerde karşılaştırmalı jenosit kürsülerinin kurulması aslında tek düze bir soykırımdan bahsedilemeyecek olmasının en önemli
göstergelerinden birisi olarak kabul edilmelidir. Siyaset biliminde yazarlar arasında devamlı tartışma
konusu olan “soykırım nedir, hangisi soykırımdır?”
HAZİRAN 2014
33
gibi sorulara tek bir yanıt verilememiş olması da hatırda tutulması gereken önemli bir husustur. Örneğin realist siyaset bilimciler, Ruanda’da gerçekleşen
olayların dünya üzerinde her zaman gerçekleşen ve
gerçekleşebilecek türden olaylar olduğunu düşünmektedirler.
Dolayısıyla iki toplum arasındaki meseleyi spekülasyona bu kadar açık bir kavram üzerinden tartışmak
iki toplum arasında ilişkilerin yeniden kurulmasına
hizmet etmek yerine soykırım adı altında “kamusal
kan davası”nın derinleşmesine sebep olacaktır. Diğer taraftan soykırım sözcüğünün her geçen gün
“modern bir tabu ya da sivil din pratiği” haline geliyor olmasının da altı çizilmelidir. Her ne kadar tarihsel gerçeklikle örtüşmeyen iddiaların sahibi olsa
da, Yahudi soykırımının ticari bir meta haline dönüştüğünü söyleyen David Irwing’in hapis cezasına
çarptırılması, Ermeni soykırımı yoktur diyen Doğu
Perinçek’in Fransa ve İsviçre’de hapis istemiyle yargılanması soykırım sözcüğü etrafında oluşan halisünasyonu net bir biçimde ortaya koymaktadır.
Tarih Kan Davası Mantığıyla/Algısıyla
Okunamaz
Başbakan Erdoğan’ın 23 Nisan tarihinde 1915 yılında yaşananlardan dolayı hayatını kaybeden Ermeniler için yayımladığı taziye mesajı beklenebileceği
gibi her kesimde ezber bozucu bir etki yaptı. Tartışmanın tamamen ezberlerle yürüdüğü bir ortamda,
doğal olarak siyasetten eser olmaz. Herkes ezberleriyle sabitleştirdiği konumunu pekiştirmeye, onu
tahkim etmeye bakarken, bunun karşı tarafın üzerinde hiçbir etkisi olmaz. Belki tek etki ezberi daha
güçlü olandan ziyade, ezberinden bağımsız olarak
siyasi veya maddi konumu güçlü olanların diğerleri
üzerindeki yaptırım gücünden doğar.
Erken Cumhuriyet döneminde oluşan algının yaklaşık 80 yıl boyunca devam etmesi Türkiye’nin içerde
ve dışarıda güçsüz olmasından kaynaklanmaktaydı.
Bugün için Türkiye bu tür ezberler üzerinden kendisine yaptırım uygulanabilecek bir ülke olmaktan
uzaktır. Konunun diğer tarafları ise zaten bu ezberden kendilerine bir tür konfor üretmiş oldukları için
konumlarına nihai olarak etki edecek bir gelişmeden nispeten muaf durumdadırlar. Oysa bu ezberlerin ürettiği bazı duygular da vardır ki, bu duygular
insanı zehirliyor. Bu zehirle uzun süre yaşanmaz.
Hrant Dink’in Diaspora’daki kendi soydaşlarını tam
34
HAZİRAN 2014
da bu konuda uyarmak üzere sarf ettiği sözler, Türk
nefretinin onların kanlarında bir zehre dönüşmüş
olduğu yönündeki sözler, ne yazık ki, hedef kitlesi
üzerinde bir etki yapmadan önce Türkçeyi ‘çokbilmiş’ yargı mensuplarımızın bekçi radarlarına takılıp
etkisiz hale getirildi. Oysa Hrant Dink de herkesin
kendi zehirleyici konforuna kapıldığı bir anda halklar
arasında bir diyaloğu başlatmaya ve insanı zehirleyen ezberlerden kurtulmaya davet ediyordu.
Bugün Erdoğan’ın bu davetinin ezber bozucu olması aslında sadece böyle bir taziyenin resmi bir
mevkiden daha önce yapılmamış olmasından dolayıdır. Yoksa hem Erdoğan hem de liderliğini yaptığı
AK Parti camiası genel olarak bu konuda baştan
itibaren farklı bir yaklaşım içinde olmadı. 1915’te
yaşanan olaylardan dolayı hayatını kaybeden Ermeniler Osmanlı devletinin vatandaşlarıydı. Birçoğunun hayatlarını kaybetmesine yol açan tenkil
işleminde yerleştirildikleri yer de o zamanlar yine
Osmanlı topraklarıydı. Bu toprakların büyük bir kısmı da Mondros Mütarekesi imzalandığında Osmanlı
hâkimiyetindeydi. Şayet Osmanlı 1. Dünya Savaşı
sonrasında parçalanmamış olsaydı, bugün o tenkil
edilmiş Ermeniler (Avrupa veya Amerika’ya gidenleri hariç) yine Türkiye sınırlarında kalmış olacaktı.
Böylece Türkiye vatandaşı insanlar olmaya devam
edecek ve muhtemelen yaşadıklarıyla ilgili mağduriyetlerini doğrudan kendi devletlerinden telafi etme
yoluna gideceklerdi.
Nitekim henüz devletin Osmanlı olduğu bir dönemde yaşananların birçoğunun hesabının görüldüğünü, mahkemelerde tenkil işleminde kastı aşan davranışlarından dolayı birçok kişinin İstanbul’da idam
edildiğini de biliyoruz. 1919 yargılamaları İttihat-Terakki sonrası gelen hükümetin bütün kusurları İttihat-Terakki üzerine yıkma girişimi olarak yorumlanabilir belki. Onun için İttihat -Terakki hükümetinin
de 1916’da Ermeni Tehciri uygulaması esnasında
görevin kötüye kullanılması ya da değişik gerekçelerle sorumluları yargıladığını da belirtmeden geçmeyelim. 1915-1916 yıllarında çalışan soruşturma
ve yargılama komisyonları binlerce kişiyi yargıladı.
Bu konuda elimizde sağlam istatistikler bulunmaktadır. Buna göre:
Aziz: 249, Niğde: 8, Sivas: 579, Suriye: 27, Urfa:
170 kişi olmak üzere toplam 1673 kişi yargılandı.
Tahkikatlar neticesinde 67 idam cezası, 524 hapis
cezası, 68 kürek, para, kalebent, pranga, sürgün
cezası, 227 berat ve yargılama reddi kararı verilirken
109 mahkeme ise 1916 itibariyle devam etmektedir.
Bu arada yeri gelmişken, Ermeni örgütlerinin kendi
tek taraflı yargılamalarıyla olaydan sorumlu gördükleri bütün Osmanlı devlet ricalinin suikastlar yoluyla
katledilmiş olduklarını hatırlatalım. Bunlar arasında
Sadrazam Said Halim Paşa, Sadrazam Talat Paşa,
Bahriye Nazırı Cemal Paşa gibi kimseler bulunmaktadır.
yazılan bir şeydir. Geçmişi aydınlatmaya dönük bir
işlevi genellikle yoktur. Bugünden alınmış siyasi
mevzilerin desteklenmesiyle ilgilidir. Onca katliam
arasından sadece Ermenilere yapılanının bugün
tarihsel tartışmanın da dışına çıkarılarak mutlak bir
hükme dönüştürülmesinin tarihle değil siyasal mücadeleyle bir ilgisi vardır. Bu konudaki yol gösterici
ilkelerden birisi, kimseye başka kimsenin günahının
yüklenemeyeceğidir. Bu şiar dolayısıyla Müslümanlar kan davasını ayaklarının altına almış bir peygamberin tavsiyesine uydukları için kendilerine yapılmış
olanların davasını sonraki nesillere bırakmamayı bir
istidada dönüştürmüşlerdir.
Erdoğan’ın yayımladığı mesajın bence en çarpıcı
yönü, tarihe mal olmuş olaylar hakkında bugünün
hesaplarından yola çıkarak bir yargı vermenin kendiliğinden haksızlığına dairdir. I. Dünya Savaşı’nın
hemen öncesinde ve hemen sonrasında Balkanlardan çok daha feci bir biçimde tehcir edilen veya
doğrudan katliamlara maruz bırakılan Müslüman
Türklerin bugün hiç hatırlanmıyor olması, onların
yaşadıklarının daha az trajik olmasından ileri gelmiyor. Bütün bir Balkan coğrafyasında yaşanan benzer hadiselerin toplamında milyonlarca insan aynı
şekilde katledilmiştir, ama onların davasını kimse
gütmüyor. Kimse Bulgaristan’dan, Yunanistan’dan
veya Makedonya’dan tehcir edilen veya yerinde
katledilen insanları doğru dürüst hatırlamıyor bile.
Ama dönüp bakıldığında herkes orada aynı türden
şeyler olduğunu takdir edecektir.
Başbakan’ın şu ifadeleri biraz da kan davasını cahiliye âdeti sayan bir bilinçle sarf edilmiştir: ‘Bugünün
dünyasında tarihten husumet çıkarmak ve yeni kavgalar üretmek kabul edilebilir olmadığı gibi ortak geleceğimizin inşası bakımından hiçbir şekilde yararlı
da değildir.’ Özellikle bu konuda yaşanmış olanları
parlamento kararlarıyla tartışmaya kapatmaya çalışan işgüzarlığı anlamak mümkün değil. Bu işgüzarlığın 1915 yılında Ermenilerin yaşadıklarından
bugün acı duyuyor olduklarına da kimseyi inandıramazlar. 100 yıl önce yaşanmış hadiseler kim hangi
delili gösterirse göstersin bir mahkeme değil tarih
konusudur. Tarih ise her zaman tartışmaya açık bir
alandır. Tartışmaya açıldığı anda orda tarih değil,
ya tek taraflı mutlaklaştırılmış bir itikat veya bundan
türetilen bir kan davası vardır. İkisi de birbirinden
zehirleyicidir.
Ermenilerin yaşamış olduğu acıyı elbette ki hafifsemeyi veya yok saymayı gerektirmeyecek bu hatırlatmayı, tarih yazımının doğasına dikkat çekmek için
yapıyorum. Tarih elbette ki her zaman bugünden
Her halükarda Başbakan’ın hayatını kaybetmiş
olanlardan dolayı Ermenilerin yaşayan torunlarına
taziyesini bildirmesi, bu zehirleyici itikattan özgürleşme yolunda önemli bir adımdır.
Amasya: 2, Ankara: 148, Bitlis: 29, Canik: 89, Diyarbakır: 70, Eskişehir: 29, Halep: 56, Hüdavendigar:
21, İzmit: 28, Kayseri: 146, Konya: 16, Mamurat’ul-
HAZİRAN 2014
35
İÇ POLİTİKA
TÜRKYE’NN MUHALEFET SORUNU ve
“ORTAK ÇATI ADAYI”
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü
10
Ağustos 2014’taki Cumhurbaşkanlığı seçimi, sadece
Cumhurbaşkanlığı seçimi olmayacak gibi görünüyor… Bu seçim ilk
defa halkoyuyla Cumhurbaşkanının seçilmesinin yanı sıra, Türkiye’nin yeniden
kurulduğu bir döneme denk geldiği için,
bir Cumhurbaşkanı seçiminin çok ötesinde bir anlam taşıyor. Türkiye’de bürokratik vesayete dayanan eski siyasi rejimin
bel kemiği kırıldı, fakat eski rejim tam
anlamıyla tasfiye edilip yeni rejim kurulamadı. Siyasi rejimle beraber iktisadi ve
sosyolojik olarak da eskiden kopuş anlamına gelebilecek çok ciddi değişiklikler
yaşandı. İşte Cumhurbaşkanlığı seçimleri bütün bu değişiklikleri siyasi rejime ve
siyasi yelpazeye taşıyabilecek bir katalizör vazifesi üstlenmeye aday. Eski rejim
ve bu paradigma içinde siyasi zihniyeti
teşekkül etmiş siyasi muhalefet, büyük
sermaye, medya, STK ve aydınlar bu değişime reaksiyoner bir tavır geliştiriyorlar.
Bu reaksiyonerlik aralarındaki çelişki ve
farklılıklara rağmen onları bir koalisyona
doğru itiyor. 30 Mart yerel seçimleri bu
koalisyonun bir temrini olarak görülebilir.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri için önerilen
36
HAZİRAN 2014
“ortak çatı adayı formülü”, bu arayışın doğal sonucu. Bu formül hayata geçse de geçmese de, başarılı olsa da olmasa da siyasette kalıcı etkiler bırakacak bir tecrübe olacak.
30 Mart yerel seçimlerinde, 17 Aralık sürecine ve
asimetrik savaşa rağmen, AK Parti oylarının %
45’in altına düşmemesi, 10 Ağustos 2014’te yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri için muhalefet
cephesinde ciddi bir umutsuzluk meydana getirdi.
Bu umutsuzluk ve muhtemel başarısızlığın hesaplaşması, şimdiden muhalefet cephesinin birinci önceliğine dönüşmüş durumda. Cumhurbaşkanlığı
seçiminde birinci veya ikinci turda % 50 oy alınması
gerekiyor. Bu bütün partiler için gizli veya açık ittifakı zorluyor. Başarısızlık bu ittifakı kuramamaktan
kaynaklanırsa, siyasi partilerin içindeki muhalefetin
ve siyaset mühendislerinin 10 ay sonra yapılacak
2015 genel seçimleri öncesinde bir parti içi iktidar
değişikliği istemesi mümkün. Parti içi iktidar değişikliğinin ve siyaset mühendisliğinin bir partiyle
sınırlı kalmayıp, muhalefet cephesinin tamamına
yönelik bir tanzime dönüşmesi de kuvvetle muhtemel. Çünkü Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı
olması halinde Erdoğan ile partinin arasını açma
ihtimali zorlaştığı için, muhalefetin yeniden yapılanmasıyla 2015 seçimlerinde bir başarı yakalanması
tek seçenek haline geliyor. Ancak bu şekilde AK
Parti’nin en azından anayasayı değiştirebilecek
veya referanduma götürebilecek bir çoğunluk yakalaması engellenebilir. Bu vadide Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra muhalefetin ne şekilde
tanzim edileceği, yeni dönemde Başbakanın kim
olacağı kadar önemli... Lakin bu önemli konu, ha-
30 Mart yerel seçmlernde, 17 Aralık sürecne
ve asmetrk savaşa rağmen, AK Part oylarının
% 45’n altına düşmemes, 10 Ağustos 2014’te
yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçmler çn
muhalefet cephesnde cdd br umutsuzluk
meydana getrd. Bu umutsuzluk ve muhtemel
başarısızlığın hesaplaşması, şmdden muhalefet
cephesnn brnc öncelğne dönüşmüş durumda.
len açık olarak tartışılmıyor. Muhalefet cephesindeki siyasi hamlelerin bu sorun dikkate alınmadan
anlaşılması zor.
Geçtiğimiz günlerde, muhalefet cephesinde üç
mühim değişiklik oldu. Birinci olarak BDP, 30 Mart
seçimlerinde pek başarılı olduğu söylenemeyecek
HDP’ye katıldı. İkinci olarak CHP yönetimde önemli
değişiklikler yaşandı. Üçüncü olarak MHP Genel
Başkanı Devlet Bahçeli Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefete ortak aday önerisinde bulundu.
Bütün bunlar; muhalefet cephesindeki muhtemel
ittifaklardan, muhalefet cephesinin içindeki iktidar
mücadelelerinden ve muhalefetin yeniden tanzimini hedefleyen siyaset mühendisliğinden ayrı düşünülemez.
BDP’nin, başarısız olmasına rağmen HDP’ye geçmesi, Öcalan’ın bir yandan Türkiyelileşme diğer
yandan müzakere süreci dolayısıyla soldan gelen
eleştirilere ve PKK içindeki mezhebi hassasiyeti gözetme ihtiyacına cevap veriyor. CHP içindeki ciddi
yönetim değişikliği ise, partideki 30 Mart seçimlerindeki başarısızlık tartışmalarına cevap verme vesilesiyle Kılıçdaroğlu’nun ekibinin tam hâkimiyetinin
tesisidir. Kemal Kılıçdaroğlu’nu genel başkanlığa
taşıyan Gürsel Tekin’in hiçbir muhalefet olmadan
genel sekreterliğe gelmesi bu bakımdan kayda
değerdir. Mustafa Sarıgül’ün, Metin Feyzioğlu’nun
genel başkan adaylığının telaffuz edilmeye başlandığı hatırlanırsa, bu değişikliğin parti içindeki iktidar
mücadelesine karşı bir tedbir olduğu anlaşılacaktır.
HAZİRAN 2014
37
Kılıçdaroğlu hzb 30 Mart seçmlernde CHP’nn
kales olarak görülen yerlerde yaptığı aday
değşklkleryle part ç ktdar mücadelesne
yönelk lk tahkmatı yapmıştı. Genel merkez
yönetmndek değşklk part ç mücadeleye
yönelk knc öneml hamledr. Bunu muhtemelen
part teşklatlarında yapılacak değşklkler
takp edecektr. Ancak Kılıçdaroğlu hzbn,
bütün bu tedbrlere rağmen, Cumhurbaşkanlığı
seçmlerndek ağır br mağlubyet çaresz
bırakablr.
operasyonuna yönelik bir reaksiyonu ifade etmekteydi. Şimdiki çağrı Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasına karşı bir siyasi projeyi ifade
etse de, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra
muhalefette ve bilhassa CHP’de yapılmak istenen
siyasi mühendisliğe de cevap anlamına gelmektedir. Tuhaftır, Hüsamettin Özkan bu mühendisliğin
içinde de yer almaktadır. Bu bakımdan çağrının
Kemal Kılıçdaroğlu’na yakınlığıyla bilinen Şükrü
Küçükşahin’e yapılmış olması anlamlıdır. Bahçeli
daha önce ortak aday, ittifak ve koalisyon imalarını
ısrarla reddederken, adeta Kemal’in gelişini yazan
gazeteciye Kemal’in gidişini önleyecek bir teklifte
bulunuyor. Eğer CHP, Bahçeli’nin ortak aday teklifini kabul eder ve ortak bir aday çıkabilirse, bu iki
partinin ve bilhassa CHP yönetiminin parti içi muhalefet karşısında rahatlamasını sağlayabilir.
Kılıçdaroğlu hizbi 30 Mart seçimlerinde CHP’nin
kalesi olarak görülen yerlerde yaptığı aday değişiklikleriyle parti içi iktidar mücadelesine yönelik ilk
tahkimatı yapmıştı. Genel merkez yönetimindeki
değişiklik parti içi mücadeleye yönelik ikinci önemli hamledir. Bunu muhtemelen parti teşkilatlarında yapılacak değişiklikler takip edecektir. Ancak
Kılıçdaroğlu hizbini, bütün bu tedbirlere rağmen,
Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki ağır bir mağlubiyet çaresiz bırakabilir. Bu mağlubiyet, Başbakan
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi değil, ortak
aday çıkarılamaması halinde CHP adayının MHP
adayının gerisinde kalıp üçüncü olma ihtimalidir.
Böyle bir durumda Kılıçdaroğlu’nun bütün tedbirlerine rağmen CHP’de genel başkan olarak devam etmesi fevkalade zor olacaktır. Önce Deniz Baykal’ın,
sonra Önder Sav’ın tasfiyesinde ve Kılıçdaroğlu’nun
genel başkan seçilmesinde, parti dışında ama parti kamuoyunda etkin olan güç odakları karşısında
Kılıçdaroğlu’nun sadece parti teşkilatıyla direnmesi
CHP’nin bölünmesine yol açabilir.
AK Parti adayı karşısında muhalefetin ortak aday
göstermesi ve ardından yaşanacak başkanlık sistemi tartışmaları, muhalefet partilerinin sadece
çatılarını değil, tabanlarını da harekete geçirebilir
mi? Bu aslında önümüzdeki döneme ilişkin sorulacak temel sorulardan biri olacaktır. Bu durumda
Türkiye’nin AK Parti ve CHP-MHP birleşmesiyle
oluşacak partiyle iki, HDP de eklenirse iki buçuk
partili sisteme geçmesi mümkün müdür? 2009 ve
2014 yerel seçimlerinde yerel ölçeklerde yaşanan
ittifakların, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ülke
İşte böyle bir ahvalde MHP Genel Başkanı Devlet
Bahçeli’nin Hürriyet gazetesinden Şükrü Şahin’e
MHP’nin muhalefetle ortak çatı adayı çıkarabileceği
açıklaması geldi. MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin
bu siyasi hamlesi, Ecevit ve Yılmaz ile birlikte olduğu koalisyon hükümeti döneminde yaptığı erken
seçim çağrısı kadar önemlidir. Önce bu çağrıyı
hatırlayalım. Bu çağrı, Hüsamettin Özkan’ın koalisyon hükümetini ve DSP’yi yeniden tanzim etme
38
HAZİRAN 2014
düzeyinde yaşanması öngörülmeyen dinamikleri
harekete geçirebilir. Ortak aday ve ortak çatının ima
ettiği “ortak ev”, “ortak parti” ihtimali CHP ve MHP
tabanında nasıl karşılanacaktır? Bu iki blok karşısında HDP’nin durumu ne olacaktır? HDP, bu iki
blok karşısında marjinalleşir mi yoksa bir tür anahtar partiye mi dönüşür?
Bütün bu sorular ortak aday kaybetse bile muhalefet partilerinin bir ölçüde başarı motivasyonu yakalayabilme ihtimalinin gerçekleşmesi halinde sorulabilecektir. Bir de CHP ve MHP’nin ortak adaya
rağmen başarısız olması halinde ve oyların artmak
yerine azalması gibi bir ihtimalde akla gelebilecek
kötü senaryo düşünülmelidir. Bahçeli’nin teklifi kabul edilir ve ortaya açık bir başarısızlık çıkarsa parti
içi muhalefetin ve siyaset mühendislerinin önünde
direnmek neredeyse mümkün olmayacaktır. Tıpkı
Devlet Bahçeli’nin, Ecevit hükümetine ve DSP’ye
yönelik Hüsamettin Özkan operasyonuna karşı 3
Kasım 2002 erken seçiminden ortaya çıkan sonuç
gibi bir hezimet de mümkün olabilir.
Şu ana kadar Devlet Bahçeli’nin ortak aday teklifi
kesin bir kabul görmüş değil, Bahçeli eski Cum-
hurbaşkanları Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer’i ziyaret etti. Bu ziyaretler ortak çatı
adayı, yani AK Parti tabanından da oy alabilecek
bir adayın tespiti bakımından ne derece isabetlidir,
tartışılır. Hele Ahmet Necdet Sezer’in seçilmesinde
MHP’nin rolünün bu tarihlerde hatırlatılması şaşırtıcıdır. Sezer’in kötü mirası kamuoyunda ister istemez Abdullah Gül’le mukayese edilecektir. Bugün
Bahçeli’nin ifadesiyle milliyetçi, muhafazakâr, maneviyatçı bir adayın seçilmesini CHP’nin dahi kabul
ettiği hatırlanacak olursa, bu başarının açıkça AK
Parti ve Erdoğan’ın hanesine yazılacağı açıktır. Bu
hafıza ve muhtemel ortak adayda yapılacak yanlışlık MHP içinde ciddi bir krize yol açabilir. MHP’de
kuruluş zamanından beri var olan merkez-taşra,
Kemalist-muhafazakâr, Türkçü-İslamcı gerginliği yıkıcı bir şekilde gündeme gelebilir. Böylece Bahçeli
daha büyük bir ortak çatı ararken, kendi çatısının
ve tapulu mülkünün parçalanmasına yol açan bir siyasi lider olarak tarihe geçebilir. Ağustos 2014’teki
Cumhurbaşkanlığı seçimi, sadece Cumhurbaşkanının seçilmeyeceği kurucu bir seçim olacaktır. Netice ne olursa olsun iktidar ve muhalefetin yeniden
yapılanması kaçınılmaz olacaktır…
HAZİRAN 2014
39
İÇ POLİTİKA
kemesi, özgürlüklerin savunulması amacıyla değil,
meclisin devlet adına denetlenmesi amacıyla sitem
içinde konumlandırılmıştır. 1961 rejiminde hak ve
özgürlüklerin formülasyonu, yoğunlukla vurgulandığı gibi özgürlükçü bir yaklaşımın sonucu olmaktan
çok, eğitimli-kentli grupların muhafazakâr olamayacakları öncülüne dayanan ideolojik bir tutumun
sonucuydu. Kısaca parlamento çoğunluğuna sahip
bir hükümetin sınırlanmasına yönelik hemen hemen
tüm mekanizmalar 1961 Anayasasında yer almıştır.
SDE Uzmanı
1961 rejimi, ne hızlı bir sosyoekonomik değişim
süreci yaşamakta olan Türkiye’nin gerçeklerini
karşılayabilecek yeterlilikteydi, ne de Soğuk Savaş
koşullarında değişen uluslararası sistemin beklentilerine cevap verebilecek nitelikteydi. 1960’lı yıllarda yapılan seçimler, siyasetin ikinci meclis eliyle
kontrol edilmesi beklentilerini boşa çıkardı. Soğuk
Savaşın iki kutuplu sisteminde güçlü yürütme beklentisinin güç kazanması, NATO üyesi Türkiye’de
rejimin restorasyonunu zorunlu kılmaktaydı. 1961
Anayasası’nın belirleyici unsuru olan askerler, 60’lı
yılların sonlarına doğru ülkede daha güçlü bir yürütme yapısının oluşturulmasının başlıca taraftarı konumundaydılar. 1971 muhtırası sonrasında gidilen
anayasa değişiklikleri bir taraftan vesayetçi sistemi
güçlendirirken, diğer yandan daha güçlü yürütmenin oluşturulmasını hedeflemiştir. Ancak bu müdahale istenilen sonuçları doğurmadığı gibi, 70’li yıllar
sınırlı hükümet-güçlü yürütme ikilemi üzerinde ülkede kaosun derinleştiği yıllar olmuştur.
şekilde, bir tür oto sansür sistemine bağımlı olarak
çalışması İkinci Meşrutiyet’ten beri modernleşmeci
bürokratik seçkinlerin temel beklentisidir. 1950 seçimleri ile girilen DP iktidarı döneminde bu beklenti
ciddi bir tehdit ile karşı karşıya kalmış ve bu tehdit
1960 darbesi ile tasfiye edilmiştir. Belirtildiği gibi
1961 rejimi vesayetçi bir demokrasi modelini hayata
geçirmeyi hedeflemiştir. Nispi temsil seçim sistemine dayalı bir parlamenter sistem içinde, halka karşı
seçkinlerin temsil edildiği, atanmışlar ve darbecilerin
yer aldığı Senato ikinci bir meclis olarak yapılandırılmıştır. Milli Güvenlik Kurulu, Devlet Planlama Teşkilatı ve üniversite bürokrasisi politika yapımı ve denetimi sürecine hükümetten bağımsız şekilde ortak
edilmiştir. Askeri yargının sivil yargıdan ayrılması süreci 1961 Anayasası ile başlatılmış, Anayasa Mah-
1982 Anayasası yukarıda özetlenen bu ikilemin
üzerinde formüle edilmiştir. Anayasayı hazırlayanların 1958 tarihli Fransa Anayasası’ndan etkilendikleri, bu anayasayı parlamenter sistem içinde
Türkiye’ye adapte etmeye çalıştıkları açıktır. 1982
rejimi temelde sınırlı hükümet-güçlü yürütme ikilemini yürütmenin iki kanadı arasındaki ilişkileri yeniden düzenleyerek aşmaya çalışan kurumsal bir
yapıya sahip bulunmaktadır. Siyaset dışından, devlet adına hareket eden cumhurbaşkanının yetkileri
artırılarak bu makam hem hükümet üzerinde denetleyici bir güç, hem de hükümetten özerk hareket
etmesi istenilen kurumların koruyucusu ve yönlendiricisi konumuna getirilmiştir. Anayasada oluşturulan boşluklar, gerektiğinde cumhurbaşkanının
yetkilerini kullanması, gerektiğinde de onun atama
yetkilerine bağımlı olarak oluşturulan yargının içti-
YAKLAŞAN
CUMHURBAŞKANLIĞI
SEÇİMLERİ
Prof. Dr. Haluk ALKAN
2
007 yılında yapılan Anayasa değişiklikleri
cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi
kuralını getirerek, Türkiye’de siyasetin işleyişine kurumsal açıdan etki edecek bir değişimi gerçekleştirmiştir. Her şeyden önce yapılan değişiklik
hem Türkiye’de Anayasa yapımı sürecinde belirleyici olan iki temel korkunun oluşturduğu kurumsal
formülasyonun sonunu getirmiş, hem de bu korkuları derinleştirmiştir.
Türkiye’de 1950-1960 dönemine damgasını vuran
çok partili hayat, halk tarafından yaygın olarak desteklenen bir hükümetin sınırlanması arayışını öne
çıkarmış, bu arayış 1961 Anayasası ile çerçevesi
çizilen vesayetçi bir rejimi doğurmuştur. Parlamentonun, belirlenmiş “temel maksatlar” ile sınırlanmış
40
HAZİRAN 2014
hat yolu ile siyasal sistemin herhangi bir müdahale
olmaksızın kendisini yeniden dizayn edebilmesine
yardımcı olacaktı. Hükümet ise, teknik kapasitesi
yüksek, cumhurbaşkanlığı makamı ile çatışmadığı
sürece geniş bir hareket alanına sahip ikincil bir yürütme otoritesi olarak yapılandırılmıştır. 1982 rejimi
getirdiği kurumsal yapı itibariyle, 1958-1962 yılları
arasında Fransa’da yürürlükte olan, halk tarafından
seçilmeyen ve De Gaulle’ün kişiliğiyle somutlaşan
güçlü yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanlığı formülünün yumuşatılmış bir biçimidir.
Bu çerçevede 1982 Anayasası ile;
• Cumhurbaşkanının yasama üyeleri arasından seçilme zorunluluğu kaldırılarak vesayetçi-denetleyici
lider formülünün uygulanabilmesi kolaylaştırılmıştır.
• Cumhurbaşkanına yargı denetiminden bağımsız
tek başına işlem yapma yetkisi tanınmış, buna karşılık (Fransa Anayasası’nın aksine) tek başına yapılabilecek işlemlerin hangi yetkileri kapsadığı konusunda bir düzenlemeye gidilmeyerek ileride yorumlarla doldurulabilecek bir boşluk oluşturulmuştur.
1983-2014 yılları arasında
Türkye, parlamenter sstemn
oldukça bozulmuş, yarı
başkanlık modellernden
esnlenmş br şleyşe sahp
olmuştur. Bu dönemde
cumhurbaşkanları zaman
zaman hükümet frenleme
amacıyla anayasadak
yetkler kullanmaktan
çeknmemşlerdr.
Cumhurbaşkanının halk
tarafından seçlecek olması
anayasal yetklern meşruyet
temeln genşletmş, ama
aynı zamanda 1982 rejmn
parlamenter sstemden yce
uzaklaştırarak yarı başkanlık
modellerne yakınlaştırmıştır.
HAZİRAN 2014
41
Bu sstemn cumhurbaşkanlığı
makamı üzernden oluşturmaya
çalıştığı vesayetç modelde lk krz
Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı
seçlmesyle yaşandı. 2007
yılındak cumhurbaşkanlığı
seçmlernde se korumacı
tepk açıkça br darbe grşmne
dönüştürüldü.
• Olağanüstü hal ve sıkıyönetim dönemlerinde
cumhurbaşkanının bakanlar kurulunun başkanı
olarak hareket etmesi anayasal açıdan zorunlu kılınmış ve bu dönemde cumhurbaşkanı yargı denetiminden bağımsız Kanun Hükmünde Kararname
çıkarma yetkisi ile adeta yasama yetkisi kullanan bir
makama dönüştürülmüştür.
• Olağan dönemlerde cumhurbaşkanının gerekli
gördüğü durumlarda bakanlar kuruluna başkanlık
edebileceği kuralına yer verilerek, cumhurbaşkanının gerektiğinde icracı yetkilere müdahale edebilmesine fırsat tanınmıştır.
• Anayasa değişikliklerinde referanduma gitme yetkisi tanınarak, anayasa yapım sürecinde cumhurbaşkanına stratejik bir konum verilmiştir.
• Herhangi bir nedenle ülkede 45 gün içinde bir hükümetin kurulamaması durumunda, hükümet krizi
yorumuna başvurarak Meclis seçimlerini yenileme
yetkisi cumhurbaşkanına tanınmıştır.
• Doğrudan ya da dolaylı olarak ülkedeki tüm üst
düzey yargı organlarında görev alacak hâkimlerin
atanması cumhurbaşkanı otoritesine bağımlı kılınmış; dolaylı olarak HSYK aracılığı ile alt diğer yargısal atama ve işlemlerde cumhurbaşkanı belirleyici
bir konum edinmiştir.
• Anayasal hükümler ve Danıştay içtihatları yolu ile
yükseköğretim yönetimi tamamıyla cumhurbaşkanı
otoritesine bağımlı kılınmıştır.
• Cumhurbaşkanına Devlet Denetleme Kurulu aracılığı ile bakanlıklar dâhil tüm devlet kurumlarında,
kamu iştiraklerinde, kamu kurumu niteliğindeki
meslek örgütlerinde, sendikalarda, vakıflarda ve
42
HAZİRAN 2014
kamu yararına çalışan derneklerde denetleme yapma ve bu denetim sonucunda hükümete direktif
verme yetkisi tanınmıştır.
Yukarıda özetlenen ve daha da uzatılabilecek bu
liste 1982 Anayasası’nda klasik parlamenter bir
cumhurbaşkanlığı makamı olmadığını göstermektedir. Sıralanan yetkilerin birçoğu temsili yetkiler değil,
gerektiğinde yorumla genişletilebilecek icracı yetkilerdir. 1982 rejimi yetkilerini artırdığı cumhurbaşkanının halk tarafından değil, Meclis tarafından seçilme
koşulunu sürdürerek delegasyoncu güçlü bir yürütme otoritesi doğurmuştur. Böyle bir sistem içinde
cumhurbaşkanlarının nasıl bir rol oynayabileceğine
ilişkin örnekler 28 Şubat süreci, Onuncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer-Başbakan Bülent
Ecevit ve yine Cumhurbaşkanı Sezer-Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan dönemleridir. 1982 Anayasası döneminde cumhurbaşkanları, parlamenter
rejimde karşı imza kuralı gereğince kararnameleri
imzalama yetkilerini, hukuka ve usule uygunluğun
ilanı amacının çok ötesinde hükümeti yönlendirme
ve bloke etmek amacıyla sıklıkla kullanmışlardır. Kararname imzalama yetkisinin bir siyasi denetim aracı olarak kullanılması daha çok cumhurbaşkanının
doğrudan halk tarafından seçildiği ve siyasal taraf
olarak bir meşruiyete sahip olduğu yarı başkanlık
rejimlerine özgü bir durumdur. Buna karşılık 1982
Anayasası döneminde atama kararnameleri, hatta
hükümetlerin kurulması sırasında bakanların kimler
olacağına müdahale etmek şeklinde cumhurbaşkanlarının onay yetkilerini siyasal yerindelik açısından kullanmakta bir sakınca görmedikleri ve siyasal
iktidarla zaman zaman çatıştıkları birçok örnek ya-
şanmıştır. Bu örnekler bize 1982 rejiminin kurumsal
açıdan parlamenter sistem olarak zaten işlemediğini göstermektedir.
Bu sistemin cumhurbaşkanlığı makamı üzerinden
oluşturmaya çalıştığı vesayetçi modelde ilk kriz Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle yaşandı.
2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise
korumacı tepki açıkça bir darbe girişimine dönüştürüldü. Ancak 1960’lı ve 70’li yıllarda olduğu gibi,
ülkenin sahip olduğu toplumsal dinamikler yukarıdan aşağıya oluşturulan siyasal mühendislik çalışmalarını boşa çıkarmıştır. Abdullah Gül’ün Ağustos
2007’de cumhurbaşkanı seçilmesi ile bu makam
üzerinden vesayetçi bir sistemin kendini idame ettirebilmesinin de sonu gelmiştir. 2007 yılında yapılan
anayasa değişiklikleri ise vesayetin sürdürülmesi arayışlarına bir tepki olarak cumhurbaşkanının
doğrudan halk tarafından seçilmesi kuralını getirerek, 1982 Anayasasının öngördüğü işleyişi tamamıyla alt üst etmiştir. 2014 yılı cumhurbaşkanlığı
seçimleri sonrasında Türkiye’de siyasal sistemin ne
yöne evrileceği yukarıdaki arka planda önem kazanmaktadır.
Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilecek olması, öncelikle bu makamı delegatif yetki
kullanan bir makam olmaktan çıkarmış, doğrudan
halktan alınan meşruiyete dayalı bir yürütme otoritesine dönüştürmüştür. İki defa seçilebilme kuralı,
Meclis üyeleri ya da toplamda en son seçimlerde
yüzde on oy oranını geçen bir parti bloku tarafından
aday gösterilebilecek olması cumhurbaşkanlığı makamının siyasal işlevselliğini güçlendirmiştir.
Görüldüğü gibi 1983-2014 yılları arasında Türkiye,
parlamenter sistemin oldukça bozulmuş, yarı başkanlık modellerinden esinlenmiş bir işleyişe sahip
olmuştur. Bu dönemde cumhurbaşkanları zaman
zaman hükümeti frenleme amacıyla anayasadaki
yetkileri kullanmaktan çekinmemişlerdir. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek olması anayasal yetkilerin meşruiyet temelini genişletmiş, ama
aynı zamanda 1982 rejimini parlamenter sistemden
iyice uzaklaştırarak yarı başkanlık modellerine yakınlaştırmıştır. Yine bu çerçevede 1982 Anayasasında
yürütme otoriteleri arasındaki yetki dağılımının nasıl
düzenlendiği, anayasal boşlukların olası sonuçları,
cumhurbaşkanı–hükümet ilişkilerinin gelecekte nasıl şekillenebileceği sorularını gündeme taşımıştır.
