Yasam KAPAK:Layout 1 28/05/14 09:51 Page 2 ve HAZİRAN / TEMMUZ / AĞUSTOS 2014 3 AYDA BİR YAYINLANIR SAYI 66 Türkiye sineması 100 Yaşında... Nazan ÖZCAN Tosca ile doğan Zeliha Berksoy Çiğdem ÖZTÜRK İstanbul Yazı Nasıl Karşılardı? Gökhan AKÇURA KAPAK:Layout 1 28/05/14 09:51 Page 3 Yaşam MESA ve MESA DOSTLARINA ÜCRETSİZ GÖNDERİLİR. Mesa dostlarına merhaba Türkiye sineması TÜRKİYE SİNEMASI 100 YAŞINDA 100 yaşında ve şahane Hep rahmetle andığımız büyük sinema tarihçisi Nijat Özön Türk Sineması’nı 14 Kasım 1914 tarihinde, geçmişteki Rus-Türk savaşı sırasında İstanbul’a dek gelen Rus güçlerinin Ayestefanos (bugünkü Yeşilköy) semtine diktikleri ‘Rus Abidesi’nin vatansever teğmen Bahri Doğanay ve askerleri tarafından dinamitle havaya uçurulması ve bunun yedek subay sinemacı Fuat Uzkınay tarafından filme alınması”yla başlatıyor. Yaz sıcağı kalbinizi de ısıtsın MESA Mesken Sanayii A.Ş. adına sahibi Erhan Boysanoğlu Yazı İşleri Yönetmeni Aslı Tokatlı Yayın Kurulu Ayşe Kandar, Aslı Tokatlı, Uğur Büke Yayın Hazırlığı: Büke Yayıncılık Bilimkent Sitesi No:14 Avdan Köyü / Bolu Tel: 0374 235 33 80 e-mail: [email protected] Tasarım Hazan Koltuk Yazışma Adresi: MESA Mesken Sanayii A.Ş. MESA Plaza, Koru Sitesi Ihlamur Cad. No:2 Çayyolu 06810 Ankara Tel: (0312) 291 50 00 Faks: (0312) 240 09 99 Y ıl 2004, aylardan Temmuz. Çek Cumhuriyeti’nin Karlovy Vary Film Festivali’ndeyiz. Yıllar önce temiz kopyasını Beyoğlu Sineması’nda seyrettiğim şahane ‘Yol’ filminin gösteriminden yine tokat yemiş gibi çıkıyorum. Tokatın ağırlığını sonra hissederim diyerek, dünyanın her yerinden gelen seyircilerin salondan çıkışlarına bakıyorum. Benim topraklarımın hikâyesi bana mı ağır geldi, yoksa yedi kat yabancı da aynı şeyleri mi hissediyor, onun peşindeyim. Sinemanın kapısından çıkanların gözleri dolu dolu, herkes etkilenmiş, aralarından ağlayanlar da var. Ağlayanlardan birine yaklaşıyorum, neden ağladığını soruyorum. “Seyit Ali’yle Zine” diyor duruyor: “İsimleri doğru söylüyorum değil mi?” “Ne kadar ağır bir hikâyeydi o, çok çarptı beni. Tokat yemiş gibi oldum” diyor. Polonyalı bir sinemaseverle o an sinema kardeşi oluyoruz, duygu kardeşi. O yıl Ankara Sinema Derneği’nin akademisyen, eleştirmen, yönetmen, oyuncu gibi sinemayla yakından ilgilenen 400’e yakın kişiyle yaptığı anket sonucu belirlenen Türk sinemasının en iyi 10 filmi Karlovy Vary’de gösteriliyordu: Yol’, ‘Umut’, ‘Sürü’, ‘Muhsin Bey’, ‘Masumiyet’, ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’, ‘Anayurt Oteli’, ‘Susuz Yaz’, ‘Gelin’ ve ‘Uzak’. Hepsinde salonlar dolu doluydu, sinemaseverler yine ağır çıkıyordu sinemalardan. Türkiye’den gelenlerde, hem bir hüzün hem de içten içe gurur ve mutluluk var. Bütün filmler beğeniliyor! Sinemamızın unutulmazları, bizden başkalarının kafasına da kazınıyor diye. Ve elbette, o zamanlar ha öldü, ha ölüyor diye durmadan konuşulan Türkiye sinemasının aslında biraz hırpalanmış da olsa, ayakta olduğunu ve yaşayacağını gördüğümüz için. 2004, 90. yılıydı Türk sinemasının. 2014 ise 100. yaşı demek! 100 yaş, bir asır yani, az değil! “Eski yazarlar da baharın keyfini çıkaramadıklarından yakınırlar. Örneğin, 1930’lardaki bir Mayıs yazısı şöyle başlar: ‘İstanbul ilkbaharı kararsız geçiyor. Hava bir açıyor, bir kapıyor ve kışta mı, yazda mı olduğumuzu anlayamadan yaz sıcaklarına giriyoruz.’” Gökhan Akçura bu sayıdaki yazısına böyle başlıyor. Yapılan tespit taa 30’lardan. Bakın bakalım bugünlerle bir fark var mı? Dergimiz yayına hazırlanırken şakır şakır yağmur altındaydık. Baharın bereketidir, sevinmediğimiz de sanılmasın, yağmur iyidir. Ayrıca romantiktir de! Yağmur altında ıslanan çocukların çığlıkları, sevgililerin umarsızlığı, eve varılınca içilen koca bir bardak çay, kuru giysiler... Evet evet yağmur güzeldir. Ama neticede bir o kadar güzel olan yaza da girmek üzereyiz. Gökhan Akçura da o nedenle, mutlulukla okuyacağınız bir “Osmanlı yazı nasıl karşılardı?” yazısı yazmış. Şöyle diyor: “Osmanlı İmparatorluğu döneminde yazlıkların en makbulü İstanbul Nazan ÖZCAN Boğaziçi yalılarıydı. Şehirden bahar Yazı Nasıl Karşılardı? sonu buralara, oldukça zahmetli S8 biçimde taşınılırdı. Cumhuriyet döneminde, biraz da ulaşım İ araçlarının gelişmesi sayesinde bu göç daha kolaylaştı. Artık moda Adalar ve Suadiye’ye kadar Kadıköy sahilleriydi. O zamanlar İstanbullu, Atıf Yılmaz Marmaris’i, Bodrum’u bilmezdi. Bilmesine de gerek yoktu. Şehrin dört bir yanı sayfiye sayılırdı.” Ayrıca hâlâ tatil B planlarının içine Adalar’ı rahatlıkla alabilirsiniz. 8 Osmanlı İmparatorluğu döneminde yazlıkların en makbulü Boğaziçi yalılarıydı. Şehirden bahar sonu buralara, oldukça zahmetli biçimde taşınılırdı. Cumhuriyet döneminde, biraz da ulaşım araçlarının gelişmesi sayesinde bu göç daha kolaylaştı. Artık moda Adalar ve Suadiye’ye kadar Kadıköy sahilleriydi. O zamanlar İstanbullu Marmaris’i, Bodrum’u bilmezdi. Bilmesine de gerek yoktu. Şehrin dört bir yanı sayfiye sayılırdı. Gökhan AKÇURA stanbul’da bahar kısa sürer, doyamadan yaza girilir. Bu konuda atasözleri bile uydurulmuş. Sermet Muhtar Alus, “İstanbul’un kışı yaza doğrudur,” diye en anlamlısını önümüze sürer.1 Eski yazarlar da baharın keyfini çıkaramadıklarından yakınırlar. Örneğin, 1930’lardaki bir Mayıs yazısı şöyle başlar: “İstanbul ilkbaharı kararsız geçiyor. Hava bir açıyor, bir kapıyor ve kışta mı, yazda mı olduğumuzu anlayamadan yaz sıcaklarına giriyoruz.” O günden bugüne değişen bir şey yok görüldüğü gibi… Türk sinema tarihini, İstanbul’a dek gelen Rus güçlerinin Ayestefanos (bugünkü Yeşilköy) semtine diktikleri Rus Abidesi’nin teğmen Bahri Doğanay ve askerleri tarafından dinamitle havaya uçurulması ve bunun yedek subay sinemacı Fuat Uzkınay tarafından filme alınmasıyla başlatabiliriz. MESA VE YAŞAM Türkiye Sineması 100 yaşında ve şahane İSTANBUL YAZI NASIL KARŞILARDI? Peki, bahar ne zaman bitip de yaz başlar? Bu soruya, elli yıl önce Ahmet Hamdi Tanpınar e-mail: [email protected] www.mesa.com.tr Nazan ÖZCAN . şöyle cevap verir: Yaz, kirazın çıkması, uçurtmaların seyrekleşmesi ve yoğurtçu seslerinin azalmasıyla boy gösterir.2 Biz de bu yazımızda baharla yaz arasındaki en önemli duraklardan biri olan “yazlığa geçiş” konusu üzerinde duracağız. Osmanlı’dan Cumhuriyet’in ellili yıllarına kadar uzanan bir zaman diliminden söz edeceğiz… Yalıya Göç Eski dönemlerde yazlığa çıkış Nisan ayından itibaren başlardı. “Boğaziçi’nde yalıları; Çamlıca, Haydarpaşa’dan Pendik’e kadar uzayan demiryolu boyunca köşkleri bulunan zenginler, paşalar, molla beyler, ATIF YILMAZ Memleket sinemasının yüz yılının yarısına alınterini akıtan Atıf Yılmaz, Yeşilçam ekolünün kurucularındandı. Lütfi Akad, Osman Seden, Metin Erksan, Memduh Ün ve Halit Refiğ’yle birlikte, bu ticari ekole birer sanatçı dokunuşu armağan edenler listesinin başlarındaydı. Derya BENGİ eyoğlu’ndan Dolapdere’ye kadar uzanan Sakız Ağacı Caddesi’nin bir kısmı birkaç yıldır Atıf Yılmaz Caddesi diye anılıyor. Bu isim değişikliği, 2006’da kaybettiğimiz usta yönetmene bir vefa işareti olmanın yanı sıra, küçük bir sinema şakası, hatta adeta bilinçaltı bir mecaz barındırıyor. Bilindiği üzere, filmcilik tarihimize 1950’lerden itibaren ismini bağışlayan Yeşilçam Sokağı, minik, daracık, kıvrımlı bir geçit kimliği taşırken, hemen yakınında, az ötede, ona paralel uzanan Sakız Ağacı ya da Atıf Yılmaz Caddesi, Tarlabaşı Bulvarı’na 1900’lerin başında Rumelihisarı ve yalıları. 4 MESA VE YAŞAM Tatil için valizler hazırlanırken, elbette tatilde okunacak kitaplar da yerini alacaktır. Ama nedense, tatil için “hafif” kitaplar seçilmeye çalışılır. Bizce bu sene bir değişiklik Gökhan AKÇURA yapın ve Cem Erciyes’in bu sayıda ölümünün ardından gayet güzel bir S4 yazıyla andığı sevgili Gabo’nun kitaplarını alın yanınıza. “Hayatın büyüsünü edebiyata dönüştüren yazar” Gabriel Garcia Marquez’in okuduğunuza sevinç duyacağınız o kadar çok kitabı var ki: Kırmızı Pazartesi, Yüzyıllık Yalnızlık, Kolera Günlerinde Aşk, Başkan Babamızın Sonbaharı ya da Albaya Mektup Yok. Tatil ve iyi kitap, her daim nasip olmayan bir ikili. kavuşarak genişler, büyür, çoğalır. Tıpkı Atıf Yılmaz gibi! Atıf Yılmaz, bir anlamda Yeşilçam’ın ta kendisidir, ama onun paralelinde ve ötesinde, çok daha geniş, büyük, çoğul bir sinemanın serüvencisidir. Memleket sinemasının yüz yılının yarısına alınterini akıtan Atıf Yılmaz, Yeşilçam ekolünün kurucularındandı. Lütfi Akad, Osman Seden, Metin Erksan, Memduh Ün ve Halit Refiğ’yle birlikte, bu ticari ekole birer sanatçı dokunuşu armağan edenler listesinin başlarındaydı. Akranları sahneyi Delik Deşik Bir Gemi Attilâ İlhan “Eski Sinemalar” başlıklı şiirinde Tarzan’dan korsan gemilerine, Teksas eşkıyalarından Akdeniz cariyelerine, bir dizi Hollywood klişesi sıralıyordu. Çünkü Türkiyeli seyirci için o yıllarda sinema demek, bol bol ABD, biraz Avrupa, biraz da Mısır kurdelaları demekti. Türk filmleri bunlarla boy ölçüşecek nitelikte ve nicelikte değildi. Anılarında aktardığına göre, Atıf Yılmaz da çocukluğunun Mersin’inde, kovboy serileri, Baytekin’ler, Lorel-Hardi’ler, . Baskı Y O R U M BASIN YAYIN SAN. LTD. ŞTİ. İvedik Organize Sanayi Bölgesi Matbaacılar Sitesi 1341.Cad. (Eski 35. Cad.) No: 36-38 06370 Yenimahalle-ANKARA Tel : (0312) 395 21 12 Faks: (0312) 394 11 09 Atıf Yılmaz Batıbeki 9 Aralık 1926’da Mersin’de doğdu, bu eski Akdeniz şehrinin kozmopolit ortamında büyüdü. Ne zengin ne fakir, bir memur çocuğuydu. Arkadaşları tarafından, ne hikmetse, “Rejisör” lakabıyla çağrılıyordu. İstanbul’a kapağı attığında lise çağını geçmişti. Bir süre Hukuk Fakültesi’ne gitti, ama daha önemlisi, gizlice Akademi’de resim derslerine devam etti, Nuri İyem’in atölyesindeki genç ressamların arasına katıldı. Gözlerini alamadığı sinema camiasına kolaylıkla, çarçabuk giriverdi. Yeteneğini tuallerden peliküle taşıdı. Türkiye’de sinema 40’lı yılların sonlarına kadar tiyatrocuların tekelindeydi. Haftanın yedi günü sahne tozu yutanlar, çevrilen tek tük filmde, kameranın önünde ve arkasında fazla mesai yapardı. Nöbeti tiyatroculardan devralıp, yedinci sanata gerçek dilini, gerçek çehresini kazandırmak, Lütfi Akad, Atıf Yılmaz gibi henüz 25-30 yaşlarındaki genç yönetmenlere düştü. “O dönem sokaktan geçenleri sinemaya almak için kollarından çektiğimiz bir dönemdi”. diye hatırlıyor Lütfi Akad, “Sinema bizde hiçbir zaman dışa kapalı olmamıştır. Yeni gelenler her zaman bir hoşgeldinle karşılanmıştır”. Nitekim Atıf Yılmaz’ın kolundan çekenlerden biri de Lütfi Akad’tı. Hoş, zaten Atıf Yılmaz buna dünden razıydı. Önce Semih Evin’in asistanlığını yaptı, sonra 1951’de “Kanlı Feryat” filmiyle yönetmen koltuğuna oturdu. Bir daha kalkmamacasına. İstanbul Yazı Nasıl Karşılardı? Bu sayımızda 2014’ü özel kılan durumu da unutmadık. 2014, Türkiye sinemasının 100. yaşı demek! Ve ne kadar iyi ki, Atilla Dorsay gibi bir sinema eleştirmeni bunu atlamıyor ve bize 100. yılında 100 Türk filminin kitabını yazıyor. Nazan Özcan da, Atilla Dorsay’ın kitabını ve Türkiye sinema tarihinin 100 yılını özetliyor. yavaş yavaş terkederken, 80’li yıllara denk gelen ikinci delikanlılığında, özellikle kadın odaklı filmleriyle genç kuşakların da kahramanı olmasını bildi. 1 2 MESA VE YAŞAM Atıf Yılmaz Derya BENCİ S.12 Seçilen 100 filmin içinde kesinlikle seyretmelere doyamadığınız onlarca Türk filmi olduğunu göreceksiniz. Ah bir de eskiden olduğu gibi yazlık sinemalar olsaydı da, şu 100. yılda o güzelim filmlerin tertemiz kopyalarını o sinemalarda çekirdek çitleyerek tekrar izleyebilseydik. Nostalji yapmıyoruz, yalnızca Türk filmlerinin ve yazın insanı mutlu eden yanlarını istiyoruz. Çok şey mi? KAPAK:Layout 1 28/05/14 09:51 Page 4 could watch once again Atıf Yılmaz’s films: My Girl with the Red Scarf, Oh Beautiful Istanbul, The Sacrifice, Kibar Feyzo, or A Sip of Love? No reason not to mention theater when we’ve touched upon books and films! May the summer heat warm your heart Is it summer yet? “Writers of previous decades complained that they could not fully enjoy the spring. For example, an article from the 1930s, written in the month of May, begins: ‘Spring is hesitant in Istanbul this year. One second the sky clears up, the other it becomes overcast again, and before we can tell whether it’s winter or summer we suddenly find ourselves right in the heat of summer.’” The above observation was made way back in the 1930s. Is it any different today? As we were preparing this issue, the rain was pelting down. Now don’t go thinking that we’re not happy about it; rain is nice, it’s the bounty of spring. And what’s more, it’s romantic! The shouts and cries of children getting soaked under the rain; the desperation of lovers; drinking that big cup of tea once you get home; dry clothes... But after all, we’re about to enter summer, which is just as nice. And so, Gökhan Akçura has written and article on “How the Ottomans welcomed the summer.” We’re sure you’ll enjoy it: “During the Ottoman era, the most highly favored summer houses were the mansions on the Bosphorus. At the end of spring, people would move from the city to these houses; a rather toilsome process. During the Republican era, thanks in part to the development of transportation, this migration became easier. The trend had shifted to the shores of the Prince Islands and along the Kadıköy coast up to Suadiye. Back then Istanbulites had not discovered Marmaris or Bodrum yet. They didn’t need to. It seems like there were resorts in the four corners of the city.” And you can still easily include the Islands in your vacation plans. Lighter ones Of course, when packing for the holidays we include books to read on vacation. But for some reason, we try to choose “lighter” books. What say you do something different this year and take along books by dear Gabo, whom Cem Erciyes commemorates following his death in a rather beautiful article: “Gabriel Garcia Marquez, ‘the author who made literature out of the magic of life’, has written so many books which will all give you joy when you read them: Chronicles of a Death Foretold, One Hundred Years of Solitude, Love in the Time of Cholera, The Autumn of the Patriarch, or No One Writes to the Colonel. Vacation and a good book are a duo that we do not often find the opportunity to enjoy. 100 films for 100th year We haven’t forgotten to include in our issue the event that makes 2014 so special: The 100th anniversary of Turkish cinema! And it’s a good thing that a film critic such as Atilla Dorsay has not overlooked this and has written a book about 100 Turkish films for its 100th year. Nazan Özcan gives a summary of Atilla Dorsay’s book and of the 100-year history of Turkish cinema. You will see that among the 100 films selected are dozens of Turkish films you’ll never get enough of watching. If only we still had the open-air cinemas like we used to. On this 100th year we could have watched those wonderful films again from clean copies while munching on sunflower seeds. We’re not going all nostalgic, we just want the things in summer and Turkish movies that make people happy. Is it too much to ask? Founder of the Yeşilçam School Speaking of Turkish cinema; no doubt we have dozens of great masters who captured their dreams from behind the camera and made those dreams our own. Derya Bengi’s article is about one of these great masters: Atıf Yılmaz, who sweated much blood for half of the century of Turkish cinema, is a founder of the Yeşilçam school. Together with Lütfi Akad, Osman Seden, Metin Erksan, Memduh Ün, and Halit Refiğ, he was at the top of the list of those who lent an artist’s touch to this commercial school.” As we said earlier, wouldn’t it be nice if there were an open-air cinema where we A lifelong achievment In this issue we’ve also featured Zeliha Berksoy, who has received the Lifelong Achievement Award at the 16th State Theater-Sabancı International Adana Theater Festival. It’s truly fun to read about a woman who tells her story as follows: “During my birth, when my mother (Semiha Berksoy) started screaming because of labor pains, Doctor Eyüp Bey told her to sing an opera aria. So my mother started singing Tosca.” Three Garip Poets After the theater we go on with poetry. Vecdi Seviğ writes both about the city and poetry in “Ankara through the Footsteps of Three Garip Poets”: “This year saw the hundredth birthday of Orhan Veli Kanık and Oktay Rifat Horozcu and the 99th birthday of Melih Cevdet Anday. All three wrote their first works in Ankara.” Those who find Ankara boring and sterile, take note! Classic automobiles Do you like cars? Wait, these are some awesome cars we’re speaking of! Take a peak in the magazine’s pages, you’ll really love these automobiles and wish you could hop into one of them and drive, even if for a kilometer: Starting with the “Spring Rally,” one of the rallies held three times a year by the Classic Automobile Club, Esra Açıkgöz has interviewed Zeynep Tura Kalın, general secretary and member of the board of the club, on everything about classic automobiles. You will greatly enjoy the stories of automobiles such as the Classic Mercedes, Ford, Buick, Chevrolet, Mercury, Plymouth, Cadillac, BMW, Alfa Romeo, Porsche, Doditroen, and Volvo. Have a great summer and a wonderful holiday 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:32 Page 3 Memleket sineması denilince, elbette onlarca büyük ustamız var, kameranın arkasında düşlerini çekip, o düşleri bizim yapan. Derya Bengi, işte onlardan birini anlatıyor. Atıf Yılmaz’ı: “Memleket sinemasının yüz yılının yarısına alınterini akıtan Atıf Yılmaz, Yeşilçam ekolünün kurucularındandı. Lütfi Akad, Osman Seden, Metin Erksan, Memduh Ün ve Halit Refiğ’yle birlikte, bu ticari ekole birer sanatçı dokunuşu armağan edenler listesinin başlarındaydı.” Dedik ya, bir yazlık sinema olsa, Atıf Yılmaz’ın Selvi Boylum Al Yazmalım’ını, Ah Güzel İstanbul’unu, Adak’ını, Kibar Feyzo’sunu, Bir Yudum Sevgi’sini bir kez daha seyretsek, güzel olmaz mı? Tosca ile doğan ZELİHA BERKSOY Zeliha Berksoy “Benim doğumumda sancı çekerken, annem bağırmaya başladığı zaman, Doktor Eyüp Bey “bir opera aryası söyleyin” demiş. Annem de “Tosca”yı söylemeye başlamış.” Çiğdem ÖZTÜRK 1 6 MESA VE YAŞAM Tosca ile doğan Zeliha Berksoy Çiğdem ÖZTÜRK S.16 Tiyatroyu da tamamladık ve sırayı şiire veriyoruz. Vecdi Seviğ, “Üç Garibin izinde Ankara”yı yazıyor. Hem kent var hem de şiir yani. “Bu yıl doğumlarının yüzüncü yılını kutladığımız Orhan Veli Kanık ve Oktay Rifat Horozcu ile 99. doğum yıldönümü geride bıraktığımız Melih Cevdet Anday, ilk eserlerini Ankara’da verdiler. Birlikte okudular, aynı dergilerde imzaları çıktı, aynı yerlerde yemek yediler, sohbet ettiler.” Ankara’yı sıkıcı ve kısır bulanlara duyurulur! Bir “Tık”la Dünya BİR “TIK”LA DÜNYA AYAĞINIZIN ALTINDA Ayağınızın Altında İnternet hayatlarımızın ayrılmaz bir parçası artık. Sadece bilgisayar başındayken değil, yolculukta, yatakta, plajda, hatta doğa yolculuğunda bile ipadlerimiz, cep telefonlarımız sayesinde hep onla birlikte yaşıyoruz. Peki internet hayatımıza nasıl, ne zaman girdi? Akıllı cep telefonları ne kadar güvenli? İnternet bağımlılığı nedir? Biz ölümlüyüz ya sanal kimliğimiz? Sosyal medyanın yarar ve zararları neler? Yanıtlar bu yazıda… Esra AÇIKGÖZ B ir gazeteci olarak “onsuz zamanlar” nasıldı hiç hatırlamıyorum. Bir isim mi aklınızı karıştırıyor; bir dakika içinde hemen yaşamının en derinine kadar her şeyi seriyor önünüze. Sabah haberlerinde kaçırdığınız bir konu mu oldu; anında ulaşıyorsunuz. Bir adres mi arıyorsunuz; size dünyayı sunuyor. Aklınızı bir türlü adını çıkaramadığınız bir şarkı mı kurcalıyor? Çocuk oyuncağı! Evet, neden bahsettiğimi anlamışsınızdır. İnternet hayatımızın her alanına sirayet etti artık. Hele de akıllı cep telefon devriyle. Dünya üzerindeki sınırlar onunla silikleştiriyor, sizden kilometrelerce uzaktaki olayları anında öğrenebiliyorsunuz, dünya ekonomisinin gidişatı, yeni yapılmış bir icat; ne ararsanız size sadece bir “tık” uzakta. Ama aslında internet hayatımıza gireli çok da olmadı. 1970’te sadece 15 bilgisayarın birbirine bağlı olduğu bir ağdan ibaret olan internet, 70’li yılların ortalarına doğru hızlı bir yükselişe geçti. Ve 1971’de sosyal medyanın kapısını aralayan ilk adım atıldı. İlk e-mail programını geliştiren Ray Tomlinson, ilk eposta mesajı attı. Ne mi yazıyordu? “QWERTYUIOP”. Yani Q klavyenin en üstteki yan yana harf kombinasyonu. Böylece dünyanın parlak geleceğine ilk adımlar atıldı. 80’li yıllarda alan adları kullanılmaya başlandı. O yıllarda host sayısı sadece 1000’ken 90’larda bu sayı katlanarak arttı. İnternetin asıl patlama noktası kuşkusuz, www (World Wide Web) deyiminin hayatımıza girmesiyle oldu. Ve 90’ların sonlarına doğru internetteki site sayısı 10 bine, host sayısı ise üç milyona ulaştı. Dünya ticaretinde başka bir kapı aralandı. Hızla bankalar, markalar, alışveriş merkezleri sanal şubelerini açmaya başladı. Yepyeni bir pazarlama ve ekonomi anlayışı doğdu. Birçok insan internet üzerinden hayatını geçindirmeye başladı. E-Ticaret siteleri kuruldu çok kısa sürede, bu sitelere milyon dolarlık yatırımlar yapılmaya başlandı. Ve tabii insanlığın ilk ortaya çıktığı andan itibaren hep ihtiyaç duyduğu sosyallik de internetteki yerini aldı: 955 milyon aktif kullanıcısı ile Facebook bir ülke olsaydı, Çin ve Hindistan’dan sonra dünyanın en kalabalık 3. ülkesi olacaktı; 307 milyon üyesi ile YouTube da öyle! İnternet hızlı bir şekilde yaygınlaşarak alışverişten ticarete, bilimsel araştırmalardan eğlenceye, sivil toplum kuruluşlarının örgütlenmesinden siyasi partilerin propagandasına kadar hayatın her alanını içine aldı. Her geçen gün daha MESA VE YAŞAM 2 5 Bir “Tık”la Dünya Ayağınızın Altında Esra AÇIKGÖZ S.25 Kitabı, sinemayı unutmadık da, tiyatroyu neden unutalım! Bu sayımızda 16. Devlet Tiyatroları-Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali’nde Yaşam Boyu Başarı Ödülü alan Zeliha Berksoy var. “Benim doğumumda sancı çekerken, annem (Semiha Berksoy) bağırmaya başladığı zaman, Doktor Eyüp Bey ‘bir opera aryası söyleyin’ demiş. Annem de ‘Tosca’yı söylemeye başlamış” diye anlatan bir kadının hikâyesini okumak gerçekten çok eğlenceli. Üç Garibin İzinde ÜÇ GARİBİN İZİNDE ANAKARA... Ankara… Bu yıl doğumlarının yüzüncü yılını kutladığımız Orhan Veli Kanık ve Oktay Rifat Horozcu ile 99. doğum yıldönümü geride bıraktığımız Melih Cevdet Anday, ilk eserlerini Ankara’da verdiler. Birlikte okudular, aynı dergilerde imzaları çıktı, aynı yerlerde yemek yediler, sohbet ettiler... Vecdi SEVİĞ Orhan Veli Kanık Okula çocuğunu kaydettiren iki Cumhuriyet aydınının adlarını anımsadım: Samih Rifat Bey ve Mehmet Veli Bey. Samih Rifat Bey, Konya ve Trabzon’da valilik yapmış, Mustafa Kemal’in ardından Ankara’ya gelerek Kurtuluş Savaşı kadrosunda yerini almış. Mehmet Veli Bey, Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’da Mızıka-i Hümayun’da hem müzisyen hem de öğretmen olarak çalışmış, Cumhuriyetin ilanından sonra Ankara’ya gelerek müzik alanındaki hizmetlerini sürdürmeye başlamıştır. Samih Rifat Bey’in oğlu Oktay, İstanbul’da Fransızca eğitim veren özel okulun ilk bölümünde okumuş, Mehmet Veli Bey’in oğlu Orhan da dört yıl Galatasaray Lisesi’ne devam etmişti. 2 2 “Mektep dâhilinde” 15 kuruşa satılan dergide Orhan Veli, Oktay Rifat imzaları da var. Oktay Rifat’ın anlatımıyla, “Bir yıl sonra İstanbul’dan Melih geldi”. Kadıköy Sultanisi’nden (Orta okul) 1931 yılında mezun olan Melih Cevdet, babası avukat İbrahim Cevdet Bey’in Ankara’ya gelişi dolayısıyla Taş Mektep öğrencisi olmuş, Sesimiz’deki imzalar arasına katılmıştı. İki gencin “can ciğer arkadaş” oldukları okul, o zamanki adıyla Develik tepesinde, Taş Mektep olarak bilinen Ankara’nın ilk lisesi idi. 1889 yılında inşaatı tamamlanmış, Abidin Paşa’nın valiliği döneminde açılmıştı. Lise’nin önüne gidip bahçesine girme, içinde dolaşma isteği duymadım. Çünkü artık o binanın yerinde koca bir hastane bulunduğunu biliyordum: Yüksek İhtisas Hastanesi. Melih Cevdet, Orhan Veli ile tanışmasını, “O olsa, günüyle saatiyle söylerdi; tanışmamız, galiba 1931 yılına düşer. Benden bir sınıf yukarıdaydı” diye anlatır. Oktay Rifat ile Orhan Veli’nin teneffüslerinde şiir konuştukları, Sesimiz dergisinde imzalarının yayımlandığı o bina artık yok. Binanın fotoğrafını ararsanız, Ankara İdeal Matbaası’nda basılmış 30 Teşrinievvel [Ekim] 1930 tarihli Sesimiz dergisinin kapağındaki “Ankara Erkek Lisesi Mecmua Heyeti tarafından neşrolunur aylık mecmuadır” yazısının hemen üstüne bakın. Turan Tanyer, derginin öyküsünü Taş Mektep kitabında ayrıntılarıyla yazmıştır. Melih Cevdet’in de dâhil olduğu üçlü grubun okuduğu okulun Edebiyat öğretmenleri arasında Ahmet Hamdi Tanpınar, Halil Vedat Fıratlı, Rıfkı Melül Meriç, Ahmet Kutsi Tecer de vardı. Üç genç şairin okuldan mezun olmalarından birkaç yıl sonra, Mehmet Kemal’in anlatımıyla, “Ön bahçe kapısı, Nümune Hastanesine bakan … Taşmektep’i yıktılar.” Orhan Veli’nin, şiirden söz etmek istediğinde “Teneffüsü gâvur etmeyelim, Oktay” dediği koridorlar, Gazi Oymağı’nın kurulduğu odalar boşalmıştı. Yeni Lise Sezenler Sokağında Mimar Bruno Taut imzalı binada eğitim vermeye devam ediyordu. Üç arkadaş, lise sonrası farklı okullara gittiler. Orhan Veli, önce İstanbul Üç Garibin İzinde Ankara... Vecdi SEVİĞ S.22 Ve artık neredeyse elimiz, kolumuz gibi bir uzvumuz olan bir meseleyi Esra Açıkgöz ele almış, enine boyuna: “İnternet”. “Sadece bilgisayar başındayken değil, yolculukta, yatakta, plajda, hatta doğa yolculuğunda bile ipadlerimiz, cep telefonlarımız sayesinde hep onla birlikte yaşıyoruz. Peki internet hayatımıza nasıl, ne zaman girdi? Akıllı cep telefonları ne kadar güvenli? İnternet bağımlılığı nedir? Biz ölümlüyüz ya sanal kimliğimiz? Sosyal medyanın yarar ve zararları neler?” diye soruyor ve yanıtları da veriyor. İyi yazlar ve iyi tatiller... Melih Cevdet Anday İki “garip”, Mimar Mukbil Kemal [Taş] tarafından yapılan Anafartalar Caddesi 69 numaralı bu binada tanıştılar. Oktay, yıllar sonra 1950’de Yeditepe edebiyat dergisine, “Orhan’ı ilk mektebin beşinci sınıfından beri tanırım” diyecek ve ekleyecektir: “Asıl dokuzuncu sınıfta can ciğer arkadaş olduk. 21–22 yıllık bir hikâye. İkimiz de şiir delisiydik.” MESA VE YAŞAM Araba sever misiniz? Bir dakika, bahsettiğimiz öyle böyle arabalar değil, sayfalara bir göz atın kesin içiniz eriyecek ve birisine binip şöyle bir kilometre de olsa sürmek isteyeceksiniz: Klasik Otomobil Kulubü’nün yılda üç kere düzenlediği rallilerden birinden, “Bahar Rallisi”nden yola çıkarak Esra Açıkgöz, Klasik Otomobil Kulubü genel sekreteri ve yönetim kurulu üyesi Zeynep Tura Kalın’la klasik otomobillerle ilgili her şeyi konuşmuş. Klasik Mercedes, Ford, Buick, Chevrolet, Mercury, Plymouth, Cadillac, BMW, Alfa Romeo, Porshe, Doditroen, Volvo otomobillerin hikâyeleri de nefis. Bir değişiklik yapın o zaman. Mesela yaz tatilinde interneti, cep telefonunu unutun ve elinize şu pırıl pırıl kağıda basılmış dergimizi ya da saman sarısı sayfalarıyla romanlarınızı alıp okuyun. Mis gibi kağıt kokusu, internette olabilir mi hiç! Oktay Rıfat A nkara, Anafartalar Caddesi 69 numaralı binanın kaldırım hizasında sıralanmış hazır giyim mağazalarının hemen sağındaki merdivenleri tırmandım, bir okulun bahçesindeydim: Altındağ Atatürk Ortaokulu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında inşa edilmiş eğitim kurumu ikiz yapı özelliği taşıyor. Gazi Mustafa Kemal Numune Mektebi ve Latife Gazi Kız Numune Mektebi olarak 1925 yılında öğrenci kabulüne başladığında, binaya Mustafa Kemal bir piyano, bir de Kuran-ı Kerim armağan etmiş. KLASİK OTOMOBİL BİR TUTKUDUR Klasik Otomobil Bir Tutkudur... Zamana meydan okuyorlar. Her biri yaşanmışlıkları gizliyor motorlarında, yolculukları. Klasik otomobil tutkusu bu yüzden pek çok insanın yüreğine dokunuyor. Klasik Otomobil Kulübü de bu tutkuyu, sevgiyi yaygınlaştırmak için çalışıyor. Bizde Türkiye’de klasik otomobillere olan ilgiyi, dünyadaki durumu, gezebileceğiniz klasik otomobil müzelerini sizinle paylaşalım istedik. Esra AÇIKGÖZ K urtköy’de başlayıp Şile’ye, Şile’den Ömerli’ye uzanan bir yolculuğun kahramanları onlar. Hızları değil, ama yaşlarına rağmen hayata meydan okuyan motorlarının gücü, bakımlı edalarıyla izleyenlerin yüreğini ağzına getiriyorlar. Ardı ardına geçiyorlar hayran bakışlar altında, birincilik için yol alıyorlar. Yürekleri ağızlara getiren bir yarış bu, zira kiminin yaşı 1920’lere uzanıyor… Meraklıları zaten biliyordur, ama bilmeyenler için söyleyeyim, Klasik Otomobil Kulubü’nün yılda üç kere düzenlediği rallilerden birinden, “Bahar Rallisi”nden, bahsediyorum. Mercedes, Ford, Buick, Chevrolet, Merrcury, Plymouth, Cadillac, BMW, Alfa Romeo, Porshe, Doditroen, Volvo markalı ve her biri adeta filmlerden, romanlardan, belgesellerden fırlamış, “sanat eseri” kategorisinde sigortalanan bu rengârenk otomobiller, nostalji rüzgârı estirdi… Klasik otomobil tutkusu Türkiye’de küçümsenmeyecek kadar fazla. Hatta sadece klasik otomobillerin sergilendiği müzeler bile var. Üstelik sadece 2 8 erkeklerin peşinde olduğu bir tutku değil bu. Kadınların da hatırı sayılı bir ağırlığı var. Hatta Klasik Otomobil Kulubü genel sekreteri ve yönetim kurulu üyesi de bir kadın, biz de kulübün etkinliklerini, klasik otomobil tutkusunu Zeynep Tura Kalın’la görüştük. - Önce Klasik Otomobil Kulübü’nün kuruluş hikâyesiyle başlayalım mı? Nereden çıktı bu kulübü kurma fikri, neden ihtiyaç duydunuz? Klasik Otomobil Kulübü 1990'da bir avuç klasik otomobil meraklısının bir araya gelerek kurduğu, 24. yılına geldiğimiz bu günlerdeyse aktif üye sayısının 400'ü aştığı bir kulüp. Tamamen hobi olarak başlamış bir tutku. Daha sonra öncelikle kurucu üyelerin yakın çevrelerinin de ilgilenmesiyle kulüp genişledi. Arkasından başlayan organizasyonların, yarış ve gösterilerin, medyada yer almasıyla klasik severler yavaş yavaş üye olarak kulübümüzün bugünkü haline gelmesini sağladı. -Kaç üyeniz var, nasıl bir profile sahip üyeleriniz; ekonomik durum, yaş ortalaması, yaşadıkları şehirler...? Kulübün 400’den fazla aktif üyesi var. Üye profilimiz holding sahiplerinden serbest meslek sahiplerine, üst düzey yöneticilerden tamirhane sahiplerine, öğrencilere, koleksiyonerlere, ev kadınlarına ve hatta emeklilere kadar uzanıyor. Kulübümüze üye olmak için belli bir gelir seviyesi ya da unvan aramıyoruz. Hatta klasik otomobil sahibi olmak koşulu bile yok. Klasik otomobil sevgisi, ilgi ve elbette klasik otomobiller konusunda bilgili olmak üye olmak için yeterli kriterler. Tabii ki bu kişinin üyelerimiz tarafından kabul görecek konuma ve eğitime sahip olması gerekiyor. MESA VE YAŞAM Klasik Otomobil Bir Tutkudur... Esra AÇIKGÖZ S.28 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:32 Page 4 İSTANBUL YAZI NASIL KARŞILARDI? İstanbul Yazı Nasıl Karşılardı? Osmanlı İmparatorluğu döneminde yazlıkların en makbulü Boğaziçi yalılarıydı. Şehirden bahar sonu buralara, oldukça zahmetli biçimde taşınılırdı. Cumhuriyet döneminde, biraz da ulaşım araçlarının gelişmesi sayesinde bu göç daha kolaylaştı. Artık moda Adalar ve Suadiye’ye kadar Kadıköy sahilleriydi. O zamanlar İstanbullu Marmaris’i, Bodrum’u bilmezdi. Bilmesine de gerek yoktu. Şehrin dört bir yanı sayfiye sayılırdı. Gökhan AKÇURA İ stanbul’da bahar kısa sürer, doyamadan yaza girilir. Bu konuda atasözleri bile uydurulmuş. Sermet Muhtar Alus, “İstanbul’un kışı yaza doğrudur,” diye en anlamlısını önümüze sürer.1 Eski yazarlar da baharın keyfini çıkaramadıklarından yakınırlar. Örneğin, 1930’lardaki bir Mayıs yazısı şöyle başlar: “İstanbul ilkbaharı kararsız geçiyor. Hava bir açıyor, bir kapıyor ve kışta mı, yazda mı olduğumuzu anlayamadan yaz sıcaklarına giriyoruz.” O günden bugüne değişen bir şey yok görüldüğü gibi… Peki, bahar ne zaman bitip de yaz başlar? Bu soruya, elli yıl önce Ahmet Hamdi Tanpınar Daha çok levantenlerin ve Rumların oturduğu sayfiye semti: Yeşilköy 4 MESA VE YAŞAM şöyle cevap verir: Yaz, kirazın çıkması, uçurtmaların seyrekleşmesi ve yoğurtçu seslerinin azalmasıyla boy gösterir.2 Biz de bu yazımızda baharla yaz arasındaki en önemli duraklardan biri olan “yazlığa geçiş” konusu üzerinde duracağız. Osmanlı’dan Cumhuriyet’in ellili yıllarına kadar uzanan bir zaman diliminden söz edeceğiz… Yalıya Göç Eski dönemlerde yazlığa çıkış Nisan ayından itibaren başlardı. “Boğaziçi’nde yalıları; Çamlıca, Haydarpaşa’dan Pendik’e kadar uzayan demiryolu boyunca köşkleri bulunan zenginler, paşalar, molla beyler, 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 5 yerinden kaldırmak, sandıkları yerleştirmek, yatak yorganı hararlara doldurup denk yapmak zorundadırlar. Onlar için “göç toplamak” ağır bir meseledir. Refik Halit Karay bir yazısında “harar’”ın ne olduğunu ve bu göçteki önemine şöyle değinir: “Harar, sert tüylü seyrek dokunmuş, yörük çadırı kumaşından kocaman bir çuvaldı; göç esnasında hemen hemen munhasıran şilte koymağa yarardı. Hararsız kibar göç olmazdı. Sayfiyeye taşınma veya kışlağa dönüş zamanı hararlar dolaplardan çıkarılır, içlerine şilteler tıka basa yerleştirilir ve ağızları çuvaldızla dikilerek öküz arabalarına yerleştirilirdi.”6 Muteber bir Boğaziçi yazlığı: Kandilli. saraya mensup insanlar [yanısıra] dişinden tırnağından arttırıp üç dört odalı bir evcik kiralayan dar gelirliler [de] taşınma derdine düşerlerdi.” 3 Falih Rıfkı Atay yazlık tutmanın aslında çok da zengin işi olmadığını söyler: “Eski Osmanlı efendisinin kış için İstanbul, Beyoğlu veya Üsküdar yakasında bir konağı; yaz için Boğaz’da bir yalısı, ilkbahar ve sonbahar için, zevkine göre, üç yakanın kırlarından veya tepelerinden birinde bir köşkü olurmuş. Osmanlı efendilerinden pek çoğu 19’uncu asır frenk ölçüsü ile zengin değillerdi. Hayatları sade idi. (...) Sofra ucuzdu. Misafir ağırlama basitti. Gece yatısına gelecekler için konakların otel takımı ile döşeli banyo odası olmak lâzım değildi. Onun için, mevsimine göre yer değiştirenler, üstelik misafirlik dolaşmaları ile bütün yaz İstanbul’un keyfini de sürerlerdi.”4 1920’li yıllarda Büyükada’da bir yazlık köşk. Dönelim Osmanlı döneminde konaklarda yaşayan ekâbir takımına. Bunlar dediğimiz gibi yaz yaklaşınca yalıya göçerlerdi. Ercüment Ekrem Talu, bir yazısında bu göçü anlatır.5 Yazıda, akşam yemeğinden kalkan Devletli Paşa Hazretleri, kethüdası Vasıf efendiyi huzuruna çağırır ve üç aşağı beş yukarı şöyle buyurur: “Efendi! Havalar ısındı. Çoluk çocuk sıkılmaya başladı. Cümlemiz tebdili suya ve havaya muhtacız. Torun boğmacadan, gelin hanım da lohusalıktan kalktılar. Bu konağın içinde tamamen sıhhatlerine kavuşmaları mümkün değildir. Tez elden yalıya göç edilsin. Önümüzdeki perşembe gününe hazırlık edin.” Konak halkı Kasım ayından beri dört duvar arasına tıkılmaktan bunalmış, bu kararı beklemektedir. Kethüda’dan haberi alınca bayram ederler. Ama gelin bir de halayıklara sorun. Çünkü onlar otuz beş odanın eşyasını Dönelim Ercüment Ekrem’in yazısına. Romatizmalı Büyük Hanım, köşe minderinden şöyle buyurur: “Paşa efendinin kışlıklarını meşin sandığa yerleştirin… Kürkleri asıp havalandırmadan sakın kaldırmayın. Aralarına karabiberle kâfuru serpmeyi unutmayın. Hüseyin Ağa sabah erkenden Mısır Çarşısı’na gitsin, ne lâzımsa alsın. Oradan da hallâca uğrasın. Misafir şilteleri pideye döndü, atılmadan gidilmez.” Hallâcı yeni kuşaklar bilmez. Bunlar, eski yatakların içindeki pamukları yay gibi bir düzenekle atıp, pamukların havalanmasını sağlarlardı. Sonra bu pamuklar yeniden yatağa doldurulur, yataklar pofuduk hale getirilirdi. Hazırlıklardan sonra sıra göçe gelirdi. Bizim öykümüzde perşembe gününe denk gelen göç gününde, sabah daha kargalar kahvaltı etmeden, ana kapının önüne altı tane manda arabası sıralanırdı. Hamallar eşyaları bunlara yüklerlerdi. Saatler süren bir yolculuktan sonra Yenikapı İskelesi’ne gelinir, burada bir mavna eşyayı Anadolu kıyısına geçirir, Kanlıca‘daki yalıya eşya ancak sular karardıktan sonra varabilirdi. Orta Halli Sayfiye Evleri Paşa konaklarını bir kenara bırakıp, yazlık tutacak düzeyde ama daha orta hallice evlerin hazırlıklarına bu kez Sermet Muhtar Alus’un tanıklığıyla göz atalım. “Günlerce derlenip toparlanıldıktan sonra eşyalar denk edilir, başlarda çatkı, ev çatıdan bodruma kadar gıcır gıcır silinir; sabah karanlığında da çıngırtılı yük arabası kapının önüne dayanır.” Arabacı genellikle mızmız olur” der Alus, “Hızlı davranmaz da bana vapuru kaçırtırsanız, dönüp herşeyi kapıya bırakırım, diye tehdit bile eder ev sahibini.” 7 Sabri Esat Siyavuşgil ise (1905-1968), çocukluk yıllarına dönüp, sayfiyedeki ilk günlerini şöyle anlatıyor: “Daha baharda başlayıp mektep tatiline doğru hızlanan hazırlıklar, götürülecek eşyanın arabalara yerleştirilmesi, son dakikada hatıra gelen noksanlar, büyükannenin saksısı, dul teyzenin kanarya kafesi için arabacıya sıkı MESA VE YAŞAM 5 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 6 İSTANBUL YAZI NASIL KARŞILARDI? dergisi bir durum analizi yapıyor: “İstanbul’un Eyüp’ten Pendik’e, Yeşilköy’den Kavaklar’a kadar uzanan hudutu içinde yazlık köyleri yirmi sene içinde çok değişti. Şu birkaç senede birkaç modaya tâbi oldu. Bir zamanlar Adalar rağbette idi. Yaz gelmeden Adalar’da boş ev kalmaz, yazın vapurlar hıncahınç dolar hele [resmi tatil günü olan] Cuma ve Pazar Adalar adam almazdı. Sonra bu rağbet Boğaziçi’ne geçti. Sonra Haydarpaşa hattı üstünde yayıldı. Son birkaç sene Suadiye’ye kadar hatboyu… Bilhassa Suadiye o kadar rağbet buldu ki, burada yepyeni kübik köşkler, bahçeler yapıldı. Bu sene Adalar gene halkı cezbetmiştir. Şimdiden birçok köşkler tutulmuş, havaların kararı daha katiyetle belli olmadığı halde birçok aileler taşınmıştır.” 1900’lerin başında Rumelihisarı ve yalıları. tenbihler, komşulara son vedalar ve davetleşmeler, ev halkının toplu bir halde vapura veya trene koşuşması, Boğaziçi’nin bir iskelesine veya Erenköy İstasyonu’na telaşlı inişler, birkaç gün önceden gönderilmiş olan aşçıbaşı ile dadının ve ahretliğin güler yüzlü karşılayışları, yerleşmeden sonra evin içinde odadan odaya misafirlikler, beyaz perdeler, beyaz köşe minderleri, beyaz cibinlikler, beyaz gecelik entarileri, sofada konsolun üzerinde ve kocaman aynanın önüne konmuş çifte karpuz lamba… Daha sonra ailece bahçeyi teftiş, kiraz, vişne, kayısı ve armut ağaçları ile bağın kütükleri arasında mahsul tahmini, aşçıbaşının zerzevat babındaki mütalâaları, ahretliğin yedi sekiz yaşındaki küçük beyin kulağına komşunun erik ağacına dair gizli raporu, gelinlik çağına girmiş ablanın kameriyedeki mahzun ve edalı hali, rengarenk maşlahlar, yakın köşklerin sakinleri hakkında dadının dedikoduları… Daha sonra mutfaktan gelen kokular, tabak çanak şıngırtıları, bahçede lüks lambasının altına kurulan upuzun ve bembeyaz sofra, aile reisinin açık havada ilk tavla partisi… Sonra bütün bu acele, telâş, yorgunluk ve hayranlığın verdiği rehavetle, pencereleri açık odalarda rahat ve derin bir uyku…” 8 6 MESA VE YAŞAM Refik Halit Karay, eski dönemlerde İstanbul’da yazların zaten hemen hemen herkes için bir tatil gibi geçtiğini söyler. Yaz göçlerinin biraz hali vakti yerinde İstanbullular için sıradan bir hadise olduğunun altını çizer: “Bahardan sonra İstanbul’daki evimizden köylerden birindeki sayfiyemize göç ederdik. O asırda kışı yazdan tamamen ayrı bir bir hayat içinde geçirmek mecburiyeti vardı. Yaz arkadaşları, yaz ahbapları, yaz meşguliyetleri kışınkilerden hemen hemen büsbütün farklıydı, sonbahar ile ilkbahar, sinemadaki kısımları ayıran perde araları gibiydi; göçle beraber manzara, muhit, vak’a hepsi değişiverirdi… Bakardınız ki, o loş sokaktan, o köhne konaktan birden ayrılmış ve Boğaziçi’nin, yahut Çamlıca’nın bir güneşli bahçesine, bir taze boyalı binasına girmişsiniz…”9 Cumhuriyet ve Yazlık Modaları Cumhuriyetle işler değişmeye başladı. Beyler, paşalar kalmamıştı. Onların yerini yeni zenginler almıştı. Konaklar apartmana, yazlıklar kiralık evlere dönüşmüştü. Yollar açılmış, eskiden sadece denizden ulaşılan bir çok yere otomobille gidilmeye başlanmıştı. Bu değişimler konusunda, 1934 yılı Mayıs sonunda Hafta Boğaziçi görüldüğü gibi gözden düşmüş. Bunda (yine aynı derginin verdiği bilgilere dayanarak aktarıyorum) kiraların pahalı oluşu, vapur ücretlerinin yüksek bulunuşu önemli olmuştur. Ama bu düşüşün en önemli nedeni Boğaz’da konfor olmayışıdır. Elektrik yoktur, “kumpanya suyu” (yani musluklara ulaşan su) yoktur ve eğlence yoktur. V. Birson imzasıyla Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir yazıda bu durum daha açık ortaya konur. Eskiden konfor açısından kışlık evlerle yazlık evler arasında fazla bir fark olmadığına işaret eden Birson şöyle devam eder: “Şimdi öyle mi ya? Banyosuna, sıcak suyuna, telefonuna, diğer konforlarına alışmış olanlar bunu, yazlamalarda [bu sözcüğü ‘sayfiye yerleri’ karşılığında kullanıyor] bulamayınca büyük bir eksiklik duyuyor. Ahşap yazlama evlerinin çoğunda ya su veya elektrik eksiktir. Birçoklarında ise burada oturacak olanların kanını emerek yaşamaya alışkın yaratıklar (mahlukât) sabırsızlıkla bekliyor! (...) Bu şartlar içinde yazlamaya gitmek yerine, arada bir plajlara gitmek, otomobille gezmek ve konforlu apartmanlarda kalmayı üsterenler [bu sözcüğü de ‘tercih edenler’ karşılığı kullanıyor] her yıl artacaktır.” 10 Gerçi bu durum en azından Boğaziçi için, birkaç yıl içinde Şirket-i Hayriye’nin çabaları sonucu bir ölçüde değişecektir. Bir başka yerde uzun uzun anlattığımızdan kısaca değinip geçelim.11 Boğaziçi’ndeki yolcu vapurlarının işleten Şirket-i Hayriye, 1936 yılında Boğaziçi adlı bir dergi çıkararak yeni bir döneme girer. Tenzilatlı seferler yapar, Boğaziçi’nde yeni mekânlar yaratmak için girişimlerde bulunur ve özel müzikli geziler düzenler. Ama bu çabalar da bölgeye istedikleri düzeyde bir rağbeti sağlayamaz. Sorunu çözen yeni bir ulaşım aracı olur. Sayısı hızla artan otobüsler 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 7 Büyükada Çiçek Bayramı Cumhuriyet’in ilk yıllarında sık sık bahar ve çiçek bayramları ile karşılaşıyoruz. Bunların bir bölümüne daha önceki bir yazımızda değinmiştik.12 Genellikle Gülhane Parkı’nda yapılan bu şenlikler Mayıs ayında başlıyordu. Açılışta “Çiçek Arabaları Defilesi “yapılıyordu. Ama bu tür kutlamalar ilk kez 1931 yılından itibaren Adaları Güzelleştirme Derneği’nce düzenlenmeye başladı. Büyükada Çiçek Bayramları Haziran ayında gerçekleştiriliyordu. 1960’lı yıllara kadar süren ve bir adı da Çiçek Savaşı olan bu bayramlarda, Büyükada’ya yoğun bir nüfus akını oluyor, caddeler insanlarla doluyordu. En temel özelliği çiçeklerle süslenmiş arabaların geçişi olan bu bayramlardan 1935 yılında yapılanı, o günlerin popüler dergisi Perşembe şöyle anlatıyor: “ Bu zarif bir düğüne benziyor. İnsan bu düğünde finiks ile manolyanın, gloyöl ile zakkumun seviştiklerini, hortansiya ile yaseminin, papatya ile güllerin nişanlandığını ve nihayet karanfille zambakların evlendiklerini görür gibi oluyor. Her taraf çiçek içinde. Büyükada’nın asfalt yolları bile çiçekle dolmuş… Arabalarda çiçek, yakalarda çiçek, masalarda çiçek, kucaklarda çiçek, ellerde çiçek.” Bayramda geçit yapan süslenmiş arabaların en güzelini seçecek olan jüri heyetinde ise Yunus Nadi, Orhan Seyfi Orhon, Ruşen Eşref ‘in eşi Saliha Hanım ve Cemal Nadir’in bulunduğunu görüyoruz. 1946 yılında ise Çiçek Bayramı 23 Haziran’da yapılır. Program basında ayrıntılı olarak şöyle yer alıyordu: • Saat 16’da hükümet konağı önünde Belediye Parkı ve Çocuk Bahçesi’nin açılış töreni. • Bisiklet sürat yarışı (birinci, ikinciye kupa ve madalya verilecektir). • Bando ile beraber Splandit Palas’a gitmek üzere tören sahasına giriş. • Süslenmiş çocuk arabaları ile gürbüz çocuk müsabakaları (birinci, ikinci, üçüncüye mükafat). • Merkep yarışı (mükafatlı). Süslenmiş bisikletlerin geçişi (en yavaş giden bisiklet mükafâtlandırılacaktır). • Müsabakalarda birinci, ikinci gelenlerin sıra tertibile geçişi. • Müsabakaları kazananların mükâfatlarının verilmesi. • Saat 22’de Anadolu Kulubü’nde gardenparti. NOT. a) Bu münasebetle Şehir Bandosu bütün gün icrayı terennüm edecektir. b) Denizyolları’nca ilave seferler konulmuştur. Hatta iki yıldır fiatının yüksekliğinden dolayı boş kalan bazı evler de şimdiden kiralanmış bulunuyor. (…) Suadiye’de Adalar’da da vaziyet bundan farklı değildir. (…) Suadiye’de ev kiraları mevkiin uzak olmasına rağmen şehirden daha pahalıdır. Zemin katta iki odadan ibaret küçücük bir daire için altı aylığına 1000 lira, 4 oda olursa 3000 lira istiyorlar… Kadıköy-Pendik ve Yakacık arasında modern otobüsler işlemeye başladıktan sonra buralarda da imar faaliyeti çok hızlanmıştır.” Ataker yazısının sonuna doğru Adalar raporu da veriyor. Adalar o dönemde özellikle gayrimüslim vatandaşlarımızın rağbet ettiği bir sayfiye. Kınalı ve Burgaz’ın çehresinin yapılan modern apartmanlarla iyice değiştiğini, kira fiyatlarının öteki adalardan pek de farklı olmadığına değindikten sonra şöyle devam ediyor: “Yalnız Büyükada biraz daha pahalıdır. 3 odalı bir evin kirası 1939’da 600 lira iken bu sene 2000 lira istiyorlar.” Bütün bunların en az altmış yetmiş yıl öncesi İstanbul’una ait bilgiler olduğunu unutmayalım. O zamanlar bu şehrin her köşesi sayfiyeydi, plajdı. Anadolu kentlerinden yaz tatili için İstanbul’a gelinirdi. Bugün düşününce aklımıza gelen tek bölge Boğaziçi, biraz da Adalar oluyor. Ama eskiden sınırlar düşgücümüzün yetemiyeceği kadar genişti. Salacak’tan Kartal’a, karşı kıyıda ise Salıpazarı’ndan Yeşilköy’e kadar istediğiniz yerden denize girebilirdiniz. Kalamış kıyılarında yaz tatilinizi geçirebileceğiniz otelleri hâlâ hatırlayanlar var. İstanbul yazı işte böyle karşılıyordu… 1 halk tarafından kısa sürede benimsenir. Her iskeleye uğradığı için zaman kaybeden gemilerin karşısında asri bir çözüm olarak halkın gözüne girerler. 1950’li yıllara geldik. Hummalı bir inşa faaliyeti var. Yazlıklar artmış. Hafta dergisi (bu öncekinden farklı bir Hafta dergisi ama) muhabiri Mehmet Ataker bir sezon başı araştırması yapıyor. İlk saptaması fiyatların yüksekliğine rağmen evlerin çoğunun kiralanmış olması. Somut rakamlar bile veriyor bize: “Mesela Tarabya’da geçen sene 6 aylığı 1800 liradan kiralanan 4 odalı bir ahşap ev, bu sene 2000 liradan tutulmuştur. Sermet Muhtar Alus, “Eski Baharlar,” Mizah, 2 Mayıs 1947. 2 Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul’un Mevsimleri ve San’atlarımız,” Yaşadığım Gibi, İstanbul t.y., s.116 (Yazı 1953 tarihli). 3 Münir Süleyman Çapanoğlu, “Şu geçen Nisan ayı,” Hafta, 1 Mayıs 1953. 4 Fayih Rıfkı Atay, “İstanbul Yazı,” Yirminci Asır, 28 Şubat 1953. 5 Ercüment Ekrem, “Yalıya Göç,” Yedigün, 4 Temmuz 1939. 6 Refik Halid, Üç Nesil Üç Hayat, İstanbul, t.y., s. 126. 7 Sermet Muhtar Alus, “Baharda sayfiyelere nasıl taşınılırdı?” (Akşam, 29 Nisan 1940), Eski Günlerde, İletişim Yayınları, İstanbul 2001, s. 193. 8 Sabri Esat Siyavuşgil, “Yaz ve Sayfiye,” . Salon, 15 Haziran 1948 9 Refik Halid, “ Eski Yaz Aşkları,” Ay Peşinde, İstanbul, t.y., s.70. 10 Cumhuriyet, 6 Haziran 1935. 11 Gökhan Akçura, Şen Gönüller Diyarı, Om Yayınevi, İstanbul 2004. 12 Gökhan Akçura, “İstanbul, Şenlikler ve Tiyatro,” Gramofon Çağı, Om Yayınları, İstanbul 2003 (2.B.) s. 169-179 . n MESA VE YAŞAM 7 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 8 TÜRKİYE SİNEMASI 100 YAŞINDA Türkiye sineması 100 yaşında ve şahane Hep rahmetle andığımız büyük sinema tarihçisi Nijat Özön Türk Sineması’nı 14 Kasım 1914 tarihinde, geçmişteki Rus-Türk savaşı sırasında İstanbul’a dek gelen Rus güçlerinin Ayestefanos (bugünkü Yeşilköy) semtine diktikleri ‘Rus Abidesi’nin vatansever teğmen Bahri Doğanay ve askerleri tarafından dinamitle havaya uçurulması ve bunun yedek subay sinemacı Fuat Uzkınay tarafından filme alınması”yla başlatıyor. Nazan ÖZCAN Y ıl 2004, aylardan Temmuz. Çek Cumhuriyeti’nin Karlovy Vary Film Festivali’ndeyiz. Yıllar önce temiz kopyasını Beyoğlu Sineması’nda seyrettiğim şahane ‘Yol’ filminin gösteriminden yine tokat yemiş gibi çıkıyorum. Tokatın ağırlığını sonra hissederim diyerek, dünyanın her yerinden gelen seyircilerin salondan çıkışlarına bakıyorum. Benim topraklarımın hikâyesi bana mı ağır geldi, yoksa yedi kat yabancı da aynı şeyleri mi hissediyor, onun peşindeyim. Sinemanın kapısından çıkanların gözleri dolu dolu, herkes etkilenmiş, aralarından ağlayanlar da var. Ağlayanlardan birine yaklaşıyorum, neden ağladığını soruyorum. “Seyit Ali’yle Zine” diyor duruyor: “İsimleri doğru söylüyorum değil mi?” “Ne kadar ağır bir hikâyeydi o, çok çarptı beni. Tokat yemiş gibi oldum” diyor. Polonyalı bir sinemaseverle o an sinema kardeşi oluyoruz, duygu kardeşi. O yıl Ankara Sinema Derneği’nin akademisyen, eleştirmen, yönetmen, oyuncu gibi sinemayla yakından ilgilenen 400’e yakın kişiyle yaptığı anket sonucu belirlenen Türk sinemasının en iyi 10 filmi Karlovy Vary’de gösteriliyordu: Yol’, ‘Umut’, ‘Sürü’, ‘Muhsin Bey’, ‘Masumiyet’, ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’, ‘Anayurt Oteli’, ‘Susuz Yaz’, ‘Gelin’ ve ‘Uzak’. Hepsinde salonlar dolu doluydu, sinemaseverler yine ağır çıkıyordu sinemalardan. Türkiye’den gelenlerde, hem bir hüzün hem de içten içe gurur ve mutluluk var. Bütün filmler beğeniliyor! Sinemamızın unutulmazları, bizden başkalarının kafasına da kazınıyor diye. Ve elbette, o zamanlar ha öldü, ha ölüyor diye durmadan konuşulan Türkiye sinemasının aslında biraz hırpalanmış da olsa, ayakta olduğunu ve yaşayacağını gördüğümüz için. 2004, 90. yılıydı Türk sinemasının. 2014 ise 100. yaşı demek! 100 yaş, bir asır yani, az değil! 8 MESA VE YAŞAM Türk sinema tarihini, İstanbul’a dek gelen Rus güçlerinin Ayestefanos (bugünkü Yeşilköy) semtine diktikleri Rus Abidesi’nin teğmen Bahri Doğanay ve askerleri tarafından dinamitle havaya uçurulması ve bunun yedek subay sinemacı Fuat Uzkınay tarafından filme alınmasıyla başlatabiliriz. 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 9 Türk sinemasına 1920’lerde Muhsin Ertuğrul giriyor ve 30’ların sonuna kadar yani 17 yıl boyunca Türkiye sinemasının tek yönetmeni oluyor. 20’lerde filmler sessiz, 30’larda ses ekleniyor. 30’larda Nâzım Hikmet’in de iki filmi giriyor. Ama elbette kral yine Muhsin Ertuğrul. Zaten kitaptaki 100 sıralaması da onun ‘Bataklı Damın Kızı Aysel’le başlıyor. Atilla Dorsay’ın Seçtikleri Ve elbette tarihe not düşmek ve 100 yılı kutlamak gerek! Sinema eleştirmeni Atilla Dorsay, bu not düşmeyi ve kutlamayı bir kitapla yapıyor: ‘Sinemamız Yüz Yaşında/ 100 Yılın 100 Türk Filmi’. Atilla Dorsay da, Türkiye sinemasını, “Hep rahmetle andığımız büyük sinema tarihçisi Nijat Özön’ün saptamasıyla yıllardır kabul ettiğimiz üzere, 14 Kasım 1914 tarihinde, geçmişteki Rus-Türk savaşı sırasında İstanbul’a dek gelen Rus güçlerinin Ayestefanos (bugünkü Yeşilköy) semtine diktikleri “Rus Abidesi’nin vatansever teğmen Bahri Doğanay ve askerleri tarafından dinamitle havaya uçurulması ve bunun yedek subay sinemacı Fuat Uzkınay tarafından filme alınması”yla başlatıyor. Agah Özgüç’ün saptamasıyla bugün neredeyse 6500’ü bulan Türk filminin arasından ilk yüzü seçmek, öyle basit bir iş de değil doğrusu. Dorsay, Radikal’den Erkan Aktuğ’a verdiği röportajda bu 100 filmi seçerken şöyle bir kriter uyguladığını söylüyor. “Arşivinden çok yararlandığım sevgili Prof. Sami Şekeroğlu, bana ‘Sanatsal yaklaşımı yeğle, popüler olana pek rağbet etme’ dedi. Ben bunu yapamadım, çünkü popüler olanı reddetmek doğama da aykırı. Popüler filmlerin sanatsal açıdan değilse de toplumsal açıdan önemli şeyler simgelediğini düşünüyorum. ‘Beklenen Şarkı’ buna bir örnek, bir Zeki Müren melodramı sonuç olarak. 50’li yılların başında çekilmiş ama filmi yeniden izleyince çok hoş şeyler içerdiğini gördüm. Benzer şeyler bütün klasik dönemin Yeşilçam filmleri için de geçerli. Sonraki yılların işte Kemal Sunallı filmleri, ‘Hababam Sınıfı’ serisi. Daha yakın yıllardan ‘Nefes: Vatan Sağolsun’, ‘Fetih 1453’, ‘Devrim Arabaları’... Başyapıt olmayabilirler ama bunlar hem kendi anlatmak istediklerini iyi anlatmış filmler, yani kaliteli popüler sanat örnekleri...” Yani 100 en iyi Türk filmi değil de, tarihsel öneme sahip 100 film denebilir rahatlıkla. Hemen belirtmeliyiz ki, bu kitap bir liste kitabı değil. Dorsay seçtiği filmlerin bilgilerini en ince ayrıntısına kadar veriyor ve filmlerin tek tek de eleştirilerini yapıyor. İlk 100’e aldığı ama daha önce seyretmediği filmleri arıyor tarıyor buluyor ve onların da eleştirilerini yazıyor. 10, 20, 30, 40 ve 50’ler Dorsay tarihsel sıralamayla gidiyor. 1910’larda 12 film çekilmiş. Tabii ki hepsi kayıp! 1920’lerde devreye Muhsin Ertuğrul giriyor ve 30’ların sonuna kadar yani 17 yıl boyunca Türkiye sinemasının tek yönetmeni oluyor. 20’lerde filmler sessiz, 30’larda ses ekleniyor. 30’larda Nâzım Hikmet’in de iki filmi giriyor. Ama elbette kral yine Muhsin Ertuğrul. Zaten kitaptaki 100 sıralaması da onun ‘Bataklı Damın Kızı Aysel’le başlıyor. 40’lı yıllarda 78 film çekilmiş ama Dorsay hiçbirini almamış. Lütfi Akad’ın ‘Vurun Kahpeye’si de dahil! 50’lerden altı film var: Orhon M. Arıburnu’nun ‘Sürgün’ü, Ayhan Işık’lı ‘Kanun Namına’, Zeki Müren’li ‘Beklenen Şarkı’, Osman Seden’in ‘Düşman Yolları Kesti’si, Memduh Ün’ün ‘Üç Arkadaş’ı ve Çolpan İlhan ve Sadri Alışık’lı ‘Yalnızlar Rıhtımı’. 60’ların Bereketi “Susuz Yaz”da Hülya Koçyiğit ve Erol Taş 60’lar son derece bereketli. Filmler, yönetmenler, akımlar artıyor. Dorsay “60’lardan aldığım 13 film arasında beklenen klasikler vardı” diyor. Mesela ‘Susuz Yaz’, ‘Gurbet Kuşları’, ‘Haremde Dört Kadın’, ‘Sevmek Zamanı’, ‘Kuyu’, MESA VE YAŞAM 9 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 10 TÜRKİYE SİNEMASI 100 YAŞINDA Dorsay, “70’ler zirveye çıkış ve çöküş yıllarıydı. Hep Yılmaz Güney’in gölgesi altında yaşanan...” diye tarif ediyor o yılları. Aldığı 17 filmin arasında neler yok ki? Yılmaz Güney’in ‘Umut’u ve ‘Arkadaş’ı banko. ‘Yarın Bizimdir’ ve ‘Vesikalı Yarim’! Hakikaten ‘Vesikalı Yarim’de Türkan Şoray’ı seyretmek, dev bir çikolata yemek kadar mutluluk verir insana! Kendinizi bundan mahrum etmeyin! 70, 80’ler ve Yılmaz Güney Ve gelsin 70’ler. Dorsay, “70’ler zirveye çıkış ve çöküş yıllarıydı. Hep Yılmaz Güney’in gölgesi altında yaşanan...” diye tarif ediyor o yılları. Aldığı 17 filmin arasında neler yok ki? Yılmaz Güney’in ‘Umut’u ve ‘Arkadaş’ı banko. Senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı Zeki Ökten’in yönettiği ‘Sürü’ de listede. Elbette Türk sinemasını sinema yapan Lütfi Akad’ın muhteşem üçlemesi ‘Gelin’, ‘Düğün’, ‘Diyet’ (inanılmaz bir gerçeklik ve acı vardır bu üçlemede), ‘Bedrana’, Tunç Okan’ın ‘Otobüs’ü, Hababam Sınıfı, seyrettikçe hâlâ ağlatan ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’, ‘Maden’ ve Kemal Sunallı 1 0 MESA VE YAŞAM ‘Çöpçüler Kralı’ ile ‘Kapıcılar Kralı’. Ne güzel bir dönemmiş! Ve 80’ler. “Yine siyasal tavırlı gerçekçi filmler ve onun yanı sıra cinsellik dozu yüksek kadın filmleri” diye açıklıyor 80’leri Dorsay. ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’yle başlayan 80’lerden 16 film var. Elbette damga ‘Yol’. ‘Hazal’, ‘At’, Hülya Koçyiğit’li ‘Kurbağalar’, ‘Hakkari’de Bir Mevsim’, Müjde Ar’lı ‘Adı Vasfiye’, Şener Şen’li ‘Züğürt Ağa’ ve ‘Muhsin Bey’, Ömer Kavur’un ‘Anayurt Oteli’, Ertem Eğilmez’in ‘Arabesk’i, muhteşem ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ını kim unutabilir ki? 90’lar ve Duraklama 90’lar kitaba girebilen 10 filmle zaten duraklamanın sinyalini de veriyor. ‘Camdan Kalp’, ‘Karartma Geceleri’, ‘Gizli Yüz’, elbette Şener Şen ve Uğur Yücel’li o zaman izlenme rekorları kıran ‘Eşkıya’, ‘Ağır Roman’, ‘Hamam’, Zeki Demirkubuz’un sinemayı girişi yürek parçalayan ‘Masumiyet’, Yeni Sinemacıları haber veren muhteşem ‘Gemide’, kadın yönetmenleri müjdeleyen Yeşim Ustaoğlu’nun ‘Güneşe Yolculuk’u ve Tomris Giritlioğlu’nun ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’. 2000’lerin Renkliliği 2000’lerde her şey çeşitleniyor ve renkleniyor. Dorsay şöyle anlatıyor: “Artık Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu, Reha Erdem, Tayfun Pirselimoğlu, Semih Kaplanoğlu, Ümit Ünal gibi yeni ustaların yanı sıra Mustafa Altıoklar, Serdar Akar, Abdullah Oğuz, Tolga Örnek gibi düzeyde popüler sinema yönetmenleri, Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, giderek Ata Demirer gibi yıldız komedyenler var. Yavuz Turgul’un eski Yeşilçam’la köprü 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 11 kurmadaki başarısını ise Çağan Irmak aynı başarı ve güçle sürdürmekte. Biket İlhan’dan Tomris Giritlioğlu’na, Handan İpekçi’den Yeşim Ustaoğlu’na, Pelin Esmer’den Belmin Söylemez’e kadın yönetmenler ilginç filmler imzalarken Erden Kıral, Reis Çelik gibi ‘eskiler’, hiç de eskimediklerini gösteriyorlar. Ve 2010’ların sineması, bu zenginlik ve çeşitliliği sürdürmeye kararlı gözüküyor. Bir de ‘dışarıdan bakanlar’ var. Yani Ferzan Özpetek ve Fatih Akın.” Yönetmenleri saydık, bir de 100’e giren filmleri hatırlayalım. ‘Vizontele’ler, Zeki Demirkubuz’un ‘İtiraf ’, ‘Yazgı’ ve Yeraltı’sı, Pirselimoğlu’nun ‘Hiçbiryerde’si, Ziya Öztan’ın ‘Abdülhamit Düşerken’i, Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Uzak’ ve ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’sı, Fatih Akın’ın ‘Duvara Karşı’sı, Ahmet Uluçay’ın ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ı, ‘Neredesin Firuze?’, ‘Anlat İstanbul’, Çağan Irmak’ın ‘Babam ve Oğlum’ ile ‘Dedemin İnsanları’, Derviş Zaim’in üçlemesi ‘Cenneti Beklerken’, ‘Nokta ve Gölgeler’ ve ‘Suretler’i, Özer Kızıltan’ın ‘Takva’sı, ‘Adem’in Trenleri’, Özcan Alper’in ‘Sonbahar’ı, erken yaşta kaybettiğimiz Seyfi Teoman’ın ‘Tatil Kitabı’, Raşit Çelikezer’in ‘Can’ı, Pelin Esmer’in ‘Gözetleme Kulesi’ ve Yılmaz Erdoğan’ın ‘Kelebeğin Rüyası’... 100. yılda Türk filmi seyretmeyi elbette bir görev addetmiyoruz. Ama kesinlikle seyredin diyoruz. Ne bulursanız, eskisini yenisi fark etmez, ilk önce bu 100’den bulduklarınızda başlayın ki, keyfiniz şöyle bir yerine gelsin. Elinizde bir bardak çayla, siyah beyazından renklisine, komedisinden dramına, aşk hikâyesinden yol hikâyesine, Türkan Şoray’dan Kemal Sunal’a, Müjde Ar’dan Yılmaz Güney’e, Tarık Akan’a, Kadir İnanır’a, Erkan Can’a uzanırken çok mutlu olacağınıza garanti veririz. Sinema ve duygu arkadaşı olmak hepimize iyi gelir hem! n Yılmaz Erdoğan’ın hem yönettiği hem de rol aldığı Kelebeğin Rüyası’nda ona Kıvanç Tatlıtuğ, Mert Fırat, Belçim Bilgin gibi oyuncuların eşlik ettiği film,“En İyi Yabancı Dilde Film” dalında kısa listeye girmeye hak kazandı. MESA VE YAŞAM 1 1 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 12 ATIF YILMAZ Atıf Yılmaz Memleket sinemasının yüz yılının yarısına alınterini akıtan Atıf Yılmaz, Yeşilçam ekolünün kurucularındandı. Lütfi Akad, Osman Seden, Metin Erksan, Memduh Ün ve Halit Refiğ’yle birlikte, bu ticari ekole birer sanatçı dokunuşu armağan edenler listesinin başlarındaydı. Derya BENGİ B eyoğlu’ndan Dolapdere’ye kadar uzanan Sakız Ağacı Caddesi’nin bir kısmı birkaç yıldır Atıf Yılmaz Caddesi diye anılıyor. Bu isim değişikliği, 2006’da kaybettiğimiz usta yönetmene bir vefa işareti olmanın yanı sıra, küçük bir sinema şakası, hatta adeta bilinçaltı bir mecaz barındırıyor. Bilindiği üzere, filmcilik tarihimize 1950’lerden itibaren ismini bağışlayan Yeşilçam Sokağı, minik, daracık, kıvrımlı bir geçit kimliği taşırken, hemen yakınında, az ötede, ona paralel uzanan Sakız Ağacı ya da Atıf Yılmaz Caddesi, Tarlabaşı Bulvarı’na kavuşarak genişler, büyür, çoğalır. Tıpkı Atıf Yılmaz gibi! Atıf Yılmaz, bir anlamda Yeşilçam’ın ta kendisidir, ama onun paralelinde ve ötesinde, çok daha geniş, büyük, çoğul bir sinemanın serüvencisidir. Memleket sinemasının yüz yılının yarısına alınterini akıtan Atıf Yılmaz, Yeşilçam ekolünün kurucularındandı. Lütfi Akad, Osman Seden, Metin Erksan, Memduh Ün ve Halit Refiğ’yle birlikte, bu ticari ekole birer sanatçı dokunuşu armağan edenler listesinin başlarındaydı. Akranları sahneyi yavaş yavaş terkederken, 80’li yıllara denk gelen ikinci delikanlılığında, özellikle kadın odaklı filmleriyle genç kuşakların da kahramanı olmasını bildi. Atıf Yılmaz Batıbeki 9 Aralık 1926’da Mersin’de doğdu, bu eski Akdeniz şehrinin kozmopolit ortamında büyüdü. Ne zengin ne fakir, bir memur çocuğuydu. Arkadaşları tarafından, ne hikmetse, “Rejisör” lakabıyla çağrılıyordu. İstanbul’a kapağı attığında lise çağını geçmişti. Bir süre Hukuk Fakültesi’ne gitti, ama daha önemlisi, gizlice Akademi’de resim derslerine devam etti, Nuri İyem’in atölyesindeki genç ressamların arasına katıldı. Gözlerini alamadığı sinema camiasına kolaylıkla, çarçabuk giriverdi. Yeteneğini tuallerden peliküle taşıdı. Türkiye’de sinema 40’lı yılların sonlarına kadar tiyatrocuların tekelindeydi. Haftanın yedi günü sahne tozu yutanlar, çevrilen tek tük filmde, kameranın önünde ve arkasında fazla mesai yapardı. Nöbeti tiyatroculardan devralıp, yedinci sanata gerçek dilini, gerçek çehresini kazandırmak, Lütfi Akad, Atıf Yılmaz gibi henüz 25-30 yaşlarındaki genç yönetmenlere düştü. “O dönem sokaktan geçenleri sinemaya almak için kollarından çektiğimiz bir dönemdi” diye hatırlıyor Lütfi Akad, “Sinema bizde hiçbir zaman dışa kapalı olmamıştır. Yeni gelenler her zaman bir hoşgeldinle karşılanmıştır”. Nitekim Atıf Yılmaz’ın kolundan çekenlerden biri de Lütfi Akad’tı. Hoş, zaten Atıf Yılmaz buna dünden razıydı. Önce Semih Evin’in asistanlığını yaptı, sonra 1951’de “Kanlı Feryat” filmiyle yönetmen koltuğuna oturdu. Bir daha kalkmamacasına. Delik Deşik Bir Gemi Attilâ İlhan “Eski Sinemalar” başlıklı şiirinde Tarzan’dan korsan gemilerine, Teksas eşkıyalarından Akdeniz cariyelerine, bir dizi Hollywood klişesi sıralıyordu. Çünkü Türkiyeli seyirci için o yıllarda sinema demek, bol bol ABD, biraz Avrupa, biraz da Mısır kurdelaları demekti. Türk filmleri bunlarla boy ölçüşecek nitelikte ve nicelikte değildi. Anılarında aktardığına göre, Atıf Yılmaz da çocukluğunun Mersin’inde, kovboy serileri, Baytekin’ler, Lorel-Hardi’ler, 1 2 MESA VE YAŞAM 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 13 Üç Ahbap Çavuşlar, Greta Garbo, Robert Taylor, Charles Boyer filmleri izleyerek büyümüştü. O günlerden hatırladığı tek yerli film, sonradan Nâzım Hikmet’in yazıp yönettiğini öğrendiği, 1937 yapımı “Güneşe Doğru”ydu. Yeşilçam’ın kendine özgü klişeleri ancak 50’li yıllarla birlikte oluşacak, zengin kızlar, fakir oğlanlar, pavyon şarkıcıları, kör kemancılar, “Size baba diyebilir miyim”ler, “Senin annen bir melekti yavrum”lar beyazperdede birbirini kovalayacaktı. Bazen hafifsemeyle, bazen tebessümle, bazen alayla karşılansalar da içtenlik ve masumiyet imtihanından pekiyi ile geçtikleri zamanla teslim edilecek, o yıllarda henüz doğmamış kuşaklarca bile hasretle anılacaklardı. Şimdi Attilâ İlhan’ın dizesini tekrar etmenin tam zamanıydı: “Ne yapsam içimde o eski sinemalar”. Yeşilçam’ın acemiliğini üstünden atması, kendini kabul ettirmesi birdenbire olmadı elbette. Atıf Yılmaz, sinemadaki onuncu yılında, Orhan Günşiray’la ortaklaşa kurduğu yapım şirketinin adını Yerli Film koyarken içindeki bir küskünlüğü dile getiriyordu: “Yerli Film adını özellikle aydınlar tarafından küçümsenen ulusal sinemamıza onur kazandırmak için koymuştum. Küçümseme amacıyla kullanılan Yerli Film tanımlamasından gocunmadan, yerliliğin önemini vurgulamak için bu adı seçmiştim”. Atıf Yılmaz, ustalık yolunda ilerlerken, öncelikle edebi derinliği olmayan piyasa romanlarına el attı. Kerime Nadir’in “Hıçkırık” romanından çektiği aynı adlı melodram 1953’te büyük sükse yapınca önü iyice açıldı. İlk eşi (ve ressam kızı Kezban Arca Batıbeki’nin annesi) Nurhan Nur, “Aşk Istıraptır”, “Şimal Yıldızı” gibi ilk filmlerinden pek çoğunun başrolündeydi. Esat Mahmut Karakurt’un romanlarından aktardığı “Kadın Severse”, “Dağları Bekleyen Kız” gibi filmlerin gazete ilanlarında övgü dolu şu cümleler bol keseden sarf ediliyordu: “Son senelerin en muazzam Türk filmi”, “Filmciliğimizde şahlanan büyük bir san’at abidesi”, “İşte şimdi hakiki bir Türk filmi gördük”, “Mevzu, ses, foto, müzik bakımından Avrupa filmlerinden hiçbir farkı yoktur”. Eleştirmenlerden ilk büyük alkışı ise 1956 tarihli “Gelinin Muradı”yla aldı. Kemal Bilbaşar’ın öykülerinden hareketle çektiği film, bir küçük kasabada yaşananları canlı ve gerçekçi bir tonda, mizah gözlüğüyle tasvir ediyordu. Ona açık yüreklilikle“Çektiğim ve ticari başarı kazanan her berbat melodram, yeni ve daha berbat bir melodram çekmeme neden oluyor” dedirten ucuz filmlerin yanında, zarif edebiyat uyarlamaları ve sağlam karakterlerle örülü kasaba ve kent realizmi, Atıf Yılmaz sinemasının temelini oluşturmaya başlamıştı. Henüz kendini bulamamış, endüstrileşmesi tamamlanmamış, kurumsal destekten yoksun, sansürün nefesini her an ensesinde hisseden Türk sinemasını, anılarında her tarafı delik deşik bir gemiye benzetiyordu. Bu geminin kaptanı olan yönetmenin tek güvencesi, çalışkan ve inançlı tayfalarıydı. Yani oyuncuları ve jeneriklerde küçük puntolu soluk harflerle adları sıralanmış set ve laboratuar çalışanları. Şöyle yazıyordu Atıf Yılmaz:“Gemi istenilen limana nadiren varır ama battığı pek görülmemiştir. Ya karaya oturur bir yerde, ya ümit edilmeyen bir sahile, ya başka bir limana varır. Gemidekiler bu kez de canımızı kurtardık diye rahat bir soluk alırlar. Sonra yeni bir film, yeni bir yolculuk başlar, aynı delik deşik gemiyle. Gemimizi kızağa çekip şöyle iyice bir onarmayı kimse akıl etmez”. Sevgi Emek İster İstatistikler, 50’li yılların sonuna doğru İstanbul’daki sinema sayısını, yarısı kapalı yarısı yazlık, 150 olarak bildiriyor. Bu rakam 60’ların ortalarında 220’ye yükseliyor. 1965 yılında Türkiye’deki toplam kapalı sinema salonu sayısı 900 civarında. Aynı yıl 250’ye yakın yerli film çevriliyor. Japonya ve Hindistan’daki film sayısından belki az, ama ABD, SSCB, İtalya, Fransa gibi ülkelerden bir hayli fazla. Delik deşik bir gemiye benzese de, televizyonun bütün evlerin başköşesine yerleştiği 70’li yılların ortalarına kadar Türkiye sinemasının dünyaya parmak ısırtan bir ivme yakaladığı, filmlerin tıklım tıklım dolu salonlarda merakla izlendiği ve pek çok ailenin ekmeğini bu işten çıkardığı tartışılmaz bir gerçek. Bu baş döndürücü tempoya Atıf Yılmaz açısından bakarsak, 1957-78 arasında, Yılmaz’ın üçten daha az film çevirdiği herhangi bir yıla rastlanmadığı MESA VE YAŞAM 1 3 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 14 ATIF YILMAZ gibi, bazı yıllar salonlara koşar adım altı film birden yetiştirdiği görülüyor. Atıf Yılmaz, kendi filmlerini, her birine azami özen gösterse bile, kalıcı birer yapıt olarak düşünmediğini her fırsatta ısrarla vurgulayan bir yönetmendi. Dahası, resim, tiyatro veya edebiyatın yoğunluğuyla karşılaştırıldığında, sinema solda sıfır kalıyordu ona göre. Bu mütevazı görüş, 1980’e kadar olan dönemde “Ah Güzel İstanbul” (1966), “Selvi Boylum Al Yazmalım” (1977) ve “Adak” (1979) gibi başyapıtlar üretmesine engel olmadı. Senaryosunu ikinci eşi Ayşe Şasa’nın yazdığı, başrollerini Sadri Alışık ve Ayla Algan’ın paylaştığı “Ah Güzel İstanbul”, dönemin eğilimlerinden Ulusal Sinema akımıyla barışık bir anlayışla, düşmüş aristokrat Haşmet ve artistlik hevesiyle köyden kente göçmüş Ayşe’nin şahsında İstanbul’un dönüşümünü perdeye yansıtıyordu. Cengiz Aytmatov’un bir Kırgız masalı esinli romanından uyarlanan, “Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti” repliği kuşaktan kuşağa aktarılan “Selvi Boylum Al Yazmalım” Türkan Şoray, Kadir İnanır, Ahmet Mekin üçlüsünü buluşturmuştu. Erzincan’da yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkılarak çevrilen ve oğlunu tanrıya kurban eden bir ırgatın dramına eğilen “Adak”ta ise başrollerde Tarık Akan ve Necla Nazır vardı. Filmlerini pek ciddiye almayan, hatta tekrar seyretmekten hiç hoşlanmadığı bilinen Yılmaz, yine de her birinin çağına tanıklık eden birer belge olduğu gerçeğini saklamıyor. Atıf Yılmaz filmleri keyifli bir seyirlik vaad ederken, memleketin ve insanlarının geçtiği aşamaları, atlattığı badireleri, kısaca geçmişimizi önümüze maharetle seriveriyor. Kimi zaman bir filmin tamamı, örneğin milli petrol davasını konu alan “Toprağın Kanı”, tıpkı gazete koleksiyonları gibi o günlerin nabzını tutmuyor mu? “Gelinin Muradı”ndaki traktör yarışı, “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın kamyonundaki Aldırma Gönül yazısı, “Mine”deki Dallas isimli kafe gibi ayrıntılar, o dönemin kültürel kodları ve sosyal yaşantısı hakkında az şey mi anlatıyor? “Ah Güzel İstanbul” veya “Hayallerim, Aşkım ve Sen”deki İstanbul’a, “Kambur”daki Cunda’ya, “Dul Bir Kadın”daki Bodrum’a, “Mine”deki Eğirdir’e, “Adı Vasfiye”deki Urla ve Alaçatı’ya, bir de buraların bugünkü hallerine bakıp içlenmemek elde mi? Yılmaz Güney’in Hocası Muhsin Ertuğrul bir gün Lütfi Akad’a rastladığında sinemanın gidişatından bahis açar, “Neler yapıyorsunuz?” diye sorar. Akad şöyle cevap verir: “Efendim, ustasızlığın yıllardır acısını çekiyoruz”. Sahiden de Akad’lar, Erksan’lar, Yılmaz’lar ustasız yetişen, çıraklığı tatmadan, Yılmaz’ın deyimiyle “kör topal” ilerleyen, birçok şeyi yoktan var eden bir kuşaktı. 1960 yılında bir gün Atıf Yılmaz, Erdem Buri’ye “Biz piyasa yönetmenlerinin yapacağı bir şey yok. Olur da bir gün bizim dışımızdan birileri işe el atarsa ne iyi. Aynen Fransa’da olduğu gibi yeni bir kuşak, yeni kişiler gerek bize” demişti. İşte bu yeni kuşaklar sinemaya heveslendiğinde, başta Halit Refiğ olmak üzere, onların elinden tutan ilk kişi Atıf Ağabey’lerinden başkası değildi. Zeki Ökten, Şerif Gören, Ali Özgentürk gibi yönetmenler Atıf Yılmaz’ın film setlerinde pişti. Yılmaz’ın en parlak öğrencisi bir diğer Yılmaz’dı: Yılmaz Güney, senarist, asistan ve oyuncu olarak katıldığı “Alageyik”, “Bu Vatanın Çocukları”, “Karacaoğlan’ın Kara 1 4 MESA VE YAŞAM 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 15 Sevdası”, “Dolandırıcılar Şahı” gibi Atıf Yılmaz filmlerinde, sinemada kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrendi. Atıf Yılmaz’ın filmlerine Yalçın Tura, Atilla Özdemiroğlu gibi müzik adamları besteler yaptı, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Latife Tekin gibi kalburüstü edebiyatçılar senaryolar yazdı. Sinemada uzun ömürlülüğün doğal bir sonucu; Atıf Yılmaz 60’larda Vedat Türkali’nin, 80’lerde Vedat Türkali’nin oğlu Barış Pirhasan’ın senaryolarını filme çekti. (Vedat Türkali’nin oyuncu kızı Deniz Türkali ise Atıf Yılmaz’ın son hayat arkadaşıydı.) Onun filmlerinin başrollerinden ünlü yıldızların hemen hemen hepsi gelip geçti. Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Zeki Müren, Mazhar Alanson, Metin Oktay, Uğur Dündar gibi şaşırtıcı isimler, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Şener Şen, Kemal Sunal, İlyas Salman, Levent Kırca gibi komedyenler de cabası. Fakat rekoru, tam 17 Atıf Yılmaz filminde başrol oynayan Türkan Şoray kırdı. Kadın Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni Yıllar boyu Yeşilçam’ı içerden, adım adım, santim santim değiştiren Atıf Yılmaz, 80’li yıllardan itibaren yeniden öncülüğe soyundu, başrollerinde Türkan Şoray, Müjde Ar ve Hale Soygazi’nin oynadığı filmler ona “kadın filmlerinin unutulmaz yönetmeni” payesi getirdi. Feminist hareketin etkisiyle yeni toplumsal tartışma alanlarının açıldığı, ikiyüzlü namus anlayışının ve cinsellik tabusunun sorgulandığı bir dönemde, kadının kimlik arayışına adanmış Atıf Yılmaz filmleri büyük ilgi uyandırdı. Onun kadınları bazen fabrikada çalışan bir gecekonduluydu, bazen bir küçük kasabalı, bazen Nişantaşlı, Cihangirli… Bazen “Kadının Adı Yok”tu (1987), bazen “Adı Vasfiye”ydi (1985), bazen “Mine” (1982), bazen Suna, Serap, Naciye, Aygül, Asiye, Meryem… Necati Cumalı’dan, Duygu Asena’dan serbest uyarlamalar, Vasıf Öngören’in tiyatro eseri veya Latife Tekin’in, Barış Pirhasan’ın özgün senaryoları… Özellikle “Bir Yudum Sevgi” (1984), “Aaah Belinda” (1986), “Mine” ve “Adı Vasfiye” sinemamızın yüz akları arasına hemen yazıldı. Atıf Yılmaz’ı tanıyan dostları, ağız birliği etmişçesine çelebi kişiliğinden, tevazusundan, güler yüzünden, espritüelliğinden dem vuruyor. Erdoğan Tokatlı “Onu gündelik hayatın içinde izleyenler bilir” diyor, “Kendisiyle böylesine barışık, yaptıklarıyla dalga geçmeyi, gençlere arka çıkmayı ve yüreklendirmeyi böylesine bilen kaç usta sayabiliriz ki?” Atıf Yılmaz denince akla çalışkanlığı, hamaratlığı, üretkenliği geliyor peşinen. Dile kolay, tam 119 filmlik, yani aşağı yukarı 180 saatlik uzun bir maraton. Elia Kazan “İhtiras Tramvayı”yla, Charlie Chaplin “Sahne Işıkları”yla dünyayı çalkalarken Atıf Yılmaz ilk filmini çekiyordu. Fatih Akın’ın “Duvara Karşı”yla, Michel Gondry’nin “Sil Baştan”la sivrildiği günlerde Atıf Yılmaz son filmiyle meşguldü. Yıllar geçti, dönemler, modalar, alışkanlıklar değişti, arada koskoca bir sinema tarihi Türkiye’de Atıf Yılmaz’la birlikte aktı. Halit Refiğ, “1950’li yıllardan 2000’li yıllara kadar dünyada bu kadar uzun süre ön planda, günün sinema seyircisinin değişen beklentilerine karşılık verebilme başarısını gösterebilen çok az sinemacı vardır” derken yerden göğe kadar haklı. n MESA VE YAŞAM 1 5 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 16 ZELİHA BERKSOY Tosca ile doğan Zeliha Berksoy “Benim doğumumda sancı çekerken, annem bağırmaya başladığı zaman, Doktor Eyüp Bey “bir opera aryası söyleyin” demiş. Annem de “Tosca”yı söylemeye başlamış.” Çiğdem ÖZTÜRK 1 6 MESA VE YAŞAM 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 17 nnesinden devraldığı sanat mirasını ileri ufuklara taşıyan, 27 Mart Dünya Tiyatrolar gününde doğup yaşamını tiyatroya adayan usta bir oyuncuyu dergimize misafir ediyoruz: Semiha Berksoy’un biricik kızı, Bertolt Brecht’in ve Nâzım Hikmet’in gür sesi, mahallemizin Asiye’si, Zilha’sı, Bakkal Abla’sı… Bu yıl 16. Devlet TiyatrolarıSabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali’nde Yaşam Boyu Başarı Ödülü alan Zeliha Berksoy’la buluştuk, geçmişinden bugününe sahne macerasının ana istasyonlarında yol aldık… A Tiyatro eğitimi için neden Ankara’yı tercih ettiniz? 1967 yılında, Akis dergisinin bir kapağında, tiyatroda yeni neslin temsilcisi olarak gösterilmişsiniz. Bu kapağı hatırlıyor musunuz? İstanbul ve Ankara tiyatro ekolleri arasında bir fark var mıydı? Evet, çok iyi hatırlıyorum. “Kaktüs Çiçeği” isminde bir komedi oynuyorduk Ankara Devlet Tiyatrosu’nda. Akis’in başyazarı Metin Toker oyuna geldi ve çok heyecanlandı. Onlar aynı zamanda aile dostlarımızdı. Beni derginin bürosunun olduğu Rüzgârlı Sokak’a çağırdı. “Zeliha, çok etkilendim, bu oyunu Paris’te de gördüm, ama sen şahane oynuyorsun” dedi. O tarihte sporda da önde giden bir genç kuşak vardı. Akis’te böyle ortak bir kapak yapmayı düşündüğünü söyledi. Sonra da yaptılar. İlk hatırladığınız sahne tecrübeniz hangisi? Dört yaşında Shakespeare’in “Yanlışlıklar Komedyası”nda sahneye çıktım. 11 yaşında “Cadı Kazanı”nda Abigail Williams’ı oynadım. Bayağı dikkat çektim O yaşlarda bir bilince sahip olmak zor. Doğduğum yer Ankara, annem orada Opera’da, gidiyorsunuz, geliyorsunuz, o camiayı biliyorsunuz. İstanbul’a gidip de Şehir Tiyatroları’na gireyim diye bir düşünce olmuyor tabii. Otomatikman Ankara camiası içindesiniz. Dolayısıyla hayatınız Ankara Devlet Konservatuarı’nda geçiyor. Oraya girdim ve bitirdim. Sonra Ankara Devlet Tiyatrosu’nda çok başarılı yıllar geçirdim. o rolde. Hep yetişkinlerle birlikteydim, büyük havuzda yüzen küçük bir balık olarak. Sonra da Ankara Devlet Konservatuarı’na girdim. Annem Semiha Berksoy kendisi gibi opera artisti olmamı istiyordu, bense inatla tiyatrocu olmak istiyordum, çünkü tiyatroyu daha realist ve halka yakın buluyordum. Sonunda dediğim oldu. Annem çok acımasız bir eleştirmendir, zordur. “Sanatta kabiliyetin varsa kendini ispat edersin, öyle destekle, torpille morpille sanat olmaz” derdi. O terbiyede büyüttü beni. Ben küçük yaşta büyük sanatla karşılaşmış bir insanım. Daha çocukluğumdan beri bizim evin duvarlarında Raffaello’ları gördüm, Mikelanj’ları gördüm. Sonra öğrendim bunların ne olduğunu. Evet, anlayış olarak fark vardır. Ankara başkent oluyor, Atatürk orada bambaşka bir şey yaratmak istiyor, mimariden tutun da sanata kadar. Türk Dil Kurumu’nu kuruyor, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni kuruyor. 1936’da Carl Ebert gelip gitmeye başlıyor Ankara’ya. Ankara Devlet Konservatuarı onun sayesinde kuruluyor, tiyatro, opera, müzik bölümleriyle. Tiyatro bölümü ilk mezunlarını 1941’de veriyor. İstanbul’da ise Osmanlı’dan kalan ve kendi derinliği, kendi düşüncesi sanat açısından çok zengin bir çevre var tabii. Tiyatro olarak Darülbedayi 1914’te kurulmuş. Cumhuriyet döneminde uzun yıllar Muhsin Ertuğrul var başında. Türk yazarlarına önem veriyor, yabancı oyunları da izliyor. İstanbul’da çok değerli artistler var. Behzat Butak var, Hâzım Körmükçü var, varoğluvar. Bu büyük bir Kafkas Tebeşir Dairesi MESA VE YAŞAM 1 7 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 18 ZELİHA BERKSOY için “Brecht Kabare”yi ilkin 1979’da AKM’de yaptık. Sonra yine birlikte “Ben Bertolt Brecht”i sahneledik. Tekrar Türkçe ve Almanca seri konserlerim oldu. Kahraman Bakkal Süpermarkete karşı. Sadece Brecht mi söylüyordunuz konserlerde? Nâzım’dan, Brecht’ten söylüyordum. “1 Mayıs” marşını da söylüyordum. Sözü ve müziği Sarper Özsan’ındır. Sarper benim Ankara Konservatuarı’ndan arkadaşımdı. Orada kompozisyon okuyordu. Bu marşı 1974’te, Brecht’in Maksim Gorki’den uyarladığı, Ankara Sanat Tiyatrosu’nun sahnelediği “Ana” oyunu için yaptı. Sonra “Ben Bertolt Brecht” projesinin içinde seslendirdim. 70’lerde stadlarda geceler yapıyorduk, ben de şarkılar söylüyordum. 80’lerden sonra, biliyorsunuz büyük bir viraj alındı. Ülke başka bir yere gitti. görgü. İstanbul ve Ankara farklı ekoller, farklı zenginlikler. Benim asıl kırılma noktam Berlin’dir. Berlin’e nasıl düştü yolunuz? O benim seçimimdi. Tabii annemin etkisi oldu. Annem bana doğru kilometre taşlarını gösteren insandır. Her şeyi çok çabuk bulmamı sağlamıştır. Beni Berlin Ensemble’a götürmek de annemin işidir. Annem opera artistiydi, ama geniş kültürlü bir insandı. Berlin Ensemble’ı burada insanlar 60’lardan sonra tanıdı, ama annem biliyordu. O tarihte Doğu Berlin bilim ve sanatta daha koyuydu. Önce Batı Berlin’de Schiller Theatre’a girdim, orada asistanlık yaptım. Schiller Theatre’daki Boleslaw Barlog, savaş sonrası Berlin’deki tiyatro hayatını kuran çok önemli bir kişilikti. Bir süre Batıyla Doğu arasında iki taraflı çalışıp sonra Doğuya her gün gitmeye başladım. Berlin Ensemble’ın provalarını mutlaka izliyordum, arşivde çalışıyordum, akşam oyunlara giriyordum, her oyunu 20-30 kere seyretmişimdir. Elimde defterler, kalemler, bu tam bir eğitimdi. Berlin Ensemble’ın içinde eskiden çok malzeme satılırdı. Plaklar, notalar, afişler, kitaplar, reji defterleri. Oradan çok şey aldım, şimdi koleksiyonumda duruyor. Üç yıla yakın, serbest, keyfi bir eğitim süreci. Berlin’e gitmeden önce Bertolt Brecht’in dünyasını ne kadar tanıyordunuz? 60’larda bizim okulda Brecht’in pek lafı edilmezdi. İlk defa 1966’da, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda “Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi”ni Genco’dan (Erkal) seyrettim. 1 8 MESA VE YAŞAM 19 yaşında filandım, çok şaşırdım, çok yabancı geldi bana. Sonra tabii Berlin’de görünce, neyin ne olduğunu anladım. Brecht’ten diyalektiği öğreniyorsunuz ilk önce. Sonra ekonomi politiği öğreniyorsunuz. Yoksa anlamazsınız Brecht’i. Eşi Helene Weigel’le Berlin’de tanıştım. Ben oradayken “Ana”yı oynuyordu. Ayrıca “Coriolanus”da Coriolanus’un annesi Volumnia rolünü oynuyordu. Bütün oyuncularla çok dost, yakın ilişkilerim oldu. En güzel hayat! Neden döndünüz Türkiye’ye? “Kal” dediler, ama kendi memleketim beni daha çok cezbediyordu. Annem Berlin’e geldiğinde çok şaşırdı, çünkü artık oyuncular gibi Almanca konuşuyordum. “Sen Alman olmuşsun” dedi bana. (gülüyor) 1970’te, buraya gelir gelmez, Dostlar Tiyatrosu’yla “Asiye Nasıl Kurtulur”da oynamaya başladım. (Bu cümledeki "Dostlar Tiyatrosu'yla" bölümünü "Ankara Birlik Tiyatrosu'yla" diye değiştirelim lütfen. Çünkü oyun Ankara Birlik'te başlayıp ertesi sene Dostlar repertuarına girmiş.) O oyunda da Brecht etkisi var. Olmaz olur mu, onun için millet çok şaşırdı. “Asiye Nasıl Kurtulur”da, Berlin’de bütün gördüklerimi uygulama alanı buldum. Onun için oyun öyle 40 senedir konuşuluyor. İstanbul, Ankara, İzmir’de, Alman Kültür Merkezlerinde, eski orkestra şefi Ferdi Ştatzer’le birlikte Almanca Brecht konserleri verdim. Sonra Genco şarkıları Türkçeleştirince, Türkçe söylemeye başladım. Dostlar Tiyatrosu Ortaoyuncular’ın “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı”sı, 80’lerdeki ilk oyununuz. Ferhan (Şensoy), Türk yazınının içinde ayrı bir pırlanta olarak duruyor. Hem şair, hem yazar, hem rejisör olarak. Ben onun yazarlığına hayran olduğum için, onun tiyatrosunda dört sene çalıştım. Önce “Kahraman Bakkal”ı, sonra yine bir Brecht uyarlaması olan “Anna’nın Yedi Ana Günahı”nı oynadım. “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı” 12 Eylül’ün hemen ardından başlamış. 12 Eylül dönemi, biz Dostlar Tiyatrosu’yla Brecht’ten “Kafkas Tebeşir Dairesi”ni oynuyorduk Harbiye Şehir Tiyatrosu’nda. Darbe olunca üç gün kapandı tiyatro. Kasımda da “Kahraman Bakkal”a başladık. Çok tuhaf günler olduğunu hatırlıyorum. Tatsızdı, hepimiz şaşkın vaziyetteydik. 80 sonrası doğan çocukların nasıl çocuklar olacaklarını çok merak ediyorduk daha o günlerde. Biz işimizi yapmaya devam ettik, yolumuzdan dönmedik, otosansür uygulamadık. O dönemde politik tiyatro yapanlar hâlâ devam ediyor yollarına. 1987’de “Keşanlı Ali Destanı”nda oynamanız nasıl oldu? Anneniz Semiha Berksoy, 1964’te oyunun Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’ndaki ilk sahnelenişinde oyuncu kadrosundaydı. Evet, o günlerde oyunu izlemek için İstanbul’a gelmiştim bir kere. 1987’deki çok güzel bir kadroydu. Haldun (Taner) Bey’i 86’da kaybetmiştik. Haldun Bey’in anısına Şehir Tiyatroları “Keşanlı Ali”yi 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 19 sahneye koymak istemişti. Haldun Bey’in müridi olduğu için, Ferhan’a rejiyi verdiler, Zilha rolünü de bana teklif ettiler. Büyük bir sevgi ve saygıyla oynadım. Çünkü Haldun Bey de annemin çok yakın bir dostudur. Benim de vakit geçirdiğim büyük bir yazar, bir düşünürdü. Çok genç kaybettik. Benim için büyük bir şans onlarla beraber eski Lebon’da oturmak, Divan Oteli’nde beş çaylarında uzun uzun tiyatro konuşmak… Ben epik tiyatrodan geldiğim için Zilha’yı farklı bir konseptte oynadım. Bir role nasıl hazırlanırsınız, Zilha’ya nasıl hazırlandınız? Canlandırdığınız kişinin sınıfsallığı en önemli şeydir. Sınıfsallığını bulmak lazım. Bulamazsanız oturtamazsınız. Ama sınıfsallığını karikatürize etmeyeceksiniz. İşin ince tarafı o. Epik tiyatro karikatür değildir. Bir dışavurumculuk vardır, ama karikatür değildir. Yerli olacaksın, ama karikatür olmayacaksın. Televizyonlarda, bazı komedi dizilerinde, küçük mahallelerde yaşayan kadınları berbat biçimde karikatürize ediyorlar. Sürekli gözlemleyeceksiniz. Gözlemlemeden olmaz. Mesela “Matmazel Julie”yi oynuyorum. Bu İsveçli kadın başka, “Keşanlı Ali”deki Zilha bambaşka. “Bu kadın ikisini birden nasıl oynuyor” diyemezsiniz. Bu işte bir görgü meselesi. O İsveçli kadını da araştırıyorsunuz. Yağlıboya resimlere bakıyorsunuz, o tarihlere bakıyorsunuz, estetiği araştırıyorsunuz, kadının çelişkilerini, iç sorunlarını, yıkılan toprak ağalığı sistemini, kadının bunun altında nasıl kaldığını, onunla başa çıkamadığı için uşağına sığınmaya kalkışını, nasıl debelendiğini ve sonunda bir kurban olarak kendini nasıl öldürdüğünü… Bu analizi yapmak için çok okumak lazım. yıldönümünde oynadım. Bu sene “Kuvayi Milliye”yi yaptık, yine Nâzım’ın. Büyük bir prodüksiyon. Çok değerli yedi aktör oynuyor: Tamer Levent, Mehmet Ali Kaptanlar, Devrim Evin, Yurdaer Okur, Cenk Sözeri, Efe Tunçer, Nişan Şirinyan. Nâzım Hikmet’i hiç bırakmıyorsunuz. Nâzım dünyanın en büyük şairidir. Dahi bir adam. Ermiş, ilahi bir adam. O kadar hapis yatmasına rağmen çok güzel bir insan olarak yaşadı. Bazen büyük şair olursun, ama çirkin olursun. Marquez de hem büyük yazardı ve hem güzeldi. (gülüyor) Nâzım Hikmet çocukluğunuzun da bir parçasıymış. Onlar Kadıköy Cevizli’de ahşap, dört katlı bir evde oturuyorlardı. Karşısında da sanat tarihçisi Celal Esad Arseven’in evi vardı. Onun yanında babaannemin, biraz altında da teyzemin evi vardı. Çocukluğum bu dört ev arasında dolanarak geçti. Nâzım 1950’de hapisten çıktığında, Celal Esad Beyler bir gece onun için bir davet veriyorlar. Annemle babam da davetli. Annem orada Wagner’den “Wesendonck” aşk şarkıları söylüyor piyanoyla. Nâzım da benim isim babam zaten. Ben o gece danslar etmişim, Nâzım beni kucağına almış, sevmiş. O günleri çok iyi hatırlıyorum, fakat o geceyi hiç hatırlamıyorum. Puccini’nin “Tosca” operasının da aile tarihinizde özel bir yeri var. Biraz anlatır mısınız? Semiha Berksoy Opera Vakfı nasıl gidiyor? “Tosca”, Nâzım’la annemin arasında oluşmuş, bir birlikte yaratma gibi bir şey. 1940’ta annem Berlin’den geldikten sonra, ülkede opera yok tabii. Carl Ebert annemi görünce, “nihayet profesyonel olarak operaya başlayabilirim” diyor. O sırada annem Çankırı Hapishanesi’ne Nâzım’ı ziyarete gidiyor. “Tosca”yı düşünüyorlar ikisi. Annem “Bu bir şaire yaraşır, bunun Semiha Berksoy Opera Vakfı bir kurtarılmış bölge gibi. Onat Kutlar ve Mengü Ertel’in fikridir bu vakfın kurulması. Biz burada, fazla gelirimiz olmasa da, en azından istediğimiz şeyleri küçük bütçelerle yapabiliyoruz. Opera, şan, tiyatro, piyano, yaylı çalgılar gibi eğitimler veriyoruz. Çocuk projelerinde yaratıcı drama ve bale eğitimi sürüyor. Diksiyon derslerimiz var. 100’e yakın öğrenci var, bütün dallarda. Ayrıca tabii tiyatro projeleri yapıyoruz. İlk projemiz Yannis Ritsos’un “İsmene”siydi. İkinci olarak Nâzım’ın “Jakond ile Si-Ya-U”sunu yaptım. Daha da devam edeceğim. İlk kez 1978’de “Taranta Babu’ya Mektuplar”la birlikte yapmıştım. Onunla Moskova’ya gittim, Nâzım’ın ölüm “Canlandırdığınız kişinin sınıfsallığı en önemli şeydir. Sınıfsallığını bulmak lazım. Bulamazsanız oturtamazsınız. Ama sınıfsallığını karikatürize etmeyeceksiniz. İşin ince tarafı o. Epik tiyatro karikatür değildir. Bir dışavurumculuk vardır, ama karikatür değildir.” Yosma tercümesini de siz yapın” diyor, hem de Nâzım biraz para kazansın istiyor. Böylece Hasan Âli Yücel’e söyleniyor, izin alınıyor, bir sürü mücadeleyle tercümesini yapıyor Nâzım. Annem de 1941 Haziran’ında oynuyor “Tosca”yı. Nâzım bu konuda sabit fikirli. Annem 1951’de İstanbul’da “Cavalleria Rusticana” oynarken, Nâzım’ı davet ediyor. Nâzım birinci perdeden sonra çıkıp gidiyor. Annem “Niçin gittiniz” diye sorunca, “Niye Tosca’yı oynamadınız” diyor. Annem de “Yönetim bunu seçmiş, bunu oynadım, ne yapabilirim ki” diye cevap veriyor. Nâzım “Hayır efendim, söyleyecektiniz, Tosca’yı oynayacaktınız” diyor. (gülüyor) Konusu da enteresan “Tosca”nın. Fransız Devrimi sırasında hapisteki bir ressamla bir opera artisti arasında yaşanan, faşist bir polis müdürüne karşı mücadele ettikleri bir öykü. Bir paralellik buluyorlar herhalde, annemle ikisinin böyle bir anıları var “Tosca”yla. Sizin de “Tosca”yla doğduğunuzu biliyoruz. Evet, benim doğumumda sancı çekerken, annem bağırmaya başladığı zaman, Doktor Eyüp Bey “Bir opera aryası söyleyin” demiş. Annem de “Tosca”yı söylemeye başlamış. (gülüyor) n MESA VE YAŞAM 1 9 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 20 MÜREKKEP ZAMAN Hayatın büyüsünü edebiyata dönüştüren yazar Gabriel Garcia Marquez Nobel ödüllü Marquez, çok önemli bir yazardı, çünkü o kendi coğrafyasından çıkan pek çok başka yazarın da öncüsü oldu. Bugün şunu kesinlikle söyleyebiliyoruz ki onun edebiyatını besleyen iki atar damar vardır: çocukluğu ve gazetecilik mesleği. Cem ERCİYES G damardan beslendiğini söyleyebiliriz. Biri, pek çok büyük yazarda olduğu gibi kendi çocukluğu, büyüdüğü topraklar ve kültürüdür. Kolombiya’da küçük ücra bir kentte kadınların çoğunlukta olduğu aile ortamında geçen çocukluğu, Yüzyıllık Yalnızlık’tan Kolera Günlerinde Aşk’a pek çok kitabının temel esin kaynağıdır. Dilini bu masallarla, söylencelerle oluşturmuş bir yazardır. eçen ay dünyanın bütün iyi okurları için buruk bir zamandı, çünkü sevdiğimiz bir yazarı, Marquez'i kaybettik. Dünya’nın belki de en tanınmış edebiyatçısıydı. Romanlarıyla yepyeni bir tarz yaratmış ya da en azından o tarzı dünyaya tanıtmış, bambaşka masalsı bir evrenin kapılarını okurlarına açarken devasa bir coğrafyanın simgesi olmuştu Gabriel Garcia Marquez. Aslında şu bir gerçek ki onu kitleler tek romanıyla tanırdı, Yüz Yıllık Yalnızlık. Tamam biraz da Kırmızı Pazartesi... ama o kadar. Oysa Marquez hiç de kısa sayılmayacak kariyerine otuz civarında kitap sığdırmış büyük yazarlardan biriydi. Tabii bu büyük yazarlık öyle kolay erişilen bir mertebe değil. Gazetecilik yıllarından sonra yazarlıkta karar kılması ve bütün zamanını buna ayırması çok önemli bir karardı. Yüz Yıllık Yalnızlık'ı yazdığı bir buçuk yıl boyunca nasıl da yiyecek alacak paraları bile kalmadığını söyleşilerinde anlatır. Sonunda kitabı bitirdiğinde yayıncısına yollamak için karısıyla postaneye giderler. Ama bütün kitabı yollayacak paraları yoktur ve orada kitabı ikiye bölüp gramajını azalttıktan sonra ilk bölümü postaya verirler. Neyse ki yayıncısı dünya çapında bir romanla karşılaştığını farkedip onlara borçlarını ödeyecekleri ve karınlarını doyuracakları bir çek gönderir... Nobel ödüllü Marquez, çok önemli bir yazardı, çünkü o kendi coğrafyasından çıkan pek çok başka yazarın da öncüsü oldu. Bugün şunu kesinlikle söyleyebiliyoruz ki, onun edebiyatını besleyen iki atar damar vardır: çocukluğu ve gazetecilik mesleği. Evet Marquez dünyanın yaşayan en ünlü yazarlarından biriydi. Üstelik neredeyse 60’lardan bu yana, yani 50 yıldır dünyanın en çok okunan, en çok tanınan yazarlarından biriydi. Onun adıyla birlikte aklımıza hemen iki şey gelir, ‘Büyülü Gerçeklik’ ve ‘Yüz Yıllık Yalnızlık’. Marquez’in 1967’de yazdığı bu roman, hakikaten edebiyatta büyülü gerçeklik kavramının da simgesi, neredeyse kutsal kitabı oldu. Büyülü gerçekliği basitçe “sıradışı, doğaüstü, olağanüstü olayların gündelik, sıradan şeylermiş gibi romanın içinde yer alması” diye tanımlayabiliriz. Aslında 2 0 MESA VE YAŞAM edebiyat tarihçileri büyülü gerçeklik tanımının ilk kez 1920’lerde kullanıldığını, bunun ilk örneklerini de tabii ki Latin Amerika’nın büyük ustası Borges’in verdiğini yazarlar ama bunu kendi tarzı kılıp dünyada milyonlarca okuru Latin Amerika masallarıyla büyüleyen hiç tartışmasız Gabriel Garcia Marquez oldu. Marquez’le özdeşleşen büyülü gerçekliğin kendi coğrafyasında ve dünyanın başka yerlerinde pek çok yazarda etkisi görüldü. Mesela 2000’lerin çok satan yazarlarından, sinemaya bile uyarlanan Ruhlar Evi'nin yazarı Isabel Allende ya da Türk edebiyatının en özgün yazarlarından biri Latife Tekin. Ona büyük çıkışını sağlayan ilk romanları Sevgili Arsız Ölüm, Berci Kristin Çöp Masalları basbayağı büyülü gerçekliğin Türkiyeli örnekleriydi... Hepimiz okumasak bile Yüz Yıllık Yalnızlık'ı mutlaka biliyoruz. Nitekim 50’ye yakın dile çevrilip bütün dünyada 30 milyon satmış büyük bir kitaptan söz ediyoruz. Ama aslında Marquez külliyatı başta da söylediğimiz gibi neredeyse tamamı Türkçe'de yayımlanmış otuza yakın kitaptan oluşur. 'Hayat insanın yaşadığı değildir, aslolan hatırladığıdır’ diyen, anı kitabına Anlatmak İçin Yaşamak adını veren Marquez’in yazarlığının iki büyük Marquez’in diğer atar damarı ise gazetecilik mesleğidir. Evet günümüzde itibarını gün geçtikçe kaybeden gazetecilik. Anlatmak İçin Yaşamak kitabında uzun uzun bahsettiği binbir zahmetle, yoksullukla ama macera ve heyecanla yüklü genç bir gazeteci olarak geçirdiği yıllar, onun bir hikâye anlatıcısı hatta daha doğrusu bir hikâye ‘aktarıcısı’ olarak kaleminin kıvamını bulmasına önemli bir katkıda bulunmuş olmalı. Uzun yıllar sürdürmeye çalıştığı, her zaman büyük bir tutkuyla söz ettiği gazetecilik mesleğinin ürünü olan kitapları da, en az romanları kadar ilgi çekicidir. Yayınlanan ilk kitabı Bir Kayıp Denizci, bir grup kazazedeyle yaptığı röportajın kitabıydı. Daha sonra ünlü bir romancı olduğunda da benzer eserler vermeye devam etti. Gabriel Garcia Marquez, İspanyolca edebiyat ve özellikle Latin Amerika edebiyatı için ön açıcı bir isimdi. ‘Latin patlaması’ diye hatırlanan, 60’ların sonundan itibaren dili, politik tavrı ve yazdıklarıyla dünyada çok ilgi çeken Julio Cortazar, Carlos Fuentes, Mario Vargas Llosa gibi yazarların öncüsü kim ne derse desin Marguez oldu. Marquez’in büyülü gerçekliği, aslında çok zengin bir anlatı geleneğini hızlı, enerjik bir dille, herkesin seveceği yalın metinlere dönüştürebilmesiydi. Geniş kitleleri etkileyen, kendine çeken bu üslubuyla bir dünya yazarı oldu. Burada bir parantez açıp Latin edebiyatının Türkiye’de en çok sevilen çeviri kitaplar olduğu gerçeğini de analım. Tabii ki bunda Latin yazarların büyülü anlatımları, sözlü gelenekten beslenmeleri kadar kitaplarının konuları da etkili. Çoğu kez kanlı, baskıcı, otokrat yönetimler ve onların mahvettiği insanlara değinen bu kitaplarda kendi tarihimizden de çok şey buluyor olduğumuz açık… 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 21 Marguez, Türkiye’de ve dünyada en popüler Latin Amerikalı yazar oldu. Ama ününü yazdıkları kadar yaptıkları, daha doğrusu duruşu da beslemiş olmalı. Zaten aktivist bir gazeteci olarak başladığı hayatını, ünlü bir yazar olduğunda da politik tavır takınmaktan hiç çekinmeyen bir entelektüel olarak sürdürdü. Küba Devrimi’nin ardından Latin Amerika’da sosyalizmin yükseldiği ve tüm dünyanın ilgisini bu yöne çevirdiği zamanlarda Marquez ‘Latin Amerika’ kimliğinden yana, sömürgeci geleneğe ve müdahalelere karşıt bir tavır takındı. Ülkesi Kolombiya’daki uyuşturucu ticaretine de, bütün kıtayı kuşatan yolsuzluklara ve yoksulluğa karşı da tavır aldı. Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro’nun yakın arkadaşlarından biri oldu, ona açık ve sürekli bir destek verdi. Yani kendi coğrafyasına yönelik eleştirel, muhalif tavrını sadece yazdığı metinlerle sınırlı tutmadı. Hayatın hatta tarihin bir parçası oldu. İşte bu nedenle onu bundan sonra da Yüzyıllık Yalnızlık'taki hayali Macondo kasabası kadar, Latin Amerika’nın sert gerçeklikleriyle birlikte hatırlayacağız. Ama tabii böyle tatlı hatıraları bir yana bırakıp onu kitaplarıyla anmak isteyen esaslı okurlar da vardır diye düşünüyorum. O nedenle Marquez külliyatını gözden geçirip dokuz önemli kitabını seçtim. Meraklısı için küçük bir kılavuz niyetine... Mutlaka okunmasını önerdiğimiz 9 Marquez kitabı. durumlar için Kırmızı Pazartesi bir deyime dönüşmüştür. Yüzyıllık Yalnızlık Yazılma öyküsünden yukarıda biraz bahsettim. Marquez bu kitabı kafasında epey taşıdığını, kendi çocukluk hikâyelerinden böyle bir kitap yazmak istediğini ve ilk cümleyi bulur bulmaz oturup yazmaya koyulduğunu anlatır. Şilide Gizlice Şili'de Pinochet diktatörlüğünün foyasını ortaya döken bir kitap. Anlatmak için Yaşamak Gabriel García Márquez'in son kitabı. Bir büyük yazarın nasıl yetiştiğini anlatan, bir yandan hırslı bir gazetecinin 60'larda Latin Amerika'da nasıl bir hayat sürdüğünü anlatan önemli bir kitap. Bir Kayıp Denizci Marquez'in ilk kitabı. Tabii ki bir gazeteci kitabı bu. Benim Hüzünlü Orospularım Marquez'in son romanı. 90, evet doksan yaşında bir adamla 14 yaşındaki kızın aşkını anlatıyor. Kırmızı Pazartesi Dünyanın en ünlü 'kasabanın sırrı' romanı. O kadar iyidir ki 'herkesin haberi olan ama bilmezden geldiği' bütün Kolera Günlerinde Aşk Marquez'in en ünlü romanlarından biri. Bu kez aşka adanmış bir kitap. Başkan Babamızın Sonbaharı "Başkan Babamızın Sonbaharı", ölmek üzere olan, ama bir türlü ölmek bilmeyen ve tabii ki yaşama tutunmak adına cinayetler işleyip kan döken bir diktatörün öyküsü. Albaya Mektup Yok İncecik bir Marquez kitabı. Yine bize özellikle çok şey anlatıyor demekten kendimi alamayacağım. Bir Kaçırılma Öyküsü Son tavsiyemiz yine bir gazetecilik kitabı. Tabii ki Marquez Latin Amerika'nın uyuşturucu meselesiyle ve çeteleriyle de ilgilendi. Bu kitabı unutulmaz uyuşturucu baronu Pablo Escolar'ı anlatıyor. MESA VE YAŞAM 2 1 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 22 ÜÇ GARİBİN İZİNDE ANAKARA... Üç Garibin İzinde Ankara… Bu yıl doğumlarının yüzüncü yılını kutladığımız Orhan Veli Kanık ve Oktay Rifat Horozcu ile 99. doğum yıldönümü geride bıraktığımız Melih Cevdet Anday, ilk eserlerini Ankara’da verdiler. Birlikte okudular, aynı dergilerde imzaları çıktı, aynı yerlerde yemek yediler, sohbet ettiler... Vecdi SEVİĞ Orhan Veli Kanık A nkara, Anafartalar Caddesi 69 numaralı binanın kaldırım hizasında sıralanmış hazır giyim mağazalarının hemen sağındaki merdivenleri tırmandım, bir okulun bahçesindeydim: Altındağ Atatürk Ortaokulu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında inşa edilmiş eğitim kurumu ikiz yapı özelliği taşıyor. Gazi Mustafa Kemal Numune Mektebi ve Latife Gazi Kız Numune Mektebi olarak 1925 yılında öğrenci kabulüne başladığında, binaya Mustafa Kemal bir piyano, bir de Kuran-ı Kerim armağan etmiş. Okula çocuğunu kaydettiren iki Cumhuriyet aydınının adlarını anımsadım: Samih Rifat Bey ve Mehmet Veli Bey. Samih Rifat Bey, Konya ve Trabzon’da valilik yapmış, Mustafa Kemal’in ardından Ankara’ya gelerek Kurtuluş Savaşı kadrosunda yerini almış. Mehmet Veli Bey, Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’da Mızıka-i Hümayun’da hem müzisyen hem de öğretmen olarak çalışmış, Cumhuriyet’in ilanından sonra Ankara’ya gelerek müzik alanındaki hizmetlerini sürdürmeye başlamıştır. Samih Rifat Bey’in oğlu Oktay, İstanbul’da Fransızca eğitim veren özel okulun ilk bölümünde okumuş, Mehmet Veli Bey’in oğlu Orhan da dört yıl Galatasaray Lisesi’ne devam etmişti. 2 2 MESA VE YAŞAM Oktay Rifat Melih Cevdet Anday İki “garip”, Mimar Mukbil Kemal [Taş] tarafından yapılan Anafartalar Caddesi 69 numaralı bu binada tanıştılar. Oktay, yıllar sonra 1950’de Yeditepe Edebiyat Dergisi’ne, “Orhan’ı ilk mektebin beşinci sınıfından beri tanırım” diyecek ve ekleyecektir: “Asıl dokuzuncu sınıfta can ciğer arkadaş olduk. 21–22 yıllık bir hikâye. İkimiz de şiir delisiydik.” “Mektep dâhilinde” 15 kuruşa satılan dergide Orhan Veli, Oktay Rifat imzaları da var. Oktay Rifat’ın anlatımıyla, “Bir yıl sonra İstanbul’dan Melih geldi”. Kadıköy Sultanisi’nden (Orta okul) 1931 yılında mezun olan Melih Cevdet, babası avukat İbrahim Cevdet Bey’in Ankara’ya gelişi dolayısıyla Taş Mektep öğrencisi olmuş, Sesimiz’deki imzalar arasına katılmıştı. İki gencin “can ciğer arkadaş” oldukları okul, o zamanki adıyla Develik tepesinde, Taş Mektep olarak bilinen Ankara’nın ilk lisesi idi. 1889 yılında inşaatı tamamlanmış, Abidin Paşa’nın valiliği döneminde açılmıştı. Lise’nin önüne gidip bahçesine girme, içinde dolaşma isteği duymadım. Çünkü artık o binanın yerinde koca bir hastane bulunduğunu biliyordum: Yüksek İhtisas Hastanesi. Melih Cevdet, Orhan Veli ile tanışmasını, “O olsa, günüyle saatiyle söylerdi; tanışmamız, galiba 1931 yılına düşer. Benden bir sınıf yukarıdaydı” diye anlatır. Oktay Rifat ile Orhan Veli’nin teneffüslerinde şiir konuştukları, Sesimiz Dergisi’nde imzalarının yayımlandığı o bina artık yok. Binanın fotoğrafını ararsanız, Ankara İdeal Matbaası’nda basılmış 30 Teşrinievvel [Ekim] 1930 tarihli Sesimiz Dergisi’nin kapağındaki “Ankara Erkek Lisesi Mecmua Heyeti tarafından neşrolunur aylık mecmuadır” yazısının hemen üstüne bakın. Turan Tanyer, derginin öyküsünü Taş Mektep kitabında ayrıntılarıyla yazmıştır. Melih Cevdet’in de dâhil olduğu üçlü grubun okuduğu okulun Edebiyat öğretmenleri arasında Ahmet Hamdi Tanpınar, Halil Vedat Fıratlı, Rıfkı Melül Meriç, Ahmet Kutsi Tecer de vardı. Üç genç şairin okuldan mezun olmalarından birkaç yıl sonra, Mehmet Kemal’in anlatımıyla, “Ön bahçe kapısı, Nümune Hastanesi’ne bakan … Taşmektep’i yıktılar.” Orhan Veli’nin, şiirden söz etmek istediğinde “Teneffüsü gâvur etmeyelim, Oktay” dediği koridorlar, Gazi Oymağı’nın kurulduğu odalar boşalmıştı. Yeni Lise Sezenler Sokağı’nda Mimar Bruno Taut imzalı binada eğitim vermeye devam ediyordu. Üç arkadaş, lise sonrası farklı okullara gittiler. Orhan Veli, önce İstanbul 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 23 Oktay Rifat ile Orhan Veli’nin ilk öğrencileri arasında olduğu 1925 tarihli Mustafa Kemal Numune Mektebi, günümüzde Altındağ Atatürk Ortaokulu olarak eğitim hizmeti vermeyi sürdürüyor. Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne kaydını yaptırdı. Bir süre sonra Ankara’ya döndü, 21 Ocak 1937’de Taş Mektep’ten aldığı mezuniyet belgesini PTT Genel Müdürlüğü’ne teslim edip iş başvurusunda bulundu. Memuriyetin ilk yılları biraz maceralı geçti. Birkaç kez işe devamsızlıktan kapının önüne konulduğu işyeri, Posta Caddesi’nin başındaydı. Bugün de aynı yerde yeniden yapılmış PTT binası bulunuyor. Oktay Rifat, Ankara Hukuk Fakültesi’ne gitti, tamamladı, Paris’te sürdürmek istediği hukuk doktorası eğitimi II. Dünya Savaşı’nın azizliğine uğradı. Hukuk Fakültesi, Oktay Rifat’ın öğrenciliği yıllarında bugünkü Opera semtinde, halen Vakıf Eserleri Müzesi olan binada eğitim veriyordu. Vakıf Numune Mektebi olarak yapımına başlanan, sonra Orhan Veli’nin 2 Haziran 1948’de Şevket Rado’ya gönderdiği mektup (Şevket Rado’ya Mektuplar, Haz: Emin Nedret İşli. YKY, 2002’den alınmıştır.) gerçekleştirilen değişikliklerle yeni kurulan Hukuk Mektebi’ne tahsis edilen bu binanın ilk kalorifer tesisatının döşenmesi işini Koçzade Ahmet Vehbi Bey üstlenmişti. Oktay Rifat’ın hukuk mektebi öğrenciliği döneminde zabıt kâtipliği yaptığı Ankara Asliye Ticaret Mahkemesi’nin bulunduğu Adliye Binası bir yıl okuduğu Gazi Numune Mektebi’nin bitişiğindeydi. Bugün de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kullanılan yapı Arif Hikmet Koyunoğlu tarafından 1926 yılında tamamlanmıştı. Binanın Ankara Adliyesi olduğu dönemde değişik nedenlerle binanın havasını solumuştum. Taş Mektepten bir yıl sonra mezun olan Melih Cevdet, önce Ankara Hukuk Fakültesi’ne, ardından Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne kayıt yaptırdı. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi o yıllarda henüz bugünkü yerinde değildi. Fakülte, günümüzde Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’nün hizmetinde olan Ankara Gençlik Parkı’nın karşısındaki Mimar Kemalettin Bey’in Evkaf Apartmanı’nda eğitim veriyordu. Yıllar geçtikçe Ankara’nın üç şairinin buluştuğu mekânlar da farklılaşmaya başlamıştı. Özen Pastanesi, Kürdün Meyhanesi, Üç Nal ve diğerleri. Atatürk Bulvarı’ndaki Armağan Apartmanı’nın Sıhhiye’ye bakan köşesinde Özen Pastanesi Ahmet Kutsi Tecer’in, “hayatımıza neler girdi? Özen’de dondurma yemek ilerilik sayılıyor” diye eleştirdiği dondurması ünlü pastaneydi. Oktay Rifat bu mekândaki bir anısını Orhan Veli’nin ölümünden sonra tek sayı yayımlanan Son Yaprak’ta anlatır: “1937 yılının yaz aylarında, hangi ay olduğunu şimdi pek kestiremiyorum, güneşli bir gün Orhan’la yan yana Özen’e doğru yürüdüğümüz gözümün önüne geliyor. Melih, Belçika’da. Hava alabildiğine güzel. Özen’de caddeye karşı iskemlelere kuruluyoruz. …Ben yeni bir şiir yazmışım, Orhan’a okumaya pek cesaret edemiyorum. Çünkü ne vezni var, ne kafiyesi. Hem de birkaç satırlık bir şey. Adı: Saksılar”. Bir ara boş bulunuyor okuyuveriyorum. Orhan kolay coşmaz. Coşuyor. Şu işe bakın ki o da cebinden dört satırlık bir şiir çıkarıyor. Adı: “Kelebek”. Raymond Radiguet’den tercüme etmiş.” Günümüzde Yüksek İhtisas Hastanesi’nin bulunduğu, yapıldığı dönemdeki adıyla Develik Tepesi’ndeki Taş Mektep üç şairin ilk yapıtlarının yayımlandığı Sesimiz Dergisi’nin çıkarıldığı yerdi. (Fotoğraf Turan Tanyer’in Taş Mektep kitabından alınmıştır.) