sunuş Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı Soma için dua, destek ve muhasebe zamanı Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en büyük işyeri kazalarından birini yaşadı. Manisa’nın Soma ilçesindeki bir kömür madeninde meydana gelen kazada 301 kişi hayatını kaybetti. Ülke olarak yakın geçmişte Adapazarı, Düzce ve Van depremleri gibi binlerce can kaybına neden olan doğal afetleri de yaşadık. Doğal afetler gibi zor zamanlarda millet olmanın gereği olarak dayanışma ve acıları paylaşma konusunda güzel örnekler de sergiliyoruz. Ancak Soma olayının hepimizin üzüntüsünü derinleştiren ve yüreklerimizi parçalayan bazı yönleri var. Öncelikle her insan elbette ki eceliyle ölür. Netice olarak Soma’dakiler de bir kazada can verdiler. Fakat kaza sonrası hazırlanan inceleme raporlarına da yansıdığı gibi, işçi ölümlerine neden olan ocak içindeki yangın esasen bir dizi ihmalin ve vurdumduymazlığın sonucudur. Alınacak tedbirlerle ölümler önlenebilir veya azaltılabilirdi. Kamusal vicdanın tatmini ve benzer kazaların bir daha yaşanmaması adına, başta işyeri sahipleri olmak üzere, madeni denetlemekle yükümlü olan diğer tüm kamusal otoriteler de hukuk önünde hesap vermelidir. Diğer yandan ülke olarak Soma faciası bize bir şeyi daha hatırlattı. Türkiye hızla gelişiyor, ülkenin ortalama refah düzeyi hızla artıyor. Ancak bu zenginleşme pek çok insanın emeği ve fedakârlığı ile gerçekleşiyor ve yaratılan refahtan herkes eşit biçimde faydalanamıyor. Yerin binlerce metre altındaki zor şartlarda çalışarak hayatlarını kazanmaya çalışan emekçi kardeşlerimizi daha çok hatırlamamız gerekiyor. Soma olayı bu anlamda hepimizi vicdan muhasebesi yapmaya sevk etmelidir. Bu arada birkaç söz de, 301 eve ateş düşüren olaydan siyasi rant devşirmeye çalışanlara söylenmelidir. İnsanların acılarını günlük siyasete katık eylemek ahlaki değildir. Sorumluların cezalandırılmasını istemek farklı bir şeydir ve eleştirmek demokratik bir haktır da... Ancak o işçilerin iktidara oy verdikleri için böyle acı bir ölüme “müstehak” olduklarını söylemek veya dolaylı şekilde “ima etmek” ma’şeri vicdan tarafından asla kabul edilemez. Bu tavır ve dil insani değildir. Siyasetin nihai amacının insanın mutluluğunu temin edecek erdemli bir toplum inşa etmek olduğu unutulmamalıdır. Bugünkü Türkiye tüm eksikliklerine rağmen demokratik bir ülkedir. Daha yeni yerel seçimlerden çıktık, şimdi Cumhurbaşkanlığı için sandığa gideceğiz. Suriye ve Mısır’da da halk sözde sandığa gidiyor, ama silahların gölgesinde. Tayland ve Libya’da ise askerler darbeye giriştiler. Çevremizde bahar rüzgârları esmiyor, soğuk kış mevsimi yaşanıyor. Ülke olarak sahip olduğumuz demokratik sistemin kıymetini bilmemiz gerekiyor. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken Soma olayı veya gezi parkının yıldönümünü bahane ederek belli kesimleri sokağa çekme arayışlarına dikkat etmek gerekiyor. Muhalefetin temsil kabiliyetinin zayıflığı ve iktidar partisi karşısındaki güçlü bir liderlikten ve kapsayıcı ve kavrayıcı bir siyasi vizyondan yoksun olması, sokak siyasetine maalesef psikolojik zemin hazırlıyor. Oysa küresel sistemde gerginliklerin arttığı bir dönemde, Türkiye’nin siyasi istikrar için güçlü ve öngörülebilir bir demokrasiye ve yatırım için güvenli bir ekonomik ortama ihtiyacı var. Kendini bu topraklara bağlı hisseden herkes, Türkiye’nin yeniden kargaşa ve teröre sürüklenmesine asla müsaade etmemelidir. SDE heyeti olarak bizzat Soma’ya giderek incelemelerde bulunduk. Soma’da yaşanan dramı yerinde gördük. Yaraların bir an evvel sarılması için herkesi üzerine düşen görevi yapmaya davet ediyoruz. Dergimizin bu sayısını Soma’daki maden şehitlerimize ithaf ediyoruz. Ölenlere rahmet, kalanlara sabır diliyoruz. Dualarımız onlarla. Millet olarak onların geride bıraktıkları ailelerine sahip çıkmak hepimizin vicdani görevidir. Allah bir daha böyle acılar yaşatmasın. Saygılarımla. icindekiler STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 55 • Haziran 2014 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Dr. Cemil Ertem Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Orhan Miroğlu Aydın Bolat Alper Tan Prof. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz Danışma Kurulu Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukçu 6 12 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15 Gimat Yenimahalle - Ankara Tel: 0 312 397 16 17 Faks: 0 312 397 03 07 www.basakmatbaa.com Fotoğraflar AA, İHA, ShutterStock Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. Soma’dan Önce Soma’dan Sonra… Orhan Miroğlu Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç Yönetim Yeri Stratejik Düşünce Enstitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 32 Başbakan'ın Kamusal Kan Davasını Reddi 36 Türkiye’nin Muhalefet Sorunu ve “Ortak Çatı Adayı” 40 Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Soma’dan Kömür Dışında Şeyler de Çıkarmalıyız 44 Alper Tan 20 Soma Bir Facianın Analizi 48 Aydın Bolat Türkiye Usulü Rasyonel Başkanlık Sistemi İçimizi Yakan Soma Maden Kazası ve Yapılması Gerekenler Tarkan Zengin 62 Meşru Olmayan Bir Seçime Doğru Suriye 66 Avrupa’da İlk Kez Başkanlık Seçimi 72 Avrupa Parlamentosu Seçimleri ve Aşırı Sağın Geri Dönüşü 52 Sinan Tavukçu 75 Kriptokrasi: Devlet Güvensizliği ve Yasadışı Dinleme 78 AİHM’den Türkiye Aleyhine Tazminat Kararı 82 Boko Haram 86 Başkan Obama’nın Zorunlu Asya Ziyareti 90 Orta Afrika: Darbelerin Gölgesinde Milli Kimliğini Bulamayan Ülke Mustafa Burak Çelebi Sevinç Alkan Özcan Dr. Selman Öğüt Ahmet Göksel Uluer Doç. Dr. Erkin Ekrem Prof. Dr. Ahmet Kavas Röportajı Emanetlerin Ehillerine Verilmesi, Kadrolaşma ve Üniversiteler Prof. Dr. Talip Özdeş 103 Sünni İslam Anlayışında Müslümanların Hükümete-Devlete Bakışı Prof Dr. Ali Şafak 109 “Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Neler Oluyor?” Konferansı SDE Haber Habib Emre Gökalp Sürgün’ün 70. Yılında Kırım Tatarları Türkiye’de Son Dönemde Yaşanan Yargı - Siyaset Gerilimi 98 Zeynep Songülen İnanç Bülent Orakoğlu Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca 24 Mısır’da U Dönüşü: Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Öner Buçukcu Dr. Murat Yılmaz Prof. Dr. Haluk Alkan 17 58 Prof. Dr. Yasin Aktay Prof. Dr. Birol Akgün Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Soma Faciası Muhasebe İhtiyacı 111 SDE’den Soma’ya Ziyaret SDE Haber Soma Faciası Muhasebe İhtiyacı Prof. Dr. Birol Akgün Soma’dan Önce Soma’dan Sonra… Orhan Miroğlu Soma’dan Kömür Dışında Şeyler de Çıkarmalıyız Alper Tan Soma Bir Facianın Analizi Aydın Bolat İçimizi Yakan Soma Maden Kazası ve Yapılması Gerekenler Tarkan Zengin SOMA DOSYASI Devlet olarak tarhten tevarüs ettğmz “nsanı yaşat k devlet yaşasın” felsefesn bugünlerde Soma olayı bağlamında yenden hatırlamak gerekyor. İnsanın yaşatılması yalnızca syas-etnk anlamda farklılıkların br arada barış çnde yaşatılmasından baret değldr; aynı zamanda çalışan, üreten ve toplumsal refaha katkı sağlayan herkesn sağlık ve güvenlk çnde çalışacağı şartların da temn edlmesdr. seçimlerinde de muhtemelen önemli gündem maddelerinden biri olmaya devam edecek… Çünkü kazada ölenler de sağ kurtulanlar da o kadar sahici, dokunaklı ve bizden birileriydi ki; yetim kalmış her çocuk sanki ailemizin bir ferdi haline geldi. Toplu açılan mezarlara konulan gencecik bedenler adeta kurtuluş savaşında milletimizin bağımsızlığı için mücadele eden askerlerimizin toplu olarak gömüldüğü şehitlikleri andırıyordu. Zaten maden emekçileri de bu ülkenin iktisadi bağımsızlığı için mücadele ederken can verdiler. . SOMA FAC ASI I Soma Türkiye’dir Muhasebe htyacı Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı S oma’daki özel sektöre ait bir kömür madeninde 13 Mayıs’ta meydana gelen ve 301 kişinin canına mal olan feci kaza, Türkiye’de olduğu kadar tüm dünyada da ciddi bir yankı uyandırdı. Özellikle olayın ilk günlerinde medyanın kullandığı dil, ekranlara yansıyan trajik görüntüler, sansasyonel yorumlar, yayılan fısıltı haberleri ve olay sonrasında siyasiler arasında yaşanan tartışmalar işyeri kazasına çok farklı anlamlar yüklenmesine neden oldu. Acı olay, pek çok makul kişinin hayata bakışını yeniden değerlendirmesi için ciddi bir fırsat oluştur- 6 HAZİRAN 2014 du. Zira toplumsal etkileri açısından bakıldığında, Soma’daki yürek burkan facia bir işyeri kazasının çok ötesinde, adeta deprem, yangın veya sel felaketi gibi doğal bir afet kadar etki etti. Herkese dokundu… Vicdan yoksunu bazı yazar-çizer takımının gayri insani tutumları bir kenara bırakılırsa, sağduyulu insanımızın, devlet kurumlarının ve siyasi liderlerin refleksleri de olayın milli bir afet olarak algılandığını gösteriyordu. Öyle görünüyor ki, maden faciası önümüzdeki aylarda yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde de, Haziran 2015 genel Doğup büyüdüğüm yer olan memleketim Soma’da yaşayan yaşlı annemi olayın hemen ertesinde aradığımda bana; “Oğlum, Soma ve civarı Çanakkale savaşından bu yana bu kadar büyük bir acı yaşamadı. Acımız çok büyük” dedi. Gerçekten de AFAD’ın yayınladığı hayatını kaybeden 301 işçinin doğum yerleri listesi incelendiğinde, işçilerin kabaca üçte birinin Somalı; üçte birinin İzmir, Balıkesir ve Kütahya gibi yakın illerden, geri kalanların ise Zonguldak, Çorum, Sinop, Erzurum, Mersin gibi ülkenin dört bir yanından olduğu anlaşılıyor. Zaten resmî istatistiklere bakıldığında da Soma şehir merkezinde yaşayan 76 bin kişinin en az elli binini farklı illerden iş bulmak için buraya göç edenlerin oluşturduğu görülecektir. O nedenledir ki, Soma’nın nüfus kompozisyonu sosyolojik olarak gerçekte küçük bir Türkiye örneklemini temsil eder. Ama ruhu Egedir ve gönlünü tüm misafirlerine sevgiyle açar. Her geleni samimiyetle kuşatır, kucaklar ve zamanla kendinden biri haline getirir. Bulgar göçmeni Pomaklar, Balkan göçmenleri, Karadenizliler, Doğulular, İç Anadolulular, Kütahya ve Balıkesir Yörüklerinin hepsi ekmek peşinde koşarken harmanlanıp giderler. Bu nedenle tıpkı küçük bir İstanbul gibi, Soma’da da her yörenin insanlarının dayanışma adına kurdukları hemşeri der- neklerinin tabelalarını görmek şaşırtıcı değildir. Ama herkes ev sahibi ve yerli, herkes misafir ve göçmen olarak mütevazı hayatlarını sürdürürler. İşçilerin, Nöbetleşe Fakirlik Halleri Şu kadar var ki, insanlar Soma’da çalışmaya gelirler. Çoğu zaman iş de bulurlar ve hayatlarını kazanırlar. Fakat ilçe halkı zenginliğini bu şehre yatırmaz. Emekli olan işçilerin bir kısmı yatırımlarını baba memleketlerine, bir kısmı da en yakın deniz sahili olan Dikili-Ayvalık arasındaki kıyı şeridine yapar. İlçe merkezindeki yoğun kömür tozu ve termik santral bacalarından yayılan partiküller nedeniyle Soma’da hava kirliliği had safhada olduğu için, ileriki yaşlarda ciddi göğüs ve akciğer hastalıkları yaygındır. Bu nedenle emekli işçiler mümkün olduğunca ya sahil şeridine göç ederler ya da yakın köylere yerleşirler. Bunun anlamı Soma’nın sürekli olarak yeni işçi göçü aldığıdır… Başka bir deyişle, zenginleşenin göç ettiği, ama sürekli olarak fakir yeni işçilerin geldiği bir şehirdir Soma… Bu bağlamda aslında Soma’da tam anlamıyla nöbetleşe bir fakirlik hali yaşanır. Türkiye’nin en büyük KİT’leri ve işletmeleri orada bulunsa ve ilçeye çok yüksek miktarlarda para girişi olsa da işçilerin yaşam seviyeleri maalesef çok değişmemektedir. En önemli iş kapısı ise madenlerdir. Eskiden kömür üretimi devlet eliyle yapılırdı ve Ege Linyitleri İşletmeleri (ELİ) bölgenin en büyük kömür üreticisi ve dolayısıyla en büyük istihdam kaynağı idi. Artık kömür madenleri, özellikle yer altı işletmeleri tamamen özel sektör eliyle işletiliyor. Ancak rödovans sözleşmeleri ile işletmelerin ürettiği kömürün en büyük alıcısı ise yine kamudur. Düşük kalorili ve tozlu kısımlar termik santrale yakıt olarak gönderilirken, kaliteli ürünler ise devlet eliyle “fakir kömürü” olarak Türkiye’nin dört bir yanına dağıtılıyor. Bugün Soma’daki madencilik sektöründe yaklaşık 15 bin HAZİRAN 2014 7 Kazada ölenler de sağ kurtulanlar da o kadar sahc, dokunaklı ve bzden brleryd k; yetm kalmış her çocuk sank alemzn br ferd halne geld. Toplu açılan mezarlara konulan genceck bedenler adeta kurtuluş savaşında mlletmzn bağımsızlığı çn mücadele eden askerlermzn toplu olarak gömüldüğü şehtlkler andırıyordu. işçinin çalıştığı söyleniyor. Hatta yakınlarda, bazı maden sahalarının işletilmesine Çinlilerin talip olduğu da biliniyor. Geçenlerde temeli atılan yeni bir termik santralin kömür yakıtı ihtiyacı için, yeni kömür yataklarının açılmasıyla 10 bine yakın yeni istihdam imkânı oluşturulacağı da konuşuluyor. Tarım alanlarının sınırlı olduğu ilçede, ekonomi kaçınılmaz olarak kömür madenleri üzerine dönüyor. Termik santraller gibi kamyonculuk sektörü de önemli istihdam ve gelir kaynaklarından birini oluşturuyor. İlçedeki kamyoncular kooperatifi üç bin kamyonluk araç parkıyla Türkiye’nin en güçlü nakliye kooperatiflerinden biri durumunda ve binlerce kişi için ekmek kapısı. Hülasa şehir ekonomisi kömür madenciliği, termik santral, nakliyecilik ve sınırlı ölçüde tarım ve hayvancılığa dayanıyor. Bu sektörlerin her biri de maalesef çok nitelikli emek gücü gerektirmediği için, vasıflı işçi sayısı oldukça az. Bu nedenle de ailelerin, çocuklarının eğitimine çok da önem verdiği söylenemez. İlçede Celal Bayar Üniversitesine bağlı bir Meslek Yüksek Okulu var. Halkın, madencilik ve elektrik alanında mühendisler 8 HAZİRAN 2014 yetiştirmek üzere ilçeye bir Mühendislik Fakültesi açılmasına yönelik beklentileri ise henüz gerçekleşmemiş. Faciayı Nasıl Okumalı? Soma faciasını birkaç açıdan değerlendirmek mümkündür… Soma vak’ası ile gündemimize gelen, Türkiye’deki ekonomik gelişmenin ihmâl edilen insanî maliyetinin muhasebesini yapma zorunluluğu, madencilik sektörünün çalışma şartlarının ve işletmecilik mantığının gözden geçirilmesi ve nihayet olayın siyasi açıdan yarattığı tartışmalar ve gezi olayları gibi yaygın protesto eylemlerinde kullanılma olasılığı gibi muhtemel siyasi yansımaları gözden geçirilecektir. 1- Hızlı Büyümenin İnsani maliyeti: 1970’li yıllarda tüm dünyada artan çevre sorunları gündeme gelip kitlesel duyarlılıklar had safhaya çıktığında, ABD’nin MIT üniversitesince hazırlanan bir raporda sorunların çözümü için ekonomik büyümenin durdurulması (zero growth) politikası önerilmişti. Büyüme ve kalkınma fetişizmi karşısında bu öneri elbette ki kabul görmedi. Ancak daha sonraları iktisat alanında ortaya atılan “sürdürülebilir gelişme” paradigması o yıllarda yapılan tartışmaların bir sonucu olarak ortaya çıktı. 1990’lardan sonra ise agresif büyüme politikaları küreselleşmiş dünya şartlarında yeniden kalkınma iktisadına geri döndü. Bu dönemde refah artışı için hızlı büyüme yaklaşımı, neoliberal iktisat felsefesinin hâkim paradigması haline geldi ve Çin dâhil gelişmekte olan pek çok ülke ne pahasına olursa olsun büyüme ve zenginleşme politikaları izlediler. Bu tür hızlı gelişme ve modernleşme süreçlerinin insani maliyeti ve çevresel sonuçları ise çoğu zaman ihmal edildi. Oysa daha 2004’te yayınlanan bir UNDP raporunda küreselleşmenin insani yüzüne vurgu yapılıyor ve artan gelir eşitsizliğinin ve derinleşen kuzey-güney bölünmesinin dünya barışını ve insanlığın geleceğini tehlikeye atığına işaret ediliyordu. meden eşit pay aldığını söylemek mümkün değildir. İletişim, ulaşım, medya ve bankacılık gibi alanlarda Türkiye gerçekten de çağ atlamıştır ve çalışanların ücretleri ve çalışma şartları açısından dünya ile rekabet edebilir duruma gelmiştir. Ancak aynı gelişmeleri madencilik sektöründe görmek mümkün değildir. Madencilik sektörü, özellikle çalışma koşulları ve üretim teknolojileri açısından, en arkaik sektördür ve istihdam ettiği işgücü de oldukça eğitimsizdir. İş ilanlarında dahi “vasıfsız eleman” talebiyle işçi toplanmaktadır. İşe alınanlar da ciddi bir eğitimden Türkiye’nin, 1990’lı yıllardan bu yana yürüttüğü küreselleşme şartlarında dışa açık büyüme politikalarını her şeye rağmen, bazı zikzaklarla da olsa başarıyla uyguladığını söylemek mümkün. Özellikle 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş tarafından geliştirilen Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, rekabetçi bir ortamda hızlı büyümeyi amaçlayan bir liberal kalkınma reçetesiydi. Bu program IMF desteği ile yakın zamana kadar AK Parti eliyle de sıkı sıkıya uygulandı ve aslında başarılı da oldu. Nitekim son 12 yılda Türkiye’nin GSMH’sinin 230 milyar dolardan 810 milyar dolara çıkması sağcı ve muhafazakar olan AK Parti hükümetinin en önemli başarılarındandır ve 30 Mart seçimleri dâhil olmak üzere, iktidar partisinin başarılı seçim performansının da en büyük nedenlerinden biridir. 2- Madencilik sektörü ve çalışma şartları: Bugün Türkiye’de gerçekten de ciddi bir orta sınıf oluşmuş durumdadır. Ancak toplumun ve ekonominin her sektörünün Türkiye’deki hızlı modernleş- HAZİRAN 2014 9 Doğup büyüdüğüm yer olan memleketm Soma’da yaşayan yaşlı annem olayın hemen ertesnde aradığımda bana; “Oğlum, Soma ve cvarı Çanakkale savaşından bu yana bu kadar büyük br acı yaşamadı. Acımız çok büyük” ded. geçirilmeden hemen yer altı üretim süreçlerine dâhil edilmektedir. Denilebilir ki, 21. yüzyılda, Marks’ın proletarya tanımına gerçek anlamda en yakın işçiler maden işçileridir. 3- İşçi sağlığı ve iş güvenliği alanındaki zaaflar: Türkiye’nin ekonomik kalkınmasının temeli teknoloji yoğun alanlardan çok, emek yoğun sektörler olan tarım, madencilik ve sanayi üretimine dayanmaktadır. Ortalama bir Türk işçisinin Avrupa’daki işçilere göre haftalık çalışma süreleri çok daha uzundur. Özel sektördeki işçilerin günlük çalışma süreleri yasalarda öngörüldüğü gibi sekiz saat değil, 12 saat civarındadır. Türkiye’deki hızlı büyümenin ardında, bizdeki işgücünün bu fedakârlığı yatmaktadır. Özelikle vasıfsız işçilerin çoğunluğu oluşturduğu madencilik sektöründe çalışma şartları dünya standartlarının altında olduğu kadar, ödenen ücretler de ne yazık ki tatmin edici değildir. Diğer yandan madencilik alanı istatistiki olarak en çok iş kazasının yaşandığı sektördür. Toplu halde 301 madencinin ölmüş olması sebebiyle ülkenin en önemli gündemi haline gelen Soma faciası, aslında Türkiye genelinde her yıl bu tür iş kazalarında ölen toplam 4 bin kişiyi unutturmaktadır. Hatırlamak gerekir ki, Türkiye son yıllarda işçi sağlığı ve güvenliği alanında atılan ciddi bazı adımlara rağmen iş kazaları alanında hala dünyanın en kötü ülkeleri arasında yer almaktadır. Facianın yaşandığı Soma’da dahi her yıl irili ufaklı beş bin civarında iş kazası olmaktadır. Geçen yıllardaki gemicilik sektöründeki kazalarda da görüldüğü üzere, ister madencilik isterse üretim sanayi ve inşaat alanlarında olsun Türkiye’nin iş güvenliği alanındaki sicili maalesef parlak değildir. Bilhassa özel sektördeki ağır çalışma şartları ve düşük güvenlik koşullarının yarattığı insani maliyet tablosu oldukça acı(tıcı)dır. Sonuç olarak; gelişmişlik bakımından benzer pek çok ülkeye göre, ortalama bir Türk işçisi daha düşük ücret almakta ve daha uzun sürelerle çalışmaktadır. Başka bir deyişle, Türkiye’nin yüksek büyüme rakamları bir anlamda insanımızın tüm riskleri göze alarak gösterdiği yüksek fedakârlığının ve çalışkanlığının ürünüdür. İş Güvenliğinde Sıfır Tolerans Politikası Şart Sonuç olarak, iktidarından muhalefetine, kamu işletmelerinden özel sektöre kadar herkes Soma faciasından ders çıkararak bir durum değerlendirmesi ve derin bir vicdan muhasebesi yapmalıdır. Devlet olarak tarihten tevarüs ettiğimiz “insanı yaşat ki devlet yaşasın” felsefesini bugünlerde Soma olayı bağlamında yeniden hatırlamak gerekiyor. İnsanın yaşatılması yalnızca siyasi-etnik anlamda farklılıkların bir arada barış içinde yaşatılmasından ibaret değildir; aynı zamanda çalışan, üreten ve toplumsal refaha katkı sağlayan herkesin sağlık ve güvenlik içinde çalışacağı şartların da temin edilmesidir. Elbette ki, özel sektörün amacı kârdır. İşletmeler para 10 HAZİRAN 2014 kazanmak için kurulur. Ancak işçilerin de üretimin bir parçası olmanın ötesinde, “insan olarak” onurlu bir hayatı ve insanca bir yaşamı en az işletme sahipleri kadar hak ettikleri de unutulmamalıdır. Öte yandan devlet olarak da işçi sağlığı ve güvenliği konusunda yeni bir yaklaşım benimsememiz şart. Nasıl insan hakları ve işkence ile mücadelede “sıfır tolerans” politikasıyla AK Parti iktidarı döneminde önemli başarılar sağlandıysa, şimdi de çalışma şartları alanındaki standartların yükseltilmesi için, yeni bir eylem planının hazırlanarak güçlü bir siyasi iradeyle ve kararlılıkla uygulanması şarttır. Özellikle ilgili ve sorumlu kamu kurumlarının denetleme işlemini ciddiye almaları durumunda, özel sektörün de iş güvenliği ve işçi eğitimi konusunda çok daha dikkatli olacaklarında şüphe yok. İdarenin ve yargının Soma faciasının nedenlerini araştırma konusunda gösterecekleri ciddiyet ve sorumluların gerçekten cezalandırılması bu alandaki yeni yaklaşımın ilk işaretlerini verecektir. Bu nedenle kamuoyu, medya ve STK’lar olarak soruşturma sürecinin yakından izlenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Bu herkes için vicdani bir sorumluluktur… HAZİRAN 2014 11 SOMA DOSYASI SOMA’DAN ÖNCE SOMA’DAN SONRA… Orhan MİROĞLU SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları Koordinatörü Km felaketler vardır k, br ülkenn tarhne mlat olarak geçerler ve tarhe yen br kayıt düşülür; hçbr şey tarhe düşülen o kayıtlardan ve o mlatlardan sonra esks gb kalmaz… S oma felaketi, Türkiye’nin yeni bir miladıdır. Bu milattan sonra, madencilik alanında konuşacağımız, tartışacağımız her mevzuyu, Soma’yı hatırlayarak ve o büyük trajedide hayatını kaybeden emekçileri saygıyla anarak konuşacak ve tartışacağız. Söze, ‘Soma’dan önce ve Soma’dan sonra’ diye başlayacağız. Soma’dan önce, muhtemel bir toplu ölümü mümkün hale getirecek maalesef yığınla sebep varmış, bilen biliyordu elbette, ama bilenler ne yazık ki işe yarar hiçbir önlem almamışlar. O karanlık tünellerde kazma kürekle kömür çıkaran işçilerin kendileri, devletin kurumları, ahali, işçi temsilcisi sendikalar, yaklaşmakta olan felaketi biliyor ama sanki bilmezlikten geliyorlarmış... Sanki, Marguez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ adlı romanında anlatılan cinayet gibi yaşanmış her şey... Kırmızı Pazartesi romanında cinayetin işleneceğini kurbanın kendisi dâhil herkes bilir, ama cinayeti önlemek için kimse harekete geçmez. Soma için yapılan tartışmalara bakıp, o can pazarından sağ çıkmayı başarmış mağdurların anlattıklarını dinlediğinizde, Soma’da 301 işçinin hayatına mal olan bir felaketin meydana geliş biçiminin Kırmızı Pazartesi’nde anlatılan cinayetle benzerliğine şaşmamanız mümkün değil. İş yeri güvenliğinin olmadığı, çalışma koşullarının, vahşi kapitalizm dönemlerinin bile gerisinde olduğu, ölümün adeta kol gezdiği, o karanlık tünellerde 301 maden işçisi can verdi. Soma hakkında konuşmayan kalmadı. Ama İshak Alaton’un, bir iş adamı olarak hatırlattığı şu gerçek bence çok anlamlıydı: ‘Türkiye’de makine pahalı, insan ucuz.’ Soma madenciliğin sahibi Alp Gürkan’ı yaptığı medya toplantısında izlerken bu sözler takıldı aklıma. Yanına aldığı diplomalı inkârcılarla beraber, akla da vicdana da zarar açıklamalar yapmasına, kendini ve yönetimini bin dereden su getirip aklamaya çalışmasına rağmen, aslında Soma’da paraya kıyıp yaşam odası yapsaydı -maliyetinin 250 bin dolar olduğu söyleniyor- bu işçilerin hiçbirinin ölmeyeceğini açıkça itiraf ediyordu Gürkan… 12 HAZİRAN 2014 Soma’da yaşanan kıyametten sonra, sıra sıra mezarlar kazıldı… İnsanlar, soğuk hava depolarına getirilip bırakılmış onlarca ölü bedenin içinden, kendi ölülerini teşhis edip götürdüler ve o mezarlara gömdüler. Bir karış toprağa sahip olamadan ölüp gidenleri toprak bağrına basacak şimdi… Dünün itibarlı iş adamı, bugün Soma felaketinin sorumlusu olarak aranmakta… Alp Gürkan, bir işçinin hayatının 250 bin dolara mal olan bir yaşam odası etmediğine inanmamış olsaydı, bu felaket belki bu kadar büyük çapta yaşanmayacaktı. Bir işçinin hayatı, Şili’de, ABD’de, Almanya’da 250 bin dolar ediyor, ama Türkiye’de maalesef bu kadar etmiyor! Bir hafta boyunca yaşam odası mevzuatta var mı yok mu diye tartıştık… 301 insanın boğularak, yanarak ölmesinin sebeplerini, mevzuatla açıklamaya çalıştık. İşçinin canını yakacak olsa da, mevzuat dediğiniz şey eğer patronun cebine dokunuyorsa, o mevzuat bir türlü hayata geçmiyor bu ülkede! Buna rağmen böyle bir hazırlığı varmış firmanın ve eğer bu katliam gibi kaza üç dört ay sonra olsaymış, işçilerin hiçbiri ölmeyecekmiş! Alp Gürkan yaşam odası yapıp onların hayatını kurtaracakmış! Söylediği buydu açıkçası! Dehşete düşmemek mümkün değil.. İşletmecisi olduğu bir maden ocağında, henüz bilinmeyen bir nedenle çıkan kazada 301 kişi hayatını kaybediyor ve bu işadamı medyanın huzuruna çıkıp, aklımızla alay edercesine, ‘dört ay sonra olsaydı bu kaza, işçiler ölmeyecekti, çünkü kendilerini kurtaracak odayı yapıp tamamlayacaktık’ diyor… Soma madenciliğin yaptığı medya toplantısı, suçun üstünü örtmeyi, bilgi kirliliği yaratmayı ve delilleri karartmayı amaçlıyordu. Soruşturmanın hedefinde olan bir firmanın, iki saat süren bir basın toplantısıyla kamuoyu algısını HAZİRAN 2014 13 Soma felaketi kuşkusuz bir toplumsal travma olarak hatırlanacaktır. Maden işçisi binlerce insan, Soma faciasından sonra derin bir travmanın kuşatması altına girdi. O karanlık tünellere giren her işçi, ister Soma’da yaşasın ister başka bir yerde, bu travmayı yüreğinde duyacak ve bu travmanın yarattığı acıyı, hayıflanmayı, çaresizliği hissetmeye devam edecektir. Türkiye, eğer Soma felaketinin yarattığı acıları paylaşmada kusurlu davranır ve Soma bir süre sonra unutulmaya terk edilirse, ateşin düştüğü yer, yanmaya devam edecek ve Soma’nın acısı, paylaşılmamış bir acı olarak daha da büyücektir. değiştirmeyi, üstelik daha cenazeler toprağa gömülmeden, üstelik konuyla ilgili ne mağdurların ne mağdurları temsilen bir sendikanın sesi bile çıkmamışken, yavuz hırsız misali, böyle bir toplantı yapabilmesi, ancak egemen sınıfın gücü, pervasızlığı ve küstahlığıyla açıklanabilir! Soma’yı araştırmak için atanan 28 savcı adına yapılan açıklamada, delillerin karartılmasına izin verilmeyeceği beyan ediliyordu ya, Soma madenciliğin sahipleri bunu pek önemsemediler. İlk dört gün ortalarda pek görünmediler. Sosyal medya denen batak alanda, sadece hükümetin topa tutulması, Soma madenciliğin patronuna cesaret verdi. Kimsenin aklına ne sendikaları ne de işvereni sorumlu tutmak gelmediği için, fırsat bu fırsat deyip, medyanın karşısına geçtiler ve suçu aklamaya çalıştılar. Bir gün sonra da soruşturmalar başlayınca da tutuklanmaktan kurtulamadılar. İnsan önce çıkar kamuoyundan, işçi ailelerinden samimi bir özür diler. Zamanı geldiğinde ise mah- 14 HAZİRAN 2014 kemede, soruşturma komisyonlarında kendini savunur, bu herkesin en doğal hakkı. Kendilerini o kadar haklı göstermeye çalışıyorlardı ki, Alp Gürkan ve ekibini dinleyip de, Türkiye’nin bütün maden ocakları mümkün olsa da Soma madenciliğe kiralansa diye içinden geçirmemiş bir tek insan bulunamaz. Depremlerden sonra yıkılan binaları yapan müteahhitler köşe bucak kaçar, bulundukları yerde tutuklanırlardı. Veli Göçer ve benzerlerinin kamuoyunun önüne çıkacak hali olmazdı, ortada 301 ölü var, dördüncü güne kadar ortaya çıkmayan Alp Gürkan, bakıyor ki, kendisi değil, hükümet topun ağzında, ortaya çıkıyor, iki saatlik basın toplantı yapıyor ve suçu aklamaya çalışıyor… Savaşa sürer gibi insanları yer altında bir savaşa sürmüşsünüz, sorumluluklarınızı yerine getirmediğiniz için hayallerini, umutlarını bir anda yıkıp geçmişsiniz, ocaklarını söndürmüşsünüz, sonra da firmanıza ait hemen hiçbir kusur bulmadan daha gözyaşları bile kurumamışken, kendinizi aklamaya çalışıyorsunuz. Soma felaketi kuşkusuz bir toplumsal travma olarak hatırlanacaktır. Maden işçisi binlerce insan, Soma faciasından sonra derin bir travmanın kuşatması altına girdi. O karanlık tünellere giren her işçi, ister Soma’da yaşasın ister başka bir yerde, bu travmayı yüreğinde duyacak ve bu travmanın yarattığı acıyı, hayıflanmayı ve çaresizliği hissetmeye devam edecektir. Türkiye, eğer Soma felaketinin yarattığı acıları paylaşmada kusurlu davranır ve Soma bir süre sonra unutulmaya terk edilirse, ateşin düştüğü yer, yanmaya devam edecek ve Soma’nın acısı, paylaşılmamış bir acı olarak daha da büyücektir. Hayatı bir makineden ucuz maden işçilerinden biri, Soma felaketinden sağ kurtulmuş Mustafa Elibol, o madene bir daha girmek için çok düşüneceğini söylüyordu… Mustafa Elibol gibi düşünmeyen bir tek madenci yoktur. O madenlere korkuyla girilecek, sabah işe giderken evdekilerle helalleşilecek ve akşam eve sağ dönmesi beklenen madencinin ailesine bu dünya zindan olmaya devam edecek… ‘Bir kayıp o ailenin kıyameti demektir.’ Cumhurbaşkanı Gül, Soma’yı ziyaretinde, yaşanan faciaya ilişkin olarak, duygularını şu sözlerle ifade etmişti: “Kıyamet bitmedi bence, eğer bu işleyiş böyle devam ederse, yeni kıyametlerin olması kaçınılmaz. Toprağın altında can veren her bir kayıp, geride bıraktıklarının kıyametidir. Bitimsiz bir yasın ve kahredici bir acının başlangıcıdır.” Soma’da yaşanan kıyametten sonra, sıra sıra mezarlar kazıldı… İnsanlar, soğuk hava depolarına getirilip bırakılmış onlarca ölü bedenin içinden, kendi ölülerini teşhis edip götürdüler ve o mezarlara gömdüler. Bir karış toprağa sahip olamadan ölüp gidenleri toprak bağrına basacak şimdi… Gazetelerin sayfalarını günlerdir, ölümü bir kıyamet gibi yaşayanların trajik hikâyeleri süslüyor. Birbirinden ilginç ama bir o kadar da insanca hikâyeler… Kimi, kendine iki göz bir ev almaya çalışıyordu, kimi oğluna, kızına düğün kurmayı… Kimi doğacak çocuğuna bir gelecek hazırlamakla meşguldü, kimi düğün parası biriktirip evlenmek istiyordu… Hiçbirinin hikâyesi mutlu sonla bitmedi, bitemedi ne yazık ki.. Karıncayı bile incitmeden yaşayıp gitmiş o güzelim insanlar, bir anda bir kıyamete, büyük bir acıya ve yasa dönüştü… Şimdi sabahtan akşama kadar konuşuyor ve kıyameti yorumluyoruz. Bu memlekette meğer toprak altından kömür çıkarmanın inceliklerini, bu işin uluslararası standartlarını bilen ne kadar çok uzman varmış! Uzmanlıklarını konuşturup duruyorlar habire. Bir televizyondan çıkıp bir başkasına gidiyorlar. Konuşuyor ve açıklamalar yapıyorlar. Kimse sormuyor ama kıyamet adım adım yaklaşırken, neredeydiniz efendiler, diye. Hatırlatmak istiyorum. Kürt sorunu nedeniyle yaşadığımız acıları, felaketleri, Soma’dan sonra hatırlamamak mümkün değil. O çatışmalarda da gereğinden fazla insan öldü. Gereğinden fazla şiddet vardı. İrlanda sorununda eş zamanlı tarih içinde ölenlerin sayısı üç bini geçmez. Bizde eş zamanlı tarih içinde ölenlerin sayısı elli binden fazla… Bir karakol basılır ve şehit askerlerin haberi aile ocaklarına düşen bir kor gibi duyulur duyulmaz, Kürt sorununun uzmanları ekranlara üşüşür, terörle mücadeleyi anlatırlardı. Stratejinin bini bir paraydı... Ama bu stratejilerin hiçbiri, Kürt savaşında yaşanan kıyameti durdurmaya yetmedi. Şimdi de madencilik uzmanları konuşup duruyor... Amerika’da güvenlik şartnameleri 160 sayfaymış, Almanya’da yer altında çalışacak bir işçi üç yıl süren bir eğitimden geçiyormuş. Zaten Almanya’da kömürü yer altından işçiler değil, bir işçinin yapabileceği her şeyi yapabilen makineler çıkartıyormuş... HAZİRAN 2014 15 çisi, kardeşinin ölü bedenini taşıdığı battaniyeyi getirip Kızılay’a iade eden işçi, bu devlete ve bu devleti yönetenlere öyle bir ahlak dersi verdi ki, devlet artık bir daha bu dersten sınıfta kalmamanın yolunu yordamını bulmak zorundadır. Tez elden, daha fazla suç yaratmadan ve bir kıyamet daha yaşanmadan, çareler üretmek ve madencilik alanında yeni standartlar belirlemek hükümetin öncelikli görevi sayılmalıdır. Yeni Soma’lara davetiye çıkaracak kadar güvensiz işyerlerinde çalışmaya mahkûm edilmemeli işçiler… SOMA’DAN KÖMÜR DIŞINDA ŞEYLER DE ÇIKARMALIYIZ Soma Madenciliğin, Soma’daki iki işyerinde daha işin durdurulması elbette yerinde bir önlemdir. Ama kabul etmek gerekirse, Türkiye’nin diğer maden yataklarında, daha üstün ve güvenli standartlar söz konusu değildir. Enerji Bakanı, Türkiye’deki şartlara uymadığı gerekçesiyle 100’ün üstünde maden ocağının kapatıldığını söylüyor. Peki Soma madeni dâhil, şu an fiili olarak çalışan madenlerde şartlara uyulduğunu kim iddia edebilir, hani nerede iş güvenliği? Devlet Denetleme Kurulu, maden ocaklarında yaşanan kuralsızlıkları, uygun olmayan çalışma koşullarını 600 sayfalık bir raporla duyurmuş deniliyor. Soma felaketi olmasa ve Cumhurbaşkanı Soma’ya gitmese, kimin haberi olacaktı bu rapordan? İşe yarasın diye hazırlanan bu raporun akıbeti ne olmuş, gereği neden yerine getirilmemiş, takibi neden yapılmamış? ‘Ben demiştim’lerle filan olmuyor.. Gerçek şu ki, gelip geçmiş bütün hükümetler ve şimdiki hükümet, Türkiye sivil toplum örgütleri, TÜSİAD, kurumsallaşamamış kurumlarıyla devletin bizzat kendisi, Soma felaketinden sorumludur. Bu sorumluluğu herkes payına düştüğü kadarıyla kabullenmeden, maden ocaklarında bundan sonra yaşanacak kıyameti durdurmak mümkün olmayacak. Bu sorumluluğu kabullenmeyenlerin, Soma’ya gidip madencilerin, yüzüne bakmaya bile hakkı yoktur. O kıyamet ortamından çıkarılıp, ambulansa taşınırken, devlet malına zarar vermeyeyim diye kömüre, ise bulanmış çizmesini çıkarmak isteyen maden iş- 16 HAZİRAN 2014 Soma felaketinden hukuki ve cezai bakımdan sorumluluğu olan herkesten hesap sorulması, kamuoyu vicdanını ve her şeyden önce mağdurları tatmin edecek kararlara varılması zorunludur. Üç-dört ay gibi bir zaman tanınarak, bütün madencilere, standartlarını AB düzeyine yükseltmeleri talep edilmelidir. Bu sürede doğacak işçi mağduriyetlerini devletin ve işverenin ortak bir bütçeyle karşılamalarını mümkün hale getirecek yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Bu yazı kaleme alınırken, Bakanlar Kurulu yeni maden yasasını görüşüyordu. Meclis’te CHP’nin verdiği araştırma önergesine, AK Parti’li vekillerin evet oyu vermesi sevindiricidir. Bu yolla meclisteki partiler arasında ortak bir ulusal mutabakat sağlanabilir ve bu ulusal mutabakat, toplumun bu konudaki davranışlarını da olumlu yönde etkileyebilir. Türkiye acı bir felaketin yol açtığı trajedinin acısını, kenetlenmiş olarak, bütün kurum ve kuruluşlarıyla, ulusal bir dayanışma halinde hafifletebilir ve Soma deneyimi diyebileceğimiz yeni bir deneyim, yeni bir ulusal tecrübe; bize büyük acılar yaşatmış Kürt sorunu gibi bir sorunda bile örnek alınacak bir deneyim bir ulusal dayanışma haline dönüşebilir… Örneklerini bugünlerde sıkça görüp üzüldüğümüz bütün o nefret söylemlerinin dışında kalabilmiş makbul ve yeni bir ulusal dayanışma ancak, Soma’nın acısını azaltabilir ve Soma’nın yasını katlanılır bir yas haline getirebilir. Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi 13 Mayıs 2014 günü saat 15:00 sıralarında Manisa’nın Soma ilçesinde Soma Grup’a ait kömür ocağında meydana gelen faciada 301 vatandaşımız hayatını kaybetti. Toplam 2941 işçinin çalışmakta olduğu kömür ocağında, çalışanların onda birinden fazlası hayatını kaybetti. 100 civarında da yaralı vardı. Sadece bu faciada yaş ortalaması 10 olan 432 çocuk babasız kaldı. Kadınlar dul, anne babalar evlatsız kaldı. Hasılı abisini, kardeşini, nişanlısını, yakınını kaybedenler… Sonradan ortaya çıkan belge ve bilgilerle, göz göre göre “geliyorum” diyen facia Soma’daydı. Ama sadece Soma değil Türkiye’nin yüreği yandı. Hepimiz çaresiz vaziyette acı çektik. Yaşananları günlerce TV ekranlarından canlı yayınlarla izledik. olayın öncesinde ve sonrasında dikkatimizi çeken ve bir çırpıda aklımıza gelen ihmal, zaaf ve kötü niyetleri şu şekilde sıralayabiliriz: Sorumsuz ve gözünü para hırsı bürümüş, gözü kârdan başka bir şey görmeyen, işi yöneticilere bırakmış, işçilerin hangi şartlarda çalıştığını hiç merak etmeyen, 3 yıldır ocağa uğramamış bir patron... Hiçbir şeye yaramayan, miadını doldurmuş ve fonksiyonu kalmamış gaz maskeleri... Yetersiz sensörler... Var olan sensörlerden gelen sinyalleri dikkate almayan idareciler... Olmayan acil müdahale ekipleri… “Denetlememek” için önceden haber vererek ocağa giden müfettişler… Yetersiz mevzuat... Var olan mevzuatın bile uygulanmaması... Aslında maden ocaklarında her sene çok sayıda kömür madeni işçisinin kazalarda hayatını kaybettiği anlaşılıyor. Fakat bu ölümler Soma’daki gibi toplu halde olmadığı için toplumun dikkatini çekmiyor. Soma olayının bu kadar dikkat çekmesi, ölümlerin toplu halde olmasındandı. İşçinin değil de patronun çıkarlarını gözeten sendika... Yerel hadiselere yeterince dikkat etmeyen yerel siyasetçiler… Bu konuda sorumluluğun kimde olduğuna dair herkes birbirini suçladı. Göz göre göre geliyorum diyen bir faciada bu kadar insanımız hayatını kaybediyorsa zincirleme hatalar olduğu ortada. Yaşanan bu Tayyip Erdoğan ve AK Parti düşmanlığı cephesine bu vesile ile yeni bir cephane bulduğu varsayımı ile kışkırtıcı manşet veya haberlerle çıkan bazı ulusal medya unsurları… Soma’da acıları paylaşarak azaltmak yerine, yaklaşan Gezi provokasyonlarının yıldönümüne bu faciadan malzeme çıkarmaya çalışan iliştirilmiş gruplar... HAZİRAN 2014 17 Mllet olarak ölümlere, dramlara, çlelere, doğal afetlere, savaşlara, teröre, cnayetlere, fal meçhullere kısacası acılara alışığız. Acılar toplumları brleştren olaylardır. Bu acılar da mlletmz daha fazla kenetleyecek. Netcede daha göz açıcı br etk oluşturacak. Soma trajedsnden yen br Gez provokasyonu çıkarmak çn çalışanlar muvaffak olamayacaklar. Geçen yıl Gezi olaylarında “Müftü karısı rolünde” sahneye çıkan birinin bu defa “Madenci karısı” rolünde ortaya çıkıp uluslararası medyaya malzeme üretmesi... İşçiler daha kömür ocağından çıkarılamamışken, DİSK’in sorumsuz Başkanı Kani Beko’nun şehit olan işçilerin haklarını aramak yerine İzmir’de Gezi’ye malzeme üretme çabası ve kışkırtıcılık yapması… İçerde ve dışarda bazı grupların seçim öncesi Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasının önüne bir barikat olarak Soma faciasını kullanmak istemeleri… Milletin Soma’ya yardım için seferber olması karşısında rahatsız olan, kalbini ve vicdanını ideolojisine feda etmiş ruhsuzların, “Soma’ya yardım etmeyin AKP’ye yarar” çağrıları yapmaları... Kendi siyasi ve ideolojik görüşünden olmadığı için şehit olanlara, “AK Parti’ye oy verdiler, müstahaktılar” yani hak ettiler diyen insanlığını kaybetmiş gazeteci ile şehit olan madenciler için “Para uğruna gitti niyazi” diyecek kadar alçalan ahlaksız yazar... Kendisi küresel gücün taşeronluğunu yaptığı için, bunu gören ve ona destek olmayan millete kin ve nefretini, dışa vurarak, Kur’an ayetlerini, kendi hezeyanlarına alet eden paralel tetikçiler... “Bizim devirmeye çalıştığımız AK Parti’ye oy verdiğiniz için maden ocağı başınıza çöktü. Onun için yandınız” mesajı vermek için “Zulmedenlere destek olmayın; yoksa size ateş dokunur” yazan “ABD’ye adanmış ruh”... Bu yazıyı 18 HAZİRAN 2014 kendi internet sitesinde tekrar yayınlayıp Twitter hesabından hatırlatarak “Bedduam tuttu” demeye getiren ruhsuz Pensilvanya… İçerde bunlar olurken bu olay dışarda nasıl bir yansıma buldu? Türkiye ve İslam düşmanlığını gizleyemeyen uluslararası medya ve Batı siyaseti Soma’da yaşanan faciaya nasıl yaklaştı bir de ona bakalım: Türkiye maden kazasına ağlarken bazı İngiliz, Alman ve Amerikan medyası adeta kına yaktı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair kirli siyasi hesaplarını öne çıkaran bazı yabancı medya kuruluşları, ülkemizi yasa boğan trajediyi çarpıtarak veya istismar ederek verdiler. BBC, Soma’da tekmelenen bir vekilin otomobilini “Başbakan’ın makam aracı” diye servis ederken, NYT “Ülke çapında protestolar yapılıyor” yalanına başvurdu. Almanya’da yayınlanan Der Spiegel Erdoğan için manşetten “Cehenneme git” yazarak küstahlık yaptı. Batılı medya organları, bu trajediyi fırsat bilip Türkiye’ye yönelik kinlerini kustular. Bazı Rum gazeteleri ise farklı ve olumlu davranarak “Acınızı paylaşıyoruz!” şeklinde Türkçe başlıklar attı. En büyük küstahlığı ise Gezi kalkışması sırasında “Boyun Eğme!” diyerek Türkçe manşet atmış olan Der Spiegel yapmış oldu. Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarını kasıtlı biçimde çarpıtan Der Spiegel, BBC, Reuters, NYT, Fox TV, WSJ ile Die Welt gibi medya organları, Soma’daki kazadan sonra Türkiye’de ülke çapında protestolar yapıldığı ve cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde siyasi kavganın daha da ateşleneceği şeklinde kirli ve yalan yayınlar yaptılar. BBC’nin Türkçe internet portalı ise “Protestolarınızın videolarını gönderin yayınlayalım” çağrısında bulundu. Peki, ne olacak ve neler yapılmalı? Millet olarak ölümlere, dramlara, çilelere, doğal afetlere, savaşlara, teröre, cinayetlere, faili meçhullere kısacası acılara alışığız. Acılar toplumları birleştiren olaylardır. Bu acılar da milletimizi daha fazla kenetleyecek. Neticede daha göz açıcı bir etki oluşturacak. Soma trajedisinden yeni bir Gezi provokasyonu çıkarmak için çalışanlar muvaffak olamayacaklar. Ancak bu facia vesilesiyle hükümetin; işçi sağlığı ve iş güvenliği konularında acil adımlar atması, işyerlerinin, özellikle riskli ortamların daha sıkı denetlenmesi, denetleyenleri de denetleyecek mekanizmaların kurulması için gerekenleri yapması bekleniyor. Sendikaların; şov, siyaset veya ideolojik eylem yapmak yerine üyesi olan işçilerin haklarını savunma yolunu seçmeleri gerekiyor. Patronların ise para uğruna insan sağlığını hiçe saymadan, insanca çalışma ortamları oluşturma mesuliyetleri var. Bu son olay karşısında bazı kişilerin, nefretlerini dışa vuran hezeyanları, bizim millet olma keyfiyetimize karşı bir saldırıdır. Toplumun sosyolojik genlerini değiştirme girişimidir. Çok riskli, çok tehlikelidir. Bunu görmeliyiz. Her şeye rağmen bu kışkırtıcıların, bu provokatörlerin oyununa gelmemeliyiz. Kendi değerlerimize, millet olma şuurumuza daha fazla sahip çıkarak oyunu bozmalıyız. Yargı, bu faciada kusuru bulunanları adil biçimde cezalandırmalı, siyaset ise benzer faciaların tekrar etmemesi için her çeşit tedbirin alınmasını sağlayacak kurallar koymalı, iktidar da uygulamanın amansız takipçisi olmalıdır. Toplum ise bunların yeterince yapılıp yapılmadığını unutmadan takip etmeli, hesap sormalıdır. Kısacası Soma’dan sadece kömür ve cenaze çıkmasın. Önemli dersler de çıkarılsın. Çıkarılsın ki başka masumlar da kurban edilmesinler. Başka çocuklar yetim, başka kadınlar dul kalmasın… HAZİRAN 2014 19 SOMA DOSYASI Her halükarda Soma, Türkye’de yaşanan büyük hesaplaşmanın mlatlarından br olarak tarhtek yern alacaktır. Ateş düştüğü yer yaksa da Türkye’nn yüreğndek yangın Soma’da yenden alev almıştır. Ancak “Br musbet bn nashatten evladır (ydr)” denmştr. İnşallah bu ders hepmz almışızdır. Mlletmzn başı sağ olsun... İş Kazaları Neden Faciaya Dönüşüyor? BİR FACİANIN ANALİZİ Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı S oma bomba gibi düştü Türkiye’nin gündemine. Dünya bile sarsıldı şiddetinden. Madenin karanlık dehlizlerinde zehirli dumandan boğulan madenciler, birer birer kapkara bedenleriyle simsiyah bir ölümün kucağında çıkarıldılar cehennemden. Tam 301 can... Aileler... Çocuklar... Büyük acı ve üzüntü. Allah rahmet etsin, sabr-ı cemil versin ve yardımını esirgemesin. Acı ve İstismar Bu büyük facia ve acı bile Türkiye’yi bir araya getiremedi. Toplumun büyük bir bölümü madencilerin acılarını derinden ve yürekten hissetti, keder, yas, üzüntüyle birlikte dualarıyla, yardımlarıyla güçlü bir dayanışma duygusu sergilendi. Ama aynı anda 20 HAZİRAN 2014 toplumun diğer bir kesimi de daha cesetlerin yerin altından çıkartılmasını beklemeden ölümü siyasi fırsatçılık vesilesi yaparak, çirkin sloganlarıyla acılı Soma’lıların ağıtlarını, feryatlarını bastırdılar. Reyhanlı bombalamasında, Gezi Parkı’nda, 17 Aralık sürecinde olduğu gibi her olayı siyasi ranta dönüştürmeye çalışan, Erdoğan’a ve hükümete karşı nefret ve kin kusmak için her olayı vesile, her şeyi araç yapanlar Erdoğan nefretini Soma acısından ilerde tutarak ülkeyi ahlaksız bir tepki ve şiddetle savaş alanına çevirdiler. Soma’dan yeni bir Gezi çıkarmaya çalıştılar. Onlar için tüm dert Erdoğan ve hükümeti... Onlar gitsin de isterse on Soma patlasın hatta Türkiye yansın, bitsin umurlarında değil! Bu iki Türkiye fotoğrafı da facianın esasını görmeyi örtmemeli, kapatmamalı... Bu tür felaketlerde belirli bir oran (%5-10 gibi) vardır ki ne yapsanız da, ne tedbir alsanız da önleyemezsiniz. Bu insan fıtratının zaafından doğan, insanı aşan ve eşyanın tabiatı icabı olağanüstü bir durumdur. Burada insan acizdir, çaresizdir. Doğal afetlerde bu oran daha yüksektir ve insanî tedbirler, önlemler çok daha yetersiz ve çözümsüz kalır. Bu tür felaketlerde geriye kalan oran (%90-95 gibi) insanî, beşerî teknik ve teknolojik tedbirlerle önlenebilir ya da minimize edilerek zararları azaltılabilir, bedelleri küçültülebilir. Denetim mekanizmaları, iş güvenliği kuralları ve mevzuatı, teknolojik yenilik ve kolaylıklar iş kazalarını önleyecek ve minimize edecek yetenekler sağlayabilirler. İş kazalarında Dünya’da üçüncü, Avrupa’da birinci sırada isek, Türkiye’de Çin’den 2,5 kat, Avrupa’dan 30 kat fazla iş kazası yaşanıyorsa, sadece 2013 yılında iş kazalarında 1200 kişi kaybetmişsek bir yerlerde bir şeylerin eksik olduğunu, bir şeyleri hakkınca beceremediğimizi kabul etmemiz gerekiyor. Değişik boyutlarda sürekli tekrar eden ve de üç gün sonra unutulan iş kazaları, trafik kazaları bir şeylerin göstergesi olmalıdır. Buradan az gelişmişlik veya geri kalmışlık, sosyal gelişim seviyesi, sanayi üretim standartları ölçeğinde sonuçlar çıkarılabilir. İş ahlakı ve sorumluluk eğitimi, iş güvenliği eğitimi ve terbiyesi ile zihniyet değişimi bağlamında yiyeceğimiz ekmek, çıkaracağımız dersler ve kat edeceğimiz merhaleler için zamana ihtiyacımız olduğunu anlayabilmeliyiz. mete, denetim mekanizmalarına, işletme patronuna, yöneticilere, sendikaya ve çalışanlara ayrı ayrı sorumluluklar düşmektedir. Yaşama hakkını güvenceye almak ilk önce hükümetin ve devletin görevidir. İş kazalarında dünya standartlarında yüksek orana sahip olan bir ülkede en önemli sorumluluk ülkeyi idare edenlere düşmektedir. Ekonomik nedenlerle işletilmesi mümkün olmayan madenlerin kapatılması düşünülebilir. Eğer devam edilecekse çalışanların can güvenliğini korumak için ilave bir şeylerin yapılması elzem görünüyor. Bu nevi felaket hallerinde veya olağanüstü durumlarda hükümetin kriz yönetimine yönelik süreçleri ve uygulamalarını yeniden gözden geçirmesinde fayda var. Kullanılan dili, algı yönetimini ve operasyonel organizasyon adımlarını profesyonel tecrübelerle güçlendirmelidir. Geçmiş dönemlerdeki deneyimlerle kıyaslandığında hükümetin performansını tebrik etmek gerekiyor ancak, bu, eksiklikleri görmeyi engellememeli. Can Güvenliği Önce Devletin Sorumluluğudur “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturunu sözde değil özde içselleştirerek yaşama hakkını korumak, insanı önceleyen sürdürülebilir kalkınmayı becerebilmek ve kalkınmacı politikalar için sosyal siyaset paradigmasının tümden yenilenmesi gerekmektedir. İşte o zaman Soma için anahtar cümle olarak; “tespit edilmesi mümkün olmayan bir kızışma” ya da “trafo patlaması”ndan bahsedilemez bir noktaya gelebiliriz. İşte tam burada hükü- HAZİRAN 2014 21 nereleri sızladı? Sıradan insanlarımız kendine bir pay çıkardılar mı? Sahiden Soma ne dedi bize? İş Kazası mı Sabotaj mı? Muhalefetin bile takdir ettiği Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın açık, şeffaf, makul ve dengeli açıklamaları, sorumlu, soğukkanlı ve mesuliyete davet eden yumuşak dili, üslubu genel bir takdir topladı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın konumu göz önüne alındığında “hatasız mesuliyet” bağlamında gerektiğinde istifa müessesesi bu kriz ve algı yönetiminde çalıştırılabilmelidir. Bu topluma ve ülkeye daha büyük bir ders ve güven verecektir. İbretlik Dersler Bu büyük facia tabiî ki herkese bir ders ve mesaj verecek örneklerle dolu. “Hepiniz Allah (c.c.)’a döneceksiniz” ilahi düsturu yinelenirken, ondan başka güvenecek hiçbir şeyin olmadığı, kaçışın ve çıkışın bulunmadığı görüldü. Bu bir imtihandır! Kirli çizmelerinden sedyeyi sakınan madenci, kardeşinin cansız bedenine sarılan Kızılay battaniyesini yıkayıp geri teslim eden madenci, çocuklarına bir şey alamayan ve bu hüzünle şehit olan madenci, zehirli dumanla birlikte gelen ecel kuşattığında Allah’a temiz gitmek için su birikintisinde ve kömür tozuyla teyemmüm yaparak abdest almaya çabalayan madenciler, birbirlerine sarılarak ruhunu teslim etmiş 39 madencinin ibretlik dersleri, mesajları var elbette... Bir şeylerin yanlış gittiği besbelli ancak henüz olayın sebebi ve mahiyeti tam olarak kesinleşmiş değildir. Soma’da ne olduğunu adli, idari ve TBMM komisyonu soruşturmaları sonuçlanınca kesin olarak öğrenebileceğiz. Ancak o zaman kimlere ne fatura keseceğimizi bileceğiz. Büyük gerilim ve kutuplaşma ortamında Erdoğan’ın zaferiyle çıkılan 30 Mart yerel seçimlerinden sonra, her zaman krizlerle geçirilen Cumhurbaşkanlığı Seçimleri arifesinde, genel seçimlerden bir yıl önce, netameli ve çatışmalı Gezi süreci ve Reyhanlı bombalamalarının yıl dönümünde, bir CHP milletvekilinin Soma için verdiği soruşturma önergesinin mecliste reddedilmesinden bir ay kadar sonra, ODA TV’den “Zonguldak Özal’ı götürdü, Soma da Erdoğan’ı götürecek” yollu yayınlar yapıldıktan hemen sonra, çok bilmiş muhalif gazetecilerin “yakında Ege’de deprem olacak, Soma patlayacak” mealinde twitler paylaşmalarından son- Müslüman zengnlermz, fakr dn kardeşlermz nasıl br nefs muhasebes yaptılar acaba? Kbrl yönetclern, para hırsıyla gözler dönmüş patronların nereler sızladı? Sıradan nsanlarımız kendne br pay çıkardılar mı? Sahden Soma ne ded bze? ra, ülkenin derin bir kutuplaşma ve siyasi çatışma içinde olduğu bir süreçte ve nihayet Soma faciası patlar patlamaz muhalif koalisyona (anti Erdoğan cephesi) ait kadrolu hazır kıt’a protestocularının bütün Türkiye’de pankartlarıyla, gaz maskeleriyle, molotof ve havai fişekleriyle, tüm şiddet ve vandallık teçhizatlarıyla sokağa fırlamaları, nihilist ve rasyonel olmayan tepkileriyle “algı operasyonu” cehdiyle “Soma’dan Gezi çıkarma” çabaları; bu olaya kaza değil sabotaj diyenlerin gerekçeleri olarak zihinleri bulandırıyor. “Kim bu kadar kötü ve kahpe olabilir?” diye şaşkına dönen milyonları duyar gibiyim ve ben de onlardan biriyim. Ancak, tarihte ve günümüz dünyasında bunun örnekleri var... Makyavelist zihin çarpıklığında; “gaye vasıtayı meşru kılar” ya da “amaca ulaşmak için her yol meşrudur” anla- yışında, yani insan soyunda evet bu kadar kötü ve kahpeler var. Soma faciası inşallah böyle bir komplo değildir. O zaman yukarıda sıralanan olayların manidar zamanlaması faciadan siyasi rant devşirmek isteyenlerin iğrenç ve ahlaksız istismarlarının sebepleri olarak nitelendirilebilir. Soma: Büyük Hesaplaşmanın Milatlarından Biri Her halükarda Soma Türkiye’de yaşanan büyük hesaplaşmanın milatlarından biri olarak tarihteki yerini alacaktır. Ateş düştüğü yeri yaksa da Türkiye’nin yüreğindeki yangın Soma’da yeniden alev almıştır. Ancak “Bir musibet bin nasihatten evladır (iyidir)” denmiştir. İnşallah bu dersi hepimiz almışızdır. Milletimizin başı sağ olsun... Bu ibret derslerinden, bu hayat sınavlarından nasibini alan var mıdır? Felaketten, musibetten rant çıkarmaya çalışan ölüm istismarcıları, daha cenazeler kalkmadan hatta madenden çıkarılmadan “kaza değil katliam, hükümet istifa” naraları atan protestolarını şiddetle, vandallıkla sergileyen, siyaset değil ahlak adına sorgulanması gereken zavallılar gerçekten bir şey anlamışlar mıdır? Müslüman zenginlerimiz, fakir din kardeşlerimiz nasıl bir nefis muhasebesi yaptılar acaba? Kibirli yöneticilerin, para hırsıyla gözleri dönmüş patronların 22 HAZİRAN 2014 HAZİRAN 2014 23 SOMA DOSYASI İÇİMİZİ YAKAN SOMA MADEN KAZASI VE İş kazaları konusunda ülkemizin karnesi maalesef son derece zayıf notlarla dolu... Zira ülkemizde her gün 172 iş kazası meydana gelmekte, iş kazaları nedeniyle her gün 4 işçi hayatını kaybetmekte ve 6 işçi sürekli iş göremez hale gelmektedir. Bu olumsuz tablo uzun yıllardır çalışma hayatının önemli bir sorunu olmaya devam etmektedir. Özellikle tersane, inşaat ve maden sektöründe sürekli ölümlü iş kazaları yaşanması bir yasa çıkarma zorunluluğunu beraberinde getirdi. Daha önce İş Kanunu’nda birkaç madde ve yönetmeliklerle düzenlenen iş sağlığı ve güvenliği, 30 Haziran 2012’de Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu olarak müstakil bir yasa haline dönüştürüldü. Kanunun temel anlayışı önleyici yaklaşımla tüm işyerleri için risk değerlendirmesinin yapılması ve çalışma ortamı ile ilgili faktörlerin etkilerini kapsayan genel bir iş kazaları ve meslek hastalıklarını önleme politikası geliştirilmesidir. ILO “Güvenlik Kültürü Raporu”, meslek hastalıklarının tamamının, iş kazalarının ise yüzde 98’inin önlenebilir olduğunu ortaya koymaktadır. Buradan anlaşılmaktadır ki, yeterli önlemler alındığı takdirde iş kazaları ve meslek hastalıkları önlenebilir. Yasa çıkarmanın tek başına yeterli olmayacağını ve bir iş sağlığı ve güvenliği bilinci oluşturmanın zorunluluğunu ifade etmek gerekir. Zira iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri için yasal kuralların yanı sıra bir kültür ve bilinç oluşturmanın zorunlu olduğu unutulmamalıdır. Yaraları Sarmak İçin Yapılması Gerekenler Elim iş kazasında yaraları sarmak için önce vefat edenlerin yakınlarının kimseye muhtaç olmayacağı bir hayat sürmelerini sağlamak gerekir. İş kazası nedeniyle yüzlerce çocuk, eşler, anne ve babaların ekonomik ve sosyal bakımdan korunmadan mahrum kaldılar. Sosyal güvenlik sistemimiz gereği ailelere maaş bağlanacaktır. Mevcut yasamızda ölüm aylığı almak için 5 yıl sigortalı olmak ve 900 gün prim ödemek şartı var. Ancak Çalışma Bakanı, ailelere ölüm aylığı bağlamak için 1 gün sigortalı olmanın yeterli olduğunu söyledi. Dolayısıyla Soma’da vefat edenlerin, 5 yıl sigortalı olmak ve 900 gün prim ödemek zorunluluğunu ortadan kaldıran bir yasal düzenleme yapılacaktır. Ayrıca ölümler iş kazası nedeniyle olduğu için ailelere iş kazası ölüm geliri bağlanacaktır. Bağlanan iki maaştan, yüksek olanın tamamı düşük olanın ise yarısı ödenecektir. Ayrıca YAPILMASI GEREKENLER Tarkan ZENGİN* Sendika Uzmanı S oma’da yaşanan maden faciasında 301 emekçiyi kaybettik. Ülkemiz tarihine en fazla emekçi kaybettiğimiz iş kazası olarak geçen Soma faciası sonrası ilk yapmamız gereken, acıları paylaşarak yaraları sarmaktır. İkinci olarak, bu iş kazalarının temel nedenleri üzerinde durmaktır. Son olarak da bir daha böyle acı olayların yaşanmaması için neler yapılması gerektiğini tartışarak ortaya somut öneriler koymamız gerekmektedir. Soma’da yaşadığımız acının tüm tarafları olarak iyi bir sınav veremedik. Meselenin sorumluğunu taşıyan işverenler, medya, sendikalar, Hükümetin ilgili Bakanlıkları ve birimleri ile tüm kesimler, aslında 24 HAZİRAN 2014 sorumlu olduğumuzu bilmeyiz. Meseleye bu gözle bakabilirsek sorunun üstesinden gelebiliriz. Ancak herkesin bir birini suçladığı bir ortamda soruna çözüm bulunması mümkün değildir. Acıların birleştirdiği bir toplumsal yapımız varken, Soma’da ortak acılar etrafında birleşemedik. Siyaset taraftarlığı açısından bakılması mümkün olmayan bu olay maalesef siyasetin sığ tartışmalarının bir malzemesi gibi kullanıldı. Toplum olarak acılarımızı yaşamamıza bile fırsat verilmeyen bir ortam oluşturuldu. Bütün olanlara rağmen bu olayların bir daha yaşanmaması için buradan çıkarılacak önemli dersler olduğu bilinmelidir. HAZİRAN 2014 25 Herkesin sorumlu olduğunu düşünmesi gereken acı bir olay yaşadık. Gözünü kar hırsı bürümüş işverenler, yeterince duyarlı olmayan sendikacılar, özenli denetim yapmayan kamu görevlileri, bu konularla ilgili aydınlar ve akademisyenler, medya, işçi maliyetlerini düşürmek için taşeronlaştırmayı yaygınlaştıran Hükümetler ve ilgili Bakanlıklar özeleştiri yapmalıdır. bu ailelerin sivil şehit sayılması için yasal çalışmalar yapılıyor olması da önemlidir. Tüm bunlar kayıplarımızı geri getirmeyecek ama yaraların sarılmasında önemli adımlar olacaktır. Yaraları sarmanın bir başka yolu ise tüm faillerin yasa önünde hesap vermesini sağlamaktır. Daha önceki iş kazalarında olduğu gibi yeterli bir hesap sorma süreci yaşanmazsa ailelerin acılarını azaltma imkânı olmayacaktır. Hesap sormak, kaybettiğimiz emekçiler ve yakınları için olduğu gibi bugün madenlerde çalışan işçiler ve aileleri için de önemlidir. Zira 2014 Ocak SGK verilerine göre maden ve taş ocakları iş kolunda (yeraltı ve yerüstünde) çalışan 190 bin işçinin aileleri de hesap sorulmazsa bundan sonra daha endişeli olacaklardır. Zaten yürekleri ağızlarında babalarının yollarını bekleyen çocukların, kocalarını bekleyen kadınların, evlatlarını bekleyen ana babaların endişelerini gidermek için Hükümet sorumluların yasa önünde hesap vermesini sağlamalıdır. Bugün madenlerde çalışanlar iş kazalarıyla ilgili tedbir almayanlara hesap sorulduğunu görmek istiyorlar. Yaşanan Olayın Temel Nedenleri Birçok ideoloji, insanı sadece üretim aracı olarak görürken kadim bir medeniyete sahip olan bizlerin 26 HAZİRAN 2014 insana bir kıymet olarak bakmamız gerekir. Kapitalist düzen insanı makine gibi üretim araçlarından biri olarak kabul ediyor. Oysa insan makine değil bir kıymettir. Soma Maden A.Ş. patronunun ton başına kömür maliyetini 134 dolardan 23,8 dolara indirmesi aslında iş kazalarının önemli bir nedenine işaret ediyor. İktisadi açıdan düşürülen maliyetlerin insanî yaklaşımları azalttığını biliyoruz. Düşürülen bu maliyet elbette işçinin sömürülen emeğinin karşılığıdır. Üretim maliyetleri; ya işçilerin ücretleri ve sosyal hakları kısıtlanarak düşürülecek ya da işçiyi iş kazaları ve meslek hastalıklarından koruyacak önlemlere para harcanmayarak düşürülecektir. İki uygulama da aslında bugün yaşadığımız trajedilerin temel sebeplerindendir. İnsan odaklı bir işyeri anlayışı olmadığı ve işverenlerin kar hırsları azaltılmadığı sürece içimizi yakan bu acıları maalesef yaşamaya devam edeceğiz. Ülkemizde madenlerde yaşanan kazaların hem nedenleri hem de çözümüne ilişkin önerilerin yer aldığı bir rapor, bugün yaşadığımız Soma maden kazasına da önemli ışık tutmaktadır. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun maden kazalarıyla ilgili 2011 yılında hazırladığı bu rapor çok önemlidir. Zira raporda madenler ve maden kazaları ayrıntılı bir şekilde incelenmiş, bugün maden kazalarının nedenleri olarak tartıştığımız taşeron uygulaması, denetim eksikliği, üretim zorlaması, işçi eğitimi yetersizliği gibi sorunlar dile getirilmişti. Raporda iş kazalarının nedenleri ise şöyle sıralanmaktadır: Risk değerlendirmesi yapılmaması, taşeronluk alt işverenlik uygulaması, üretim zorlaması, geçmiş kazalardan ders alınmaması, grizu riskine karşı önlemlerin yetersiz olması, kontrol ve degaj sondajlarının yeterince yapılmaması, delme-patlatma işlemindeki düzensizlikler, çalışanlarda CO maskesi bulunmaması, gaz izleme ve ikaz sistemlerinin yetersizliği, havalandırma yetersizliği, grizu emniyetli elektrikli cihaz ve ekipmanlar ile ilgili sorunlar, nefeslik-kaçamak yolu ile ilgili yetersizlikler, tahkimat ile ilgili eksiklikler, tahlisiye hizmetleri ile ilgili sorunlar, maden işletmelerinde gözetim (iç denetim) hizmetlerinin yetersizliği, teknik nezaretçilik vb. işletme içi denetim uygulamaları ile ilgili sorunlar, kamu birimleri denetimlerinin etkinsizliği ve mesleki eğitim ve iş güvenliği kültürü noksanlıkları. Bu tespitlere ilişkin önlemler alınmış olsaydı belki de bu acıları bugün yaşamayacaktık. Aynı raporda özellikle iş güvenliği eksiklikleri şöyle sıralanıyor: “Havalandırma genellikle doğal havalandırma yoluyla yapılıyor; Yeraltı ekipmanları alev sızdırmaz özelliğe sahip değil; Çalışma yerlerinin en az iki yolla yeryüzüne bağlı olmasına dikkat edilmiyor; patlamalara karşı önlemler yetersiz kalıyor; yeterli gaz ölçüm cihazları bulunmuyor; ferdi kurtarıcı teçhizat ya olmuyor, olanlar da yetersiz kalıyor.” Madenlerde uygulanan rödovans sisteminin insan odaklı olmaması kazalara davetiye çıkaran bir başka neden. Devletin madeni kiraya vermesi ve karşılığında madendeki üretimi belirli bir fiyat üzerinden satın alması şeklinde yürüyen rödovans sistemi, sürekli üretim yapmaya zorluyor. Rödovansçının hedefi, rezervi en düşük maliyetle aramak ve işletmektir. Bu nedenle çalışanları sürekli üretmeye zorlayan sistem iş güvenliğini daha riskli hale getiriyor. Kazanın olduğu maden de dâhil olmak üzere rödovans sisteminin olduğu madenlerde üretim hırsı insani yaklaşımları ortadan kaldırıyor. Madenlerin çoğunda vardiya değişimleri gayri-insani biçimde yürütülüyor. Diğer vardiyadaki arkadaşı üretim noktasına gelene kadar üretim devam ediyor. Kazmalar hiç boş durmadan “elden ele” sistemi gibi garip bir uygulama yürütülüyor. Amerika’da madenlerde yeni vardiyanın işe başlayabilmesi için madenin uzmanlar tarafından 3 saat boyunca denetlenmesi ve çalışanlar ile güvenlik konuşmasının yapılması zorunludur. Uzmanlar her vardiya değişiminde havalandırmayı, metan ve karbonmonoksit gibi zehirli gazların oranını ölçüyor ve madenin güvenli olup olmadığını bildirerek olabilecek risklerin önüne geçiyor. Bizde ise vardiya değişiminde üretimin az bir süre durmasına bile fırsat verilmemesi kazalara davetiye çıkarıyor. Acı Olayların Yaşanmaması İçin Yapılması Gerekenler Özellikle özel sektörde sürekli üretim yaptırarak kârlarını maksimize etmek isteyen işverenlere hesap sorulması, işverenlerin daha özenli davranmasını sağlayacaktır. Ancak önceki kazalarda olduğu gibi sadece idari soruşturma ve para cezaları değil, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun taksirli adam öldürme başlıklı 85. maddesi ile taksirli yaralama başlıklı 89. maddesi de işletilmelidir. İşveren tehlikeli olduğunu bilerek tedbir almamış ve bu nedenle kaza meydana gelmişse bilinçli taksirle adam öldürme suçu işlenmiştir. Soma maden olayında da iddialardan biri ısrarla uyarı yapılmasına rağmen tedbir alınmadığıdır. Eğer böyle ise olay bilinçli taksirle adam HAZİRAN 2014 27 öldürmeye girmektedir. Yıllardır yaşanan iş kazalarının failleri yeterince bedel ödemedikleri için Soma Maden patron ve yöneticileri hiçbir sorumluluklarının olmadığını utanmadan söylediler. Orada çalışanların alın teri üzerinden servetlerini katlayanların onların ölümlerinden en azından vicdanı sorumluluk duyması gerekirdi. Bu olmadığı gibi idari ve yasal açıdan sorumlu olduklarını akıllarına bile getirmiyorlar. Tüm bu nedenlerle sorumluların tamamı yasa önünde hesap vermelidir. Taşeron sistemi ülkemizde artık tam bir emek sömürüsüne dönmüştür. Bu sistem tamamen gözden geçirilmeli ve yasal düzenleme yapılmalıdır. İş Kanunu taşeronlaştırmayı yalnızca asıl işe yardımcı işlerde öngörürken bugün asıl işler bile taşeronlara verilmektedir. Mesela bir kömür madeninde asıl iş kömür çıkarmak, yardımcı iş ise burada çalışanlara servis hizmeti vermektir. Uygulamada ise Soma maden kazasında yaşadığımız gibi işyerinin asıl faaliyeti olan kömür çıkarma işi bile taşeronlar eliyle yapılmaktadır. Refahın taşeronlara değil çalışanlara aktarılması ve katı çalışma yaşamı kuralları belirlenmesi gereklidir. Başta ağır ve tehlikeli işler olmak üzere taşeronlaştırma uygulamalarına son verilmelidir. İş sağlığı ve güvenliği yasasının öngördüğü tüm yükümlülüklerin yerine getirilmesi sağlanmalı ve 28 HAZİRAN 2014 özellikle ağır ve tehlikeli iş kollarında etkin denetim yapılmalıdır. Maden çıkarma işi yapan işyerlerinde yaşam odalarının olmamasının cezai uygulamaları işletilmelidir. Yaşam odalarının yasal zorunluluk olmadığı bilgisi yanlıştır. Mevzuat işçilerin korunması için genel kuralları belirlediği için gerekli olan malzemeleri tek tek sıralamaz. Nitekim 6331 sayılı yasanın 5. maddesi işverenlere “Teknoloji, iş organizasyonu, çalışma şartları, sosyal ilişkiler ve çalışma ortamı ile ilgili faktörlerin etkilerini kapsayan tutarlı ve genel bir önleme politikası geliştirmek” ile “Teknik gelişmelere uyum sağlamak” yükümlülüğü getirmektedir. Bu nedenle yeni ürün veya teknoloji değişimi ortaya çıktığında işveren bu tedbirleri mevzuatta olmadığı gerekçesiyle yapmaktan kaçınamaz. Ayrıca maden yönetmeliğine göre işveren, “bir tehlike anında çalışanların çalışma yerlerini en kısa zamanda ve güvenli bir şekilde terk edebilmeleri için uygun kaçış ve kurtarma araçlarını sağlar ve kullanıma hazır bulundurur” hükmü gereği zaten yaşam odalarını bulundurmalıdır. Yasada bir takım değişiklikler yapılmalıdır. İş sağlığı ve güvenliği teftişleri “Çalışma İlişkileri Kurulu” kurularak yaptırılabilir. Kurulda işçi (sendika), işveren, bağımsız akademisyen ve müfettişler olmalıdır. Buradan çıkacak kararlar tüm taraflar olduğu için daha az tartışılacaktır. 6331 sayılı yasanın 13. maddesi “Çalışmaktan Kaçınma” hakkını düzenlemektedir. Ciddi ve yakın tehlike ile karşı karşıya kalan çalışanlar bu hakkını kullanabilirler demektedir. Ancak fiili olarak bu hükmün uygulanması zordur. Zira maden ocağında düşük ücretle çalışmayı göze alan birinin çalışmadan kaçınması ne kadar gerçekçidir? Bunun yerine yasal değişiklik yapılarak çalışmaktan kaçınan işçilere İş-Kur aracılığıyla 12 aya kadar ücret ödenmesi sağlanmalıdır. 6331 sayılı yasaya göre işyerlerinde oluşturulan iş sağlığı ve güvenliği kurulları var. Bu kurullarda görevli olan çalışan temsilcileri, tehlike kaynağının yok edilmesi veya tehlikeden kaynaklanan riskin azaltılması için, işverene öneride bulunma ve işverenden gerekli tedbirlerin alınmasını isteme hakkına sahiptir. Yasaya göre 2001’den fazla çalışanı olan işyerinde 6 çalışan temsilcisi olur. Kurulda görevli 6 işçinin eğer yaşıyorlarsa beyanları son derece önemlidir. Kayıt tutmanın zorunlu olduğu kurul defterlerinin kayıp olduğu iddia edilmektedir. Kurul üyelerinin hayatta olanlarının vereceği bilgiler olayın aydınlatılmasını sağlayacaktır. Ayrıca ILO “Güvenlik Kültürü Raporu”, meslek hastalıklarının tamamının, iş kazalarının ise yüzde 98’inin önlenebilir olduğunu ortaya koymaktadır. Buradan anlaşılmaktadır ki, yeterli önlemler alındığı takdirde iş kazaları ve meslek hastalıkları önlenebilir. Yasa çıkarmanın tek başına yeterli olmayacağını ve bir iş sağlığı ve güvenliği bilinci oluşturmanın zorunluluğunu ifade etmek gerekir. Zira iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri için yasal kuralların yanı sıra bir kültür ve bilinç oluşturmanın zorunlu olduğu unutulmamalıdır. İşyerlerinde görev yapan iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının ücretleri bağımsız bir fon oluşturulmalı ve bu fondan ödenmelidir. Sonuç olarak hepimiz şapkamızı önümüze koyarak özeleştiri yapmalıyız. Herkesin sorumlu olduğunu düşünmesi gereken acı bir olay yaşadık. Gözünü kar hırsı bürümüş işverenler, yeterince duyarlı olmayan sendikacılar, özenli denetim yapmayan kamu görevlileri, bu konularla ilgili aydınlar ve akademisyenler, medya, işçi maliyetlerini düşürmek için taşeronlaştırmayı yaygınlaştıran Hükümetler ve ilgili Bakanlıklar özeleştiri yapmalıdır. Vahşi kapitalizmin işçinin kanı üzerinden büyüdüğü 1850’li yılları bugün yaşamak zorunda değiliz. 1900’lü yıllarda çocukların bedenleri küçük olduğu için onları maden ocaklarında çalıştıran Batı’nın zalim çalışma şartlarını bugün yaşamak istemiyoruz. İş kazalarında vefat eden emekçilerin üstünü toprakla örterken diğer taraftan da olayların üstünün örtülmesini istemiyoruz. Çağdaş dünya başta maden kazaları olmak üzere iş kazalarını nasıl önlüyorsa bu tedbirlerin maliyet hesaplamaları yapılmadan alınmasını istiyoruz. Temel istediğimiz çağdaş dünyanın öngördüğü insan onuruna yaraşır bir çalışma hayatıdır. *Gazi Üni. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü mezunu. BEM-BİR-SEN Genel Başkan Danışmanı ve Türk Harb-İş Sendikası Eğitim Müdürü. HAZİRAN 2014 29 Başbakan'ın Kamusal Kan Davasını Reddi Prof. Dr. Yasin Aktay Türkiye’nin Muhalefet Sorunu ve “Ortak Çatı Adayı” Dr. Murat Yılmaz Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Prof. Dr. Haluk Alkan Türkiye Usulü Rasyonel Başkanlık Sistemi Bülent Orakoğlu Kriptokrasi: Devlet Güvensizliği ve Yasadışı Dinleme Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Türkiye’de Son Dönemde Yaşanan Yargı - Siyaset Gerilimi Mustafa Burak Çelebi İÇ POLİTİKA 100 yıl önce yaşanmış hadseler km hang dell gösterrse göstersn br mahkeme değl tarh konusudur. Tarh se her zaman tartışmaya açık br alandır. Tartışmaya açıldığı anda orda tarh değl, ya tek taraflı mutlaklaştırılmış br tkat veya bundan türetlen br kan davası vardır. İks de brbrnden zehrleycdr. Her halükarda Başbakan’ın hayatını kaybetmş olanlardan dolayı Ermenlern yaşayan torunlarına tazyesn bldrmes, bu zehrleyc tkattan özgürleşme yolunda öneml br adımdır. Türkiye’nin “Ermeni Dosyası” ile hesaplaşması/ yüzleşmesi tarihinin de hatırlanması/ele alınması gerekmektedir. Kurucu iradenin Ermeni meselesine yaklaşımı ve Erken Cumhuriyet dönemindeki yaklaşımlar ele alınmaksızın Başbakan Erdoğan’ın açıklamasının nereye isabet ettiğini değerlendirmek oldukça zordur. protokollerin imzalanabilmiş olması dahi devletin geleneksel refleksleri üzerinde AK Parti’nin yarattığı dönüştürücü kapasiteyi ortaya koyma açısından önemsenmeli. Türkiye’de oturma ve/veya çalışma izni olmaksızın bulunan 50 binin üzerinde Ermeni’ye yönelik hükümetin pratiği de sorunun çözümü için sorumluluk alındığının en belirgin göstergesi. 1915’te Osmanlı Devleti’nin tehcir kararı almasının ardından müttefik devletler Rusya’nın bastırmasıyla bir deklerasyon yayınlayarak “Türkiye’nin insanlığa ve uygarlığa karşı işlediği bu yeni cinayetler karşısında Müttefik Hükümetler (…) Osmanlı Hükümetinin bütün üyelerini ve onların bu katliamlara karışan ajanlarını kişisel olarak sorumlu tutacaklarını” ilân ettiler. Henüz I. Dünya Savaşı sona ermeden ABD Başkanı Wilson’ın ilân ettiği ve savaş sonrası düzenin temelini oluşturacak olan 14 nokta içerisinde iki başlık Osmanlı Devleti (ardılı Türkiye) ve Ermeni meselesini doğrudan ilgilendiriyordu. Wilson’ın 5. noktasına göre “Sömürgelerin bütün talepleri serbest, açık görüşlü ve tümüyle tarafsız bir yaklaşımla ele alınmalı, bu tür egemenlik sorunlarının çözümünde ilgili halkların çıkarlarıyla egemenliği tartışılan devletin adil taleplerinin eşit ağırlık taşıması ilkesine kesinlikle uyulmalıdır. 12. nokta ise “Bugünkü Osmanlı Devleti’ndeki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, Osmanlı yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliği ile özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. Ayrıca Çanakkale Boğazı uluslararası güvencelerle gemilerin özgürce geçişine ve uluslararası ticarete sürekli açık tutulmalıdır.” ifadesi yer almaktadır. Başbakan Erdoğan’ın 1915 olaylarına yönelik yaptığı açıklamalar ve Ermenistan’la ilişkilerin normalleşebilmesi, Türk dış politikasında yaratılan dönüştürücü etkinin çok daha ötesinde “devrimsel” bir niteliğe sahip. Bu tespiti daha sağlıklı analiz edebilmek için Türkiye’nin Ermeni meselesi konusunda resmi tezlerinin derli toplu biçimde aktarıldığı Kamuran Gürün’ün çalışmasına verdiği isimle ifade edersek, Savaş sonrasında Wilson’ın ABD Başkanlığından ayrılmasına rağmen yeni dönem Wilson Prensiplerinin üzerine inşâ edildiği için kurucu kadroların en önemli sorunlarından birisi Ermeni meselesi oldu. I. Dünya Savaşı’nı sona erdirecek ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu anlaşması olacak metni müzakere etmek için Lozan’a giden Türk heyetine gündeme gelmesi halinde masadan çekilmeleri için BAŞBAKAN’IN KAMUSAL KAN DAVASINI REDDİ Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Onursal Başkanı B aşbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 24 Nisan’dan önce 1915 olaylarına ilişkin yaptığı açıklama hem Türkiye’de hem de uluslararası toplumda ciddi bir yankı buldu. Başbakan’ın yaptığı açıklama birçok kimse tarafından önemli bulunurken bazı araştırmacılar Türkiye’nin 1915 olayları dolayısıyla “özür dilemek” için çok geç kaldığını savundular. Türkiye ve Ermenistan arasındaki sınır hâlâ kapalı. AK Parti iktidarı döneminde TürkiyeErmenistan ilişkilerinin normalleşebilmesi için atılan adımlar Türk dış politikasının tarihsel yönelimleri açısından dönüştürücü nitelikteydi. Türkiye ve Ermenistan arasında 2010 yılında ilişkilerin normalleştirilmesi amacıyla imzalanan protokoller her iki ülkenin Meclis gündemine henüz alınabilmiş değil ancak bu 32 HAZİRAN 2014 verilen talimat iki konuyu içeriyordu: Kapitülasyonlar ve Ermeni meselesi. Neticede imzalanan Lozan Antlaşmasında da azınlıklar etnik mensubiyetlerine göre değil dinsel mensubiyetlerine göre belirlendi ki buna göre Türkiye’de Müslüman olmayan herkes azınlık olarak kabul edildi. Bununla birlikte Lozan Antlaşması hem azınlıklara hem de Türkiye Cumhuriyeti içerisinde bulunan diğer farklı gruplara önemli haklar sağlıyordu. Ancak kurucu kadroların hem içerden hem de dışarıdan tehdit algısı ile şekillendirdiği, mütecessim halini CHP iktidarı döneminde uygulanan Varlık Vergisi ile gördüğümüz paranoyak devlet pratiği Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşme sürecinin de temel motivasyonlarından birisini sağladı. Lozan Antlaşması ile gayrimüslim vakıfların mal varlıkları, ibadet ve inanç hürriyetleri güvence altına alınmışken Türkiye Cumhuriyeti yaklaşık 80 yıl boyunca bu hakları ihlâl etti. 80 yıllık devlet pratiğini dönüştürerek gayrimüslim vakıflara mallarını iade eden AK Parti iktidarını 80 yıllık hatadan sorumlu tutmak nasıl hak bilmezlikse, aynı devletin Ermeni meselesi dolayısıyla 80 yıllık uygulamasından AK Parti’yi sorumlu tutmak da aynı derecede hak bilmezlik, hatta had bilmezliktir. Soykırım Tartışması Dipsiz Kuyu Soykırım kavramının mucidi Yahudi asıllı bir hukukçu olan Raphael Lemkin’dir. Lemkin, Nazi rejiminin Yahudilere, Çingenelere, komünistlere ve diğer bazı gruplara uyguladığı şiddetin ve gerçekleştirdiği kırımların etkisi ile “genocide” kavramını geliştirmiştir. Ancak soykırım kavramı üzerinde hem uluslararası hukukçular hem de siyaset bilimciler henüz ortak kabuller geliştirememişlerdir. Uluslararası ilişkiler disiplininin yükünü çeken ülke olarak nitelendirebileceğimiz ABD’de üniversitelerde karşılaştırmalı jenosit kürsülerinin kurulması aslında tek düze bir soykırımdan bahsedilemeyecek olmasının en önemli göstergelerinden birisi olarak kabul edilmelidir. Siyaset biliminde yazarlar arasında devamlı tartışma konusu olan “soykırım nedir, hangisi soykırımdır?” HAZİRAN 2014 33 gibi sorulara tek bir yanıt verilememiş olması da hatırda tutulması gereken önemli bir husustur. Örneğin realist siyaset bilimciler, Ruanda’da gerçekleşen olayların dünya üzerinde her zaman gerçekleşen ve gerçekleşebilecek türden olaylar olduğunu düşünmektedirler. Dolayısıyla iki toplum arasındaki meseleyi spekülasyona bu kadar açık bir kavram üzerinden tartışmak iki toplum arasında ilişkilerin yeniden kurulmasına hizmet etmek yerine soykırım adı altında “kamusal kan davası”nın derinleşmesine sebep olacaktır. Diğer taraftan soykırım sözcüğünün her geçen gün “modern bir tabu ya da sivil din pratiği” haline geliyor olmasının da altı çizilmelidir. Her ne kadar tarihsel gerçeklikle örtüşmeyen iddiaların sahibi olsa da, Yahudi soykırımının ticari bir meta haline dönüştüğünü söyleyen David Irwing’in hapis cezasına çarptırılması, Ermeni soykırımı yoktur diyen Doğu Perinçek’in Fransa ve İsviçre’de hapis istemiyle yargılanması soykırım sözcüğü etrafında oluşan halisünasyonu net bir biçimde ortaya koymaktadır. Tarih Kan Davası Mantığıyla/Algısıyla Okunamaz Başbakan Erdoğan’ın 23 Nisan tarihinde 1915 yılında yaşananlardan dolayı hayatını kaybeden Ermeniler için yayımladığı taziye mesajı beklenebileceği gibi her kesimde ezber bozucu bir etki yaptı. Tartışmanın tamamen ezberlerle yürüdüğü bir ortamda, doğal olarak siyasetten eser olmaz. Herkes ezberleriyle sabitleştirdiği konumunu pekiştirmeye, onu tahkim etmeye bakarken, bunun karşı tarafın üzerinde hiçbir etkisi olmaz. Belki tek etki ezberi daha güçlü olandan ziyade, ezberinden bağımsız olarak siyasi veya maddi konumu güçlü olanların diğerleri üzerindeki yaptırım gücünden doğar. Erken Cumhuriyet döneminde oluşan algının yaklaşık 80 yıl boyunca devam etmesi Türkiye’nin içerde ve dışarıda güçsüz olmasından kaynaklanmaktaydı. Bugün için Türkiye bu tür ezberler üzerinden kendisine yaptırım uygulanabilecek bir ülke olmaktan uzaktır. Konunun diğer tarafları ise zaten bu ezberden kendilerine bir tür konfor üretmiş oldukları için konumlarına nihai olarak etki edecek bir gelişmeden nispeten muaf durumdadırlar. Oysa bu ezberlerin ürettiği bazı duygular da vardır ki, bu duygular insanı zehirliyor. Bu zehirle uzun süre yaşanmaz. Hrant Dink’in Diaspora’daki kendi soydaşlarını tam 34 HAZİRAN 2014 da bu konuda uyarmak üzere sarf ettiği sözler, Türk nefretinin onların kanlarında bir zehre dönüşmüş olduğu yönündeki sözler, ne yazık ki, hedef kitlesi üzerinde bir etki yapmadan önce Türkçeyi ‘çokbilmiş’ yargı mensuplarımızın bekçi radarlarına takılıp etkisiz hale getirildi. Oysa Hrant Dink de herkesin kendi zehirleyici konforuna kapıldığı bir anda halklar arasında bir diyaloğu başlatmaya ve insanı zehirleyen ezberlerden kurtulmaya davet ediyordu. Bugün Erdoğan’ın bu davetinin ezber bozucu olması aslında sadece böyle bir taziyenin resmi bir mevkiden daha önce yapılmamış olmasından dolayıdır. Yoksa hem Erdoğan hem de liderliğini yaptığı AK Parti camiası genel olarak bu konuda baştan itibaren farklı bir yaklaşım içinde olmadı. 1915’te yaşanan olaylardan dolayı hayatını kaybeden Ermeniler Osmanlı devletinin vatandaşlarıydı. Birçoğunun hayatlarını kaybetmesine yol açan tenkil işleminde yerleştirildikleri yer de o zamanlar yine Osmanlı topraklarıydı. Bu toprakların büyük bir kısmı da Mondros Mütarekesi imzalandığında Osmanlı hâkimiyetindeydi. Şayet Osmanlı 1. Dünya Savaşı sonrasında parçalanmamış olsaydı, bugün o tenkil edilmiş Ermeniler (Avrupa veya Amerika’ya gidenleri hariç) yine Türkiye sınırlarında kalmış olacaktı. Böylece Türkiye vatandaşı insanlar olmaya devam edecek ve muhtemelen yaşadıklarıyla ilgili mağduriyetlerini doğrudan kendi devletlerinden telafi etme yoluna gideceklerdi. Nitekim henüz devletin Osmanlı olduğu bir dönemde yaşananların birçoğunun hesabının görüldüğünü, mahkemelerde tenkil işleminde kastı aşan davranışlarından dolayı birçok kişinin İstanbul’da idam edildiğini de biliyoruz. 1919 yargılamaları İttihat-Terakki sonrası gelen hükümetin bütün kusurları İttihat-Terakki üzerine yıkma girişimi olarak yorumlanabilir belki. Onun için İttihat -Terakki hükümetinin de 1916’da Ermeni Tehciri uygulaması esnasında görevin kötüye kullanılması ya da değişik gerekçelerle sorumluları yargıladığını da belirtmeden geçmeyelim. 1915-1916 yıllarında çalışan soruşturma ve yargılama komisyonları binlerce kişiyi yargıladı. Bu konuda elimizde sağlam istatistikler bulunmaktadır. Buna göre: Aziz: 249, Niğde: 8, Sivas: 579, Suriye: 27, Urfa: 170 kişi olmak üzere toplam 1673 kişi yargılandı. Tahkikatlar neticesinde 67 idam cezası, 524 hapis cezası, 68 kürek, para, kalebent, pranga, sürgün cezası, 227 berat ve yargılama reddi kararı verilirken 109 mahkeme ise 1916 itibariyle devam etmektedir. Bu arada yeri gelmişken, Ermeni örgütlerinin kendi tek taraflı yargılamalarıyla olaydan sorumlu gördükleri bütün Osmanlı devlet ricalinin suikastlar yoluyla katledilmiş olduklarını hatırlatalım. Bunlar arasında Sadrazam Said Halim Paşa, Sadrazam Talat Paşa, Bahriye Nazırı Cemal Paşa gibi kimseler bulunmaktadır. yazılan bir şeydir. Geçmişi aydınlatmaya dönük bir işlevi genellikle yoktur. Bugünden alınmış siyasi mevzilerin desteklenmesiyle ilgilidir. Onca katliam arasından sadece Ermenilere yapılanının bugün tarihsel tartışmanın da dışına çıkarılarak mutlak bir hükme dönüştürülmesinin tarihle değil siyasal mücadeleyle bir ilgisi vardır. Bu konudaki yol gösterici ilkelerden birisi, kimseye başka kimsenin günahının yüklenemeyeceğidir. Bu şiar dolayısıyla Müslümanlar kan davasını ayaklarının altına almış bir peygamberin tavsiyesine uydukları için kendilerine yapılmış olanların davasını sonraki nesillere bırakmamayı bir istidada dönüştürmüşlerdir. Erdoğan’ın yayımladığı mesajın bence en çarpıcı yönü, tarihe mal olmuş olaylar hakkında bugünün hesaplarından yola çıkarak bir yargı vermenin kendiliğinden haksızlığına dairdir. I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde ve hemen sonrasında Balkanlardan çok daha feci bir biçimde tehcir edilen veya doğrudan katliamlara maruz bırakılan Müslüman Türklerin bugün hiç hatırlanmıyor olması, onların yaşadıklarının daha az trajik olmasından ileri gelmiyor. Bütün bir Balkan coğrafyasında yaşanan benzer hadiselerin toplamında milyonlarca insan aynı şekilde katledilmiştir, ama onların davasını kimse gütmüyor. Kimse Bulgaristan’dan, Yunanistan’dan veya Makedonya’dan tehcir edilen veya yerinde katledilen insanları doğru dürüst hatırlamıyor bile. Ama dönüp bakıldığında herkes orada aynı türden şeyler olduğunu takdir edecektir. Başbakan’ın şu ifadeleri biraz da kan davasını cahiliye âdeti sayan bir bilinçle sarf edilmiştir: ‘Bugünün dünyasında tarihten husumet çıkarmak ve yeni kavgalar üretmek kabul edilebilir olmadığı gibi ortak geleceğimizin inşası bakımından hiçbir şekilde yararlı da değildir.’ Özellikle bu konuda yaşanmış olanları parlamento kararlarıyla tartışmaya kapatmaya çalışan işgüzarlığı anlamak mümkün değil. Bu işgüzarlığın 1915 yılında Ermenilerin yaşadıklarından bugün acı duyuyor olduklarına da kimseyi inandıramazlar. 100 yıl önce yaşanmış hadiseler kim hangi delili gösterirse göstersin bir mahkeme değil tarih konusudur. Tarih ise her zaman tartışmaya açık bir alandır. Tartışmaya açıldığı anda orda tarih değil, ya tek taraflı mutlaklaştırılmış bir itikat veya bundan türetilen bir kan davası vardır. İkisi de birbirinden zehirleyicidir. Ermenilerin yaşamış olduğu acıyı elbette ki hafifsemeyi veya yok saymayı gerektirmeyecek bu hatırlatmayı, tarih yazımının doğasına dikkat çekmek için yapıyorum. Tarih elbette ki her zaman bugünden Her halükarda Başbakan’ın hayatını kaybetmiş olanlardan dolayı Ermenilerin yaşayan torunlarına taziyesini bildirmesi, bu zehirleyici itikattan özgürleşme yolunda önemli bir adımdır. Amasya: 2, Ankara: 148, Bitlis: 29, Canik: 89, Diyarbakır: 70, Eskişehir: 29, Halep: 56, Hüdavendigar: 21, İzmit: 28, Kayseri: 146, Konya: 16, Mamurat’ul- HAZİRAN 2014 35 İÇ POLİTİKA TÜRKYE’NN MUHALEFET SORUNU ve “ORTAK ÇATI ADAYI” Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü 10 Ağustos 2014’taki Cumhurbaşkanlığı seçimi, sadece Cumhurbaşkanlığı seçimi olmayacak gibi görünüyor… Bu seçim ilk defa halkoyuyla Cumhurbaşkanının seçilmesinin yanı sıra, Türkiye’nin yeniden kurulduğu bir döneme denk geldiği için, bir Cumhurbaşkanı seçiminin çok ötesinde bir anlam taşıyor. Türkiye’de bürokratik vesayete dayanan eski siyasi rejimin bel kemiği kırıldı, fakat eski rejim tam anlamıyla tasfiye edilip yeni rejim kurulamadı. Siyasi rejimle beraber iktisadi ve sosyolojik olarak da eskiden kopuş anlamına gelebilecek çok ciddi değişiklikler yaşandı. İşte Cumhurbaşkanlığı seçimleri bütün bu değişiklikleri siyasi rejime ve siyasi yelpazeye taşıyabilecek bir katalizör vazifesi üstlenmeye aday. Eski rejim ve bu paradigma içinde siyasi zihniyeti teşekkül etmiş siyasi muhalefet, büyük sermaye, medya, STK ve aydınlar bu değişime reaksiyoner bir tavır geliştiriyorlar. Bu reaksiyonerlik aralarındaki çelişki ve farklılıklara rağmen onları bir koalisyona doğru itiyor. 30 Mart yerel seçimleri bu koalisyonun bir temrini olarak görülebilir. Cumhurbaşkanlığı seçimleri için önerilen 36 HAZİRAN 2014 “ortak çatı adayı formülü”, bu arayışın doğal sonucu. Bu formül hayata geçse de geçmese de, başarılı olsa da olmasa da siyasette kalıcı etkiler bırakacak bir tecrübe olacak. 30 Mart yerel seçimlerinde, 17 Aralık sürecine ve asimetrik savaşa rağmen, AK Parti oylarının % 45’in altına düşmemesi, 10 Ağustos 2014’te yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri için muhalefet cephesinde ciddi bir umutsuzluk meydana getirdi. Bu umutsuzluk ve muhtemel başarısızlığın hesaplaşması, şimdiden muhalefet cephesinin birinci önceliğine dönüşmüş durumda. Cumhurbaşkanlığı seçiminde birinci veya ikinci turda % 50 oy alınması gerekiyor. Bu bütün partiler için gizli veya açık ittifakı zorluyor. Başarısızlık bu ittifakı kuramamaktan kaynaklanırsa, siyasi partilerin içindeki muhalefetin ve siyaset mühendislerinin 10 ay sonra yapılacak 2015 genel seçimleri öncesinde bir parti içi iktidar değişikliği istemesi mümkün. Parti içi iktidar değişikliğinin ve siyaset mühendisliğinin bir partiyle sınırlı kalmayıp, muhalefet cephesinin tamamına yönelik bir tanzime dönüşmesi de kuvvetle muhtemel. Çünkü Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması halinde Erdoğan ile partinin arasını açma ihtimali zorlaştığı için, muhalefetin yeniden yapılanmasıyla 2015 seçimlerinde bir başarı yakalanması tek seçenek haline geliyor. Ancak bu şekilde AK Parti’nin en azından anayasayı değiştirebilecek veya referanduma götürebilecek bir çoğunluk yakalaması engellenebilir. Bu vadide Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra muhalefetin ne şekilde tanzim edileceği, yeni dönemde Başbakanın kim olacağı kadar önemli... Lakin bu önemli konu, ha- 30 Mart yerel seçmlernde, 17 Aralık sürecne ve asmetrk savaşa rağmen, AK Part oylarının % 45’n altına düşmemes, 10 Ağustos 2014’te yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçmler çn muhalefet cephesnde cdd br umutsuzluk meydana getrd. Bu umutsuzluk ve muhtemel başarısızlığın hesaplaşması, şmdden muhalefet cephesnn brnc öncelğne dönüşmüş durumda. len açık olarak tartışılmıyor. Muhalefet cephesindeki siyasi hamlelerin bu sorun dikkate alınmadan anlaşılması zor. Geçtiğimiz günlerde, muhalefet cephesinde üç mühim değişiklik oldu. Birinci olarak BDP, 30 Mart seçimlerinde pek başarılı olduğu söylenemeyecek HDP’ye katıldı. İkinci olarak CHP yönetimde önemli değişiklikler yaşandı. Üçüncü olarak MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefete ortak aday önerisinde bulundu. Bütün bunlar; muhalefet cephesindeki muhtemel ittifaklardan, muhalefet cephesinin içindeki iktidar mücadelelerinden ve muhalefetin yeniden tanzimini hedefleyen siyaset mühendisliğinden ayrı düşünülemez. BDP’nin, başarısız olmasına rağmen HDP’ye geçmesi, Öcalan’ın bir yandan Türkiyelileşme diğer yandan müzakere süreci dolayısıyla soldan gelen eleştirilere ve PKK içindeki mezhebi hassasiyeti gözetme ihtiyacına cevap veriyor. CHP içindeki ciddi yönetim değişikliği ise, partideki 30 Mart seçimlerindeki başarısızlık tartışmalarına cevap verme vesilesiyle Kılıçdaroğlu’nun ekibinin tam hâkimiyetinin tesisidir. Kemal Kılıçdaroğlu’nu genel başkanlığa taşıyan Gürsel Tekin’in hiçbir muhalefet olmadan genel sekreterliğe gelmesi bu bakımdan kayda değerdir. Mustafa Sarıgül’ün, Metin Feyzioğlu’nun genel başkan adaylığının telaffuz edilmeye başlandığı hatırlanırsa, bu değişikliğin parti içindeki iktidar mücadelesine karşı bir tedbir olduğu anlaşılacaktır. HAZİRAN 2014 37 Kılıçdaroğlu hzb 30 Mart seçmlernde CHP’nn kales olarak görülen yerlerde yaptığı aday değşklkleryle part ç ktdar mücadelesne yönelk lk tahkmatı yapmıştı. Genel merkez yönetmndek değşklk part ç mücadeleye yönelk knc öneml hamledr. Bunu muhtemelen part teşklatlarında yapılacak değşklkler takp edecektr. Ancak Kılıçdaroğlu hzbn, bütün bu tedbrlere rağmen, Cumhurbaşkanlığı seçmlerndek ağır br mağlubyet çaresz bırakablr. operasyonuna yönelik bir reaksiyonu ifade etmekteydi. Şimdiki çağrı Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasına karşı bir siyasi projeyi ifade etse de, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra muhalefette ve bilhassa CHP’de yapılmak istenen siyasi mühendisliğe de cevap anlamına gelmektedir. Tuhaftır, Hüsamettin Özkan bu mühendisliğin içinde de yer almaktadır. Bu bakımdan çağrının Kemal Kılıçdaroğlu’na yakınlığıyla bilinen Şükrü Küçükşahin’e yapılmış olması anlamlıdır. Bahçeli daha önce ortak aday, ittifak ve koalisyon imalarını ısrarla reddederken, adeta Kemal’in gelişini yazan gazeteciye Kemal’in gidişini önleyecek bir teklifte bulunuyor. Eğer CHP, Bahçeli’nin ortak aday teklifini kabul eder ve ortak bir aday çıkabilirse, bu iki partinin ve bilhassa CHP yönetiminin parti içi muhalefet karşısında rahatlamasını sağlayabilir. Kılıçdaroğlu hizbi 30 Mart seçimlerinde CHP’nin kalesi olarak görülen yerlerde yaptığı aday değişiklikleriyle parti içi iktidar mücadelesine yönelik ilk tahkimatı yapmıştı. Genel merkez yönetimindeki değişiklik parti içi mücadeleye yönelik ikinci önemli hamledir. Bunu muhtemelen parti teşkilatlarında yapılacak değişiklikler takip edecektir. Ancak Kılıçdaroğlu hizbini, bütün bu tedbirlere rağmen, Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki ağır bir mağlubiyet çaresiz bırakabilir. Bu mağlubiyet, Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi değil, ortak aday çıkarılamaması halinde CHP adayının MHP adayının gerisinde kalıp üçüncü olma ihtimalidir. Böyle bir durumda Kılıçdaroğlu’nun bütün tedbirlerine rağmen CHP’de genel başkan olarak devam etmesi fevkalade zor olacaktır. Önce Deniz Baykal’ın, sonra Önder Sav’ın tasfiyesinde ve Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçilmesinde, parti dışında ama parti kamuoyunda etkin olan güç odakları karşısında Kılıçdaroğlu’nun sadece parti teşkilatıyla direnmesi CHP’nin bölünmesine yol açabilir. AK Parti adayı karşısında muhalefetin ortak aday göstermesi ve ardından yaşanacak başkanlık sistemi tartışmaları, muhalefet partilerinin sadece çatılarını değil, tabanlarını da harekete geçirebilir mi? Bu aslında önümüzdeki döneme ilişkin sorulacak temel sorulardan biri olacaktır. Bu durumda Türkiye’nin AK Parti ve CHP-MHP birleşmesiyle oluşacak partiyle iki, HDP de eklenirse iki buçuk partili sisteme geçmesi mümkün müdür? 2009 ve 2014 yerel seçimlerinde yerel ölçeklerde yaşanan ittifakların, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ülke İşte böyle bir ahvalde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Hürriyet gazetesinden Şükrü Şahin’e MHP’nin muhalefetle ortak çatı adayı çıkarabileceği açıklaması geldi. MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin bu siyasi hamlesi, Ecevit ve Yılmaz ile birlikte olduğu koalisyon hükümeti döneminde yaptığı erken seçim çağrısı kadar önemlidir. Önce bu çağrıyı hatırlayalım. Bu çağrı, Hüsamettin Özkan’ın koalisyon hükümetini ve DSP’yi yeniden tanzim etme 38 HAZİRAN 2014 düzeyinde yaşanması öngörülmeyen dinamikleri harekete geçirebilir. Ortak aday ve ortak çatının ima ettiği “ortak ev”, “ortak parti” ihtimali CHP ve MHP tabanında nasıl karşılanacaktır? Bu iki blok karşısında HDP’nin durumu ne olacaktır? HDP, bu iki blok karşısında marjinalleşir mi yoksa bir tür anahtar partiye mi dönüşür? Bütün bu sorular ortak aday kaybetse bile muhalefet partilerinin bir ölçüde başarı motivasyonu yakalayabilme ihtimalinin gerçekleşmesi halinde sorulabilecektir. Bir de CHP ve MHP’nin ortak adaya rağmen başarısız olması halinde ve oyların artmak yerine azalması gibi bir ihtimalde akla gelebilecek kötü senaryo düşünülmelidir. Bahçeli’nin teklifi kabul edilir ve ortaya açık bir başarısızlık çıkarsa parti içi muhalefetin ve siyaset mühendislerinin önünde direnmek neredeyse mümkün olmayacaktır. Tıpkı Devlet Bahçeli’nin, Ecevit hükümetine ve DSP’ye yönelik Hüsamettin Özkan operasyonuna karşı 3 Kasım 2002 erken seçiminden ortaya çıkan sonuç gibi bir hezimet de mümkün olabilir. Şu ana kadar Devlet Bahçeli’nin ortak aday teklifi kesin bir kabul görmüş değil, Bahçeli eski Cum- hurbaşkanları Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer’i ziyaret etti. Bu ziyaretler ortak çatı adayı, yani AK Parti tabanından da oy alabilecek bir adayın tespiti bakımından ne derece isabetlidir, tartışılır. Hele Ahmet Necdet Sezer’in seçilmesinde MHP’nin rolünün bu tarihlerde hatırlatılması şaşırtıcıdır. Sezer’in kötü mirası kamuoyunda ister istemez Abdullah Gül’le mukayese edilecektir. Bugün Bahçeli’nin ifadesiyle milliyetçi, muhafazakâr, maneviyatçı bir adayın seçilmesini CHP’nin dahi kabul ettiği hatırlanacak olursa, bu başarının açıkça AK Parti ve Erdoğan’ın hanesine yazılacağı açıktır. Bu hafıza ve muhtemel ortak adayda yapılacak yanlışlık MHP içinde ciddi bir krize yol açabilir. MHP’de kuruluş zamanından beri var olan merkez-taşra, Kemalist-muhafazakâr, Türkçü-İslamcı gerginliği yıkıcı bir şekilde gündeme gelebilir. Böylece Bahçeli daha büyük bir ortak çatı ararken, kendi çatısının ve tapulu mülkünün parçalanmasına yol açan bir siyasi lider olarak tarihe geçebilir. Ağustos 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimi, sadece Cumhurbaşkanının seçilmeyeceği kurucu bir seçim olacaktır. Netice ne olursa olsun iktidar ve muhalefetin yeniden yapılanması kaçınılmaz olacaktır… HAZİRAN 2014 39 İÇ POLİTİKA kemesi, özgürlüklerin savunulması amacıyla değil, meclisin devlet adına denetlenmesi amacıyla sitem içinde konumlandırılmıştır. 1961 rejiminde hak ve özgürlüklerin formülasyonu, yoğunlukla vurgulandığı gibi özgürlükçü bir yaklaşımın sonucu olmaktan çok, eğitimli-kentli grupların muhafazakâr olamayacakları öncülüne dayanan ideolojik bir tutumun sonucuydu. Kısaca parlamento çoğunluğuna sahip bir hükümetin sınırlanmasına yönelik hemen hemen tüm mekanizmalar 1961 Anayasasında yer almıştır. SDE Uzmanı 1961 rejimi, ne hızlı bir sosyoekonomik değişim süreci yaşamakta olan Türkiye’nin gerçeklerini karşılayabilecek yeterlilikteydi, ne de Soğuk Savaş koşullarında değişen uluslararası sistemin beklentilerine cevap verebilecek nitelikteydi. 1960’lı yıllarda yapılan seçimler, siyasetin ikinci meclis eliyle kontrol edilmesi beklentilerini boşa çıkardı. Soğuk Savaşın iki kutuplu sisteminde güçlü yürütme beklentisinin güç kazanması, NATO üyesi Türkiye’de rejimin restorasyonunu zorunlu kılmaktaydı. 1961 Anayasası’nın belirleyici unsuru olan askerler, 60’lı yılların sonlarına doğru ülkede daha güçlü bir yürütme yapısının oluşturulmasının başlıca taraftarı konumundaydılar. 1971 muhtırası sonrasında gidilen anayasa değişiklikleri bir taraftan vesayetçi sistemi güçlendirirken, diğer yandan daha güçlü yürütmenin oluşturulmasını hedeflemiştir. Ancak bu müdahale istenilen sonuçları doğurmadığı gibi, 70’li yıllar sınırlı hükümet-güçlü yürütme ikilemi üzerinde ülkede kaosun derinleştiği yıllar olmuştur. şekilde, bir tür oto sansür sistemine bağımlı olarak çalışması İkinci Meşrutiyet’ten beri modernleşmeci bürokratik seçkinlerin temel beklentisidir. 1950 seçimleri ile girilen DP iktidarı döneminde bu beklenti ciddi bir tehdit ile karşı karşıya kalmış ve bu tehdit 1960 darbesi ile tasfiye edilmiştir. Belirtildiği gibi 1961 rejimi vesayetçi bir demokrasi modelini hayata geçirmeyi hedeflemiştir. Nispi temsil seçim sistemine dayalı bir parlamenter sistem içinde, halka karşı seçkinlerin temsil edildiği, atanmışlar ve darbecilerin yer aldığı Senato ikinci bir meclis olarak yapılandırılmıştır. Milli Güvenlik Kurulu, Devlet Planlama Teşkilatı ve üniversite bürokrasisi politika yapımı ve denetimi sürecine hükümetten bağımsız şekilde ortak edilmiştir. Askeri yargının sivil yargıdan ayrılması süreci 1961 Anayasası ile başlatılmış, Anayasa Mah- 1982 Anayasası yukarıda özetlenen bu ikilemin üzerinde formüle edilmiştir. Anayasayı hazırlayanların 1958 tarihli Fransa Anayasası’ndan etkilendikleri, bu anayasayı parlamenter sistem içinde Türkiye’ye adapte etmeye çalıştıkları açıktır. 1982 rejimi temelde sınırlı hükümet-güçlü yürütme ikilemini yürütmenin iki kanadı arasındaki ilişkileri yeniden düzenleyerek aşmaya çalışan kurumsal bir yapıya sahip bulunmaktadır. Siyaset dışından, devlet adına hareket eden cumhurbaşkanının yetkileri artırılarak bu makam hem hükümet üzerinde denetleyici bir güç, hem de hükümetten özerk hareket etmesi istenilen kurumların koruyucusu ve yönlendiricisi konumuna getirilmiştir. Anayasada oluşturulan boşluklar, gerektiğinde cumhurbaşkanının yetkilerini kullanması, gerektiğinde de onun atama yetkilerine bağımlı olarak oluşturulan yargının içti- YAKLAŞAN CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ Prof. Dr. Haluk ALKAN 2 007 yılında yapılan Anayasa değişiklikleri cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi kuralını getirerek, Türkiye’de siyasetin işleyişine kurumsal açıdan etki edecek bir değişimi gerçekleştirmiştir. Her şeyden önce yapılan değişiklik hem Türkiye’de Anayasa yapımı sürecinde belirleyici olan iki temel korkunun oluşturduğu kurumsal formülasyonun sonunu getirmiş, hem de bu korkuları derinleştirmiştir. Türkiye’de 1950-1960 dönemine damgasını vuran çok partili hayat, halk tarafından yaygın olarak desteklenen bir hükümetin sınırlanması arayışını öne çıkarmış, bu arayış 1961 Anayasası ile çerçevesi çizilen vesayetçi bir rejimi doğurmuştur. Parlamentonun, belirlenmiş “temel maksatlar” ile sınırlanmış 40 HAZİRAN 2014 hat yolu ile siyasal sistemin herhangi bir müdahale olmaksızın kendisini yeniden dizayn edebilmesine yardımcı olacaktı. Hükümet ise, teknik kapasitesi yüksek, cumhurbaşkanlığı makamı ile çatışmadığı sürece geniş bir hareket alanına sahip ikincil bir yürütme otoritesi olarak yapılandırılmıştır. 1982 rejimi getirdiği kurumsal yapı itibariyle, 1958-1962 yılları arasında Fransa’da yürürlükte olan, halk tarafından seçilmeyen ve De Gaulle’ün kişiliğiyle somutlaşan güçlü yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanlığı formülünün yumuşatılmış bir biçimidir. Bu çerçevede 1982 Anayasası ile; • Cumhurbaşkanının yasama üyeleri arasından seçilme zorunluluğu kaldırılarak vesayetçi-denetleyici lider formülünün uygulanabilmesi kolaylaştırılmıştır. • Cumhurbaşkanına yargı denetiminden bağımsız tek başına işlem yapma yetkisi tanınmış, buna karşılık (Fransa Anayasası’nın aksine) tek başına yapılabilecek işlemlerin hangi yetkileri kapsadığı konusunda bir düzenlemeye gidilmeyerek ileride yorumlarla doldurulabilecek bir boşluk oluşturulmuştur. 1983-2014 yılları arasında Türkye, parlamenter sstemn oldukça bozulmuş, yarı başkanlık modellernden esnlenmş br şleyşe sahp olmuştur. Bu dönemde cumhurbaşkanları zaman zaman hükümet frenleme amacıyla anayasadak yetkler kullanmaktan çeknmemşlerdr. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçlecek olması anayasal yetklern meşruyet temeln genşletmş, ama aynı zamanda 1982 rejmn parlamenter sstemden yce uzaklaştırarak yarı başkanlık modellerne yakınlaştırmıştır. HAZİRAN 2014 41 Bu sstemn cumhurbaşkanlığı makamı üzernden oluşturmaya çalıştığı vesayetç modelde lk krz Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı seçlmesyle yaşandı. 2007 yılındak cumhurbaşkanlığı seçmlernde se korumacı tepk açıkça br darbe grşmne dönüştürüldü. • Olağanüstü hal ve sıkıyönetim dönemlerinde cumhurbaşkanının bakanlar kurulunun başkanı olarak hareket etmesi anayasal açıdan zorunlu kılınmış ve bu dönemde cumhurbaşkanı yargı denetiminden bağımsız Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi ile adeta yasama yetkisi kullanan bir makama dönüştürülmüştür. • Olağan dönemlerde cumhurbaşkanının gerekli gördüğü durumlarda bakanlar kuruluna başkanlık edebileceği kuralına yer verilerek, cumhurbaşkanının gerektiğinde icracı yetkilere müdahale edebilmesine fırsat tanınmıştır. • Anayasa değişikliklerinde referanduma gitme yetkisi tanınarak, anayasa yapım sürecinde cumhurbaşkanına stratejik bir konum verilmiştir. • Herhangi bir nedenle ülkede 45 gün içinde bir hükümetin kurulamaması durumunda, hükümet krizi yorumuna başvurarak Meclis seçimlerini yenileme yetkisi cumhurbaşkanına tanınmıştır. • Doğrudan ya da dolaylı olarak ülkedeki tüm üst düzey yargı organlarında görev alacak hâkimlerin atanması cumhurbaşkanı otoritesine bağımlı kılınmış; dolaylı olarak HSYK aracılığı ile alt diğer yargısal atama ve işlemlerde cumhurbaşkanı belirleyici bir konum edinmiştir. • Anayasal hükümler ve Danıştay içtihatları yolu ile yükseköğretim yönetimi tamamıyla cumhurbaşkanı otoritesine bağımlı kılınmıştır. • Cumhurbaşkanına Devlet Denetleme Kurulu aracılığı ile bakanlıklar dâhil tüm devlet kurumlarında, kamu iştiraklerinde, kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütlerinde, sendikalarda, vakıflarda ve 42 HAZİRAN 2014 kamu yararına çalışan derneklerde denetleme yapma ve bu denetim sonucunda hükümete direktif verme yetkisi tanınmıştır. Yukarıda özetlenen ve daha da uzatılabilecek bu liste 1982 Anayasası’nda klasik parlamenter bir cumhurbaşkanlığı makamı olmadığını göstermektedir. Sıralanan yetkilerin birçoğu temsili yetkiler değil, gerektiğinde yorumla genişletilebilecek icracı yetkilerdir. 1982 rejimi yetkilerini artırdığı cumhurbaşkanının halk tarafından değil, Meclis tarafından seçilme koşulunu sürdürerek delegasyoncu güçlü bir yürütme otoritesi doğurmuştur. Böyle bir sistem içinde cumhurbaşkanlarının nasıl bir rol oynayabileceğine ilişkin örnekler 28 Şubat süreci, Onuncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer-Başbakan Bülent Ecevit ve yine Cumhurbaşkanı Sezer-Başbakan Recep Tayyip Erdoğan dönemleridir. 1982 Anayasası döneminde cumhurbaşkanları, parlamenter rejimde karşı imza kuralı gereğince kararnameleri imzalama yetkilerini, hukuka ve usule uygunluğun ilanı amacının çok ötesinde hükümeti yönlendirme ve bloke etmek amacıyla sıklıkla kullanmışlardır. Kararname imzalama yetkisinin bir siyasi denetim aracı olarak kullanılması daha çok cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçildiği ve siyasal taraf olarak bir meşruiyete sahip olduğu yarı başkanlık rejimlerine özgü bir durumdur. Buna karşılık 1982 Anayasası döneminde atama kararnameleri, hatta hükümetlerin kurulması sırasında bakanların kimler olacağına müdahale etmek şeklinde cumhurbaşkanlarının onay yetkilerini siyasal yerindelik açısından kullanmakta bir sakınca görmedikleri ve siyasal iktidarla zaman zaman çatıştıkları birçok örnek ya- şanmıştır. Bu örnekler bize 1982 rejiminin kurumsal açıdan parlamenter sistem olarak zaten işlemediğini göstermektedir. Bu sistemin cumhurbaşkanlığı makamı üzerinden oluşturmaya çalıştığı vesayetçi modelde ilk kriz Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle yaşandı. 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise korumacı tepki açıkça bir darbe girişimine dönüştürüldü. Ancak 1960’lı ve 70’li yıllarda olduğu gibi, ülkenin sahip olduğu toplumsal dinamikler yukarıdan aşağıya oluşturulan siyasal mühendislik çalışmalarını boşa çıkarmıştır. Abdullah Gül’ün Ağustos 2007’de cumhurbaşkanı seçilmesi ile bu makam üzerinden vesayetçi bir sistemin kendini idame ettirebilmesinin de sonu gelmiştir. 2007 yılında yapılan anayasa değişiklikleri ise vesayetin sürdürülmesi arayışlarına bir tepki olarak cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi kuralını getirerek, 1982 Anayasasının öngördüğü işleyişi tamamıyla alt üst etmiştir. 2014 yılı cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında Türkiye’de siyasal sistemin ne yöne evrileceği yukarıdaki arka planda önem kazanmaktadır. Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilecek olması, öncelikle bu makamı delegatif yetki kullanan bir makam olmaktan çıkarmış, doğrudan halktan alınan meşruiyete dayalı bir yürütme otoritesine dönüştürmüştür. İki defa seçilebilme kuralı, Meclis üyeleri ya da toplamda en son seçimlerde yüzde on oy oranını geçen bir parti bloku tarafından aday gösterilebilecek olması cumhurbaşkanlığı makamının siyasal işlevselliğini güçlendirmiştir. Görüldüğü gibi 1983-2014 yılları arasında Türkiye, parlamenter sistemin oldukça bozulmuş, yarı başkanlık modellerinden esinlenmiş bir işleyişe sahip olmuştur. Bu dönemde cumhurbaşkanları zaman zaman hükümeti frenleme amacıyla anayasadaki yetkileri kullanmaktan çekinmemişlerdir. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek olması anayasal yetkilerin meşruiyet temelini genişletmiş, ama aynı zamanda 1982 rejimini parlamenter sistemden iyice uzaklaştırarak yarı başkanlık modellerine yakınlaştırmıştır. Yine bu çerçevede 1982 Anayasasında yürütme otoriteleri arasındaki yetki dağılımının nasıl düzenlendiği, anayasal boşlukların olası sonuçları, cumhurbaşkanı–hükümet ilişkilerinin gelecekte nasıl şekillenebileceği sorularını gündeme taşımıştır. Bu sorulara cevap verebilmek için cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçildiği modellerde ne tür işleyişlerin ortaya çıktığı ve 1983-2014 deneyiminin ışığında Türkiye’de değişimin ne olabileceği üzerinde durulması gerekmektedir. HAZİRAN 2014 43 İÇ POLİTİKA Türkye çn en y yönetm şekl Başkanlık sstemdr. Mevcut sstem; ülkemzde mll rade ve demokrasye karşı vesayet sstemlernn güçlenmesnn önünü açan, dış ülkelern de müdahl olduğu darbe süreçlernn yaşanmasına neden olan, Yen Türkye vzyonu ve msyonuna uygun br sstem değldr. TÜRKİYE USULÜ RASYONEL BAŞKANLIK SİSTEMİ Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı T ürkiye’de, Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak, 12. Cumhurbaşkanı halk oylamasıyla seçilecek. Başbakan Erdoğan’ın aday olması durumunda ilk turda seçileceği yönünde, parti içinde ve kamuoyunda güçlü bir destek olduğu açıkça ifade ediliyor. Ancak 30 Mart Seçimleri öncesinde, 17-25 Aralık’ta, hukuk örtüsü altında iktidara yönelik darbe girişiminde başarılı olamayan, bir ucu dışarıda diğer ucu içeride olan şer koalisyon bu kez, Erdoğan’ın öncelikle aday olmaması, aday olduğu takdirde, partili Cumhurbaşkanlığı veya Başkanlık sistemine geçilmesi için provokatif eylem ve senaryoları içeren ve yeni Türkiye’yi hedef alan, kaos ve istikrarsızlık yaratmaya yönelik B planını devreye sokmuş görünüyor. 44 HAZİRAN 2014 Bu amaçla, paralel yapı medyası tetikçileri, attığı manşet ve köşe yazılarında, Başbakan Erdoğan’a, alenen hakaret etme ve onu tehdit etme gaflet ve cüretinde bulunuyorlar. Bizzat Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamalardan anlaşılacağı gibi, 10 Ağustos’ta yapılacak seçimlerde Cumhurbaşkanı değil devlet başkanı seçilecektir. Dolayısıyla, 12. Cumhurbaşkanı’nın göreve başladığı andan itibaren, mevcut sistemin yerini fiilen partili cumhurbaşkanlığına veya yarı başkanlık sistemine bırakacağı dillendirilmektedir. Bu durumda, Başbakan Erdoğan, Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Türkiye’de darbecilerin kurduğu ve ne olduğu belirsiz mevcut sistemden, Türk usulü rasyonel başkanlık sistemine yumuşak bir geçiş süreci başlatılacak gibi gözükmektedir. Sistem değişikliği kendi seyri içinde konjonktürel şartlarla uygun olarak olgunlaştırılarak, 2015 Genel Seçimlerinde Anayasa’yı değiştirebilecek oranda bir milletvekili sayısının üstünde bir çoğunlukla meclise gelindikten sonra fiilen sistem değişikliğinin gerçekleştirileceği anlaşılıyor. Britanya’daki Parlamenter Demokrasi, ABD’deki Başkanlık ve Fransa’daki Yarı Başkanlık Sistemlerinin sentezi diyebileceğimiz, Türk Usulü Rasyonel Başkanlık veya Yarı Başkanlık Sisteminin oluşmasında TBMM Kurucu meclis gibi çalışarak, başkanlık sisteminin hukuki yapısını ve seçim sistemlerini düzenleyecek; yeni sisteme geçişte alınması gereken tedbirler ile yapılması gerekli reformların hukuki alt yapısının oluşturulmasına yönelik çalışmalara ağırlık verecektir. AK Parti’nin Kasım 2012 tarihinde TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu, başkanlık sistemine ilişkin önerilerini içeren 22 maddelik taslak metin, başkanlık sisteminin ülke genelinde tartışılarak, ülkemizin kendi özel şartlarını, tarihsel geleneklerini, siyasi kültür özelliklerini göz önünde tutarak, başkanlık, yarı başkanlık veya Türk usulü başkanlık sistemlerinden hangisinin tercih edilmesi gerektiğine yönelik bir PR çalışmasıydı diyebiliriz. Günümüzde, siyasi istikrar açısından, başkanlık ve parlamenter sistemlerinden hangisini tercih etmemiz gerektiği konusunda, kamuoyunda yapılan tartışmalarda zaman zaman önemli ölçüde hata yapılmaktadır. Yaklaşık 100 ülkede değişik biçimlerde başarıyla uygulanan başkanlık sisteminin, gerek uygulama gerekse mevzuattan kaynaklanan ve ender olarak görülen suistimal, hata ve eksikliklerini sürekli ön plana çıkartarak başkanlık sistemin eleştirilmesi ülke menfaatleri açısından doğru bir yaklaşım olarak görülmemektedir. Bugün kamuoyunda başkanlık sistemi ile ilgili olarak sıkça dile getirilen ve merak edilen hususların, doğru ve bilimsel bilgilerle enforme edilmesi, demokrasiyle örtüşen sistemin başkanlık sistemi olduğuna yönelik argümanların açıkça ortaya konması lazımdır. AK Parti tarafından ortaya atılan başkanlık sistemi tartışmalarını, sadece başkanın rolü ve Erdoğan karşıtlığı üzerinden eleştiri konusu yapmak yanlıştır. Bunun yerine, sistemin özünün masaya yatırılıp, bu sistemi başarı ile kullanan dünya ülkeleri üzerinden ve sistemin Türkiye’ye uygulanabilirliği açısından en doğru ve demokratik yöntemi bulmak adına eleştiri ve katkılarımızın kamuoyu ile paylaşılması gerekmektedir. Yaklaşık 30 yıl önce, 8. Cumhurbaşkanı Özal tarafından, 12 Eylül Darbe’sinin flu konjonktürel ortamında, sistemin giderek tıkandığı ve devamlı siyasi istikrarsızlık ve darbelere zemin yarattığı gerekçesiyle, “Türkiye için umut, krizden çıkış, yeniden yapılanma değişim ve dönüşümün” adresi olarak ortaya atılan Türk usulü başkanlık sistemi ile ilgili çalışma ve tartışmalar başlatılmıştı. HAZİRAN 2014 45 Mlletten tam destek almış br hükümet, stkrarlı ve güçlü muhalefet, güçlendrlmş yerel yönetmler Yen Türkye’nn yen küresel msyonu ve vzyonuna öneml katkılar sağlayacaktır. rının yetkilerini, başka anayasal kurumlarca dengeleyen bir yapıya izin verdi. Bu yapılanmada yargı da son derece merkezi bir rol üstlenmişti. Parlamenter sistem ile ilgisi olmayan, mevcut durumu, parlamenter rejimmiş gibi kabul edip, anayasal düzenlemeler ile rasyonelleştirilmiş parlamentarizme dönüştürerek, sorunların çözülebileceği görüşünü ortaya atan vesayetçi kesimin, başkanlık sistemine geçilmesinin gereğinin kalmadığı, üstelik ülke güvenliği açısından başkanlık sisteminin tehlikeli olduğu yönündeki tez ve iddiaları meşruiyetini yitirmiş görünüyor. Geçmişte Özal tarafından başlatılan Demirel ve Çiller’in de savunduğu sistem değişikliği isteğinin, günümüzde Başbakan Erdoğan’ın, “darbelerin ve darbe teşebbüslerinin, yönetimdeki istikrarsızlık nedeniyle mümkün olabildiği”, “başkanlık sistemlerinde ise güçlü ve istikrarlı yönetimler oluşturmanın mümkün olduğu” ve böylece milli iradeye yönelmiş tüm darbelerin önüne geçilebileceği öngörüsü ile yeniden devreye sokulduğu anlaşılıyor. Türkiye’deki Uygulama Parlamenter Sistem mi? Türkiye’de darbeci vesayet makamları tarafından örtülü ve açık bir şekilde etki ve kontrol altına alınan, hatta darbeciler tarafından kurulduğu bile iddia edilen Anayasa’daki uygulamanın, parlamenter sistem olmadığı yönünde haklı eleştiriler dile getiriliyor. Anayasa uzmanları tarafından yapılan değerlendirmelerde, gerçek parlamenter sistemin özellikleriyle, Türkiye Anayasası’nın öngördüğü sistemin özellikleri yan yana konduğunda, ülkemizdeki uygulamanın parlamenter sistem olmadığının açıkça ortaya çıktığı belirtiliyor. Türkiye’de darbeciler tarafından, demokrasiyi bir tehdit ve tehlike olarak gören bir vesayet anlayışıyla, 1961 ve 1982 Darbe Anaya- 46 HAZİRAN 2014 sa’larının oluşturulduğunu, bu nedenle, Türkiye’deki mevcut durumun parlamenter sistem ya da yarı başkanlık olarak adlandırılmasının yanlış olacağının da altı özellikle çiziliyor. 1924 Anayasası’nda egemenliğin tek sahibi TBMM üzerinden milli iradenin bizatihi kendisi olmasına rağmen, 1961 Darbe Anayasası’nda, vesayetçi yapıların, milli iradeye karşı devlete hakim olmalarını sağlayacak radikal değişikliklere yer verilmiş, 4. madde de belirtilen “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” fıkrasına ek olarak, “Millet, egemenliğini Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır.” eklentisinin yapılması ile TBMM, egemenliği tek başına kullanan bir organ olmaktan çıkartılmıştı. Milletin, egemenliğini seçtikleri aracılığıyla kullanması gerekirken, duyulan ideolojik güvensizlik nedeniyle, milli iradeyi örtülü veya açık olarak denetleme ve gözetleme görevi ordu, üst yargı ve üniversitelere verilmişti. 1961 Anayasası ile kurulan vesayetçi sistem, büyük ölçüde 1982 Anayasası’nda da korunarak sürdürüldü. Her iki anayasa da “çoğunluk ilkesini” sorgulayıp, seçimden kaynaklanmış olan devlet organla- Aslında Türkiye’nin, Parlamenter sistemden, Türkiye usulü başkanlık veya yarı başkanlık sistemine geçmesi ülkenin makûs talihi olan siyasi istikrarsızlığını önlemenin tek çaresi gibi görünüyor. Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir güç olmasının olmazsa olmaz şartı olarak, Türkiye’nin yeni sisteme yumuşak bir geçiş yapması elzemdir. Rahmetli Alparslan Türkeş’in, 1969 yılında kaleme aldığı 9 ışık kitabında, “Türkiye’nin kurtuluşu başkanlık modelidir” şeklinde tespitte bulunması, 45 yıl sonrasında bile olsa Başkanlık sistemine geçişimizin, Türkiye’nin ulusal güvenliği ve dünyada sözü geçen bir ülke olması açısından önemine ve bu sistemle Türkiye’nin bölünebileceği iddialarına en güzel bir cevap niteliği taşıyor. Başkanlık Sistemi Diktatör Yaratır mı? Başkanlık sistemi ile ilgili olarak, Türkiye genelinde yapılan tartışmalarda öne sürülen eleştirilerden en önemlisi olan “tek adam ve diktatör yaratma” iddiası kesinlikle doğru değildir. Aksine bu sistemde kuvvetler ayrılığı prensibinin, kuvvetlerin birbirlerini denetlemesi ve dengelemesi suretiyle gerçek anlamda uygulanması diktatörlük anlayışına kesin kapalı bir sistem olma özelliği yaratmaktadır. Başkanlık sistemlerinde yasama ve yürütme’nin iki ayrı seçimle oluşması bu iki erk’i birbirinden bağımsızlaştırmış olup, yasamanın hükümet oluşturmada bir rolü yoktur, hükümet var olabilmek için yasama desteğine ihtiyaç duymaz. Yürütmenin yasama tarafından etkin bir şekilde denetlenebilmesi, katı güçler ayrılığı ilkesi uygulamalarının önemli bir sonucu ve şartı olarak ortaya çıkar. Başkanlık Sistemi Parti İçi Demokrasiye Geçişi Sağlayabilir Başkanlık sisteminin en önemli özelliklerinden birisi de son derece gevşek ve zayıf bir parti disiplinine sahip olmasıdır. Başkanlık sisteminde yürütme, doğrudan halk tarafından ayrı bir seçim süreciyle belirlendiği için, yasama desteğine ve dolayısıyla parti disiplinine bağlı değildir. Zira güçlü bir parti disiplini başkanlık sistemine geçilmesi halinde katı güçler ayrılığı prensibini ortadan kaldırarak ayrı seçimle oluşmuş olmasına rağmen üyeleri başkan tarafından belirlenmiş ve başkana sadık bir yasama erk’inin oluşmasına ve yasamanın dengeleme ve denetleme kabiliyetini yitirmesine neden olabilecektir. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin bir ürünü olan ve halen yürürlükte bulunan Siyasi Partiler Yasasına hâkim olan anlayış, katı parti hiyerarşisini aşırı derece güçlendirerek, parti disiplininin devamını sağlamış ve bu şekilde parti içi demokrasiye geçiş mümkün olamamıştır. Türkiye için en iyi yönetim şekli Başkanlık sistemidir. Mevcut sistem; ülkemizde milli irade ve demokrasiye karşı vesayet sistemlerinin güçlenmesinin önünü açan, dış ülkelerin de müdahil olduğu darbe süreçlerinin yaşanmasına neden olan, Yeni Türkiye vizyonu ve misyonuna uygun bir sistem değildir. Türkiye Usulü Rasyonel Başkanlık sistemi, insanı öne çıkaran, demokratik ve özgürlükçü bir anayasa ve daha demokratik bir seçim sistemi ve partiler yasası ile desteklendiği takdirde, Türkiye’de siyasi istikrarsızlığı önleyecek, Yeni Türkiye’nin Ortadoğu ve dünyada bölgesel ve küresel güç olma yolunda önemli bir parametresi olacaktır. Milletten tam destek almış bir hükümet, istikrarlı ve güçlü muhalefet, güçlendirilmiş yerel yönetimler Yeni Türkiye’nin yeni küresel misyonu ve vizyonuna önemli katkılar sağlayacaktır. HAZİRAN 2014 47 İÇ POLİTİKA KRPTOKRAS: DEVLET GÜVENSİZLİĞİ ve YASADIŞI DİNLEME Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA SDE Savunma ve Güvenlik Programı Koordinatörü A dana’da aralarında hâkim ve savcıların da olduğu kişilerin cep telefonlarının yasadışı yollarla dinlendiği iddiasıyla 9 polis hakkında açılan dava, aslında, devletin güvenlik kurumlarının genel olarak ‘yönetilenler’e güvensizliğinin geldiği marazi boyutu gösteren önemli bir gelişmedir. Son zamanlarda; siyasilerin ve bürokratların yatak odalarına kadar dinlendiği, esrarengiz kasetle- 48 HAZİRAN 2014 rin ‘servis edildiği’, ‘sağır oda’lardaki toplantılarda konuşulanların sızdırıldığı, başbakanlığın kriptolu telefon hatlarının dahi korunaklı olmadığı ve -ironik ve ibretlik bir şekilde- bütün bunların yine devletin -ve toplumun- ‘yüce’ menfaatleri için yapıldığı iddialarına şahit olduk. Sıradan insanların yakınlarıyla yaptıkları özel sohbetlerde dahi kendi kendilerine sansür uygulama ihtiyacı duydukları bir sosyal orta- mın hastalıklı halinin semptomlarını gördük. Halkın tedirginliğinden güç devşiren, bu yolla kendi gizli gündemini gayrimeşru yollarla hayata geçirmeye azmeden bu yeni dönem, perde arkasından gizli tekniklerle oluşturulan bir ‘gözetim toplumu’nu; devletin sıradan insanlara kapalı, soyut ve karanlık merkezinden yapılan yeni bir yönetim biçimini, kriptokrasi denebilecek Orwellyen bir distopyayı akla getirir oldu. kez güvenliği özgürlüğün önüne koyma eğilimi gösterdikleri, güvenliği öncelikli kılan bir anlayışın meşru ve kolayca anlaşılır olduğunu düşündükleri gibi bir yaklaşımla hareket ettikleri kolaylıkla gözlenir. Güvenlik, devlet açısından ‘devlet’in ve onun total bir görünümü demek olan toplumun güvenliğidir ve kişilerin güvenliği ancak devlete ve topluma göre ele alınabilecek kadar bir öneme sahiptir. Kabul etmek gerekir ki özgürlük ve güvenlik ilişkisi her zaman için ikilemli ve aynı anda var olmalarının zor olduğu düşünülen gergin bir alanı işaret eder. Güvenlik meselesi, Berki’nin ifadesiyle “hem devlet için hem de devletin içinde olduğu bir sorundur” (1986: 13). Devlet kurumları ve yöneticilerinin çoğu Loader ve Walker (2007), bu çelişkiyi ele aldıkları çalışmalarında oldukça önemli bir şekilde, özgürlük ve güvenlik arasında böylesi bir ikilemin gerçekte olmadığını ve her ikisinin aynı anda var olabildiği ya da her ikisinin de kaybedildiği görüşünü ileri sürdüler. ‘Ancak özgürseniz güvendesinizdir ve ancak gü- Bütün bunlara karşın ‘kişi güvenliği’ni geniş bir şeTam bu noktada tartışılması gereken önemli konu- kilde, “kişilere yönelik, öteki insanlardan, somut lardan biri, devletin güvenlikten sorumlu kurumları- kişilerden, belirlenebilir gruplardan ve bir ‘sistem’ nın sık sık özgürlük/güvenlik ikilemine düşmesi ve bir ‘piyasa’, bir ‘yapı’ ve hatta bizatihi ‘toplum’un bu ikisinin ancak birbiri hilafına var olabileceği gibi kendisi gibi soyut varlıklardan gelebilecek uzak ya bir yanılgıyı neredeyse bir tür devlet politikası katılı- da yakın, doğrudan ya da dolaylı, gerçek ya da hayali her türlü tehdit” (Berğıyla uygulamaya geçirme ki, 1986: 3) olarak anlamak arzusudur. Devlet için önDemokratik bir gerekir. Devletin güvenlik celikli olan güvenli bir ortanımı sadece somut tehlitamın ve kamu düzeninin toplumda güvenlik keler ve belirlenebilir kişiler sağlanmasıdır; özgürlükler kurumlarının bütün ve siyasal zorlamalar ikinüzerinden işler, can ve mal varlık nedeni, sivil cil ve ancak birincil olana güvenliğine indirgenir. Bunu göre anlamlı olabilecek, sağlamak için ise genellikle hayatın olabildiğince dolayısıyla daha kolay olagizli, el altından ya da perde geniş bir özgürlük ve rak vazgeçilebilecek olan arkasından, soyut çalışır angüvenlik alanı içerisinde şeylerdir. Burada çelişki şu cak bu esnada bizatihi soyut ki bu bakış, güvenliği topve hayali bir tehdit kaynağıişlerliğini sürdürerek luma ve onun kendi kendina dönüşür. Yasadışı dinlesiyasal süreçleri en ni var etme iradesi demek me, tam anlamıyla devletin kesintisiz biçimde olan siyasal potansiyeline soyut bir tehdide dönüştüğü dönük bir güvensizlik içinhaldir. Denebilir ki, ancak işletebilmesini sağlamak, den ele alır. Öncelikli bir bireyi merkeze alan bir gütoplumun bütün bir varlık nedeni gibi gördüvenlik anlayışı, özgürlüğü ve siyasal iktidarını ğünden hayatın her alanıgüvenliği birbirini aksi yönna ‘önce güvenlik’ levhası de etkilemeden var edebilir. emniyete almaktır. asar. Buradan hareketle Kaldı ki güvenlik böylesi bir yapılacak kısıtlamaları, dinbakışla ele alındığında bizalemeleri ve baskıları, daha güvenli bir toplum için tihi düşünülenin aksine “sivilleştiricidir” (Loader ve kendiliğinden ve aksi düşünülemeyecek derecede Walker, 2007). Kişilerin hür bir şekilde haberleşmesi gerekli ve öncelikli gibi görmeye başlar. Devletin, güvence altına alınmadığında yasal ya da yasadıgüvenlik gerekçesiyle her konuda -çünkü her ko- şı yapılacak her türlü dinleme, toplumun geneline nunun güvenlik boyutu içkin olarak vardır- müdahil yayılan bir güvensizlik ve huzursuzluk kaynağı olaolabilme hakkına sahip olduğuna inanır. caktır. HAZİRAN 2014 49 ifadesidir. Böylesi bir yerde her yapılan, söylenen ya da konuşulan şeylerin en az iki anlamı vardır. Kişiler, yapıp ettiklerini aynı anda hem kendileri hem de devletin kurumsal güçleri açısından düşünmeli, onlar açısından en uygun olana göre biçimlendirmeli, düşündüklerini yüzlerinde belli etmemeli, ‘uykusunda konuşmamayı öğrenmeli, hem bilmeli hem de bilmemeli, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olarak, çeliştiklerini bilerek ve “Kabul etmeliyiz ki her ikisine de inanarak birgünümüz dünyasında birini çürüten iki görüşü aynı devlet ve özellikle de ona anda savunmalı, mantığa bağlı olarak kamu polisliği karşı mantığı kullanmalı, ahlaka sahip çıktığını söylerhizmeti veren kurumlar, ken ahlakı yadsımalı’dırlar siyasal bir toplumun (Orwell, 2011: 89, 59). vendeyseniz özgürsünüzdür’ denebilecek şekilde, özgürlüğün var olabilmesi için güvenliğin; güvenliğin var olabilmesi için ise özgürlüğün olmazsa olmazlığını, birinin ötekine tercih edilemeyeceğini, tercih edilmesi ve örneğin güvenliğin öne alınması halinde aslında ilk kaybedilenin yine güvenlik olduğunu, böylelikle güvensiz ve tedirgin bir ortamın kendiliğinden ortaya çıktığını dile getirirler. Böylesi bir ‘devlet güvensizliği’ esasen güvenlikçi ideolojinin topluma yaptığı en büyük kötülüktür. Bu tür bir ortamda devlet, toplumun kendi kendini var edip dönüştürdüğü siyasal iradesinin bir simgesi olmaktan çıkarak, uzak durulması ve korunulması varlığını sürdürebilmesi gereken, gizemli ve karanlık Güvensizlik, şifrelere gizve güçlenmesi için bir güç haline gelir. “İktidar lenerek örtülür ama alttan olmazsa olmazdır” ile politika birbirinden ayrıalta sürekli bir tedirginlik ve lır ve iktidar politikayı ma(2007: 7). Ne var ki bu güvensizlik hali görünmehaller uzamında çürümeye yen bir biçimde kol geze‘olmazsa olmazlık’ her bırakır” (Bauman ve Lyon, rek, kişinin durup dururken şeyin mümkün ve mubah 2013: 108). Güvenliğe vurkendinden şüphe etmesiyle olabileceği bir anlayışa gu yapıldıkça siyasal olan sonuçlanan bir toplumsal buharlaşır. Siyasal anlamizin verir şekilde bu psikoza götürür. Kripto, da iktidarsızlaşan insan, en var olan güvensizliği şifreli kurumların kolaylıkla mahrem alanlarda dahi hebir şekilde görünmez kı‘yasal hukuksuzluk’lara sap verecek bir otorite bullar. Teknolojik imkânlar bu düşmelerine ve kaba ma ihtiyacı duymaya başlar. marazi halin teknikleştirileHesap verecek bir otorite bir yorumlamayla rek daha incelikli ve daha bulamadığında kolaylıkla engelsiz bir biçim kazanbireyin kaybettiği durup dururken suça kamasına yol açar. Tekniğin özgürlüklerinden rışmış olduğu zehabına kagetirdiği yeni güvenlik açığı güvenlik devşirmelerine pılabilir. Güvensizlik, suçu için daha karmaşık teknoçağrıştırır ve toplumun, neden olur. lojilere başvurulduğunda güvenlik kurumları karşıgüvenlik sıradan olmaktan sında kendini sürekli suçlu çıkar. Perde arkasından kirli hissettiği bir hastalıklı yapı ortaya çıkar. Buradan bir yüz kimsenin bilemediği ve anlayamadığı gizembaşlayan güvensizlik hali giderek kişilerin birbirine li ve karanlık bir amaçla herkesi tekniğin edilgen güvenemediği, her şeyi iki kere -biri devlet biri ken- nesneleri haline getirir. Düşünce, inanç ve ifadeler disi açısından- düşünmek zorunda kaldığı; kendisini buna göre kodlanarak uygun zaman ve zeminde sürekli bir gözetim altında hissettiği, fikir ve inanç- kullanılmak üzere, şifresini kimsenin bilmediği bir larını ancak şifreli yol ve yöntemlerle yaşanır kılabilir yerde bekletilir. Ancak, “güvenliğin hizmetindeki olduğu bir sisteme -kriptokrasiye- götürür. daha büyük, daha hızlı ve bağlantıları daha kuvvetKriptokrasi, tam anlamıyla devletin kendi mutlak varlığı dışındaki her şeye olan güvensizliğinin şifreli 50 HAZİRAN 2014 li gözetim teknolojilerinin huzuru bir şekilde temin edeceği inancı yanlıştır ve kaçınılmaz olarak diğer seçeneklerin önünü tıkar” (Bauman ve Lyon, 2013: 119). Böyle olduğunda özgürlük, “iki kere iki dört eder diyebilme özgürlüğü”nden (Orwell, 2011: 283) ibaret kalır. Demokratik bir toplumda güvenlik kurumlarının bütün varlık nedeni, sivil hayatın olabildiğince geniş bir özgürlük ve güvenlik alanı içerisinde işlerliğini sürdürerek siyasal süreçleri en kesintisiz biçimde işletebilmesini sağlamak, toplumun bütün bir siyasal iktidarını emniyete almaktır. Bu anlamda polis, aynı anda özgürlüğün ve güvenliğin var olabilmesini, ikisi arasındaki ilişkinin birbirini kesintiye uğratan ya da yok eden bir zıtlık taşımayıp ancak bir arada var olabilen nitelikte olduğunu simgeler. Diğer bir deyişle, özgürlük ve güvenlikten birinin artması ötekini azaltmaz; her ikisi de köken olarak aynı şeye dayanır ve aynı kaynaktan beslenerek var olurlar. Bu aynı zamanda polisi ve diğer güvenlik kurumlarını da ortaya çıkaran ve var eden kaynaktır: Toplumun siyasal imkânları… “Kabul etmeliyiz ki günümüz dünyasında devlet ve özellikle de ona bağlı olarak kamu polisliği hizmeti veren kurumlar, siyasal bir toplumun varlığını sürdürebilmesi ve güçlenmesi için olmazsa olmazdır” (2007: 7). Ne var ki bu ‘olmazsa olmazlık’ her şeyin mümkün ve mubah olabileceği bir anlayışa izin verir şekilde bu kurumların kolaylıkla ‘yasal hukuksuzluk’lara düşmelerine ve kaba bir yorumlamayla bireyin kaybettiği özgürlüklerinden güvenlik devşirmelerine neden olur. Bu durumun en büyük zararı toplumun gerçek anlamda siyaset yapamamasına neden olan soyut bir oto-vesayet halinin ortaya çıkmasıdır. Ancak çelişki şu ki, bu hal güvenlikçi ideolojiyi daha güçlü kılarak devletin toplumdan bağımsız bir varlık halinde iş yapmasına ve kolaylıkla yasaların dışına çıkarak yaptıklarının meşru görülmesine neden olur. Var olan düzenin değişmezliği, siyasal alanın ancak kurulu olana göre yapılabileceği inancı yerleştikçe her şey güvenlik gerekçesiyle kesintiye uğrayabilir ve bu durum sorunlu görülmeyebilir. Güvenlik bizatihi amaç haline gelir ve tam da Minton’un dediği gibi “… güvenlik ihtiyacı bağımlılık yapabilir; insanlar, bir kez uyuşturucuya alıştıktan sonra bir daha onsuz yapamayan bağımlılar gibi, güvenliğe ne kadar sahip olsalar da yetinmeyebilir, korku korkuyu doğurur” (2011: 171). İnsanlar -1984’deki ifadeyle, “deliliği seçip tek kişilik bir azınlık olmayı yeğlemiyorlarsa” (2011:283)- yasaların boyunduruğu altına girme ile yasalara karşı gelme seçenekleri arasına sıkışıp kalır, dışardan bir kontrol kurumuna ihtiyaç kalmayacak kadar disiplinli birer itaatkara dönüşürler. Bu andan itibaren, masum insanlar kendilerini suçlulara göre ayarlamak zorunda kalır, alanı sesi daha çok çıkana terkederek kamusal alanı güvenlik kurumlarına bırakırlar. Güvenlik, siyasetten ve toplumdan bağımsız, kişileri aşan kutsal bir otoritenin düzen halindeki görünümü olarak varlık kazanır. Bu yaşandığında, ‘teknik olarak siyaset’ yerini ‘siyaset olarak teknik’e bırakır (Foucault). Kişilerin özel yaşamlarını kontrol ederek ne düşündüklerini ve ne yapacaklarını önceden öğrenip buna göre önlemlerle daha güvenli bir toplum oluşturulabileceği düşüncesi bir tür siyasetin teknikleştirilmesi, insanların ancak insanlığını kaybedip otomatlara dönüştüğünde güvende olabileceği hissini yayan bir toplum modelidir. Kaynakça Bauman, Z. ve Lyon, D. (2013), Akışkan Gözetim, çev: Elçin Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Berki, R.N. (1986), Security and Society: Reflections on Law, Order and Politics, Londra: Dent Yayınları. Loader, I. ve Walker, N. (2007), Civilizing Security, Cambridge: Cambridge University Press. Minton, A. (2011), Ground Control: Fear and Happiness in the Twenty-First Century City, Londra: Penguin. Orwell, G. (2011), 1984, çev: Celal Üster, İstanbul: Can Yayınları. HAZİRAN 2014 51 İÇ POLİTİKA TÜRKİYE’DE SON DÖNEMDE YAŞANAN YARGI - SİYASET GERİLİMİ Mustafa Burak ÇELEBİ* Araştırma Görevlisi 30 Mart 2014 tarihinde yapılan yerel seçimlerden AK Parti’nin oylarını artırarak birinci parti olarak çıkmasının ardından muhalefet, her şeyin sandıktan ibaret olmadığını, seçimleri kazanmakla iktidar olunamayacağını, tek başına iktidar olmanın her istediğini yapmak anlamına gelmediğini beyanatlarında kullanmaya başladılar. Bu söylemlerden hareketle Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Nisan ayının hemen başlarında, yani 30 Mart yerel seçimlerinin hemen akabinde, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) hakkında hazırlanmış olan kanunun, Adalet Bakanlığı ile ilgili olan bazı maddelerini Anayasaya aykırı bularak iptal etmesi ve yine AYM’nin, iç hukuk yolları tam olarak tüketilmeden, bireysel başvuru yoluyla gündemine aldığı Twitter’a yapılan engellemenin kaldırılması yönündeki büyük tartışmalara sebep olan kararları, muhalefetin bu söylemlerini bir bakıma haklı çıkardı. AYM’nn 52. Kuruluş Yıldönümü sebebyle mahkeme başkanı Haşm Kılıç’ın; Danıştay’ın 146. Kuruluş Yıldönümünde se, TBB Başkanı Metn Feyzoğlu’nun syas çerkl konuşmaları, tartışmaların seyrnn hukuk alandan syas alana taşınmasına sebep oldu. 52 HAZİRAN 2014 AYM’nin, HSYK ile ilgili olan kararından ziyade, twitter hakkında vermiş olduğu karar gündemi daha fazla meşgul etti. Bu karar ile birlikte, hukuk sistemimize yeni girmiş olan “bireysel başvuru yolu” hakkındaki düzenleme, önemli tartışmaları beraberinde getirdi. Kendisine “anayasa şikâyeti” adı da verilen “bireysel başvuru yolu”nun temel mantığı, temel hak ve özgürlükleri ihlal edilen kişilerin, diğer başvuru yollarını tükettikten sonra, AYM’ye başvurmalarıdır. Almanya, Avusturya, İspanya gibi bazı ülkelerde mevcut olan böyle bir başvuru yolu, ülkemizdeki anayasal yargı sistemine 12 Eylül 2010 tarihli referandum ile onaylanan 5982 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu ile girmiştir. Dolayısıyla bireysel başvuru yolu, 5982 sayılı kanunun getirmiş olduğu bir yeniliktir. Anayasamızın 148. Maddesi’nin 12 Eylül 2010 tarihli referandum ile onaylanan 5982 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu ile değiştirilen yeni şekline göre; herkesin, anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla AYM’ye başvurabileceği belirtilmekte; başvuruda bulunabilmek için de olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şartı aranmaktadır. AYM’ye bireysel başvuru hakkı, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önünde mahkûm olmasını önleyici bir tedbir olarak düşünülmüştür. Esasında bireysel başvuru hakkının kabulü, insan haklarına ilişkin hassasiyetin bir tezahürüdür. Bireysel başvuru yolunun hukuksal bir gereksinim olarak ortaya çıkması, soyut ve somut norm denetiminin, temel hak ve özgürlükler için yeterli bir koruma sağlayamamasından kaynaklanmaktadır. Bu yetersizliğin nedeni, her iki denetim yolunun da ancak norm düzeyinde, yani bir kanunun ya da kanun hükmünde kararnamenin içerdiği kurallar esas alınarak yapılabilmesidir. Oysa temel hak ve özgürlükleri sınırlayıcı nitelikte bir yasa kuralının uygulama alanı, sayısı ve somut içeriği önceden kestirilemeyen birçok olayı kapsamaktadır. Bu uygulamada temel hak ve özgürlüğün normatif etkisini dikkate almayan bir yorum ya da uygulama, ancak bireysel başvuru yolu ile düzeltilebilir. Çünkü burada sorun normda değil, normun anayasaya aykırı olan uygulanışında kendini göstermektedir. Yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşılabileceği gibi, bireysel başvuru yolunun hukuk sistemimize girmesindeki temel amaç, devletçi - seçkinci bir yargı anlayışının yerine, özgürlüklerin önünü açan bir yargılama sistemine kavuşmak ve uluslararası mahkemeler önünde Türkiye’nin kötü imajını ortadan kaldırmaktır. AYM kuruluşundan itibaren özellikle siyasi nitelikli davalar dolayısıyla insan hakları ve özgürlükler lehine yerleşik bir içtihat sergileyememiş, vesayet aktörü olarak hareket ettiği için genellikle bu biçimdeki davalarda devletçi ve ideolojik yaklaşımın etkisi altında kalmıştır. Bireysel başvuru yoluyla, kısaca, AYM’nin eski vesayetçi yapısından kurtularak, özgürlüklerin önünü açan kararlar alması amaçlanmıştır. Twitter kararı uygulamasında asıl tartışma konusunu, AYM’nin özgürlükçü karar almasının milli menfaatler vurgusu yapılarak önüne geçilmesi değil, yüksek mahkemenin olağan kanun yolları tüketilmeden bu kararı vermesi oluşturmuştur. Kararın niteliğinden ziyade, hukuk dışı yollarla verilmiş olması büyük eleştirilere sebep olmuştur. AYM’nin bu tutumu, Anayasa’nın 148. Maddesi ve 6216 sayılı “Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun” ile uyumlu değildir. Çünkü her şeyden önce işleyen bir yargı süreci vardır. Yargı süreci henüz bitmemiştir. Dolayısıyla ortada kesin hüküm haline gelmiş bir mahkeme kararı yoktur. Dolayısıyla AYM’nin bu kararı tamamlanmamış yargı sürecini anlamsız hale getirmiştir. Bu durum bireysel başvurunun amacıyla bağdaşmamaktadır. Çünkü 6216 Sayılı yasanın 45/2. Maddesi’ne göre; “ihlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda ön- HAZİRAN 2014 53 yargıyı ele geçirme düşüncesinden hareket ederek de, AYM’nin yapısının değiştirildiği 2010 referandumuna “hayır” oyu veren muhalefet, son Twitter kararı ve Haşim Kılıç’ın iktidara ikaz niteliği taşıyan siyasi konuşması sonrasında, yine olmaması gereken yerde kendini konumlandırdı. görülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir.” ifadesi yer almaktadır. Nisan ayının başlarında, AYM’nin vermiş olduğu “Twitter Kararı”na yönelik hukuki tartışmalar bu yönde gelişme gösterirken, AYM’nin 52. Kuruluş Yıldönümü sebebiyle mahkeme başkanı Haşim Kılıç’ın; Danıştay’ın 146. Kuruluş Yıldönümünde ise, TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nun siyasi içerikli konuşmaları, tartışmaların seyrinin hukuki alandan siyasi alana taşınmasına sebep oldu. “AYM’nin sürekli gömlek değiştiren bir yapıda olmadığı”, “mahkemelerin hiçbir makamdan emir ve talimat alamayacağı”, “yargının devletin vicdanı olduğu”, “AYM’nin bireysel başvuru yoluyla evrensel hukuk kurallarını uyguladığı ve özgürlüklerin önünü açtığı” yönündeki ifadeler, Haşim Kılıç’ın konuşmasından öne çıkan başlıkları oluşturdu. Haşim Kılıç’ın bu konuşmasına tabii ki siyaset camiası kayıtsız kalamazdı ve kalmadı da. Konuşmaya tüm muhalefet partileri tam kadro destek verirken, iktidar partisi konuşmanın, nezaket kurallarından yoksun ve siyasi içerikli bir özellik taşıdığını belirterek, mahkeme başkanının cübbesini çıkarıp siyasete girmesi yönünde açıklamalarda bulundu. Bu konuşmaya ve Haşim Kılıç’a muhalefet tarafından verilen destek, muhalefetin seçimlerden hiçbir ders çıkarmadığını ortaya koydu. 17 Aralık öncesi, cemaate muhalefet çevrelerince yöneltilen sert eleştirilerden sonra, 17 Aralık’tan itibaren muhalefetin, cemaatin ve paralel yapının amacına hizmet eden politikaları, halk tarafından itibar görmedi ve 30 Mart seçimlerinde muhalefet yine başarısız oldu. Aynı süreç, Haşim Kılıç’ın konuşmasında tekrar yaşandı. Bir zamanlar, hukukçu olmadığı gerekçesiyle Haşim Kılıç’a sert eleştiriler yönelten, AK Parti’nin 54 HAZİRAN 2014 Haşim Kılıç’ın konuşmasının ardından siyasi ortam bu şekilde kendini gösterirken, Metin Feyzioğlu’nun, Danıştay’ın 146. Kuruluş Yıldönümü töreninde, ev sahibi sıfatıyla Danıştay Başkanı’ndan daha uzun bir süre kürsüyü işgal ederek, Haşim Kılıç’ın konuşmasına paralel bir şekilde, hükümete ikaz niteliği taşıyan siyasi içerikli bir konuşma yapması, zaten yüksek olan yargı ve siyaset arasındaki tansiyonun daha fazla yükselmesine sebep oldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Metin Feyzioğlu’nun konuşmasına tepkisi, Haşim Kılıç’ın konuşmasına oranla daha fazla sertti. Feyzioğlu’nu edepsizlikle suçlayan Tayyip Erdoğan, salonu terk ederek Afyon kampına gitti. Bir daha bu tür toplantılara katılmayacağını ifade eden Erdoğan, Haşim Kılıç’a yaptığı eleştiriye benzer bir şekilde, Metin Feyzioğlu’nu da cübbesini çıkarmaya davet etti. Başbakan Erdoğan’dan başka iktidar partisinin diğer bazı mensupları da, Metin Feyzioğlu’nun konuşmasını sert bir şekilde eleştirdi. Hükümet üyeleri tarafından hem Haşim Kılıç’ın hem de Metin Feyzioğlu’nun, MHP lideri Bahçeli’nin “çatı aday” formülüne layık isimler oldukları belirtildi. Muhalefet ise Haşim Kılıç’ın konuşmasına vermiş olduğu ortak desteği Metin Feyzioğlu’nun konuşmasına vermedi. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu Feyzioğlu’nu desteklerken, CHP Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu, Kemal Kılıçdaroğlu ile aynı görüşü paylaşmadı. MHP lideri Devlet Bahçeli de Feyzioğlu’nun konuşmasını eleştirdi. Haşim Kılıç konusunda ortak bir tavır sergileyen muhalefet, Metin Feyzioğlu konusunda ikiye bölündü. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi yaşanan bu tür tartışmalar, Türkiye’deki vesayet kalıntılarının başka bir şekle büründüğünü göstermektedir. 2007 yılı cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar, devletçi res- mi ideolojinin arkasına sığınarak milli iradeye yön vermeye çalışan yargı bürokrasisi, son yaşadığımız olaylarla birlikte, eski vesayet sistemini sürdürmek için temel hak ve özgürlükleri koruma maskesi altında yine milli iradeye yön vermeye çalışmaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine az bir süre kala AYM’yi yine zor günler beklemektedir. Mansur Yavaş’ın Ankara seçimlerinin yenilenmesine yönelik bireysel başvurusu ile Tayyip Erdoğan ve Burhan Kuzu’nun sosyal medyada ağır hakaretlere maruz kaldıklarını iddia ederek bireysel başvuru yoluyla AYM’ye müracaat etmeleri, “Dershane Düzenlemesi” olarak bilinen kanunun muhalefet partilerince iptali istemi, mahkemenin gündeme alması beklenen önemli dosyalardır. Ayrıca büyük bir ihtimalle Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan yeni MİT Yasası da, muhalefet tarafından AYM’ye götürülecektir. Tüm bu kritik konularda Yüksek Mahkeme’nin vereceği kararlar önümüzdeki günlerde Türkiye siyasetini önemli ölçüde şekillendireceğe benzemektedir. AYM’nin bu konularda vereceği kararların Türk Milleti’nin vicdanında nasıl bir etki bırakacağını ise, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile 2015 genel seçimleri belirleyecektir. Yasama organının bazı faaliyetlerini anayasaya aykırılık bakımından denetleyen ve siyasi parti kapatma davalarına bakmakla görevli olan AYM gibi kurumların vermiş olduğu kararlar elbette siyasi nitelik taşıyan kararlardır. Türkiye’deki en önemli sorun, AYM’nin vermiş olduğu kararların toplum vicdanında yol açtığı rahatsızlıklar bakımından önem taşımaktadır. Türk milleti adına karar veren yüksek yargı organları 2010 yılı anayasa değişiklikleri ile demokratik bir yapıya kavuşturulmaya çalışılmıştır. Fa- kat son yaşanan tartışmalar, bu düzenlemenin de yeterli olmadığını göstermektedir. Bu konuda yapılması gereken şey, toplumun büyük çoğunluğunu ilgilendiren konularda verilen mahkeme kararlarına karşı, farklı denetim yollarının, hukuk sistemimize girmesinin önünü açmaktır. Yüksek mahkemelerin ve özellikle de AYM’nin vermiş olduğu kararların, önem derecesine göre, gerektiğinde TBMM’de nitelikli çoğunluk usulüyle, gerektiğinde de halk oylaması yolu ile denetiminin sağlanması, bir çözüm önerisi olarak gündeme gelebilir. Özgürlüklerin önünü açmak için hukuk sistemimize girmiş olan bireysel başvuru yolu yeni anayasaya kavuşma özlemi içinde olan Türkiye’nin bir başka sorununu ortaya çıkarmaktadır. 367 Kararı’nda olduğu gibi bireysel başvuru yolunda da hukuk, dolambaçlı yollardan ihlal edilmektedir. Geçmişten günümüze kadar yaşanan siyasi ve hukuki krizler sebebiyle, bu tür ihlalleri önlemek amacıyla Anayasamız, oldukça ayrıntılı düzenlemelere yer vermek zorunda kalmıştır. Bu sebeplerden dolayı 1982 Anayasası’nın kazüistik (fazla ayrıntılı) niteliği sürekli eleştirilmiştir. Tarihi boyunca askeri ve bürokratik darbelerle mücadele etmek zorunda kalan; demokratik konsolidasyonunu tam olarak sağlayamayan; yasama, yürütme ve yargı organlarının görev alanları kesin çizgilerle ayrılmamış olan bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin, uzun yıllar boyunca çerçeve anayasalar yerine, kazüistik anayasalarla yönetilmesi kaçınılmaz görünmektedir. Kaynakça BİLİR, Faruk, (2014), Anayasa Mahkemesi’nin Twitter Kararı, Ankara Strateji, (Erişim Tarihi: 8 Nisan 2014). GÖZEL, Arif, (2014), AYM’nin Twitter Kararı: Anayasa 26 İhlal Edildi, Ankara Strateji, (Erişim Tarihi: 3 Nisan 2014). GÖZLER, Kemal, (2010), Anayasa Hukukuna Giriş: Genel Esaslar ve Türk Anayasa Hukuku, Ekin Basın Yayın Dağıtım, Bursa. HAKYEMEZ, Yusuf Şevki, (2013), Türkiye’de son on yılda (20022012) Demokratikleşme Sürecinde Atılan Adımlar, “Türkiye’nin Demokratik Dönüşümü”, (Edt: Murat Yılmaz & Hamit Emrah Beriş), Stratejik Düşünce Enstitüsü Yayınları, Ankara, ss. 19 – 54. SAĞLAM, Fazıl, (2012), Anayasa Şikayeti Anlamı, Kapsamı ve Türkiye Uygulamasında Olası Sorunlar, “Demokratik Anayasa: Görüşler ve Öneriler”, (Edt: Ece Göztepe & Aykut Çelebi), Metis Yayınları, İstanbul, ss. 418 – 466. *Selçuk Üni. Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu. Ankara Üni. Siyasal Bilgiler Fakültesi Araştırma Görevlisi. Kamu Hukuku alanında çalışmaktadır. HAZİRAN 2014 55 DIŞ POLİTİKA yurtdışında yaşayan Mısırlılar bu sürece belirgin bir ilgi göstermediler. 20 Mayıs 2014 itibariyle yaklaşık 100 bin Mısırlı Cumhurbaşkanlığı seçimleri için yurtdışındaki temsilciliklerde oy kullanmış bulunuyor. 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu sayı 305 bin olarak gerçekleşmişti. Seçim, iki aday arasında geçecek bir seçim yarışı olacak gibi görünüyordu ancak Hamdin Sabbahi’nin seçim sürecinde bir dekor olmaktan öteye geçemediği söylenebilir. 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda % 21 civarında oy almış olan Hamdin Sabbahi’nin, bir sürpriz yapabileceği bazı kimselerce dile getirilmiş olsa da sonuç bunun oldukça düşük bir ihtimal hatta imkânsız olduğunu düşünenleri haklı çıkarttı. Zira esasen Mısır’da iki adaydan birisi arasında bir tercih yapılmaktan ziyade Sisi’nin seçilmesine yönelik bir referandum gerçekleştirildi. Siyasal analistler Sisi’nin % 72-76 arası bir oy oranıyla Cumhurbaşkanı seçileceğini tahmin ediyorlardı. Ancak % 45 civarında katılımın olduğu seçimlerde Sisi % 95’in üzerinde oy aldı. Adayların Seçim Vaatleri MISIR’DA DÖNÜŞÜ: CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ Öner BUÇUKCU SDE Uzmanı 3 Temmuz 2013’te, Mısır tarihinin demokratik teamüllerle işbaşına gelmiş ilk Cumhurbaşkanı M. Mursi’ye karşı gerçekleştirilen askerî darbe sonrası siyasal ve ekonomik açıdan büyük bir kaosa sürüklenen Mısır’da 26-27 Mayıs 2014 tarihlerinde Cumhurbaşkanlığı seçimleri gerçekleştirildi. Darbenin liderlerinden, Mursi döneminin Millî Savunma Bakanı General Abdülfettah el-Sisi ve 22 Kasım 2012 tarihli Mısır anayasa referandumunda 58 HAZİRAN 2014 Cumhurbaşkanı M. Mursi’ye karşı birleşen partilerin çatı yapılanması Ulusal Kurtuluş Cephesi eş başkanı Hamdin Sabbahi’nin katıldığı Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Sisi kazandı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri için ilk olarak yurtdışında oy verme süreci başladı. Yurtdışında yaşayan Mısır vatandaşlarının sayısının 8 milyon civarında olduğu dikkate alındığında 15 Mayıs’ta başlayan oy verme sürecinin önemli olduğu düşünülebilir ancak 30 yılı aşkın bir süre devam etmiş diktatoryal rejimin yıkıldığı 25 Ocak Devrimi’ne gidilen süreçte meydanların sıklıkla kullandığı slogan “ekmek, özgürlük, sosyal adalet” idi. Yani meydanlar ekonomik refah seviyesinin geliştirilmesini sosyal ve siyasal hakların elde edilmesinden öncelikli bir mesele olarak değerlendiriyordu. 3 Temmuz Darbesi’ne giden süreçte meydanlara yığılan kimselerin en önemli motivasyon kaynaklarından birisi de Mursi döneminde ekonomik anlamda gözle görülür bir gelişme yaşanmadığı iddiası idi. Halbuki Mısır ekonomisinin problemleri oldukça kronikti ve bir iktidarın bırakın bir yılı, dört-beş yıl içinde dahi mesafe kat edebilmesi oldukça zordu. Sisi, Cumhurbaşkanlığı seçimine gidilirken Mısır’ın geleceğine ilişkin kendi siyasal programını açıklamıştı. Sisi’nin siyasal programı kabaca dört başlıkta gruplandırılabilir: - Nüfusun ülkenin kuzeyine toplanmasının yarattığı sorunları hafifletebilmek (trafik, çöp vb.) ve Gayri Safi Millî Hasıla’ya (GSMH) katkı sağlayabilmek için Nil deltasının yukarı kısımlarını bayındır hale getirmek, bu bölgelerin nüfusunu arttırmak, - Devlete ekonomide daha büyük ve belirleyici bir rol, Mısır Arap Baharı sürecnde trend belrleyen ülke oldu. Hüsnü Mübarek gb son derece güçlü br ldern devrlmes/devrleblyor olduğunun görülmes bölgedek dğer toplumsal hareketlere cesaret verd. Ancak 3 Temmuz’da gerçekleşen darbe ve sonrasında askerî yönetmn yaptığı katlamlar sürecn değşen trendlern de belrlemş oldu. Mısır darbesnden ber bölgede statükocu (statusquo) güçler syaset alanını şekllendryor. - Uygulanan sübvansiyonların kademeli olarak kaldırılması, - Körfez ve Arap sermayesinin Mısır’a çekilmesi. Açıkladığı programın fark edilir bir ilerleme kaydettiğinin müşahede edilebilmesi için en az iki yıla ihtiyaç olduğunu belirten Sisi, aslında Mısır’da üzerinde devamlı durulan çözüm önerilerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor. Bu durum akıllara Sisi’nin Mursi yönetiminden, üstelik de Körfez ülkelerinden akan sıcak para da yokken, bir yıl içerisinde nasıl bir başarı beklediği sorusunu da gündeme getiriyor. Ordu yönetimi, geçtiğimiz yaklaşık bir yıllık süre zarfında Mısır ekonomisini tarihin en kötü seviyesine getirmiş bulunuyor. Kamu borç stoku GSMH’nin %100’ünden fazla, döviz rezervleri tarihin en düşük seviyesinde. Uygulanan sübvansiyonlar bütçenin dörtte birine tekabül ederken Mısırlıların dörtte biri günlük 2 doların altında bir gelirle hayatlarını devam ettirmeye çalışıyor. Bu göstergeler Mısır ekonomisinin ciddi bir reform sürecinden geçmesi gerektiğini gösteriyor ancak, Sisi’nin liderliğindeki darbe yönetimi böyle bir ekonomik reform sürecini yürütecek meşruiyete ve aparatlara sahip değil. Sentetik Mısır’da ordu yönetime el koyarken kaynayan sokaklarda Mübarek’ten sonra palazlanan yeni bir diktatörün alaşağı edilmesinden duyulan sevinç çığlıkları hâkimdi. Pratik dikkate alınarak Mursi’nin bir diktatör olabilme ihtimali üzerine tartışmalar bir kenara bırakılırsa, meydanları dalgalandıran hâkim retorik 25 Ocak Devrimi’nin kazanımlarının kaybedilmeyeceğine, Mısır’da demokratik süreçlerin işletileceğine dair sokak gösterilerini gerçekleşti- HAZİRAN 2014 59 ren gruplarda bir umut da hâkimdi. Abdülfettah elSisi’nin liderliğindeki askerî yönetimin uygulamaları bu sevinç çığlıklarını oldukça kısa sürede bastırdı. Sisi’yi eleştirdiği için programı yayından kaldırılan Bassem Youssef’in başına gelenler ya da 6 Nisan Hareketi’nin illegal ilân edilmesi Mursi döneminde olmuş olsaydı sokaklar/entelektüeller ne tepki verirdi sorusunun cevabı bir spekülasyondan öteye geçmez ancak Sisi’nin bu kararları aldığı ve ciddi hiçbir tepkiyle karşılaş(a)madığı vakıa. Arap toplumları uzun yıllardır otoriter, baskıcı rejimlerin hâkim olduğu devletlerde yaşıyorlar. Arap Uyanışı olarak adlandırılan sürecin en temel motivasyonunun Arap halklarının “ekmek” sembolünde müşahhaslaşan refah seviyesinin yükseltilmesi olduğu muhakkak. Bu gerçeği ıskaladığımızda sağlıklı bir analiz imkânını da kaçırmış oluruz. Diğer taraftan bu hakikat Arap dünyasındaki kitlesel mobilizasyonun Arap toplumlarının karar verme süreçlerine daha fazla dahil/müdahil olma taleplerinin de olduğunun tespit edilmesinde bir engel teşkil etmese gerekir. Diğer taraftan darbe rejimi tarafından desteklenen entelektüellerin son dönemde üzerinde durduğu Mısır’ın darbe ile “demokratik idealden uzaklaşmadığı”, Mısır halkının otoriter bir yönetim kültürüne sahip olduğu ve dolayısıyla demokrasiye geçişin kademeli bir şekilde olması gerektiği, darbe yönetiminin Mısır’ı sağlıklı bir demokrasiye ulaştıracak ara rejim/geçiş rejimi olduğu retoriği de yetersiz ve geçersiz... Mısır halkının böyle bir kültüre sahip olup olmadığı ayrıca değerlendirilmesi gereken bir konu ancak Sisi’nin Müslüman Kardeşler’i sistem dışarısına çıkarma ve şeytanlaştırma politikası, Adeviye meydanında gerçekleştirdiği katliamlar Sisi retoriğinin böyle bir geçiş rejimi/ara rejim retoriği ve dolayısıyla pratiği üretmeyeceği muhakkak. Diğer taraftan Sisi’nin açıkladığı ekonomik/siyasal programın da başarı şansı oldukça az. Çünkü Mı- 60 HAZİRAN 2014 sır ekonomisinin reforma ihtiyacı olduğu muhakkak olmakla birlikte bu ihtiyaca cevap verilmesi politik bir reformasyon süreciyle eş zamanlı biçimde gerçekleştirilebilir. Mısır ekonomisinin birçok sorunu kronik, dolayısıyla ekonomik bir reform süreci politik reform sürecinden geçiyor. Sisi’nin politik reform sürecini dışarıda bırakan yaklaşımı, örneğin Ordunun bütçedeki payının tartışılmasının yasaklanmasını/tartışılamamasını da beraberinde getiriyor ve bu durum ekonomik reformun mevcut şartlar altında imkânsızlığını da ortaya koyuyor. Sisi Kimin Cumhurbaşkanı Olacak? Mısır’da ekonomik göstergeler oldukça kötü olmasına rağmen darbe yönetiminin iktidarda kalabilmiş olmasının en önemli sebeplerinden birisi S. Arabistan ve Körfez ülkelerinin darbeye verdikleri siyasal ve ekonomik destekti. Özellikle Adeviye Katliamı sonrası bütün dünyadan yağan tepkiye Sisi’nin verdiği cevap S. Arabistan ve Körfez ülkeleriyle yakınlaşıp dünyayla bütün bağı koparmak oldu. S. Arabistan ve Körfez ülkelerinden Mısır’a gelen sıcak paranın 12 Milyar Doların üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Mısır’a bu kadar büyük yatırım yapmış olan S. Arabistan ve Körfez ülkeleri de doğal olarak Mısır’ın iç politikasında ve dış politikasında oldukça belirleyici bir konumda bulunuyorlar. Dolayısıyla seçilen Cumhurbaşkanı’nın, Mısırlıların seçtiği değil de S. Arabistan ve Körfez ülkelerinin atadığı Cumhurbaşkanı olacağını söylemek mümkün. Diğer taraftan S. Arabistan’ın, Mısır’a verdiği destek ABD ile ilişkilerinde sarsıntılara yol açması bağlamında bölgesel kriz dalgaları oluşması ihtimalini de beraberinde getiriyor. çıkar uyuşmazlıkları olmakla birlikte iki ülke kontrterörizm ve İran’ın bölgesel etkisinin çevrelenmesi konularında ortak noktada buluştukları için stratejik ilişkiler devam edegelmişti. S. Arabistan-ABD ilişkilerinde kriz olduğu algısının oluşmasında dönem dönem S. Arabistan’ın böyle bir psikoz geliştirmesinin de etkisinin olduğunu söylemek gerekiyor. Glenn Snyder S. Arabistan’ın zaman zaman geliştirdiği ABD’nin S. Arabistan’ı yalnız bıraktığı, ihanet ettiği düşüncesinin birisi güçlü birisi zayıf müttefik ilişkisinin neticesi olduğunu düşünüyor. Bununla birlikte ABD ve S. Arabistan arasındaki ilişkilerde, 11 Eylül sonrasının en sorunlu döneminin yaşandığı söylenebilir. Bu durumun oluşmasında etkili olan unsurlardan birisi Obama yönetiminin İran’la, İran’ın nükleer programı dolayısıyla farklı bir ilişki türü geliştirmesinin S. Arabistan’da yarattığı hayal kırıklığıdır. İkinci önemli husus ise iki müttefik arasında Mısır’ın geleceğine ilişkin ortak bir kanaatin olmamasıdır. Müslüman Kardeşler’e savaş ilân eden S. Arabistan ve Körfez ülkelerine karşılık Obama yönetimi Müslüman Kardeşler’in kriminalize edilmemesi gerektiğini ve Mısır’da demokratik sürece dâhil olmaları gerektiğini düşünüyor. Obama yönetiminin bu tavrı S. Arabistan ve Körfez ülkelerinin Mısır angajmanlarını sertleştiriyor ve Mısır bu bağlamda her geçen gün daha diktatoryal ve kapalı bir rejim haline dönüşüyor. Mısır, Arap Baharı sürecinde trendi belirleyen ülke oldu. Hüsnü Mübarek gibi son derece güçlü bir liderin devrilmesi/devrilebiliyor olduğunun görülmesi Arap toplumları uzun yıllardır otorter, baskıcı rejmlern hâkm olduğu devletlerde yaşıyorlar. Arap Uyanışı olarak adlandırılan sürecn en temel motvasyonunun Arap halklarının “ekmek” sembolünde müşahhaslaşan refah sevyesnn yükseltlmes olduğu muhakkak. Bu gerçeğ ıskaladığımızda sağlıklı br analz mkânını da kaçırmış oluruz. bölgedeki diğer toplumsal hareketlere cesaret verdi. Ancak 3 Temmuz’da gerçekleşen darbe ve sonrasında askerî yönetimin yaptığı katliamlar sürecin değişen trendlerini de belirlemiş oldu. Mısır darbesinden beri bölgede statükocu (statusquo) güçler siyaset alanını şekillendiriyor. Mısır’da mevcut durum analiz edildiğinde ordudan daha güçlü bir kurumun bulunmadığı görülüyor. Mısır ordusu ise politik alanının dışına çıkamayacak derecede, politik alana ekonomik ve sosyal çıkarlar açısından angaje olmuş durumda. Sivil-asker ilişkilerinin normalleşebilmesi için Mısır’da sivil siyaset alanının genişlemesi gerekiyor ki mevcut durum dikkate alındığında bu kısa ve orta vadede pek mümkün gözükmüyor. Sisi’nin Cumhurbaşkanlığı askerin sistemdeki rolünün pekiştirilmesi anlamına geleceğinden Mısır ekonomisinin ve Mısır siyasetinin önümüzdeki dönemde düzeleceğini söylemek oldukça güç… ABD ve S. Arabistan arasındaki ilişkiler 1973-74 petrol ambargosu ve 11 Eylül’ün hemen arkasından yaşanan sancılı sürecin ardından yeniden tansiyonu yüksek bir dönemden geçiyor. ABD ve S. Arabistan arasında bölgesel konularda genellikle HAZİRAN 2014 61 DIŞ POLİTİKA MEŞRU OLMAYAN BİR SEÇİME DOĞRU Sinan TAVUKÇU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi S uriye’de 2011 yılı başında, halkın daha fazla özgürlük talebiyle başlattığı sokak gösterilerine Baas rejiminin şiddetle mukabelede bulunması üzerine iç savaşa dönüşen rejim-halk çatışmasının acı bilançosu gittikçe ağırlaşıyor. Londra merkezli Suriye İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Mayıs ayında yayımladığı rapora göre, halk ayaklanmasının başladığı günden bu yana Suriye’de ölenlerin sayısı 162 bini aşmış durumda. Aynı rapora göre; iç savaşta hayatını kaybeden sivil sayısı 54 bini bulurken, muhalif grupların verdiği kayıp 42 bin 700’e, rejim askerleri, rejim yanlısı milisler ve Hizbullah üyelerinden ölenlerin sayısı da 62 bin 800’e ulaşmış vaziyette. Bu sayıya iç savaş boyunca rejim güçleri tarafından gözaltına alınan ve hâlâ nerede olduğu bilinmeyen 18 bin kişi dâhil edilmediği gibi, direnişçiler tarafından alıkonulan yaklaşık 8 bin Suriye askeri de bu rakamların haricinde tutulmuştur. Raporda, resmi ölüm sayısı şu an için 62 HAZİRAN 2014 162 bin olarak ifade edilmiş olsa da, eksik veriler nedeniyle toplam sayının 230 bine ulaşabileceği ifade edilmiştir. Esad rejiminin varil bombaları ile harabeye çevirdiği ülkede, bir yanda rejim güçleriyle muhalifler, diğer yanda muhaliflerle İŞİD arasında çatışmalar devam ederken, ülkede başka gelişmeler de yaşanmaktadır. İç savaşın şiddetle devam ettiği sırada, siyasi çözüm umutları pompalanarak 22 Ocak 2014’te düzenlenen Cenevre-2 toplantısının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından yaşanan gelişmeler aşağıda özetlenmeye çalışılmıştır. ÖSO’da Görev Değişimi Rejime karşı ilk örgütlenen silahlı yapı olarak ortaya çıkan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)’nun komuta kademesinde 2014 yılı başında yapılan değişiklik, rejim ordusu karşısında fazla başarı sağlayamayan muhalif orduda bir kan değişikliğine gidildiğini gösterdi. Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) Başkanı Ahmed el-Carba başkanlığında toplanan ÖSO Yüksek Askeri Konseyi, 16 Şubat’ta aldığı kararla, 2012 Aralık ayından beri ÖSO Genelkurmay Başkanlığı görevini yürütmekte olan Tümgeneral Selim İdris’i görevden alarak yerine Tuğgeneral Abdulilah el-Beşir’i atadı. Askeri Konsey, sosyal paylaşım sitesi Facebook’taki resmi hesabında yayımladığı bildiride, “Genelkurmay başkanlığının geçen son aylarda atalet içine düşmesi nedeniyle Suriye devriminin karşılaşmakta olduğu zor durumlar göz önünde tutularak ve genelkurmayın yeniden yapılandırılması için” bu kararın alındığını açıkladı. rejime bağlı orduya karşı ülkenin kuzeyindeki İdlib, Halep ve Lazkiye’deki çatışmalarda kullanıldığını yazdı. üzere siyasi çözüm yanlısı bir kısım devletleri, muhaliflere Esad rejimini dengeleyecek miktarda ağır silah verilmesi görüşüne sevk etti. Suriye Özel Temsilcisi Lahdar İbrahimi Görevinden İstifa Etti 25 Ocak 2014’te 11 küçük muhalif grubun bir araya gelmesiyle oluşan ve mevcudunun 5.000 civarında olduğu söylenen bu askeri yapının lideri Abdullah Avda, ellerine geçen tanksavar füzeleriyle rejim birliklerinin altı tankını kullanılmaz hale getirdiklerini açıkladı. Abdullah Avda, Washington Post’a verdiği mülakatta, “Dost ülkelerden bize ulaşan bu silahlar, ABD’nin ‘Suriye’nin Dostları’ grubuna mensup ülkelere bizi desteklemeleri için izin verdiğinin olumlu bir göstergesidir. Bu füzeler, Körfez ülkeleri ile Libya’dan elde edilebiliyor. Amerikalılar, bu füzeleri bize satabilecek ülkelerin geABD Muhaliflere Ağır Silahlar Verdi niş bir listesini elinde bulunduru22 Ocak 2014’te başlayan Ceyor” ifadesini kullanarak, tanknevre-2 toplantısında, Susavarların menşeini açıkladı. riye rejiminin muhaliflerle Rejime karşı Öte yandan, İsrail istihbadiyaloga yanaşmaması, ilk örgütlenen silahlı yapı ratına yakınlığıyla bilinen BMGK’da 22 Şubat’ta Debka sitesi de, TOW olarak ortaya çıkan Özgür oybirliği ile kabul edilen füzelerinin yanı sıra, Suriye Ordusu (ÖSO)’nun ve Suriye’nin tüm nokomuzdan atılan SA-16 talarına insani yardım komuta kademesinde 2014 füzelerinin de Suriyeli ulaştırılmasına ilişkin muhaliflere verildiğini yılı başında yapılan değişiklik, 2139 sayılı karara rağyazdı. rejim ordusu karşısında fazla men insani yardım koRadikal İslamcıların başarı sağlayamayan muhalif nusunda rejimin buna eline geçeceği iddiası engel olması, Suriye orduda bir kan değişikliğine ile muhaliflere ağır silah krizine siyasi çözüm bulgidildiğini gösterdi. verilmesine uzun süre yama iddiasındaki devletlerin naşmayan, dolayısıyla adil bu politikasının başarı şansı olmayan bir savaşın devamına olmadığını gösterdi. Esad rejimirıza gösteren ABD’nin, muhaliflere nin kendisini askeri bakımdan güçlü tanksavar verilmesine onay vermesi, sagördüğü müddetçe savaşmaya devam edeceğinin ve muhaliflerle bir siyasi çözümü müzakere- vaşın gidişatına etki edecek bir gelişme olarak göye yanaşmayacağının görülmesi, başta ABD olmak rülmektedir. Nitekim Obama’nın Mart ayında Suudi Arabistan’ı ziyaretinden sonra, bu politikanın uygulamasına yönelik işaretler gelmeye başladı. Nisan ayı ortalarında medyada yer alan haberlere göre, “Hareket-i Hazm” isimli muhalif bir gruba ABD 20 adet TOW cinsi tank savar füzesi vermişti. Muhaliflere yakın Eldorar haber sitesi, muhalif kaynaklara dayandırarak teyit ettiği haberde, TOW cinsi antitank füzelerinin BM ve Arap Ligi Suriye Özel Temsilcisi olarak 2012 yılının Eylül ayında göreve getirilen Lahdar İbrahimi, 13 Mayıs’ta bu görevinden istifa etti. İbrahimi, Cenevre-2 görüşmelerinin başarılı olmamasından dolayı eleştirilmiş, kendisi de başarısız olan bu girişim dolayısıyla Suriye halkından özür dilemişti. Bu gelişme de, Esad rejimiyle müzakereye dayalı bir siyasi çözüm arayışının gerçekçi olmadığını bir kez daha ortaya koydu. HAZİRAN 2014 63 Rejim, Devlet Başkanlığı Seçimine Gidiyor Rejimin 3 Haziran’da Suriye Devlet Başkanlığı seçimi yapılmasına ilişkin karar almasından sonra, Suriye Anayasa Mahkemesi, adaylık başvurusunda bulunan 23 kişiden sadece 3’ünün adaylık başvurusunun kabul etti. Mahkemece adaylığı kabul edilenler, Devlet Başkanı Beşşar Esad, Halep milletvekili Mahir Abdülhafız Haccar ile eski bakan ve meclis üyesi Hasan Abdullah en-Nuri oldu. Nüfusunun 3,5 milyonu komşu ülkelerde mülteci durumunda olan, 6,5 milyonu da kendi ülkesinde yer değiştirmek zorunda kalmış olan Suriye’de, rejimin devlet başkanlığı seçimine gitmesi gerek Suriye muhalefeti, gerekse dış dünyada tepkiye sebep oldu. 12 Nisan’da yaklaşık 40 muhalif dini oluşum ve Suriye’nin önde gelen din adamlarının katılımıyla İstanbul’da kurulan Suriye İslam Konseyi 25 Nisan’da yaptığı yazılı açıklamada; 3 Haziran’da yapılacağı ilan edilen Suriye devlet başkanlığı seçimine aday olarak katılmanın ya da oy kullanmanın haram olduğunu, Beşşar Esad’ın meşruiyetinin kalmadığını, ülkenin içinde bulunduğu şartlar altında devlet başkanlığı seçimlerinin yapılamayacağı ilan etti. Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK)’nun ABD ziyareti Londra’da yapılacak Suriye’nin Dostları Çekirdek Grubu toplantısı öncesinde, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) Başkanı Ahmed el-Carba ve heyeti ABD’nin başkenti Washington’a ziyaret gerçekleştirdi. 14 Mayıs’ta Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, yapılan görüşmede Başkan Obama ve Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice’ın, Beşşar Esad’ın Suriye’yi yönetmek için tüm meşruiyetini kaybettiği, Suriye’nin geleceğinde hiçbir yeri olmadığı, Esad rejiminin seçimler düzenleme planlarının gayrimeşru olduğu hususlarını yeniden teyit ettikleri belirtildi. İki tarafında Suriye’de yeni bir yönetim otoritesine geçişi içerecek şekilde, krize siyasi bir çözüm bulunmasına yönelik bağlılıklarının vurgulandığı Beyaz Saray açıklamasında, ABD’nin, krizi sona erdirme ve siyasi bir çözümün önünü açma çabalarında ılımlı muhalefetin ve Suriye halkının yanında yer aldığının altı çizildi. 64 HAZİRAN 2014 Londra’da Yapılan Suriye’nin Dostları Çekirdek Grubu Toplantısı İngiltere’nin başkenti Londra’da yapılan ve “Londra 11” adı verilen Suriye’nin Dostları Çekirdek Grubu toplantısına, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da aralarında bulunduğu 11 ülkenin dışişleri bakanları (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Katar, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Ürdün) ile Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK) yetkilileri katıldı. Toplantı sonrası yayımlanan 15 Mayıs 2014 tarihli sonuç bildirisinde, “Suriye’nin Dostları Çekirdek Grubu ülkeleri olarak, Esad rejiminin 3 Haziran’da hukuka aykırı olarak devlet başkanlığı seçimlerini yapma planını geçersiz kabul ediyoruz. Bu, krizde hayatını kaybeden masum insanlarla alay etmek anlamına gelmektedir ve Cenevre bildirisiyle çelişmektedir. Rejimin ortaya koyduğu kurallara göre bu seçimlerle, milyonlarca Suriyeli siyasi katılımdan mahrum kalacaktır. Tüm uluslararası toplumu bu yasa dışı seçimleri reddetmeye çağırıyoruz» denildi. Sonuç bildirisinde ayrıca, oybirliğiyle, düzenli bir strateji yönünde hep birlikte daha fazla adım atmaya, ılımlı muhalefete ve ılımlı silahlı gruplara desteği artırmaya karar verildiği belirtildi. Bildiride, “Ayrıca, Esad rejimini kendi halkına karşı uyguladığı terörden sorumlu tutmayı sürdürmeye, Suriye’nin kimyasal silahlarının yok edilmesinin tamamlanmasına, insani yardım çabalarının artırılmasına karar verdik» ifadeleri kullanıldı. Toplantının ardından AA’ya açıklama yapan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ukrayna krizinin Suriye’deki gelişmeleri gölgede bırakması dolayısıyla, rejimin halka karşı daha fazla baskıya yöneldiğini belirttikten sonra, “Rejim sadece Cenevre-2’yi akamete uğratmadı, aynı zamanda bir cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacağını ilan etti. Bu açık şekilde siyasi çözüm istememe yönünde bir tavırdır ve BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla tescil edilen Cenevre-1 bildirgesine de aykırıdır. Cenevre-1 bildirgesi her iki tarafın üzerinde mutabık kaldığı bir geçiş hükümeti kurulması ve ondan sonra seçimlere gidilmesini öngören bir yaklaşım içeriyordu. Böyle bir geçiş hükümeti kurulmadan ve Suriye halkının neredeyse yarısından fazlası yerinden edilmişken, yerinde olanlar dahi güvenlik içinde sokağa çıkamazken bir seçim yapılabileceğini iddia etmek, bütün dünya ile alay etmek ve provokatif bir şekilde ‘ben ne dersem o olur, istediğim kadar insanı öldürürüm, istediğim kadarını mülteci durumuna düşürürüm ve kimse de beni durduramaz’ diye bir meydan okumadır.” açıklamasını yaptı. Suriye’deki devlet başkanlığı seçiminin şimdiden geçersiz olduğunun bugünkü toplantı sonucuyla ilan edildiğini belirten Davutoğlu, toplantıda Suriye’ye insani yardım ulaştırma çabalarının artırılmasının vurgulandığını kaydetti. Davutoğlu, Londra 11 toplantısında ayrıca, hür Suriye ordusunun ve ılımlı muhalefetin güçlendirilmesi konusunda kararlılık ortaya koyulduğunu da dile getirdi. Suriye’de Savaş Suçu İşleyenlerin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne Sevk Edilmesi Karar Tasarısı Veto Edildi Fransa tarafından hazırlanan ve BMGK’ya sunulan karar tasarısında; Mart 2011’den bu yana Suriye rejimi ve rejime destek veren militanlar ile diğer devlet dışı silahlı grupların işlediği suçlar şiddetli biçimde kınanarak, Suriye’de savaş suçu işleyenlerin Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)’ne sevk edil- mesi ve savcının soruşturma başlatmasına karar vermesi isteniyordu. Oylama öncesinde, BM Genel Sekreteri Ban Kimun adına konuşma yapan Genel Sekreter Yardımcısı Jan Eliasson, Suriye’de savaşın başlamasından bu yana ısrarla insan hakları ihlalleri, savaş ve insanlık suçlarının faillerini hesap vermeye çağırdıklarını hatırlatarak, savaş suçu teşkil eden insani yardım konvoylarına ve personeline karşı yapılan saldırılar konusunda hesap verilmesi için acil eyleme ihtiyaç olduğunu söyledi. “BMGK üyelerinin ve İnsan Hakları Konseyi’nin kan dökülmesine son verilmesi ve tarifsiz suçların kurbanları için adalet sağlanması konusunda özel bir görevi var” diyen Eliasson konuşmasında, Suriye halkının adalet için temel bir hakka sahip olduğunu ve bu hakkı savunmanın BM ve üye devletlerin temel görevi olduğunu ifade etti. BM Güvenlik Konseyi’nde tasarı üzerinde 22 Mayıs’ta yapılan oylamada 13 ülke lehte oy kullanırken, daimi üyeler Rusya ve Çin’in veto etmesi nedeniyle tasarı reddedilmiş oldu. Rusya’nın BM Daimi Temsilcisi Vitaly Churkin, “siyasi gerginliği körükleyeceği ve sonuçta askeri müdahaleyi gerekli kılacağı nedeniyle” kararı veto ettiklerini açıkladı. HAZİRAN 2014 65 DIŞ POLİTİKA Avrupa’dak aşırılıkçı partlern tümünü tek br çatı altında toplamak pek mümkün değl. Eşcnsel evllklerden Yahud düşmanlığına, ırkçılıktan İslam’a kadar çeştl konularda son derece farklı yaklaşımlar serglyorlar. Örneğn Hollandalı Wlders, İngltere’dek Brleşk Krallık Bağımsızlık Parts le brlkte çalışableceğn ler sürerken İnglz Ulusal Part le çalışamayacağını belrtyor. ğinden hareketle adayları belirlediler ve bu adaylar, tıpkı ulusal seviyede düzenlenen seçimlerdeki gibi seçim kampanyaları yürütüyorlar. Lizbon Antlaşması ile gelen bu yenilikten Avrupa bürokratlarının pek hoşnut olmadığı fakat bu yeniliğin, Avrupa çapında demokrasi arayışı açısından ümit verici olduğu söylenebilir. AVRUPA’DA İLK KEZ BAŞKANLIK SEÇİMİ Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı A vrupa Parlamentosu üyeleri, 25 Mayıs 2014 tarihinde gerçekleşecek seçimlerle yenilenecek. 2014 seçimleri, tıpkı Avrupa milletvekillerinin doğrudan seçilmeye başlandığı 1979 seçimleri gibi tarihi bir öneme sahip. 2007 yılında imzalanan ve 2009 yılında yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması uyarınca Avrupa Komisyonu Başkanı seçilirken Parlamento’da mutlak çoğunluk aranması öngörülüyor. Buna göre eskiden olduğu gibi yalnızca üye ülkelerin önerileri üzerinden seçim ya- 66 HAZİRAN 2014 pılmayacak. Avrupa Komisyonu Başkanı seçilirken Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları da dikkate alınacak. Bir başka deyişle günümüze kadar ulusal devletler arasındaki pazarlıklar sonucunda belirlenen Avrupa Komisyonu Başkanı, bundan böyle halkın iradesi göz önünde bulundurularak göreve gelecek. Avrupa Parlamentosu’nda yer alan partiler, yeni düzenlemenin bir sonucu olarak seçimlerde en çok oyu alan partinin adayının başkan olması gerekti- Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği’nin bir nevi yürütme organı olarak çalışıyor. 1957 yılında oluşturulan Komisyon’un ilk başkanı Alman siyasetçi Walter Hallstein oldu. AB’nin derinleşme süreci içerisinde Komisyon’un kurumsal yapı içerisindeki yeri güçlendirildi. Günümüzde Birlik içerisindeki en güçlü kurumsal yapı olarak dikkat çekiyor. Komisyon’un görevleri; Avrupa Parlamentosu’na ve Avrupa Konseyi’ne yasama ve karar önerileri sunarak yasama sürecini başlatma, AB tarafından kabul edilen antlaşmaların uygulanmasını takip etme, devletlerle ve uluslararası kurumlarla Birlik adına ilişki kurma ve Birlik adına politika üretme olarak ortaya çıkıyor. Bu yapı içerisinde Avrupa Komisyonu Başkanı bir nevi Avrupa Başkanı veya Avrupa Lideri olarak beliriyor. Bu güçlü pozisyonu 2004-2014 yılları arasında iki dönem boyunca José Manuel Barosso üstlendi. İtalyan Romano Prodi’den görevi devralan Barosso, Portekiz başbakanlığını bırakarak Komisyon başkanı oldu. Kasım ayı itibarıyla görevi sona erecek ve 25 Mayıs seçimlerinin sonuçları doğrultusunda yeni bir Başkan ve yeni Komisyon üyeleri göreve gelecek. Avrupa Komisyonu Başkan adaylığı için beş aday yarışıyor. Bu adaylar, ulusal politikacılar gibi seçim kampanyaları yürütüyorlar, televizyonlarda yayınlanan açık oturumlarda bir araya geliyorlar ve tartışıyorlar. Bu adaylardan biri Avrupa Parlamentosu’nun 2012 yılından beri başkanlığını sürdüren Martin Schulz. İşçi Partisi, Sosyalist Parti ve Sosyal Demokratların adayı olarak seçimlere katılan Alman aday, Parlamento’daki çalışmalarına istinaden farklı gruplar arasındaki uzlaştırıcı kişilik olarak tanınıyor. Schulz için Avrupa projesinin federal bir yapıya bürünmesi önem taşıyor. Böylelikle Avrupa çapında refahın adil biçimde dağıtılmasının, adil bir vergi sistemi getirilmesinin, daha fazla eşitlik sağlanmasının ve gençlere yeni fırsatlar yaratılmasının mümkün olacağını düşünüyor. Ekonomik krizden çıkış ve istihdamda artış için öncelikle küçük ve orta büyüklükteki işletmeler için ucuz kredi sağlanmasına odaklanıyor. 2008 yılında başlayan krizden spekülatörlerin ve bankaların sorumlu olduğunu ve fakat vatandaşların büyük bedeller ödediğini ifade ediyor. Bu çerçevede grev hakkı, asgari ücret, sosyal standartlar ile çevre standartları gibi düzenlemelerin Avrupa çapında yapılmasını öneriyor. Vatandaşların geçim dertlerinin öncelikli olduğunu vurgulayarak piyasanın demokratik denetim altına girmesi gerektiğini savunuyor. Siyasi alanda ise insan hakları ve temel özgürlükler ışığında demokratik bir Avrupa’nın yapılandırılmasını destekliyor. Farklılıkların yönetilmesinde, çözüm odaklı bir politika yürütüleceğini dile getiriyor. Bir diğer aday Eurogroupe ve Avrupa Merkez Bankası başkanı Jean-Claude Junker. Lüksemburg eski başbakanı olan Junker, Avrupa Halk Partisi adayı olarak seçimlere katılıyor. Avronun mimarları arasında yer aldığı için kendisine Bay Avro deniyor. 35 yıldır siyaset sahnesinde bulunan Junker, 2008 kriziyle başlayan süreçte AB’nin para politikasını yönetti ve AB’nin hâlihazırdaki ekonomi politikasının yapılandırılmasına katkıda bulundu. Buna ek olarak sosyal pazar ekonomisinden bahsediyor ve maaşlar için asgari bir seviyenin olması gerektiğini savunuyor. Avrupa’da bütünleşmenin ilerlemesi gerektiğini düşünüyor ve Avrupa’nın önceliğinin paylaşılan değerler olduğuna inanıyor. Bu değerleri Junker hoşgörü, yardımlaşma, sevgi ve dayanışma olarak tanımlıyor. Avrupa’daki artan aşırılıkçılığı bir sorun olarak görmesine rağmen aşırılıkçılarla konuşmayacağını ifade ediyor. Entegrasyonun derinleşmesiyle aşırılıkçılığın kendiliğinden azalacağını öngörüyor. HAZİRAN 2014 67 Avrupa Komsyonu Başkanı br nev Avrupa Başkanı veya Avrupa Lder olarak belryor. Bu güçlü pozsyonu 2004-2014 yılları arasında k dönem boyunca José Manuel Barosso üstlend. İtalyan Romano Prod’den görev devralan Barosso, Portekz başbakanlığını bırakarak Komsyon başkanı oldu. Kasım ayı tbarıyla görev sona erecek ve 25 Mayıs seçmlernn sonuçları doğrultusunda yen br Başkan ve yen Komsyon üyeler göreve gelecek. vatandaşlar için çalışan ekonomi, şeffaflık, iklim hedeflerinin yakalanması, insan hakları gibi konulara odaklanıyorlar. Avrupa’daki sorunlara Avrupa seviyesinde çözüm bulmak gerektiğini düşünüyorlar. Bu nedenle temel vatandaşlık hakları, demokrasi, ekonomik çözümler, vergilendirme politikası, bütçe planlaması gibi konularda Avrupa ölçeğinde politika üretilmesini destekliyorlar. Federal Avrupa fikrini Avrupa değerleri etrafında yardımlaşan Avrupa olarak özetliyorlar. Bu çerçevede Avrupa Konseyi’nin yetkilerinin kısıtlanmasını ve ulusal devletlerin Avrupa çapındaki etkisinin azaltılmasını savunuyorlar. Orta sağın aşırılıkçı söylemlere kaymasını ve sloganlaşmayı bir tehlike olarak görüyorlar. Bu durumun herkes için sorun yaratacağını ve toplumun çalışmaz hale geleceğini dile getiriyorlar. Yunan Alexis Tsipras ise Avrupa Solu Partisi’nin adayı olarak Komisyon başkanlığı için yarışıyor. Yunanistan’daki ekonomik krizin ardından güçlenen Syriza Partisi’nin başkanı olan Tsipras, hâlihazırda muhalefet partisinin lideri. Son seçimlerde oy oranını artırarak %26 civarında oy alan ve Yunanistan’ın ikinci partisi haline gelen Syriza, neoliberal statükoya karşı çıkarak değişim getireceğini söylüyor. Kemer sıkma önlemlerini kesin bir şekilde reddederken alternatif ve başka bir ekonomi modeli yaratmaktan söz ediyor. Tsipras’a Yunanistan’ın umudu olarak yaklaşanlar olduğu gibi Avrupa’daki mevcut politikaların değiştirilmesi ve insan odaklı bir sistemin yeniden yapılandırılması için bir fırsat gözüyle bakanlar da bulunuyor. Tsipras, Avrupa karşıtı bir tutum sürdürmüyor. Aksine Avrupa çapında demokrasinin yaygınlaştırılmasını ve buna öncelikle Brüksel’deki mekanizmanın demokratikleştirilmesiyle başlanmasını savunuyor. Aşırılıkçı hareketlere ek olarak Avrupa sağının AB’yi yok etmek istediğini ve günümüzde Avrupa’nın sağ politikalara sıkıştığını 68 HAZİRAN 2014 dile getiriyor. Son derece sade bir hayat sürdüren Tsipras, özellikle gençlerden destek görüyor. Avrupa Yeşiller Partisi, eş başkanlık sistemini benimsediği için Komisyon başkanlığının da aynı şekilde üstlenilmesini istiyor. Partinin adayları Alman Ska Keller ile Fransız José Bové. Partinin adayları internet üzerinden yapılan bir oylamayla seçmenler tarafından belirlendi. Keller, çok erken yaşta politikaya atılmış, genç, dinamik, kararlı bir politikacı profili çiziyor. Bové ise tecrübeli bir politikacı ve aktivist. 1999 yılında Mc Donald’s dükkânının tahrip edilmesi, genetiği değiştirilmiş bitkilerin sökülmesi, ABD’nin uyguladığı kısıtlamaların ve peynire gelen zamların protesto edilmesi gibi olayları başlattığı için bilinen bir siyasetçi. Avrupa Yeşiller Partisi’nin adayları, küresel sistemin adil olmadığını düşünerek bu sisteme karşı çıkıyorlar. Programlarında öncelikli olarak iklim değişikliğine ve göç politikalarına yer veriyorlar. Bu itibarla enerji politikalarının dönüşümü, sürdürülebilir ekonomi, yeşil yatırımlar, Guy Verhofstadt ise Avrupa İçin Demokrat ve Liberal Birlik adayı olarak yarışıyor. Eski Belçika Başbakanı olan Verhofstadt’ın, Avrupa Birleşik Devletleri isimli bir kitabı bulunuyor. Daha bütünleşik bir Avrupa yaratılmasını desteklerken bu Avrupa’nın, bir süper devlet anlamına gelmediğini vurguluyor. Daha az kurala ve daha az bürokrasiye dayanan ancak daha fazla ortak politika üreten bir Avrupa fikrini savunuyor. Ekonomik alanda, bütünleşik Avrupa’nın ekonomik büyüme ve yeni iş kolları yaratacağını ve piyasaların entegrasyonunun artmasıyla krizden çıkışın mümkün olacağını dile getiriyor. Siyasi alanda ise 1950’li yıllardaki Avrupa Savunma Topluluğu’na dönülmesi ve bağımsız Avrupa ordusu kurulması gerektiğini ileri sürüyor. Avrupa politikalarının üretilebilmesi için Avrupa Komisyonu’nun politika üretim sürecinde liderlik yapması gerektiğini düşünüyor. Ayrıca Komisyon başkanının kurumlar arasındaki dengeyi ve uyumu gözetmesine önem veriyor. Avrupa’daki aşırılıkçılık ile mücadele edilmesinde Avrupa şüphecilerinin yaklaşımlarının bir çözüm olmadığını ve ulusal sınırlara çekilerek bu sorunların bertaraf edilemeyeceğini belirtiyor. Egemenliğin Avrupa ölçüsünde paylaşılması suretiyle Avrupa çapında karşılaşılan sorunlara Avrupa çapında çözüm bulunabileceğini ifade ediyor. Verhofstadt, önce Berlin’i ardından Paris’i (veya tam tersi) arayıp ancak ondan sonra politika üretim sürecini başlatan Barosso’yu sıkça eleştiriyor. Bu adaylar Avrupa Komisyonu başkanlığı için yarışırken Avrupa Parlamentosu seçimlerinde dikkat çeken konulardan bir diğeri Avrupa’da etkileri artan Avrupa şüphecileri. Avrupa şüphecilerinin oylarını artırmaları ve daha görünür hale gelmeleri, Avrupa’ya duyulan öfkenin dışa vurumu olarak ortaya çıkıyor. Avrupa şüphecileri arasında dikkat çeken Hollandalı Geert Wilders liderliğindeki Özgürlükler Partisi ile Fransız Marine Le Pen başkanlığındaki Ulusal Cephe, Avrupa Parlamentosu’nda birlikte hareket etme kararı aldı. Eskiden Avrupa seçimlerinde oy verilmesini protesto eden bu partiler, günümüzde Avrupa seçimlerine iddialı biçimde katılıyorlar. Avrupa Parlamentosu’nun varlığını eleştiren ve hatta tanımayan şüpheciler, Avrupa kurumlarında temsil vasıtasıyla ulusal devletlerden alınan yetkilerin yeniden ulusal devletlere verilmesini talep ediyorlar. Bu talebin Avrupa seçimlerine katılım oranını artırması bekleniyor. Avrupa şüphecileri, Avrupa çapında örgütlenerek ulusal devletlerden alınan egemenliğin ve bağımsızlığın yeniden ulusal seviyeye teslim edilmesini istiyorlar. Fransız ve Hollandalı şüphecilerin birliğine katılmasa da İngiltere’deki Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi de aynı şekilde Avrupa’nın yetkilerinin kısıtlanmasını istiyor. Örneğin Hollandalı Wilders, Hollanda’nın AB’den çıkması gerektiğini savunuyor. Wilders, ortak pazarın ve ekonomik birliğin devam etmesini desteklerken siyasi birliği reddediyor. Ekonomik krizden geçen Avrupalılar için ulusal devletten kaynaklanan maliyetlere ek olarak bir de Avrupa maliyetinin kaldırılması kolay değil. Aşırılıkçı HAZİRAN 2014 69 lüyor. Oy vermek istemeyenlerin yani sessiz çoğunluğun oy vermemesinin arkasında iki temel gerekçe olduğu görülüyor; Avrupa sisteminde şeffaflık olmaması ve Avrupa yapısının vatandaşa uzak olması. Bu, Avrupa vatandaşlarının Avrupa konusunun doğrudan kendi hayatlarıyla kesişmediğini düşündükleri anlamına gelir. Oysa bu yanlış bir düşünceye benziyor. Zira Avrupa entegrasyonu, gıdadan üniversitelere, çevreden sanayiye, ekonomiden ticarete kadar 400 milyon Avrupa vatandaşının gündelik hayatının %70’ini ilgilendiriyor. Dolayısıyla Avrupa seçimleri, sanılanın aksine Avrupa vatandaşları açısından önem taşıyor. Bu yeni siyaset alanının vatandaşların eğilimleri ve beklentileri doğrultusunda şekillenmesi, Avrupa seviyesindeki demokrasi kadar ulusal alandaki demokrasinin gelişimi açısından da anlam taşıyor. partiler bu yükü temel gerekçe olarak göstererek Avrupa bütünleşmesine karşı çıkıyorlar. Bütünleşmenin yerel farklılıkları, kendine özgü dokuları dikkate almamasından şikâyet ediyorlar. Bu şikâyet, Avrupa vatandaşları açısından bakıldığında meşru görülebilir. Ancak bunun karşısında geliştirilecek çözümler, Avrupa’nın geleceğinin belirlenmesi açısından da önem taşıyor. Ayrıca bir noktaya dikkat çekmek gerek: Avrupa’daki aşırılıkçı partilerin tümünü tek bir çatı altında toplamak pek mümkün değil. Eşcinsel evliliklerden Yahudi düşmanlığına, ırkçılıktan İslam’a kadar çeşitli konularda son derece farklı yaklaşımlar sergiliyorlar. Örneğin Hollandalı Wilders, İngiltere’deki Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi ile birlikte çalışabileceğini ileri sürerken İngiliz Ulusal Parti ile çalışamayacağını belirtiyor. 1979 yılında gerçekleştirilen ilk doğrudan Avrupa Parlamentosu seçimlerinden beri Avrupalıların Avrupa seçimlerine katılımı her seçimde azalıyor. 1979 yılında bu oran %61.99 iken 2009’da %43’e geriledi. 2014 seçimlerinde daha da düşeceği öngörü- 70 HAZİRAN 2014 Eurobarometer 2014 anketine göre AB vatandaşları için iki önemli sorun, işsizlik ve sosyal adaletsizlik olarak görülüyor. Bu kapsamda 28 ülkeden seçilen 751 Avrupa Parlamentosu üyesinin, Avrupa sorunlarına Avrupalı çözümler üretmeye yönelik faaliyetleri büyük önem taşıyor. Ulusal hükümetlerin başarıları kendi hanelerine, başarısızlıkları Avrupa’nın hanesine yazmaktan vazgeçmeleri bu anlamda önemli bir adım olabilir. Bu itibarla Avrupa’ya duyulan güvenin yeniden tesis edilmesine yönelik tedbirler alınması gerekli hale geliyor. Avrupa’dan iyi haberler gelmesi, Avrupa vatandaşlarında yeniden güven uyandırabilir. Böylelikle büyük partilerin kazançlı çıktığı ve popülizmin yaygınlaştığı bir Avrupa resminden vatandaş için siyaset üreten bir Avrupa evine doğru yola çıkılabilir. Avrupa Komisyonu başkan adayları katıldıkları programlarda gerçekleştirdikleri tartışmalar ile Avrupa vatandaşlarının nasıl yönetileceği sorusuna cevap arıyorlar. Avrupa başkanının seçilmesi vesilesiyle Avrupa düzeyinde siyaset üretilmesi gündeme geliyor. Bu süreçte Avrupa çapında düşünülen siyaset güçleniyor ve bu durum, seçimlerin çok ötesinde Avrupa demokrasisi açısından önem taşıyor. Bu ortam, aşırılıkçı hareketler için de bir fırsat yaratıyor ve bu partilerin de siyaset alanını genişletiyor. Söz konusu gruplar her ne kadar ulusala geri dönüş merkezli bir politika yürütseler de kendilerini ulus üstü siyasetin orta yerinde buluveriyorlar. Avrupa’da demokrasiden söz edilirken kurumsal Avrupa Komsyonu, Avrupa Brlğ’nn br nev yürütme organı olarak çalışıyor. 1957 yılında oluşturulan Komsyon’un lk başkanı Alman syasetç Walter Hallsten oldu. AB’nn dernleşme sürec çersnde Komsyon’un kurumsal yapı çersndek yer güçlendrld. Günümüzde Brlk çersndek en güçlü kurumsal yapı olarak dkkat çekyor. demokrasi sorunları devam etmesine rağmen bu seçimler, demokrasi açığının giderilmesine ve ulus ötesi tartışmaların gerçekleştirilebilmesine imkân yaratıyor. mesi ve %43 bandında kalması oldu. 1979’dan beri süregelen eğilim böylelikle durdurulmuş oldu ve uzun vadede Avrupa demokrasisi açısından sevindirici bir gelişme ortaya çıktı. Bu yazı kaleme alındığında seçimler henüz gerçekleşmemişti. Bu nedenle aşırı sağın Avrupa’da bir “deprem” yarattığı söylenen yükselişine yeniden değinmek gerekiyor. Yabancı düşmanlığı ve ırkçı eğilimlere sahip partilerden en çok dikkat çeken Fransa’daki Milli Cephe oldu. Fransa’da oyların %25’ini alarak seçimlerden birinci parti olarak çıktı. 2009 yılındaki seçimlerde bu oranın %6,5 olduğu göz önüne alındığında aşırılıkçılığın Fransa’daki yükselişinin hızı ortaya çıkıyor. Bu durum aynı zamanda Fransa’daki siyasi ve sosyal krizin dışa vurulması anlamına geliyor. Buna ek olarak Danimarka, Avusturya, Macaristan gibi ülkelerde aşırı sağcıların, yabancı düşmanlarının oyları artarken bu eğilime, beklenenin aksine Hollanda’da rastlanmadı. Avrupa projesine ulusal nedenlerle karşı çıkanlar içerisinde yer alan Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi ise İngiltere’deki seçimlerden %27 oy alarak birinci parti olarak çıktı. Seçim sonuçlarında en fazla dikkat çeken unsurlardan bir diğeriyse düzen karşıtı partilerin veya alternatif politikalar üreten partilerin seçimlerde yüksek oy oranlarına ulaşmaları oldu. Yunanistan’da Syriza, sosyalist sol koalisyonu olarak seçimlerde birinci parti oldu ve %26 oy aldı. Aynı şekilde İtalya’da, İspanya’da ve Portekiz’de seçmenler, ekonomik krizin ve kemer sıkma politikalarının ağırlığı altında başka türlü bir siyaset arayışına girdiler. Seçimlerde en fazla sandalyeye sahip olan Avrupa Halk Partisi ile ikinci sırada yer alan Sosyal Demokratların kuracakları ittifaklar belirleyici nitelik taşıyor. Ayrıca 58 sandalyeye hak kazanan Avrupalı Yeşillerin, Avrupa siyasetindeki yükselen grafiği dikkat çekiyor. AB’ye farklı nedenlerle de olsa şüpheyle yaklaşan veya karşı çıkan partilerin, AB gözlüğünden ulusal devletlere ve Avrupa vatandaşlarına bakacak olmaları ilginç bir siyasi deneyim olacak. Seçim kampanyaları bağlamında düşünüldüğünde Avrupa demokrasisi için yeni bir açılım, yeni bir tecrübe ortaya çıktı. Oysa seçim sonuçları açısından Avrupa seçimlerine bakıldığında, AB projesinin güçlenmek bir yana zayıfladığı bile söylenebilir. Zira ekonomik krizin ötesinde Avrupa’nın içerisinden geçmekte olduğu sosyal ve siyasi kriz yeniden görünür hale geldi. Bu sancının Avrupalıların kafasını karıştırdığı anlaşılıyor. Avrupa’yı takip eden uzmanların yeni ve ilginç bir siyasi süreçle karşılaşacaklarına kuşku yok. Seçimlerde altı çizilmesi gereken bir diğer nokta, seçimlere katılım oranının ilk kez düşüş gösterme- HAZİRAN 2014 71 DIŞ POLİTİKA Bu noktada mevcut iktidarların hala devam etmekte olan göçten kaynaklanan problemleri çözmeye ne kadar istekli ve bu işte ne kadar mahir oldukları önem kazanıyor. Hükümetlerin göçün oluşturduğu sosyal sorunlara tatmin edici çözümler üretememeleri de kitlelerin aşırı sağ partilere problemlerini ortadan kaldırabilecek bir alternatif olarak yönelmelerinin önemli sebeplerindendir. Ekonomik krizin etkisi ve “İslami terör” olarak adlandırdıkları tehlikenin yoğun olarak gündemde tutulduğu bir atmosferde, sağduyu sahibi Avrupalılar tarafından, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının arttığına yönelik yapılan uyarılar da pek fazla ciddiye alınmıyor. Haliyle uygun şartları lehine kullanan aşırı sağ partilerin, İslamlaşmayla mücadele etme, göçmen akımını durdurma, Brüksel’le mücadele etme gibi söylemleri oldukça fazla destekçi buluyor. AVRUPA PARLAMENTOSU SEÇİMLERİ ve AŞIRI SAĞIN GERİ DÖNÜŞÜ Habib Emre GÖKALP SDE Viyana Temsilcisi A vusturya’ya Türk işçi göçünün 50. yılını yaşarken, 25 Mayıs’ta gerçekleşecek olan Avrupa Parlamentosu seçimleri Avrupa’da yaşayan göçmenlerin geleceği açısından da büyük önem taşıyor. Bu seçimler ve muhtemelen bundan sonra yaşayacağımız Avrupa Birliği ve ülkeler bazındaki her seçim, Avrupa açısından çok kültürlülük, hoşgörü ve birlikte yaşama gibi kavramların ne kadar içselleştirildiğinin bir sınavı olacak. Ve tabi çıkan sonuç itibariyle Birliğin gidişatı hakkında çok daha net öngörülerde bulunabileceğiz. Ancak şu andaki genel durum ışığında bir değerlendirme yaptığımızda Avrupa’da farklı kültürleri tolere eden, hoşgörü içinde birlikte yaşama adına iyiye giden bir irade görememekteyiz. Yapılan kamuoyu yoklamalarına göre 25 Mayıs’ta yapılacak seçimlerde oylarını en çok arttıracak kesim, Avrupa Birliği ve Müslüman karşıtlığında ortak 72 HAZİRAN 2014 paydada buluşan aşırı sağ partiler olacak. Özellikle Hollanda’da “Özgürlük Partisi”, Fransa’da “Front National”, İngiltere’de “UKIP” ve Avusturya’da “FPO”. Avrupa’da özellikle son 10 yılda aşırı sağa yönelimin artmasında farklı etkenler mevcut. 2000’li yıllardan itibaren daha liberal ekonomi politikalarının uygulanmaya başlanmasıyla sosyal haklarda kısıtlamalar ve işsizliğin artması gibi problemler baş gösterdi. Tabi bunun sonucunda orta ve alt tabakalardaki hoşnutsuzluk ve bunun beraberinde göçmen karşıtlığı artışa geçti. Ayrıca günden güne sosyal statülerini ve iktisadi durumlarını düzelten göçmenler, bu alt ve orta sınıfla rekabet içerisinde olup, pastadaki paylarını sürekli bir biçimde arttırmaktadır. Haliyle işçi olarak gelen kimselerin pazardan pay alıp ciddi bir rakip haline gelmesi, bu kesimlerin dışlayıcı tutumlarını arttırdı. Medyanın da bu gidişata aşırı sağcılar lehine katkıda bulunduğunu söylemek mümkün. İslam düşmanı olup, toplumsal barışı ve birlikte yaşama kültürünü zedeleyici tutumda olan birçok şahsın gazetelerin köşelerini süsleyip, ön plana çıkarıldığını görmekteyiz. Örneğin geçtiğimiz günlerde Avusturya’nın saygın gazetelerinden ‘die Presse’de çıkan yazısında sosyal bilimci doçent Michael Lay, Berlin Bilim Merkezi tarafından yapılan araştırmadan yola çıkarak yaptığı analizinde, Müslüman göçmenlerin dindarlık seviyeleri arttıkça ne kadar entegrasyona kapalı ve şiddet eğilimli hale geldiklerinden bahsediyor. Kur’an ayetlerinden verdiği örneklerle İslam’ın Yahudi düşmanı olduğu vurgusunu yapan Lay, cihad kavramının tüm Müslümanlar için ortak bir kabul olduğunu söyleyip, aşırıcı veya ılımlı hiçbir ayrım yapmadan topyekûn İslam’a karşı müsamahasız bir tavır takınılmasını telkin ediyor. Avrupa Komisyonu’nun, İslam’a hakarete cezai yaptırım getirilmesi konusunda yasal düzenleme yapmasının nihai sonucunun ise Avrupa için iç savaş manasına geleceğini ifade ediyor. Gazetelerde bu tarz, İslam’ın Avrupa’da yerinin olmadığına vurgu yapan, Müslümanlarla alakalı tüm problemlerin temelinde İslam’ın öğretilerinin yattığını iddia eden yazılara sıkça rastlamak mümkün. Tarih profesörü Mark Mazower’in bu konu ile alakalı söyledikleri de önemlidir: “Faşizm de benzer şekilde, çıldırmış bir diktatörün, büyülenmiş, hipnotize olmuş halkları felakete sürüklediği siyasal bir patoloji Avrupa’nın yenden şekllenen dünyada küresel br güç olarak yer alıp almayacağının cevabını, yne Avrupa’nın kend tutumu belrleyecektr. Tarhsel olarak ötek olarak tanımladığı İslam dünyasının mensupları olan Avrupa’dak Müslüman azınlıklarını toplumunun br zengnlğ olarak görüp çselleştrdğ ölçüde yen uluslararası denklemde güçlü br konum kazanacaktır. olarak tanımlanmıştır. Yine de kıtanın yaraları birkaç delinin marifeti olarak savuşturulamaz ve travmalarının temelinde Hitler veya Stalin’in ruhsal durumunun yatmadığı da görülecektir. İster beğenin, ister beğenmeyin, hem faşizm, hem de komünizm, kitle siyaseti, sanayileşme ve toplumsal düzenin sorunlarını halletmek için gerçek çabalardı.” (Mark Mazower, Karanlık Kıta: Avrupa’nın Yirminci Yüzyılı, s.12) Avrupa’daki mevcut durum da önemsenmemesi gereken faşist bir azınlığın popülist söylemleri olarak değerlendirilemeyecek kadar ciddidir. Zira aşırı sağın önlenemeyen bu yükselişi, Avrupa’nın kronikleşen “Müslüman göçmenler” sorununun çözümünde devlet aklının ve organlarının, aşırı sağın politikalarını destekleyici pozisyonda olduğunu düşünmemize yol açıyor. Almanya’da yaşanan dönerci cinayetlerinde Alman istihbaratının parmağı olduğu yönündeki çok ciddi iddialar da tezimizi destekler nitelikte. “Vaktiyle Toynbee, Batı’nın meydan okuması karşısında İslam toplumlarında iki çeşit tepki ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Toynbee’ye göre, tehdit karşısında o toplumda ya dinin çok daha mutaassıp bir biçimi kuvvet kazanmakta veya Batı medeniyeti ile uzlaşıcı bir tavır ortaya çıkmaktadır.” (Halil İnalcık, Rönesans Avrupası, Türkiye’nin Batı medeniyetiyle özdeşleşme süreci, s.352) Bu pencereden günümüz Avrupa’sına bakacak olursak İslam’ın ve Müslümanların meydan okuması ve batı dünyasına alternatif bir medeniyet tasvirine HAZİRAN 2014 73 DIŞ POLİTİKA SÜRGÜN’ÜN 70. YILINDA KIRIM TATARLARI Sevinç ALKAN ÖZCAN* Dışişleri Bakanı TBMM Danışmanı sahip olması karşısında batı dünyasının da önünde iki seçenek olduğu söylenebilir. Batı dünyası artık toplumlarının bir parçası haline gelmiş Müslüman göçmenleri, ya kucaklayıcı bir tutum içerine girecek ya da dışlayıcı, içine kapanık, farklı kültürlere tahammülü olmayan faşizan anlayışların egemen olduğu bir döneme doğru ilerleyecek. Gidişata bakacak olursak ikinci seçeneğin gerçekleşmesi hiç de sürpriz olmayacaktır. Avrupa’nın demokrasinin, insan haklarının tek temsilci rolüne bürünmesi bu gidişatı engellemekte yeterli olmayacaktır. Her ne kadar Batı Dünyası bu değerlerin ezeli ve ebedi savunucusuymuş gibi boy gösterse de, tarih bize bunun böyle olmadığını söylüyor. Bu konuda İlber Ortaylı’nın tespitlerini dikkate almakta fayda görüyorum: “Demokrasi, Batı ile Doğu arasında bir ayrımın göstergesi değildir. Bu anlamda bugün demokrasi üreten milletlerin çoğu onu çok geç devirde öğrenmişlerdir ve hatta halen de tam öğrenememişlerdir. Buna rağmen bu üniversal rejimin her zaman ve her yerde üniversal olacağını iddia edenlerden de değilim. Söylediğim gibi en hafif bir enflasyon fırlaması, işsizlik büyümesi, demokrasiyi Batı’da da öyle çok vazgeçilmez rejim olmaktan çıkarabilir...” (İlber Ortaylı, Tarihte büyük güç olmayı başarabilmiş devletlere göz attığımızda, bu devletlerin farklı kültür ve kimlikleri bir arada tutmayı başarıp, ortak bir sentez ürettiğini görürüz. Roma İmparatorluğu’nda, Osmanlı Devleti’nde ve ABD’de bunun belli ölçülerde başarılabildiğini görürüz. Günümüzde Avrupa’ya baktığımızda ise, her ne kadar kendi arasında bir birlik oluşturmayı başarabilmiş gözükseler de, tarih boyunca hep öteki olarak gördüğü İslam dünyası ile henüz ortak bir sentez oluşturmayı başarmış görünmemektedir. Avrupa’nın yeniden şekillenen dünyada küresel bir güç olarak yer alıp almayacağının cevabını, yine Avrupa’nın kendi tutumu belirleyecektir. Tarihsel olarak öteki olarak tanımladığı İslam dünyasının mensupları olan Avrupa’daki Müslüman azınlıklarını toplumunun bir zenginliği olarak görüp içselleştirdiği ölçüde yeni uluslararası denklemde güçlü bir konum kazanacaktır. Aksi takdirde İsveçli Ortadoğu uzmanı ve diplomat İngmar Karlsson’un ifade ettiği gibi, Müslüman göçmenler dışlayıcı politikalar sonucunda gettolara itilecek ve işte o zaman “kutsal savaş” Müslüman dünyası ile Batı dünyası arasında silahlı bir çatışma şeklinde değil, Avrupa’daki gettolarda gerilla savaşı olarak beklediğimizden daha erken gerçekleşecektir. (Ingmar Karlsson, İslam ve Avrupa Avrupa ve Biz, s. 230). İnanç Ayrılığı, Yaşam Birliği, s.222) 74 HAZİRAN 2014 1441 1475 1783 1860-1861 Kırım Hanlığı’nın kuruluşu Hanlığın Osmanlı’ya bağlanması Çarlık Rusya’sı tarafından ilhakı Kırım’dan Osmanlı’ya Rumeli ve Anadolu’ya büyük hicret 1883 İsmail Bey Gaspıralı’nın Tercüman gazetesinin yayına başlaması ve Usul-i Cedid okullarının kurulması 1917 1920 1944 1950-60 1987 Kırım Demokratik Cumhuriyeti Sovyet Rusya Büyük Sürgün Kırım Tatar Milli Hareketi Kızıl Meydan’da büyük Kırım Tatar gösterileri 1989 Kırım’a geri dönüş 1991 Ukrayna içinde Kırım Özerk Cumhuriyeti 1991 Kırım Tatar Milli Meclisi 2014 Sözde bağımsızlık referandumu ve Rusya’nın ilhakı ya da “işgali” Y ukarıda ifade ettiğimiz tarihler sadece Kırım tarihinin değil aynı zamanda Kırım Tatarlarının modern dönemdeki direniş tarihinin önemli dönüm noktalarına işaret etmektedir. Kırım tarihi denilen şey esasında bir direniş ve ayakta kalma tarihidir. Geçtiğimiz hafta Prof. Dr. Hakan Kırımlı Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde yaptığı nefis konuşmasında Kırım Tatar tarihini “erimedibe vurma” ve “yeniden ayağa kalkma” döngüsü çerçevesinde değerlendirdi. Gerçekten de 1783 yılında Rusya’nın ilhakı ve akabinde yaşanan “büyük hicret”e Kırım Tatar halkı 1883 yılında İsmail Bey Gaspıralı’nın öncülüğünde kurulan Tercüman gazetesi ve cedidizm hareketi ile cevap vermiş; Sovyet işgali ve 1944’te Stalin’in emriyle gerçekleşen “büyük sürgün” karşısında ise cevap olarak efsanevi lider Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu liderliğinde Kırım Tatar Milli Hareketini başlatmış ve 1987 yılında Kızıl Meydan’da dünyada büyük yankılar uyandıran gösterileri gerçekleştirmişti. Kırım Tatar halkı kendisinden beklenen aynı onurlu duruşu Rus işgali altında geçtiğimiz mart ayında yapılan sözde referandum ve Rusya’ya bağlanma kararı karşısında da gösterdi. Referanduma katılmadı, referandum sonuçlarını tanımadı, Rusya’nın gerek doğrudan gerekse Kazan Tatar liderleri üzerinden kendilerine sunduğu vaatleri kabul etmedi ve tüm ulusal ve uluslararası platformlarda Ukrayna’nın toprak bütünlüğünden yana olduğunu savundu. HAZİRAN 2014 75 Ukrayna yönetimi ile paralel bir biçimde Kırım Tatar Milli Meclisi’nin, Kırım Tatar halkının yegâne meşru temsil organı olduğunu her fırsatta dile getirmektedir. Bir milletin yaşayabileceği en acı sürgün tecrübelerinden birini yaşamış olan Kırım Tatarlarının yarımadanın tek yerli halkı olduğu ve Kırım’ın geleceği konusunda Ukraynalılar ve Ruslar kadar Tatarların da söz sahibi olması gerektiğini sıklıkla vurgulamaktadır. Tüm bunları savunurken de yine Tatar milli hareketine yakışır şekilde uluslararası hukuk normlarına ve insan haklarına uygun bir biçimde hareket etti, demokratik yolları kullandı, şiddetin parçası olmadı ve böylece meseleyi sadece kendi meselesi olarak görmediğini bir kez daha göstermiş oldu. Rusya’nın Kırım’ı ilhakı/işgali ile birlikte, Kırım Tatarları büyük sürgünden bu yana yine tarihinin en büyük meydan okumalarından biriyle daha karşı karşıya kalmış durumda. İşgal karşısında gösterdiği onurlu duruşuna Kırım’daki Rus yöneticilerinin ve Rus yönetiminin verdiği cevap Ukrayna Parlamentosu milletvekili ve Kırım Tatarlarının lideri Kırımoğlu’na, ülkesine giriş yasağı koymak ve 18 Mayıs’ta Akmescit’te 70. yıl anma etkinliklerinin yapılmasına izin vermemek oldu. Buna rağmen Akmescit dışında Kırım’ın başka bölgelerinde binlerce Kırım Tatarı Rus helikopterlerinin gözetimi altında anma etkinliklerini gerçekleştirdi. Kırımoğlu Kiev’deki gösterilere katıldı, Türkiye’nin Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerinde büyük sürgünün kurbanları dualarla anıldı. Ankara’da yapılan benim de katılmaktan büyük mutluluk duyduğum anma mitingine Türkiye’deki Kırım diasporası liderleri ve Ukrayna’nın Ankara büyükelçisi konuşmalarıyla, katılımcılar ise sloganları ve dualarıyla destek verdiler. Ukrayna krizinin başından bu yana gelişmeleri yakından takip eden ve ulusal ve uluslararası tüm taraflarla sürekli temas halinde olan Türkiye’nin, Kırım Tatarları konusundaki tutumu dikkatle izlenmektedir. Türkiye, Kırım Tatar tarihini, bölgeye olan ilgisinin nedenlerini ve krize yönelik tutumunu her platformda açık yüreklilikle söylemekte, özellikle uluslararası platformlarda Kırım davasının anlatılması konusunda gayret sarf etmektedir. Türkiye, 76 HAZİRAN 2014 Z. Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası” isimli ünlü kitabında Ukrayna’yı bulunduğu stratejik konum ve içerdiği etnik-dini çeşitlilik nedeniyle “Rusya’nın demokratik dönüşümünü sağlayacak stratejik mihver” olarak tanımlamıştı. Avrasya’da tarih boyunca etkili olmuş Türk-Moğol, İslam-Osmanlı ve Rus-Batı medeniyetlerinin tümünün etkisinin görüldüğü Kırım’ın Ukrayna’nın parçası olarak varlığını devam ettirmesi tüm Avrasya’daki etnik, dini ve kültürel çeşitliliğin korunması ve barış içinde bir arada yaşamaları açısından büyük önem taşımaktadır. Bu açıdan Ukrayna’daki yeni yönetimin sadece “Ukraineleri” önceleyen değil, ülkedeki tüm unsurları kapsayan politikalar ve söylemler üretmesi özellikle bu kritik dönemde daha da önemli hale gelmiştir. Bu kriz sürecinde Rusya da büyük bir sınavdan geçmektedir. Ukrayna’da yaşayan tüm unsurlar ve daha fazlası Rusya Federasyonu’nun içinde de varlıklarını sürdürmektedirler. Rusya’nın Avrasya’da askeri yöntemlerle yeni bir düzen kurma çabası, hem kendi içindeki unsurlar arasında hem de “yakın çevre” Kırım Tatar halkı kendisinden beklenen onurlu duruşu Rus işgali altında geçtiğimiz mart ayında yapılan sözde referandum ve Rusya’ya bağlanma kararı karşısında da gösterdi. Referanduma katılmadı, referandum sonuçlarını tanımadı, Rusya’nın gerek doğrudan gerekse Kazan Tatar liderleri üzerinden kendilerine sunduğu vaatleri kabul etmedi ve tüm ulusal ve uluslararası platformlarda Ukrayna’nın toprak bütünlüğünden yana olduğunu savundu. olarak tanımladığı diğer ülkelerde ciddi tedirginliklere yol açmaktadır. Nitekim Kırım senaryosunun tıpatıp aynısının Ukrayna’nın doğusundaki bölgelerde tekrarlanması büyük bir kaygıyla izlenmekte, Rusya her gün Batı’nın açıkladığı, ancak etkisi tartışılan, yeni bir yaptırımla karşı karşıya kalmaktadır. Hayatının büyük bir bölümünü sürgünde ya da Sovyet hapishanelerinde geçiren Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun, Kırım’a girişine izin verilmemesi Kırım Tatarlarının sürgün geçmişinin hafızalarda yeni- den canlanmasını sağlamakta ve Putin’in, Kırım Tatarlarına sunduğu vaatlerin ne kadar geçersiz olduğunu bir kez daha göstermektedir. Kırımoğlu’nun şahsına ve Tatar Milli Meclisi’ne yönelik yürütülen itibarsızlaştırma kampanyalarının yanısıra, Kırım müftülüğüne yönelik olarak sıklıkla dile getirilen Vahhabilik suçlamaları da Kırım Tatarlarının Rusya kaynaklı korkularını haklı çıkarır niteliktedir. Çarlık ve Sovyet dönemlerine kadar geriye gitmeye gerek kalmadan, henüz ilhak gerçekleşmeden bile yoğun bir Ruslaştırma ve asimilasyon politikasına maruz bırakılan Kırım Özerk Cumhuriyetinde adeta ilhakın “meşru” zemini oluşturulmaya çalışılmıştı. Ukrayna hükümetlerinin belki de en büyük hatalarından biri bölgedeki söz konusu Ruslaştırma faaliyetlerine göz yummak oldu. Rusya adeta Alexander Soljenitsin’in “Belarus ve Ukrayna’nın bizden koparılması savaştan sonra Almanya’nın bölünmesiyle eşdeğerdir... Tarihsel olarak böyle kalmasına izin verilmemelidir” çağrısını hayata geçiriyor. Batı, Rusya’ya karşı gerekli olan caydırıcı gücünü ortaya koyamadığı için maalesef mesele Kırım ya da Ukrayna meselesi olmaktan da çıkıp, Türkiye’nin de defalarca uyardığı gibi bölgesel bir mesele hatta küresel bir mesele halini almış durumdadır. *Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Mezunu. Dışişleri Bakanlığı’nda TBMM Danışmanı olarak görev yapmaktadır. Türkiye, Ukrayna yönetimi ile paralel bir biçimde Kırım Tatar Milli Meclisi’nin, Kırım Tatar halkının yegâne meşru temsil organı olduğunu her fırsatta dile getirmektedir. Bir milletin yaşayabileceği en acı sürgün tecrübelerinden birini yaşamış olan Kırım Tatarlarının yarımadanın tek yerli halkı olduğu ve Kırım’ın geleceği konusunda Ukraynalılar ve Ruslar kadar Tatarların da söz sahibi olması gerektiğini sıklıkla vurgulamaktadır. HAZİRAN 2014 77 DIŞ POLİTİKA nelerinde akdedilen garantörlük antlaşmaları çerçevesinde müdahale hakkını kullanmıştır. Türkiye halen 1959 yılında imzalanan Londra Antlaşması ile kurulmuş olan Kıbrıs Cumhuriyetini tanımaktadır. Adanın güneyinde Londra ve Zürih Antlaşmalarına aykırı olarak kurulmuş olan Rum Yönetimini tanımamaktadır. Bu noktada, Türkiye’nin uluslararası hukuka uymasına rağmen hukuku çiğneyen devlet olarak gösterilmesi uluslararası camiada bir algı bozukluğunun olduğunu göstermektedir. Türkiye, kurucu üyeleri arasında yer aldığı Avrupa Konseyi’nin bünyesinde faaliyet gösteren İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru hakkını 1987 yılında kabul etti. 1990 yılında ise divanın zorunlu yargı yetkisini kabul etti. 1998 yılında 11 numaralı protokolün yürürlüğe girmesi ile birlikte iki farklı yargı organı olan Divan ve Komisyon birleştirilerek tek bir yargı mercii oluşturuldu. AİHM’den Türkye Aleyhne Tazmnat Kararı Dr. Selman ÖĞÜT SDE Uzmanı M ayıs ayında verdiği karar ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Türkiye’yi 90 milyon Avro yani 255 milyon TL tazminat ödemeye mahkûm etti. Mahkeme, 1974 yılında Türkiye’nin adaya yaptığı müdahale sonucu kaybolan kişilerin akrabaları ve Karpas Yarımadasında meskûn olanların uğradıkları zarar yüzünden Türkiye’nin tazminat ödemesine hükmetti. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, kararın hukuki çelişkiler ihtiva ettiğini ve Türkiye Cumhuriyetinin tanımadığı bir devlete tazminat ödemeyeceğini bildirdi.1 Benzer şekilde AB Bakanı ve Baş Müzakereci Mevlüt Çavuşoğlu da mahkeme kararının zamanlamasının çok kötü olduğunu2, hukuki ve siyasi açıdan elverişsiz bir karar olduğunu belirtti. 78 HAZİRAN 2014 Kıbrıs konusu uzun ince bir yoldur. Salt uluslararası hukuk açısından yaklaşıldığında bile, Deniz Hukuku, İnsan Hakları Hukuku ve Antlaşmalar Hukuku gibi çok farklı alanların tartışıldığı bir saha karşımıza çıkmaktadır. Maalesef belirtilen bu alanlara gereken önemin verildiğini söyleyemiyoruz. Yazımızda AİHM’nin Mayıs ayında vermiş olduğu kararı, arka planı ile birlikte olabildiğince özet şekilde inceledik. Meselenin Genel Analizi Kıbrıs meselesi uluslararası camianın en çok çarpıtılan konularından biridir. Evvela Türkiye’nin adada işgalci olduğu ileri sürülmektedir. Türkiye, adada işgalci olarak bulunmamaktadır. 1958 ve 1959 se- lik kazandığını belirtti. Yani 1974 müdahalesinden itibaren her ihlalden Türkiye sorumlu tutulmuş oldu. Tazminat kararı 1998 yılında verildi ve Loizidou’ya 875.000 ABD doları ödenmesine hükmedildi. Her ne kadar Türk Hükümeti davanın siyasi bir sorun olduğunu ve divanın yetkisini aştığını belirterek tazminatı ödememe kararı almış olsa da, 2003 yılında faizi ile birlikte ödedi. Tazminatı öderken de, benzer davalar için bu davanın emsal teşkil etmemesini ve Delegeler Komitesi gündeminden tazminat kararının düşürülmesini şart koştu. Loizidou Davası Sonrası Süreç Türkiye’nin tazminat öderken ileri sürdüğü şartlar dikkate alınmayınca Loizidou davası emsal teşkil etti. 1999 yılında açılan Myra Xenides-Arestis davası bir başka bir dönüm noktası olarak karşımıza çıktı. Mal Tazmin Komisyonu’nun etkin bir iç hukuk yolu olmadığı belirtildi. 2005’te XenidesTürkiye’nin her şeyden Bir Dönüm Noktası: Arestis’in mülkiyet hakkının önce uluslararası hukuk Titina Loizidou Davası ihlal edildiği kabul edildi. Bu karar ile etkin bir iç hukuk argümanlarına daha Türkiye bireysel başvuru yolu kurulması sağlandı. sıkı sarılması gerekiyor. hakkını kabul eder etmez; Taşınmaz Mal Komisyonu Çünkü Kıbrıs konusunda Rumlar, Türkiye aleyhine (TMK) kuruldu. Demades başvuruda bulunmaya uluslararası camia ve Tymvios isimli başvubaşladılar. Mülkiyet hakkı bir algı yönetimine rucuların dostane çözüm ihlali gerekçesi ile binlerce daha doğrusu algı yolu ile TMK’ndan istifade Rum, Komisyona Türkiye’yi çarpıtmasına maruz etmeleri çözüme doğru gidilşikayet etti. Loizidou, Komisdiği ümitlerini arttırdı. Tymvious, kalıyor. yona başvuranlardan biriydi. kuzeyde bıraktığı mallara karşılık Loizidou hem mülkiyet hakkının güneyden muadil Türk taşınmazların ihlal edildiğini hem de 1989 yılında kukendisine verilmesini talep etti. Rum Yönezeyde bulunan Akıncılar Köyüne doğru yütimi buna yanaşmayınca da kendi yönetimine karşı rüyüş yaparken tartaklandığını iddia etti. Ancak KoAvrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) dava misyondan elleri boş döndü. Bunun üzerine Rum açtı. Her ne kadar davası kabul edilmese de Rum Yönetimi davayı müdahil sıfatı ile 1993 yılında DiYönetimi inadından cayarak Tymvious’un teklifini vana götürdü. Bu dava, taraflar arasında süregiden parasal karşılık olarak vermek kaydıyla kabul etti. uyuşmazlığın karakteri açısından bir dönüm noktaBununla birlikte Rum Yönetimi bu kararın emsal teşkil sıdır. Çünkü ilk defa Türkiye o zamana kadarki tutuetmeyeceğini bildirdi. munu değiştirerek, Rum Yönetimini bir davada muhatap olarak belirledi. Daha önce Rum Yönetimi- TMK en çok AİHM’nin işine yaradı. Çünkü mahkenin Türkiye’ye karşı açtığı davaların duruşmalarına menin iş yükünü oldukça hafifletmişti. Türkiye, Rum Yönetimini tanımadığı için çıkmamıştı. Demopoulos Kararı ve AİHM’nin Benimsediği Divan, 1996’da verdiği karar ile KKTC’nin uluslaYapay Ayrım rarası toplumca tanınmadığı için kararlarının geçersiz olduğunu, Türkiye’nin adanın kuzeyini kontrol AİHM, TMK’nın varlığını işaret ederek 2010 yılında ettiği için mevcut ihlallerden sorumlu olduğunu ve Demopoulos ve diğerleri davasını iç hukuk yollaLoizidou’nun mülkiyet hakkının ihlalinin sürekli nite- rını tüketmedikleri sebebi ile kabul edilmez buldu. HAZİRAN 2014 79 Sonuç olarak; AİHM 2001 yılında verdiği kararda, 1974 yılında yaptığı çıkartma dolayısıyla Türkiye’nin AİHS’nin muhtelif hükümlerini ihlal ettiği kararını vermiştir. 2007 yılında GKRY, AİHM Büyük Dairesi’nin, AİHS’nin 41. maddesini uygulamasını talep eden bir başvuru yapacağını bildirmiş ve 2010 yılında da haklı tatmin (just satisfaction) talebinde bulunmuştur. Son Karar: 12 Mayıs 2014 Ancak mahkeme, TMK’nın kurulmasından önce uygun görülmüş başvurular için Loizidou benzeri kararlar verdi. Demopoulos ve diğerleri davasının iç hukuk yollarına başvuru yapılmaması gerekçesi ile reddeden mahkeme, diğerlerini kabul etti. Aslında bir dava devam ederken çözüm için etkin iç hukuk yollarının oluşturulmuş olması, mahkemenin süregiden davayı o iç hukuk yollarına yönlendirmesini gerektirmektedir.3 Ancak mahkemenin yaptığı yapay ayrım ile iç hukuk yolları bir bakıma etkisiz hale getirilmiştir. Demopoulos Kararı’nın, Türk tarafı için iyi etkisi; mahkemenin, zamanın geçmesi ile zilyetlik ve mülkiyet arasındaki bağın gevşediğini tespit etmesi ve böyle bir durumda Türk tarafından taşınmazların iadesinin beklenemeyeceğini vurgulamasıdır. Mevcut Kararın Verildiği Dava Hakkında Kısa Bilgi Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Hükümeti ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu tarafından 1999 yılında Mahkeme yapılan müracaat aslında 1994 yılında Rum Yönetimi’nin Türkiye’ye karşı komisyona yaptığı bir başvuruya dayanmaktadır. 2001 Yılındaki Davadan Notlar 1974’te Türkiye tarafından yapılan çıkartmayı haksız olarak nitelendiren Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), çıkartmanın adada yaşayan bazı Rumların haklarını ihlal ettiğini belirtmiştir. 2001 yılında verilmiş olan karara baktığımız zaman uluslararası hukukun farklı uzmanlık alanları ile ilgili konulara değinildiğini görmekteyiz. 80 HAZİRAN 2014 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi ve bu ilanın hemen akabinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 541 sayılı kararı ile bu ilanı geçersiz sayması ve bütün üye devletleri KKTC’yi tanımamaya çağırması hususları üzerinde durulmaktadır. Aynı şekilde BM Güvenlik Konseyi benzer bir kararı 1984 yılında almıştır. (550 nolu karar) Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi ise 1983 yılında Güney Kıbrıs Rum Yönetimini adadaki tek meşru temsilci olarak tanımaya karar vermiş ve Rum Yönetiminin egemenliğine, bağımsızlığına ve bölgesel entegrasyonuna saygı gösterilmesi çağrısında bulunmuştur. Rum Yönetimi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapmış olduğu başvuruda adadaki çatışmaların bitmiş olmasına rağmen halen 1491 Rum vatandaşının kayıp olduğunu ve söz konusu kaybolan kişilerin en son Türk tarafınca gözaltına alındığını ve Türk tarafının bu kişiler hakkında herhangi bir açıklama yapmadığını iddia etmiştir. Bununla birlikte Türkiye’nin bu iddialara verdiği cevap ise çok açıktır. Mevzu bahis kayıp kişilerin Türk Yönetiminin alıkoyduğunu ya da Türk Yönetimi tarafından halen gözaltında tutulduğunu ispatlayan herhangi bir kanıt yoktur. Davanın dayandığı diğer bir iddia ise 211.000 Rum vatandaşının yaşadıkları yerlerden çıkartılmaları ile ilgilidir. Adadaki iki ayrı yönetim arasındaki sınır yüzünden yaşadıkları yerleri terk edenlerin geri dönmeleri mümkün değildir. Türk Yönetimi ise mevcut sınırların kaldırılabilmesi için adada kalıcı bir çözüm sağlanması ve genel ilkeler üzerinde anlaşmaya varılması gerektiğini belirtmiştir. kuki hem de siyasi açıdan zamanlama “manidar” görünüyor. Kanaatimizce bütün bu olup bitenler Türkiye’nin ve KKTC’nin mücadele azmini azaltmamalı. Rumlar Türk Bölgesinde 46.000 adet mülk bıraktıklarını iddia ederken, Türkler ise Rum Bölgesinde 16.200 adet mülk bıraktıklarını iddia ediyorlar. Demek ki adada hak talep edecek olan sadece Rumlar değildir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da belirttiği gibi, geçmişteki çatışmalar sırasında kaybolanların sadece Rumlar olmadığını, Türk vatandaşların da aynı mağduriyeti paylaştıklarını unutmamak lazım. Mahkemenin verdiği son karara baktığımızda, kısmen katılma oyu (partly concurring opinion) belirten hakimlerin bir yetki aşımından bahsettikleri göze çarpmaktadır. Işıl Karakaşın da aralarında bulunduğu hakimler, karardaki iç hukuk yollarının tüketil- Türkiye’nin her şeyden önce uluslararası hukuk armesinin dayanak gösterilerek başvurunun reddedilgümanlarına daha sıkı sarılması gerekiyor. Çünmesinin gerekli olmadığını belirten 63. pakü Kıbrıs konusunda uluslararası camia ragrafın, AİHS’nin 46. maddesinin 2. bir algı yönetimine daha doğrusu fırkasına aykırı bir ifade olduğunu algı çarpıtmasına maruz kalıyor. Türkiye, adada ve Bakanlar Komitesinin yetkiTürkiye’nin, garantör devlet sine tecavüz ettiğini belirtmişişgalci olarak olarak adada bulunduğunu lerdir. Bir dava kararı sonucu bulunmamaktadır. ve uluslararası hukuka aykırı mahkûm olan taraf devletin bir davranışının bulunmadı1958 ve 1959 yükümlülüğünü yerine geğını daha yüksek sesle ve senelerinde akdedilen tirip getirmediğini tetkik etdaha profesyonel şekilde menin mahkemenin görevi garantörlük antlaşmaları dile getirmesi lazım. Bu da olmadığının da altını çizmişçerçevesinde yoğun diplomatik ve akalerdir.4 Tek muhalif görüş müdahale hakkını demik faaliyetle başarılabile(dissenting opinion) bildiren ceğimiz bir husus. Uluslararası kullanmıştır. hakim olarak Işıl Karakaş haklı hukukun her geçen gün daha tatmin talebinin, gerekli zamanda fazla konu ile Türkiye’nin karşısıyapılmamış olması nedeniyle, davaya na dikilmesi, uluslararası hukukçulara ve 5 konu edilemeyeceği belirtilmiştir. stratejistlere yapmamız gereken yatırımın daha fazSonuç la arttırılması gerektiğini göstermekte. Kıbrıs Türkleri Müzakerecesi Kudret Özersay ve Dipnotlar Rum tarafı müzakerecisi Andreas Mavroyannis’in 1 Ahmet Davutoğlu’nun açıklamaları için bkz: http:// karşılıklı ziyaretlerini müteakiben geçtiğimiz Şubat www.dailysabah.com/politics/2014/05/14/payment-toayı itibari ile Türk ve Rum liderler tıkanmış olan baunrecognized-state-not-considered-necessary-says-fm, ulaşım tarihi:16.05.2014. rış müzakerelerinin tekrardan başlaması gerektiğini belirtmişlerdi. Bakan Çavuşoğlu’nun da belirttiği 2 Mevlüt Çavuşoğlu’nun açıklamalrı için bkz: http://www. turkiyegazetesi.com.tr/gundem/156065.aspx, ulaşım gibi müzakere süreci devam ederken böyle bir katarihi:18.05.2014. rarın çıkması düşündürücü. 3 AİHS’nin 46. maddesine göre ödenmesi gereken bir ceza söz konusu. Işıl Karakaş’ın kararda belirttiği gibi haklı tatmin açısından zamana dikkat edilmeden verilmiş bir karar var. Bakan Çavuşoğlu da zamanlamadan şikâyetçi. Sonuç olarak hem hu- 4 5 Yaprak Renda, Loizidou Kararından Bugüne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Kararları ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararlarının Kıbrıs’taki Mülkiyet Sorununa Etkisi, Ankara Barosu Dergisi, 2013/1, s.393. European Court of Human Rights, Case of Cyprus v. Turkey, Application no. 25781/94, s.43. Ibid. s.47. HAZİRAN 2014 81 DIŞ POLİTİKA Ahmet Göksel ULUER* Araştırma Görevlisi BOKO HARAM U luslararası kamuoyunda ciddi anlamda ilk kez Ağustos 2011’de, Nijerya’nın başkenti Abuja’da bulunan BM Karargâhı’na yaptığı saldırıyla gündeme gelen Boko Haram; bu tarihten itibaren özellikle kilise ve camilere düzenledikleri intihar saldırıları ve köylere gerçekleştirdikleri baskınlarla seslerini duyurdu. 2014 yılında sıklıkla gerçekleşen, kız öğrencilerin okuldan kaçırılması olaylarında sorumluluğu üstlendi. Bu eylemlerden en önemlisi ise, 14 Nisan 2014’te Chibok kasabasından 276 adet kız öğrencinin kaçırılması oldu. Böylesi hassas bir konu, pek çok devlet tarafından kınandı. ABD, İngiltere, Fransa ve Çin, kaçırılan kız çocuklarının bulunması için uzmanlar göndererek destek oldu. Twitter’da #BringBackOurGirls tagıyla 9 Mayıs günü bir milyondan fazla tweet paylaşıldı. Merkezi, Nijerya’nın kuzeydoğu bölgesi olan örgüt, kendini “Cemaat-i Ehlüs Sünne Lil Da’va vel Cihat” (Sünnet Ehlinin Davası ve Cihat Cemaati) olarak isimlendirmiştir. 2010’a kadar uluslararası toplum tarafından Yusufiyye veya Nijerya Talibanı olarak anılan örgüt, sonraları Boko Haram olarak anılmaya başladı ve bu isim bugün neredeyse ortak kullanılan bir hal aldı. Boko Haram, bölgenin yerel dili olan Hausaca’da “Batılı olan haramdır” anlamına gelmektedir. Boko Haram’ın Doğuşu Örgütün ilk lideri ve sembol ismi olan Muhammed Yusuf, Çad ve Nijer’de İslami eğitim aldı. Selefilik 82 HAZİRAN 2014 akımının ünlü düşünürlerinden İbn Teymiyye’den etkilendi. Nijerya kökenli Izala Hareketi’nin önderi Gummi’nin öğrencisi olmasının getirisiyle Selefilik’in radikal bir yaklaşımını benimsedi. 2001 yılında Nijerya’ya dönerek Maiduguri kenti merkezli cemaatini kurmaya başladı. Boko Haram devletle ilk defa 2003 yılında karşı karşıya geldi. Maiduguri şehir merkezinin dışına, İslami prensiplere bağlı, yalıtılmış 200 kişilik bir topluluk oluşturmak üzere gidildi. Burada bulundukları sürede hükümet aleyhtarı propaganda yaptıkları gerekçesiyle polisle karşı karşıya geldiler ve 70 kişi öldü. Yusuf’un da yer aldığı büyük bir kitle Maiduguri şehir merkezine dönerek çalışmalarına burada devam etti. 2007 yılında Izala Hareketi’nin içindeki bir başka önemli kolun lideri Cafer Adem’in ölümüyle beraber Izala içerisinde, Yusuf’un savunduğu radikal Selefi görüş ön plana çıkmaya başladı. Yusuf, 1980’lerdeki Merva gibi Batılı-olan’a karşı çıkmaktaydı. Aynı hususta BBC ile yapılan bir ropörtajda “(...) Batı eğitimi İslam inançlarına aykırı konulara sahiptir. Yağmur gibi. Biz onu güneşin sebep olduğu buharlaşmanın yoğuşup yeryüzüne inmesi olarak açıklamak yerine, Allah’ın yarattığına inanırız. Dünya’nın yuvar- lak olduğunu söylemek gibi. Eğer Allah’ın öğretisine aykırıysa, onu reddederiz.” beyanını vermiştir. Öte yandan Yusuf’un lüks arabalar kullanıp özel sağlık hizmetlerinden yararlandığı ve iyi bir Batılı eğitimden geçtiği söylenmektedir. 2009 Olayları ve Örgütün Yükselişi 2003 ile 2009 arasında polisle çatışmalarda yer almayan ve bu dönemde sempatizan ve öğrencileriyle beraber Maiduguri’de faaliyetlerine devam eden örgüt için 2009 yılının Haziran ayı bir dönüm noktası oldu. Bir üyesi için düzenlenen cenaze töreninde, yeni yasalaşmış olan “motosiklet sürücülerinin kask kullanma zorunluluğu” talimatına uymadıkları dolayısıyla çıkan arbedede 17 örgüt üyesi yaşamını kay- betti. Olayın ardından Yusuf’un, polislerden intikam alınması yönündeki söylemleri neticesinde, örgütün tesislerine düzenlenen operasyonda Yusuf da dâhil olmak üzere 1000 cemaat üyesi öldü. Bilhassa Yusuf’un sağ ele geçirilip polis merkezindeki gözaltı sırasında öldürülmesi, polisin bu adaletsiz tutumuna karşı Boko Haram mensuplarında büyük tepki meydana getirmiştir. 2009 olayları örgütte önemli kayıplara neden olsa da bu olaylar, eylem yapmak için büyük bir motivasyon oluşturdu. Daha sonra, Aralık 2010’da Bauchi hapishanesine yapılan baskınla 100’ü cemaat üyesi 700 kişinin serbest bırakılması, Jos ve Maiduguri saldırılarında 86 kişinin ölümüne sebep verme eylemleriyle gündeme geldiler. HAZİRAN 2014 83 zalandırılması. Uzun vadede ise Jonathan başkanlığındaki Nijerya hükümetini devirmek ve tüm ülkeye yayılacak bir Şeriat yönetimini tesis etmek amaçları mevcuttur. Zira 1999 itibaren iktidar partisi olan PDP’nin, devlet başkanlığı için benimsediği kuzeyli güneyli başkan rotasyonunun Jonathan döneminde gerçekleştirilmediği iddiası, ülkede Kuzey-Güney ve Müslüman-Hıristiyan gerilimini artırmıştır. Nijerya Seçimleri Afrika’da çoğu zaman gerilim ve çatışmaları tetikleyen niteliğe sahiptir. 2015 seçimleri için aday olup olmayacağı henüz belirsiz olan Jonathan’ın muhtemel adaylığı ve galibiyeti, ülkeyi çok daha derin çatışmalara sürükleme potansiyeli taşımaktadır. Örgütün bundan sonraki eylemleri kiliseler, birahaneler, aynı İslami görüşü taşımayan cemaatlerin bulunduğu camiler, üyelerinin bulunduğu hapishaneler, hükümet binaları, uluslararası örgüt binaları, kışlalar ve karakollara intihar saldırılarıyla zarar vermek; yabancı uyruklu kişileri, Batılı eğitim veren okullara giden öğrencileri, devlet yanlısı ünlü Müslüman vaizleri kaçırmak ve bazen de öldürmek şeklinde gerçekleşti. Ağustos 2011’de, BM Karargâhı’na düzenlenen saldırı örgütün rüştünü ispat ettiği bir eylem olarak değerlendirilebilir. Uluslararası kamuoyunda geniş yankı bulan diğer eylemlerin ise Nisan 2013’te Baga Köyü’ne düzenlenip 185 kişinin ölümüne neden olan çatışma ve Nisan 2014’te Chibok kasabasındaki kız öğrencilerin okullarından kaçırılması oldu. Hükümet, Mayıs 2013’te bölgede sıkıyönetim ilan etse de olaylar durdurulamadı. Boko Haram’ın Amaçları Boko Haram’ın yekpare bir yapısı bulunmamaktadır. Birbirinden farklı görüşlere sahip çeşitli hücrelerden oluşan bir sisteme sahiptir. Bu yüzden örgüt içerisinde de amaçlar farklı tanınmıştır. Örneğin bir kesim Nijerya’da Şeriat’ın tesis edilmesini ilke edinirken, bir diğer kesim Boko Haram’ın küresel cihatta etkin bir aktör olması gerektiğini savunmaktadır. Örgütün kısa vadeli iki temel amacı vardır. İlki, tutuklu bulunan üyelerinin bırakılmasıdır. Kaçırılan kızlarla tutukluların takas edilmesini talep ettikleri biliniyor. İkincisi ise, 2009 olaylarında Yusuf’un öldürülmesinden sorumlu olanların kovuşturulup ce- 84 HAZİRAN 2014 Dolayısıyla Boko Haram bir yandan da, 1800’lerde Fudi’nin yaptığı gibi bugün de Hıristiyan kökenki “batıl” yönetimle savaş halindedir. Bu durum örgütün cihat mantığını sağlamlaştıran ve meşrulaştıran önemli bir etmendir. Cihadın küresel boyutunda da yer aldığı söylenen Boko Haram’ın, Afrika’da hızla gelişmekte olan El Kaide bağlantılı örgütlerle dirsek teması içerisinde olduğu iddia edilmektedir. Boko Haram’ın Ekonomik ve Lojistik Kaynakları Boko Haram’ın bugün Kuzey Nijerya ve komşu devletlerde toplam 280.000 üyesi olduğu tahmin edilmektedir. Üyelerin çoğunu da Elmeciri Sistemi’nde yetişen kişiler oluşturmaktadır. Özellikle üniversite öğrencileri arasında hızla yükselen bir üye oranına sahiptir. İşçi sınıfından üyeler, örgütün diğer iskeletini oluşturmaktadır. Örgüt finans kaynaklarından ilki üyelerden toplanan günlük bağışlardır. Bunun yanında, ülkenin kuzeydoğu bölgelerinde yönetim kademesinde yer alan elitlerin, örgüte sponsor oldukları iddia edilmektedir. Bu isimlerden en önemlisi 2009 olaylarında öldürülen Borno Federe Devleti yönetim kademesinde yer alan Buji Foi’dir. Diğer önemli finansal kaynakları banka soygunlarıdır. İslami açıdan verdikleri faiz nedeniyle haram olarak değerlendirilen bankaların soyulması, meşru kabul edilmektedir. 2012’nin sonu itibariyle banka soygunlarından 3,1 milyon dolarlık bir gelir elde edilmiştir. Son olarak da, El Kaide’nin Mağrip yapılanması AQIM’den, Suudi Arabistan ve İngiltere’den gelen fonların örgüte katkısı oldukça büyüktür. Askeri eğitimlerinin bir kısmı Nijerya güvenlik görevlilerinden sağlanmaktadır. Ancak önemli kısmı Somali, Afganistan, Moritanya ve Mali’deki kamplarda eğitim görmüşlerdir. Bilhassa 2004’te Moritanya’daki iç çatışmalarda paralı asker olarak kullanılan Nijeryalı militanların, dönüşlerinde Boko Haram saflarına katılması ve oradaki tecrübelerini aktarmaları önemli olmuştur. Ancak El Kaide’nin bölgedeki etkinliğinin tartışılmaya başlaması, 2012’den bu yana süregelen Mali olayları sebebiyledir. 1990’larla beraber özellikle Sovyetler Birliği’ne karşı Afganistan’da eğitim gören militanların dönüşüyle, Cezayir merkezli Selefi Dava ve Mucadele Hareketi (GSPC) kuruldu. 2000’lerde El Kaide’nin yeni alanlarından biri Mağrip bölgesi oldu. Mağrib elKaidesi olarak bilinen AQIM yapılanması, 2006’dan bu yana, BM ofisine saldırı, yabancıları kaçırıp fidye alma gibi eylemlere imza attı. AQIM Çad, Moritanya, Mali gibi Müslüman ülkelerde yer alan Selefi kökenli yapılanmalara silah ve mühimmat anlamında destek sağladı. Kıtada yer alan pek çok kampta askerî eğitim verildi. Somali’de Eş Şebab, Mali’de Ensarüddin ve Nijerya’da Boko Haram, Müslüman Afrika’daki El Kaide’yle bağlantılı örgütler olarak bilinmektedir. Bu birliktelik Mali olaylarında gözükmüş, Mali ve Fransız askerlerine karşı AQIM, Ensarüddin, Boko Haram ve Batı Afrika’da Tevhit ve Cihat Cemaati aynı safta savaştı. 2009 yılında Amerika’nın Afrika Ordusu (AFRICOM), El Kaide ve AQIM arasında somut bir bağlantı olmadığını ancak şüphelerin bulunduğunu vurgulamıştır. Bu şüphelerin en büyük sebebi ise saldırı biçimleri ve seçilen hedeflerin El Kaide saldırılarına benzer biçimde gerçekleşmesidir. AQIM ise 2010 yılında “Nijerya’nın kuzeyindeki militanlara yardım etmeye hazır olduğunu” açıklamıştır. Ancak Mali olayları sırasında Boko Haram’ın AQIM ile bağlantılı olduğu ABD Dışişleri Bakanlığı’nca açıklanmıştır. İngiltere, Kanada ve ABD hâlihazırda Boko Haram’ı terörist bir örgüt olarak kabul etmiştir. Uluslararası Yansımalar ve Örgütün Geleceği Özellikle 2014 Nisan’ında meydana gelen kız öğrencileri kaçırma olayıyla beraber örgüt, uluslararası kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekti ve neredeyse küresel bir farkındalık yaratıldı. Boko Haram’ın gündeme gelmesinin nedenleri şöyle sıralanabilir: Birincisi, Afrika’nın Mağrip ve Sahil bölgelerinde gözlemlenen silahlı örgütlerin El Kaide bağlantılı hareket etmeleri ve küresel cihadın yeni aktörleri olarak ön plana çıkmaları, dünyanın ve özellikle ABD’nin dikkatini çekmektedir. İkincisi, Nijerya Afrika’nın birinci, dünyanın altıncı büyük petrol üreticisi durumdadır. 2000’li yıllarla beraber Arap Yarımadası ve Basra Körfezi’ne alternatif bir petrol üssü olarak Çin, Hindistan gibi gelişmekte olan güçlerin ilgi odağı haline gelmiştir. Bu nedenle Batılı güçler bölgeyi denetim altında tutmak ve hükümeti baskı altına almak için Boko Haram faaliyetlerinin doğurduğu zararlara bizzat müdahale etme isteğindedir. Nitekim kız kaçırma olaylarının hemen ardından ABD, İngiltere, Fransa ve Çin uzman ekiplerle olayın içerisinde yer almışlardır. Nijerya hükümeti de bu müdahaleyi olumlu karşılamıştır. Üçüncüsü, 21. yüzyılda büyük bir pazar olan Afrika’da ciddi bir güç mücadelesinin gerçekleşmesi beklenmektedir. Kapitalizmin yeni yayılma alanı olarak görülen Afrika’da, bundan sonraki dönemde, Fildişi, Mali ve Orta Afrika’daki insani müdahaleler gibi birtakım eylemler beklenmektedir. Zira Batılı güçler Afrika’daki egemen konumlarını sarsacak ve onlarla rekabet edecek yeni ülkelerin peyda olmasından rahatsız durumdadırlar. Dördüncüsü, son yıllarda Afrika’da yeniden alevlenen Müslüman-Hıristiyan gerilimi ve toplumsal çatışmaların artışı kaygıyla karşılanmaktadır. Nijerya gibi Afrika’nın (Güney Afrika’yla beraber) en önemli gücü olan bir devlette çatışmaların yoğunlaşması, şüphesiz komşu ülkelere sıçrayabilecek ve daha ciddi sonuçlar doğurabilecektir. Önümüzdeki dönemde bahsi geçen örgütlerin eylemlerinde artış gözlemlenebilir. Afrika küresel güç mücadelesinin yeni bir cephesi olarak ortaya çıkabilir. Bununla beraber, Boko Haram ve Nijerya özelinde 2015 seçimleri hayati önem taşımaktadır. İç politikadan kaynaklanan birtakım gerilimler seçimlerle beraber gün yüzüne çıkabilir. Bunun üzerine uluslararası müdahaleye kadar verebilecek çapta çatışmalar meydana gelebilir. * Ankara Üni. Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Necmettin Erbakan Üni. Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi. Nijerya Boko Haram örgütü konusunda yüksek lisans tezi hazırlamaktadır. HAZİRAN 2014 85 DIŞ POLİTİKA Obama’nın Asya Ziyareti BAŞKAN OBAMA’NIN ZORUNLU ASYA ZİYARETİ Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı ABD Başkanı Barack Obama nisan ayının son haftasında gecikmeli de olsa Asya ziyaretini gerçekleştirdi. Ekim 2013’te planlanmış olan Asya gezisi, ABD’de yaşanan “kepenk kapatma” olayı nedeniyle ertelenmişti. Bu ertelenme, ABD’nin 2009 yılından beri sürdürdüğü Asya’ya geri dönüş (Return to Asia) politikası, diğer adları ile Asya Pasifik’te yeniden dengeleme (rebalance) ya da eksen dönüşü (pivot) stratejisinin zor duruma girdiği ve yükselen Çin’in bölgedeki siyasî, ekonomik ve güvenlik alanındaki etkisine karşı ABD’nin bölgedeki müttefiklerini koruyamaz hale geldiği yorumlarının yapılmasına sebep olmuştu. Rusya’nın Kırım’ı ilhakı, ABD’nin uluslararası ekonomik ve siyasî düzenine ve hegemonyasına meydan okunduğu olarak algılanmış ve ABD’nin Asya Pasifik’e yönelik stratejisinin engellendiği yorumu da yapılmıştır. Washington güç ve politikasının, artık Asya’ya değil Avrupa’ya yöneleceği görüşleri de gündeme gelmiştir. Başkan Obama’nın Asya ziyareti, ABD’nin Asya Pasifik’e yönelme stratejisinin devam etmesi konusunda kararlı olduğunu, yükselen Çin’in bölgede günden güne yayılan etkisini dengeleyebileceğini ve bölge müttefiklerinin endişelerinin gereksiz olduğunu göstermesi açısından önemliydi. 86 HAZİRAN 2014 23-25 Nisan 2014’te ABD Başkanı Obama Japonya ziyaretini gerçekleştirmiş ve ABD-Japonya güvenlik ittifakı modernizasyonu ile iki ülke arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri gündeme alınmıştır. Başkan Obama ile Japonya Başbakanı Shinzo Abe arasındaki görüşmeler öncesinde bir basın toplantısı gerçekleştirildi. ABD ile Japonya’nın sahip olduğu ortak demokratik değerleri güçlendirmek için birlikte çalışılması gerektiğini ifade eden Başkan Obama, küresel ve bölgesel sıcak konuları ele alacaklarını ve uluslararası alanın yönetim kurallarını belirleyen tedbirlerin alınmasının önemini vurgulamıştır. Obama’ya göre güçlü ABD-Japonya ilişkileri sadece iki ülkenin yararına değil dünya için de faydalı olacaktır. Görüşme sonrası başkan Obama’nın basına yaptığı açıklamaya göre, “ABD’nin güvenliği ve refahı Asya Pasifik’in geleceği ile bağlantılıdır, bu nedenle ABD’nin Asya Pasifik’te liderlik rolünü icra etmesine önem verilmektedir. Bölgenin güvenlik ve ekonomisinin ilerlemesinin temeli bölgede kurmuş olduğumuz tarihsel ittifaktır. ABD-Japonya ittifakı da bu kapsam içindedir.” Japonya ile güvenlik işbirliğinin derinleştirilmeye devam edeceğini belirten Başkan Obama, bölgenin savunmaya dayalı durumunun yenilenmesiyle, Japonya’da konuşlu ABD kuvvetlerinin en gelişmiş askerî yeteneklere sahip olacağının altını çizmiştir. ABD ve Japonya, bölgesel anlaşmazlıkların ve denizcilik ile ilgili sorunların diyalog yoluyla barışçıl bir çözüme kavuşması için ortak çağırıda bulunmuşlardır. İki ülke lideri seyrüsefer serbestisi ve uluslararası hukuka saygı gibi temel prensiplerin korunması konusunda ortak taahhütte bulunmuşlardır. 25-26 Nisan tarihlerinde Güney Kore’yi ziyaret eden Başkan Obama, Güney Kore Devlet Başkanı Park Geun-hye ile bir görüşme yapmıştır. Görmede ABD-Güney Kore güvenlik ittifakı ve ticaret ilişkileri ele alınmıştır. 25 Nisan’da Obama ile Park Geunhye’nin ortak düzenlediği basın toplantısında, Kuzey Kore’nin provokatif faaliyetlerine ve nükleer silahlanmasına karşı omuz omuza vereceklerini belirten Obama, Kuzey Kore’nin nükleer ve balistik füze programından vazgeçmesini ve uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmesini istemiştir. ABD’nin Güney Kore halkına verdiğini taahhütten asla vazgeçmeyeceğini açıklayan Obama, Devlet Başkanı Park Geun-hye’nin ABD-Güney Kore askerî ittifakı üzerindeki güçlü taahhüdüne teşekkür etmiştir. Obama’ya göre, iki ülke arasındaki ittifak modernize edilmeye devam edecek ve söz konusu füze savunma sisteminin birlikte çalışabilirliği güçlendirilecektir. Güney Kore Devlet Başkanı Park Geun-hye’nin bölgesel güvenlik konusundaki endişesinin Kuzey Kore’nin sürekli nükleer ve füze tehditlerinden ileri geldiğine inandığını ve bunu haklı bulduğunu dile getiren Başkan Obama, Güney Kore’de konuşlandırılan müttefik birliğinin eylem-kontrol yetkisini 2015 yılından önce Güney Kore’ye devredebileceklerini ve ortak misyona yönelik iki ülke arasındaki müttefiklik ilişkisinin güçlü bir şekilde sağlanması için gereken hazırlıkların yapılacağını ifade etmiştir. Aynı zamanda, Başkan Obama, iki yıl önce aralarında imzalanan ticaret anlaşmalarının ortak ticaretin geliştirilmesine katkıda bulunduğunu, her iki ülkede olumlu istihdam getirdiğini ve her iki tarafın ekonomik ilişkilerinin daha da genişletilmesi ve mükemmelliği için arayış içinde olduklarını belirtmiştir. 27 Nisan 2014’te Malezya’yı ziyaret eden Başkan Obama, yaptığı açıklamada, ASEAN topluluğunun dünya nüfusunun onda birini oluşturduğunu ve dünyanın yedinci ekonomisi olduğunu belirtmiş, bu coğrafyanın ABD’nin dördüncü ihracat pazarı olduğunu ve ABD’nin Asya’daki yatırımının ilk sırasında yer aldığını sözlerine eklemiştir. Başkan Obama, Malezya Başbakanı Najib Tun Razak ile görüşmesi sırasında, iki ülke arasındaki görüşmelerin; siyasî ve diplomatik işbirliğini, ticaret, yatırım, eğitim, çevre, teknoloji ve enerji güvenliği gibi konularda yapılacak ortak çalışmaları artıracağını ve geliştireceğini ifade etmiştir. Başkan Obama, Malezya Üniversitesi’nde öğrencilere yönelik yaptığı konuşmasında, Güneydoğu Asya’nın geleceğinin bu bölgedeki gençlerin elinde olduğunu vurgulamış ve Asya’nın önümüzdeki yüzyılın biçimlendirilmesinde belirleyici bir role sahip olduğunu, bundan dolayı da ABD’nin Asya ile dinamik ilişkilere odaklı işbirliğini geliştirmeye kararlı olduğunu açıklamıştır. Malezya, özellikle ekonomik alanda Çin ile yakın bir ilişki içinde olmasına rağmen, yükselen Çin’in bölgesel dengeleri değiştirmesine karşı ABD ile güvenlik ve ekonomi alanlarında işbirliği yapabilecek bir durumdadır. HAZİRAN 2014 87 Başkan Obama 28 Nisan’da Filipinleri ziyareti sırasında, Manila’da, Filipinler Devlet Başkanı Benigno Aquino III ile görüşmüş, iki tarafın güvenlik alanındaki işbirliğini güçlendirmek için 10 yıllık Gelişmiş Savunma İşbirliği Anlaşması (EDCA) imzalamışlardır. Bu anlaşma ikili askerî ilişkileri güçlendirmek için bir çerçeve sağladığı gibi bölgede yaşanan güvenlik sorunlarına yönelik işbirliğinin güçlendirilmesi için de yararlı olacaktır. İlk olarak 1951 yılında ABDFilipinler arasında Karşılıklı Savunma Anlaşması imzalanmış ve bu anlaşma gereği, Soğuk Savaş sonrası ABD kuvvetleri Filipinlerin Clark ile Subic askerî üslerinden geri çekilmişti. İki ülke arasında imzalanan yeni savunma anlaşmasına göre ABD; Filipinler’de konuşlandırılmış askeri gücünü arttıracak, başta Filipinler olmak üzere bölgede yaşayanlara insanî yardımda bulunacak ve afet durumunda destek olacak, askerî eğitim imkânlarını geliştirecek ve Filipinler Silahlı Kuvvetlerinin uzun vadeli modernizasyonuna destek verecektir. ABD’nin Filipinler ile geliştirdiği bu ittifak, iki ülke arasında olumlu olarak gözüküyor olsa da, gelecekte Çin’in Güney Çin denizindeki tahrikine karşı zemin hazırlayacağa benzemektedir. Obama’nın Asya Ziyaretindeki Sorunlar Başkan Obama’nın Asya ziyaretinin iki temel hedefi vardır: Biri bölgedeki müteffik ülkelerle ilişkilerin güçlendirilmesi, diğeri ise Trans-Pasifik Stratejik Ekonomik Ortaklık Anlaşması (TPP) müzakeresinin ilerletilmesi idi. 2002 yılında vücuda gelen TPP’nin amacı, çok taraflı ilişkiler kurarak Serbest Ticaret Anlaşması çerçevesinde Asya Pasifik bölgesinde ticaret liberalizasyonunu teşvik etmektir. TPP üyeleri ekonomik büyümeyi destekleyecek ve kalıcı iş imkânları oluşturacak yüksek standartlı bir 21. yüzyıl ticaret anlaşmasının geliştirilmesi için çabalamaktadırlar. 88 HAZİRAN 2014 2011 yılında Japonya’nın, 2013 yılında da Güney Kore’nin TPP’ye iştirak etmek için müzakerelere başlamasıyla birlikte toplam 12 üye ülkeden müteşekkil TPP grubunun toplam GSYİH’sı 27.477 trilyon Dolar olup, dünya GSYİH’nın % 40’ını oluşturmaktadır. Dünya ticaretinin % 50’sini teşkil eden TPP’nin toplam ticaret hacmi dünyanın üçte birini oluşturmaktadır. TPP’nin toplam ithalatı dünyanın % 27’sini oluşturmaktadır. Toplam ihracatı ise % 24’ün üzerindedir. 790 milyon nüfusa sahip olan TPP’nin küresel doğrudan yabancı yatırımı % 30’a ulaşmıştır. Çin, henüz bu müzakereye dâhil edilmemiştir. Çin’in, TPP’ye girebilmesi için mevcut 12 ülke ile tek tek müzakere yapması gerekmektedir. Washington’un sürdürdüğü TPP müzakere sürecinde Çin olmadığı gibi, ASEAN topluluğunun başlattığı ve Çin’in aktif olarak teşvik ettiği Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması (RCEP) müzakeresinde de ABD yoktur. ABD, Asya’daki birçok ekonomik organizasyonda ve platformda belirleyici bir role sahip değildir. Bu yüzden ABD’nin bölgede ekonomik alanda etkili olabilmesi için TPP müzakerelerinin hızla ilerlemesi gerekmektedir. Bu bağlamda Başkan Obama Kasım 2012’de, Tayland, Myanmar ve Kamboçya’yı da ziyaret etmişti. Washington aynı zamanda ABD-ASEAN Genişletilmiş Ekonomik Angajman (E3) Girişimi çerçevesinde gümrük tarifesi, yatırım ve bilgi teknolojisi işlemlerini hızlandırmakla ASEAN toplulukları ile TPP müzakeresini hızlandırmak peşindedir. 620 milyon nüfusa sahip olan ASEAN topluluğunun gayri safi yurtiçi hasılası 2.2 trilyon Dolar’ın üzerindedir. Topluluk, ABD’nin dördüncü büyük ihracat pazarı ve beşinci büyük ticaret ortağıdır. Ancak başkan Obama, Japonya ile TPP üzerindeki müzakerelerde kesin sonuç alamamıştır. Japonya Başbakanı Shinzo Abe, söz konusu müzakereye önem vermesine rağmen, Japon çiftçileri ve otomobil sektörünü ikna edememiştir. ABD’nin talebi, Japonya’nın, pirinç, sığır, kümes hayvanları ve domuz etleri pazarını açması ve kendi otomobil satıcılarının menfaatlerinin korunması için Japonya’nın bu alanındaki engelleri kaldırmasıdır. Başkan Obama’nın, Japonya’nın Senkaku (Diao-yü Dao) üzerinde kontrol hakkının bulunduğunu ve bu durumun ABD-Japonya Güvenlik Anlaşması’nın 5. maddesinde işaret edilen ortak savunma kapsamına dâhil olduğunu ifade etmiş olması Tokyo’yu rahatlatmıştır. Söz konusu 5. maddeye göre, taraflar Japonya’nın idare bölgesine yönelik düzenlenen herhangi silahlı saldırıya karşı kendi ülkelerinin anayasasının tanıdığı şart ve prosedüre göre harekete geçeceklerdir. Başkan Obama aynı zamanda Japonya’nın kolektif öz savunma hakkı yasağını kaldırmasını desteklediğini belirtmiştir. Bu yasağın kalkmasıyla artık Japonya da, ABD ve müttefiklerine yönelik saldırılarda yardıma koşabilecektir. Bu nedenle Başkan Obama, Abe Hükümeti’nin Anayasanın üzerindeki yorum değişikliğini de desteklemektedir. ABD, Senkaku (Diao-yü Dao) adalarının üzerindeki egemenlik meselesi hakkında herhangi bir pozisyonda bulunmayacağını belirtmektedir. Obama’ya göre, bu adaların tarihte Japonya’nın idaresinde olduğu gerçeğini tek taraflı olarak değiştirmeye kalkmak doğru değildir. Japonya-Çin arasında yaşanan adalar ihtilafı ve Japon yetkililerin Yasukuni ziyaretinin oluşturduğu gerginlik konularına barış yoluyla çözüm getirilmesi gerektiği tavsiyesinde bulunan Obama, Japonya’dan, durumu tırmandırmaktan kaçınmasını, düşük retorikte bulunmasını ve provokatif davranışlardan uzak durmasını istemiştir. Başkan Obama, ABD-Japonya Güvenlik Anlaşması’nın 5. maddesinin Senkaku adaları sorununu da kapsadığını ifade eden ve aynı zamanda Japon Anayasasının 9. maddesine rağmen Kolektif Öz Savunma Hakkı’na sahip olduğunu belirten ilk ABD Başkanı olmuştur. Başkan Obama’nın bu ifadeleri, ABD Hükümetleri tarafından öteden beri dikkate alınan bir takım kırmızıçizgilerin değiştiği anlamına gelmektedir. Bu durum, Abe Hükümeti’ni memnun ederken, Çin Hükümeti’ni kızdırmıştır. Çin Savunma Bakanlığı Sözcüsü Yang Yüjun, Başkan Obama’nın Japonya’ya arka çıkmasını ve Japonya’nın bu duruma sevinmesini “kuş tüyünü sancak zannediyorlar” diye alaycı bir ifadeyle değerlendirmiştir. ABD-Japonya Güvenlik Anlaşması’na, ‘Soğuk Savaş döneminin ürünü’ diyen Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Qin Gang, ABD ile Japonya’nın ittifakının üçüncü bir ülkeyi hedef almaması gerektiğini vurgulamış ve bu durumun Çin’in egemenliğine zarar vermemesi gerektiğini belirterek, hiç kimsenin Çin Hükümeti ile Çin halkının ulusal toprak bütünlüğünü ve deniz çıkarlarını savunma iradesini sarsamayacağının altını çizmiştir. Başkan Obama’nın son Asya ziyareti Çin’i kapsamamıştır, ancak gezinin her durağında Çin doğrudan ya da dolaylı olarak gündeme gelmiştir. Obama’nın son gezisi, müttefiklere güvence vermiş ve ABD’nin Asya Pasifik stratejisinin devam ettiğini bir kez daha ortaya koymuş oldu. Ancak Obama’nın Çin ile sorunlar yaşayan Japonya ve Filipinler’de sarf ettiği sözler Pekin’i bir hayli rahatsız etmiştir. Aslına bakarsanız, Başkan Obama bölgedeki müttefikleri ile ekonomik ve güvenlik alanında ittifakını güçlendirmeye çalışırken Çin’i kızdırmak istemiyordu aksine Çin ile olan ilişkilerini sürdürme niyetindeydi. Bunun çok kolay olmayacağı belliydi. Bu dengeyi yürütebilmek için Washington’un üstün zekâya ihtiyacı vardır. Fakat gözden kaçırılmaması gereken bir konu daha var, o da hükümetlerin diplomasi ilişkilerini sürdürmeye çalıştıkları sırada halklar arasında oluşan karşılıklı güvensizliklerdir. 27 Ocak 2014’te Pew Research Center’in verdiği bilgilere göre Amerikalıların sadece % 33’ü Çin hakkında olumlu izlenime sahiptir, bu 2011 yılındaki % 51 oranına göre büyük bir düşüş olduğunu göstermektedir. ABD’lilerin, Çin’e olan güvensizlikleri gidererek artmakta ve Çin’i ekonomik ve askerî alanda ABD’yi tehdit eden ülke olarak görmektedir. Benzer durum Japonya-Çin arasında da mevcuttur. Ekim 2010’de Sankei Shimbun ile FNN (Fuji Haber Ağı) kuruluşlarının ortaklaşa yaptırdığı bir ankette, Japonların % 79.7’si Çin imajının kötü olduğunu belirtmiş, %71.5’i ise Çin’in Japonya’ya tehdit oluşturduğu görüşünü dile getirmiştir. Ağustos 2013’te Japonya’nın NPO sivil örgütü ile Çin’in Chaina Daily gazetesi’nin düzenlediği ortak ankette, iki ülke halkının da birbirlerine karşı kötü izlenime sahip oldukları, bu oranın Çin’de % 93, Japonya’da ise % 90 olduğu tespit edilmiştir. Başkan Obama’nın Asya ziyareti ilişkilerin düzene girmesi açısından bir takım gelişmelere sebep olmuş olsa da Asya-Pasifik’te önümüzdeki sürecin önemli gelişmelere gebe olduğu gözükmektedir. HAZİRAN 2014 89 röportaj Orta Afrika: Darbelerin Gölgesinde Milli Kimliğini Bulamayan Ülke Röportaj: M. Fatih SEZGİN SDE Uzmanı Prof. Dr. Ahmet KAVAS kmdr? 1964 yılında Samsun’un Vezrköprü lçesnde doğdu. 1982 yılında Amasya Merzfon İmamHatp Lses’nden, 1987 yılında Ankara Ünverstes İlahyat Fakültesnden mezun oldu. 2006-2013 yılları arasında muhtelf ünverstelerde öğretm üyelğ yaptı. 2008-2011 yılları arasında Afrka konusunda Başbakanlık Müşavrlğnde bulundu. 2013 yılı Mart ayında T.C. Çad Büyükelçs olarak tayn edld ve halen bu görevne devam etmektedr. Afrka tarh ve medenyet, Osmanlı Afrka İlşkler, kıtadak güncel gelşmeler hakkında yayınlanmış çok sayıda makale ve ktapları bulunmaktadır. Prof. Kavas, üç çocuk babası olup Arapça, Fransızca ve İnglzce blmektedr. 90 HAZİRAN 2014 Efendm, öncelkle Orta Afrka Cumhuryet’nde neler oluyor? Tarhsel boyutuyla ele aldığımızda etnk ve dn çatışmaların sebepler nelerdr ve bu bölgeler nasıl br gelecek beklemektedr? Soruda ifade ettiğiniz üzere Orta Afrika ismiyle bilinen bir ülke var. Bir de Orta Afrika bölgesi var. Fransızca’da daha çok Türkçe okunuşu ile “CEMAC/Communauté Economique et Monétaire de l’Afrique Centrale” dedikleri Orta Afrika Bölgesi Para ve Ekonomi Topluluğu adı altında 10 ülke var ki bu ülkelerden birisi de Orta Afrika Cumhuriyeti’dir. Çad devleti de bunların en önemli üyelerinden birisidir. Kamerun, Gabon, Burundi, Kongo Cumhuriyeti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, hatta Ruanda’yı da buna dâhil ediyorlar. Sao Tome ve Principe ada devleti ve Angola ile de bir araya geldikleri zaman büyük bir güç oluşturuyorlar. Batı Afrika, Doğu Afrika, Kuzey Afrika neyse, Orta Afrika bölgesi de o derece önemlidir. Malum bir de Güney Afrika ve çevresindeki ülkeler var ki o coğrafya ilgi alanımızdan biraz uzak gibidir. Öncelikle, yaklaşık 25 yıldır Afrika ile değişik konulara ömrünü ayırmış birisi olarak şunu söyleyeyim, genelde sıkıntıların arttığını ve kendi içinde iyice kangrene dönenler olduğunu görmekteyim. Mesela Çad 45 yıldan fazla iç savaş yaşamış ve 1960’da bağımsızlığını ilan etmiş bir ülkedir. Bağımsızlığını ilan edişinden 2008 yılına kadar geçen süre zarfında Çad’ı kapalı bir kutu gibi görüp dikkat etmemişiz. Orta Afrika Cumhuriyeti’ne Fransızlar 1960 yılında bağımsızlığını vermişler. Bağımsızlık sonrası Orta Afrika Cumhuriyeti hep darbelerle iç içe yaşamış. 2013 yılında az zararla geçirilen bir darbe daha olmuş, buralarda bir devletten, milli bir kimlikten, aidiyetten bahsetmek neredeyse imkânsızlaşmış. Orta Afrika Bölgesi’nde kendi ayakları üzerinde durabilen ülkeler arasında Gabon ön sıralarda yer alır. Angola altından kalkınması zor iç savaşlardan çıkınca petrol kaynaklarıyla ekonomik anlamda patlama yaptı. Ama bu gelişmenin nüfusun sadece % 5 veya % 10’una intikal eden bir durum olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu açıdan, söz konusu bu gelişmeyi yakından incelemek lazım... Şahsen bu süreci neredeyse hiç takip edemedim. Angola dışında mesela Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve onun çevrelerindeki ülkelerden Uganda, Ruanda, Burundi ve Kongo Cumhuriyeti hakkında biraz araştırmalarım oldu. Tanzanya, Kenya ve içerideki komşuları olan ülkelerle birlikte Büyük Göller bölgesinde son 10 yılda ölen insan sayısının 10 milyonun üzerinde olduğu belirtiliyor. Dile kolay, Ruanda katliamı, Güney Sudan’da yaşananlar, iç savaşlar ve çatışmalar da dâhil olmak üzere bölgede toplam 10 milyon insan ölmüş durumda… Bu coğrafya hakikaten Afrika’nın en hasta coğrafyası… Şu anda en çok başı ağrıyan ülkelerin başında Orta Afrika Cumhuriyeti gelmektedir. Orta Afrka’da da Arakan benzer br Müslüman Katlamıyla karşı karşıya olduğumuz açık. Bölgede büyük güçlern br takım hesaplarının varlığını da blyoruz. Pek, Türkye’nn bu bölgedek dış poltkası nedr? Son bir asırda maalesef ciddi anlamda yakın dönem tarihi değerlerimiz konusunda hafıza kaybımız oldu. Her şeyden önce bunu telafi etmemiz gerekiyor. Bizim bu bölge ile ilgimiz, bugün doğrudan müdahale hakkını kendilerinde gören Fransızlardan daha eskidir. Efendim orada Fransızlar var. Orası Fransa’nın hegomanyasında, evet 60 yıl sömürgesi altında kalmış, doğru ama bu sonuna kadar böyle gitmez ki. Artık küreselleşen dünyada ülkeler arası ilişkilerde anlık temaslarla zenginlik sağlanabiliyor veya ciddi kırılmalar yaşanabiliyor. Bir şeyi ısrarla ifade etmek lazım ki atalarımız 1870’li yılların ortasında onlardan önce bu bölgeye ilgi duymuş, kendi adlarına birileri gidip idare kurmuş, sizinleyiz diye haberler göndermiş ve birlikte varız demişler. Kaldı ki sömürgeciliğin tesisinde Fransa’nın adına oraya gidenlerin yüzde kaçı kendi öz vatandaşı idi. Batı, Kuzey ve Orta Afrika’da ele geçirdikleri yerlerden zorla silah altına alıp oralara sevk ettikleri Senegalliler, Kongolular, Cezayirliler, bugünkü Orta Afrikalılar ile Çadlılardır. 1890’ların sonunda ve 1900’lerin başında Çad Gölü havzasına sevk edilen her askeri birliğin içinde 10 Fransız askeri varsa en az 100 tane Afrika yerlisi vardı. Bunların hemen öncesinde, yani 1900 yılından geriye doğru 40 - 50 yıl öncesinde özellikle Osmanlı’nın pek dikkat etmediği, hatta İstanbul’da pek dillendirilmediği, belki de hakikaten çok fazla işin farkında olunulmadığı, ama en azından bir bedel karşılığında Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın özellikle Avrupalı danışmanlarıyla Mısır sınırlarını Afrika içlerine yayma politikası çerçevesinde bugünkü Güney Sudan, Uganda, Orta Afrika ve Darfur dolaylı da olsa İstanbul’a bağlıydı. Buraları Osmanlı Mısır’ının hegemonyasına, yani nüfuz alanına ve tabii ki aynı zamanda hâkimiyet alanına dâhil edilmiş bölgelerdi. HAZİRAN 2014 91 maksatsız silinmişti. Dahası, 19. yüzyıla gelindiğinde bile Avrupalılar bu bölgelere hiç ayak basmamışken Osmanlılar, Çad’ın kuzey ve orta bölgelerinde kurdukları kaza merkezleri ile bölgede varlığını ispat etmişti. En son Osmanlı askeri birliği 1913 yılında Çad’ın ortalarında faal halde iken, Fransa’nın bu bölgelerdeki ilerlemesini durdurmaya da gayret etmişlerdi. Yani hafıza kaybımız var derken bundan tam 100 yıl önce tarihimizin önemli hadiselerinden habersiz oluşumuzu kastediyorum. Çok fazla derinlerde değil, bir asırlık bir hafıza kaybımız var biz bunları tazelemek durumundayız. Burada Fransızların hak iddia ettiklerini söyledikleri tarih 1900’den öncesine gitse de bir anlam ifade etmez. Çünkü ilk ayak bastıkları tarih 1900 yılı başlarıdır. Avrupalılardan sadece Fransızlar değil Almanlar ve İngilizler de bu bölgede hak iddia ediyorlardı. Genel olarak Avrupalılarca ilk söylenen yıl 1885’tir. Lakin Osmanlı Devleti bu bölgeye ilk defa Osmanlı Mısır’ına bağlı bir müdüriyet olarak geçen Mısır Sudanı -bugünkü Sudan Cumhuriyeti- adını koymuş, Kavalalı Mehmet Ali Paşa burayı da içine alan geniş bir bölgeyi idare etmek üzere tayin edilmiştir. Orta Afrika Cumhuriyeti’nin yarısından fazla bölgesi buraya giden Mısır’a bağlı askeri birliklerce Osmanlı Mısır’ı toprağı ilan edildiğinde, Avrupa’da henüz buraların adı dahi bilinmiyordu, kim tarafından ele geçirileceği de mechuldü. Ama çok zaman geçmeden üç devlet; Fransa, İngiltere ve Almanya bir an evvel bölgeyi ele geçirme konusunda büyük bir telaş içine girdi. Özellikle de Fransa bu konuda aşırı derecede hevesliydi. Oysaki bölge, daha onlar harekete geçmeden Mısır Hidivliğine bağlı Hartum merkezli Sudan Hükümdarı adına Darfur’u ele geçiren Zübeyr Rahme Paşa’nın komutanlarından Avrupalıların kendisini daha sonraki yıllarda Rabah diye tanıyacağı Rabih b. Fazlallah tarafından ele geçirilmişti. Buradaki tüm yerel emirlikler olan Dar Salamat, Dar Fertit, Dar Runga ve özellikle Dar Kûti artık Osmanlı Mısırı’nın bir parçası olmuştu. Kısa zamanda Müslüman yerel halka “Türkler” karşılığında “Tourgou” denmeye başlanmıştı. Hatta bu isimlendirmeyi bizzat 1897 yılında bölgeye gelen Fransız devlet komiseri Emile Gentil kaydetmektedir. Bu topraklarda Osmanlı varlığını, buradaki Osmanlı- 92 HAZİRAN 2014 ya dolaylı da olsa, doğrudan da olsa, adı konmuş olan bu varlığı yok saymışlar ve yerleşmişlerdir. Biz bırakın kendi kaynaklarımızı, bizzat Fransızların, İngilizlerin ve Almanların gerçekleştirdikleri birçok seyahat sonucu kaleme alınan eserlerinde kayıt altına alınanlardan bile epeyce bilgi edinmekteyiz. Haliyle bu hafıza kaybını canlandırmak durumundayız. Sebebine gelince, bugünkü oyun kurucular: “Buralar medeniyete kapalıydı. Medeniyete açtık, insanlıkla, dünyanın bilinen coğrafyalarıyla buluşturduk, yaşadıkları bin yıl geriden gelen hayatlarından çıkartıp onlara değer verdik, haliyle buralar hakkında ilelebed söz söyleyecek, karar verecek olan da biziz” dediklerinde, hayır, bir dakika, “buralar sizin söylediğiniz gibi değil, ciddi anlamda sizden önce de buralarda etkinlik kurmuş, hatta sizin bulunduğunuz dönemde de etkinliği devam etmiş buraları yöneten insanlar vardı.” diyebilecek birilerinin bulunması gerekiyor. Gerçekten de durum böyledir. Belki artık onların adını bugün kimse hatırlamıyor ama insanlar artık belli bir kültürel etkileşim kurmuşlar ki Orta Afrika Cumhuriyeti’nin, Çad’ın, Kamerun’un, Nijer’in ve Nijerya’nın kısaca tüm Çad gölü havzasının bizim tarihimizle de kayıt altına alınmış yazılı belgeleri, 1250’lere kadar giden Mısır’daki Memlüklü Sultanları ile ilişkileri olduğu bilinmektedir. Sekiz asra kadar giden bu sürecin üzerinde durmadığımız gibi 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman devrinde tüm bu coğrafyada hüküm süren Kânim-Bornu Sultanlığı ile Osmanlı arasında bizzat karşılıklı gelip giden elçiler vardı. Onların tesis ettikleri çok kıymetli ilişkiler olmasına rağmen üstü kapanmış veya kapatılmış, unutulmuş, hatta kayıtlardan maksatlı veya Çad Gölü havzası bölgesiyle neden ilgilenmekteyiz sorusuna gelince… Öncelikle hepimiz bu dünyada yaşıyoruz. Yaşadığımız dünyada birçok ülke, ‘ben de bir ülkeyim, uluslararası ilişkilerim üzerinde ipotek yok, benim kimle ilişki kuracağımı herhangi bir ülkeye sorarak belirlemek gibi sorunum yok’ dediği için onlarla ilgilenmek zorundayız. Arakan sorusuna gelince Arakandaki Müslümanlarla ilgili uygulamalar maalesef çok iyi değil. Orta Asya’daki İslamlaşma, Abbasiler zamanında İslamiyetin ilk hamleleriyle elde edilen başarılar, altın çağlar olarak tarif edilmekteydi. Orta Çağ’daki güçlü etkileşimin çevresinde oluşmuş Müslüman topluluklar bunlar. Bunlar onların tarihin seyri içinde kalabilen güçsüz de olsa var olan izleri. 20. ve 21. yüzyılda bu izler, üzerlerini her türlü hile ve acımasız siyasetlerle kapatma girişimlerine rağmen patladı. Patlayınca da dünya âlem gördü. Onların yaşadıkları yeni oluşan sıkıntılar değildi. İrtibatları kopmuş, hafızalardan silinmiş… Bugün bizim önümüze gelince “kim bunlar” diyoruz. Oysaki onların oluşması sürecinde kaç asır on binlerce Müslüman şehit olmuştu. Şimdi insanlar soruyor; bunlar nereden çıktı, ne zaman bu coğrafyaya geldiler? Sanki son bir asır içindeymiş gibi bir algı oluşturulmaya çalışıyor. Tarihin geçmiş asırlarını karıştırdığımız zaman çok da gayrete gerek yok gerçekler kendiliğinden önümüze seriliyor. Şimdi Orta Afrika’daki Müslümanların buradaki varlığı da bizim tarihimizle özdeşleşen, yani Afrika’nın yeni bir çağa girdiği 19. yüzyılda ıslah hareketlerinin arttığı dönemde tekrar canlanan İslami yapılaşmaların biraz da heyecanlı duygularla yoğrulduğu izlerdir. Kıtanın orta bölgelerinde 19. yüzyılda Müslüman topluluklar, kendilerini yeniden gösterdikleri bir dö- neme girmişlerdi. Orta Afrika Cumhuriyeti topraklarında yaşayan Müslümanlar, Fransız sömürgeciliği döneminde büyük bir haksızlığa uğradılar. Sömürgecilik tüm kurumlarıyla ikame edilince herkes belli bir rahatlama geleceğini düşündü. Ama tüm beklentileri boşa çıktı ve bu durum Müslümanlar aleyhine artarak devam etti. 1960 yılındaki bağımsızlık dönemi ile ülkede adeta darbelerin kapısı arkasına kadar açıldı ve hala da aynı anti demokratik yapı en acımasız haliyle devam etmektedir. Göstermelik de olsa 2003 yılındaki iktidarın değişmesinde Müslümanlara bazı haklar verileceği vaadi belli bir ümit kaynağı olmuştu. Onlar da her türlü desteği General François Bozize’ye vererek yaşanan darbe ortamında fazla zorlanmadan rahat bir iktidar değişimini gerçekleştirdiler. Ancak bu değişen iktidarda 3-5 yıl içerisinde yine Müslümanlar üzerinde eskilerini aratmayan bir takım uygulamalar kendini gösterdi. Bu yapı neticesinde de Orta Afrika’da maalesef yeni ve daha şiddetli gerginlikler yaşandı. 2012 yılı ortasında tüm direniş hareketleri ittifak adına Seleka adıyla birleşip başkent Bangui’yi ele geçirmek üzere büyük bir hamle başlattılar. Karşılarında sınırlı sayıda düzenli ordu askerleri ve onlara, özellikle de devlet başkanı ile sarayını koruyan Güney Afrika askerleri dışında karşı koyan olmadı. Mart ayında iktidar el değiştirdi ve ülkenin son yüzyıllık tarihinde Müslümanlar hem devlet başkanını kendilerinden seçtiler, hem de çok sayıda bakanlık aldılar. Ne var ki bu değişim bölge üzerinde etkin olan devletleri ve Afrika Birliği’ni rahatsız ettiği için değişimi kabul etmediler. Orta Afrika bölgesi ülkeleri ise değişime geçicilik kaydıyla razı oldular ama François Bozize ve adamarı Seleka’nın uluslararası imajını kırmak için Antibalaka adıyla sivil halka ve MISCA adıyla Afrika Briliğinin, Sangaris adıyla da Fransa’nın barış gücü askerlerine saldıracak bir yapı oluşturdu. Bu yapı asıl hedef olarak sivil Müslüman halkı belirledi. Fransız barış gücü Sangaris de başkent Bangui’deki Seleka mensuplarını silahsızlandırmaya başladı. Ülke tarihinin en karanlık sayfası da 2013 yılı Aralık ayı başından itibaren açılmış oldu. 2013 sonu itibari ile ve 2014 yılının ilk dört ayında çocuk, kadın, yaşlı genç demeden savunmasız Müslümanları diri diri yakmak, parçalara ayırmak, etlerini çiğnemek dâhil olmak üzere yaşanan mevcut dramın benzeri, acaba tarih kitaplarında var mıdır? Aslında bu coğrafya 17. yüzyılda bile Evliya HAZİRAN 2014 93 Müslümanlara karşı, daha doğrusu onların kimliğine yapılan bu topyekün silme, yok etme davranışını anlamak zordur. Çelebi’nin Sudan üzerinden ilerleyerek Fas’a gitme hayallerini yok eden insan eti yiyen yamyamların bölgesidir. Vakıa ne kadar doğruydu teyit etmek zor ama, dönemin Sudan’daki Func Sultanı Evliya Çelebi’nin bölgeye girmesine müsaade etmemişti. İnsan eti yiyenlerin korkusu ile Evliya Çelebi’nin bile giremediği bir coğrafyadır burası… O çağda insan eti yenmesi belki medeniyetten uzak oldukları için anlaşılabilir ama 60 yıl doğrudan Fransız idaresinde kaldıktan sonra bu durumu anlamak imkânsız gibidir. Demek ki Fransa burada bizzat Jacques Chirac’ın ifadesiyle, ‘sömürgecilik medeniyet adına çok şey yaptı’ sözü başkent Bangui’de bile gerçekleşmemiş... Hakikaten de 21. yüzyılda da insan eti yendiğini bu ülkede duyduk. Medyada okuduk. Ferdi bir olay olarak değil topluca girişimler olunca olayın boyutu maalesef çok değişti. Bu insan eti de maalesef Müslüman eti diye yendiğini net olarak sanal âlemdeki sitelerdeki ve televizyonlardaki video görüntülerinden seyrettik... Ne var ki bazen kameranın çektiğine bile inanamaz hale geliyoruz. Montaj veya benzeri kamera oyunu diyorlar, ama insanlar yalın olarak gözleri ile gördüklerini anlatıyorlar, artık biz doğrudan bu insanlarla konuşup yaşadıklarını kendilerinden dinliyoruz. Bu vahşeti şahsen ben kendi gözlerimle de gördüm... Elleri kesilmiş ayakları kesilmiş insanları, iki, üç yaşında yetim kalan parmakları kesilmiş masum çocukları gördüm… Kaldı ki Antibalaka adına hareket edenler facebook ve benzeri sosyal medyada yaptıklarının daha çok az olduğunu, asıl vahşeti ileride gerçekleştireceklerini de ilan ediyorlar. Bangui’de KM5 denilen yerdeki mahallede her gün doğranmış en az bir Müslüman cenazesi var. Biz bu cenazeleri kaldıran kendi STK temsilcilerimize inanmayacaksak, neye inanacağız? 94 HAZİRAN 2014 Yakın geçmişte dünyanın birçok yerinde toplu göçler yaşandı… İnsanları bir yere toplarsınız, onları topluca katletmeden gitmelerine müsaade edersiniz, bu da insanlık onuruna saldırıdır ama diğerine göre biraz daha hafiftir. Hatta tehdit edersiniz, nitekim Bulgaristan Türklerinin asırlardır yaşadığı topraklardan çıkarılışı, Azerilerin kendi vatanları Karabağ’dan sürülüşü, Ruanda’dan Demokratik Kongo’ya, Darfur’dan Çad’a geçen yüzbinler gibi birçok hadise yaşandı. Orta Afrika’daki öyle değil… “Sizi öyle bir göndereceğiz ki bir daha buraya gelmeye cesaret dahi edemeyeceksiniz” kabilinden bir girişim bu. “Diri diri yakacağız, bedenlerinizi paramparça edeceğiz, o korkuyu yaşatacağız, o korkudan sonra oraya geri dönüp bakmaya cesaret dahi edemeyeceksiniz” demektedirler. Mesela normal bir ortamda dahi insani olarak bir yakın akrabamızı kaybettiğimiz odaya bile bir müddet girmeye çekiniriz. En yakın akrabalarımızın param parça edildiği mekânlara bir daha geri gidip o mekânlar üzerinde yaşayabilir miyiz? Aslında iş bu kadarla da kalmadı, “Bangui’de ezan sesi duyulmayacak” diye defalarca söylediler. Ezan sesi dediğimizde bizim Türkiye’deki gibi böyle hoparlörle falan değil en fazla 30 metre 50 metre de duyulabilen seslerdir bunlar. 400 camiden şu anda birkaç cami kaldı, onlar da Müslümanlar boşaltsalar her an yıkılacaklar. ‘Bölgede yaşananlar din kavgası mıdır?’ dediğimizde, mevcut durumu tarif ederken, elbette ki bunun bir din kavgasına dönüşmüş olduğu açıktır. Dini kavga işin asıl sebeplerini, arka plandakileri kapatmak isteyen ve de kanaatimce asıl sebeplerin üzerini örten bir kılıftır ama çok geçerli bir kılıf olarak ifade edilmektedir. Bütün bu yaşananların arkasında birçok sarsıtıcı sebepler; sosyal sebepler, ekonomik sebepler varken bunu sadece dini kavga olarak ortaya koyacak olursak geçmişte yaşanan olayları tam anlamıyla tahlil etmeden hüküm vermiş oluruz ki bu kesinlikle doğru olmaz. Orta Doğu’da bazı ülke yönetmlernde değşklkler oldu. Bölge halkları yönetclern kendler seçmek styorlar. Szce, Orta Afrka Cumhuryet’nde de Arap Baharı benzer br hareketllk olur mu? Şunu ifade etmek isterim: Doğrudan hiçbir zaman veya tarihte din savaşlarının öyle iddia edildiği gibi dünya tarihine yön veren savaşlar olduğunu çok fazla kabul etmiyorum. Bu bölgedeki çatışmalar birinci derece dini eksenli çatışmalar değildir. İnsafsızca ve kasıtlı olarak bu olaylara dînî anlam yüklenerek asıl sorumlu, hatta neredeyse tek suçlu Müslümanlar olarak gösteriliyor. Mesela bu ülkede misafir olan din İslam değildir, Hıristiyanlıktır. Yani ev sahibi İslam, misafir olan, sosyal yapıya yeni katılan ve sömürgecilikle gelendir. Haliyle din sebeptir demek, diğer yönlendirici sebepleri kapatmak ve de gizlemek için kullanılan bir oyundur. İnsanların ait olduğu topluma göre isimlendirilişi var: Müslüman, Hıristiyan... Çatıştıklarında doğrudan Müslüman-Hıristiyan çatışması deniyor. Ama ortada her şeyden önce bir menfaat çatışması var. Menfaat çatışmasının dinle doğrudan ne alakası var? O zaman bu dinler arasındaki savaş değildir. Bunun burada adını iyi koymak lazım. Biz bölgedeki durumu, yani yaşanan bu olayların arkasındaki ana sebepleri ortaya iyi çıkaramazsak, Türkiye olarak olayı bir din savaşı olarak algılarsak çözüme katkı sağlayamayız. Biz bu olaylara yaklaşırken tabii ki din de bizi ilgilendirir, ama sadece onu ön plana alıp gerçekleri göz ardı edemeyiz. Ne var ki bu insanlar Müslüman olduğumuz için bize koşuyorlar, bizden yardım istiyorlar. Türkiye olarak yaşanan sürece kayıtsız kalamayız. “Hayır, sen Müslüman da olsan, ben senin dinine bakmam” diyemeyiz. Bu bizi ilgilendiriyor ama asıl mesele nedir? Türkiye Cumhuriyeti olarak bu olayların gerçek sebebini bulmalı ve buradaki tüm barıştan yana olan insanların huzur içinde yaşamaları için katkı sağlayan ülke olmalıyız. O zaman bizim taraf tutmamız mümkün olabilir mi? Müslümanı ezdirmeyiz ama Müslümanı ezdirmiyorum demek bize Hıristiyanın hakkını yeme imkânı vermez. Onun da hakkı yenmemesi lazım. Bir ülke güçlü ülke olmak için bu bakış açısıyla yaklaşmalı, bu olaya kendi tecrübelerimle, kendi tarihi birikimimle ve bugünün gerçekleriyle yaklaşırsam nasıl katkıda bulunabilirim diye düşünmelidir. İşte Türkiye, yakın çevresinde olsun, uzak diyarlarda olsun yaşanan tabii ve gayri tabii insanlık dramlarına artık böyle bakıyor. Türkiye geçen her gün gerçekten makul bir çizgide ilerliyor. Bu da devlet refleksimizin geldiği muazzam yükselişi zaman zaman tehlike hattına atıyor. Maalesef her asrın en ciddi sıkıntılarından olan ve müntesipleriyle bir anda her tarafa yayılan dar kalıplı oluşumların, gizemli dünyalarında aldıkları kararlarını istedikleri gibi yürütme hayallerini yıkıyor. İslam Konferansı İşbirliği Teşkilatı, Cidde’de Dışişleri Bakanları toplantısı yaparak Orta Afrika konusunu gündeme taşıdı. Türkiye’nin önderliğinde bu girişim gerçekleşti ve peşinden de Türkiye orada alınan her kararı adım adım Şubat ayından itiabren takip edip uygulatmakta ve ciddi anlamda yeni bir sayfa açılmasına vesile olmaktadır. Bu problemin çözümünde hem diplomasi olarak iyi durumdayız, hem de insani yardım açısından sivil toplum kuruluşlarımız devletimizin bu anlamda yani insani yardım yapabilen kuruluşlarımızın yapmış oldukları hamlelerde verilen desteklerle Türkiye’nin ciddi çalışmaları sözkonusu. Bugün Uluslararası Göç Ofisi (IOM) konuyla en fazla meşgul olan uluslararası bir kurum olarak günü birlik haberleri birinci dereceden Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile birlikte takip ediyor ve yaptığımız tüm katkılardan Türkiye Cumhuriyeti Encemine Büyükelçiliği nezdinde teşekkür ediyorsa uluslararası camianın gözü önünde yaptığımız desteği gördüğü içindir. Evet, Türkler bugün yeryüzünde insani yardımın en zor ulaşacağı Orta Afrika Cumhuriyeti gibi bölgelere dahi uzanabilmektedir. Arakan da öyle idi. Şu anda yapabileceğimizin yüzde ne kadarını gerçekleştirdik bunu tam ifade etmek zordur. Ama gerçekten çok işler yaptığımızı bizatihi yerine kadar giderek gördük. Eğer bugün başı ağrıyan insanların ilaçları varsa, yani hiçbir şey bulamayan insanların ilaç ihtiyaçlarını kamplarına kadar fazlasıyla temin edip gönderebilmişsek, bunu bizim TİKA’mız, Diyanet Vakfı’mız, Gönüllüler Platformu, İHH, Cansuyu, Sadakataşı gibi sivil toplum kuruluşlarımız ve kendi iç dünyasından gelen yardım duygularıyla münferiden hareket eden vatandaşlarımız ile yaptık. Bunu övünerek söylüyorum. Bütün bunları uluslararası kuruluşların gözü önünde ve de onların elemanlarından destek alarak birlikte yaptık. Kimseden gizli yaptığımız bir şey yok, bunu Çad tarafı için bilerek söylüyorum. Kamerun tarafında da böyle olduğunu, yine aynı kurumlarımızın ifadelerinden anlıyoruz. Türkiye bu meseleye seyirci kalmamış, sayılı ve saygın ülkelerin içinde yerini almıştır. İftiharla söylüyorum ki, dünya meselelerine ilgi duyan iki üç ülke var derlerse birisi artık Türkiye’dir. Efendm sorularımızı yanıtladığınız çn çok teşekkür edyoruz. Deşifre: Yunus Badem HAZİRAN 2014 95 Emanetlerin Ehillerine Verilmesi, Kadrolaşma ve Üniversiteler Prof. Dr. Talip Özdeş Sünni İslam Anlayışında Müslümanların Hükümete-Devlete Bakışı Prof Dr. Ali Şafak “Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Neler Oluyor?” Konferansı SDE Haber SDE’den Soma’ya Ziyaret SDE Haber GENEL EMANETLERİN EHİLLERİNE VERİLMESİ, KADROLAŞMA ve ÜNİVERSİTELER Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı E manetlerin ehillerine verilmesi söz konusu olduğunda Kuran’daki şu ayet-i kerime konunun değerlendirilmesinde merkezi bir yer işgal etmektedir: “Allah emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.”1 Emanet kelimesi, Arapça “emn” kökünden mastar ve isim olarak kullanılan bir kelime olup, korunması için birisine tevdi edilen mal, makam vb. herhangi bir şey; kendisine tevdi edilen bir şeyi koruyup onun gereğini hakkıyla yerine getirip sahibine teslim etme anlamlarına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ancak onu insan yüklendi. İnsan bunun için çok zalim ve cahildir”2 buyrulmaktadır. Buradaki emanet insanın yüklenmesi gerektiği sorumluluklar anlamına gelmektedir. Mümin, aynı zamanda kendisinden emin olunan, yani emanet sahibi kimse anlamına gelir. O hem Allah’ın üzerine yüklediği sorumlulukların, hem de insan hakları ile ilgili üzerine aldığı görevlerin gereğini bihakkın yerine getirmek 98 HAZİRAN 2014 durumundadır. İnsanın; Rabbine, nefsine, diğer insanlara ve ilişkide bulunduğu doğal çevresine karşı emanet sorumluluğu vardır. İnsanın Rabbine karşı emanete uyması, başta Allah’ı birleyip O’nun hukukunu korumasıyla, Allah ile kul arasındaki farkın bilincinde olarak gerçek İlâh ve Rabbin ancak Allah olduğuna iman etmesiyle, itaat ve ibadetini sadece Allah’a has kılıp inancında, düşüncesinde ve amellerinde şirkten uzaklaşmasıyla olur. İnsanın kendi nefsine karşı emaneti gözetmesi, ruh ve beden sağlığını korumasıyla, yeteneklerini, uzuvlarını, imkânlarını, kuvvet ve enerjisini yaratılış hikmetlerine uygun olarak Allah’ın rızası doğrultusunda kullanmasıyla olur. Başkalarına karşı emanetin korunması, insanlar arasında konulan hak, hukuk ve ahlak sınırlarının gözetilmesidir. Çevreye karşı emanetin korunması, insanın Yaratıcı tarafından hizmetine sunulan çevresiyle uyumlu yaşaması, çevresini tahrip etmemesi, yaratılan güzelliklerin, verilen nimetlerin kıymetinin bilinmesidir. Mümin, kendisinden emin olunan kimse olduğu gibi, emanete hıyanet münafıklık özelliklerinden sayılmıştır.3 Buradan hareketle, insanın sorumluluğuna tevdi edilen dini mükellefiyetler, mal, hizmet, mevki, ma- kam, eş, çocuk, akıl, sağlık, yetenek vb. şeylerin tümü “emanet” kavramı içerisinde mütalaa edilebilir. Her alandaki toplumsal gelişimin olabilmesi, emniyet ve güvenin olmasını gerektirir. Emanet, barış ve huzurun garantisidir. Emanetin yok olması karışıklıkları, tefrikaları, anarşiyi, felaket ve çöküşü davet eder. Hz. Peygamber’in “Yönetim işi ehil olmayanlara verildiğinde kıyameti bekleyiniz!”4 hadisi bu gerçeğe işaret etmektedir. Emanetlerin ehillerine verilmesini emreden ayette adaletle hükmedilmesinin istenmiş olması, onu takip eden ayette ise “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere ve sizden olan idarecilere yani, ulu’l emirlerinize itaat edin. Bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Resulüne havale edin. Bu sizin için daha hayırlı ve sonucu en güzel olanıdır”5 buyrulması, ehillerine tevdi edilmesi istenen emanetin doğrudan yönetim işiyle, hüküm HAZİRAN 2014 99 Belrl br deoloj ve dünya görüşü üzernden poltze olan her grup, devlet çersnde kendsne özgü hâkmyet alanları ve paralel yapılar oluşturma noktasında adeta brbrleryle rekabet çersnde yarışmaktadır. Bu durum gayr ahlak yöntemlerle brlernn devlet çersne sızdırılması veya rakp görülenn yıpratılıp tasfye edlmes çn her türlü hlenn kullanıma sokulmasının, hak hlallernn, adam kayırmacılığının, tecessüsün, yalan ve ftranın meşru görülüp çselleştrlmesn berabernde getrmektedr. makamıyla ilgili olduğunu ifade etmektedir. Ayetin kapsamı devlet başkanlığı görevinden en alt yönetim kademelerine kadar, resmi veya sivil toplumdaki bütün idari görevlerin ehillerine tevdi edilmesini emretmektedir. Emanetleri ehillerine verme mükellefiyeti bütün bir toplumun/milletin üzerine düşen bir sorumluluktur. Millet bu sorumluluğu kendisini temsil eden mekanizmalar aracılığı ile yerine getirmek durumundadır. Millet iradesinin hiçe sayılıp dışlanması, bir şekilde bastırılması, bu sorumluluğun yerine getirilmesinin engellenmesi anlamına gelir. Emaneti ehline vermeyenler, emanetin kendisine olduğu kadar, emaneti yüklenebilecek ehliyet ve liyâkat sahiplerine ve layık olmadıkları halde emaneti tevdi ettikleri ehliyetsiz kişilere de haksızlık yapmış olurlar. Adalet, yönetim erkinin meşruluk kazanması için bütün yönetimlerin üzerine dayanması gereken en temel değerlerden biridir. Adalet üzerine kurulmayan yapıların sağlıklı ve uzun soluklu olması mümkün değildir. Adaletin mülkün temeli olması bundandır. İlgili ayetin sunduğu mesaj dikkate alındığında, emanetlerin ehline verilmesiyle adaletin uygulanması arasında doğrudan bir ilginin var olduğu anlaşılmaktadır. Adaletle hükmedecek kimseler hüküm makamında bulunan yetki sahibi kimselerdir. Emanete ehil olmadıkları halde hüküm yetkisini ele geçirenlerden adaletle hükmetmelerini nasıl bekleyebiliriz? Şüphesiz emanete ehil olmanın gerektirdiği kriterler mevcuttur. Emaneti yüklenecek kimselerin başta dürüstlük, doğruluk, güvenilir olma, hakları yerine getirme konusunda tarafsızlık, emanete riayet ve adil olma gibi ahlaki donanıma ve kişiliğe sahip olmaları gerekir. Emaneti yüklenmek için görevini şahsi çıkarlar için istismar etmeyecek, kötüye kullanmayacak, doğruluk, dürüstlük ve adaletten 100 HAZİRAN 2014 sapmayacak, ne türden olursa olsun kendisine yapılabilecek gayr-i meşru teklifleri elinin tersiyle geri çevirecek, servet ve iktidarlarına güvenerek yanlış yapmak isteyenlerin önünde eğilmeyecek bir kişilik gerekir. Hz. Peygamber’in, kendisinden memuriyet ve görev isteyen kişilere “Biz işimizi isteyene ve makam düşkünlerine vermeyiz”6 buyurmuş olması bu nedenledir. Emanetin yüklenilmesinde gerekli diğer bir kriter, herhangi bir görev ve hizmete getirilecek kimselerin onların gereğini yerine getirebilecek bir kapasiteye, bilgi ve tecrübeye sahip olmalarıdır. Sadece olgun bir ahlaka, saygın ve erdemli bir kişiliğe sahip olmak yetmez. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, kendisinden görev isteyen seçkin sahabesi Ebu Zerr Gıfari’ye “Ya Ebâ Zerr! Sen zayıfsın o makam bir emanettir, sonu da kıyamette pişmanlık ve perişanlıktır. Bu görevi ancak hak edenler ve üzerine düşeni hakkıyla yapanlar kurtulabilir”7 buyurarak görev vermemiştir. Amcası Abbas bir vilayete vali olarak gitmek isteyince ona bu görevi vermemiş, engel olmuş ve vazgeçirmiştir. Mevki ve makamların dağıtımında o görevlere en uygun kimselerin getirilmeleri, olması gereken asli kriterlerden feragat edilerek dostluk, akrabalık, ırk, kabile, etnik ve mezhebî yapılar üzerinden ehil olmayan kimselere görevler tevdi edilmemelidir. Mekke’nin fethi günü, Hz Peygamber (s.a.v.)’in Kâbe’nin anahtarını yine cahiliye döneminde bu işi layığı ile yürüten Osman bin Talha’ya tevdi etmiş olması çok anlamlıdır. Hâlbuki o anda bu şerefli görevin kendisine verilmesini ümit eden çok sayıda Müslüman’ın, Hz. Peygamber’e yakın olan kimselerin varlığına rağmen, Allah Resulü’nün uygulaması böyle olmuştur. Hz. Peygamber’in bu uygulaması, devlet görevlerinin verilmesinde ehliyete itibar edilmesi açısından her dönem için ders alınması gerekli örnek bir uygulamadır. Devlette Kadrolaşma Çabaları Meşru Zeminde Olmalıdır Devlette kadrolaşma, meşru yollardan iktidara gelip gücü elinde bulunduranlar tarafından gerçekleştirilebileceği gibi, kayıt dışı siyaset yapanlar tarafından da gerçekleştirilebilmektedir. Kadrolaşmanın hukuki meşruiyet ve ahlak sınırları içerisinde gerçekleştirilmesi beklenir. Ancak durum çoğunlukla bunun aksine tezahür etmektedir. Haksız kadrolaşma bir şekilde ülke gündemine oturabilmektedir. Her konunun siyasal zemine çekilip politize edildiği ülkemizde, zaman zaman kendilerine özgü ideolojilere ve örgütlenme modellerine sahip hareketlerin devlette kadrolaşmaya yönelik plan ve çabaları gündeme gelmekte, bu durum gerek devlette gerekse toplumda rahatsızlıklar yaratmaktadır. Yönetimde açıklık, şeffaflık, kontrol edilebilirlik ve hesap verilebilirlik ilkelerinin yeterince hayata geçirilmemiş olması, söz konusu plan ve çabaların etkinliğini artırmasına zemin oluşturmaktadır. Belirli bir ideoloji ve dünya görüşü üzerinden politize olan her grup, devlet içerisinde kendisine özgü hâkimiyet alanları ve paralel yapılar oluşturma noktasında adeta birbirleriyle rekabet içerisinde yarışmaktadır. Bu durum gayri ahlaki yöntemlerle birilerinin devlet içerisine sızdırılması veya rakip görülenin yıpratılıp tasfiye edilmesi için her türlü hilenin kullanıma sokulmasının, hak ihlallerinin, adam kayırmacılığının, tecessüsün, yalan ve iftiranın meşru görülüp içselleştirilmesini beraberinde getirmektedir. Ehliyet ve liyakat sahibi olmadıkları halde yanlışlıklar yapılarak birtakım görevlere, mevki ve makamlara getirilenlerin, devlette kendi kadrolarını oluştururken olması gereken kriterleri aramak yerine çok önemli görevleri kendi zihniyet ve yapılarına uygun kişilere tevdi etmeleri kaçınılmazdır. Her türlü karalama, yalan, iftira ve ayak oyunlarıyla başkalarının haklarına girilerek haksız yollarla elde edilen kazanımlar, dini söylem ve sloganlar altında olsa dahi birtakım sahte gerekçeler üretilerek meşrulaştırılamaz. Çünkü böyle bir şeyi ne din ne ahlak ne de hukuk kabul eder! Siyasi olsun veya olmasın İslami hassasiyetlerle topluma ve millete hizmet etmekte olduğunu iddia eden herhangi bir hareketin devlet ve yönetim mekanizmalarında kadrolaşma talebi makul görülebilir. Ancak, bu kadrolaşma makamın gerektirdiği çalışma kuralları ihlal ve istismar edilmeksizin ehliyet ve liyakatin gerektirdiği hakkaniyet ölçüleri içerisinde gerçekleştirilebilirse kabul edilebilir. Müslüman’ın önünde Yusuf Peygamber modeli vardır. Zindan tecrübesinden sonra Mısır’a vezir olan Yusuf Peygamber, bilgi ve akli dehasının yanında kendisine yüklenen emanetin hakkını yerine getirmede bütün zamanlar için ahlak, adalet, emniyet ve doğruluk timsali olmuştur. Bugün için yapılması gereken şey, karşılığını yalnız Allah’tan bekleyerek imanî ve ahlakî değerleri içselleştirmiş, adalet ve dürüstlük ilkelerinden ödün vermeyen, evrensel düşünebilen, üzerine yüklenecek görev ve hizmetlerin gereğini hakkaniyetle yerine getirebilecek bilgi, tecrübe ve donanıma sahip, ayrımcılık yapmadan toplumun tamamını kucaklayabilecek örnek şahsiyetler yetiştirebilmektir. Yapılacak şey, özgün çalışmalarıyla, bileğinin hakkı ve alnının teri ile bir yerlere gelmek, devlet kadrolarında görev ve sorumluluk almak isteyen bu insanların yollarını açmak olmalıdır. Devlet kadrolarının herhangi bir ideolojiye, gruba, siyasi, etnik veya mezhebi yapıya mensup olmanın dışında hiçbir ehliyete sahip olmayan kimselerce yağmalanması, bunun için her türlü yalan, iftira, hile ve aldatmanın devreye sokulması, kul haklarının ihlal edilmesi nice tefrika ve fitnelerin zuhuruna sebep olur. Sonuçta ülkeye, millete ve devlete yıkım getirir. Bu noktada yapılan yanlışlıkların dini, milli, hamasi söylem ve sloganlarla kamufle edilmeye çalışılması onlara meşruiyet kazandıramaz. Üniversitelerde Kadrolaşma Genç nesillerin yetiştirilip geleceğe hazırlanmasında, ülkenin çağı yakalayarak gelişiminde ilkokuldan üniversiteye, örgün eğitimden yaygın eğitim faaliyetlerine kadar bütün eğitim aşamalarının önemi tartışılamaz. Eğitim kurumları içerisinde mesleklerin belirlenip onlara uygun elemanların yetiştirilmesinde, ülkenin gelişip kalkınmasında üniversitelerin son derece önemli bir yer işgal ettiğinde şüphe yoktur. Ancak ülkenin geleceğini belirleyecek şey eğitimin şekli ve kurumsal boyutundan çok onun kalitesidir. Eğitimdeki kalitesizlik, bilim, sanat, düşünce, din, siyaset, iktisat, hukuk gibi bütün alanlarda kalitesizliği beraberinde getirir. Kaliteli eğitim ise ancak bu eğitim faaliyetini gerçekleştirebilecek ehliyet ve liyakate sahip kadrolarla olur. Kaliteli bir üniversite, yöneticisinden akademisyenine, öğretim elemanına, personel ve öğrencisine HAZİRAN 2014 101 GENEL Ünversteler kapılarını mlletne ve nsanlığa hzmet şar ednmş lm aşığı kablyetl nsanlara açmalıdır. Syasal deoloj, ırk, etnk yapı, kable, mezhep, tarkat, cemaat, grup beraberlğ vb. yapılar üzernden, ahbapçavuş lşklerne göre, rektör seçmlernde kullanacağı oya göre eleman alan ünversteler çağı yakalayamazlar. kadar ilmî zihniyete ve ciddiyetle çalışmaya odaklanmış, ideolojik, politik, etnik, mezhebî vb. takıntıları aşmış, hakkaniyetin esas alındığı, ayrımcılıkların olmadığı, özgür düşüncenin olduğu, özlük haklarının korunduğu bir üniversitedir. Üniversite kadrolarının üniversite misyonunun gerektirdiği ehliyet ve liyakat şartlarına haiz olmayanlara verilmesi kabul edilemez. Üniversitelerin birilerinin haksız şekilde kadrolaşıp doğru dürüst hiçbir şey üretmeden yükseldikleri, üniversite imkânlarını kendi çıkarları doğrultusunda sonuna kadar tüketip istismar ettikleri yerler olmasına müsaade edilmemelidir. Çok fazla üniversite açmak, elemanların sayısını hızla artırmak kaliteyi gerçekleştirmek için yeterli değildir. Üniversitelerde yönetici olmanın, öğretim elemanı olma ve yükselmenin kriterleri, üniversite misyonunun gerektirdiği etiğe sahip olmanın yanında, ciddi ve özgün bilimsel çalışmalar, emek ve üretimle hak edilen başarılar olmalıdır. Bilim insanı ahlaki ve ilmi ciddiyete sahip, kendisini devamlı yenileyen, araştıran, ülkesi, milleti ve insanlık için üreten, toplumun aydınlanmasında, müspet manada her yönlü kapasitesinin artırılmasında, birlik beraberlik ve barış kültürünün geliştirilmesinde hizmet edip misyon üstlenen kimsedir. Bilim insanı, devletin ve toplumun kendisine verdiği imkânları kişisel kapris ve ihtiraslarına kurban etmeyen, istismar etmeyen kimsedir. Ne yazık ki ideoloji, siyaset, etnik milliyetçilik, din, tarikat, cemaat ve mezhep üzerinden toplumda ve devlette alan kazanma çabalarının, çeteleşmelerin, haksız kadrolaşmaların etkili olmaya çalıştığı bir ortamda, üniversitelerin de söz konusu bu menfi durumlardan etkilenmemesi düşünülemez. Böyle bir ortamda, sadece etik kuralların titizlikle tespit edilip duyurulması yeterli olamaz. Yönetim, eleman alma, eğitim ve öğretim süreçlerinde söz konusu kuralların ne derece etkin ve işlevsel olduğunun takip ve kontrolü gerekir. Sistemin de etik kuralları etkinlikle işlevsel hale getirecek, açıklık, şeffaflık, kontrol edilebilirlik ve hesap verilebilirlik üzerine kurulu bir yapıya oturtulması önemlidir. 102 HAZİRAN 2014 Üniversiteler kapılarını milletine ve insanlığa hizmeti şiar edinmiş ilim aşığı kabiliyetli insanlara açmalıdır. Siyasal ideoloji, ırk, etnik yapı, kabile, mezhep, tarikat, cemaat, grup beraberliği vb. yapılar üzerinden, ahbap-çavuş ilişkilerine göre, rektör seçimlerinde kullanacağı oya göre eleman alan üniversiteler çağı yakalayamazlar. Gerek üniversitelerdeki görev ve hizmetler dağıtılırken, gerekse üniversitelere eleman alımlarında, şeffaf bir sistemin getirilmesi, objektif kriterlerden hareket edilmesi, sübjektif değerlendirmelere imkân veren yapı ve uygulamaların tasfiye edilmesi, etik ihlaline ve istismara neden olan kapıların kapatılması gerekmektedir. Örneğin devlete ve üniversitelere eleman alımlarında uygulanan mülakatların emaneti ehline vermekten çok ahbap-çavuş ilişkisi, ideolojik ve politik yapılanmalar, belirli bir gruba mensup olmanın getirdiği çıkar ilişkisi üzerinden adam kayırmaya, haksız kadrolaşmalara ve kul hakkı ihlallerine neden olabildiği bilinmektedir. Keşke yapılan mülakatların tümü gerçekten emaneti hakkaniyet üzerine ehillerine verme inanç ve idealiyle yapılıyor olsa ne güzel olurdu! Ancak bunun gerçekleşmesi, insani ve ahlaki değerler açısından olduğu kadar, bilgi birikimi ve tecrübe açısından da belirli bir olgunluğa, ciddi bir seviyeye ulaşmış olmayı gerektirmektedir. Üniversiteye eleman alımlarının fırsat eşitliğine halel getirmeyecek merkezi, açık ve şeffaf bir sistem üzerinden yapılması kaliteyi yükseltebilir. Örneğin bütün eksikliklerine rağmen üniversiteye eleman kazandırmada uygulanan ÖYP sistemi önemlidir. Ancak bu sistemin, “mezuniyet puanı” gibi ülkemizde sübjektifliğe imkân tanıyan hususlardan arındırılıp onun yerine merkezi ciddi bir bilim sınavı konularak geliştirilmesi söz konusu olabilir. Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 Nisa, 4/58. Ahzap, 33/72. Buhari, iman 24; Müslim, iman 107-108. Buhari, ilim 2. Nisa, 4:59. Buhari, Ahkâm, 1. Müslim, İmaret, 16. SÜNNİ İSLAM ANLAYIŞINDA MÜSLÜMANLARIN HÜKÜMETE-DEVLETE BAKIŞI Prof Dr. Ali ŞAFAK SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi İ Devlet erknn ‘en güçlü yapılanma’ olduğu gerçeğ, kşlern temel hak ve hürryetlern kullanmalarının önünü kapatmadan gerekl hatta zorunlu kısıtlamalar yaparak, etkl br şeklde bu yaygın fesadı önleyc, mücadele edc önlemler almayı mecburî hale getrmektedr. Çünkü ‘Vatandaşların yönetm ve dares, kamu yararının gerçekleşmesne bağlı ve dayalıdır.’ nsanoğlunun bireysel bir hayat sürdürebilip sürdüremeyeceği konusu insanlık tarihinde hep tartışılagelmiş ve bu tartışmalar üzerine doğuda-batıda deneme mahiyetinde eserler yazılmıştır. Sonunda ‘İnsanın ictimâî bir varlık olduğu’ kanaatine varılmıştır. İbnu Tufeyl’in ve İbn-i Sinan’ın ‘Hayy ibni Yakzan’ adlı eserleri, Daniel dé Foe’nun ‘Robinson Cruse’ kitabı böyledir. Aslında tartışmaya gerek de yok ama insan merakı… Zira Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (el-Hucurât 49/13) buyurur. İnsanın toplu halde yaşaması doğuştandır. Ama insanoğlunun ‘Devlet’ kurması ya da ‘Devletleşmesi’ fıtrî değil aklîdir. Nitekim Müslüman toplumun ilk oluşturduğu Devlet, Hz. Peygamberin kurup yönettiği ‘Medine Site Devleti’ bir akıl ve siyaset ürünüdür. Eserlerde verilen bilgilere göre Rasullullah, Kuba köyüne geldiğinde Medine’deki farklı dinlere inanan ve hukuk sistemlerine sahip toplulukların da kendisinin şehre girmesine razı olup olmadıklarını, orada Rasulullah’ın yönetimini kabul edip etmeyeceklerini sordurur ve onlardan olumlu cevap geldikten sonra şehre girer. Medine Sözleşmesi metni bu görüşmeler sonunda kaleme alınmıştır (Sözleşmeyle ilgili bir makalemiz SD dergisinde daha önce yayımlanmıştır). Vesika 622 senesinde imzalanır. HAZİRAN 2014 103 İslam, vatanseverlğe karşı değldr. Zra bu kavram ve kurum nsanlığın eştlğne, kardeşlğne, hakkânyete, adalete ve merhametllğe destek çıkmıştır. Netce tbaryle İslam kültürünü özümsemş toplumlarda mezhepçlğn, saldırganlığın, çoğunluğun oyunu küçümseyen mutlu ekallyetçlğn ve ırkçı mllyetçlğn yer yoktur. Medine toplumu sıkıntılı günler yaşıyor, kabileler arası savaşlar yüzyıldan fazladır sürüp gidiyordu. Bitmez tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasî birlikteliğin sağlanmasına engel oluyordu. İşte Hz. Muhammed (as) böylesine sıkıntılı ve çalkantılı bir topluma gelerek din ve hukuk temelleri üzerinde yepyeni ve o günkü Araplar arasında kurulup geliştirilmesi hayli güç gözüken bir siyasî birlikteliği kurmayı başarmıştır.1 Allah Elçisi (as), Medine’yi teşrifleri sonrasında orada üç ana sosyal blok ortaya çıktı: Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar. Hz. Muhammed (as), bir yandan Medineli Yahudi ve Müşrik Araplara güven vermeye çalışırken diğer yandan Medine’de yaşayanları yönetmek, Mekkeli ve Medineli Müslümanların oluşturdukları toplumun güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma imkânlarını sağlamak olduğuna onları iknaya çalışıyordu. Hz. Muhammed (as), “Sizin dininiz size, benim dinim bana”2 ilkesini burada da uygulamaya koymuştu. Medine’de, dinî ve hukukî özerklik getirilerek, çok dinli ve çok milletli bir toplum temelinde çoğulcu bir proje hayata geçirildi. Herkes ve her dînî gurup hep birlikte bir arada yaşama imkân ve fırsatını yakaladı.3 İşte Medine Vesikası ya da Medine Sözleşmesi denilen bu metin Medine Site Devleti’nin temel kurallarını oluşturuyordu. Medine Vesikası’nda dikkat çeken ve konuyla da ilgili birkaç madde şöyledir: • Bu Belge Hz. Peygamber (as) tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan katılmış olanlar ve onlarla beraber 104 HAZİRAN 2014 cihad edenler için düzenlenmiştir. İşte Müslümanlar diğerlerinden ayrı bir topluluk teşkil ederler. • Takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında saldırgana ve haksız bir fiil işlemeyi planlayan yahut bir suç işleme ya da bir hakka saldırı veya mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır. • Mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı, garantörü durumundadırlar. • Sulh, mü’minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü’min Allah yolunda girişilen bir harpte, diğer mü’minleri dışlayarak, özel bir barış anlaşması yapamaz; barış anlaşması ancak onların (mü’minlerin) hepsini kapsayacak ve adâlet esasları üzere yapılacaktır. • Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Hz. Muhammed’e götürülecektir. • Yahudi asıllı Avf Oğulları kabilesi, müminlerle birlikte bir ümmet bir topluluk oluştururlar. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Bu kurala köleleri de (kendi korumaları altında olanlar da) dâhildir • Yahudi asıllı, sözleşmeyi kabul eden diğer kabileler de Yahudi asıllı Avf Oğulları kabilesi gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır. • Yahudiler Müslümanlarla birlikte, savaşa katıldıklarında savaştıkları müddetçe harcamalara katılacaklardır. • Ne Kureyşliler ne de onlara yardım edenler, koruma altına alınacaklardır. Medine’ye saldıracaklara karşı Müslümanlar ve Yahudiler arasında yardımlaşma yapılacaktır. Hz. Peygamber (as), herkesi, hukukun temelinde var olan; “Neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyordu. Sözleşmeyle hiçbir kimse başkaları üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan karşılarındakileri de kendileri gibi bir toplum kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesi yasal ve zorunlu hale gelmiş ve hukukun güvencesi altına alınmıştır. Sonuçta, Sözleşme, bütün sosyal grupların katılımları sağlanmış “katılım = birlikte ve barış içerisinde yaşama” temelinde bir toplumsal projeyi oluşturmuştur. İşte akıl ve siyaset yoluyla varılan bu sonuç ve gerçekleştirilen barış ortamı, takvâ ve güven üzere kurulan Medine Devleti, on yıl içerinde Arap yarımadasının her yanına hâkim olmuştur. Böyle bir durum doğuştan gelen bir şey değil, akıl, iz’an ve siyasetten ortaya çıkarılan bir realitedir. Hz. Peygamber’in uygulaması Dört Halife döneminde de örnek alınmış, İslâm fütuhatı sürmüştür. Dört Halife döneminin sonlarına doğru siyasî fraksiyonlar ortaya çıkmış; bir kısmını Hilafetin (Devlet Başkanlığının) Peygamber soyuna ait olduğunu ve hatta ileriki asırlarda bunun imanın bir parçası olduğunu savunan Ehl-i Beyt yanlıları grubunu oluşturmuş; diğer yandan ise seçkinler ve aristokratlar sınıfının yönetimini özleyen, eski şa’şalı hayatlarını ele geçirmeye çalışan Benî Ümeyye (Emevî) Saltanatı rekabeti başlamıştır. İlk grup Irak ve İran taraflarına yayılma ve çekilme eğilimi göstermiş, ikinci grup ise Orta Doğu, Kuzey Afrika tarafına yayılma eğilimi göstermiştir. Ne var ki, fakihler ve âlimler yönetici ve halkı uyarmakta etkili ve başarılı olmuşlardır. İki teori arasında çıkma istidadı gösterecek çatışma ortamını uygulamada yumuşatmışlar ve İslam halifeliği Ehl-i Beyt yanlıları karşıtı olup da hilafetin, sünnet ve Müslümanların uygulamaları sonucu olan seçimle ya da veliahd yoluyla gerçekleşip süreceğini, halifeliğin imân esaslarından bir esas değil bir siyaset işi olduğunu savunan yaklaşım, uygulamada hâkim olmuştur. (Bu konular için bak elMaverdî; ‘el-Ahkâmu’s-Sulataniyye’ ve Ebu Ya’lâ; ‘el-Ahkâmu’s-Sulataniyye’ adlı eserler.) Çünkü dört hukuk mezhebi ama istihsan ama genel kamu yararı sebepleriyle bu işin böyle olacağını savunmuşlardır. Ne var ki, Emevî Saltanatı döneminde uygulamadaki sapmalar sebebiyle o makam (Devlet Başkanlığı) eleştirilere konu olmuştur. Kişilerden kaynaklanan bu yanlışlıkları kuruma (hilafet makamına) maletmek haksızlık olur. Bir adım daha ileri gidildiğinde İslam fütuhâtı Kuzey Afrika yoluyla İberik Yarımadası’na (İspanya) ulaşıp Endülüs Emevî Devleti ve Halifeliği kurulunca “Hilafet makamının birden fazla olabilip olamayacağı” tartışması başlamış, sonunda Kuzey Afrika ve Endülüs’te hâkim ve yaygın olan Mâlikî Hukuk mektebi taraftarları “Maslahat-âmmeye=Genel kamu yararına” binâen bunun mümkün olabileceği, Müslüman toplumların makam-mevki için gereksiz yere sürtüşmeye girmelerinin onların zararlarına olacağı, işlerini tedvirin, düşmana karşı hukukun savunmasının zorluklarına, o nedenle de hilâfet makamının iki başlı, iki ayrı yerde hükümrân olabileceğine kanaat getirilmiştir. Böyle bir durum diğer hukuk mezheplerince de kabul görmüştür. Bu durum Abbasiler ve hatta Osmanlılar döneminde de sürmüştür. Ne var ki, Doğu halifeliği yükselme istidadı gösterirken, Batı halifeliği, Müslümanların kendi içlerindeki kimlik kaybı ve Hristiyan dünyasının organize saldırıları sonucu çöküş yaşamış ve 1490’lı yıllarda yarımadadan tüm Müslümanlar ya tehcire zorlanmış HAZİRAN 2014 105 ya da kılıçtan geçirilmiştir. Doğu halifeliğine gelince; bunun da maruz kaldığı muameleler, yükseliş ve çöküşler, birlikteliğin bozulmasına, kimlik kaybına ve de yine Hristiyan dünyasının siyasette ve askerî mücadeledeki üstünlükleri sonucu bitmiştir. Müslümanların, taban olarak kimliklerine duyarsız kalmaları, Medine Site Devleti’nin ve de Sözleşmesindeki meknûz ruhun asırlar sonrası kaybı ve de o ilke ve anlayışlara sırt çevrilmesi sonucu işte yirmi birinci asırda bu hale düşmüştür. Oysa Hz. İbrahim nasıl dua ediyordu? “Ve o vakit İbrâhim: “Ya Rabbî, burayı güvenli bir şehir yap. Buranın halkından “Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri çeşit çeşit mahsullerle rızıklandır!” dedi. Bunun üzerine buyurdu ki: “Onlardan inkâr edeni dahi rızıklandırıp az bir zaman hayattan nasip aldırır, sonra da onları cehennem azabına sürerim. Orası varılacak yer olarak ne fena bir yerdir!”4 Güvensiz bir İslam dünyası ve güvenli bir batı dünyası(!)... Bunun nedenini öncelikle kendimizde aramak zorundayız. Faturayı başkalarına kesmeye hacet yok. Önce hizibler türetilmiş, bunlardan da hizbullahlar, hizbut-tahrirler ve diğerleri türemiş sonunda durum ortada… Şâirin dediği gibi; “Eyvâh bu bâziçede bizler yine yandık. Ziyan ortada bilmem ki, ne kazandık?” Allah (cc); “İşte sizin bu dininiz (ümmetiniz) bir tek ümmettir (dindir). Rabbiniz de Ben’im. Öyle ise yalnız Bana ibadet edin.”5 buyurmuşken, yöneliş başka taraflara olursa Allah (cc)’ın o kullarından hesap sorması ve de onları sorguya çekmesi gayet tabiidir. Müslüman toplumun kültürel ve siyasî bağımsızlığına, dağılmasına her kim ya da kimler sebep olduysa bunun hesabını elbet bir gün verecektir. On üç asır boyunca hatasıyla sevabıyla Orta Doğu’da ve de dünya genelinde Müslüman bloğun bağımsızlığı hep süregelmiştir. Hıristiyan toplumların bu dünyaya ilgi duymamasını sağlama uğruna, kilise babaları Müslümanları hep ‘Kâbil’in çocukları=The sons of Cane’ (insan kâtili) olarak tanıtmışlardır. Onların bu birlikteliği bozulunca, dağılma olunca bu kez o masalları sanki doğrular biçimde kendi içlerinden terörist gruplar (rebellion front) çıkarmışlar ve nesillerine, toplumlarına sanki ‘Bak size demedik mi?’ dercesine kendi yanlışlarını tasdik ettirmişlerdir. Günümüzde parçalanma, bölünme karşısında sünnî ekolün en çok müracaat kaynağı ve daya- 106 HAZİRAN 2014 nağı olarak kullandığı hadislerde; “Asabiye; birinin kendi halkına ahlâkî olmayan bir şekilde yardımda bulunmasıdır… Her kim bir diğerini asabiyeciliğe teşvik ederse bizden biri değildir; kim asabiye için savaşırsa bizden biri değildir; kim ki, asabiye uğruna can verirse bizden biri değildir.” veya “Neden cahiliye devrinin geleneklerini sürdürüyorsunuz? Bu geleneklerden vazgeçin; onlar kokuşmuştur” buyurulmuştur. Şu iki temel metinden toplumu zaafa uğratıcı, çoğunluğun kararını istiskâl edici (küçük ve önemsiz görücü) yaklaşımlar, bu ne adına yapılırsa yapılsın elbette bunlar bu iki kutsal metin kapsamında eleştiri konusudur. Normal koşullarda ‘vatanseverlik’ belki daha bir doğal ve de mantıklıdır. Ne var ki, zamanla bu da yozlaştırılmış, dışarıdan gelenlere nefretle güvensizliği beslediğinde, yabancı düşmanlığı ile hoşgörüsüzlüğe dönüştüğünde o da mantıktan uzaklaşmış, kavgacı bir topluluk haline dönüşmektedir. Medine site devletinde ve Orta Çağ boyunca Müslüman unsur ile gayr-ı müslim unsurlar (zimmîler) hep birlikte yan yana yaşamışlardır. ‘Vatanseverlik’ kavramı, bölücü ve parçalayıcı bir slogana aslâ dönüştürülmemiştir. Oysa bugün yıllarca yabancı çalışanların emeğini satın alan ve yabancı emekleri üzerinde yükselen Alman, Fransız ve İngiliz toplumları ‘vatanseverlikten’ yola çıkarak o yabancılara “Auslander heraus” (yabancılar dışarı) diye bağırıyorlar. Oysa İslam, vatanseverliğe karşı değildir. Zira bu kavram ve kurum insanlığın eşitliğine, kardeşliğine, hakkâniyete, adalete ve merhametliliğe destek çıkmıştır. Netice itibariyle İslam kültürünü özümsemiş toplumlarda mezhepçiliğin, saldırganlığın, çoğunluğun oyunu küçümseyen mutlu ekalliyetçiliğin ve ırkçı milliyetçiliğin yeri yoktur. Var olan toplumlarda bireyler o kültür ve inançtan uzak kaldığından ya da radikalleştiğindendir. İslam Hukukunda Yönetime Başkaldırma Eylemi Hakkında Kısa Açıklama Hz. Ebu Bekir, hilafet makamına geldiğinde halkına ilk yaptığı konuşmada Allah Rasulü’nün ashabına ‘Şayet yanlış yaparsam bana ne edersiniz?’ diye sormuş, onlar da ‘Şayet öyle bir şey sadır olursa Seni kılıçlarımızla düzeltiriz’ cevabını vermişlerdi. Hz. Ömer halife olduğunda ise, ‘Allah’tan kork ya Ömer!’ diyen bir toplum ile karşı karşıya kalmıştı. Osmanlı’da da her cuma günü Cuma Namazına gelen padişaha ‘Gururlanma Padişahım senden büyük Allah var!’ hitabında bulunanlar vardı. Bir toplumda, tarihten gelen bu örneklerden daha özgür hangi ifade kullanılabilir? Ama yine de iç ve dış etkilerle toplumda tefrika çıkaranlar, vuruşmalara neden olanlar hakkında Allah (cc), “Eğer mü’minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse aralarını barıştırın. Eğer onlardan biri, diğerine karşı hâlâ saldırıya devam ediyorsa siz, o tecâvüz edenle Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın. Sonuç olarak silahı bırakır, dönerse artık adâletle aralarını barıştırın. Adâlet edin. Allah, şüphesiz ki, âdil olanları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını barıştırın. Allah’tan korkun tâ ki, esirgenesiniz.”6, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah’a ve Peygambere döndürün. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız bu hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir.”7 buyurmaktadır. İsyân konusunda hadislerden birkaçı şöyledir: “Her kim başa geçene biat eder ve kalbiyle ona bağlanırsa sonuna kadar ona itaat etsin. Bir başkası ortaya çıkar ve baştaki kişiye muhalefette bulunursa o kişinin boynunu da derhal uçurun.”8 “... Yakın bir gelecekte değişik değişik gruplar ortaya çıkacaktır. Bu sırada Hz. Peygamber sesini yükseltti ve dikkatli olun! Ümmeti toplu bir halde dirlik ve düzen içindeyken her kim ki, onlara karşı başkaldırırsa bu başkaldıranlar her kim olursa olsun boynunu kılıçla vurunuz...”9 Bağy konusunda İslâm hukukçularının metodlarının farklı oluşu sebebiyle suçun hukukî tanımında aralarında görüş ayrılığı vardır. a) Mâlikîler’e göre bağy (terör): devlet reisliği sabit kişiye, te’vil yoluyla bile olsa itaatten kaçınmaktır. İsyânkâr ise: “Bir âdil yöneticiye veya nâibine karşı yerine getirilmesi üzerlerine gerekli görevleri ifadan kaçınan, onlara muhalefet eden Müslümanlar topluluğudur.”10 b) Hanefîlere göre terörist; hak imama (yöneticiye) itaatten haksız yere ayrılan kişidir. İsyan ise; hak imam (devlet reisi) olan kişiye itaatten haksız yere ayrılmaktır.11 Kanunlara, ‘Alınan tedbrler benm yararıma değlse bırak gtsn!’ türünden toptan retç yaklaşımla bakınca kşler daha da br saldırgan ve de yıkıcı hale gelyorlar. Bu can alıcı, sosyal huzursuzluklara neden olucu durumun önünü alablmek de ancak eğtm-öğretmle, barışın değern takdr edc kşlklern oluşturulup gelştrlmesyle mümkündür. c) Şâfiîlere göre isyan suçu; güç, kuvvet sahibi ve aralarında kendisine uyulan, itaat olunan birisinin bulunduğu bir topluluğun bozuk bir (fasit) yorum yüzünden meşru devlet reisine karşı ayaklanmasıdır. Teröristler ise: Devlet reisine karşı çıkan, ona itaatı bırakan, üzerlerine düşen yükümlülükleri yerine getirmekten kaçınan, kendi kendilerine üstünlük kurmak ve aralarında, birisine itaatı sağlamak üzere ayaklananlardır.12 Tanımlarda geçen güç ve kuvvetten maksad; itaatsizlikte bulunanların sayılarının, kuvvetlerinin fazlalığıdır. Hâricîlerin sayısının ve kuvvetinin fazlalığı karşısında onları itaate döndürmek, isyânlarını bastırmak için kendilerine savaş açılmış, ancak bu şekilde güçleri kırılabilmiştir.13 Bir yoruma ve kuvvete dayanarak ayaklananlar, ister İslâm’daki Havâriç mezhebinin fikirlerinde olsunlar, isterlerse olmasınlar gerçek isyânkârdırlar. Her iki hukukçuya göre de havâriç fırkası ne kâfirdir ne de bozuk karakterlidir (fâsık); bunlar teröristlerden başka bir şey değillerdir.14 Bir ayaklanmanın bağy sayılabilmesi için kuvvete başvurulması yani kuvvet kullanarak başkaldırıda bulunulması gerekmektedir. Maddî ve mânevî kuvvet ve vasıtalara sarılmak şarttır. Fakat ayaklanma kuvvet kullanarak değilse, herhangi bir şiddet hareketine başvurulmamışsa bu türden hareketler isyan değildir. Meselâ çoğunluk âdil yöneticiye destek verdikten sonra bazılarının bundan vazgeçmesi gibi. Ayaklananlar kuvvete başvurmaksızın yalnızca âdil yöneticinin azlini, görevinden çekilmesini, HAZİRAN 2014 107 isteseler veya ona uymayacaklarını, bundan sonra devletin kendilerinden istediği ödevleri yerine getirmekten kaçınacaklarını bildirseler de bu sözler ve davranışlar bir isyan değildir. Ancak kuvvete başvurmadan bu şekilde muhalefet gösterenler, şâyet suç sayılan bir fiil ve harekette bulunurlarsa bu terör eylemi değil sıradan (âdî) bir suç sayılır ve onlardan dolayı sorumlu tutulup yargılanırlar.15 Ayrımcılık ve kafa tutma girişiminde bulunanlar (isyânkârlar) üzerine elçiler göndermek ve onları baştaki yöneticilere itaate çağırmak bir ödevdir. Kitâlden yani savaşa tutuşmaktan maksat; onları öldürmek değil, kendilerini isyândan men etmek ve kötülüklerini ortadan kaldırmaktır. Şâyet bu maksat sözlü temasla gerçekleşebiliyorsa böyle bir durum savaşa tutuşmaktan daha iyidir, daha evlâdır. Çünkü savaşma halinde her iki gruptan birinin zararı söz konusudur. İsyânkârlar belli bir süre mehil isterler ve devlet reisi de bunda bir kamu yararı görürse onlara istedikleri süre verilir. Ama bu mehil talebinde âdil yöneticiye ve adamlarına bir hile hazırlığına girişme ihtimali varsa, o zaman kendilerine yalnızca üç gün mehil verilir.16 Sonuç olarak Fitne ve terör eylemlerinin, son yıllarda yaygınlaşarak dünyanın birçok ülkesinin kamu düzenini tehdit eder boyutlara ulaşması, bu tür eylemlere karşı daha etkin önlemler alınması ihtiyacını ortaya koymuştur. Genel kamu düzeni ve kamu güvenliği konularında çoğunluğun görüşüne saygılı olma ve kabullenmenin, insan sevgisi ve insânî değerlerin öğretilmediği ve özümsenmediği toplumlarda insanlar hangi kesimden olurlarsa olsunlar genel ve sosyal huzursuzluklara yol açmaktadırlar. Kanunlara, ‘Alınan tedbirler benim yararıma değilse bırak gitsin!’ türünden toptan retçi yaklaşımla bakınca kişiler daha da saldırgan ve de yıkıcı hale geliyorlar. Bu can alıcı, sosyal huzursuzluklara neden olucu durumun önünü alabilmek de ancak eğitim-öğretimle, barışın değerini takdir edici kişiliklerin oluşturulup geliştirilmesiyle mümkündür. Tüm bunlarla mücadele, hukuk devleti kuralları içinde kalınarak, insan hakları ihlalleri yapılmadan, özgürlükler kısıtlanmadan, âdil yargılanma hakkı ihlâl edilmeden sürdürülmelidir. Ülkemizde son yıllarda gerçekleştirilen yasa değişiklikleri, kişilerin hak ve 108 HAZİRAN 2014 özgürlüklerinin genişletilmesi istikametinde önemli mesafeler alınmasını sağlamıştır. Devlet erkinin ‘en güçlü yapılanma’ olduğu gerçeği, kişilerin temel hak ve hürriyetlerini kullanmalarının önünü kapatmadan gerekli hatta zorunlu kısıtlamalar yaparak, etkili bir şekilde bu yaygın fesadı önleyici, mücadele edici önlemler almayı mecburî hale getirmektedir. Çünkü ‘Vatandaşların yönetimi ve idaresi, kamu yararının gerçekleşmesine bağlı ve dayalıdır.’ Dün başka ülkelerdeki fitne ve fesada, genel anlamda sosyal teröre destek veren devletlerin bir kısmı bugün, ya bizzat kendisi terörist olmakta ya da terörist hareketlerden kendi toplumları ıstıraplar çekmektedir. Orta Çağ’da insanları birleştirici, bütünleştirici etkiye sahip İslam’ın temel ilkelerinden mesela ‘Mefsedetlerin önlenmesi, menfaatler peşinde koşmaktan evladır, önceliklidir’ ilkesinden yola çıkarak insana, yaşam hakkına ve medenî topluma saygılı ve yararlı olmanın zamanı gelmiş ve geçmektedir. haber “Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Neler Oluyor?” Konferansı Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, (çev. F. Işıltan), s. 2. Ankara, 1963. Ahmed el-Ali, S.; ed-Devletu fi Ahdi’r-Resul, c. I, s. 24, Irak, 1988. Kur’ân, Kâfirûn 109/6. Hamidullah, M.; İslam Peygamberi, (M. Yazgan çev.) s. 154 vd. 1. baskı Beyan Yayınları İstanbul 2004. Kur’ân el-Bakara 2/126. Kur’ân el-Enbiyâ 21/92. Kur’ân, el-Hucurât 49/9. Kur’ân, en-Nisâ 4/59. Müslim, imârât 46. İbnu Mâce, fiten 9. Müsnedü Ahmed c. 2/161. Müslim, imârât 59, 60. Ebû Dâvûd, es-sünne 27. el-Muğnî c. 10/48. Şerhu’z-Zurkânî ve Hâşiyetü’ş-Şeybânî c. 8/60. Şerhu Fethi’1-Kadîr c. 4/48. Haşiyetü İbni Âbidîn c. 3/426. Nihâyetü’l-Muhtâc c. 8/382. Esnâ’1-Metâlib c. 4/111. bak Keşşâfü’1-Kınâ c. 4/114. el-Muhallâ c. 11/97, 98. erRavzunnazîr c. 4/331. Hâşiyetü İbni Âbidîn c. 3/427. Nihâyetü’l-Muhtâc c. 7/382. Keşşâfü’1-Kınâ c. 4/96. el-Muğnî c. 10/49. Esnâ’1-Metâlib c. 4/111. Şerhu Fethi’1-Kadîr c. 4/48, 49. Nihâyetü’l-Muhtâc c. 7/382, 385. Esnâ’1-Metâlib c. 4/111, 113. el-Mühezzeb c. 2/234, 238. Buharî, menâkıb 25, fedâilü’1-Kur’ân 36, istitâbe 6, 7. Müslim, zekât 147, 148. İbnu Mâce, mukaddime 12. Tirmizî, fiten 24. el-Mühezzeb c. 2/237, 238. Mevâhibü’l-Celîl c. 6/278. Şerhu’z-Zurkânî ve Hâşiyetü’ş-Şeybânî c. 8/60. el Muğnî c. 10/58, 60. Keşşâfü’l-Kınâ c. 4/99. er-Ravdunnazîr c. 4/33 Nihayetü’l-Muhtac c. 7/783. Şerhu’l-Ezhâr c. 4/538. el-Muğnî c. 10/54. Esnâ’1-Metâlib c. 4/114. el-Muhallâ c. 11/116. Stratejik Düşünce Enstitüsü Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörlüğü tarafından Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan gelişmelere dikkat çekmek ve kamuoyunu aydınlatmak amacıyla 14 Mayıs 2014 günü “Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Neler Oluyor?” başlıklı bir konferans düzenlenmiştir. Konu hakkında hem akademik hem de saha bilgisi bakımından en yetkin isimlerin başında gelen Türkiye’nin Çad Büyükelçisi Prof. Dr. Ahmet Kavas’ın konuşmacı olarak katıldığı konferansın açılış konuşmasını ise Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün gerçekleştirdi. yaygın insan hakları ihlalleri ve Müslümanların uğradığı katliamlarla Orta Afrika Cumhuriyeti dünya gündeminin önemli konularından biri haline gelmiştir. Etnik ve dini çeşitliliği, Fransız sömürge geçmişi ve darbelerle dolu tarihi göz önüne alındığında söz konusu ülkede yakın zamanda siyasi istikrarın yakalanmasının zor olduğu görülmektedir. Bizde Stratejik Düşünce Enstitüsü olarak Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan gelişmeleri tüm Türkiye ile paylaşmak için böyle bir konferans yapmayı uygun gördük. Tüm dinleyicilere konferansımıza göstermiş oldukları yoğun ilgiden dolayı teşekkür ediyoruz.” SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün açılış konuşmasında özetle şunları söyledi: “Bilindiği üzere Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşananlar uzun süredir dünya gündemini ve Türkiye’yi meşgul etmektedir. Ancak bu konuda Türkiye’de ciddi bir bilgi boşluğu olduğu görülmektedir. Bugün itibariye, yaşanan iç çatışmalar, Büyükelçi Prof. Dr. Ahmet Kavas ise konuşmasında özetle şunları dile getirdi: “2013 yılı Mart ayından itibaren dünya gündemindeki haberler arasında adı öne çıkan ülkelerden birisi de Orta Afrika Cumhuriyeti oldu. Öyle ki Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşananlar, Güney Sudan’da yaşanan iç savaşı bile zaman zaman göl- HAZİRAN 2014 109 haber “Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Neler Oluyor?” Konferansı gede bıraktı denebilir. Orta Afrika tarihi belgelerle de tespit ettiğimize göre Osmanlı sınırları içine girmiş bir bölgedir. Hem bu yönüyle hem de bölgede yaşanan dram vesilesiyle Orta Afrika, ülkemizin ve milletimizin gündemindedir. Birçok ülkede Orta Afrika’da yaşananlar duyulmamıştır bile… Orta Afrika bütünüyle yeraltı zenginliklerine sahip bir bölge… Sömürgecilik anlayışıyla Batılılar bölgeyi baştan ayağa talan etmişler… Batı, bölgede yaşanan insanlık suçu ile yer altındaki madenlerle ilgilendiği gibi ilgilenmiyor. Orta Afrika’da özellikle Müslümanlara karşı insanlık suçu işleniyor. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Müslümanların vahşice öldürülmeleri, dahası bunu dünyanın gözünün içine baka baka din düşmanlığı olarak yansıtan tarafların elini kolunu sallaya sallaya dolaşmaları durumun vahametini anlatmaktadır. Sadece başkent Bangui’den dört ayda 120.000 Müslüman canlarını kurtarmak için Kamerun, Çad ve Demokratik Kongo Cumhuriyetine sığındı. Diğer şehirlerdekilerle birlikte bu sayı 350-400 bini geçti. Ülke içinde yerlerini terk eden insan sayısı bir milyon, açlıkla burun buruna yaşayan insan sayısı ise neredeyse ülke nüfusunun yarısı olan iki buçuk milyon civarındadır. Geride bıraktıkları tüm evleri, işyerleri ve camilerinden sadece Bangui’de 4000 civarında bina yağmalanıp yıkılarak harabeye çevrildi. Ele geçirilen tüm malzemeler ise pazarlarda satılmaktadır. 110 HAZİRAN 2014 Gelinen noktada Orta Afrika’da gelişmelerin arka planını ve gelecekte nasıl bir ülke ile karşılaşılacağı konusu henüz gizemini korurken, BM’nin konuşlandıracağı Barış Gücü’nün eylül ayına bırakılması durumun bir müddet daha gerginleşeceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Yaşanan son gelişmeler ve dünya kamuoyunun tutumu sebebiyle, özellikle ülkenin güneybatısında bulunan Hıristiyanlar ile animist nüfus ve kuzeyinde ise çoğunluğu Müslümanlardan oluşan nüfus bir federasyon içinde ya da tamamen ayrışmış olacaktır. Ancak her üç toplum içinde bir asırlık süreçte zorlamayla da olsa şekillenmiş olan sosyal doku sebebiyle birisinin diğerine olan ihtiyacı, ayrışmanın kolay kolay gerçekleşebileceğini göstermemektedir. Kaldı ki ayrışma gerçekleşecek olursa bu defa Güney Sudan’daki gibi kendi içlerinde başlayacak iktidar paylaşımları devreye girecektir. Dış müdahaleler barış merkezli varlığını sürdüremez ve kavgalar da yatışma eğilimine çekilemezse Orta Afrika’da şiddetlenerek artması muhtemel gerginlik, bu ülke sınırlarını aşarak çevresindeki komşularına da sıçrayacaktır. Daha ziyade iktidar paylaşımındaki sıkıntılardan çıkan bu gerginlik din ve etnik kavgaya dönüşmüş, açtığı hasarlarla zaten kendi içinde olduğu kadar komşularına da ciddi zararlar vermiştir.” SDE’den Soma’ya Ziyaret Büyükelçi Prof. Dr. Ahmet Kavas konuşmasının ardından dinleyicilerden gelen soruları yanıtladı. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün yaptığı kapanış konuşması ile konferans sona erdi. Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Birol AKGÜN, beraberindeki heyet ile birlikte maden faciası yaşanan Soma’yı ziyaret etti. ni yerinde görmek üzere 28 Mayıs Perşembe günü Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Birol AKGÜN, memleketi olan Manisa’nın Soma ilçesinde tüm ülkeyi yasa boğan maden faciasının etkileri- insani ziyaret hem de bir ön çalışma amacı taşıyan Soma’ya gitti. Haziran ayının başlarında SDE’de yapılması planlanan “Soma Çalıştayı” öncesi hem bir ziyaretlerde facia ile ilgili çok sayıda önemli isim ve şehit yakınıyla görüşüldü. HAZİRAN 2014 111 SDE’den Soma’ya Ziyaret Ziyaret kapsamında ilk olarak Kırkağaç’a uğrayan SDE heyeti, burada Kırkağaç Milli Eğitim Müdürü Adem Yalçınkaya’yı ziyaret etti. Yapılan görüşmenin ardından maden faciasında hayatını kaybedenlerin muhafaza edildiği Soğuk Hava Deposuna ve faciada hayatlarını kaybeden Talip Kaska ve Ramazan Mercan’ın ailelerine ziyaretlerde bulunuldu. Şehit Ailelerine başsağlığı dileyen SDE heyeti, okunan Kur’an ve edilen dualardan sonra Soma’ya geçti. Atçı ile makamlarında görüşülerek, facia ile ilgili görüş alışverişinde bulunuldu ve SDE’de yapılacak “Soma Çalıştayı” ile ilgili öneri ve tavsiyeleri alındı. Soma ziyaretinde son olarak maden faciasında hayatlarını kaybeden Yüksel Cangül ve Mustafa Kocabaş’ın ailelerine taziye ve başsağlığı ziyaretlerinde bulunan heyet, ailelerin görüşlerini de aldı. SDE heyeti, kendilerinden dile getirilmesi istenen konuların tamamını gündeme getireceklerine dair söz vererek Soma’dan ayrıldı. SDE heyeti, ilk olarak maden şehitlerinin mezarlarını ziyaret etti. Ardından, Soma Belediye Başkanı Hasan Ergene ve Soma Kaymakamı Mehmet Bahattin SD Dergi ve SDE ailesi olarak şehitlerimize rahmet, yaralılara şifa ve aileler ile milletimize başsağlığı diliyoruz. 112 HAZİRAN 2014
© Copyright 2024 Paperzz