Bu sorulara cevap verebilmek için cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçildiği modellerde
ne tür işleyişlerin ortaya çıktığı ve 1983-2014 deneyiminin ışığında Türkiye’de değişimin ne olabileceği
üzerinde durulması gerekmektedir.
HAZİRAN 2014
43
İÇ POLİTİKA
Türkye çn en y yönetm şekl Başkanlık sstemdr. Mevcut sstem; ülkemzde
mll rade ve demokrasye karşı vesayet sstemlernn güçlenmesnn önünü
açan, dış ülkelern de müdahl olduğu darbe süreçlernn yaşanmasına neden
olan, Yen Türkye vzyonu ve msyonuna uygun br sstem değldr.
TÜRKİYE USULÜ
RASYONEL
BAŞKANLIK SİSTEMİ
Bülent ORAKOĞLU
SDE Başkan Danışmanı
T
ürkiye’de, Cumhuriyet tarihinde bir ilk
olarak, 12. Cumhurbaşkanı halk oylamasıyla seçilecek. Başbakan Erdoğan’ın
aday olması durumunda ilk turda seçileceği
yönünde, parti içinde ve kamuoyunda güçlü
bir destek olduğu açıkça ifade ediliyor. Ancak
30 Mart Seçimleri öncesinde, 17-25 Aralık’ta,
hukuk örtüsü altında iktidara yönelik darbe girişiminde başarılı olamayan, bir ucu dışarıda
diğer ucu içeride olan şer koalisyon bu kez,
Erdoğan’ın öncelikle aday olmaması, aday olduğu takdirde, partili Cumhurbaşkanlığı veya
Başkanlık sistemine geçilmesi için provokatif
eylem ve senaryoları içeren ve yeni Türkiye’yi
hedef alan, kaos ve istikrarsızlık yaratmaya
yönelik B planını devreye sokmuş görünüyor.
44
HAZİRAN 2014
Bu amaçla, paralel yapı medyası tetikçileri, attığı
manşet ve köşe yazılarında, Başbakan Erdoğan’a,
alenen hakaret etme ve onu tehdit etme gaflet ve
cüretinde bulunuyorlar.
Bizzat Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamalardan
anlaşılacağı gibi, 10 Ağustos’ta yapılacak seçimlerde Cumhurbaşkanı değil devlet başkanı seçilecektir. Dolayısıyla, 12. Cumhurbaşkanı’nın göreve
başladığı andan itibaren, mevcut sistemin yerini fiilen partili cumhurbaşkanlığına veya yarı başkanlık
sistemine bırakacağı dillendirilmektedir.
Bu durumda, Başbakan Erdoğan, Ağustos 2014’te
Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Türkiye’de darbecilerin kurduğu ve ne olduğu belirsiz mevcut
sistemden, Türk usulü rasyonel başkanlık sistemine yumuşak bir geçiş süreci başlatılacak gibi gözükmektedir. Sistem değişikliği kendi seyri içinde
konjonktürel şartlarla uygun olarak olgunlaştırılarak,
2015 Genel Seçimlerinde Anayasa’yı değiştirebilecek oranda bir milletvekili sayısının üstünde bir
çoğunlukla meclise gelindikten sonra fiilen sistem
değişikliğinin gerçekleştirileceği anlaşılıyor.
Britanya’daki Parlamenter Demokrasi, ABD’deki
Başkanlık ve Fransa’daki Yarı Başkanlık Sistemlerinin sentezi diyebileceğimiz, Türk Usulü Rasyonel
Başkanlık veya Yarı Başkanlık Sisteminin oluşmasında TBMM Kurucu meclis gibi çalışarak, başkanlık sisteminin hukuki yapısını ve seçim sistemlerini
düzenleyecek; yeni sisteme geçişte alınması gereken tedbirler ile yapılması gerekli reformların hukuki alt yapısının oluşturulmasına yönelik çalışmalara
ağırlık verecektir.
AK Parti’nin Kasım 2012 tarihinde TBMM Anayasa
Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu, başkanlık sistemine ilişkin önerilerini içeren 22 maddelik taslak
metin, başkanlık sisteminin ülke genelinde tartışılarak, ülkemizin kendi özel şartlarını, tarihsel geleneklerini, siyasi kültür özelliklerini göz önünde tutarak,
başkanlık, yarı başkanlık veya Türk usulü başkanlık
sistemlerinden hangisinin tercih edilmesi gerektiğine yönelik bir PR çalışmasıydı diyebiliriz.
Günümüzde, siyasi istikrar açısından, başkanlık
ve parlamenter sistemlerinden hangisini tercih etmemiz gerektiği konusunda, kamuoyunda yapılan
tartışmalarda zaman zaman önemli ölçüde hata yapılmaktadır. Yaklaşık 100 ülkede değişik biçimlerde
başarıyla uygulanan başkanlık sisteminin, gerek uygulama gerekse mevzuattan kaynaklanan ve ender
olarak görülen suistimal, hata ve eksikliklerini sürekli
ön plana çıkartarak başkanlık sistemin eleştirilmesi
ülke menfaatleri açısından doğru bir yaklaşım olarak görülmemektedir.
Bugün kamuoyunda başkanlık sistemi ile ilgili olarak sıkça dile getirilen ve merak edilen hususların, doğru ve bilimsel bilgilerle enforme edilmesi,
demokrasiyle örtüşen sistemin başkanlık sistemi
olduğuna yönelik argümanların açıkça ortaya konması lazımdır.
AK Parti tarafından ortaya atılan başkanlık sistemi
tartışmalarını, sadece başkanın rolü ve Erdoğan
karşıtlığı üzerinden eleştiri konusu yapmak yanlıştır.
Bunun yerine, sistemin özünün masaya yatırılıp, bu
sistemi başarı ile kullanan dünya ülkeleri üzerinden
ve sistemin Türkiye’ye uygulanabilirliği açısından en
doğru ve demokratik yöntemi bulmak adına eleştiri
ve katkılarımızın kamuoyu ile paylaşılması gerekmektedir.
Yaklaşık 30 yıl önce, 8. Cumhurbaşkanı Özal tarafından, 12 Eylül Darbe’sinin flu konjonktürel ortamında, sistemin giderek tıkandığı ve devamlı siyasi
istikrarsızlık ve darbelere zemin yarattığı gerekçesiyle, “Türkiye için umut, krizden çıkış, yeniden
yapılanma değişim ve dönüşümün” adresi olarak
ortaya atılan Türk usulü başkanlık sistemi ile ilgili
çalışma ve tartışmalar başlatılmıştı.
HAZİRAN 2014
45
Mlletten tam destek almış br hükümet, stkrarlı ve güçlü muhalefet, güçlendrlmş yerel
yönetmler Yen Türkye’nn yen küresel msyonu ve vzyonuna öneml katkılar sağlayacaktır.
rının yetkilerini, başka anayasal kurumlarca dengeleyen bir yapıya izin verdi. Bu yapılanmada yargı da
son derece merkezi bir rol üstlenmişti.
Parlamenter sistem ile ilgisi olmayan, mevcut durumu, parlamenter rejimmiş gibi kabul edip, anayasal düzenlemeler ile rasyonelleştirilmiş parlamentarizme dönüştürerek, sorunların çözülebileceği
görüşünü ortaya atan vesayetçi kesimin, başkanlık
sistemine geçilmesinin gereğinin kalmadığı, üstelik
ülke güvenliği açısından başkanlık sisteminin tehlikeli olduğu yönündeki tez ve iddiaları meşruiyetini
yitirmiş görünüyor.
Geçmişte Özal tarafından başlatılan Demirel ve
Çiller’in de savunduğu sistem değişikliği isteğinin,
günümüzde Başbakan Erdoğan’ın, “darbelerin ve
darbe teşebbüslerinin, yönetimdeki istikrarsızlık
nedeniyle mümkün olabildiği”, “başkanlık sistemlerinde ise güçlü ve istikrarlı yönetimler oluşturmanın
mümkün olduğu” ve böylece milli iradeye yönelmiş
tüm darbelerin önüne geçilebileceği öngörüsü ile
yeniden devreye sokulduğu anlaşılıyor.
Türkiye’deki
Uygulama Parlamenter Sistem mi?
Türkiye’de darbeci vesayet makamları tarafından
örtülü ve açık bir şekilde etki ve kontrol altına alınan,
hatta darbeciler tarafından kurulduğu bile iddia edilen Anayasa’daki uygulamanın, parlamenter sistem
olmadığı yönünde haklı eleştiriler dile getiriliyor.
Anayasa uzmanları tarafından yapılan değerlendirmelerde, gerçek parlamenter sistemin özellikleriyle,
Türkiye Anayasası’nın öngördüğü sistemin özellikleri yan yana konduğunda, ülkemizdeki uygulamanın parlamenter sistem olmadığının açıkça ortaya
çıktığı belirtiliyor. Türkiye’de darbeciler tarafından,
demokrasiyi bir tehdit ve tehlike olarak gören bir
vesayet anlayışıyla, 1961 ve 1982 Darbe Anaya-
46
HAZİRAN 2014
sa’larının oluşturulduğunu, bu nedenle, Türkiye’deki mevcut durumun parlamenter sistem ya da yarı
başkanlık olarak adlandırılmasının yanlış olacağının
da altı özellikle çiziliyor.
1924 Anayasası’nda egemenliğin tek sahibi TBMM
üzerinden milli iradenin bizatihi kendisi olmasına
rağmen, 1961 Darbe Anayasası’nda, vesayetçi
yapıların, milli iradeye karşı devlete hakim olmalarını sağlayacak radikal değişikliklere yer verilmiş,
4. madde de belirtilen “Egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir” fıkrasına ek olarak, “Millet, egemenliğini
Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır.” eklentisinin yapılması ile TBMM,
egemenliği tek başına kullanan bir organ olmaktan
çıkartılmıştı.
Milletin, egemenliğini seçtikleri aracılığıyla kullanması gerekirken, duyulan ideolojik güvensizlik nedeniyle, milli iradeyi örtülü veya açık olarak denetleme ve
gözetleme görevi ordu, üst yargı ve üniversitelere
verilmişti.
1961 Anayasası ile kurulan vesayetçi sistem, büyük
ölçüde 1982 Anayasası’nda da korunarak sürdürüldü. Her iki anayasa da “çoğunluk ilkesini” sorgulayıp, seçimden kaynaklanmış olan devlet organla-
Aslında Türkiye’nin, Parlamenter sistemden, Türkiye usulü başkanlık veya yarı başkanlık sistemine
geçmesi ülkenin makûs talihi olan siyasi istikrarsızlığını önlemenin tek çaresi gibi görünüyor. Türkiye’nin
bölgesel ve küresel bir güç olmasının olmazsa olmaz şartı olarak, Türkiye’nin yeni sisteme yumuşak
bir geçiş yapması elzemdir.
Rahmetli Alparslan Türkeş’in, 1969 yılında kaleme
aldığı 9 ışık kitabında, “Türkiye’nin kurtuluşu başkanlık modelidir” şeklinde tespitte bulunması, 45 yıl
sonrasında bile olsa Başkanlık sistemine geçişimizin, Türkiye’nin ulusal güvenliği ve dünyada sözü
geçen bir ülke olması açısından önemine ve bu
sistemle Türkiye’nin bölünebileceği iddialarına en
güzel bir cevap niteliği taşıyor.
Başkanlık Sistemi Diktatör Yaratır mı?
Başkanlık sistemi ile ilgili olarak, Türkiye genelinde
yapılan tartışmalarda öne sürülen eleştirilerden en
önemlisi olan “tek adam ve diktatör yaratma” iddiası kesinlikle doğru değildir. Aksine bu sistemde
kuvvetler ayrılığı prensibinin, kuvvetlerin birbirlerini
denetlemesi ve dengelemesi suretiyle gerçek anlamda uygulanması diktatörlük anlayışına kesin kapalı bir sistem olma özelliği yaratmaktadır.
Başkanlık sistemlerinde yasama ve yürütme’nin iki
ayrı seçimle oluşması bu iki erk’i birbirinden bağımsızlaştırmış olup, yasamanın hükümet oluşturmada
bir rolü yoktur, hükümet var olabilmek için yasama
desteğine ihtiyaç duymaz. Yürütmenin yasama
tarafından etkin bir şekilde denetlenebilmesi, katı
güçler ayrılığı ilkesi uygulamalarının önemli bir sonucu ve şartı olarak ortaya çıkar.
Başkanlık Sistemi Parti İçi Demokrasiye
Geçişi Sağlayabilir
Başkanlık sisteminin en önemli özelliklerinden birisi
de son derece gevşek ve zayıf bir parti disiplinine sahip olmasıdır. Başkanlık sisteminde yürütme,
doğrudan halk tarafından ayrı bir seçim süreciyle
belirlendiği için, yasama desteğine ve dolayısıyla
parti disiplinine bağlı değildir. Zira güçlü bir parti
disiplini başkanlık sistemine geçilmesi halinde katı
güçler ayrılığı prensibini ortadan kaldırarak ayrı seçimle oluşmuş olmasına rağmen üyeleri başkan
tarafından belirlenmiş ve başkana sadık bir yasama erk’inin oluşmasına ve yasamanın dengeleme
ve denetleme kabiliyetini yitirmesine neden olabilecektir.
12 Eylül 1980 askeri darbesinin bir ürünü olan ve
halen yürürlükte bulunan Siyasi Partiler Yasasına
hâkim olan anlayış, katı parti hiyerarşisini aşırı derece güçlendirerek, parti disiplininin devamını sağlamış ve bu şekilde parti içi demokrasiye geçiş mümkün olamamıştır.
Türkiye için en iyi yönetim şekli Başkanlık sistemidir.
Mevcut sistem; ülkemizde milli irade ve demokrasiye karşı vesayet sistemlerinin güçlenmesinin önünü
açan, dış ülkelerin de müdahil olduğu darbe süreçlerinin yaşanmasına neden olan, Yeni Türkiye vizyonu ve misyonuna uygun bir sistem değildir.
Türkiye Usulü Rasyonel Başkanlık sistemi, insanı
öne çıkaran, demokratik ve özgürlükçü bir anayasa ve daha demokratik bir seçim sistemi ve partiler
yasası ile desteklendiği takdirde, Türkiye’de siyasi
istikrarsızlığı önleyecek, Yeni Türkiye’nin Ortadoğu
ve dünyada bölgesel ve küresel güç olma yolunda
önemli bir parametresi olacaktır.
Milletten tam destek almış bir hükümet, istikrarlı
ve güçlü muhalefet, güçlendirilmiş yerel yönetimler
Yeni Türkiye’nin yeni küresel misyonu ve vizyonuna
önemli katkılar sağlayacaktır.
HAZİRAN 2014
47
İÇ POLİTİKA
KRPTOKRAS:
DEVLET GÜVENSİZLİĞİ ve
YASADIŞI DİNLEME
Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA
SDE Savunma ve
Güvenlik Programı Koordinatörü
A
dana’da aralarında hâkim ve savcıların da
olduğu kişilerin cep telefonlarının yasadışı
yollarla dinlendiği iddiasıyla 9 polis hakkında
açılan dava, aslında, devletin güvenlik kurumlarının
genel olarak ‘yönetilenler’e güvensizliğinin geldiği
marazi boyutu gösteren önemli bir gelişmedir.
Son zamanlarda; siyasilerin ve bürokratların yatak odalarına kadar dinlendiği, esrarengiz kasetle-
48
HAZİRAN 2014
rin ‘servis edildiği’, ‘sağır oda’lardaki toplantılarda
konuşulanların sızdırıldığı, başbakanlığın kriptolu
telefon hatlarının dahi korunaklı olmadığı ve -ironik
ve ibretlik bir şekilde- bütün bunların yine devletin
-ve toplumun- ‘yüce’ menfaatleri için yapıldığı iddialarına şahit olduk. Sıradan insanların yakınlarıyla
yaptıkları özel sohbetlerde dahi kendi kendilerine
sansür uygulama ihtiyacı duydukları bir sosyal orta-
mın hastalıklı halinin semptomlarını gördük. Halkın
tedirginliğinden güç devşiren, bu yolla kendi gizli
gündemini gayrimeşru yollarla hayata geçirmeye
azmeden bu yeni dönem, perde arkasından gizli tekniklerle oluşturulan bir ‘gözetim toplumu’nu;
devletin sıradan insanlara kapalı, soyut ve karanlık
merkezinden yapılan yeni bir yönetim biçimini, kriptokrasi denebilecek Orwellyen bir distopyayı akla
getirir oldu.
kez güvenliği özgürlüğün önüne koyma eğilimi gösterdikleri, güvenliği öncelikli kılan bir anlayışın meşru
ve kolayca anlaşılır olduğunu düşündükleri gibi bir
yaklaşımla hareket ettikleri kolaylıkla gözlenir. Güvenlik, devlet açısından ‘devlet’in ve onun total bir
görünümü demek olan toplumun güvenliğidir ve kişilerin güvenliği ancak devlete ve topluma göre ele
alınabilecek kadar bir öneme sahiptir.
Kabul etmek gerekir ki özgürlük ve güvenlik ilişkisi
her zaman için ikilemli ve aynı anda var olmalarının
zor olduğu düşünülen gergin bir alanı işaret eder.
Güvenlik meselesi, Berki’nin ifadesiyle “hem devlet
için hem de devletin içinde olduğu bir sorundur”
(1986: 13). Devlet kurumları ve yöneticilerinin çoğu
Loader ve Walker (2007), bu çelişkiyi ele aldıkları
çalışmalarında oldukça önemli bir şekilde, özgürlük
ve güvenlik arasında böylesi bir ikilemin gerçekte olmadığını ve her ikisinin aynı anda var olabildiği ya da
her ikisinin de kaybedildiği görüşünü ileri sürdüler.
‘Ancak özgürseniz güvendesinizdir ve ancak gü-
Bütün bunlara karşın ‘kişi güvenliği’ni geniş bir şeTam bu noktada tartışılması gereken önemli konu- kilde, “kişilere yönelik, öteki insanlardan, somut
lardan biri, devletin güvenlikten sorumlu kurumları- kişilerden, belirlenebilir gruplardan ve bir ‘sistem’
nın sık sık özgürlük/güvenlik ikilemine düşmesi ve bir ‘piyasa’, bir ‘yapı’ ve hatta bizatihi ‘toplum’un
bu ikisinin ancak birbiri hilafına var olabileceği gibi kendisi gibi soyut varlıklardan gelebilecek uzak ya
bir yanılgıyı neredeyse bir tür devlet politikası katılı- da yakın, doğrudan ya da dolaylı, gerçek ya da
hayali her türlü tehdit” (Berğıyla uygulamaya geçirme
ki, 1986: 3) olarak anlamak
arzusudur. Devlet için önDemokratik bir
gerekir. Devletin güvenlik
celikli olan güvenli bir ortanımı sadece somut tehlitamın ve kamu düzeninin
toplumda güvenlik
keler ve belirlenebilir kişiler
sağlanmasıdır; özgürlükler
kurumlarının bütün
ve siyasal zorlamalar ikinüzerinden işler, can ve mal
varlık nedeni, sivil
cil ve ancak birincil olana
güvenliğine indirgenir. Bunu
göre anlamlı olabilecek,
sağlamak için ise genellikle
hayatın olabildiğince
dolayısıyla daha kolay olagizli, el altından ya da perde
geniş
bir
özgürlük
ve
rak vazgeçilebilecek olan
arkasından, soyut çalışır angüvenlik alanı içerisinde
şeylerdir. Burada çelişki şu
cak bu esnada bizatihi soyut
ki bu bakış, güvenliği topve hayali bir tehdit kaynağıişlerliğini sürdürerek
luma ve onun kendi kendina dönüşür. Yasadışı dinlesiyasal süreçleri en
ni var etme iradesi demek
me, tam anlamıyla devletin
kesintisiz biçimde
olan siyasal potansiyeline
soyut bir tehdide dönüştüğü
dönük bir güvensizlik içinhaldir. Denebilir ki, ancak
işletebilmesini sağlamak,
den ele alır. Öncelikli bir
bireyi merkeze alan bir gütoplumun bütün bir
varlık nedeni gibi gördüvenlik anlayışı, özgürlüğü ve
siyasal iktidarını
ğünden hayatın her alanıgüvenliği birbirini aksi yönna ‘önce güvenlik’ levhası
de etkilemeden var edebilir.
emniyete almaktır.
asar. Buradan hareketle
Kaldı ki güvenlik böylesi bir
yapılacak kısıtlamaları, dinbakışla ele alındığında bizalemeleri ve baskıları, daha güvenli bir toplum için tihi düşünülenin aksine “sivilleştiricidir” (Loader ve
kendiliğinden ve aksi düşünülemeyecek derecede Walker, 2007). Kişilerin hür bir şekilde haberleşmesi
gerekli ve öncelikli gibi görmeye başlar. Devletin, güvence altına alınmadığında yasal ya da yasadıgüvenlik gerekçesiyle her konuda -çünkü her ko- şı yapılacak her türlü dinleme, toplumun geneline
nunun güvenlik boyutu içkin olarak vardır- müdahil yayılan bir güvensizlik ve huzursuzluk kaynağı olaolabilme hakkına sahip olduğuna inanır.
caktır.
HAZİRAN 2014
49
ifadesidir. Böylesi bir yerde her yapılan, söylenen ya
da konuşulan şeylerin en az iki anlamı vardır. Kişiler, yapıp ettiklerini aynı anda hem kendileri hem de
devletin kurumsal güçleri açısından düşünmeli, onlar açısından en uygun olana göre biçimlendirmeli,
düşündüklerini yüzlerinde belli etmemeli, ‘uykusunda konuşmamayı öğrenmeli, hem bilmeli hem de
bilmemeli, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar
söylerken bir yandan da
tüm gerçeğin ayırdında olarak, çeliştiklerini bilerek ve
“Kabul etmeliyiz ki
her ikisine de inanarak birgünümüz dünyasında
birini çürüten iki görüşü aynı
devlet ve özellikle de ona
anda savunmalı, mantığa
bağlı olarak kamu polisliği
karşı mantığı kullanmalı, ahlaka sahip çıktığını söylerhizmeti veren kurumlar,
ken ahlakı yadsımalı’dırlar
siyasal bir toplumun
(Orwell, 2011: 89, 59).
vendeyseniz özgürsünüzdür’ denebilecek şekilde,
özgürlüğün var olabilmesi için güvenliğin; güvenliğin
var olabilmesi için ise özgürlüğün olmazsa olmazlığını, birinin ötekine tercih edilemeyeceğini, tercih
edilmesi ve örneğin güvenliğin öne alınması halinde aslında ilk kaybedilenin yine güvenlik olduğunu,
böylelikle güvensiz ve tedirgin bir ortamın kendiliğinden ortaya çıktığını dile getirirler.
Böylesi bir ‘devlet güvensizliği’ esasen güvenlikçi
ideolojinin topluma yaptığı en büyük kötülüktür.
Bu tür bir ortamda devlet,
toplumun kendi kendini
var edip dönüştürdüğü siyasal iradesinin bir simgesi olmaktan çıkarak, uzak
durulması ve korunulması
varlığını sürdürebilmesi
gereken, gizemli ve karanlık
Güvensizlik, şifrelere gizve güçlenmesi için
bir güç haline gelir. “İktidar
lenerek örtülür ama alttan
olmazsa olmazdır”
ile politika birbirinden ayrıalta sürekli bir tedirginlik ve
lır ve iktidar politikayı ma(2007: 7). Ne var ki bu
güvensizlik hali görünmehaller uzamında çürümeye
yen bir biçimde kol geze‘olmazsa olmazlık’ her
bırakır” (Bauman ve Lyon,
rek, kişinin durup dururken
şeyin mümkün ve mubah
2013: 108). Güvenliğe vurkendinden şüphe etmesiyle
olabileceği bir anlayışa
gu yapıldıkça siyasal olan
sonuçlanan bir toplumsal
buharlaşır. Siyasal anlamizin verir şekilde bu
psikoza götürür. Kripto,
da iktidarsızlaşan insan, en
var olan güvensizliği şifreli
kurumların kolaylıkla
mahrem alanlarda dahi hebir şekilde görünmez kı‘yasal hukuksuzluk’lara
sap verecek bir otorite bullar. Teknolojik imkânlar bu
düşmelerine ve kaba
ma ihtiyacı duymaya başlar.
marazi halin teknikleştirileHesap verecek bir otorite
bir yorumlamayla
rek daha incelikli ve daha
bulamadığında
kolaylıkla
engelsiz bir biçim kazanbireyin kaybettiği
durup dururken suça kamasına yol açar. Tekniğin
özgürlüklerinden
rışmış olduğu zehabına kagetirdiği yeni güvenlik açığı
güvenlik devşirmelerine
pılabilir. Güvensizlik, suçu
için daha karmaşık teknoçağrıştırır ve toplumun,
neden olur.
lojilere
başvurulduğunda
güvenlik kurumları karşıgüvenlik sıradan olmaktan
sında kendini sürekli suçlu
çıkar. Perde arkasından kirli
hissettiği bir hastalıklı yapı ortaya çıkar. Buradan bir yüz kimsenin bilemediği ve anlayamadığı gizembaşlayan güvensizlik hali giderek kişilerin birbirine li ve karanlık bir amaçla herkesi tekniğin edilgen
güvenemediği, her şeyi iki kere -biri devlet biri ken- nesneleri haline getirir. Düşünce, inanç ve ifadeler
disi açısından- düşünmek zorunda kaldığı; kendisini buna göre kodlanarak uygun zaman ve zeminde
sürekli bir gözetim altında hissettiği, fikir ve inanç- kullanılmak üzere, şifresini kimsenin bilmediği bir
larını ancak şifreli yol ve yöntemlerle yaşanır kılabilir yerde bekletilir. Ancak, “güvenliğin hizmetindeki
olduğu bir sisteme -kriptokrasiye- götürür.
daha büyük, daha hızlı ve bağlantıları daha kuvvetKriptokrasi, tam anlamıyla devletin kendi mutlak
varlığı dışındaki her şeye olan güvensizliğinin şifreli
50
HAZİRAN 2014
li gözetim teknolojilerinin huzuru bir şekilde temin
edeceği inancı yanlıştır ve kaçınılmaz olarak diğer
seçeneklerin önünü tıkar” (Bauman ve Lyon, 2013:
119). Böyle olduğunda özgürlük, “iki kere iki dört
eder diyebilme özgürlüğü”nden (Orwell, 2011: 283)
ibaret kalır.
Demokratik bir toplumda güvenlik kurumlarının bütün varlık nedeni, sivil hayatın olabildiğince geniş
bir özgürlük ve güvenlik alanı içerisinde işlerliğini
sürdürerek siyasal süreçleri en kesintisiz biçimde
işletebilmesini sağlamak, toplumun bütün bir siyasal iktidarını emniyete almaktır. Bu anlamda polis,
aynı anda özgürlüğün ve güvenliğin var olabilmesini,
ikisi arasındaki ilişkinin birbirini kesintiye uğratan ya
da yok eden bir zıtlık taşımayıp ancak bir arada var
olabilen nitelikte olduğunu simgeler. Diğer bir deyişle, özgürlük ve güvenlikten birinin artması ötekini
azaltmaz; her ikisi de köken olarak aynı şeye dayanır
ve aynı kaynaktan beslenerek var olurlar. Bu aynı
zamanda polisi ve diğer güvenlik kurumlarını da ortaya çıkaran ve var eden kaynaktır: Toplumun siyasal
imkânları… “Kabul etmeliyiz ki günümüz dünyasında
devlet ve özellikle de ona bağlı olarak kamu polisliği
hizmeti veren kurumlar, siyasal bir toplumun varlığını
sürdürebilmesi ve güçlenmesi için olmazsa olmazdır” (2007: 7). Ne var ki bu ‘olmazsa olmazlık’ her
şeyin mümkün ve mubah olabileceği bir anlayışa izin
verir şekilde bu kurumların kolaylıkla ‘yasal hukuksuzluk’lara düşmelerine ve kaba bir yorumlamayla
bireyin kaybettiği özgürlüklerinden güvenlik devşirmelerine neden olur.
Bu durumun en büyük zararı toplumun gerçek anlamda siyaset yapamamasına neden olan soyut bir
oto-vesayet halinin ortaya çıkmasıdır. Ancak çelişki
şu ki, bu hal güvenlikçi ideolojiyi daha güçlü kılarak devletin toplumdan bağımsız bir varlık halinde
iş yapmasına ve kolaylıkla yasaların dışına çıkarak
yaptıklarının meşru görülmesine neden olur. Var
olan düzenin değişmezliği, siyasal alanın ancak kurulu olana göre yapılabileceği inancı yerleştikçe her
şey güvenlik gerekçesiyle kesintiye uğrayabilir ve
bu durum sorunlu görülmeyebilir. Güvenlik bizatihi
amaç haline gelir ve tam da Minton’un dediği gibi
“… güvenlik ihtiyacı bağımlılık yapabilir; insanlar, bir
kez uyuşturucuya alıştıktan sonra bir daha onsuz
yapamayan bağımlılar gibi, güvenliğe ne kadar sahip
olsalar da yetinmeyebilir, korku korkuyu doğurur”
(2011: 171). İnsanlar -1984’deki ifadeyle, “deliliği
seçip tek kişilik bir azınlık olmayı yeğlemiyorlarsa”
(2011:283)- yasaların boyunduruğu altına girme ile
yasalara karşı gelme seçenekleri arasına sıkışıp kalır,
dışardan bir kontrol kurumuna ihtiyaç kalmayacak
kadar disiplinli birer itaatkara dönüşürler. Bu andan
itibaren, masum insanlar kendilerini suçlulara göre
ayarlamak zorunda kalır, alanı sesi daha çok çıkana
terkederek kamusal alanı güvenlik kurumlarına bırakırlar. Güvenlik, siyasetten ve toplumdan bağımsız, kişileri aşan kutsal bir otoritenin düzen halindeki
görünümü olarak varlık kazanır. Bu yaşandığında,
‘teknik olarak siyaset’ yerini ‘siyaset olarak teknik’e
bırakır (Foucault). Kişilerin özel yaşamlarını kontrol
ederek ne düşündüklerini ve ne yapacaklarını önceden öğrenip buna göre önlemlerle daha güvenli bir
toplum oluşturulabileceği düşüncesi bir tür siyasetin
teknikleştirilmesi, insanların ancak insanlığını kaybedip otomatlara dönüştüğünde güvende olabileceği
hissini yayan bir toplum modelidir.
Kaynakça
Bauman, Z. ve Lyon, D. (2013), Akışkan Gözetim, çev: Elçin
Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Berki, R.N. (1986), Security and Society: Reflections on
Law, Order and Politics, Londra: Dent Yayınları.
Loader, I. ve Walker, N. (2007), Civilizing Security, Cambridge: Cambridge University Press.
Minton, A. (2011), Ground Control: Fear and Happiness in
the Twenty-First Century City, Londra: Penguin.
Orwell, G. (2011), 1984, çev: Celal Üster, İstanbul: Can Yayınları.
HAZİRAN 2014
51
İÇ POLİTİKA
TÜRKİYE’DE SON
DÖNEMDE YAŞANAN
YARGI - SİYASET GERİLİMİ
Mustafa Burak ÇELEBİ*
Araştırma Görevlisi
30
Mart 2014 tarihinde yapılan yerel seçimlerden AK Parti’nin oylarını artırarak
birinci parti olarak çıkmasının ardından
muhalefet, her şeyin sandıktan ibaret olmadığını, seçimleri kazanmakla iktidar olunamayacağını,
tek başına iktidar olmanın her istediğini yapmak
anlamına gelmediğini beyanatlarında kullanmaya
başladılar. Bu söylemlerden hareketle Anayasa
Mahkemesi’nin (AYM) Nisan ayının hemen başlarında, yani 30 Mart yerel seçimlerinin hemen akabinde, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)
hakkında hazırlanmış olan kanunun, Adalet Bakanlığı ile ilgili olan bazı maddelerini Anayasaya aykırı
bularak iptal etmesi ve yine AYM’nin, iç hukuk yolları tam olarak tüketilmeden, bireysel başvuru yoluyla
gündemine aldığı Twitter’a yapılan engellemenin
kaldırılması yönündeki büyük tartışmalara sebep
olan kararları, muhalefetin bu söylemlerini bir bakıma haklı çıkardı.
AYM’nn 52. Kuruluş Yıldönümü sebebyle mahkeme başkanı Haşm
Kılıç’ın; Danıştay’ın 146. Kuruluş Yıldönümünde se, TBB Başkanı
Metn Feyzoğlu’nun syas çerkl konuşmaları, tartışmaların
seyrnn hukuk alandan syas alana taşınmasına sebep oldu.
52
HAZİRAN 2014
AYM’nin, HSYK ile ilgili olan kararından ziyade, twitter hakkında vermiş olduğu karar gündemi daha
fazla meşgul etti. Bu karar ile birlikte, hukuk sistemimize yeni girmiş olan “bireysel başvuru yolu”
hakkındaki düzenleme, önemli tartışmaları beraberinde getirdi.
Kendisine “anayasa şikâyeti” adı da verilen “bireysel
başvuru yolu”nun temel mantığı, temel hak ve özgürlükleri ihlal edilen kişilerin, diğer başvuru yollarını
tükettikten sonra, AYM’ye başvurmalarıdır. Almanya, Avusturya, İspanya gibi bazı ülkelerde mevcut
olan böyle bir başvuru yolu, ülkemizdeki anayasal
yargı sistemine 12 Eylül 2010 tarihli referandum ile
onaylanan 5982 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu
ile girmiştir. Dolayısıyla bireysel başvuru yolu, 5982
sayılı kanunun getirmiş olduğu bir yeniliktir.
Anayasamızın 148. Maddesi’nin 12 Eylül 2010 tarihli referandum ile onaylanan 5982 sayılı Anayasa
Değişikliği Kanunu ile değiştirilen yeni şekline göre;
herkesin, anayasada güvence altına alınmış temel
hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) kapsamındaki herhangi birinin kamu
gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla AYM’ye başvurabileceği belirtilmekte; başvuruda bulunabilmek
için de olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şartı aranmaktadır.
AYM’ye bireysel başvuru hakkı, Türkiye’nin Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önünde mahkûm
olmasını önleyici bir tedbir olarak düşünülmüştür.
Esasında bireysel başvuru hakkının kabulü, insan
haklarına ilişkin hassasiyetin bir tezahürüdür.
Bireysel başvuru yolunun hukuksal bir gereksinim
olarak ortaya çıkması, soyut ve somut norm denetiminin, temel hak ve özgürlükler için yeterli bir
koruma sağlayamamasından kaynaklanmaktadır.
Bu yetersizliğin nedeni, her iki denetim yolunun da
ancak norm düzeyinde, yani bir kanunun ya da kanun hükmünde kararnamenin içerdiği kurallar esas
alınarak yapılabilmesidir. Oysa temel hak ve özgürlükleri sınırlayıcı nitelikte bir yasa kuralının uygulama
alanı, sayısı ve somut içeriği önceden kestirilemeyen birçok olayı kapsamaktadır. Bu uygulamada
temel hak ve özgürlüğün normatif etkisini dikkate
almayan bir yorum ya da uygulama, ancak bireysel
başvuru yolu ile düzeltilebilir. Çünkü burada sorun
normda değil, normun anayasaya aykırı olan uygulanışında kendini göstermektedir.
Yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşılabileceği
gibi, bireysel başvuru yolunun hukuk sistemimize
girmesindeki temel amaç, devletçi - seçkinci bir
yargı anlayışının yerine, özgürlüklerin önünü açan
bir yargılama sistemine kavuşmak ve uluslararası
mahkemeler önünde Türkiye’nin kötü imajını ortadan kaldırmaktır.
AYM kuruluşundan itibaren özellikle siyasi nitelikli
davalar dolayısıyla insan hakları ve özgürlükler lehine
yerleşik bir içtihat sergileyememiş, vesayet aktörü
olarak hareket ettiği için genellikle bu biçimdeki davalarda devletçi ve ideolojik yaklaşımın etkisi altında
kalmıştır. Bireysel başvuru yoluyla, kısaca, AYM’nin
eski vesayetçi yapısından kurtularak, özgürlüklerin
önünü açan kararlar alması amaçlanmıştır.
Twitter kararı uygulamasında asıl tartışma konusunu, AYM’nin özgürlükçü karar almasının milli menfaatler vurgusu yapılarak önüne geçilmesi değil,
yüksek mahkemenin olağan kanun yolları tüketilmeden bu kararı vermesi oluşturmuştur. Kararın niteliğinden ziyade, hukuk dışı yollarla verilmiş olması
büyük eleştirilere sebep olmuştur.
AYM’nin bu tutumu, Anayasa’nın 148. Maddesi
ve 6216 sayılı “Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu
ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun” ile uyumlu
değildir. Çünkü her şeyden önce işleyen bir yargı
süreci vardır. Yargı süreci henüz bitmemiştir. Dolayısıyla ortada kesin hüküm haline gelmiş bir mahkeme kararı yoktur. Dolayısıyla AYM’nin bu kararı
tamamlanmamış yargı sürecini anlamsız hale getirmiştir. Bu durum bireysel başvurunun amacıyla
bağdaşmamaktadır. Çünkü 6216 Sayılı yasanın
45/2. Maddesi’ne göre; “ihlale neden olduğu ileri
sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda ön-
HAZİRAN 2014
53
yargıyı ele geçirme düşüncesinden hareket ederek de, AYM’nin yapısının değiştirildiği 2010 referandumuna “hayır”
oyu veren muhalefet, son Twitter kararı
ve Haşim Kılıç’ın iktidara ikaz niteliği taşıyan siyasi konuşması sonrasında, yine
olmaması gereken yerde kendini konumlandırdı.
görülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş
olması gerekir.” ifadesi yer almaktadır.
Nisan ayının başlarında, AYM’nin vermiş olduğu
“Twitter Kararı”na yönelik hukuki tartışmalar bu
yönde gelişme gösterirken, AYM’nin 52. Kuruluş
Yıldönümü sebebiyle mahkeme başkanı Haşim
Kılıç’ın; Danıştay’ın 146. Kuruluş Yıldönümünde
ise, TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nun siyasi içerikli
konuşmaları, tartışmaların seyrinin hukuki alandan
siyasi alana taşınmasına sebep oldu.
“AYM’nin sürekli gömlek değiştiren bir yapıda olmadığı”, “mahkemelerin hiçbir makamdan emir ve
talimat alamayacağı”, “yargının devletin vicdanı olduğu”, “AYM’nin bireysel başvuru yoluyla evrensel
hukuk kurallarını uyguladığı ve özgürlüklerin önünü
açtığı” yönündeki ifadeler, Haşim Kılıç’ın konuşmasından öne çıkan başlıkları oluşturdu.
Haşim Kılıç’ın bu konuşmasına tabii ki siyaset camiası kayıtsız kalamazdı ve kalmadı da. Konuşmaya
tüm muhalefet partileri tam kadro destek verirken,
iktidar partisi konuşmanın, nezaket kurallarından
yoksun ve siyasi içerikli bir özellik taşıdığını belirterek, mahkeme başkanının cübbesini çıkarıp siyasete girmesi yönünde açıklamalarda bulundu. Bu
konuşmaya ve Haşim Kılıç’a muhalefet tarafından
verilen destek, muhalefetin seçimlerden hiçbir ders
çıkarmadığını ortaya koydu. 17 Aralık öncesi, cemaate muhalefet çevrelerince yöneltilen sert eleştirilerden sonra, 17 Aralık’tan itibaren muhalefetin,
cemaatin ve paralel yapının amacına hizmet eden
politikaları, halk tarafından itibar görmedi ve 30
Mart seçimlerinde muhalefet yine başarısız oldu.
Aynı süreç, Haşim Kılıç’ın konuşmasında tekrar yaşandı. Bir zamanlar, hukukçu olmadığı gerekçesiyle
Haşim Kılıç’a sert eleştiriler yönelten, AK Parti’nin
54
HAZİRAN 2014
Haşim Kılıç’ın konuşmasının ardından siyasi ortam bu şekilde kendini gösterirken,
Metin Feyzioğlu’nun, Danıştay’ın 146.
Kuruluş Yıldönümü töreninde, ev sahibi sıfatıyla
Danıştay Başkanı’ndan daha uzun bir süre kürsüyü
işgal ederek, Haşim Kılıç’ın konuşmasına paralel bir
şekilde, hükümete ikaz niteliği taşıyan siyasi içerikli
bir konuşma yapması, zaten yüksek olan yargı ve
siyaset arasındaki tansiyonun daha fazla yükselmesine sebep oldu.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Metin
Feyzioğlu’nun konuşmasına tepkisi, Haşim Kılıç’ın
konuşmasına oranla daha fazla sertti. Feyzioğlu’nu
edepsizlikle suçlayan Tayyip Erdoğan, salonu terk
ederek Afyon kampına gitti. Bir daha bu tür toplantılara katılmayacağını ifade eden Erdoğan, Haşim Kılıç’a yaptığı eleştiriye benzer bir şekilde, Metin
Feyzioğlu’nu da cübbesini çıkarmaya davet etti.
Başbakan Erdoğan’dan başka iktidar partisinin
diğer bazı mensupları da, Metin Feyzioğlu’nun konuşmasını sert bir şekilde eleştirdi. Hükümet üyeleri tarafından hem Haşim Kılıç’ın hem de Metin
Feyzioğlu’nun, MHP lideri Bahçeli’nin “çatı aday”
formülüne layık isimler oldukları belirtildi.
Muhalefet ise Haşim Kılıç’ın konuşmasına vermiş
olduğu ortak desteği Metin Feyzioğlu’nun konuşmasına vermedi. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu Feyzioğlu’nu desteklerken, CHP Milletvekili ve
Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu, Kemal
Kılıçdaroğlu ile aynı görüşü paylaşmadı. MHP lideri Devlet Bahçeli de Feyzioğlu’nun konuşmasını
eleştirdi. Haşim Kılıç konusunda ortak bir tavır sergileyen muhalefet, Metin Feyzioğlu konusunda ikiye
bölündü.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi yaşanan bu tür
tartışmalar, Türkiye’deki vesayet kalıntılarının başka bir şekle büründüğünü göstermektedir. 2007 yılı
cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar, devletçi res-
mi ideolojinin arkasına sığınarak milli iradeye yön
vermeye çalışan yargı bürokrasisi, son yaşadığımız
olaylarla birlikte, eski vesayet sistemini sürdürmek
için temel hak ve özgürlükleri koruma maskesi altında yine milli iradeye yön vermeye çalışmaktadır.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine az bir süre kala
AYM’yi yine zor günler beklemektedir. Mansur
Yavaş’ın Ankara seçimlerinin yenilenmesine yönelik
bireysel başvurusu ile Tayyip Erdoğan ve Burhan
Kuzu’nun sosyal medyada ağır hakaretlere maruz
kaldıklarını iddia ederek bireysel başvuru yoluyla
AYM’ye müracaat etmeleri, “Dershane Düzenlemesi” olarak bilinen kanunun muhalefet partilerince
iptali istemi, mahkemenin gündeme alması beklenen önemli dosyalardır. Ayrıca büyük bir ihtimalle
Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan yeni MİT Yasası da, muhalefet tarafından AYM’ye götürülecektir. Tüm bu kritik konularda Yüksek Mahkeme’nin
vereceği kararlar önümüzdeki günlerde Türkiye
siyasetini önemli ölçüde şekillendireceğe benzemektedir. AYM’nin bu konularda vereceği kararların
Türk Milleti’nin vicdanında nasıl bir etki bırakacağını
ise, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile 2015
genel seçimleri belirleyecektir.
Yasama organının bazı faaliyetlerini anayasaya
aykırılık bakımından denetleyen ve siyasi parti kapatma davalarına bakmakla görevli olan AYM gibi
kurumların vermiş olduğu kararlar elbette siyasi nitelik taşıyan kararlardır. Türkiye’deki en önemli sorun, AYM’nin vermiş olduğu kararların toplum vicdanında yol açtığı rahatsızlıklar bakımından önem
taşımaktadır. Türk milleti adına karar veren yüksek
yargı organları 2010 yılı anayasa değişiklikleri ile demokratik bir yapıya kavuşturulmaya çalışılmıştır. Fa-
kat son yaşanan tartışmalar, bu düzenlemenin de
yeterli olmadığını göstermektedir. Bu konuda yapılması gereken şey, toplumun büyük çoğunluğunu
ilgilendiren konularda verilen mahkeme kararlarına
karşı, farklı denetim yollarının, hukuk sistemimize
girmesinin önünü açmaktır. Yüksek mahkemelerin
ve özellikle de AYM’nin vermiş olduğu kararların,
önem derecesine göre, gerektiğinde TBMM’de nitelikli çoğunluk usulüyle, gerektiğinde de halk oylaması yolu ile denetiminin sağlanması, bir çözüm
önerisi olarak gündeme gelebilir.
Özgürlüklerin önünü açmak için hukuk sistemimize
girmiş olan bireysel başvuru yolu yeni anayasaya
kavuşma özlemi içinde olan Türkiye’nin bir başka
sorununu ortaya çıkarmaktadır. 367 Kararı’nda
olduğu gibi bireysel başvuru yolunda da hukuk,
dolambaçlı yollardan ihlal edilmektedir. Geçmişten
günümüze kadar yaşanan siyasi ve hukuki krizler
sebebiyle, bu tür ihlalleri önlemek amacıyla Anayasamız, oldukça ayrıntılı düzenlemelere yer vermek
zorunda kalmıştır. Bu sebeplerden dolayı 1982
Anayasası’nın kazüistik (fazla ayrıntılı) niteliği sürekli eleştirilmiştir. Tarihi boyunca askeri ve bürokratik
darbelerle mücadele etmek zorunda kalan; demokratik konsolidasyonunu tam olarak sağlayamayan;
yasama, yürütme ve yargı organlarının görev alanları kesin çizgilerle ayrılmamış olan bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin, uzun yıllar boyunca çerçeve
anayasalar yerine, kazüistik anayasalarla yönetilmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Kaynakça
BİLİR, Faruk, (2014), Anayasa Mahkemesi’nin Twitter Kararı,
Ankara Strateji, (Erişim Tarihi: 8 Nisan 2014).
GÖZEL, Arif, (2014), AYM’nin Twitter Kararı: Anayasa 26 İhlal
Edildi, Ankara Strateji, (Erişim Tarihi: 3 Nisan 2014).
GÖZLER, Kemal, (2010), Anayasa Hukukuna Giriş: Genel Esaslar ve Türk Anayasa Hukuku, Ekin Basın Yayın Dağıtım, Bursa.
HAKYEMEZ, Yusuf Şevki, (2013), Türkiye’de son on yılda (20022012) Demokratikleşme Sürecinde Atılan Adımlar, “Türkiye’nin
Demokratik Dönüşümü”, (Edt: Murat Yılmaz & Hamit Emrah Beriş), Stratejik Düşünce Enstitüsü Yayınları, Ankara, ss. 19 – 54.
SAĞLAM, Fazıl, (2012), Anayasa Şikayeti Anlamı, Kapsamı ve
Türkiye Uygulamasında Olası Sorunlar, “Demokratik Anayasa:
Görüşler ve Öneriler”, (Edt: Ece Göztepe & Aykut Çelebi), Metis
Yayınları, İstanbul, ss. 418 – 466.
*Selçuk Üni. Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu. Ankara Üni.
Siyasal Bilgiler Fakültesi Araştırma Görevlisi. Kamu Hukuku alanında çalışmaktadır.
HAZİRAN 2014
55
DIŞ POLİTİKA
yurtdışında yaşayan Mısırlılar bu sürece belirgin bir
ilgi göstermediler. 20 Mayıs 2014 itibariyle yaklaşık
100 bin Mısırlı Cumhurbaşkanlığı seçimleri için yurtdışındaki temsilciliklerde oy kullanmış bulunuyor.
2012 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu sayı 305
bin olarak gerçekleşmişti.
Seçim, iki aday arasında geçecek bir seçim yarışı
olacak gibi görünüyordu ancak Hamdin Sabbahi’nin
seçim sürecinde bir dekor olmaktan öteye geçemediği söylenebilir. 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda % 21 civarında oy almış olan
Hamdin Sabbahi’nin, bir sürpriz yapabileceği bazı
kimselerce dile getirilmiş olsa da sonuç bunun oldukça düşük bir ihtimal hatta imkânsız olduğunu
düşünenleri haklı çıkarttı. Zira esasen Mısır’da iki
adaydan birisi arasında bir tercih yapılmaktan ziyade Sisi’nin seçilmesine yönelik bir referandum gerçekleştirildi. Siyasal analistler Sisi’nin % 72-76 arası
bir oy oranıyla Cumhurbaşkanı seçileceğini tahmin
ediyorlardı. Ancak % 45 civarında katılımın olduğu
seçimlerde Sisi % 95’in üzerinde oy aldı.
Adayların Seçim Vaatleri
MISIR’DA
DÖNÜŞÜ:
CUMHURBAŞKANLIĞI
SEÇİMLERİ
Öner BUÇUKCU
SDE Uzmanı
3
Temmuz 2013’te, Mısır tarihinin demokratik
teamüllerle işbaşına gelmiş ilk Cumhurbaşkanı M. Mursi’ye karşı gerçekleştirilen askerî
darbe sonrası siyasal ve ekonomik açıdan büyük
bir kaosa sürüklenen Mısır’da 26-27 Mayıs 2014
tarihlerinde Cumhurbaşkanlığı seçimleri gerçekleştirildi. Darbenin liderlerinden, Mursi döneminin Millî
Savunma Bakanı General Abdülfettah el-Sisi ve 22
Kasım 2012 tarihli Mısır anayasa referandumunda
58
HAZİRAN 2014
Cumhurbaşkanı M. Mursi’ye karşı birleşen partilerin
çatı yapılanması Ulusal Kurtuluş Cephesi eş başkanı Hamdin Sabbahi’nin katıldığı Cumhurbaşkanlığı
seçimlerini Sisi kazandı.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri için ilk olarak yurtdışında oy verme süreci başladı. Yurtdışında yaşayan
Mısır vatandaşlarının sayısının 8 milyon civarında
olduğu dikkate alındığında 15 Mayıs’ta başlayan oy
verme sürecinin önemli olduğu düşünülebilir ancak
30 yılı aşkın bir süre devam etmiş diktatoryal rejimin
yıkıldığı 25 Ocak Devrimi’ne gidilen süreçte meydanların sıklıkla kullandığı slogan “ekmek, özgürlük,
sosyal adalet” idi. Yani meydanlar ekonomik refah
seviyesinin geliştirilmesini sosyal ve siyasal hakların elde edilmesinden öncelikli bir mesele olarak
değerlendiriyordu. 3 Temmuz Darbesi’ne giden
süreçte meydanlara yığılan kimselerin en önemli
motivasyon kaynaklarından birisi de Mursi döneminde ekonomik anlamda gözle görülür bir gelişme
yaşanmadığı iddiası idi. Halbuki Mısır ekonomisinin
problemleri oldukça kronikti ve bir iktidarın bırakın
bir yılı, dört-beş yıl içinde dahi mesafe kat edebilmesi oldukça zordu.
Sisi, Cumhurbaşkanlığı seçimine gidilirken Mısır’ın
geleceğine ilişkin kendi siyasal programını açıklamıştı. Sisi’nin siyasal programı kabaca dört başlıkta
gruplandırılabilir:
- Nüfusun ülkenin kuzeyine toplanmasının yarattığı sorunları hafifletebilmek (trafik, çöp vb.) ve Gayri
Safi Millî Hasıla’ya (GSMH) katkı sağlayabilmek için
Nil deltasının yukarı kısımlarını bayındır hale getirmek, bu bölgelerin nüfusunu arttırmak,
- Devlete ekonomide daha büyük ve belirleyici bir rol,
Mısır Arap Baharı sürecnde trend belrleyen
ülke oldu. Hüsnü Mübarek gb son derece güçlü
br ldern devrlmes/devrleblyor olduğunun
görülmes bölgedek dğer toplumsal hareketlere
cesaret verd. Ancak 3 Temmuz’da gerçekleşen
darbe ve sonrasında askerî yönetmn yaptığı
katlamlar sürecn değşen trendlern de belrlemş
oldu. Mısır darbesnden ber bölgede statükocu
(statusquo) güçler syaset alanını şekllendryor.
- Uygulanan sübvansiyonların kademeli olarak kaldırılması,
- Körfez ve Arap sermayesinin Mısır’a çekilmesi.
Açıkladığı programın fark edilir bir ilerleme kaydettiğinin müşahede edilebilmesi için en az iki yıla ihtiyaç
olduğunu belirten Sisi, aslında Mısır’da üzerinde
devamlı durulan çözüm önerilerini tekrarlamaktan
başka bir şey yapmıyor. Bu durum akıllara Sisi’nin
Mursi yönetiminden, üstelik de Körfez ülkelerinden
akan sıcak para da yokken, bir yıl içerisinde nasıl
bir başarı beklediği sorusunu da gündeme getiriyor. Ordu yönetimi, geçtiğimiz yaklaşık bir yıllık süre
zarfında Mısır ekonomisini tarihin en kötü seviyesine getirmiş bulunuyor. Kamu borç stoku GSMH’nin
%100’ünden fazla, döviz rezervleri tarihin en düşük
seviyesinde. Uygulanan sübvansiyonlar bütçenin
dörtte birine tekabül ederken Mısırlıların dörtte biri
günlük 2 doların altında bir gelirle hayatlarını devam
ettirmeye çalışıyor. Bu göstergeler Mısır ekonomisinin ciddi bir reform sürecinden geçmesi gerektiğini
gösteriyor ancak, Sisi’nin liderliğindeki darbe yönetimi böyle bir ekonomik reform sürecini yürütecek
meşruiyete ve aparatlara sahip değil.
Sentetik
Mısır’da ordu yönetime el koyarken kaynayan sokaklarda Mübarek’ten sonra palazlanan yeni bir
diktatörün alaşağı edilmesinden duyulan sevinç
çığlıkları hâkimdi. Pratik dikkate alınarak Mursi’nin
bir diktatör olabilme ihtimali üzerine tartışmalar bir
kenara bırakılırsa, meydanları dalgalandıran hâkim
retorik 25 Ocak Devrimi’nin kazanımlarının kaybedilmeyeceğine, Mısır’da demokratik süreçlerin
işletileceğine dair sokak gösterilerini gerçekleşti-
HAZİRAN 2014
59
ren gruplarda bir umut da hâkimdi. Abdülfettah elSisi’nin liderliğindeki askerî yönetimin uygulamaları
bu sevinç çığlıklarını oldukça kısa sürede bastırdı.
Sisi’yi eleştirdiği için programı yayından kaldırılan
Bassem Youssef’in başına gelenler ya da 6 Nisan
Hareketi’nin illegal ilân edilmesi Mursi döneminde
olmuş olsaydı sokaklar/entelektüeller ne tepki verirdi sorusunun cevabı bir spekülasyondan öteye
geçmez ancak Sisi’nin bu kararları aldığı ve ciddi
hiçbir tepkiyle karşılaş(a)madığı vakıa.
Arap toplumları uzun yıllardır otoriter, baskıcı rejimlerin hâkim olduğu devletlerde yaşıyorlar. Arap Uyanışı olarak adlandırılan sürecin en temel motivasyonunun Arap halklarının “ekmek” sembolünde müşahhaslaşan refah seviyesinin yükseltilmesi olduğu
muhakkak. Bu gerçeği ıskaladığımızda sağlıklı bir
analiz imkânını da kaçırmış oluruz. Diğer taraftan bu
hakikat Arap dünyasındaki kitlesel mobilizasyonun
Arap toplumlarının karar verme süreçlerine daha
fazla dahil/müdahil olma taleplerinin de olduğunun
tespit edilmesinde bir engel teşkil etmese gerekir.
Diğer taraftan darbe rejimi tarafından desteklenen
entelektüellerin son dönemde üzerinde durduğu
Mısır’ın darbe ile “demokratik idealden uzaklaşmadığı”, Mısır halkının otoriter bir yönetim kültürüne
sahip olduğu ve dolayısıyla demokrasiye geçişin
kademeli bir şekilde olması gerektiği, darbe yönetiminin Mısır’ı sağlıklı bir demokrasiye ulaştıracak ara
rejim/geçiş rejimi olduğu retoriği de yetersiz ve geçersiz... Mısır halkının böyle bir kültüre sahip olup
olmadığı ayrıca değerlendirilmesi gereken bir konu
ancak Sisi’nin Müslüman Kardeşler’i sistem dışarısına çıkarma ve şeytanlaştırma politikası, Adeviye
meydanında gerçekleştirdiği katliamlar Sisi retoriğinin böyle bir geçiş rejimi/ara rejim retoriği ve dolayısıyla pratiği üretmeyeceği muhakkak.
Diğer taraftan Sisi’nin açıkladığı ekonomik/siyasal
programın da başarı şansı oldukça az. Çünkü Mı-
60
HAZİRAN 2014
sır ekonomisinin reforma ihtiyacı olduğu muhakkak
olmakla birlikte bu ihtiyaca cevap verilmesi politik
bir reformasyon süreciyle eş zamanlı biçimde gerçekleştirilebilir. Mısır ekonomisinin birçok sorunu
kronik, dolayısıyla ekonomik bir reform süreci politik reform sürecinden geçiyor. Sisi’nin politik reform
sürecini dışarıda bırakan yaklaşımı, örneğin Ordunun bütçedeki payının tartışılmasının yasaklanmasını/tartışılamamasını da beraberinde getiriyor ve bu
durum ekonomik reformun mevcut şartlar altında
imkânsızlığını da ortaya koyuyor.
Sisi Kimin Cumhurbaşkanı Olacak?
Mısır’da ekonomik göstergeler oldukça kötü olmasına rağmen darbe yönetiminin iktidarda kalabilmiş
olmasının en önemli sebeplerinden birisi S. Arabistan ve Körfez ülkelerinin darbeye verdikleri siyasal
ve ekonomik destekti. Özellikle Adeviye Katliamı
sonrası bütün dünyadan yağan tepkiye Sisi’nin
verdiği cevap S. Arabistan ve Körfez ülkeleriyle
yakınlaşıp dünyayla bütün bağı koparmak oldu. S.
Arabistan ve Körfez ülkelerinden Mısır’a gelen sıcak paranın 12 Milyar Doların üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Mısır’a bu kadar büyük yatırım yapmış
olan S. Arabistan ve Körfez ülkeleri de doğal olarak
Mısır’ın iç politikasında ve dış politikasında oldukça belirleyici bir konumda bulunuyorlar. Dolayısıyla
seçilen Cumhurbaşkanı’nın, Mısırlıların seçtiği değil
de S. Arabistan ve Körfez ülkelerinin atadığı Cumhurbaşkanı olacağını söylemek mümkün. Diğer taraftan S. Arabistan’ın, Mısır’a verdiği destek ABD
ile ilişkilerinde sarsıntılara yol açması bağlamında
bölgesel kriz dalgaları oluşması ihtimalini de beraberinde getiriyor.
çıkar uyuşmazlıkları olmakla birlikte iki ülke kontrterörizm ve İran’ın bölgesel etkisinin çevrelenmesi
konularında ortak noktada buluştukları için stratejik
ilişkiler devam edegelmişti. S. Arabistan-ABD ilişkilerinde kriz olduğu algısının oluşmasında dönem
dönem S. Arabistan’ın böyle bir psikoz geliştirmesinin de etkisinin olduğunu söylemek gerekiyor.
Glenn Snyder S. Arabistan’ın zaman zaman geliştirdiği ABD’nin S. Arabistan’ı yalnız bıraktığı, ihanet
ettiği düşüncesinin birisi güçlü birisi zayıf müttefik
ilişkisinin neticesi olduğunu düşünüyor. Bununla
birlikte ABD ve S. Arabistan arasındaki ilişkilerde,
11 Eylül sonrasının en sorunlu döneminin yaşandığı
söylenebilir. Bu durumun oluşmasında etkili olan
unsurlardan birisi Obama yönetiminin İran’la, İran’ın
nükleer programı dolayısıyla farklı bir ilişki türü geliştirmesinin S. Arabistan’da yarattığı hayal kırıklığıdır. İkinci önemli husus ise iki müttefik arasında
Mısır’ın geleceğine ilişkin ortak bir kanaatin olmamasıdır. Müslüman Kardeşler’e savaş ilân eden
S. Arabistan ve Körfez ülkelerine karşılık Obama
yönetimi Müslüman Kardeşler’in kriminalize edilmemesi gerektiğini ve Mısır’da demokratik sürece
dâhil olmaları gerektiğini düşünüyor. Obama yönetiminin bu tavrı S. Arabistan ve Körfez ülkelerinin
Mısır angajmanlarını sertleştiriyor ve Mısır bu bağlamda her geçen gün daha diktatoryal ve kapalı bir
rejim haline dönüşüyor.
Mısır, Arap Baharı sürecinde trendi belirleyen ülke
oldu. Hüsnü Mübarek gibi son derece güçlü bir liderin devrilmesi/devrilebiliyor olduğunun görülmesi
Arap toplumları uzun yıllardır otorter, baskıcı
rejmlern hâkm olduğu devletlerde yaşıyorlar.
Arap Uyanışı olarak adlandırılan sürecn
en temel motvasyonunun Arap halklarının
“ekmek” sembolünde müşahhaslaşan refah
sevyesnn yükseltlmes olduğu muhakkak.
Bu gerçeğ ıskaladığımızda sağlıklı br analz
mkânını da kaçırmış oluruz.
bölgedeki diğer toplumsal hareketlere cesaret verdi. Ancak 3 Temmuz’da gerçekleşen darbe ve sonrasında askerî yönetimin yaptığı katliamlar sürecin
değişen trendlerini de belirlemiş oldu. Mısır darbesinden beri bölgede statükocu (statusquo) güçler
siyaset alanını şekillendiriyor.
Mısır’da mevcut durum analiz edildiğinde ordudan
daha güçlü bir kurumun bulunmadığı görülüyor.
Mısır ordusu ise politik alanının dışına çıkamayacak
derecede, politik alana ekonomik ve sosyal çıkarlar
açısından angaje olmuş durumda. Sivil-asker ilişkilerinin normalleşebilmesi için Mısır’da sivil siyaset
alanının genişlemesi gerekiyor ki mevcut durum
dikkate alındığında bu kısa ve orta vadede pek
mümkün gözükmüyor. Sisi’nin Cumhurbaşkanlığı
askerin sistemdeki rolünün pekiştirilmesi anlamına
geleceğinden Mısır ekonomisinin ve Mısır siyasetinin önümüzdeki dönemde düzeleceğini söylemek
oldukça güç…
ABD ve S. Arabistan arasındaki ilişkiler 1973-74
petrol ambargosu ve 11 Eylül’ün hemen arkasından yaşanan sancılı sürecin ardından yeniden tansiyonu yüksek bir dönemden geçiyor. ABD ve S.
Arabistan arasında bölgesel konularda genellikle
HAZİRAN 2014
61
DIŞ POLİTİKA
MEŞRU OLMAYAN
BİR SEÇİME DOĞRU
Sinan TAVUKÇU
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
S
uriye’de 2011 yılı başında, halkın daha fazla
özgürlük talebiyle başlattığı sokak gösterilerine Baas rejiminin şiddetle mukabelede bulunması üzerine iç savaşa dönüşen rejim-halk çatışmasının acı bilançosu gittikçe ağırlaşıyor.
Londra merkezli Suriye İnsan Hakları İzleme
Örgütü’nün Mayıs ayında yayımladığı rapora göre,
halk ayaklanmasının başladığı günden bu yana
Suriye’de ölenlerin sayısı 162 bini aşmış durumda.
Aynı rapora göre; iç savaşta hayatını kaybeden sivil sayısı 54 bini bulurken, muhalif grupların verdiği kayıp 42 bin 700’e, rejim askerleri, rejim yanlısı
milisler ve Hizbullah üyelerinden ölenlerin sayısı da
62 bin 800’e ulaşmış vaziyette. Bu sayıya iç savaş
boyunca rejim güçleri tarafından gözaltına alınan ve
hâlâ nerede olduğu bilinmeyen 18 bin kişi dâhil edilmediği gibi, direnişçiler tarafından alıkonulan yaklaşık 8 bin Suriye askeri de bu rakamların haricinde
tutulmuştur. Raporda, resmi ölüm sayısı şu an için
62
HAZİRAN 2014
162 bin olarak ifade edilmiş olsa da, eksik veriler
nedeniyle toplam sayının 230 bine ulaşabileceği ifade edilmiştir.
Esad rejiminin varil bombaları ile harabeye çevirdiği
ülkede, bir yanda rejim güçleriyle muhalifler, diğer
yanda muhaliflerle İŞİD arasında çatışmalar devam
ederken, ülkede başka gelişmeler de yaşanmaktadır. İç savaşın şiddetle devam ettiği sırada, siyasi
çözüm umutları pompalanarak 22 Ocak 2014’te
düzenlenen Cenevre-2 toplantısının başarısızlıkla
sonuçlanmasının ardından yaşanan gelişmeler aşağıda özetlenmeye çalışılmıştır.
ÖSO’da Görev Değişimi
Rejime karşı ilk örgütlenen silahlı yapı olarak ortaya
çıkan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)’nun komuta kademesinde 2014 yılı başında yapılan değişiklik, rejim
ordusu karşısında fazla başarı sağlayamayan muhalif
orduda bir kan değişikliğine gidildiğini gösterdi.
Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) Başkanı Ahmed el-Carba başkanlığında toplanan ÖSO Yüksek Askeri Konseyi, 16
Şubat’ta aldığı kararla, 2012 Aralık ayından beri
ÖSO Genelkurmay Başkanlığı görevini yürütmekte
olan Tümgeneral Selim İdris’i görevden alarak yerine Tuğgeneral Abdulilah el-Beşir’i atadı. Askeri
Konsey, sosyal paylaşım sitesi Facebook’taki resmi hesabında yayımladığı bildiride, “Genelkurmay
başkanlığının geçen son aylarda atalet içine düşmesi nedeniyle Suriye devriminin karşılaşmakta
olduğu zor durumlar göz önünde tutularak ve
genelkurmayın yeniden yapılandırılması için” bu
kararın alındığını açıkladı.
rejime bağlı orduya karşı ülkenin kuzeyindeki İdlib,
Halep ve Lazkiye’deki çatışmalarda kullanıldığını
yazdı.
üzere siyasi çözüm yanlısı bir kısım devletleri, muhaliflere Esad rejimini dengeleyecek miktarda ağır
silah verilmesi görüşüne sevk etti.
Suriye Özel Temsilcisi Lahdar İbrahimi
Görevinden İstifa Etti
25 Ocak 2014’te 11 küçük muhalif grubun bir araya
gelmesiyle oluşan ve mevcudunun 5.000 civarında
olduğu söylenen bu askeri yapının lideri Abdullah
Avda, ellerine geçen tanksavar füzeleriyle rejim
birliklerinin altı tankını kullanılmaz hale getirdiklerini
açıkladı. Abdullah Avda, Washington Post’a verdiği
mülakatta, “Dost ülkelerden bize ulaşan bu silahlar, ABD’nin ‘Suriye’nin Dostları’ grubuna mensup ülkelere bizi desteklemeleri için izin verdiğinin
olumlu bir göstergesidir. Bu füzeler, Körfez ülkeleri ile Libya’dan elde edilebiliyor. Amerikalılar, bu
füzeleri bize satabilecek ülkelerin geABD Muhaliflere Ağır Silahlar Verdi
niş bir listesini elinde bulunduru22 Ocak 2014’te başlayan Ceyor” ifadesini kullanarak, tanknevre-2 toplantısında, Susavarların menşeini açıkladı.
riye rejiminin muhaliflerle
Rejime karşı
Öte yandan, İsrail istihbadiyaloga yanaşmaması,
ilk örgütlenen silahlı yapı
ratına yakınlığıyla bilinen
BMGK’da 22 Şubat’ta
Debka sitesi de, TOW
olarak ortaya çıkan Özgür
oybirliği ile kabul edilen
füzelerinin yanı sıra,
Suriye Ordusu (ÖSO)’nun
ve Suriye’nin tüm nokomuzdan atılan SA-16
talarına insani yardım
komuta kademesinde 2014
füzelerinin de Suriyeli
ulaştırılmasına ilişkin
muhaliflere verildiğini
yılı başında yapılan değişiklik,
2139 sayılı karara rağyazdı.
rejim ordusu karşısında fazla
men insani yardım koRadikal
İslamcıların
başarı sağlayamayan muhalif
nusunda rejimin buna
eline geçeceği iddiası
engel olması, Suriye
orduda bir kan değişikliğine
ile muhaliflere ağır silah
krizine siyasi çözüm bulgidildiğini gösterdi.
verilmesine
uzun süre yama iddiasındaki devletlerin
naşmayan,
dolayısıyla
adil
bu politikasının başarı şansı
olmayan
bir
savaşın
devamına
olmadığını gösterdi. Esad rejimirıza gösteren ABD’nin, muhaliflere
nin kendisini askeri bakımdan güçlü
tanksavar
verilmesine onay vermesi, sagördüğü müddetçe savaşmaya devam edeceğinin ve muhaliflerle bir siyasi çözümü müzakere- vaşın gidişatına etki edecek bir gelişme olarak göye yanaşmayacağının görülmesi, başta ABD olmak rülmektedir.
Nitekim Obama’nın Mart ayında Suudi Arabistan’ı
ziyaretinden sonra, bu politikanın uygulamasına
yönelik işaretler gelmeye başladı. Nisan ayı ortalarında medyada yer alan haberlere göre, “Hareket-i
Hazm” isimli muhalif bir gruba ABD 20 adet TOW
cinsi tank savar füzesi vermişti. Muhaliflere yakın Eldorar haber sitesi, muhalif kaynaklara dayandırarak
teyit ettiği haberde, TOW cinsi antitank füzelerinin
BM ve Arap Ligi Suriye Özel Temsilcisi olarak 2012
yılının Eylül ayında göreve getirilen Lahdar İbrahimi,
13 Mayıs’ta bu görevinden istifa etti. İbrahimi, Cenevre-2 görüşmelerinin başarılı olmamasından dolayı eleştirilmiş, kendisi de başarısız olan bu girişim
dolayısıyla Suriye halkından özür dilemişti. Bu gelişme de, Esad rejimiyle müzakereye dayalı bir siyasi
çözüm arayışının gerçekçi olmadığını bir kez daha
ortaya koydu.
HAZİRAN 2014
63
Rejim, Devlet Başkanlığı Seçimine Gidiyor
Rejimin 3 Haziran’da Suriye Devlet Başkanlığı seçimi yapılmasına ilişkin karar almasından sonra,
Suriye Anayasa Mahkemesi, adaylık başvurusunda
bulunan 23 kişiden sadece 3’ünün adaylık başvurusunun kabul etti. Mahkemece adaylığı kabul
edilenler, Devlet Başkanı Beşşar Esad, Halep milletvekili Mahir Abdülhafız Haccar ile eski bakan ve
meclis üyesi Hasan Abdullah en-Nuri oldu.
Nüfusunun 3,5 milyonu komşu ülkelerde mülteci
durumunda olan, 6,5 milyonu da kendi ülkesinde
yer değiştirmek zorunda kalmış olan Suriye’de, rejimin devlet başkanlığı seçimine gitmesi gerek Suriye muhalefeti, gerekse dış dünyada tepkiye sebep
oldu. 12 Nisan’da yaklaşık 40 muhalif dini oluşum
ve Suriye’nin önde gelen din adamlarının katılımıyla İstanbul’da kurulan Suriye İslam Konseyi 25
Nisan’da yaptığı yazılı açıklamada; 3 Haziran’da yapılacağı ilan edilen Suriye devlet başkanlığı seçimine
aday olarak katılmanın ya da oy kullanmanın haram
olduğunu, Beşşar Esad’ın meşruiyetinin kalmadığını, ülkenin içinde bulunduğu şartlar altında devlet
başkanlığı seçimlerinin yapılamayacağı ilan etti.
Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu
(SMDK)’nun ABD ziyareti
Londra’da yapılacak Suriye’nin Dostları Çekirdek Grubu toplantısı öncesinde, Suriye Muhalif ve
Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) Başkanı Ahmed el-Carba ve heyeti ABD’nin başkenti
Washington’a ziyaret gerçekleştirdi.
14 Mayıs’ta Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada,
yapılan görüşmede Başkan Obama ve Beyaz Saray
Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice’ın, Beşşar
Esad’ın Suriye’yi yönetmek için tüm meşruiyetini
kaybettiği, Suriye’nin geleceğinde hiçbir yeri olmadığı, Esad rejiminin seçimler düzenleme planlarının
gayrimeşru olduğu hususlarını yeniden teyit ettikleri belirtildi. İki tarafında Suriye’de yeni bir yönetim
otoritesine geçişi içerecek şekilde, krize siyasi bir
çözüm bulunmasına yönelik bağlılıklarının vurgulandığı Beyaz Saray açıklamasında, ABD’nin, krizi
sona erdirme ve siyasi bir çözümün önünü açma
çabalarında ılımlı muhalefetin ve Suriye halkının yanında yer aldığının altı çizildi.
64
HAZİRAN 2014
Londra’da Yapılan Suriye’nin
Dostları Çekirdek Grubu Toplantısı
İngiltere’nin başkenti Londra’da yapılan ve
“Londra 11” adı verilen Suriye’nin Dostları Çekirdek Grubu toplantısına, Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu’nun da aralarında bulunduğu 11 ülkenin
dışişleri bakanları (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa,
İtalya, Katar, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi
Arabistan, Ürdün) ile Suriye Muhalif ve Devrimci
Güçler Koalisyonu (SMDK) yetkilileri katıldı.
Toplantı sonrası yayımlanan 15 Mayıs 2014 tarihli sonuç bildirisinde, “Suriye’nin Dostları Çekirdek
Grubu ülkeleri olarak, Esad rejiminin 3 Haziran’da
hukuka aykırı olarak devlet başkanlığı seçimlerini
yapma planını geçersiz kabul ediyoruz. Bu, krizde
hayatını kaybeden masum insanlarla alay etmek
anlamına gelmektedir ve Cenevre bildirisiyle çelişmektedir. Rejimin ortaya koyduğu kurallara göre
bu seçimlerle, milyonlarca Suriyeli siyasi katılımdan
mahrum kalacaktır. Tüm uluslararası toplumu bu
yasa dışı seçimleri reddetmeye çağırıyoruz» denildi.
Sonuç bildirisinde ayrıca, oybirliğiyle, düzenli bir
strateji yönünde hep birlikte daha fazla adım atmaya, ılımlı muhalefete ve ılımlı silahlı gruplara desteği
artırmaya karar verildiği belirtildi. Bildiride, “Ayrıca,
Esad rejimini kendi halkına karşı uyguladığı terörden sorumlu tutmayı sürdürmeye, Suriye’nin kimyasal silahlarının yok edilmesinin tamamlanmasına,
insani yardım çabalarının artırılmasına karar verdik»
ifadeleri kullanıldı.
Toplantının ardından AA’ya açıklama yapan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ukrayna krizinin Suriye’deki gelişmeleri gölgede bırakması dolayısıyla,
rejimin halka karşı daha fazla baskıya yöneldiğini
belirttikten sonra, “Rejim sadece Cenevre-2’yi akamete uğratmadı, aynı zamanda bir cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacağını ilan etti. Bu açık şekilde siyasi çözüm istememe yönünde bir tavırdır ve BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla tescil edilen Cenevre-1
bildirgesine de aykırıdır. Cenevre-1 bildirgesi her iki
tarafın üzerinde mutabık kaldığı bir geçiş hükümeti kurulması ve ondan sonra seçimlere gidilmesini
öngören bir yaklaşım içeriyordu. Böyle bir geçiş
hükümeti kurulmadan ve Suriye halkının neredeyse yarısından fazlası yerinden edilmişken, yerinde
olanlar dahi güvenlik içinde sokağa çıkamazken bir
seçim yapılabileceğini iddia etmek, bütün dünya ile
alay etmek ve provokatif bir şekilde ‘ben ne dersem
o olur, istediğim kadar insanı öldürürüm, istediğim
kadarını mülteci durumuna düşürürüm ve kimse de
beni durduramaz’ diye bir meydan okumadır.” açıklamasını yaptı.
Suriye’deki devlet başkanlığı seçiminin şimdiden
geçersiz olduğunun bugünkü toplantı sonucuyla ilan edildiğini belirten Davutoğlu, toplantıda
Suriye’ye insani yardım ulaştırma çabalarının artırılmasının vurgulandığını kaydetti. Davutoğlu, Londra
11 toplantısında ayrıca, hür Suriye ordusunun ve
ılımlı muhalefetin güçlendirilmesi konusunda kararlılık ortaya koyulduğunu da dile getirdi.
Suriye’de Savaş Suçu İşleyenlerin
Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne Sevk
Edilmesi Karar Tasarısı Veto Edildi
Fransa tarafından hazırlanan ve BMGK’ya sunulan
karar tasarısında; Mart 2011’den bu yana Suriye rejimi ve rejime destek veren militanlar ile diğer
devlet dışı silahlı grupların işlediği suçlar şiddetli biçimde kınanarak, Suriye’de savaş suçu işleyenlerin
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)’ne sevk edil-
mesi ve savcının soruşturma başlatmasına karar
vermesi isteniyordu.
Oylama öncesinde, BM Genel Sekreteri Ban Kimun adına konuşma yapan Genel Sekreter Yardımcısı Jan Eliasson, Suriye’de savaşın başlamasından
bu yana ısrarla insan hakları ihlalleri, savaş ve insanlık suçlarının faillerini hesap vermeye çağırdıklarını
hatırlatarak, savaş suçu teşkil eden insani yardım
konvoylarına ve personeline karşı yapılan saldırılar
konusunda hesap verilmesi için acil eyleme ihtiyaç
olduğunu söyledi. “BMGK üyelerinin ve İnsan Hakları Konseyi’nin kan dökülmesine son verilmesi ve
tarifsiz suçların kurbanları için adalet sağlanması
konusunda özel bir görevi var” diyen Eliasson konuşmasında, Suriye halkının adalet için temel bir
hakka sahip olduğunu ve bu hakkı savunmanın BM
ve üye devletlerin temel görevi olduğunu ifade etti.
BM Güvenlik Konseyi’nde tasarı üzerinde 22
Mayıs’ta yapılan oylamada 13 ülke lehte oy kullanırken, daimi üyeler Rusya ve Çin’in veto etmesi
nedeniyle tasarı reddedilmiş oldu. Rusya’nın BM
Daimi Temsilcisi Vitaly Churkin, “siyasi gerginliği
körükleyeceği ve sonuçta askeri müdahaleyi gerekli
kılacağı nedeniyle” kararı veto ettiklerini açıkladı.
HAZİRAN 2014
65
DIŞ POLİTİKA
Avrupa’dak aşırılıkçı partlern tümünü tek br çatı altında toplamak pek mümkün değl. Eşcnsel
evllklerden Yahud düşmanlığına, ırkçılıktan İslam’a kadar çeştl konularda son derece farklı
yaklaşımlar serglyorlar. Örneğn Hollandalı Wlders, İngltere’dek Brleşk Krallık Bağımsızlık
Parts le brlkte çalışableceğn ler sürerken İnglz Ulusal Part le çalışamayacağını belrtyor.
ğinden hareketle adayları belirlediler ve bu adaylar,
tıpkı ulusal seviyede düzenlenen seçimlerdeki gibi
seçim kampanyaları yürütüyorlar. Lizbon Antlaşması ile gelen bu yenilikten Avrupa bürokratlarının pek
hoşnut olmadığı fakat bu yeniliğin, Avrupa çapında
demokrasi arayışı açısından ümit verici olduğu söylenebilir.
AVRUPA’DA İLK KEZ
BAŞKANLIK SEÇİMİ
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
A
vrupa Parlamentosu üyeleri, 25 Mayıs 2014
tarihinde gerçekleşecek seçimlerle yenilenecek. 2014 seçimleri, tıpkı Avrupa milletvekillerinin doğrudan seçilmeye başlandığı 1979
seçimleri gibi tarihi bir öneme sahip. 2007 yılında
imzalanan ve 2009 yılında yürürlüğe giren Lizbon
Antlaşması uyarınca Avrupa Komisyonu Başkanı
seçilirken Parlamento’da mutlak çoğunluk aranması öngörülüyor. Buna göre eskiden olduğu gibi
yalnızca üye ülkelerin önerileri üzerinden seçim ya-
66
HAZİRAN 2014
pılmayacak. Avrupa Komisyonu Başkanı seçilirken
Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları da
dikkate alınacak. Bir başka deyişle günümüze kadar ulusal devletler arasındaki pazarlıklar sonucunda belirlenen Avrupa Komisyonu Başkanı, bundan
böyle halkın iradesi göz önünde bulundurularak göreve gelecek.
Avrupa Parlamentosu’nda yer alan partiler, yeni
düzenlemenin bir sonucu olarak seçimlerde en çok
oyu alan partinin adayının başkan olması gerekti-
Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği’nin bir nevi yürütme organı olarak çalışıyor. 1957 yılında oluşturulan
Komisyon’un ilk başkanı Alman siyasetçi Walter
Hallstein oldu. AB’nin derinleşme süreci içerisinde
Komisyon’un kurumsal yapı içerisindeki yeri güçlendirildi. Günümüzde Birlik içerisindeki en güçlü
kurumsal yapı olarak dikkat çekiyor. Komisyon’un
görevleri; Avrupa Parlamentosu’na ve Avrupa
Konseyi’ne yasama ve karar önerileri sunarak yasama sürecini başlatma, AB tarafından kabul edilen
antlaşmaların uygulanmasını takip etme, devletlerle
ve uluslararası kurumlarla Birlik adına ilişki kurma
ve Birlik adına politika üretme olarak ortaya çıkıyor. Bu yapı içerisinde Avrupa Komisyonu Başkanı
bir nevi Avrupa Başkanı veya Avrupa Lideri olarak
beliriyor. Bu güçlü pozisyonu 2004-2014 yılları arasında iki dönem boyunca José Manuel Barosso
üstlendi. İtalyan Romano Prodi’den görevi devralan
Barosso, Portekiz başbakanlığını bırakarak Komisyon başkanı oldu. Kasım ayı itibarıyla görevi sona
erecek ve 25 Mayıs seçimlerinin sonuçları doğrultusunda yeni bir Başkan ve yeni Komisyon üyeleri
göreve gelecek.
Avrupa Komisyonu Başkan adaylığı için beş aday
yarışıyor. Bu adaylar, ulusal politikacılar gibi seçim kampanyaları yürütüyorlar, televizyonlarda
yayınlanan açık oturumlarda bir araya geliyorlar ve tartışıyorlar. Bu adaylardan biri Avrupa
Parlamentosu’nun 2012 yılından beri başkanlığını
sürdüren Martin Schulz. İşçi Partisi, Sosyalist Parti ve Sosyal Demokratların adayı olarak seçimlere
katılan Alman aday, Parlamento’daki çalışmalarına
istinaden farklı gruplar arasındaki uzlaştırıcı kişilik
olarak tanınıyor. Schulz için Avrupa projesinin federal bir yapıya bürünmesi önem taşıyor. Böylelikle
Avrupa çapında refahın adil biçimde dağıtılmasının,
adil bir vergi sistemi getirilmesinin, daha fazla eşitlik
sağlanmasının ve gençlere yeni fırsatlar yaratılmasının mümkün olacağını düşünüyor. Ekonomik krizden çıkış ve istihdamda artış için öncelikle küçük ve
orta büyüklükteki işletmeler için ucuz kredi sağlanmasına odaklanıyor. 2008 yılında başlayan krizden
spekülatörlerin ve bankaların sorumlu olduğunu ve
fakat vatandaşların büyük bedeller ödediğini ifade ediyor. Bu çerçevede grev hakkı, asgari ücret,
sosyal standartlar ile çevre standartları gibi düzenlemelerin Avrupa çapında yapılmasını öneriyor.
Vatandaşların geçim dertlerinin öncelikli olduğunu
vurgulayarak piyasanın demokratik denetim altına
girmesi gerektiğini savunuyor. Siyasi alanda ise insan hakları ve temel özgürlükler ışığında demokratik
bir Avrupa’nın yapılandırılmasını destekliyor. Farklılıkların yönetilmesinde, çözüm odaklı bir politika
yürütüleceğini dile getiriyor.
Bir diğer aday Eurogroupe ve Avrupa Merkez Bankası başkanı Jean-Claude Junker. Lüksemburg
eski başbakanı olan Junker, Avrupa Halk Partisi
adayı olarak seçimlere katılıyor. Avronun mimarları
arasında yer aldığı için kendisine Bay Avro deniyor.
35 yıldır siyaset sahnesinde bulunan Junker, 2008
kriziyle başlayan süreçte AB’nin para politikasını yönetti ve AB’nin hâlihazırdaki ekonomi politikasının
yapılandırılmasına katkıda bulundu. Buna ek olarak
sosyal pazar ekonomisinden bahsediyor ve maaşlar için asgari bir seviyenin olması gerektiğini savunuyor. Avrupa’da bütünleşmenin ilerlemesi gerektiğini düşünüyor ve Avrupa’nın önceliğinin paylaşılan
değerler olduğuna inanıyor. Bu değerleri Junker
hoşgörü, yardımlaşma, sevgi ve dayanışma olarak
tanımlıyor. Avrupa’daki artan aşırılıkçılığı bir sorun
olarak görmesine rağmen aşırılıkçılarla konuşmayacağını ifade ediyor. Entegrasyonun derinleşmesiyle
aşırılıkçılığın kendiliğinden azalacağını öngörüyor.
HAZİRAN 2014
67
Avrupa Komsyonu Başkanı br nev Avrupa Başkanı veya Avrupa Lder olarak belryor. Bu
güçlü pozsyonu 2004-2014 yılları arasında k dönem boyunca José Manuel Barosso üstlend.
İtalyan Romano Prod’den görev devralan Barosso, Portekz başbakanlığını bırakarak
Komsyon başkanı oldu. Kasım ayı tbarıyla görev sona erecek ve 25 Mayıs seçmlernn
sonuçları doğrultusunda yen br Başkan ve yen Komsyon üyeler göreve gelecek.
vatandaşlar için çalışan ekonomi, şeffaflık, iklim hedeflerinin yakalanması, insan hakları gibi konulara
odaklanıyorlar. Avrupa’daki sorunlara Avrupa seviyesinde çözüm bulmak gerektiğini düşünüyorlar.
Bu nedenle temel vatandaşlık hakları, demokrasi,
ekonomik çözümler, vergilendirme politikası, bütçe
planlaması gibi konularda Avrupa ölçeğinde politika
üretilmesini destekliyorlar. Federal Avrupa fikrini Avrupa değerleri etrafında yardımlaşan Avrupa olarak
özetliyorlar. Bu çerçevede Avrupa Konseyi’nin yetkilerinin kısıtlanmasını ve ulusal devletlerin Avrupa
çapındaki etkisinin azaltılmasını savunuyorlar. Orta
sağın aşırılıkçı söylemlere kaymasını ve sloganlaşmayı bir tehlike olarak görüyorlar. Bu durumun herkes için sorun yaratacağını ve toplumun çalışmaz
hale geleceğini dile getiriyorlar.
Yunan Alexis Tsipras ise Avrupa Solu Partisi’nin
adayı olarak Komisyon başkanlığı için yarışıyor. Yunanistan’daki ekonomik krizin ardından güçlenen
Syriza Partisi’nin başkanı olan Tsipras, hâlihazırda
muhalefet partisinin lideri. Son seçimlerde oy oranını artırarak %26 civarında oy alan ve Yunanistan’ın
ikinci partisi haline gelen Syriza, neoliberal statükoya karşı çıkarak değişim getireceğini söylüyor. Kemer sıkma önlemlerini kesin bir şekilde reddederken alternatif ve başka bir ekonomi modeli yaratmaktan söz ediyor. Tsipras’a Yunanistan’ın umudu
olarak yaklaşanlar olduğu gibi Avrupa’daki mevcut
politikaların değiştirilmesi ve insan odaklı bir sistemin yeniden yapılandırılması için bir fırsat gözüyle
bakanlar da bulunuyor. Tsipras, Avrupa karşıtı bir
tutum sürdürmüyor. Aksine Avrupa çapında demokrasinin yaygınlaştırılmasını ve buna öncelikle
Brüksel’deki mekanizmanın demokratikleştirilmesiyle başlanmasını savunuyor. Aşırılıkçı hareketlere
ek olarak Avrupa sağının AB’yi yok etmek istediğini
ve günümüzde Avrupa’nın sağ politikalara sıkıştığını
68
HAZİRAN 2014
dile getiriyor. Son derece sade bir hayat sürdüren
Tsipras, özellikle gençlerden destek görüyor.
Avrupa Yeşiller Partisi, eş başkanlık sistemini benimsediği için Komisyon başkanlığının da aynı şekilde üstlenilmesini istiyor. Partinin adayları Alman
Ska Keller ile Fransız José Bové. Partinin adayları
internet üzerinden yapılan bir oylamayla seçmenler
tarafından belirlendi. Keller, çok erken yaşta politikaya atılmış, genç, dinamik, kararlı bir politikacı
profili çiziyor. Bové ise tecrübeli bir politikacı ve aktivist. 1999 yılında Mc Donald’s dükkânının tahrip
edilmesi, genetiği değiştirilmiş bitkilerin sökülmesi,
ABD’nin uyguladığı kısıtlamaların ve peynire gelen
zamların protesto edilmesi gibi olayları başlattığı
için bilinen bir siyasetçi. Avrupa Yeşiller Partisi’nin
adayları, küresel sistemin adil olmadığını düşünerek bu sisteme karşı çıkıyorlar. Programlarında
öncelikli olarak iklim değişikliğine ve göç politikalarına yer veriyorlar. Bu itibarla enerji politikalarının
dönüşümü, sürdürülebilir ekonomi, yeşil yatırımlar,
Guy Verhofstadt ise Avrupa İçin Demokrat ve Liberal Birlik adayı olarak yarışıyor. Eski Belçika Başbakanı olan Verhofstadt’ın, Avrupa Birleşik Devletleri
isimli bir kitabı bulunuyor. Daha bütünleşik bir Avrupa yaratılmasını desteklerken bu Avrupa’nın, bir süper devlet anlamına gelmediğini vurguluyor. Daha
az kurala ve daha az bürokrasiye dayanan ancak
daha fazla ortak politika üreten bir Avrupa fikrini savunuyor. Ekonomik alanda, bütünleşik Avrupa’nın
ekonomik büyüme ve yeni iş kolları yaratacağını ve
piyasaların entegrasyonunun artmasıyla krizden çıkışın mümkün olacağını dile getiriyor. Siyasi alanda
ise 1950’li yıllardaki Avrupa Savunma Topluluğu’na
dönülmesi ve bağımsız Avrupa ordusu kurulması
gerektiğini ileri sürüyor. Avrupa politikalarının üretilebilmesi için Avrupa Komisyonu’nun politika üretim
sürecinde liderlik yapması gerektiğini düşünüyor.
Ayrıca Komisyon başkanının kurumlar arasındaki dengeyi ve uyumu gözetmesine önem veriyor.
Avrupa’daki aşırılıkçılık ile mücadele edilmesinde
Avrupa şüphecilerinin yaklaşımlarının bir çözüm
olmadığını ve ulusal sınırlara çekilerek bu sorunların bertaraf edilemeyeceğini belirtiyor. Egemenliğin
Avrupa ölçüsünde paylaşılması suretiyle Avrupa çapında karşılaşılan sorunlara Avrupa çapında çözüm
bulunabileceğini ifade ediyor. Verhofstadt, önce
Berlin’i ardından Paris’i (veya tam tersi) arayıp ancak ondan sonra politika üretim sürecini başlatan
Barosso’yu sıkça eleştiriyor.
Bu adaylar Avrupa Komisyonu başkanlığı için yarışırken Avrupa Parlamentosu seçimlerinde dikkat çeken konulardan bir diğeri Avrupa’da etkileri
artan Avrupa şüphecileri. Avrupa şüphecilerinin
oylarını artırmaları ve daha görünür hale gelmeleri, Avrupa’ya duyulan öfkenin dışa vurumu olarak
ortaya çıkıyor. Avrupa şüphecileri arasında dikkat
çeken Hollandalı Geert Wilders liderliğindeki Özgürlükler Partisi ile Fransız Marine Le Pen başkanlığındaki Ulusal Cephe, Avrupa Parlamentosu’nda
birlikte hareket etme kararı aldı. Eskiden Avrupa
seçimlerinde oy verilmesini protesto eden bu partiler, günümüzde Avrupa seçimlerine iddialı biçimde
katılıyorlar. Avrupa Parlamentosu’nun varlığını eleştiren ve hatta tanımayan şüpheciler, Avrupa kurumlarında temsil vasıtasıyla ulusal devletlerden alınan
yetkilerin yeniden ulusal devletlere verilmesini talep
ediyorlar. Bu talebin Avrupa seçimlerine katılım oranını artırması bekleniyor.
Avrupa şüphecileri, Avrupa çapında örgütlenerek
ulusal devletlerden alınan egemenliğin ve bağımsızlığın yeniden ulusal seviyeye teslim edilmesini
istiyorlar. Fransız ve Hollandalı şüphecilerin birliğine
katılmasa da İngiltere’deki Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi de aynı şekilde Avrupa’nın yetkilerinin
kısıtlanmasını istiyor. Örneğin Hollandalı Wilders,
Hollanda’nın AB’den çıkması gerektiğini savunuyor.
Wilders, ortak pazarın ve ekonomik birliğin devam
etmesini desteklerken siyasi birliği reddediyor.
Ekonomik krizden geçen Avrupalılar için ulusal
devletten kaynaklanan maliyetlere ek olarak bir de
Avrupa maliyetinin kaldırılması kolay değil. Aşırılıkçı
HAZİRAN 2014
69
lüyor. Oy vermek istemeyenlerin yani sessiz çoğunluğun oy vermemesinin arkasında iki temel gerekçe
olduğu görülüyor; Avrupa sisteminde şeffaflık olmaması ve Avrupa yapısının vatandaşa uzak olması. Bu, Avrupa vatandaşlarının Avrupa konusunun
doğrudan kendi hayatlarıyla kesişmediğini düşündükleri anlamına gelir. Oysa bu yanlış bir düşünceye
benziyor. Zira Avrupa entegrasyonu, gıdadan üniversitelere, çevreden sanayiye, ekonomiden ticarete kadar 400 milyon Avrupa vatandaşının gündelik
hayatının %70’ini ilgilendiriyor. Dolayısıyla Avrupa
seçimleri, sanılanın aksine Avrupa vatandaşları açısından önem taşıyor. Bu yeni siyaset alanının vatandaşların eğilimleri ve beklentileri doğrultusunda
şekillenmesi, Avrupa seviyesindeki demokrasi kadar ulusal alandaki demokrasinin gelişimi açısından
da anlam taşıyor.
partiler bu yükü temel gerekçe olarak göstererek
Avrupa bütünleşmesine karşı çıkıyorlar. Bütünleşmenin yerel farklılıkları, kendine özgü dokuları dikkate almamasından şikâyet ediyorlar. Bu şikâyet,
Avrupa vatandaşları açısından bakıldığında meşru
görülebilir. Ancak bunun karşısında geliştirilecek
çözümler, Avrupa’nın geleceğinin belirlenmesi açısından da önem taşıyor. Ayrıca bir noktaya dikkat
çekmek gerek: Avrupa’daki aşırılıkçı partilerin tümünü tek bir çatı altında toplamak pek mümkün
değil. Eşcinsel evliliklerden Yahudi düşmanlığına,
ırkçılıktan İslam’a kadar çeşitli konularda son derece farklı yaklaşımlar sergiliyorlar. Örneğin Hollandalı Wilders, İngiltere’deki Birleşik Krallık Bağımsızlık
Partisi ile birlikte çalışabileceğini ileri sürerken İngiliz
Ulusal Parti ile çalışamayacağını belirtiyor.
1979 yılında gerçekleştirilen ilk doğrudan Avrupa
Parlamentosu seçimlerinden beri Avrupalıların Avrupa seçimlerine katılımı her seçimde azalıyor. 1979
yılında bu oran %61.99 iken 2009’da %43’e geriledi. 2014 seçimlerinde daha da düşeceği öngörü-
70
HAZİRAN 2014
Eurobarometer 2014 anketine göre AB vatandaşları için iki önemli sorun, işsizlik ve sosyal adaletsizlik
olarak görülüyor. Bu kapsamda 28 ülkeden seçilen
751 Avrupa Parlamentosu üyesinin, Avrupa sorunlarına Avrupalı çözümler üretmeye yönelik faaliyetleri
büyük önem taşıyor. Ulusal hükümetlerin başarıları
kendi hanelerine, başarısızlıkları Avrupa’nın hanesine yazmaktan vazgeçmeleri bu anlamda önemli bir
adım olabilir. Bu itibarla Avrupa’ya duyulan güvenin
yeniden tesis edilmesine yönelik tedbirler alınması
gerekli hale geliyor. Avrupa’dan iyi haberler gelmesi, Avrupa vatandaşlarında yeniden güven uyandırabilir. Böylelikle büyük partilerin kazançlı çıktığı ve
popülizmin yaygınlaştığı bir Avrupa resminden vatandaş için siyaset üreten bir Avrupa evine doğru
yola çıkılabilir.
Avrupa Komisyonu başkan adayları katıldıkları
programlarda gerçekleştirdikleri tartışmalar ile Avrupa vatandaşlarının nasıl yönetileceği sorusuna
cevap arıyorlar. Avrupa başkanının seçilmesi vesilesiyle Avrupa düzeyinde siyaset üretilmesi gündeme geliyor. Bu süreçte Avrupa çapında düşünülen
siyaset güçleniyor ve bu durum, seçimlerin çok
ötesinde Avrupa demokrasisi açısından önem taşıyor. Bu ortam, aşırılıkçı hareketler için de bir fırsat
yaratıyor ve bu partilerin de siyaset alanını genişletiyor. Söz konusu gruplar her ne kadar ulusala geri
dönüş merkezli bir politika yürütseler de kendilerini ulus üstü siyasetin orta yerinde buluveriyorlar.
Avrupa’da demokrasiden söz edilirken kurumsal
Avrupa Komsyonu, Avrupa Brlğ’nn br nev yürütme organı olarak çalışıyor. 1957
yılında oluşturulan Komsyon’un lk başkanı Alman syasetç Walter Hallsten oldu. AB’nn
dernleşme sürec çersnde Komsyon’un kurumsal yapı çersndek yer güçlendrld.
Günümüzde Brlk çersndek en güçlü kurumsal yapı olarak dkkat çekyor.
demokrasi sorunları devam etmesine rağmen bu
seçimler, demokrasi açığının giderilmesine ve ulus
ötesi tartışmaların gerçekleştirilebilmesine imkân
yaratıyor.
mesi ve %43 bandında kalması oldu. 1979’dan
beri süregelen eğilim böylelikle durdurulmuş oldu
ve uzun vadede Avrupa demokrasisi açısından sevindirici bir gelişme ortaya çıktı.
Bu yazı kaleme alındığında seçimler henüz gerçekleşmemişti. Bu nedenle aşırı sağın Avrupa’da bir
“deprem” yarattığı söylenen yükselişine yeniden
değinmek gerekiyor. Yabancı düşmanlığı ve ırkçı
eğilimlere sahip partilerden en çok dikkat çeken
Fransa’daki Milli Cephe oldu. Fransa’da oyların
%25’ini alarak seçimlerden birinci parti olarak çıktı.
2009 yılındaki seçimlerde bu oranın %6,5 olduğu
göz önüne alındığında aşırılıkçılığın Fransa’daki yükselişinin hızı ortaya çıkıyor. Bu durum aynı
zamanda Fransa’daki siyasi ve sosyal krizin dışa
vurulması anlamına geliyor. Buna ek olarak Danimarka, Avusturya, Macaristan gibi ülkelerde aşırı
sağcıların, yabancı düşmanlarının oyları artarken bu
eğilime, beklenenin aksine Hollanda’da rastlanmadı. Avrupa projesine ulusal nedenlerle karşı çıkanlar
içerisinde yer alan Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi
ise İngiltere’deki seçimlerden %27 oy alarak birinci
parti olarak çıktı. Seçim sonuçlarında en fazla dikkat çeken unsurlardan bir diğeriyse düzen karşıtı
partilerin veya alternatif politikalar üreten partilerin
seçimlerde yüksek oy oranlarına ulaşmaları oldu.
Yunanistan’da Syriza, sosyalist sol koalisyonu olarak seçimlerde birinci parti oldu ve %26 oy aldı.
Aynı şekilde İtalya’da, İspanya’da ve Portekiz’de
seçmenler, ekonomik krizin ve kemer sıkma politikalarının ağırlığı altında başka türlü bir siyaset arayışına girdiler. Seçimlerde en fazla sandalyeye sahip
olan Avrupa Halk Partisi ile ikinci sırada yer alan
Sosyal Demokratların kuracakları ittifaklar belirleyici
nitelik taşıyor. Ayrıca 58 sandalyeye hak kazanan
Avrupalı Yeşillerin, Avrupa siyasetindeki yükselen
grafiği dikkat çekiyor.
AB’ye farklı nedenlerle de olsa şüpheyle yaklaşan
veya karşı çıkan partilerin, AB gözlüğünden ulusal
devletlere ve Avrupa vatandaşlarına bakacak olmaları
ilginç bir siyasi deneyim olacak. Seçim kampanyaları
bağlamında düşünüldüğünde Avrupa demokrasisi
için yeni bir açılım, yeni bir tecrübe ortaya çıktı. Oysa
seçim sonuçları açısından Avrupa seçimlerine bakıldığında, AB projesinin güçlenmek bir yana zayıfladığı bile söylenebilir. Zira ekonomik krizin ötesinde
Avrupa’nın içerisinden geçmekte olduğu sosyal ve
siyasi kriz yeniden görünür hale geldi. Bu sancının
Avrupalıların kafasını karıştırdığı anlaşılıyor. Avrupa’yı
takip eden uzmanların yeni ve ilginç bir siyasi süreçle
karşılaşacaklarına kuşku yok.
Seçimlerde altı çizilmesi gereken bir diğer nokta,
seçimlere katılım oranının ilk kez düşüş gösterme-
HAZİRAN 2014
71
DIŞ POLİTİKA
Bu noktada mevcut iktidarların hala devam etmekte olan göçten kaynaklanan problemleri çözmeye
ne kadar istekli ve bu işte ne kadar mahir oldukları
önem kazanıyor. Hükümetlerin göçün oluşturduğu
sosyal sorunlara tatmin edici çözümler üretememeleri de kitlelerin aşırı sağ partilere problemlerini
ortadan kaldırabilecek bir alternatif olarak yönelmelerinin önemli sebeplerindendir. Ekonomik krizin
etkisi ve “İslami terör” olarak adlandırdıkları tehlikenin yoğun olarak gündemde tutulduğu bir atmosferde, sağduyu sahibi Avrupalılar tarafından, ırkçılık
ve yabancı düşmanlığının arttığına yönelik yapılan
uyarılar da pek fazla ciddiye alınmıyor. Haliyle uygun
şartları lehine kullanan aşırı sağ partilerin, İslamlaşmayla mücadele etme, göçmen akımını durdurma,
Brüksel’le mücadele etme gibi söylemleri oldukça
fazla destekçi buluyor.
AVRUPA PARLAMENTOSU SEÇİMLERİ ve
AŞIRI SAĞIN GERİ DÖNÜŞÜ
Habib Emre GÖKALP
SDE Viyana Temsilcisi
A
vusturya’ya Türk işçi göçünün 50. yılını yaşarken, 25 Mayıs’ta gerçekleşecek olan
Avrupa Parlamentosu seçimleri Avrupa’da
yaşayan göçmenlerin geleceği açısından da büyük
önem taşıyor. Bu seçimler ve muhtemelen bundan
sonra yaşayacağımız Avrupa Birliği ve ülkeler bazındaki her seçim, Avrupa açısından çok kültürlülük,
hoşgörü ve birlikte yaşama gibi kavramların ne kadar içselleştirildiğinin bir sınavı olacak. Ve tabi çıkan
sonuç itibariyle Birliğin gidişatı hakkında çok daha
net öngörülerde bulunabileceğiz. Ancak şu andaki
genel durum ışığında bir değerlendirme yaptığımızda Avrupa’da farklı kültürleri tolere eden, hoşgörü
içinde birlikte yaşama adına iyiye giden bir irade görememekteyiz.
Yapılan kamuoyu yoklamalarına göre 25 Mayıs’ta
yapılacak seçimlerde oylarını en çok arttıracak kesim, Avrupa Birliği ve Müslüman karşıtlığında ortak
72
HAZİRAN 2014
paydada buluşan aşırı sağ partiler olacak. Özellikle
Hollanda’da “Özgürlük Partisi”, Fransa’da “Front
National”, İngiltere’de “UKIP” ve Avusturya’da
“FPO”.
Avrupa’da özellikle son 10 yılda aşırı sağa yönelimin
artmasında farklı etkenler mevcut. 2000’li yıllardan
itibaren daha liberal ekonomi politikalarının uygulanmaya başlanmasıyla sosyal haklarda kısıtlamalar
ve işsizliğin artması gibi problemler baş gösterdi.
Tabi bunun sonucunda orta ve alt tabakalardaki
hoşnutsuzluk ve bunun beraberinde göçmen karşıtlığı artışa geçti. Ayrıca günden güne sosyal statülerini ve iktisadi durumlarını düzelten göçmenler, bu
alt ve orta sınıfla rekabet içerisinde olup, pastadaki
paylarını sürekli bir biçimde arttırmaktadır. Haliyle
işçi olarak gelen kimselerin pazardan pay alıp ciddi
bir rakip haline gelmesi, bu kesimlerin dışlayıcı tutumlarını arttırdı.
Medyanın da bu gidişata aşırı sağcılar lehine katkıda bulunduğunu söylemek mümkün. İslam düşmanı olup, toplumsal barışı ve birlikte yaşama kültürünü zedeleyici tutumda olan birçok şahsın gazetelerin köşelerini süsleyip, ön plana çıkarıldığını
görmekteyiz.
Örneğin geçtiğimiz günlerde Avusturya’nın saygın
gazetelerinden ‘die Presse’de çıkan yazısında sosyal bilimci doçent Michael Lay, Berlin Bilim Merkezi
tarafından yapılan araştırmadan yola çıkarak yaptığı
analizinde, Müslüman göçmenlerin dindarlık seviyeleri arttıkça ne kadar entegrasyona kapalı ve şiddet
eğilimli hale geldiklerinden bahsediyor. Kur’an ayetlerinden verdiği örneklerle İslam’ın Yahudi düşmanı
olduğu vurgusunu yapan Lay, cihad kavramının tüm
Müslümanlar için ortak bir kabul olduğunu söyleyip,
aşırıcı veya ılımlı hiçbir ayrım yapmadan topyekûn
İslam’a karşı müsamahasız bir tavır takınılmasını
telkin ediyor. Avrupa Komisyonu’nun, İslam’a hakarete cezai yaptırım getirilmesi konusunda yasal
düzenleme yapmasının nihai sonucunun ise Avrupa için iç savaş manasına geleceğini ifade ediyor. Gazetelerde bu tarz, İslam’ın Avrupa’da yerinin
olmadığına vurgu yapan, Müslümanlarla alakalı tüm
problemlerin temelinde İslam’ın öğretilerinin yattığını iddia eden yazılara sıkça rastlamak mümkün.
Tarih profesörü Mark Mazower’in bu konu ile alakalı
söyledikleri de önemlidir: “Faşizm de benzer şekilde, çıldırmış bir diktatörün, büyülenmiş, hipnotize
olmuş halkları felakete sürüklediği siyasal bir patoloji
Avrupa’nın yenden şekllenen
dünyada küresel br güç
olarak yer alıp almayacağının
cevabını, yne Avrupa’nın kend
tutumu belrleyecektr. Tarhsel
olarak ötek olarak tanımladığı
İslam dünyasının mensupları
olan Avrupa’dak Müslüman
azınlıklarını toplumunun
br zengnlğ olarak görüp
çselleştrdğ ölçüde yen
uluslararası denklemde güçlü br
konum kazanacaktır.
olarak tanımlanmıştır. Yine de kıtanın yaraları birkaç
delinin marifeti olarak savuşturulamaz ve travmalarının temelinde Hitler veya Stalin’in ruhsal durumunun yatmadığı da görülecektir. İster beğenin, ister
beğenmeyin, hem faşizm, hem de komünizm, kitle
siyaseti, sanayileşme ve toplumsal düzenin sorunlarını halletmek için gerçek çabalardı.” (Mark Mazower,
Karanlık Kıta: Avrupa’nın Yirminci Yüzyılı, s.12)
Avrupa’daki mevcut durum da önemsenmemesi
gereken faşist bir azınlığın popülist söylemleri olarak değerlendirilemeyecek kadar ciddidir. Zira aşırı
sağın önlenemeyen bu yükselişi, Avrupa’nın kronikleşen “Müslüman göçmenler” sorununun çözümünde devlet aklının ve organlarının, aşırı sağın politikalarını destekleyici pozisyonda olduğunu düşünmemize yol açıyor. Almanya’da yaşanan dönerci
cinayetlerinde Alman istihbaratının parmağı olduğu
yönündeki çok ciddi iddialar da tezimizi destekler
nitelikte.
“Vaktiyle Toynbee, Batı’nın meydan okuması karşısında İslam toplumlarında iki çeşit tepki ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Toynbee’ye göre, tehdit karşısında o toplumda ya dinin çok daha mutaassıp
bir biçimi kuvvet kazanmakta veya Batı medeniyeti
ile uzlaşıcı bir tavır ortaya çıkmaktadır.” (Halil İnalcık,
Rönesans Avrupası, Türkiye’nin Batı medeniyetiyle özdeşleşme
süreci, s.352)
Bu pencereden günümüz Avrupa’sına bakacak
olursak İslam’ın ve Müslümanların meydan okuması
ve batı dünyasına alternatif bir medeniyet tasvirine
HAZİRAN 2014
73
DIŞ POLİTİKA
SÜRGÜN’ÜN 70. YILINDA
KIRIM TATARLARI
Sevinç ALKAN ÖZCAN*
Dışişleri Bakanı TBMM Danışmanı
sahip olması karşısında batı dünyasının da önünde
iki seçenek olduğu söylenebilir. Batı dünyası artık
toplumlarının bir parçası haline gelmiş Müslüman
göçmenleri, ya kucaklayıcı bir tutum içerine girecek ya da dışlayıcı, içine kapanık, farklı kültürlere
tahammülü olmayan faşizan anlayışların egemen
olduğu bir döneme doğru ilerleyecek. Gidişata bakacak olursak ikinci seçeneğin gerçekleşmesi hiç
de sürpriz olmayacaktır. Avrupa’nın demokrasinin,
insan haklarının tek temsilci rolüne bürünmesi bu
gidişatı engellemekte yeterli olmayacaktır. Her ne
kadar Batı Dünyası bu değerlerin ezeli ve ebedi
savunucusuymuş gibi boy gösterse de, tarih bize
bunun böyle olmadığını söylüyor. Bu konuda İlber
Ortaylı’nın tespitlerini dikkate almakta fayda görüyorum: “Demokrasi, Batı ile Doğu arasında bir ayrımın
göstergesi değildir. Bu anlamda bugün demokrasi
üreten milletlerin çoğu onu çok geç devirde öğrenmişlerdir ve hatta halen de tam öğrenememişlerdir.
Buna rağmen bu üniversal rejimin her zaman ve her
yerde üniversal olacağını iddia edenlerden de değilim. Söylediğim gibi en hafif bir enflasyon fırlaması,
işsizlik büyümesi, demokrasiyi Batı’da da öyle çok
vazgeçilmez rejim olmaktan çıkarabilir...” (İlber Ortaylı,
Tarihte büyük güç olmayı başarabilmiş devletlere göz
attığımızda, bu devletlerin farklı kültür ve kimlikleri bir
arada tutmayı başarıp, ortak bir sentez ürettiğini görürüz. Roma İmparatorluğu’nda, Osmanlı Devleti’nde ve
ABD’de bunun belli ölçülerde başarılabildiğini görürüz.
Günümüzde Avrupa’ya baktığımızda ise, her ne kadar
kendi arasında bir birlik oluşturmayı başarabilmiş gözükseler de, tarih boyunca hep öteki olarak gördüğü
İslam dünyası ile henüz ortak bir sentez oluşturmayı
başarmış görünmemektedir. Avrupa’nın yeniden
şekillenen dünyada küresel bir güç olarak yer alıp
almayacağının cevabını, yine Avrupa’nın kendi tutumu
belirleyecektir. Tarihsel olarak öteki olarak tanımladığı
İslam dünyasının mensupları olan Avrupa’daki Müslüman azınlıklarını toplumunun bir zenginliği olarak görüp içselleştirdiği ölçüde yeni uluslararası denklemde
güçlü bir konum kazanacaktır. Aksi takdirde İsveçli
Ortadoğu uzmanı ve diplomat İngmar Karlsson’un
ifade ettiği gibi, Müslüman göçmenler dışlayıcı politikalar sonucunda gettolara itilecek ve işte o zaman
“kutsal savaş” Müslüman dünyası ile Batı dünyası
arasında silahlı bir çatışma şeklinde değil, Avrupa’daki
gettolarda gerilla savaşı olarak beklediğimizden daha
erken gerçekleşecektir. (Ingmar Karlsson, İslam ve Avrupa
Avrupa ve Biz, s. 230).
İnanç Ayrılığı, Yaşam Birliği, s.222)
74
HAZİRAN 2014
1441
1475
1783
1860-1861
Kırım Hanlığı’nın kuruluşu
Hanlığın Osmanlı’ya bağlanması
Çarlık Rusya’sı tarafından ilhakı
Kırım’dan Osmanlı’ya Rumeli ve
Anadolu’ya büyük hicret
1883
İsmail Bey Gaspıralı’nın Tercüman
gazetesinin yayına başlaması ve Usul-i
Cedid okullarının kurulması
1917
1920
1944
1950-60
1987
Kırım Demokratik Cumhuriyeti
Sovyet Rusya
Büyük Sürgün
Kırım Tatar Milli Hareketi
Kızıl Meydan’da büyük Kırım Tatar
gösterileri
1989
Kırım’a geri dönüş
1991
Ukrayna içinde Kırım Özerk
Cumhuriyeti
1991
Kırım Tatar Milli Meclisi
2014
Sözde bağımsızlık referandumu ve
Rusya’nın ilhakı ya da “işgali”
Y
ukarıda ifade ettiğimiz tarihler sadece Kırım
tarihinin değil aynı zamanda Kırım Tatarlarının modern dönemdeki direniş tarihinin
önemli dönüm noktalarına işaret etmektedir. Kırım
tarihi denilen şey esasında bir direniş ve ayakta kalma tarihidir.
Geçtiğimiz hafta Prof. Dr. Hakan Kırımlı Dışişleri
Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde yaptığı nefis konuşmasında Kırım Tatar tarihini “erimedibe vurma” ve “yeniden ayağa kalkma” döngüsü
çerçevesinde değerlendirdi. Gerçekten de 1783 yılında Rusya’nın ilhakı ve akabinde yaşanan “büyük
hicret”e Kırım Tatar halkı 1883 yılında İsmail Bey
Gaspıralı’nın öncülüğünde kurulan Tercüman gazetesi ve cedidizm hareketi ile cevap vermiş; Sovyet işgali ve 1944’te Stalin’in emriyle gerçekleşen
“büyük sürgün” karşısında ise cevap olarak efsanevi lider Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu liderliğinde
Kırım Tatar Milli Hareketini başlatmış ve 1987 yılında Kızıl Meydan’da dünyada büyük yankılar uyandıran gösterileri gerçekleştirmişti.
Kırım Tatar halkı kendisinden beklenen aynı onurlu
duruşu Rus işgali altında geçtiğimiz mart ayında yapılan sözde referandum ve Rusya’ya bağlanma kararı karşısında da gösterdi. Referanduma katılmadı,
referandum sonuçlarını tanımadı, Rusya’nın gerek
doğrudan gerekse Kazan Tatar liderleri üzerinden
kendilerine sunduğu vaatleri kabul etmedi ve tüm
ulusal ve uluslararası platformlarda Ukrayna’nın
toprak bütünlüğünden yana olduğunu savundu.
HAZİRAN 2014
75
Ukrayna yönetimi ile paralel bir biçimde Kırım Tatar
Milli Meclisi’nin, Kırım Tatar halkının yegâne meşru temsil organı olduğunu her fırsatta dile getirmektedir. Bir milletin yaşayabileceği en acı sürgün
tecrübelerinden birini yaşamış olan Kırım Tatarlarının yarımadanın tek yerli halkı olduğu ve Kırım’ın
geleceği konusunda Ukraynalılar ve Ruslar kadar
Tatarların da söz sahibi olması gerektiğini sıklıkla
vurgulamaktadır.
Tüm bunları savunurken de yine Tatar milli hareketine yakışır şekilde uluslararası hukuk normlarına
ve insan haklarına uygun bir biçimde hareket etti,
demokratik yolları kullandı, şiddetin parçası olmadı
ve böylece meseleyi sadece kendi meselesi olarak
görmediğini bir kez daha göstermiş oldu.
Rusya’nın Kırım’ı ilhakı/işgali ile birlikte, Kırım Tatarları büyük sürgünden bu yana yine tarihinin en
büyük meydan okumalarından biriyle daha karşı
karşıya kalmış durumda. İşgal karşısında gösterdiği onurlu duruşuna Kırım’daki Rus yöneticilerinin
ve Rus yönetiminin verdiği cevap Ukrayna Parlamentosu milletvekili ve Kırım Tatarlarının lideri
Kırımoğlu’na, ülkesine giriş yasağı koymak ve 18
Mayıs’ta Akmescit’te 70. yıl anma etkinliklerinin
yapılmasına izin vermemek oldu. Buna rağmen
Akmescit dışında Kırım’ın başka bölgelerinde binlerce Kırım Tatarı Rus helikopterlerinin gözetimi
altında anma etkinliklerini gerçekleştirdi. Kırımoğlu
Kiev’deki gösterilere katıldı, Türkiye’nin Ankara ve
İstanbul gibi büyük şehirlerinde büyük sürgünün
kurbanları dualarla anıldı. Ankara’da yapılan benim
de katılmaktan büyük mutluluk duyduğum anma
mitingine Türkiye’deki Kırım diasporası liderleri ve
Ukrayna’nın Ankara büyükelçisi konuşmalarıyla, katılımcılar ise sloganları ve dualarıyla destek verdiler.
Ukrayna krizinin başından bu yana gelişmeleri yakından takip eden ve ulusal ve uluslararası tüm
taraflarla sürekli temas halinde olan Türkiye’nin,
Kırım Tatarları konusundaki tutumu dikkatle izlenmektedir. Türkiye, Kırım Tatar tarihini, bölgeye olan
ilgisinin nedenlerini ve krize yönelik tutumunu her
platformda açık yüreklilikle söylemekte, özellikle
uluslararası platformlarda Kırım davasının anlatılması konusunda gayret sarf etmektedir. Türkiye,
76
HAZİRAN 2014
Z. Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası” isimli ünlü
kitabında Ukrayna’yı bulunduğu stratejik konum ve
içerdiği etnik-dini çeşitlilik nedeniyle “Rusya’nın demokratik dönüşümünü sağlayacak stratejik mihver”
olarak tanımlamıştı. Avrasya’da tarih boyunca etkili
olmuş Türk-Moğol, İslam-Osmanlı ve Rus-Batı medeniyetlerinin tümünün etkisinin görüldüğü Kırım’ın
Ukrayna’nın parçası olarak varlığını devam ettirmesi tüm Avrasya’daki etnik, dini ve kültürel çeşitliliğin korunması ve barış içinde bir arada yaşamaları
açısından büyük önem taşımaktadır. Bu açıdan
Ukrayna’daki yeni yönetimin sadece “Ukraineleri”
önceleyen değil, ülkedeki tüm unsurları kapsayan
politikalar ve söylemler üretmesi özellikle bu kritik
dönemde daha da önemli hale gelmiştir. Bu kriz sürecinde Rusya da büyük bir sınavdan geçmektedir.
Ukrayna’da yaşayan tüm unsurlar ve daha fazlası
Rusya Federasyonu’nun içinde de varlıklarını sürdürmektedirler. Rusya’nın Avrasya’da askeri yöntemlerle yeni bir düzen kurma çabası, hem kendi
içindeki unsurlar arasında hem de “yakın çevre”
Kırım Tatar halkı kendisinden
beklenen onurlu duruşu
Rus işgali altında geçtiğimiz
mart ayında yapılan sözde
referandum ve Rusya’ya
bağlanma kararı karşısında da
gösterdi. Referanduma katılmadı,
referandum sonuçlarını tanımadı,
Rusya’nın gerek doğrudan gerekse
Kazan Tatar liderleri üzerinden
kendilerine sunduğu vaatleri
kabul etmedi ve tüm ulusal
ve uluslararası platformlarda
Ukrayna’nın toprak bütünlüğünden
yana olduğunu savundu.
olarak tanımladığı diğer ülkelerde ciddi tedirginliklere yol açmaktadır. Nitekim Kırım senaryosunun
tıpatıp aynısının Ukrayna’nın doğusundaki bölgelerde tekrarlanması büyük bir kaygıyla izlenmekte,
Rusya her gün Batı’nın açıkladığı, ancak etkisi tartışılan, yeni bir yaptırımla karşı karşıya kalmaktadır.
Hayatının büyük bir bölümünü sürgünde ya da Sovyet hapishanelerinde geçiren Mustafa Abdülcemil
Kırımoğlu’nun, Kırım’a girişine izin verilmemesi Kırım Tatarlarının sürgün geçmişinin hafızalarda yeni-
den canlanmasını sağlamakta ve Putin’in, Kırım Tatarlarına sunduğu vaatlerin ne kadar geçersiz olduğunu bir kez daha göstermektedir. Kırımoğlu’nun
şahsına ve Tatar Milli Meclisi’ne yönelik yürütülen
itibarsızlaştırma kampanyalarının yanısıra, Kırım
müftülüğüne yönelik olarak sıklıkla dile getirilen
Vahhabilik suçlamaları da Kırım Tatarlarının Rusya
kaynaklı korkularını haklı çıkarır niteliktedir. Çarlık
ve Sovyet dönemlerine kadar geriye gitmeye gerek
kalmadan, henüz ilhak gerçekleşmeden bile yoğun
bir Ruslaştırma ve asimilasyon politikasına maruz
bırakılan Kırım Özerk Cumhuriyetinde adeta ilhakın
“meşru” zemini oluşturulmaya çalışılmıştı. Ukrayna
hükümetlerinin belki de en büyük hatalarından biri
bölgedeki söz konusu Ruslaştırma faaliyetlerine
göz yummak oldu.
Rusya adeta Alexander Soljenitsin’in “Belarus ve
Ukrayna’nın bizden koparılması savaştan sonra
Almanya’nın bölünmesiyle eşdeğerdir... Tarihsel
olarak böyle kalmasına izin verilmemelidir” çağrısını
hayata geçiriyor. Batı, Rusya’ya karşı gerekli olan
caydırıcı gücünü ortaya koyamadığı için maalesef
mesele Kırım ya da Ukrayna meselesi olmaktan da
çıkıp, Türkiye’nin de defalarca uyardığı gibi bölgesel bir mesele hatta küresel bir mesele halini almış
durumdadır.
*Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Mezunu. Dışişleri Bakanlığı’nda TBMM Danışmanı olarak
görev yapmaktadır.
Türkiye, Ukrayna yönetimi
ile paralel bir biçimde Kırım
Tatar Milli Meclisi’nin, Kırım
Tatar halkının yegâne meşru
temsil organı olduğunu her
fırsatta dile getirmektedir. Bir
milletin yaşayabileceği en acı
sürgün tecrübelerinden birini
yaşamış olan Kırım Tatarlarının
yarımadanın tek yerli halkı
olduğu ve Kırım’ın geleceği
konusunda Ukraynalılar ve
Ruslar kadar Tatarların da söz
sahibi olması gerektiğini sıklıkla
vurgulamaktadır.
HAZİRAN 2014
77
DIŞ POLİTİKA
nelerinde akdedilen garantörlük antlaşmaları çerçevesinde müdahale hakkını kullanmıştır. Türkiye
halen 1959 yılında imzalanan Londra Antlaşması
ile kurulmuş olan Kıbrıs Cumhuriyetini tanımaktadır.
Adanın güneyinde Londra ve Zürih Antlaşmalarına
aykırı olarak kurulmuş olan Rum Yönetimini tanımamaktadır. Bu noktada, Türkiye’nin uluslararası
hukuka uymasına rağmen hukuku çiğneyen devlet
olarak gösterilmesi uluslararası camiada bir algı bozukluğunun olduğunu göstermektedir.
Türkiye, kurucu üyeleri arasında yer aldığı Avrupa
Konseyi’nin bünyesinde faaliyet gösteren İnsan
Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru hakkını
1987 yılında kabul etti. 1990 yılında ise divanın zorunlu yargı yetkisini kabul etti. 1998 yılında 11 numaralı protokolün yürürlüğe girmesi ile birlikte iki farklı yargı organı olan Divan
ve Komisyon birleştirilerek tek bir
yargı mercii oluşturuldu.
AİHM’den Türkye Aleyhne
Tazmnat Kararı
Dr. Selman ÖĞÜT
SDE Uzmanı
M
ayıs ayında verdiği karar ile Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi (AİHM) Türkiye’yi 90
milyon Avro yani 255 milyon TL tazminat
ödemeye mahkûm etti. Mahkeme, 1974 yılında
Türkiye’nin adaya yaptığı müdahale sonucu kaybolan kişilerin akrabaları ve Karpas Yarımadasında meskûn olanların uğradıkları zarar yüzünden
Türkiye’nin tazminat ödemesine hükmetti. Dışişleri
Bakanı Ahmet Davutoğlu, kararın hukuki çelişkiler
ihtiva ettiğini ve Türkiye Cumhuriyetinin tanımadığı
bir devlete tazminat ödemeyeceğini bildirdi.1 Benzer şekilde AB Bakanı ve Baş Müzakereci Mevlüt
Çavuşoğlu da mahkeme kararının zamanlamasının
çok kötü olduğunu2, hukuki ve siyasi açıdan elverişsiz bir karar olduğunu belirtti.
78
HAZİRAN 2014
Kıbrıs konusu uzun ince bir yoldur. Salt uluslararası
hukuk açısından yaklaşıldığında bile, Deniz Hukuku, İnsan Hakları Hukuku ve Antlaşmalar Hukuku
gibi çok farklı alanların tartışıldığı bir saha karşımıza
çıkmaktadır. Maalesef belirtilen bu alanlara gereken
önemin verildiğini söyleyemiyoruz.
Yazımızda AİHM’nin Mayıs ayında vermiş olduğu
kararı, arka planı ile birlikte olabildiğince özet şekilde inceledik.
Meselenin Genel Analizi
Kıbrıs meselesi uluslararası camianın en çok çarpıtılan konularından biridir. Evvela Türkiye’nin adada
işgalci olduğu ileri sürülmektedir. Türkiye, adada
işgalci olarak bulunmamaktadır. 1958 ve 1959 se-
lik kazandığını belirtti. Yani 1974 müdahalesinden
itibaren her ihlalden Türkiye sorumlu tutulmuş oldu.
Tazminat kararı 1998 yılında verildi ve Loizidou’ya
875.000 ABD doları ödenmesine hükmedildi. Her
ne kadar Türk Hükümeti davanın siyasi bir sorun
olduğunu ve divanın yetkisini aştığını belirterek tazminatı ödememe kararı almış olsa da, 2003 yılında
faizi ile birlikte ödedi. Tazminatı öderken de, benzer
davalar için bu davanın emsal teşkil etmemesini ve
Delegeler Komitesi gündeminden tazminat kararının düşürülmesini şart koştu.
Loizidou Davası Sonrası Süreç
Türkiye’nin tazminat öderken ileri sürdüğü şartlar
dikkate alınmayınca Loizidou davası emsal teşkil etti.
1999 yılında açılan Myra Xenides-Arestis davası bir
başka bir dönüm noktası olarak karşımıza çıktı. Mal Tazmin Komisyonu’nun
etkin bir iç hukuk yolu olmadığı
belirtildi. 2005’te XenidesTürkiye’nin her şeyden
Bir Dönüm Noktası:
Arestis’in mülkiyet hakkının
önce uluslararası hukuk
Titina Loizidou Davası
ihlal edildiği kabul edildi. Bu
karar ile etkin bir iç hukuk
argümanlarına
daha
Türkiye bireysel başvuru
yolu kurulması sağlandı.
sıkı sarılması gerekiyor.
hakkını kabul eder etmez;
Taşınmaz Mal Komisyonu
Çünkü Kıbrıs konusunda
Rumlar, Türkiye aleyhine
(TMK) kuruldu. Demades
başvuruda
bulunmaya
uluslararası camia
ve Tymvios isimli başvubaşladılar. Mülkiyet hakkı
bir algı yönetimine
rucuların dostane çözüm
ihlali gerekçesi ile binlerce
daha doğrusu algı
yolu ile TMK’ndan istifade
Rum, Komisyona Türkiye’yi
çarpıtmasına maruz
etmeleri çözüme doğru gidilşikayet etti. Loizidou, Komisdiği ümitlerini arttırdı. Tymvious,
kalıyor.
yona başvuranlardan biriydi.
kuzeyde bıraktığı mallara karşılık
Loizidou hem mülkiyet hakkının
güneyden muadil Türk taşınmazların
ihlal edildiğini hem de 1989 yılında kukendisine verilmesini talep etti. Rum Yönezeyde bulunan Akıncılar Köyüne doğru yütimi buna yanaşmayınca da kendi yönetimine karşı
rüyüş yaparken tartaklandığını iddia etti. Ancak KoAvrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) dava
misyondan elleri boş döndü. Bunun üzerine Rum
açtı. Her ne kadar davası kabul edilmese de Rum
Yönetimi davayı müdahil sıfatı ile 1993 yılında DiYönetimi inadından cayarak Tymvious’un teklifini
vana götürdü. Bu dava, taraflar arasında süregiden
parasal karşılık olarak vermek kaydıyla kabul etti.
uyuşmazlığın karakteri açısından bir dönüm noktaBununla birlikte Rum Yönetimi bu kararın emsal teşkil
sıdır. Çünkü ilk defa Türkiye o zamana kadarki tutuetmeyeceğini bildirdi.
munu değiştirerek, Rum Yönetimini bir davada muhatap olarak belirledi. Daha önce Rum Yönetimi- TMK en çok AİHM’nin işine yaradı. Çünkü mahkenin Türkiye’ye karşı açtığı davaların duruşmalarına menin iş yükünü oldukça hafifletmişti.
Türkiye, Rum Yönetimini tanımadığı için çıkmamıştı.
Demopoulos Kararı ve AİHM’nin Benimsediği
Divan, 1996’da verdiği karar ile KKTC’nin uluslaYapay Ayrım
rarası toplumca tanınmadığı için kararlarının geçersiz olduğunu, Türkiye’nin adanın kuzeyini kontrol AİHM, TMK’nın varlığını işaret ederek 2010 yılında
ettiği için mevcut ihlallerden sorumlu olduğunu ve Demopoulos ve diğerleri davasını iç hukuk yollaLoizidou’nun mülkiyet hakkının ihlalinin sürekli nite- rını tüketmedikleri sebebi ile kabul edilmez buldu.
HAZİRAN 2014
79
Sonuç olarak; AİHM 2001 yılında verdiği kararda,
1974 yılında yaptığı çıkartma dolayısıyla Türkiye’nin
AİHS’nin muhtelif hükümlerini ihlal ettiği kararını vermiştir. 2007 yılında GKRY, AİHM Büyük
Dairesi’nin, AİHS’nin 41. maddesini uygulamasını talep eden bir başvuru yapacağını bildirmiş ve
2010 yılında da haklı tatmin (just satisfaction) talebinde bulunmuştur.
Son Karar: 12 Mayıs 2014
Ancak mahkeme, TMK’nın kurulmasından önce
uygun görülmüş başvurular için Loizidou benzeri
kararlar verdi. Demopoulos ve diğerleri davasının iç
hukuk yollarına başvuru yapılmaması gerekçesi ile
reddeden mahkeme, diğerlerini kabul etti. Aslında
bir dava devam ederken çözüm için etkin iç hukuk
yollarının oluşturulmuş olması, mahkemenin süregiden davayı o iç hukuk yollarına yönlendirmesini gerektirmektedir.3 Ancak mahkemenin yaptığı yapay
ayrım ile iç hukuk yolları bir bakıma etkisiz hale getirilmiştir. Demopoulos Kararı’nın, Türk tarafı için iyi
etkisi; mahkemenin, zamanın geçmesi ile zilyetlik ve
mülkiyet arasındaki bağın gevşediğini tespit etmesi
ve böyle bir durumda Türk tarafından taşınmazların
iadesinin beklenemeyeceğini vurgulamasıdır.
Mevcut Kararın Verildiği Dava Hakkında
Kısa Bilgi
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Hükümeti ve Avrupa
İnsan Hakları Komisyonu tarafından 1999 yılında
Mahkeme yapılan müracaat aslında 1994 yılında
Rum Yönetimi’nin Türkiye’ye karşı komisyona yaptığı bir başvuruya dayanmaktadır.
2001 Yılındaki Davadan Notlar
1974’te Türkiye tarafından yapılan çıkartmayı haksız olarak nitelendiren Güney Kıbrıs Rum Yönetimi
(GKRY), çıkartmanın adada yaşayan bazı Rumların
haklarını ihlal ettiğini belirtmiştir. 2001 yılında verilmiş olan karara baktığımız zaman uluslararası hukukun farklı uzmanlık alanları ile ilgili konulara değinildiğini görmekteyiz.
80
HAZİRAN 2014
1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilan
edilmesi ve bu ilanın hemen akabinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 541 sayılı kararı ile bu ilanı geçersiz sayması ve bütün üye devletleri KKTC’yi
tanımamaya çağırması hususları üzerinde durulmaktadır. Aynı şekilde BM Güvenlik Konseyi benzer bir kararı 1984 yılında almıştır. (550 nolu karar)
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi ise 1983 yılında
Güney Kıbrıs Rum Yönetimini adadaki tek meşru
temsilci olarak tanımaya karar vermiş ve Rum Yönetiminin egemenliğine, bağımsızlığına ve bölgesel
entegrasyonuna saygı gösterilmesi çağrısında bulunmuştur.
Rum Yönetimi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapmış olduğu başvuruda adadaki çatışmaların
bitmiş olmasına rağmen halen 1491 Rum vatandaşının kayıp olduğunu ve söz konusu kaybolan
kişilerin en son Türk tarafınca gözaltına alındığını
ve Türk tarafının bu kişiler hakkında herhangi bir
açıklama yapmadığını iddia etmiştir. Bununla birlikte Türkiye’nin bu iddialara verdiği cevap ise çok
açıktır. Mevzu bahis kayıp kişilerin Türk Yönetiminin
alıkoyduğunu ya da Türk Yönetimi tarafından halen gözaltında tutulduğunu ispatlayan herhangi bir
kanıt yoktur. Davanın dayandığı diğer bir iddia ise
211.000 Rum vatandaşının yaşadıkları yerlerden
çıkartılmaları ile ilgilidir. Adadaki iki ayrı yönetim arasındaki sınır yüzünden yaşadıkları yerleri terk edenlerin geri dönmeleri mümkün değildir. Türk Yönetimi
ise mevcut sınırların kaldırılabilmesi için adada kalıcı
bir çözüm sağlanması ve genel ilkeler üzerinde anlaşmaya varılması gerektiğini belirtmiştir.
kuki hem de siyasi açıdan zamanlama “manidar”
görünüyor.
Kanaatimizce bütün bu olup bitenler Türkiye’nin ve
KKTC’nin mücadele azmini azaltmamalı. Rumlar
Türk Bölgesinde 46.000 adet mülk bıraktıklarını iddia ederken, Türkler ise Rum Bölgesinde 16.200
adet mülk bıraktıklarını iddia ediyorlar. Demek ki
adada hak talep edecek olan sadece Rumlar değildir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da belirttiği gibi, geçmişteki çatışmalar sırasında kaybolanların sadece Rumlar olmadığını, Türk vatandaşların da aynı mağduriyeti paylaştıklarını unutmamak
lazım.
Mahkemenin verdiği son karara baktığımızda, kısmen katılma oyu (partly concurring opinion) belirten
hakimlerin bir yetki aşımından bahsettikleri göze
çarpmaktadır. Işıl Karakaşın da aralarında bulunduğu hakimler, karardaki iç hukuk yollarının tüketil- Türkiye’nin her şeyden önce uluslararası hukuk armesinin dayanak gösterilerek başvurunun reddedilgümanlarına daha sıkı sarılması gerekiyor. Çünmesinin gerekli olmadığını belirten 63. pakü Kıbrıs konusunda uluslararası camia
ragrafın, AİHS’nin 46. maddesinin 2.
bir algı yönetimine daha doğrusu
fırkasına aykırı bir ifade olduğunu
algı çarpıtmasına maruz kalıyor.
Türkiye, adada
ve Bakanlar Komitesinin yetkiTürkiye’nin, garantör devlet
sine tecavüz ettiğini belirtmişişgalci olarak
olarak adada bulunduğunu
lerdir. Bir dava kararı sonucu
bulunmamaktadır.
ve uluslararası hukuka aykırı
mahkûm olan taraf devletin
bir davranışının bulunmadı1958 ve 1959
yükümlülüğünü yerine geğını daha yüksek sesle ve
senelerinde akdedilen
tirip getirmediğini tetkik etdaha profesyonel şekilde
menin mahkemenin görevi
garantörlük antlaşmaları
dile getirmesi lazım. Bu da
olmadığının da altını çizmişçerçevesinde
yoğun diplomatik ve akalerdir.4 Tek muhalif görüş
müdahale hakkını
demik
faaliyetle başarılabile(dissenting opinion) bildiren
ceğimiz bir husus. Uluslararası
kullanmıştır.
hakim olarak Işıl Karakaş haklı
hukukun
her geçen gün daha
tatmin talebinin, gerekli zamanda
fazla
konu
ile
Türkiye’nin karşısıyapılmamış olması nedeniyle, davaya
na
dikilmesi,
uluslararası
hukukçulara ve
5
konu edilemeyeceği belirtilmiştir.
stratejistlere yapmamız gereken yatırımın daha fazSonuç
la arttırılması gerektiğini göstermekte.
Kıbrıs Türkleri Müzakerecesi Kudret Özersay ve Dipnotlar
Rum tarafı müzakerecisi Andreas Mavroyannis’in 1
Ahmet Davutoğlu’nun açıklamaları için bkz: http://
karşılıklı ziyaretlerini müteakiben geçtiğimiz Şubat
www.dailysabah.com/politics/2014/05/14/payment-toayı itibari ile Türk ve Rum liderler tıkanmış olan baunrecognized-state-not-considered-necessary-says-fm,
ulaşım tarihi:16.05.2014.
rış müzakerelerinin tekrardan başlaması gerektiğini
belirtmişlerdi. Bakan Çavuşoğlu’nun da belirttiği 2 Mevlüt Çavuşoğlu’nun açıklamalrı için bkz: http://www.
turkiyegazetesi.com.tr/gundem/156065.aspx, ulaşım
gibi müzakere süreci devam ederken böyle bir katarihi:18.05.2014.
rarın çıkması düşündürücü.
3
AİHS’nin 46. maddesine göre ödenmesi gereken
bir ceza söz konusu. Işıl Karakaş’ın kararda belirttiği gibi haklı tatmin açısından zamana dikkat edilmeden verilmiş bir karar var. Bakan Çavuşoğlu da
zamanlamadan şikâyetçi. Sonuç olarak hem hu-
4
5
Yaprak Renda, Loizidou Kararından Bugüne Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin Kararları ve Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi Kararlarının Kıbrıs’taki Mülkiyet Sorununa Etkisi,
Ankara Barosu Dergisi, 2013/1, s.393.
European Court of Human Rights, Case of Cyprus v. Turkey,
Application no. 25781/94, s.43.
Ibid. s.47.
HAZİRAN 2014
81
DIŞ POLİTİKA
Ahmet Göksel ULUER*
Araştırma Görevlisi
BOKO
HARAM
U
luslararası kamuoyunda ciddi anlamda ilk
kez Ağustos 2011’de, Nijerya’nın başkenti
Abuja’da bulunan BM Karargâhı’na yaptığı
saldırıyla gündeme gelen Boko Haram; bu tarihten itibaren özellikle kilise ve camilere düzenledikleri intihar saldırıları ve köylere gerçekleştirdikleri
baskınlarla seslerini duyurdu. 2014 yılında sıklıkla
gerçekleşen, kız öğrencilerin okuldan kaçırılması
olaylarında sorumluluğu üstlendi. Bu eylemlerden
en önemlisi ise, 14 Nisan 2014’te Chibok kasabasından 276 adet kız öğrencinin kaçırılması oldu.
Böylesi hassas bir konu, pek çok devlet tarafından
kınandı. ABD, İngiltere, Fransa ve Çin, kaçırılan kız
çocuklarının bulunması için uzmanlar göndererek
destek oldu. Twitter’da #BringBackOurGirls tagıyla
9 Mayıs günü bir milyondan fazla tweet paylaşıldı.
Merkezi, Nijerya’nın kuzeydoğu bölgesi olan örgüt,
kendini “Cemaat-i Ehlüs Sünne Lil Da’va vel Cihat”
(Sünnet Ehlinin Davası ve Cihat Cemaati) olarak
isimlendirmiştir. 2010’a kadar uluslararası toplum
tarafından Yusufiyye veya Nijerya Talibanı olarak
anılan örgüt, sonraları Boko Haram olarak anılmaya başladı ve bu isim bugün neredeyse ortak kullanılan bir hal aldı. Boko Haram, bölgenin yerel dili
olan Hausaca’da “Batılı olan haramdır” anlamına
gelmektedir.
Boko Haram’ın Doğuşu
Örgütün ilk lideri ve sembol ismi olan Muhammed
Yusuf, Çad ve Nijer’de İslami eğitim aldı. Selefilik
82
HAZİRAN 2014
akımının ünlü
düşünürlerinden
İbn Teymiyye’den
etkilendi. Nijerya kökenli Izala Hareketi’nin
önderi Gummi’nin öğrencisi
olmasının getirisiyle Selefilik’in
radikal bir yaklaşımını benimsedi.
2001 yılında Nijerya’ya dönerek Maiduguri kenti merkezli cemaatini kurmaya başladı. Boko Haram devletle ilk defa 2003 yılında karşı karşıya geldi. Maiduguri şehir merkezinin
dışına, İslami prensiplere bağlı, yalıtılmış 200 kişilik
bir topluluk oluşturmak üzere gidildi. Burada bulundukları sürede hükümet aleyhtarı propaganda yaptıkları gerekçesiyle polisle karşı karşıya geldiler ve
70 kişi öldü. Yusuf’un da yer aldığı büyük bir kitle
Maiduguri şehir merkezine dönerek çalışmalarına
burada devam etti.
2007 yılında Izala Hareketi’nin içindeki bir başka
önemli kolun lideri Cafer Adem’in ölümüyle beraber
Izala içerisinde, Yusuf’un savunduğu radikal Selefi
görüş ön plana çıkmaya başladı. Yusuf, 1980’lerdeki Merva gibi Batılı-olan’a karşı çıkmaktaydı. Aynı
hususta BBC ile yapılan bir ropörtajda “(...) Batı eğitimi İslam inançlarına aykırı konulara sahiptir. Yağmur gibi. Biz onu güneşin sebep olduğu buharlaşmanın yoğuşup yeryüzüne inmesi olarak açıklamak
yerine, Allah’ın yarattığına inanırız. Dünya’nın yuvar-
lak olduğunu söylemek gibi. Eğer Allah’ın öğretisine
aykırıysa, onu reddederiz.” beyanını vermiştir. Öte
yandan Yusuf’un lüks arabalar kullanıp özel sağlık
hizmetlerinden yararlandığı ve iyi bir Batılı eğitimden
geçtiği söylenmektedir.
2009 Olayları ve Örgütün Yükselişi
2003 ile 2009 arasında polisle çatışmalarda yer almayan ve bu dönemde sempatizan ve öğrencileriyle beraber Maiduguri’de faaliyetlerine devam eden
örgüt için 2009 yılının Haziran ayı bir dönüm noktası
oldu. Bir üyesi için düzenlenen cenaze töreninde,
yeni yasalaşmış olan “motosiklet sürücülerinin kask
kullanma zorunluluğu” talimatına uymadıkları dolayısıyla çıkan arbedede 17 örgüt üyesi yaşamını kay-
betti. Olayın ardından Yusuf’un, polislerden intikam
alınması yönündeki söylemleri neticesinde, örgütün
tesislerine düzenlenen operasyonda Yusuf da dâhil
olmak üzere 1000 cemaat üyesi öldü. Bilhassa
Yusuf’un sağ ele geçirilip polis merkezindeki gözaltı
sırasında öldürülmesi, polisin bu adaletsiz tutumuna karşı Boko Haram mensuplarında büyük tepki
meydana getirmiştir.
2009 olayları örgütte önemli kayıplara neden olsa
da bu olaylar, eylem yapmak için büyük bir motivasyon oluşturdu. Daha sonra, Aralık 2010’da Bauchi hapishanesine yapılan baskınla 100’ü cemaat
üyesi 700 kişinin serbest bırakılması, Jos ve Maiduguri saldırılarında 86 kişinin ölümüne sebep verme
eylemleriyle gündeme geldiler.
HAZİRAN 2014
83
zalandırılması. Uzun vadede ise Jonathan başkanlığındaki Nijerya hükümetini devirmek ve tüm ülkeye
yayılacak bir Şeriat yönetimini tesis etmek amaçları
mevcuttur.
Zira 1999 itibaren iktidar partisi olan PDP’nin, devlet başkanlığı için benimsediği kuzeyli güneyli başkan rotasyonunun Jonathan döneminde gerçekleştirilmediği iddiası, ülkede Kuzey-Güney ve Müslüman-Hıristiyan gerilimini artırmıştır. Nijerya Seçimleri
Afrika’da çoğu zaman gerilim ve çatışmaları tetikleyen niteliğe sahiptir. 2015 seçimleri için aday olup
olmayacağı henüz belirsiz olan Jonathan’ın muhtemel adaylığı ve galibiyeti, ülkeyi çok daha derin çatışmalara sürükleme potansiyeli taşımaktadır.
Örgütün bundan sonraki eylemleri kiliseler, birahaneler, aynı İslami görüşü taşımayan cemaatlerin
bulunduğu camiler, üyelerinin bulunduğu hapishaneler, hükümet binaları, uluslararası örgüt binaları, kışlalar ve karakollara intihar saldırılarıyla zarar
vermek; yabancı uyruklu kişileri, Batılı eğitim veren
okullara giden öğrencileri, devlet yanlısı ünlü Müslüman vaizleri kaçırmak ve bazen de öldürmek şeklinde gerçekleşti.
Ağustos 2011’de, BM Karargâhı’na düzenlenen
saldırı örgütün rüştünü ispat ettiği bir eylem olarak
değerlendirilebilir. Uluslararası kamuoyunda geniş yankı bulan diğer eylemlerin ise Nisan 2013’te
Baga Köyü’ne düzenlenip 185 kişinin ölümüne neden olan çatışma ve Nisan 2014’te Chibok kasabasındaki kız öğrencilerin okullarından kaçırılması
oldu. Hükümet, Mayıs 2013’te bölgede sıkıyönetim
ilan etse de olaylar durdurulamadı.
Boko Haram’ın Amaçları
Boko Haram’ın yekpare bir yapısı bulunmamaktadır.
Birbirinden farklı görüşlere sahip çeşitli hücrelerden
oluşan bir sisteme sahiptir. Bu yüzden örgüt içerisinde de amaçlar farklı tanınmıştır. Örneğin bir kesim
Nijerya’da Şeriat’ın tesis edilmesini ilke edinirken, bir
diğer kesim Boko Haram’ın küresel cihatta etkin bir
aktör olması gerektiğini savunmaktadır.
Örgütün kısa vadeli iki temel amacı vardır. İlki, tutuklu bulunan üyelerinin bırakılmasıdır. Kaçırılan
kızlarla tutukluların takas edilmesini talep ettikleri
biliniyor. İkincisi ise, 2009 olaylarında Yusuf’un öldürülmesinden sorumlu olanların kovuşturulup ce-
84
HAZİRAN 2014
Dolayısıyla Boko Haram bir yandan da, 1800’lerde Fudi’nin yaptığı gibi bugün de Hıristiyan kökenki
“batıl” yönetimle savaş halindedir. Bu durum örgütün cihat mantığını sağlamlaştıran ve meşrulaştıran
önemli bir etmendir. Cihadın küresel boyutunda da
yer aldığı söylenen Boko Haram’ın, Afrika’da hızla
gelişmekte olan El Kaide bağlantılı örgütlerle dirsek
teması içerisinde olduğu iddia edilmektedir.
Boko Haram’ın Ekonomik ve
Lojistik Kaynakları
Boko Haram’ın bugün Kuzey Nijerya ve komşu devletlerde toplam 280.000 üyesi olduğu tahmin edilmektedir. Üyelerin çoğunu da Elmeciri Sistemi’nde
yetişen kişiler oluşturmaktadır. Özellikle üniversite
öğrencileri arasında hızla yükselen bir üye oranına
sahiptir. İşçi sınıfından üyeler, örgütün diğer iskeletini oluşturmaktadır.
Örgüt finans kaynaklarından ilki üyelerden toplanan
günlük bağışlardır. Bunun yanında, ülkenin kuzeydoğu bölgelerinde yönetim kademesinde yer alan
elitlerin, örgüte sponsor oldukları iddia edilmektedir.
Bu isimlerden en önemlisi 2009 olaylarında öldürülen Borno Federe Devleti yönetim kademesinde
yer alan Buji Foi’dir. Diğer önemli finansal kaynakları
banka soygunlarıdır. İslami açıdan verdikleri faiz nedeniyle haram olarak değerlendirilen bankaların soyulması, meşru kabul edilmektedir. 2012’nin sonu
itibariyle banka soygunlarından 3,1 milyon dolarlık
bir gelir elde edilmiştir. Son olarak da, El Kaide’nin
Mağrip yapılanması AQIM’den, Suudi Arabistan ve
İngiltere’den gelen fonların örgüte katkısı oldukça
büyüktür.
Askeri eğitimlerinin bir kısmı Nijerya güvenlik görevlilerinden sağlanmaktadır. Ancak önemli kısmı Somali, Afganistan, Moritanya ve Mali’deki kamplarda
eğitim görmüşlerdir. Bilhassa 2004’te Moritanya’daki iç çatışmalarda paralı asker olarak kullanılan
Nijeryalı militanların, dönüşlerinde Boko Haram saflarına katılması ve oradaki tecrübelerini aktarmaları
önemli olmuştur. Ancak El Kaide’nin bölgedeki etkinliğinin tartışılmaya başlaması, 2012’den bu yana
süregelen Mali olayları sebebiyledir.
1990’larla beraber özellikle Sovyetler Birliği’ne karşı
Afganistan’da eğitim gören militanların dönüşüyle,
Cezayir merkezli Selefi Dava ve Mucadele Hareketi (GSPC) kuruldu. 2000’lerde El Kaide’nin yeni
alanlarından biri Mağrip bölgesi oldu. Mağrib elKaidesi olarak bilinen AQIM yapılanması, 2006’dan
bu yana, BM ofisine saldırı, yabancıları kaçırıp fidye
alma gibi eylemlere imza attı. AQIM Çad, Moritanya, Mali gibi Müslüman ülkelerde yer alan Selefi kökenli yapılanmalara silah ve mühimmat anlamında
destek sağladı. Kıtada yer alan pek çok kampta
askerî eğitim verildi.
Somali’de Eş Şebab, Mali’de Ensarüddin ve
Nijerya’da Boko Haram, Müslüman Afrika’daki El
Kaide’yle bağlantılı örgütler olarak bilinmektedir. Bu
birliktelik Mali olaylarında gözükmüş, Mali ve Fransız askerlerine karşı AQIM, Ensarüddin, Boko Haram ve Batı Afrika’da Tevhit ve Cihat Cemaati aynı
safta savaştı.
2009 yılında Amerika’nın Afrika Ordusu (AFRICOM),
El Kaide ve AQIM arasında somut bir bağlantı olmadığını ancak şüphelerin bulunduğunu vurgulamıştır.
Bu şüphelerin en büyük sebebi ise saldırı biçimleri
ve seçilen hedeflerin El Kaide saldırılarına benzer
biçimde gerçekleşmesidir. AQIM ise 2010 yılında
“Nijerya’nın kuzeyindeki militanlara yardım etmeye
hazır olduğunu” açıklamıştır. Ancak Mali olayları sırasında Boko Haram’ın AQIM ile bağlantılı olduğu
ABD Dışişleri Bakanlığı’nca açıklanmıştır. İngiltere,
Kanada ve ABD hâlihazırda Boko Haram’ı terörist
bir örgüt olarak kabul etmiştir.
Uluslararası Yansımalar ve Örgütün Geleceği
Özellikle 2014 Nisan’ında meydana gelen kız öğrencileri kaçırma olayıyla beraber örgüt, uluslararası
kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekti ve neredeyse
küresel bir farkındalık yaratıldı. Boko Haram’ın gündeme gelmesinin nedenleri şöyle sıralanabilir:
Birincisi, Afrika’nın Mağrip ve Sahil bölgelerinde
gözlemlenen silahlı örgütlerin El Kaide bağlantılı
hareket etmeleri ve küresel cihadın yeni aktörleri olarak ön plana çıkmaları, dünyanın ve özellikle
ABD’nin dikkatini çekmektedir.
İkincisi, Nijerya Afrika’nın birinci, dünyanın altıncı
büyük petrol üreticisi durumdadır. 2000’li yıllarla
beraber Arap Yarımadası ve Basra Körfezi’ne alternatif bir petrol üssü olarak Çin, Hindistan gibi gelişmekte olan güçlerin ilgi odağı haline gelmiştir. Bu
nedenle Batılı güçler bölgeyi denetim altında tutmak
ve hükümeti baskı altına almak için Boko Haram faaliyetlerinin doğurduğu zararlara bizzat müdahale
etme isteğindedir. Nitekim kız kaçırma olaylarının
hemen ardından ABD, İngiltere, Fransa ve Çin uzman ekiplerle olayın içerisinde yer almışlardır. Nijerya hükümeti de bu müdahaleyi olumlu karşılamıştır.
Üçüncüsü, 21. yüzyılda büyük bir pazar olan
Afrika’da ciddi bir güç mücadelesinin gerçekleşmesi beklenmektedir. Kapitalizmin yeni yayılma alanı
olarak görülen Afrika’da, bundan sonraki dönemde, Fildişi, Mali ve Orta Afrika’daki insani müdahaleler gibi birtakım eylemler beklenmektedir. Zira Batılı
güçler Afrika’daki egemen konumlarını sarsacak ve
onlarla rekabet edecek yeni ülkelerin peyda olmasından rahatsız durumdadırlar.
Dördüncüsü, son yıllarda Afrika’da yeniden alevlenen Müslüman-Hıristiyan gerilimi ve toplumsal çatışmaların artışı kaygıyla karşılanmaktadır. Nijerya
gibi Afrika’nın (Güney Afrika’yla beraber) en önemli
gücü olan bir devlette çatışmaların yoğunlaşması,
şüphesiz komşu ülkelere sıçrayabilecek ve daha
ciddi sonuçlar doğurabilecektir.
Önümüzdeki dönemde bahsi geçen örgütlerin eylemlerinde artış gözlemlenebilir. Afrika küresel güç
mücadelesinin yeni bir cephesi olarak ortaya çıkabilir. Bununla beraber, Boko Haram ve Nijerya özelinde 2015 seçimleri hayati önem taşımaktadır. İç politikadan kaynaklanan birtakım gerilimler seçimlerle
beraber gün yüzüne çıkabilir. Bunun üzerine uluslararası müdahaleye kadar verebilecek çapta çatışmalar meydana gelebilir.
* Ankara Üni. Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Necmettin
Erbakan Üni. Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi.
Nijerya Boko Haram örgütü konusunda yüksek lisans tezi
hazırlamaktadır.
HAZİRAN 2014
85
DIŞ POLİTİKA
Obama’nın Asya Ziyareti
BAŞKAN OBAMA’NIN
ZORUNLU
ASYA ZİYARETİ
Doç. Dr. Erkin EKREM
SDE Uzmanı
ABD
Başkanı Barack Obama
nisan ayının son haftasında gecikmeli de olsa Asya ziyaretini gerçekleştirdi. Ekim 2013’te
planlanmış olan Asya gezisi, ABD’de
yaşanan “kepenk kapatma” olayı nedeniyle ertelenmişti. Bu ertelenme,
ABD’nin 2009 yılından beri sürdürdüğü Asya’ya geri dönüş (Return to
Asia) politikası, diğer adları ile Asya
Pasifik’te yeniden dengeleme (rebalance) ya da eksen dönüşü (pivot) stratejisinin zor duruma girdiği
ve yükselen Çin’in bölgedeki siyasî,
ekonomik ve güvenlik alanındaki etkisine karşı ABD’nin bölgedeki
müttefiklerini koruyamaz hale geldiği yorumlarının yapılmasına sebep
olmuştu. Rusya’nın Kırım’ı ilhakı,
ABD’nin uluslararası ekonomik ve
siyasî düzenine ve hegemonyasına
meydan okunduğu olarak algılanmış
ve ABD’nin Asya Pasifik’e yönelik
stratejisinin engellendiği yorumu da
yapılmıştır. Washington güç ve politikasının, artık Asya’ya değil Avrupa’ya
yöneleceği görüşleri de gündeme
gelmiştir. Başkan Obama’nın Asya
ziyareti, ABD’nin Asya Pasifik’e yönelme stratejisinin devam etmesi konusunda kararlı olduğunu, yükselen
Çin’in bölgede günden güne yayılan
etkisini dengeleyebileceğini ve bölge
müttefiklerinin endişelerinin gereksiz olduğunu göstermesi açısından
önemliydi.
86
HAZİRAN 2014
23-25 Nisan 2014’te ABD Başkanı Obama Japonya ziyaretini gerçekleştirmiş ve ABD-Japonya
güvenlik ittifakı modernizasyonu ile iki ülke arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri gündeme alınmıştır. Başkan Obama ile Japonya Başbakanı Shinzo
Abe arasındaki görüşmeler öncesinde bir basın
toplantısı gerçekleştirildi. ABD ile Japonya’nın sahip
olduğu ortak demokratik değerleri güçlendirmek
için birlikte çalışılması gerektiğini ifade eden Başkan Obama, küresel ve bölgesel sıcak konuları ele
alacaklarını ve uluslararası alanın yönetim kurallarını
belirleyen tedbirlerin alınmasının önemini vurgulamıştır. Obama’ya göre güçlü ABD-Japonya ilişkileri
sadece iki ülkenin yararına değil dünya için de faydalı olacaktır. Görüşme sonrası başkan Obama’nın
basına yaptığı açıklamaya göre, “ABD’nin güvenliği
ve refahı Asya Pasifik’in geleceği ile bağlantılıdır, bu
nedenle ABD’nin Asya Pasifik’te liderlik rolünü icra
etmesine önem verilmektedir. Bölgenin güvenlik ve
ekonomisinin ilerlemesinin temeli bölgede kurmuş
olduğumuz tarihsel ittifaktır. ABD-Japonya ittifakı
da bu kapsam içindedir.” Japonya ile güvenlik işbirliğinin derinleştirilmeye devam edeceğini belirten
Başkan Obama, bölgenin savunmaya dayalı durumunun yenilenmesiyle, Japonya’da konuşlu ABD
kuvvetlerinin en gelişmiş askerî yeteneklere sahip
olacağının altını çizmiştir. ABD ve Japonya, bölgesel anlaşmazlıkların ve denizcilik ile ilgili sorunların
diyalog yoluyla barışçıl bir çözüme kavuşması için
ortak çağırıda bulunmuşlardır. İki ülke lideri seyrüsefer serbestisi ve uluslararası hukuka saygı gibi
temel prensiplerin korunması konusunda ortak taahhütte bulunmuşlardır.
25-26 Nisan tarihlerinde Güney Kore’yi ziyaret
eden Başkan Obama, Güney Kore Devlet Başkanı
Park Geun-hye ile bir görüşme yapmıştır. Görmede
ABD-Güney Kore güvenlik ittifakı ve ticaret ilişkileri
ele alınmıştır. 25 Nisan’da Obama ile Park Geunhye’nin ortak düzenlediği basın toplantısında, Kuzey Kore’nin provokatif faaliyetlerine ve nükleer
silahlanmasına karşı omuz omuza vereceklerini
belirten Obama, Kuzey Kore’nin nükleer ve balistik füze programından vazgeçmesini ve uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmesini istemiştir.
ABD’nin Güney Kore halkına verdiğini taahhütten
asla vazgeçmeyeceğini açıklayan Obama, Devlet Başkanı Park Geun-hye’nin ABD-Güney Kore
askerî ittifakı üzerindeki güçlü taahhüdüne teşekkür etmiştir. Obama’ya göre, iki ülke arasındaki
ittifak modernize edilmeye devam edecek ve söz
konusu füze savunma sisteminin birlikte çalışabilirliği güçlendirilecektir. Güney Kore Devlet Başkanı
Park Geun-hye’nin bölgesel güvenlik konusundaki endişesinin Kuzey Kore’nin sürekli nükleer
ve füze tehditlerinden ileri geldiğine inandığını ve
bunu haklı bulduğunu dile getiren Başkan Obama,
Güney Kore’de konuşlandırılan müttefik birliğinin
eylem-kontrol yetkisini 2015 yılından önce Güney
Kore’ye devredebileceklerini ve ortak misyona yönelik iki ülke arasındaki müttefiklik ilişkisinin güçlü bir şekilde sağlanması için gereken hazırlıkların
yapılacağını ifade etmiştir. Aynı zamanda, Başkan
Obama, iki yıl önce aralarında imzalanan ticaret anlaşmalarının ortak ticaretin geliştirilmesine katkıda
bulunduğunu, her iki ülkede olumlu istihdam getirdiğini ve her iki tarafın ekonomik ilişkilerinin daha
da genişletilmesi ve mükemmelliği için arayış içinde
olduklarını belirtmiştir.
27 Nisan 2014’te Malezya’yı ziyaret eden Başkan
Obama, yaptığı açıklamada, ASEAN topluluğunun
dünya nüfusunun onda birini oluşturduğunu ve
dünyanın yedinci ekonomisi olduğunu belirtmiş, bu
coğrafyanın ABD’nin dördüncü ihracat pazarı olduğunu ve ABD’nin Asya’daki yatırımının ilk sırasında
yer aldığını sözlerine eklemiştir. Başkan Obama,
Malezya Başbakanı Najib Tun Razak ile görüşmesi
sırasında, iki ülke arasındaki görüşmelerin; siyasî ve
diplomatik işbirliğini, ticaret, yatırım, eğitim, çevre,
teknoloji ve enerji güvenliği gibi konularda yapılacak
ortak çalışmaları artıracağını ve geliştireceğini ifade
etmiştir.
Başkan Obama, Malezya Üniversitesi’nde öğrencilere yönelik yaptığı konuşmasında, Güneydoğu
Asya’nın geleceğinin bu bölgedeki gençlerin elinde olduğunu vurgulamış ve Asya’nın önümüzdeki
yüzyılın biçimlendirilmesinde belirleyici bir role sahip
olduğunu, bundan dolayı da ABD’nin Asya ile dinamik ilişkilere odaklı işbirliğini geliştirmeye kararlı
olduğunu açıklamıştır.
Malezya, özellikle ekonomik alanda Çin ile yakın bir
ilişki içinde olmasına rağmen, yükselen Çin’in bölgesel dengeleri değiştirmesine karşı ABD ile güvenlik ve ekonomi alanlarında işbirliği yapabilecek bir
durumdadır.
HAZİRAN 2014
87
Başkan Obama 28 Nisan’da Filipinleri ziyareti sırasında, Manila’da, Filipinler Devlet Başkanı Benigno
Aquino III ile görüşmüş, iki tarafın güvenlik alanındaki işbirliğini güçlendirmek için 10 yıllık Gelişmiş Savunma İşbirliği Anlaşması (EDCA) imzalamışlardır.
Bu anlaşma ikili askerî ilişkileri güçlendirmek için bir
çerçeve sağladığı gibi bölgede yaşanan güvenlik
sorunlarına yönelik işbirliğinin güçlendirilmesi için
de yararlı olacaktır. İlk olarak 1951 yılında ABDFilipinler arasında Karşılıklı Savunma Anlaşması imzalanmış ve bu anlaşma gereği, Soğuk Savaş sonrası ABD kuvvetleri Filipinlerin Clark ile Subic askerî
üslerinden geri çekilmişti.
İki ülke arasında imzalanan yeni savunma anlaşmasına göre ABD; Filipinler’de konuşlandırılmış askeri gücünü arttıracak, başta Filipinler olmak üzere
bölgede yaşayanlara insanî yardımda bulunacak
ve afet durumunda destek olacak, askerî eğitim
imkânlarını geliştirecek ve Filipinler Silahlı Kuvvetlerinin uzun vadeli modernizasyonuna destek verecektir. ABD’nin Filipinler ile geliştirdiği bu ittifak, iki
ülke arasında olumlu olarak gözüküyor olsa da, gelecekte Çin’in Güney Çin denizindeki tahrikine karşı
zemin hazırlayacağa benzemektedir.
Obama’nın Asya Ziyaretindeki Sorunlar
Başkan Obama’nın Asya ziyaretinin iki temel hedefi vardır: Biri bölgedeki müteffik ülkelerle ilişkilerin güçlendirilmesi, diğeri ise Trans-Pasifik Stratejik
Ekonomik Ortaklık Anlaşması (TPP) müzakeresinin
ilerletilmesi idi. 2002 yılında vücuda gelen TPP’nin
amacı, çok taraflı ilişkiler kurarak Serbest Ticaret
Anlaşması çerçevesinde Asya Pasifik bölgesinde
ticaret liberalizasyonunu teşvik etmektir. TPP üyeleri ekonomik büyümeyi destekleyecek ve kalıcı
iş imkânları oluşturacak yüksek standartlı bir 21.
yüzyıl ticaret anlaşmasının geliştirilmesi için çabalamaktadırlar.
88
HAZİRAN 2014
2011 yılında Japonya’nın, 2013 yılında da Güney
Kore’nin TPP’ye iştirak etmek için müzakerelere
başlamasıyla birlikte toplam 12 üye ülkeden müteşekkil TPP grubunun toplam GSYİH’sı 27.477
trilyon Dolar olup, dünya GSYİH’nın % 40’ını oluşturmaktadır. Dünya ticaretinin % 50’sini teşkil eden
TPP’nin toplam ticaret hacmi dünyanın üçte birini
oluşturmaktadır. TPP’nin toplam ithalatı dünyanın
% 27’sini oluşturmaktadır. Toplam ihracatı ise %
24’ün üzerindedir. 790 milyon nüfusa sahip olan
TPP’nin küresel doğrudan yabancı yatırımı % 30’a
ulaşmıştır. Çin, henüz bu müzakereye dâhil edilmemiştir. Çin’in, TPP’ye girebilmesi için mevcut
12 ülke ile tek tek müzakere yapması gerekmektedir. Washington’un sürdürdüğü TPP müzakere
sürecinde Çin olmadığı gibi, ASEAN topluluğunun
başlattığı ve Çin’in aktif olarak teşvik ettiği Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması (RCEP)
müzakeresinde de ABD yoktur. ABD, Asya’daki
birçok ekonomik organizasyonda ve platformda
belirleyici bir role sahip değildir. Bu yüzden ABD’nin
bölgede ekonomik alanda etkili olabilmesi için TPP
müzakerelerinin hızla ilerlemesi gerekmektedir. Bu
bağlamda Başkan Obama Kasım 2012’de, Tayland, Myanmar ve Kamboçya’yı da ziyaret etmişti.
Washington aynı zamanda ABD-ASEAN Genişletilmiş Ekonomik Angajman (E3) Girişimi çerçevesinde
gümrük tarifesi, yatırım ve bilgi teknolojisi işlemlerini
hızlandırmakla ASEAN toplulukları ile TPP müzakeresini hızlandırmak peşindedir. 620 milyon nüfusa
sahip olan ASEAN topluluğunun gayri safi yurtiçi
hasılası 2.2 trilyon Dolar’ın üzerindedir. Topluluk,
ABD’nin dördüncü büyük ihracat pazarı ve beşinci
büyük ticaret ortağıdır.
Ancak başkan Obama, Japonya ile TPP üzerindeki
müzakerelerde kesin sonuç alamamıştır. Japonya
Başbakanı Shinzo Abe, söz konusu müzakereye
önem vermesine rağmen, Japon çiftçileri ve otomobil sektörünü ikna edememiştir. ABD’nin talebi,
Japonya’nın, pirinç, sığır, kümes hayvanları ve domuz etleri pazarını açması ve kendi otomobil satıcılarının menfaatlerinin korunması için Japonya’nın
bu alanındaki engelleri kaldırmasıdır.
Başkan Obama’nın, Japonya’nın Senkaku (Diao-yü
Dao) üzerinde kontrol hakkının bulunduğunu ve bu
durumun ABD-Japonya Güvenlik Anlaşması’nın 5.
maddesinde işaret edilen ortak savunma kapsamına dâhil olduğunu ifade etmiş olması Tokyo’yu
rahatlatmıştır. Söz konusu 5. maddeye göre, taraflar Japonya’nın idare bölgesine yönelik düzenlenen herhangi silahlı saldırıya karşı kendi ülkelerinin
anayasasının tanıdığı şart ve prosedüre göre harekete geçeceklerdir. Başkan Obama aynı zamanda
Japonya’nın kolektif öz savunma hakkı yasağını
kaldırmasını desteklediğini belirtmiştir. Bu yasağın
kalkmasıyla artık Japonya da, ABD ve müttefiklerine yönelik saldırılarda yardıma koşabilecektir. Bu
nedenle Başkan Obama, Abe Hükümeti’nin Anayasanın üzerindeki yorum değişikliğini de desteklemektedir. ABD, Senkaku (Diao-yü Dao) adalarının
üzerindeki egemenlik meselesi hakkında herhangi
bir pozisyonda bulunmayacağını belirtmektedir.
Obama’ya göre, bu adaların tarihte Japonya’nın
idaresinde olduğu gerçeğini tek taraflı olarak değiştirmeye kalkmak doğru değildir. Japonya-Çin
arasında yaşanan adalar ihtilafı ve Japon yetkililerin
Yasukuni ziyaretinin oluşturduğu gerginlik konularına barış yoluyla çözüm getirilmesi gerektiği tavsiyesinde bulunan Obama, Japonya’dan, durumu tırmandırmaktan kaçınmasını, düşük retorikte bulunmasını ve provokatif davranışlardan uzak durmasını
istemiştir.
Başkan
Obama,
ABD-Japonya
Güvenlik
Anlaşması’nın 5. maddesinin Senkaku adaları sorununu da kapsadığını ifade eden ve aynı zamanda
Japon Anayasasının 9. maddesine rağmen Kolektif Öz Savunma Hakkı’na sahip olduğunu belirten
ilk ABD Başkanı olmuştur. Başkan Obama’nın bu
ifadeleri, ABD Hükümetleri tarafından öteden beri
dikkate alınan bir takım kırmızıçizgilerin değiştiği
anlamına gelmektedir. Bu durum, Abe Hükümeti’ni
memnun ederken, Çin Hükümeti’ni kızdırmıştır. Çin Savunma Bakanlığı Sözcüsü Yang Yüjun,
Başkan Obama’nın Japonya’ya arka çıkmasını ve
Japonya’nın bu duruma sevinmesini “kuş tüyünü
sancak zannediyorlar” diye alaycı bir ifadeyle değerlendirmiştir.
ABD-Japonya Güvenlik Anlaşması’na, ‘Soğuk Savaş döneminin ürünü’ diyen Çin Dışişleri Bakanlığı
Sözcüsü Qin Gang, ABD ile Japonya’nın ittifakının
üçüncü bir ülkeyi hedef almaması gerektiğini vurgulamış ve bu durumun Çin’in egemenliğine zarar
vermemesi gerektiğini belirterek, hiç kimsenin Çin
Hükümeti ile Çin halkının ulusal toprak bütünlüğünü
ve deniz çıkarlarını savunma iradesini sarsamayacağının altını çizmiştir.
Başkan Obama’nın son Asya ziyareti Çin’i kapsamamıştır, ancak gezinin her durağında Çin doğrudan
ya da dolaylı olarak gündeme gelmiştir. Obama’nın
son gezisi, müttefiklere güvence vermiş ve ABD’nin
Asya Pasifik stratejisinin devam ettiğini bir kez daha
ortaya koymuş oldu. Ancak Obama’nın Çin ile sorunlar yaşayan Japonya ve Filipinler’de sarf ettiği sözler
Pekin’i bir hayli rahatsız etmiştir. Aslına bakarsanız,
Başkan Obama bölgedeki müttefikleri ile ekonomik
ve güvenlik alanında ittifakını güçlendirmeye çalışırken Çin’i kızdırmak istemiyordu aksine Çin ile olan
ilişkilerini sürdürme niyetindeydi. Bunun çok kolay
olmayacağı belliydi. Bu dengeyi yürütebilmek için
Washington’un üstün zekâya ihtiyacı vardır. Fakat
gözden kaçırılmaması gereken bir konu daha var,
o da hükümetlerin diplomasi ilişkilerini sürdürmeye
çalıştıkları sırada halklar arasında oluşan karşılıklı
güvensizliklerdir. 27 Ocak 2014’te Pew Research
Center’in verdiği bilgilere göre Amerikalıların sadece
% 33’ü Çin hakkında olumlu izlenime sahiptir, bu
2011 yılındaki % 51 oranına göre büyük bir düşüş
olduğunu göstermektedir. ABD’lilerin, Çin’e olan güvensizlikleri gidererek artmakta ve Çin’i ekonomik ve
askerî alanda ABD’yi tehdit eden ülke olarak görmektedir. Benzer durum Japonya-Çin arasında da
mevcuttur. Ekim 2010’de Sankei Shimbun ile FNN
(Fuji Haber Ağı) kuruluşlarının ortaklaşa yaptırdığı
bir ankette, Japonların % 79.7’si Çin imajının kötü
olduğunu belirtmiş, %71.5’i ise Çin’in Japonya’ya
tehdit oluşturduğu görüşünü dile getirmiştir. Ağustos
2013’te Japonya’nın NPO sivil örgütü ile Çin’in Chaina Daily gazetesi’nin düzenlediği ortak ankette, iki
ülke halkının da birbirlerine karşı kötü izlenime sahip
oldukları, bu oranın Çin’de % 93, Japonya’da ise %
90 olduğu tespit edilmiştir.
Başkan Obama’nın Asya ziyareti ilişkilerin düzene
girmesi açısından bir takım gelişmelere sebep olmuş
olsa da Asya-Pasifik’te önümüzdeki sürecin önemli
gelişmelere gebe olduğu gözükmektedir.
HAZİRAN 2014
89
röportaj
Orta Afrika:
Darbelerin Gölgesinde
Milli Kimliğini
Bulamayan Ülke
Röportaj: M. Fatih SEZGİN
SDE Uzmanı
Prof. Dr. Ahmet KAVAS kmdr?
1964 yılında Samsun’un Vezrköprü lçesnde
doğdu. 1982 yılında Amasya Merzfon İmamHatp Lses’nden, 1987 yılında Ankara
Ünverstes İlahyat Fakültesnden mezun
oldu.
2006-2013 yılları arasında muhtelf ünverstelerde öğretm üyelğ yaptı.
2008-2011 yılları arasında Afrka konusunda
Başbakanlık Müşavrlğnde bulundu.
2013 yılı Mart ayında T.C. Çad Büyükelçs
olarak tayn edld ve halen bu görevne
devam etmektedr. Afrka tarh ve medenyet,
Osmanlı Afrka İlşkler, kıtadak güncel
gelşmeler hakkında yayınlanmış çok sayıda
makale ve ktapları bulunmaktadır. Prof. Kavas,
üç çocuk babası olup Arapça, Fransızca ve
İnglzce blmektedr.
90
HAZİRAN 2014
Efendm, öncelkle Orta Afrka Cumhuryet’nde neler
oluyor? Tarhsel boyutuyla ele aldığımızda etnk ve dn
çatışmaların sebepler nelerdr ve bu bölgeler nasıl br gelecek
beklemektedr?
Soruda ifade ettiğiniz üzere Orta Afrika ismiyle bilinen bir ülke var. Bir de Orta Afrika
bölgesi var. Fransızca’da daha çok Türkçe
okunuşu ile “CEMAC/Communauté Economique et Monétaire de l’Afrique Centrale” dedikleri Orta Afrika Bölgesi Para ve
Ekonomi Topluluğu adı altında 10 ülke
var ki bu ülkelerden birisi de Orta Afrika
Cumhuriyeti’dir. Çad devleti de bunların en
önemli üyelerinden birisidir. Kamerun, Gabon, Burundi, Kongo Cumhuriyeti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, hatta Ruanda’yı da
buna dâhil ediyorlar. Sao Tome ve Principe
ada devleti ve Angola ile de bir araya geldikleri zaman büyük bir güç oluşturuyorlar. Batı
Afrika, Doğu Afrika, Kuzey Afrika neyse, Orta
Afrika bölgesi de o derece önemlidir. Malum
bir de Güney Afrika ve çevresindeki ülkeler var ki o
coğrafya ilgi alanımızdan biraz uzak gibidir.
Öncelikle, yaklaşık 25 yıldır Afrika ile değişik konulara ömrünü ayırmış birisi olarak şunu söyleyeyim,
genelde sıkıntıların arttığını ve kendi içinde iyice
kangrene dönenler olduğunu görmekteyim. Mesela Çad 45 yıldan fazla iç savaş yaşamış ve 1960’da
bağımsızlığını ilan etmiş bir ülkedir. Bağımsızlığını
ilan edişinden 2008 yılına kadar geçen süre zarfında Çad’ı kapalı bir kutu gibi görüp dikkat etmemişiz. Orta Afrika Cumhuriyeti’ne Fransızlar 1960
yılında bağımsızlığını vermişler. Bağımsızlık sonrası
Orta Afrika Cumhuriyeti hep darbelerle iç içe yaşamış. 2013 yılında az zararla geçirilen bir darbe daha
olmuş, buralarda bir devletten, milli bir kimlikten,
aidiyetten bahsetmek neredeyse imkânsızlaşmış.
Orta Afrika Bölgesi’nde kendi ayakları üzerinde
durabilen ülkeler arasında Gabon ön sıralarda yer
alır. Angola altından kalkınması zor iç savaşlardan
çıkınca petrol kaynaklarıyla ekonomik anlamda
patlama yaptı. Ama bu gelişmenin nüfusun sadece
% 5 veya % 10’una intikal eden bir durum olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu açıdan, söz konusu
bu gelişmeyi yakından incelemek lazım... Şahsen
bu süreci neredeyse hiç takip edemedim. Angola dışında mesela Demokratik Kongo Cumhuriyeti
ve onun çevrelerindeki ülkelerden Uganda, Ruanda, Burundi ve Kongo Cumhuriyeti hakkında biraz
araştırmalarım oldu. Tanzanya, Kenya ve içerideki
komşuları olan ülkelerle birlikte Büyük Göller bölgesinde son 10 yılda ölen insan sayısının 10 milyonun üzerinde olduğu belirtiliyor. Dile kolay, Ruanda
katliamı, Güney Sudan’da yaşananlar, iç savaşlar
ve çatışmalar da dâhil olmak üzere bölgede toplam
10 milyon insan ölmüş durumda… Bu coğrafya hakikaten Afrika’nın en hasta coğrafyası… Şu anda
en çok başı ağrıyan ülkelerin başında Orta Afrika
Cumhuriyeti gelmektedir.
Orta Afrka’da da Arakan benzer br Müslüman Katlamıyla karşı
karşıya olduğumuz açık. Bölgede büyük güçlern br takım hesaplarının
varlığını da blyoruz. Pek, Türkye’nn bu bölgedek dış poltkası nedr?
Son bir asırda maalesef ciddi anlamda yakın dönem
tarihi değerlerimiz konusunda hafıza kaybımız oldu.
Her şeyden önce bunu telafi etmemiz gerekiyor. Bizim bu bölge ile ilgimiz, bugün doğrudan müdahale
hakkını kendilerinde gören Fransızlardan daha eskidir. Efendim orada Fransızlar var. Orası Fransa’nın
hegomanyasında, evet 60 yıl sömürgesi altında kalmış, doğru ama bu sonuna kadar böyle gitmez ki.
Artık küreselleşen dünyada ülkeler arası ilişkilerde
anlık temaslarla zenginlik sağlanabiliyor veya ciddi
kırılmalar yaşanabiliyor. Bir şeyi ısrarla ifade etmek
lazım ki atalarımız 1870’li yılların ortasında onlardan önce bu bölgeye ilgi duymuş, kendi adlarına
birileri gidip idare kurmuş, sizinleyiz diye haberler
göndermiş ve birlikte varız demişler. Kaldı ki sömürgeciliğin tesisinde Fransa’nın adına oraya gidenlerin
yüzde kaçı kendi öz vatandaşı idi. Batı, Kuzey ve
Orta Afrika’da ele geçirdikleri yerlerden zorla silah
altına alıp oralara sevk ettikleri Senegalliler, Kongolular, Cezayirliler, bugünkü Orta Afrikalılar ile Çadlılardır. 1890’ların sonunda ve 1900’lerin başında
Çad Gölü havzasına sevk edilen her askeri birliğin
içinde 10 Fransız askeri varsa en az 100 tane Afrika
yerlisi vardı. Bunların hemen öncesinde, yani 1900
yılından geriye doğru 40 - 50 yıl öncesinde özellikle
Osmanlı’nın pek dikkat etmediği, hatta İstanbul’da
pek dillendirilmediği, belki de hakikaten çok fazla
işin farkında olunulmadığı, ama en azından bir bedel karşılığında Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın özellikle Avrupalı danışmanlarıyla Mısır sınırlarını Afrika
içlerine yayma politikası çerçevesinde bugünkü Güney Sudan, Uganda, Orta Afrika ve Darfur dolaylı da
olsa İstanbul’a bağlıydı. Buraları Osmanlı Mısır’ının
hegemonyasına, yani nüfuz alanına ve tabii ki aynı
zamanda hâkimiyet alanına dâhil edilmiş bölgelerdi.
HAZİRAN 2014
91
maksatsız silinmişti. Dahası, 19. yüzyıla gelindiğinde bile Avrupalılar bu bölgelere hiç ayak basmamışken Osmanlılar, Çad’ın kuzey ve orta bölgelerinde
kurdukları kaza merkezleri ile bölgede varlığını ispat
etmişti.
En son Osmanlı askeri birliği 1913 yılında Çad’ın
ortalarında faal halde iken, Fransa’nın bu bölgelerdeki ilerlemesini durdurmaya da gayret etmişlerdi.
Yani hafıza kaybımız var derken bundan tam 100
yıl önce tarihimizin önemli hadiselerinden habersiz
oluşumuzu kastediyorum. Çok fazla derinlerde değil, bir asırlık bir hafıza kaybımız var biz bunları tazelemek durumundayız.
Burada Fransızların hak iddia ettiklerini söyledikleri
tarih 1900’den öncesine gitse de bir anlam ifade etmez. Çünkü ilk ayak bastıkları tarih 1900 yılı başlarıdır. Avrupalılardan sadece Fransızlar değil Almanlar
ve İngilizler de bu bölgede hak iddia ediyorlardı.
Genel olarak Avrupalılarca ilk söylenen yıl 1885’tir.
Lakin Osmanlı Devleti bu bölgeye ilk defa Osmanlı
Mısır’ına bağlı bir müdüriyet olarak geçen Mısır Sudanı -bugünkü Sudan Cumhuriyeti- adını koymuş,
Kavalalı Mehmet Ali Paşa burayı da içine alan geniş
bir bölgeyi idare etmek üzere tayin edilmiştir. Orta
Afrika Cumhuriyeti’nin yarısından fazla bölgesi buraya giden Mısır’a bağlı askeri birliklerce Osmanlı Mısır’ı toprağı ilan edildiğinde, Avrupa’da henüz
buraların adı dahi bilinmiyordu, kim tarafından ele
geçirileceği de mechuldü. Ama çok zaman geçmeden üç devlet; Fransa, İngiltere ve Almanya bir
an evvel bölgeyi ele geçirme konusunda büyük bir
telaş içine girdi. Özellikle de Fransa bu konuda aşırı derecede hevesliydi. Oysaki bölge, daha onlar
harekete geçmeden Mısır Hidivliğine bağlı Hartum
merkezli Sudan Hükümdarı adına Darfur’u ele geçiren Zübeyr Rahme Paşa’nın komutanlarından
Avrupalıların kendisini daha sonraki yıllarda Rabah
diye tanıyacağı Rabih b. Fazlallah tarafından ele
geçirilmişti. Buradaki tüm yerel emirlikler olan Dar
Salamat, Dar Fertit, Dar Runga ve özellikle Dar Kûti
artık Osmanlı Mısırı’nın bir parçası olmuştu. Kısa zamanda Müslüman yerel halka “Türkler” karşılığında
“Tourgou” denmeye başlanmıştı. Hatta bu isimlendirmeyi bizzat 1897 yılında bölgeye gelen Fransız
devlet komiseri Emile Gentil kaydetmektedir. Bu
topraklarda Osmanlı varlığını, buradaki Osmanlı-
92
HAZİRAN 2014
ya dolaylı da olsa, doğrudan da olsa, adı konmuş
olan bu varlığı yok saymışlar ve yerleşmişlerdir. Biz
bırakın kendi kaynaklarımızı, bizzat Fransızların, İngilizlerin ve Almanların gerçekleştirdikleri birçok seyahat sonucu kaleme alınan eserlerinde kayıt altına
alınanlardan bile epeyce bilgi edinmekteyiz. Haliyle
bu hafıza kaybını canlandırmak durumundayız. Sebebine gelince, bugünkü oyun kurucular: “Buralar
medeniyete kapalıydı. Medeniyete açtık, insanlıkla,
dünyanın bilinen coğrafyalarıyla buluşturduk, yaşadıkları bin yıl geriden gelen hayatlarından çıkartıp
onlara değer verdik, haliyle buralar hakkında ilelebed söz söyleyecek, karar verecek olan da biziz”
dediklerinde, hayır, bir dakika, “buralar sizin söylediğiniz gibi değil, ciddi anlamda sizden önce de
buralarda etkinlik kurmuş, hatta sizin bulunduğunuz
dönemde de etkinliği devam etmiş buraları yöneten insanlar vardı.” diyebilecek birilerinin bulunması
gerekiyor. Gerçekten de durum böyledir. Belki artık onların adını bugün kimse hatırlamıyor ama insanlar artık belli bir kültürel etkileşim kurmuşlar ki
Orta Afrika Cumhuriyeti’nin, Çad’ın, Kamerun’un,
Nijer’in ve Nijerya’nın kısaca tüm Çad gölü havzasının bizim tarihimizle de kayıt altına alınmış yazılı
belgeleri, 1250’lere kadar giden Mısır’daki Memlüklü Sultanları ile ilişkileri olduğu bilinmektedir. Sekiz
asra kadar giden bu sürecin üzerinde durmadığımız
gibi 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman devrinde tüm bu coğrafyada hüküm süren Kânim-Bornu
Sultanlığı ile Osmanlı arasında bizzat karşılıklı gelip
giden elçiler vardı. Onların tesis ettikleri çok kıymetli
ilişkiler olmasına rağmen üstü kapanmış veya kapatılmış, unutulmuş, hatta kayıtlardan maksatlı veya
Çad Gölü havzası bölgesiyle neden ilgilenmekteyiz
sorusuna gelince… Öncelikle hepimiz bu dünyada
yaşıyoruz. Yaşadığımız dünyada birçok ülke, ‘ben
de bir ülkeyim, uluslararası ilişkilerim üzerinde ipotek yok, benim kimle ilişki kuracağımı herhangi bir
ülkeye sorarak belirlemek gibi sorunum yok’ dediği
için onlarla ilgilenmek zorundayız.
Arakan sorusuna gelince Arakandaki Müslümanlarla ilgili uygulamalar maalesef çok iyi değil. Orta Asya’daki İslamlaşma, Abbasiler zamanında İslamiyetin ilk hamleleriyle elde edilen başarılar, altın çağlar
olarak tarif edilmekteydi. Orta Çağ’daki güçlü etkileşimin çevresinde oluşmuş Müslüman topluluklar
bunlar. Bunlar onların tarihin seyri içinde kalabilen
güçsüz de olsa var olan izleri. 20. ve 21. yüzyılda bu
izler, üzerlerini her türlü hile ve acımasız siyasetlerle kapatma girişimlerine rağmen patladı. Patlayınca da dünya âlem gördü. Onların yaşadıkları yeni
oluşan sıkıntılar değildi. İrtibatları kopmuş, hafızalardan silinmiş… Bugün bizim önümüze gelince “kim
bunlar” diyoruz. Oysaki onların oluşması sürecinde
kaç asır on binlerce Müslüman şehit olmuştu. Şimdi
insanlar soruyor; bunlar nereden çıktı, ne zaman bu
coğrafyaya geldiler? Sanki son bir asır içindeymiş
gibi bir algı oluşturulmaya çalışıyor. Tarihin geçmiş
asırlarını karıştırdığımız zaman çok da gayrete gerek
yok gerçekler kendiliğinden önümüze seriliyor.
Şimdi Orta Afrika’daki Müslümanların buradaki varlığı da bizim tarihimizle özdeşleşen, yani Afrika’nın
yeni bir çağa girdiği 19. yüzyılda ıslah hareketlerinin
arttığı dönemde tekrar canlanan İslami yapılaşmaların biraz da heyecanlı duygularla yoğrulduğu izlerdir. Kıtanın orta bölgelerinde 19. yüzyılda Müslüman
topluluklar, kendilerini yeniden gösterdikleri bir dö-
neme girmişlerdi. Orta Afrika Cumhuriyeti topraklarında yaşayan Müslümanlar, Fransız sömürgeciliği
döneminde büyük bir haksızlığa uğradılar. Sömürgecilik tüm kurumlarıyla ikame edilince herkes belli
bir rahatlama geleceğini düşündü. Ama tüm beklentileri boşa çıktı ve bu durum Müslümanlar aleyhine artarak devam etti. 1960 yılındaki bağımsızlık
dönemi ile ülkede adeta darbelerin kapısı arkasına
kadar açıldı ve hala da aynı anti demokratik yapı
en acımasız haliyle devam etmektedir. Göstermelik
de olsa 2003 yılındaki iktidarın değişmesinde Müslümanlara bazı haklar verileceği vaadi belli bir ümit
kaynağı olmuştu. Onlar da her türlü desteği General François Bozize’ye vererek yaşanan darbe ortamında fazla zorlanmadan rahat bir iktidar değişimini
gerçekleştirdiler. Ancak bu değişen iktidarda 3-5
yıl içerisinde yine Müslümanlar üzerinde eskilerini
aratmayan bir takım uygulamalar kendini gösterdi. Bu yapı neticesinde de Orta Afrika’da maalesef
yeni ve daha şiddetli gerginlikler yaşandı. 2012 yılı
ortasında tüm direniş hareketleri ittifak adına Seleka adıyla birleşip başkent Bangui’yi ele geçirmek
üzere büyük bir hamle başlattılar. Karşılarında sınırlı sayıda düzenli ordu askerleri ve onlara, özellikle
de devlet başkanı ile sarayını koruyan Güney Afrika
askerleri dışında karşı koyan olmadı. Mart ayında
iktidar el değiştirdi ve ülkenin son yüzyıllık tarihinde
Müslümanlar hem devlet başkanını kendilerinden
seçtiler, hem de çok sayıda bakanlık aldılar. Ne var
ki bu değişim bölge üzerinde etkin olan devletleri
ve Afrika Birliği’ni rahatsız ettiği için değişimi kabul
etmediler. Orta Afrika bölgesi ülkeleri ise değişime
geçicilik kaydıyla razı oldular ama François Bozize
ve adamarı Seleka’nın uluslararası imajını kırmak
için Antibalaka adıyla sivil halka ve MISCA adıyla
Afrika Briliğinin, Sangaris adıyla da Fransa’nın barış
gücü askerlerine saldıracak bir yapı oluşturdu. Bu
yapı asıl hedef olarak sivil Müslüman halkı belirledi.
Fransız barış gücü Sangaris de başkent Bangui’deki Seleka mensuplarını silahsızlandırmaya başladı.
Ülke tarihinin en karanlık sayfası da 2013 yılı Aralık
ayı başından itibaren açılmış oldu.
2013 sonu itibari ile ve 2014 yılının ilk dört ayında
çocuk, kadın, yaşlı genç demeden savunmasız
Müslümanları diri diri yakmak, parçalara ayırmak,
etlerini çiğnemek dâhil olmak üzere yaşanan mevcut dramın benzeri, acaba tarih kitaplarında var
mıdır? Aslında bu coğrafya 17. yüzyılda bile Evliya
HAZİRAN 2014
93
Müslümanlara karşı, daha doğrusu onların kimliğine yapılan bu topyekün silme, yok etme davranışını
anlamak zordur.
Çelebi’nin Sudan üzerinden ilerleyerek Fas’a gitme
hayallerini yok eden insan eti yiyen yamyamların
bölgesidir. Vakıa ne kadar doğruydu teyit etmek
zor ama, dönemin Sudan’daki Func Sultanı Evliya
Çelebi’nin bölgeye girmesine müsaade etmemişti.
İnsan eti yiyenlerin korkusu ile Evliya Çelebi’nin bile
giremediği bir coğrafyadır burası… O çağda insan
eti yenmesi belki medeniyetten uzak oldukları için
anlaşılabilir ama 60 yıl doğrudan Fransız idaresinde kaldıktan sonra bu durumu anlamak imkânsız
gibidir. Demek ki Fransa burada bizzat Jacques
Chirac’ın ifadesiyle, ‘sömürgecilik medeniyet adına
çok şey yaptı’ sözü başkent Bangui’de bile gerçekleşmemiş... Hakikaten de 21. yüzyılda da insan
eti yendiğini bu ülkede duyduk. Medyada okuduk.
Ferdi bir olay olarak değil topluca girişimler olunca
olayın boyutu maalesef çok değişti. Bu insan eti de
maalesef Müslüman eti diye yendiğini net olarak sanal âlemdeki sitelerdeki ve televizyonlardaki video
görüntülerinden seyrettik... Ne var ki bazen kameranın çektiğine bile inanamaz hale geliyoruz. Montaj
veya benzeri kamera oyunu diyorlar, ama insanlar
yalın olarak gözleri ile gördüklerini anlatıyorlar, artık
biz doğrudan bu insanlarla konuşup yaşadıklarını
kendilerinden dinliyoruz. Bu vahşeti şahsen ben
kendi gözlerimle de gördüm... Elleri kesilmiş ayakları kesilmiş insanları, iki, üç yaşında yetim kalan parmakları kesilmiş masum çocukları gördüm… Kaldı
ki Antibalaka adına hareket edenler facebook ve
benzeri sosyal medyada yaptıklarının daha çok az
olduğunu, asıl vahşeti ileride gerçekleştireceklerini
de ilan ediyorlar. Bangui’de KM5 denilen yerdeki
mahallede her gün doğranmış en az bir Müslüman
cenazesi var. Biz bu cenazeleri kaldıran kendi STK
temsilcilerimize inanmayacaksak, neye inanacağız?
94
HAZİRAN 2014
Yakın geçmişte dünyanın birçok yerinde toplu göçler yaşandı… İnsanları bir yere toplarsınız, onları
topluca katletmeden gitmelerine müsaade edersiniz, bu da insanlık onuruna saldırıdır ama diğerine göre biraz daha hafiftir. Hatta tehdit edersiniz,
nitekim Bulgaristan Türklerinin asırlardır yaşadığı
topraklardan çıkarılışı, Azerilerin kendi vatanları
Karabağ’dan sürülüşü, Ruanda’dan Demokratik
Kongo’ya, Darfur’dan Çad’a geçen yüzbinler gibi
birçok hadise yaşandı. Orta Afrika’daki öyle değil…
“Sizi öyle bir göndereceğiz ki bir daha buraya gelmeye cesaret dahi edemeyeceksiniz” kabilinden bir
girişim bu. “Diri diri yakacağız, bedenlerinizi paramparça edeceğiz, o korkuyu yaşatacağız, o korkudan sonra oraya geri dönüp bakmaya cesaret dahi
edemeyeceksiniz” demektedirler. Mesela normal
bir ortamda dahi insani olarak bir yakın akrabamızı
kaybettiğimiz odaya bile bir müddet girmeye çekiniriz. En yakın akrabalarımızın param parça edildiği
mekânlara bir daha geri gidip o mekânlar üzerinde
yaşayabilir miyiz? Aslında iş bu kadarla da kalmadı,
“Bangui’de ezan sesi duyulmayacak” diye defalarca söylediler. Ezan sesi dediğimizde bizim Türkiye’deki gibi böyle hoparlörle falan değil en fazla
30 metre 50 metre de duyulabilen seslerdir bunlar.
400 camiden şu anda birkaç cami kaldı, onlar da
Müslümanlar boşaltsalar her an yıkılacaklar.
‘Bölgede yaşananlar din kavgası mıdır?’ dediğimizde, mevcut durumu tarif ederken, elbette ki bunun
bir din kavgasına dönüşmüş olduğu açıktır. Dini
kavga işin asıl sebeplerini, arka plandakileri kapatmak isteyen ve de kanaatimce asıl sebeplerin üzerini örten bir kılıftır ama çok geçerli bir kılıf olarak ifade
edilmektedir. Bütün bu yaşananların arkasında birçok sarsıtıcı sebepler; sosyal sebepler, ekonomik
sebepler varken bunu sadece dini kavga olarak
ortaya koyacak olursak geçmişte yaşanan olayları
tam anlamıyla tahlil etmeden hüküm vermiş oluruz
ki bu kesinlikle doğru olmaz.
Orta Doğu’da bazı ülke yönetmlernde değşklkler oldu. Bölge
halkları yönetclern kendler seçmek styorlar. Szce, Orta Afrka
Cumhuryet’nde de Arap Baharı benzer br hareketllk olur mu?
Şunu ifade etmek isterim: Doğrudan hiçbir zaman
veya tarihte din savaşlarının öyle iddia edildiği gibi
dünya tarihine yön veren savaşlar olduğunu çok
fazla kabul etmiyorum. Bu bölgedeki çatışmalar
birinci derece dini eksenli çatışmalar değildir. İnsafsızca ve kasıtlı olarak bu olaylara dînî anlam yüklenerek asıl sorumlu, hatta neredeyse tek suçlu
Müslümanlar olarak gösteriliyor. Mesela bu ülkede
misafir olan din İslam değildir, Hıristiyanlıktır. Yani ev
sahibi İslam, misafir olan, sosyal yapıya yeni katılan
ve sömürgecilikle gelendir. Haliyle din sebeptir demek, diğer yönlendirici sebepleri kapatmak ve de
gizlemek için kullanılan bir oyundur. İnsanların ait
olduğu topluma göre isimlendirilişi var: Müslüman,
Hıristiyan... Çatıştıklarında doğrudan Müslüman-Hıristiyan çatışması deniyor. Ama ortada her şeyden
önce bir menfaat çatışması var. Menfaat çatışmasının dinle doğrudan ne alakası var? O zaman bu
dinler arasındaki savaş değildir. Bunun burada adını
iyi koymak lazım. Biz bölgedeki durumu, yani yaşanan bu olayların arkasındaki ana sebepleri ortaya
iyi çıkaramazsak, Türkiye olarak olayı bir din savaşı
olarak algılarsak çözüme katkı sağlayamayız. Biz
bu olaylara yaklaşırken tabii ki din de bizi ilgilendirir,
ama sadece onu ön plana alıp gerçekleri göz ardı
edemeyiz. Ne var ki bu insanlar Müslüman olduğumuz için bize koşuyorlar, bizden yardım istiyorlar.
Türkiye olarak yaşanan sürece kayıtsız kalamayız.
“Hayır, sen Müslüman da olsan, ben senin dinine
bakmam” diyemeyiz. Bu bizi ilgilendiriyor ama asıl
mesele nedir? Türkiye Cumhuriyeti olarak bu olayların gerçek sebebini bulmalı ve buradaki tüm barıştan yana olan insanların huzur içinde yaşamaları
için katkı sağlayan ülke olmalıyız. O zaman bizim
taraf tutmamız mümkün olabilir mi? Müslümanı ezdirmeyiz ama Müslümanı ezdirmiyorum demek bize
Hıristiyanın hakkını yeme imkânı vermez. Onun da
hakkı yenmemesi lazım. Bir ülke güçlü ülke olmak
için bu bakış açısıyla yaklaşmalı, bu olaya kendi
tecrübelerimle, kendi tarihi birikimimle ve bugünün
gerçekleriyle yaklaşırsam nasıl katkıda bulunabilirim
diye düşünmelidir. İşte Türkiye, yakın çevresinde
olsun, uzak diyarlarda olsun yaşanan tabii ve gayri
tabii insanlık dramlarına artık böyle bakıyor. Türkiye
geçen her gün gerçekten makul bir çizgide ilerliyor.
Bu da devlet refleksimizin geldiği muazzam yükselişi zaman zaman tehlike hattına atıyor. Maalesef her
asrın en ciddi sıkıntılarından olan ve müntesipleriyle
bir anda her tarafa yayılan dar kalıplı oluşumların, gizemli dünyalarında aldıkları kararlarını istedikleri gibi
yürütme hayallerini yıkıyor.
İslam Konferansı İşbirliği Teşkilatı, Cidde’de Dışişleri
Bakanları toplantısı yaparak Orta Afrika konusunu
gündeme taşıdı. Türkiye’nin önderliğinde bu girişim
gerçekleşti ve peşinden de Türkiye orada alınan
her kararı adım adım Şubat ayından itiabren takip
edip uygulatmakta ve ciddi anlamda yeni bir sayfa
açılmasına vesile olmaktadır. Bu problemin çözümünde hem diplomasi olarak iyi durumdayız, hem
de insani yardım açısından sivil toplum kuruluşlarımız devletimizin bu anlamda yani insani yardım
yapabilen kuruluşlarımızın yapmış oldukları hamlelerde verilen desteklerle Türkiye’nin ciddi çalışmaları sözkonusu. Bugün Uluslararası Göç Ofisi (IOM)
konuyla en fazla meşgul olan uluslararası bir kurum
olarak günü birlik haberleri birinci dereceden Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile birlikte
takip ediyor ve yaptığımız tüm katkılardan Türkiye
Cumhuriyeti Encemine Büyükelçiliği nezdinde teşekkür ediyorsa uluslararası camianın gözü önünde yaptığımız desteği gördüğü içindir. Evet, Türkler
bugün yeryüzünde insani yardımın en zor ulaşacağı
Orta Afrika Cumhuriyeti gibi bölgelere dahi uzanabilmektedir. Arakan da öyle idi. Şu anda yapabileceğimizin yüzde ne kadarını gerçekleştirdik bunu
tam ifade etmek zordur. Ama gerçekten çok işler
yaptığımızı bizatihi yerine kadar giderek gördük.
Eğer bugün başı ağrıyan insanların ilaçları varsa,
yani hiçbir şey bulamayan insanların ilaç ihtiyaçlarını
kamplarına kadar fazlasıyla temin edip gönderebilmişsek, bunu bizim TİKA’mız, Diyanet Vakfı’mız,
Gönüllüler Platformu, İHH, Cansuyu, Sadakataşı
gibi sivil toplum kuruluşlarımız ve kendi iç dünyasından gelen yardım duygularıyla münferiden hareket eden vatandaşlarımız ile yaptık. Bunu övünerek
söylüyorum. Bütün bunları uluslararası kuruluşların
gözü önünde ve de onların elemanlarından destek
alarak birlikte yaptık. Kimseden gizli yaptığımız bir
şey yok, bunu Çad tarafı için bilerek söylüyorum.
Kamerun tarafında da böyle olduğunu, yine aynı
kurumlarımızın ifadelerinden anlıyoruz. Türkiye bu
meseleye seyirci kalmamış, sayılı ve saygın ülkelerin
içinde yerini almıştır. İftiharla söylüyorum ki, dünya
meselelerine ilgi duyan iki üç ülke var derlerse birisi
artık Türkiye’dir.
Efendm sorularımızı yanıtladığınız çn çok teşekkür edyoruz.
Deşifre: Yunus Badem
HAZİRAN 2014
95
Emanetlerin Ehillerine Verilmesi,
Kadrolaşma ve Üniversiteler
Prof. Dr. Talip Özdeş
Sünni İslam Anlayışında
Müslümanların
Hükümete-Devlete Bakışı
Prof Dr. Ali Şafak
“Orta Afrika Cumhuriyeti’nde
Neler Oluyor?” Konferansı
SDE Haber
SDE’den Soma’ya Ziyaret
SDE Haber
GENEL
EMANETLERİN
EHİLLERİNE VERİLMESİ,
KADROLAŞMA ve
ÜNİVERSİTELER
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
E
manetlerin ehillerine verilmesi söz konusu
olduğunda Kuran’daki şu ayet-i kerime konunun değerlendirilmesinde merkezi bir yer
işgal etmektedir:
“Allah emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi
emrediyor.”1
Emanet kelimesi, Arapça “emn” kökünden mastar ve isim olarak kullanılan bir kelime olup, korunması için birisine tevdi edilen mal, makam vb.
herhangi bir şey; kendisine tevdi edilen bir şeyi
koruyup onun gereğini hakkıyla yerine getirip sahibine teslim etme anlamlarına gelmektedir. Kur’ân-ı
Kerim’de “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara
teklif ettik onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ancak onu insan yüklendi. İnsan bunun için çok zalim
ve cahildir”2 buyrulmaktadır. Buradaki emanet insanın yüklenmesi gerektiği sorumluluklar anlamına
gelmektedir. Mümin, aynı zamanda kendisinden
emin olunan, yani emanet sahibi kimse anlamına
gelir. O hem Allah’ın üzerine yüklediği sorumlulukların, hem de insan hakları ile ilgili üzerine aldığı görevlerin gereğini bihakkın yerine getirmek
98
HAZİRAN 2014
durumundadır. İnsanın; Rabbine, nefsine, diğer
insanlara ve ilişkide bulunduğu doğal çevresine
karşı emanet sorumluluğu vardır. İnsanın Rabbine
karşı emanete uyması, başta Allah’ı birleyip O’nun
hukukunu korumasıyla, Allah ile kul arasındaki farkın bilincinde olarak gerçek İlâh ve Rabbin ancak
Allah olduğuna iman etmesiyle, itaat ve ibadetini
sadece Allah’a has kılıp inancında, düşüncesinde
ve amellerinde şirkten uzaklaşmasıyla olur. İnsanın
kendi nefsine karşı emaneti gözetmesi, ruh ve beden sağlığını korumasıyla, yeteneklerini, uzuvlarını,
imkânlarını, kuvvet ve enerjisini yaratılış hikmetlerine uygun olarak Allah’ın rızası doğrultusunda
kullanmasıyla olur. Başkalarına karşı emanetin
korunması, insanlar arasında konulan hak, hukuk
ve ahlak sınırlarının gözetilmesidir. Çevreye karşı
emanetin korunması, insanın Yaratıcı tarafından
hizmetine sunulan çevresiyle uyumlu yaşaması,
çevresini tahrip etmemesi, yaratılan güzelliklerin,
verilen nimetlerin kıymetinin bilinmesidir. Mümin,
kendisinden emin olunan kimse olduğu gibi, emanete hıyanet münafıklık özelliklerinden sayılmıştır.3
Buradan hareketle, insanın sorumluluğuna tevdi
edilen dini mükellefiyetler, mal, hizmet, mevki, ma-
kam, eş, çocuk, akıl, sağlık, yetenek vb. şeylerin
tümü “emanet” kavramı içerisinde mütalaa edilebilir. Her alandaki toplumsal gelişimin olabilmesi,
emniyet ve güvenin olmasını gerektirir. Emanet,
barış ve huzurun garantisidir. Emanetin yok olması
karışıklıkları, tefrikaları, anarşiyi, felaket ve çöküşü
davet eder. Hz. Peygamber’in “Yönetim işi ehil olmayanlara verildiğinde kıyameti bekleyiniz!”4 hadisi
bu gerçeğe işaret etmektedir.
Emanetlerin ehillerine verilmesini emreden ayette
adaletle hükmedilmesinin istenmiş olması, onu takip eden ayette ise “Ey iman edenler! Allah’a itaat
edin, peygambere ve sizden olan idarecilere yani,
ulu’l emirlerinize itaat edin. Bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Resulüne havale
edin. Bu sizin için daha hayırlı ve sonucu en güzel
olanıdır”5 buyrulması, ehillerine tevdi edilmesi istenen emanetin doğrudan yönetim işiyle, hüküm
HAZİRAN 2014
99
Belrl br deoloj ve dünya görüşü üzernden poltze olan her grup, devlet çersnde
kendsne özgü hâkmyet alanları ve paralel yapılar oluşturma noktasında adeta
brbrleryle rekabet çersnde yarışmaktadır. Bu durum gayr ahlak yöntemlerle
brlernn devlet çersne sızdırılması veya rakp görülenn yıpratılıp tasfye edlmes
çn her türlü hlenn kullanıma sokulmasının, hak hlallernn, adam kayırmacılığının,
tecessüsün, yalan ve ftranın meşru görülüp çselleştrlmesn berabernde getrmektedr.
makamıyla ilgili olduğunu ifade etmektedir. Ayetin
kapsamı devlet başkanlığı görevinden en alt yönetim kademelerine kadar, resmi veya sivil toplumdaki bütün idari görevlerin ehillerine tevdi edilmesini
emretmektedir. Emanetleri ehillerine verme mükellefiyeti bütün bir toplumun/milletin üzerine düşen
bir sorumluluktur. Millet bu sorumluluğu kendisini
temsil eden mekanizmalar aracılığı ile yerine getirmek durumundadır. Millet iradesinin hiçe sayılıp
dışlanması, bir şekilde bastırılması, bu sorumluluğun yerine getirilmesinin engellenmesi anlamına
gelir. Emaneti ehline vermeyenler, emanetin kendisine olduğu kadar, emaneti yüklenebilecek ehliyet ve liyâkat sahiplerine ve layık olmadıkları halde
emaneti tevdi ettikleri ehliyetsiz kişilere de haksızlık
yapmış olurlar.
Adalet, yönetim erkinin meşruluk kazanması için
bütün yönetimlerin üzerine dayanması gereken
en temel değerlerden biridir. Adalet üzerine kurulmayan yapıların sağlıklı ve uzun soluklu olması
mümkün değildir. Adaletin mülkün temeli olması bundandır. İlgili ayetin sunduğu mesaj dikkate
alındığında, emanetlerin ehline verilmesiyle adaletin uygulanması arasında doğrudan bir ilginin
var olduğu anlaşılmaktadır. Adaletle hükmedecek
kimseler hüküm makamında bulunan yetki sahibi
kimselerdir. Emanete ehil olmadıkları halde hüküm
yetkisini ele geçirenlerden adaletle hükmetmelerini
nasıl bekleyebiliriz?
Şüphesiz emanete ehil olmanın gerektirdiği kriterler mevcuttur. Emaneti yüklenecek kimselerin başta dürüstlük, doğruluk, güvenilir olma, hakları yerine getirme konusunda tarafsızlık, emanete riayet
ve adil olma gibi ahlaki donanıma ve kişiliğe sahip
olmaları gerekir. Emaneti yüklenmek için görevini şahsi çıkarlar için istismar etmeyecek, kötüye
kullanmayacak, doğruluk, dürüstlük ve adaletten
100
HAZİRAN 2014
sapmayacak, ne türden olursa olsun kendisine yapılabilecek gayr-i meşru teklifleri elinin tersiyle geri
çevirecek, servet ve iktidarlarına güvenerek yanlış
yapmak isteyenlerin önünde eğilmeyecek bir kişilik
gerekir. Hz. Peygamber’in, kendisinden memuriyet ve görev isteyen kişilere “Biz işimizi isteyene ve
makam düşkünlerine vermeyiz”6 buyurmuş olması
bu nedenledir.
Emanetin yüklenilmesinde gerekli diğer bir kriter,
herhangi bir görev ve hizmete getirilecek kimselerin onların gereğini yerine getirebilecek bir kapasiteye, bilgi ve tecrübeye sahip olmalarıdır. Sadece
olgun bir ahlaka, saygın ve erdemli bir kişiliğe sahip olmak yetmez. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, kendisinden görev isteyen seçkin sahabesi
Ebu Zerr Gıfari’ye “Ya Ebâ Zerr! Sen zayıfsın o makam bir emanettir, sonu da kıyamette pişmanlık ve
perişanlıktır. Bu görevi ancak hak edenler ve üzerine düşeni hakkıyla yapanlar kurtulabilir”7 buyurarak
görev vermemiştir. Amcası Abbas bir vilayete vali
olarak gitmek isteyince ona bu görevi vermemiş,
engel olmuş ve vazgeçirmiştir. Mevki ve makamların dağıtımında o görevlere en uygun kimselerin
getirilmeleri, olması gereken asli kriterlerden feragat edilerek dostluk, akrabalık, ırk, kabile, etnik ve
mezhebî yapılar üzerinden ehil olmayan kimselere
görevler tevdi edilmemelidir. Mekke’nin fethi günü,
Hz Peygamber (s.a.v.)’in Kâbe’nin anahtarını yine
cahiliye döneminde bu işi layığı ile yürüten Osman
bin Talha’ya tevdi etmiş olması çok anlamlıdır.
Hâlbuki o anda bu şerefli görevin kendisine verilmesini ümit eden çok sayıda Müslüman’ın, Hz.
Peygamber’e yakın olan kimselerin varlığına rağmen, Allah Resulü’nün uygulaması böyle olmuştur.
Hz. Peygamber’in bu uygulaması, devlet görevlerinin verilmesinde ehliyete itibar edilmesi açısından
her dönem için ders alınması gerekli örnek bir uygulamadır.
Devlette Kadrolaşma Çabaları Meşru
Zeminde Olmalıdır
Devlette kadrolaşma, meşru yollardan iktidara
gelip gücü elinde bulunduranlar tarafından gerçekleştirilebileceği gibi, kayıt dışı siyaset yapanlar
tarafından da gerçekleştirilebilmektedir. Kadrolaşmanın hukuki meşruiyet ve ahlak sınırları içerisinde
gerçekleştirilmesi beklenir. Ancak durum çoğunlukla bunun aksine tezahür etmektedir. Haksız
kadrolaşma bir şekilde ülke gündemine oturabilmektedir. Her konunun siyasal zemine çekilip politize edildiği ülkemizde, zaman zaman kendilerine
özgü ideolojilere ve örgütlenme modellerine sahip
hareketlerin devlette kadrolaşmaya yönelik plan ve
çabaları gündeme gelmekte, bu durum gerek devlette gerekse toplumda rahatsızlıklar yaratmaktadır. Yönetimde açıklık, şeffaflık, kontrol edilebilirlik
ve hesap verilebilirlik ilkelerinin yeterince hayata
geçirilmemiş olması, söz konusu plan ve çabaların
etkinliğini artırmasına zemin oluşturmaktadır. Belirli bir ideoloji ve dünya görüşü üzerinden politize olan her grup, devlet içerisinde kendisine özgü
hâkimiyet alanları ve paralel yapılar oluşturma
noktasında adeta birbirleriyle rekabet içerisinde
yarışmaktadır. Bu durum gayri ahlaki yöntemlerle
birilerinin devlet içerisine sızdırılması veya rakip görülenin yıpratılıp tasfiye edilmesi için her türlü hilenin kullanıma sokulmasının, hak ihlallerinin, adam
kayırmacılığının, tecessüsün, yalan ve iftiranın
meşru görülüp içselleştirilmesini beraberinde getirmektedir. Ehliyet ve liyakat sahibi olmadıkları halde
yanlışlıklar yapılarak birtakım görevlere, mevki ve
makamlara getirilenlerin, devlette kendi kadrolarını oluştururken olması gereken kriterleri aramak
yerine çok önemli görevleri kendi zihniyet ve yapılarına uygun kişilere tevdi etmeleri kaçınılmazdır.
Her türlü karalama, yalan, iftira ve ayak oyunlarıyla
başkalarının haklarına girilerek haksız yollarla elde
edilen kazanımlar, dini söylem ve sloganlar altında
olsa dahi birtakım sahte gerekçeler üretilerek meşrulaştırılamaz. Çünkü böyle bir şeyi ne din ne ahlak
ne de hukuk kabul eder!
Siyasi olsun veya olmasın İslami hassasiyetlerle
topluma ve millete hizmet etmekte olduğunu iddia
eden herhangi bir hareketin devlet ve yönetim mekanizmalarında kadrolaşma talebi makul görülebilir.
Ancak, bu kadrolaşma makamın gerektirdiği çalışma kuralları ihlal ve istismar edilmeksizin ehliyet ve
liyakatin gerektirdiği hakkaniyet ölçüleri içerisinde
gerçekleştirilebilirse kabul edilebilir. Müslüman’ın
önünde Yusuf Peygamber modeli vardır. Zindan
tecrübesinden sonra Mısır’a vezir olan Yusuf Peygamber, bilgi ve akli dehasının yanında kendisine
yüklenen emanetin hakkını yerine getirmede bütün
zamanlar için ahlak, adalet, emniyet ve doğruluk
timsali olmuştur. Bugün için yapılması gereken
şey, karşılığını yalnız Allah’tan bekleyerek imanî ve
ahlakî değerleri içselleştirmiş, adalet ve dürüstlük
ilkelerinden ödün vermeyen, evrensel düşünebilen,
üzerine yüklenecek görev ve hizmetlerin gereğini
hakkaniyetle yerine getirebilecek bilgi, tecrübe ve
donanıma sahip, ayrımcılık yapmadan toplumun
tamamını kucaklayabilecek örnek şahsiyetler yetiştirebilmektir. Yapılacak şey, özgün çalışmalarıyla,
bileğinin hakkı ve alnının teri ile bir yerlere gelmek,
devlet kadrolarında görev ve sorumluluk almak isteyen bu insanların yollarını açmak olmalıdır. Devlet
kadrolarının herhangi bir ideolojiye, gruba, siyasi,
etnik veya mezhebi yapıya mensup olmanın dışında hiçbir ehliyete sahip olmayan kimselerce yağmalanması, bunun için her türlü yalan, iftira, hile
ve aldatmanın devreye sokulması, kul haklarının
ihlal edilmesi nice tefrika ve fitnelerin zuhuruna sebep olur. Sonuçta ülkeye, millete ve devlete yıkım
getirir. Bu noktada yapılan yanlışlıkların dini, milli,
hamasi söylem ve sloganlarla kamufle edilmeye
çalışılması onlara meşruiyet kazandıramaz.
Üniversitelerde Kadrolaşma
Genç nesillerin yetiştirilip geleceğe hazırlanmasında, ülkenin çağı yakalayarak gelişiminde ilkokuldan
üniversiteye, örgün eğitimden yaygın eğitim faaliyetlerine kadar bütün eğitim aşamalarının önemi
tartışılamaz. Eğitim kurumları içerisinde mesleklerin belirlenip onlara uygun elemanların yetiştirilmesinde, ülkenin gelişip kalkınmasında üniversitelerin
son derece önemli bir yer işgal ettiğinde şüphe
yoktur. Ancak ülkenin geleceğini belirleyecek şey
eğitimin şekli ve kurumsal boyutundan çok onun
kalitesidir. Eğitimdeki kalitesizlik, bilim, sanat, düşünce, din, siyaset, iktisat, hukuk gibi bütün alanlarda kalitesizliği beraberinde getirir. Kaliteli eğitim
ise ancak bu eğitim faaliyetini gerçekleştirebilecek
ehliyet ve liyakate sahip kadrolarla olur.
Kaliteli bir üniversite, yöneticisinden akademisyenine, öğretim elemanına, personel ve öğrencisine
HAZİRAN 2014
101
GENEL
Ünversteler kapılarını mlletne ve nsanlığa hzmet şar ednmş lm aşığı kablyetl nsanlara açmalıdır.
Syasal deoloj, ırk, etnk yapı, kable, mezhep, tarkat, cemaat, grup beraberlğ vb. yapılar üzernden, ahbapçavuş lşklerne göre, rektör seçmlernde kullanacağı oya göre eleman alan ünversteler çağı yakalayamazlar.
kadar ilmî zihniyete ve ciddiyetle çalışmaya odaklanmış, ideolojik, politik, etnik, mezhebî vb. takıntıları aşmış, hakkaniyetin esas alındığı, ayrımcılıkların
olmadığı, özgür düşüncenin olduğu, özlük haklarının korunduğu bir üniversitedir. Üniversite kadrolarının üniversite misyonunun gerektirdiği ehliyet ve
liyakat şartlarına haiz olmayanlara verilmesi kabul
edilemez. Üniversitelerin birilerinin haksız şekilde
kadrolaşıp doğru dürüst hiçbir şey üretmeden
yükseldikleri, üniversite imkânlarını kendi çıkarları
doğrultusunda sonuna kadar tüketip istismar ettikleri yerler olmasına müsaade edilmemelidir.
Çok fazla üniversite açmak, elemanların sayısını
hızla artırmak kaliteyi gerçekleştirmek için yeterli
değildir. Üniversitelerde yönetici olmanın, öğretim
elemanı olma ve yükselmenin kriterleri, üniversite
misyonunun gerektirdiği etiğe sahip olmanın yanında, ciddi ve özgün bilimsel çalışmalar, emek ve
üretimle hak edilen başarılar olmalıdır. Bilim insanı ahlaki ve ilmi ciddiyete sahip, kendisini devamlı
yenileyen, araştıran, ülkesi, milleti ve insanlık için
üreten, toplumun aydınlanmasında, müspet manada her yönlü kapasitesinin artırılmasında, birlik
beraberlik ve barış kültürünün geliştirilmesinde hizmet edip misyon üstlenen kimsedir. Bilim insanı,
devletin ve toplumun kendisine verdiği imkânları
kişisel kapris ve ihtiraslarına kurban etmeyen, istismar etmeyen kimsedir. Ne yazık ki ideoloji, siyaset,
etnik milliyetçilik, din, tarikat, cemaat ve mezhep
üzerinden toplumda ve devlette alan kazanma çabalarının, çeteleşmelerin, haksız kadrolaşmaların
etkili olmaya çalıştığı bir ortamda, üniversitelerin
de söz konusu bu menfi durumlardan etkilenmemesi düşünülemez. Böyle bir ortamda, sadece etik kuralların titizlikle tespit edilip duyurulması
yeterli olamaz. Yönetim, eleman alma, eğitim ve
öğretim süreçlerinde söz konusu kuralların ne derece etkin ve işlevsel olduğunun takip ve kontrolü
gerekir. Sistemin de etik kuralları etkinlikle işlevsel
hale getirecek, açıklık, şeffaflık, kontrol edilebilirlik
ve hesap verilebilirlik üzerine kurulu bir yapıya oturtulması önemlidir.
102
HAZİRAN 2014
Üniversiteler kapılarını milletine ve insanlığa hizmeti
şiar edinmiş ilim aşığı kabiliyetli insanlara açmalıdır. Siyasal ideoloji, ırk, etnik yapı, kabile, mezhep,
tarikat, cemaat, grup beraberliği vb. yapılar üzerinden, ahbap-çavuş ilişkilerine göre, rektör seçimlerinde kullanacağı oya göre eleman alan üniversiteler çağı yakalayamazlar. Gerek üniversitelerdeki
görev ve hizmetler dağıtılırken, gerekse üniversitelere eleman alımlarında, şeffaf bir sistemin getirilmesi, objektif kriterlerden hareket edilmesi, sübjektif değerlendirmelere imkân veren yapı ve uygulamaların tasfiye edilmesi, etik ihlaline ve istismara
neden olan kapıların kapatılması gerekmektedir.
Örneğin devlete ve üniversitelere eleman alımlarında uygulanan mülakatların emaneti ehline vermekten çok ahbap-çavuş ilişkisi, ideolojik ve politik
yapılanmalar, belirli bir gruba mensup olmanın getirdiği çıkar ilişkisi üzerinden adam kayırmaya, haksız kadrolaşmalara ve kul hakkı ihlallerine neden
olabildiği bilinmektedir. Keşke yapılan mülakatların
tümü gerçekten emaneti hakkaniyet üzerine ehillerine verme inanç ve idealiyle yapılıyor olsa ne
güzel olurdu! Ancak bunun gerçekleşmesi, insani
ve ahlaki değerler açısından olduğu kadar, bilgi birikimi ve tecrübe açısından da belirli bir olgunluğa,
ciddi bir seviyeye ulaşmış olmayı gerektirmektedir.
Üniversiteye eleman alımlarının fırsat eşitliğine halel getirmeyecek merkezi, açık ve şeffaf bir sistem
üzerinden yapılması kaliteyi yükseltebilir. Örneğin
bütün eksikliklerine rağmen üniversiteye eleman
kazandırmada uygulanan ÖYP sistemi önemlidir.
Ancak bu sistemin, “mezuniyet puanı” gibi ülkemizde sübjektifliğe imkân tanıyan hususlardan
arındırılıp onun yerine merkezi ciddi bir bilim sınavı
konularak geliştirilmesi söz konusu olabilir.
Dipnotlar
1
2
3
4
5
6
7
Nisa, 4/58.
Ahzap, 33/72.
Buhari, iman 24; Müslim, iman 107-108.
Buhari, ilim 2.
Nisa, 4:59.
Buhari, Ahkâm, 1.
Müslim, İmaret, 16.
SÜNNİ İSLAM ANLAYIŞINDA
MÜSLÜMANLARIN HÜKÜMETE-DEVLETE BAKIŞI
Prof Dr. Ali ŞAFAK
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
İ
Devlet erknn ‘en güçlü
yapılanma’ olduğu gerçeğ,
kşlern temel hak ve
hürryetlern kullanmalarının
önünü kapatmadan gerekl
hatta zorunlu kısıtlamalar
yaparak, etkl br şeklde
bu yaygın fesadı önleyc,
mücadele edc önlemler almayı
mecburî hale getrmektedr.
Çünkü ‘Vatandaşların yönetm
ve dares, kamu yararının
gerçekleşmesne bağlı ve
dayalıdır.’
nsanoğlunun bireysel bir hayat sürdürebilip sürdüremeyeceği konusu insanlık tarihinde hep tartışılagelmiş
ve bu tartışmalar üzerine doğuda-batıda deneme mahiyetinde eserler yazılmıştır. Sonunda ‘İnsanın ictimâî
bir varlık olduğu’ kanaatine varılmıştır. İbnu Tufeyl’in ve
İbn-i Sinan’ın ‘Hayy ibni Yakzan’ adlı eserleri, Daniel dé
Foe’nun ‘Robinson Cruse’ kitabı böyledir. Aslında tartışmaya gerek de yok ama insan merakı… Zira Cenâb-ı
Hak Kur’ân’da “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için
milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın
nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’ı
sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (el-Hucurât 49/13) buyurur. İnsanın
toplu halde yaşaması doğuştandır. Ama insanoğlunun
‘Devlet’ kurması ya da ‘Devletleşmesi’ fıtrî değil aklîdir.
Nitekim Müslüman toplumun ilk oluşturduğu Devlet,
Hz. Peygamberin kurup yönettiği ‘Medine Site Devleti’
bir akıl ve siyaset ürünüdür. Eserlerde verilen bilgilere
göre Rasullullah, Kuba köyüne geldiğinde Medine’deki
farklı dinlere inanan ve hukuk sistemlerine sahip toplulukların da kendisinin şehre girmesine razı olup olmadıklarını, orada Rasulullah’ın yönetimini kabul edip
etmeyeceklerini sordurur ve onlardan olumlu cevap
geldikten sonra şehre girer. Medine Sözleşmesi metni
bu görüşmeler sonunda kaleme alınmıştır (Sözleşmeyle ilgili bir makalemiz SD dergisinde daha önce yayımlanmıştır). Vesika 622 senesinde imzalanır.
HAZİRAN 2014
103
İslam, vatanseverlğe karşı
değldr. Zra bu kavram ve kurum
nsanlığın eştlğne, kardeşlğne,
hakkânyete, adalete ve
merhametllğe destek çıkmıştır.
Netce tbaryle İslam kültürünü
özümsemş toplumlarda
mezhepçlğn, saldırganlığın,
çoğunluğun oyunu küçümseyen
mutlu ekallyetçlğn ve ırkçı
mllyetçlğn yer yoktur.
Medine toplumu sıkıntılı günler yaşıyor, kabileler
arası savaşlar yüzyıldan fazladır sürüp gidiyordu.
Bitmez tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasî birlikteliğin sağlanmasına engel oluyordu. İşte Hz.
Muhammed (as) böylesine sıkıntılı ve çalkantılı bir
topluma gelerek din ve hukuk temelleri üzerinde
yepyeni ve o günkü Araplar arasında kurulup geliştirilmesi hayli güç gözüken bir siyasî birlikteliği kurmayı başarmıştır.1 Allah Elçisi (as), Medine’yi teşrifleri sonrasında orada üç ana sosyal blok ortaya
çıktı: Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar.
Hz. Muhammed (as), bir yandan Medineli Yahudi
ve Müşrik Araplara güven vermeye çalışırken diğer
yandan Medine’de yaşayanları yönetmek, Mekkeli
ve Medineli Müslümanların oluşturdukları toplumun güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma
imkânlarını sağlamak olduğuna onları iknaya çalışıyordu. Hz. Muhammed (as), “Sizin dininiz size,
benim dinim bana”2 ilkesini burada da uygulamaya
koymuştu. Medine’de, dinî ve hukukî özerklik getirilerek, çok dinli ve çok milletli bir toplum temelinde çoğulcu bir proje hayata geçirildi. Herkes ve
her dînî gurup hep birlikte bir arada yaşama imkân
ve fırsatını yakaladı.3 İşte Medine Vesikası ya da
Medine Sözleşmesi denilen bu metin Medine Site
Devleti’nin temel kurallarını oluşturuyordu.
Medine Vesikası’nda dikkat çeken ve konuyla
da ilgili birkaç madde şöyledir:
• Bu Belge Hz. Peygamber (as) tarafından Kureyşli
ve Yesribli mü’minler ve bunlara tabi olanlarla yine
onlara sonradan katılmış olanlar ve onlarla beraber
104
HAZİRAN 2014
cihad edenler için düzenlenmiştir. İşte Müslümanlar
diğerlerinden ayrı bir topluluk teşkil ederler.
• Takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında saldırgana ve haksız bir fiil işlemeyi planlayan yahut bir suç
işleme ya da bir hakka saldırı veya mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye
karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı
bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.
• Mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı, garantörü durumundadırlar.
• Sulh, mü’minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü’min
Allah yolunda girişilen bir harpte, diğer mü’minleri
dışlayarak, özel bir barış anlaşması yapamaz; barış
anlaşması ancak onların (mü’minlerin) hepsini kapsayacak ve adâlet esasları üzere yapılacaktır.
• Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey,
Allah’a ve Hz. Muhammed’e götürülecektir.
• Yahudi asıllı Avf Oğulları kabilesi, müminlerle birlikte bir ümmet bir topluluk oluştururlar. Yahudilerin
dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir.
Bu kurala köleleri de (kendi korumaları altında olanlar da) dâhildir
• Yahudi asıllı, sözleşmeyi kabul eden diğer kabileler
de Yahudi asıllı Avf Oğulları kabilesi gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.
• Yahudiler Müslümanlarla birlikte, savaşa katıldıklarında savaştıkları müddetçe harcamalara katılacaklardır.
• Ne Kureyşliler ne de onlara yardım edenler, koruma altına alınacaklardır. Medine’ye saldıracaklara
karşı Müslümanlar ve Yahudiler arasında yardımlaşma yapılacaktır.
Hz. Peygamber (as), herkesi, hukukun temelinde
var olan; “Neysen osun” ilkesine göre varolmaya
çağırıyordu. Sözleşmeyle hiçbir kimse başkaları
üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan karşılarındakileri de kendileri gibi bir toplum kabul etmesi ve
onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesi yasal ve zorunlu hale gelmiş ve hukukun
güvencesi altına alınmıştır. Sonuçta, Sözleşme,
bütün sosyal grupların katılımları sağlanmış “katılım = birlikte ve barış içerisinde yaşama” temelinde bir toplumsal projeyi oluşturmuştur. İşte akıl ve
siyaset yoluyla varılan bu sonuç ve gerçekleştirilen
barış ortamı, takvâ ve güven üzere kurulan Medine Devleti, on yıl içerinde Arap yarımadasının her
yanına hâkim olmuştur. Böyle bir durum doğuştan
gelen bir şey değil, akıl, iz’an ve siyasetten ortaya
çıkarılan bir realitedir. Hz. Peygamber’in uygulaması Dört Halife döneminde de örnek alınmış, İslâm
fütuhatı sürmüştür. Dört Halife döneminin sonlarına
doğru siyasî fraksiyonlar ortaya çıkmış; bir kısmını
Hilafetin (Devlet Başkanlığının) Peygamber soyuna
ait olduğunu ve hatta ileriki asırlarda bunun imanın
bir parçası olduğunu savunan Ehl-i Beyt yanlıları
grubunu oluşturmuş; diğer yandan ise seçkinler ve
aristokratlar sınıfının yönetimini özleyen, eski şa’şalı
hayatlarını ele geçirmeye çalışan Benî Ümeyye
(Emevî) Saltanatı rekabeti başlamıştır. İlk grup Irak
ve İran taraflarına yayılma ve çekilme eğilimi göstermiş, ikinci grup ise Orta Doğu, Kuzey Afrika tarafına
yayılma eğilimi göstermiştir. Ne var ki, fakihler ve
âlimler yönetici ve halkı uyarmakta etkili ve başarılı
olmuşlardır. İki teori arasında çıkma istidadı gösterecek çatışma ortamını uygulamada yumuşatmışlar
ve İslam halifeliği Ehl-i Beyt yanlıları karşıtı olup da
hilafetin, sünnet ve Müslümanların uygulamaları sonucu olan seçimle ya da veliahd yoluyla gerçekleşip
süreceğini, halifeliğin imân esaslarından bir esas
değil bir siyaset işi olduğunu savunan yaklaşım, uygulamada hâkim olmuştur. (Bu konular için bak elMaverdî; ‘el-Ahkâmu’s-Sulataniyye’ ve Ebu Ya’lâ;
‘el-Ahkâmu’s-Sulataniyye’ adlı eserler.)
Çünkü dört hukuk mezhebi ama istihsan ama genel
kamu yararı sebepleriyle bu işin böyle olacağını savunmuşlardır. Ne var ki, Emevî Saltanatı döneminde
uygulamadaki sapmalar sebebiyle o makam (Devlet Başkanlığı) eleştirilere konu olmuştur. Kişilerden
kaynaklanan bu yanlışlıkları kuruma (hilafet makamına) maletmek haksızlık olur. Bir adım daha ileri
gidildiğinde İslam fütuhâtı Kuzey Afrika yoluyla İberik Yarımadası’na (İspanya) ulaşıp Endülüs Emevî
Devleti ve Halifeliği kurulunca “Hilafet makamının
birden fazla olabilip olamayacağı” tartışması başlamış, sonunda Kuzey Afrika ve Endülüs’te hâkim
ve yaygın olan Mâlikî Hukuk mektebi taraftarları
“Maslahat-âmmeye=Genel kamu yararına” binâen
bunun mümkün olabileceği, Müslüman toplumların
makam-mevki için gereksiz yere sürtüşmeye girmelerinin onların zararlarına olacağı, işlerini tedvirin,
düşmana karşı hukukun savunmasının zorluklarına, o nedenle de hilâfet makamının iki başlı, iki ayrı
yerde hükümrân olabileceğine kanaat getirilmiştir.
Böyle bir durum diğer hukuk mezheplerince de kabul görmüştür. Bu durum Abbasiler ve hatta Osmanlılar döneminde de sürmüştür.
Ne var ki, Doğu halifeliği yükselme istidadı gösterirken, Batı halifeliği, Müslümanların kendi içlerindeki
kimlik kaybı ve Hristiyan dünyasının organize saldırıları sonucu çöküş yaşamış ve 1490’lı yıllarda yarımadadan tüm Müslümanlar ya tehcire zorlanmış
HAZİRAN 2014
105
ya da kılıçtan geçirilmiştir. Doğu halifeliğine gelince;
bunun da maruz kaldığı muameleler, yükseliş ve
çöküşler, birlikteliğin bozulmasına, kimlik kaybına
ve de yine Hristiyan dünyasının siyasette ve askerî
mücadeledeki üstünlükleri sonucu bitmiştir.
Müslümanların, taban olarak kimliklerine duyarsız
kalmaları, Medine Site Devleti’nin ve de Sözleşmesindeki meknûz ruhun asırlar sonrası kaybı ve de o
ilke ve anlayışlara sırt çevrilmesi sonucu işte yirmi
birinci asırda bu hale düşmüştür. Oysa Hz. İbrahim nasıl dua ediyordu? “Ve o vakit İbrâhim: “Ya
Rabbî, burayı güvenli bir şehir yap. Buranın halkından “Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri çeşit
çeşit mahsullerle rızıklandır!” dedi. Bunun üzerine
buyurdu ki: “Onlardan inkâr edeni dahi rızıklandırıp
az bir zaman hayattan nasip aldırır, sonra da onları cehennem azabına sürerim. Orası varılacak yer
olarak ne fena bir yerdir!”4 Güvensiz bir İslam dünyası ve güvenli bir batı dünyası(!)... Bunun nedenini
öncelikle kendimizde aramak zorundayız. Faturayı
başkalarına kesmeye hacet yok. Önce hizibler türetilmiş, bunlardan da hizbullahlar, hizbut-tahrirler
ve diğerleri türemiş sonunda durum ortada… Şâirin
dediği gibi;
“Eyvâh bu bâziçede bizler yine yandık.
Ziyan ortada bilmem ki, ne kazandık?”
Allah (cc); “İşte sizin bu dininiz (ümmetiniz) bir tek
ümmettir (dindir). Rabbiniz de Ben’im. Öyle ise yalnız Bana ibadet edin.”5 buyurmuşken, yöneliş başka taraflara olursa Allah (cc)’ın o kullarından hesap
sorması ve de onları sorguya çekmesi gayet tabiidir.
Müslüman toplumun kültürel ve siyasî bağımsızlığına, dağılmasına her kim ya da kimler sebep olduysa bunun hesabını elbet bir gün verecektir. On üç
asır boyunca hatasıyla sevabıyla Orta Doğu’da ve
de dünya genelinde Müslüman bloğun bağımsızlığı
hep süregelmiştir. Hıristiyan toplumların bu dünyaya ilgi duymamasını sağlama uğruna, kilise babaları
Müslümanları hep ‘Kâbil’in çocukları=The sons of
Cane’ (insan kâtili) olarak tanıtmışlardır. Onların bu
birlikteliği bozulunca, dağılma olunca bu kez o masalları sanki doğrular biçimde kendi içlerinden terörist gruplar (rebellion front) çıkarmışlar ve nesillerine,
toplumlarına sanki ‘Bak size demedik mi?’ dercesine kendi yanlışlarını tasdik ettirmişlerdir.
Günümüzde parçalanma, bölünme karşısında
sünnî ekolün en çok müracaat kaynağı ve daya-
106
HAZİRAN 2014
nağı olarak kullandığı hadislerde; “Asabiye; birinin
kendi halkına ahlâkî olmayan bir şekilde yardımda
bulunmasıdır… Her kim bir diğerini asabiyeciliğe
teşvik ederse bizden biri değildir; kim asabiye için
savaşırsa bizden biri değildir; kim ki, asabiye uğruna can verirse bizden biri değildir.” veya “Neden
cahiliye devrinin geleneklerini sürdürüyorsunuz? Bu
geleneklerden vazgeçin; onlar kokuşmuştur” buyurulmuştur. Şu iki temel metinden toplumu zaafa
uğratıcı, çoğunluğun kararını istiskâl edici (küçük ve
önemsiz görücü) yaklaşımlar, bu ne adına yapılırsa
yapılsın elbette bunlar bu iki kutsal metin kapsamında eleştiri konusudur.
Normal koşullarda ‘vatanseverlik’ belki daha bir
doğal ve de mantıklıdır. Ne var ki, zamanla bu da
yozlaştırılmış, dışarıdan gelenlere nefretle güvensizliği beslediğinde, yabancı düşmanlığı ile hoşgörüsüzlüğe dönüştüğünde o da mantıktan uzaklaşmış,
kavgacı bir topluluk haline dönüşmektedir. Medine
site devletinde ve Orta Çağ boyunca Müslüman unsur ile gayr-ı müslim unsurlar (zimmîler) hep birlikte
yan yana yaşamışlardır. ‘Vatanseverlik’ kavramı,
bölücü ve parçalayıcı bir slogana aslâ dönüştürülmemiştir. Oysa bugün yıllarca yabancı çalışanların
emeğini satın alan ve yabancı emekleri üzerinde
yükselen Alman, Fransız ve İngiliz toplumları ‘vatanseverlikten’ yola çıkarak o yabancılara “Auslander heraus” (yabancılar dışarı) diye bağırıyorlar.
Oysa İslam, vatanseverliğe karşı değildir. Zira bu
kavram ve kurum insanlığın eşitliğine, kardeşliğine,
hakkâniyete, adalete ve merhametliliğe destek çıkmıştır. Netice itibariyle İslam kültürünü özümsemiş
toplumlarda mezhepçiliğin, saldırganlığın, çoğunluğun oyunu küçümseyen mutlu ekalliyetçiliğin ve
ırkçı milliyetçiliğin yeri yoktur. Var olan toplumlarda
bireyler o kültür ve inançtan uzak kaldığından ya da
radikalleştiğindendir.
İslam Hukukunda Yönetime Başkaldırma
Eylemi Hakkında Kısa Açıklama
Hz. Ebu Bekir, hilafet makamına geldiğinde halkına
ilk yaptığı konuşmada Allah Rasulü’nün ashabına
‘Şayet yanlış yaparsam bana ne edersiniz?’ diye
sormuş, onlar da ‘Şayet öyle bir şey sadır olursa
Seni kılıçlarımızla düzeltiriz’ cevabını vermişlerdi.
Hz. Ömer halife olduğunda ise, ‘Allah’tan kork ya
Ömer!’ diyen bir toplum ile karşı karşıya kalmıştı.
Osmanlı’da da her cuma günü Cuma Namazına
gelen padişaha ‘Gururlanma Padişahım senden
büyük Allah var!’ hitabında bulunanlar vardı. Bir toplumda, tarihten gelen bu örneklerden daha özgür
hangi ifade kullanılabilir? Ama yine de iç ve dış etkilerle toplumda tefrika çıkaranlar, vuruşmalara neden olanlar hakkında Allah (cc), “Eğer mü’minlerden
iki zümre birbiriyle dövüşürlerse aralarını barıştırın.
Eğer onlardan biri, diğerine karşı hâlâ saldırıya devam ediyorsa siz, o tecâvüz edenle Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın. Sonuç olarak silahı
bırakır, dönerse artık adâletle aralarını barıştırın.
Adâlet edin. Allah, şüphesiz ki, âdil olanları sever.
Mü’minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını barıştırın. Allah’tan korkun tâ ki, esirgenesiniz.”6, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat
edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah’a
ve Peygambere döndürün. Eğer Allah’a ve ahiret
gününe inanıyorsanız bu hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir.”7 buyurmaktadır.
İsyân konusunda hadislerden birkaçı şöyledir:
“Her kim başa geçene biat eder ve kalbiyle ona
bağlanırsa sonuna kadar ona itaat etsin. Bir başkası
ortaya çıkar ve baştaki kişiye muhalefette bulunursa
o kişinin boynunu da derhal uçurun.”8
“... Yakın bir gelecekte değişik değişik gruplar ortaya çıkacaktır. Bu sırada Hz. Peygamber sesini
yükseltti ve dikkatli olun! Ümmeti toplu bir halde
dirlik ve düzen içindeyken her kim ki, onlara karşı
başkaldırırsa bu başkaldıranlar her kim olursa olsun
boynunu kılıçla vurunuz...”9
Bağy konusunda İslâm hukukçularının metodlarının
farklı oluşu sebebiyle suçun hukukî tanımında aralarında görüş ayrılığı vardır.
a) Mâlikîler’e göre bağy (terör): devlet reisliği sabit
kişiye, te’vil yoluyla bile olsa itaatten kaçınmaktır.
İsyânkâr ise: “Bir âdil yöneticiye veya nâibine karşı
yerine getirilmesi üzerlerine gerekli görevleri ifadan
kaçınan, onlara muhalefet eden Müslümanlar topluluğudur.”10
b) Hanefîlere göre terörist; hak imama (yöneticiye)
itaatten haksız yere ayrılan kişidir. İsyan ise; hak
imam (devlet reisi) olan kişiye itaatten haksız yere
ayrılmaktır.11
Kanunlara, ‘Alınan tedbrler
benm yararıma değlse bırak
gtsn!’ türünden toptan retç
yaklaşımla bakınca kşler daha
da br saldırgan ve de yıkıcı hale
gelyorlar. Bu can alıcı, sosyal
huzursuzluklara neden olucu
durumun önünü alablmek de
ancak eğtm-öğretmle, barışın
değern takdr edc kşlklern
oluşturulup gelştrlmesyle
mümkündür.
c) Şâfiîlere göre isyan suçu; güç, kuvvet sahibi ve
aralarında kendisine uyulan, itaat olunan birisinin
bulunduğu bir topluluğun bozuk bir (fasit) yorum
yüzünden meşru devlet reisine karşı ayaklanmasıdır. Teröristler ise: Devlet reisine karşı çıkan, ona
itaatı bırakan, üzerlerine düşen yükümlülükleri yerine getirmekten kaçınan, kendi kendilerine üstünlük
kurmak ve aralarında, birisine itaatı sağlamak üzere
ayaklananlardır.12
Tanımlarda geçen güç ve kuvvetten maksad; itaatsizlikte bulunanların sayılarının, kuvvetlerinin fazlalığıdır. Hâricîlerin sayısının ve kuvvetinin fazlalığı karşısında onları itaate döndürmek, isyânlarını bastırmak
için kendilerine savaş açılmış, ancak bu şekilde güçleri kırılabilmiştir.13 Bir yoruma ve kuvvete dayanarak
ayaklananlar, ister İslâm’daki Havâriç mezhebinin
fikirlerinde olsunlar, isterlerse olmasınlar gerçek
isyânkârdırlar. Her iki hukukçuya göre de havâriç
fırkası ne kâfirdir ne de bozuk karakterlidir (fâsık);
bunlar teröristlerden başka bir şey değillerdir.14
Bir ayaklanmanın bağy sayılabilmesi için kuvvete
başvurulması yani kuvvet kullanarak başkaldırıda bulunulması gerekmektedir. Maddî ve mânevî
kuvvet ve vasıtalara sarılmak şarttır. Fakat ayaklanma kuvvet kullanarak değilse, herhangi bir şiddet
hareketine başvurulmamışsa bu türden hareketler
isyan değildir. Meselâ çoğunluk âdil yöneticiye destek verdikten sonra bazılarının bundan vazgeçmesi
gibi. Ayaklananlar kuvvete başvurmaksızın yalnızca âdil yöneticinin azlini, görevinden çekilmesini,
HAZİRAN 2014
107
isteseler veya ona uymayacaklarını, bundan sonra
devletin kendilerinden istediği ödevleri yerine getirmekten kaçınacaklarını bildirseler de bu sözler ve
davranışlar bir isyan değildir. Ancak kuvvete başvurmadan bu şekilde muhalefet gösterenler, şâyet
suç sayılan bir fiil ve harekette bulunurlarsa bu terör
eylemi değil sıradan (âdî) bir suç sayılır ve onlardan
dolayı sorumlu tutulup yargılanırlar.15
Ayrımcılık ve kafa tutma girişiminde bulunanlar
(isyânkârlar) üzerine elçiler göndermek ve onları baştaki yöneticilere itaate çağırmak bir ödevdir.
Kitâlden yani savaşa tutuşmaktan maksat; onları
öldürmek değil, kendilerini isyândan men etmek ve
kötülüklerini ortadan kaldırmaktır. Şâyet bu maksat
sözlü temasla gerçekleşebiliyorsa böyle bir durum
savaşa tutuşmaktan daha iyidir, daha evlâdır. Çünkü savaşma halinde her iki gruptan birinin zararı söz
konusudur. İsyânkârlar belli bir süre mehil isterler ve
devlet reisi de bunda bir kamu yararı görürse onlara
istedikleri süre verilir. Ama bu mehil talebinde âdil
yöneticiye ve adamlarına bir hile hazırlığına girişme
ihtimali varsa, o zaman kendilerine yalnızca üç gün
mehil verilir.16
Sonuç olarak
Fitne ve terör eylemlerinin, son yıllarda yaygınlaşarak dünyanın birçok ülkesinin kamu düzenini tehdit eder boyutlara ulaşması, bu tür eylemlere karşı
daha etkin önlemler alınması ihtiyacını ortaya koymuştur. Genel kamu düzeni ve kamu güvenliği konularında çoğunluğun görüşüne saygılı olma ve kabullenmenin, insan sevgisi ve insânî değerlerin öğretilmediği ve özümsenmediği toplumlarda insanlar
hangi kesimden olurlarsa olsunlar genel ve sosyal
huzursuzluklara yol açmaktadırlar. Kanunlara, ‘Alınan tedbirler benim yararıma değilse bırak gitsin!’
türünden toptan retçi yaklaşımla bakınca kişiler
daha da saldırgan ve de yıkıcı hale geliyorlar. Bu
can alıcı, sosyal huzursuzluklara neden olucu durumun önünü alabilmek de ancak eğitim-öğretimle,
barışın değerini takdir edici kişiliklerin oluşturulup
geliştirilmesiyle mümkündür.
Tüm bunlarla mücadele, hukuk devleti kuralları içinde kalınarak, insan hakları ihlalleri yapılmadan, özgürlükler kısıtlanmadan, âdil yargılanma hakkı ihlâl
edilmeden sürdürülmelidir. Ülkemizde son yıllarda
gerçekleştirilen yasa değişiklikleri, kişilerin hak ve
108
HAZİRAN 2014
özgürlüklerinin genişletilmesi istikametinde önemli
mesafeler alınmasını sağlamıştır. Devlet erkinin ‘en
güçlü yapılanma’ olduğu gerçeği, kişilerin temel hak
ve hürriyetlerini kullanmalarının önünü kapatmadan
gerekli hatta zorunlu kısıtlamalar yaparak, etkili bir
şekilde bu yaygın fesadı önleyici, mücadele edici
önlemler almayı mecburî hale getirmektedir. Çünkü
‘Vatandaşların yönetimi ve idaresi, kamu yararının
gerçekleşmesine bağlı ve dayalıdır.’
Dün başka ülkelerdeki fitne ve fesada, genel anlamda sosyal teröre destek veren devletlerin bir
kısmı bugün, ya bizzat kendisi terörist olmakta ya
da terörist hareketlerden kendi toplumları ıstıraplar çekmektedir. Orta Çağ’da insanları birleştirici,
bütünleştirici etkiye sahip İslam’ın temel ilkelerinden mesela ‘Mefsedetlerin önlenmesi, menfaatler
peşinde koşmaktan evladır, önceliklidir’ ilkesinden
yola çıkarak insana, yaşam hakkına ve medenî topluma saygılı ve yararlı olmanın zamanı gelmiş ve
geçmektedir.
haber
“Orta Afrika Cumhuriyeti’nde
Neler Oluyor?” Konferansı
Dipnotlar
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, (çev. F. Işıltan), s. 2.
Ankara, 1963. Ahmed el-Ali, S.; ed-Devletu fi Ahdi’r-Resul,
c. I, s. 24, Irak, 1988.
Kur’ân, Kâfirûn 109/6.
Hamidullah, M.; İslam Peygamberi, (M. Yazgan çev.) s. 154
vd. 1. baskı Beyan Yayınları İstanbul 2004.
Kur’ân el-Bakara 2/126.
Kur’ân el-Enbiyâ 21/92.
Kur’ân, el-Hucurât 49/9.
Kur’ân, en-Nisâ 4/59.
Müslim, imârât 46. İbnu Mâce, fiten 9. Müsnedü Ahmed c.
2/161.
Müslim, imârât 59, 60. Ebû Dâvûd, es-sünne 27. el-Muğnî
c. 10/48.
Şerhu’z-Zurkânî ve Hâşiyetü’ş-Şeybânî c. 8/60.
Şerhu Fethi’1-Kadîr c. 4/48. Haşiyetü İbni Âbidîn c. 3/426.
Nihâyetü’l-Muhtâc c. 8/382. Esnâ’1-Metâlib c. 4/111.
bak Keşşâfü’1-Kınâ c. 4/114. el-Muhallâ c. 11/97, 98. erRavzunnazîr c. 4/331.
Hâşiyetü İbni Âbidîn c. 3/427. Nihâyetü’l-Muhtâc c. 7/382.
Keşşâfü’1-Kınâ c. 4/96. el-Muğnî c. 10/49. Esnâ’1-Metâlib
c. 4/111.
Şerhu Fethi’1-Kadîr c. 4/48, 49. Nihâyetü’l-Muhtâc c.
7/382, 385. Esnâ’1-Metâlib c. 4/111, 113. el-Mühezzeb
c. 2/234, 238. Buharî, menâkıb 25, fedâilü’1-Kur’ân 36,
istitâbe 6, 7. Müslim, zekât 147, 148. İbnu Mâce, mukaddime 12. Tirmizî, fiten 24.
el-Mühezzeb c. 2/237, 238. Mevâhibü’l-Celîl c. 6/278.
Şerhu’z-Zurkânî ve Hâşiyetü’ş-Şeybânî c. 8/60. el Muğnî c.
10/58, 60. Keşşâfü’l-Kınâ c. 4/99. er-Ravdunnazîr c. 4/33
Nihayetü’l-Muhtac c. 7/783.
Şerhu’l-Ezhâr c. 4/538. el-Muğnî c. 10/54. Esnâ’1-Metâlib
c. 4/114. el-Muhallâ c. 11/116.
Stratejik Düşünce Enstitüsü Dış Politika ve Uluslararası
İlişkiler Programı Koordinatörlüğü tarafından Orta
Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan gelişmelere dikkat
çekmek ve kamuoyunu aydınlatmak amacıyla 14
Mayıs 2014 günü “Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Neler
Oluyor?” başlıklı bir konferans düzenlenmiştir.
Konu hakkında hem akademik hem de saha bilgisi bakımından en yetkin isimlerin başında gelen Türkiye’nin
Çad Büyükelçisi Prof. Dr. Ahmet Kavas’ın konuşmacı
olarak katıldığı konferansın açılış konuşmasını ise Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün
gerçekleştirdi.
yaygın insan hakları ihlalleri ve Müslümanların uğradığı
katliamlarla Orta Afrika Cumhuriyeti dünya gündeminin önemli konularından biri haline gelmiştir. Etnik ve
dini çeşitliliği, Fransız sömürge geçmişi ve darbelerle
dolu tarihi göz önüne alındığında söz konusu ülkede
yakın zamanda siyasi istikrarın yakalanmasının zor
olduğu görülmektedir. Bizde Stratejik Düşünce Enstitüsü olarak Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan
gelişmeleri tüm Türkiye ile paylaşmak için böyle bir
konferans yapmayı uygun gördük. Tüm dinleyicilere
konferansımıza göstermiş oldukları yoğun ilgiden dolayı teşekkür ediyoruz.”
SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün açılış konuşmasında özetle şunları söyledi: “Bilindiği üzere Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşananlar uzun süredir dünya
gündemini ve Türkiye’yi meşgul etmektedir. Ancak
bu konuda Türkiye’de ciddi bir bilgi boşluğu olduğu
görülmektedir. Bugün itibariye, yaşanan iç çatışmalar,
Büyükelçi Prof. Dr. Ahmet Kavas ise konuşmasında
özetle şunları dile getirdi: “2013 yılı Mart ayından itibaren dünya gündemindeki haberler arasında adı öne
çıkan ülkelerden birisi de Orta Afrika Cumhuriyeti oldu.
Öyle ki Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşananlar, Güney
Sudan’da yaşanan iç savaşı bile zaman zaman göl-
HAZİRAN 2014
109
haber
“Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Neler Oluyor?” Konferansı
gede bıraktı denebilir. Orta Afrika tarihi belgelerle de
tespit ettiğimize göre Osmanlı sınırları içine girmiş bir
bölgedir. Hem bu yönüyle hem de bölgede yaşanan
dram vesilesiyle Orta Afrika, ülkemizin ve milletimizin
gündemindedir. Birçok ülkede Orta Afrika’da yaşananlar duyulmamıştır bile… Orta Afrika bütünüyle yeraltı zenginliklerine sahip bir bölge… Sömürgecilik anlayışıyla Batılılar bölgeyi baştan ayağa talan etmişler…
Batı, bölgede yaşanan insanlık suçu ile yer altındaki
madenlerle ilgilendiği gibi ilgilenmiyor.
Orta Afrika’da özellikle Müslümanlara karşı insanlık
suçu işleniyor. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Müslümanların vahşice öldürülmeleri, dahası bunu dünyanın
gözünün içine baka baka din düşmanlığı olarak yansıtan tarafların elini kolunu sallaya sallaya dolaşmaları
durumun vahametini anlatmaktadır. Sadece başkent
Bangui’den dört ayda 120.000 Müslüman canlarını
kurtarmak için Kamerun, Çad ve Demokratik Kongo
Cumhuriyetine sığındı. Diğer şehirlerdekilerle birlikte
bu sayı 350-400 bini geçti. Ülke içinde yerlerini terk
eden insan sayısı bir milyon, açlıkla burun buruna yaşayan insan sayısı ise neredeyse ülke nüfusunun yarısı
olan iki buçuk milyon civarındadır. Geride bıraktıkları
tüm evleri, işyerleri ve camilerinden sadece Bangui’de
4000 civarında bina yağmalanıp yıkılarak harabeye
çevrildi. Ele geçirilen tüm malzemeler ise pazarlarda
satılmaktadır.
110
HAZİRAN 2014
Gelinen noktada Orta Afrika’da gelişmelerin arka planını
ve gelecekte nasıl bir ülke ile karşılaşılacağı konusu henüz gizemini korurken, BM’nin konuşlandıracağı Barış
Gücü’nün eylül ayına bırakılması durumun bir müddet
daha gerginleşeceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Yaşanan son gelişmeler ve dünya kamuoyunun tutumu
sebebiyle, özellikle ülkenin güneybatısında bulunan Hıristiyanlar ile animist nüfus ve kuzeyinde ise çoğunluğu
Müslümanlardan oluşan nüfus bir federasyon içinde ya
da tamamen ayrışmış olacaktır. Ancak her üç toplum
içinde bir asırlık süreçte zorlamayla da olsa şekillenmiş
olan sosyal doku sebebiyle birisinin diğerine olan ihtiyacı, ayrışmanın kolay kolay gerçekleşebileceğini göstermemektedir. Kaldı ki ayrışma gerçekleşecek olursa bu
defa Güney Sudan’daki gibi kendi içlerinde başlayacak
iktidar paylaşımları devreye girecektir. Dış müdahaleler
barış merkezli varlığını sürdüremez ve kavgalar da yatışma eğilimine çekilemezse Orta Afrika’da şiddetlenerek
artması muhtemel gerginlik, bu ülke sınırlarını aşarak
çevresindeki komşularına da sıçrayacaktır. Daha ziyade
iktidar paylaşımındaki sıkıntılardan çıkan bu gerginlik
din ve etnik kavgaya dönüşmüş, açtığı hasarlarla zaten
kendi içinde olduğu kadar komşularına da ciddi zararlar
vermiştir.”
SDE’den Soma’ya Ziyaret
Büyükelçi Prof. Dr. Ahmet Kavas konuşmasının ardından dinleyicilerden gelen soruları yanıtladı. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün yaptığı kapanış konuşması ile konferans sona erdi.
Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Birol
AKGÜN, beraberindeki heyet ile birlikte maden faciası
yaşanan Soma’yı ziyaret etti.
ni yerinde görmek üzere 28 Mayıs Perşembe günü
Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Birol
AKGÜN, memleketi olan Manisa’nın Soma ilçesinde tüm ülkeyi yasa boğan maden faciasının etkileri-
insani ziyaret hem de bir ön çalışma amacı taşıyan
Soma’ya gitti. Haziran ayının başlarında SDE’de yapılması planlanan “Soma Çalıştayı” öncesi hem bir
ziyaretlerde facia ile ilgili çok sayıda önemli isim ve
şehit yakınıyla görüşüldü.
HAZİRAN 2014
111
SDE’den Soma’ya Ziyaret
Ziyaret kapsamında ilk olarak Kırkağaç’a uğrayan
SDE heyeti, burada Kırkağaç Milli Eğitim Müdürü
Adem Yalçınkaya’yı ziyaret etti. Yapılan görüşmenin
ardından maden faciasında hayatını kaybedenlerin
muhafaza edildiği Soğuk Hava Deposuna ve faciada hayatlarını kaybeden Talip Kaska ve Ramazan
Mercan’ın ailelerine ziyaretlerde bulunuldu. Şehit Ailelerine başsağlığı dileyen SDE heyeti, okunan Kur’an
ve edilen dualardan sonra Soma’ya geçti.
Atçı ile makamlarında görüşülerek, facia ile ilgili görüş
alışverişinde bulunuldu ve SDE’de yapılacak “Soma
Çalıştayı” ile ilgili öneri ve tavsiyeleri alındı. Soma ziyaretinde son olarak maden faciasında hayatlarını kaybeden Yüksel Cangül ve Mustafa Kocabaş’ın ailelerine taziye ve başsağlığı ziyaretlerinde bulunan heyet,
ailelerin görüşlerini de aldı. SDE heyeti, kendilerinden
dile getirilmesi istenen konuların tamamını gündeme
getireceklerine dair söz vererek Soma’dan ayrıldı.
SDE heyeti, ilk olarak maden şehitlerinin mezarlarını
ziyaret etti. Ardından, Soma Belediye Başkanı Hasan Ergene ve Soma Kaymakamı Mehmet Bahattin
SD Dergi ve SDE ailesi olarak şehitlerimize rahmet,
yaralılara şifa ve aileler ile milletimize başsağlığı diliyoruz.
112
HAZİRAN 2014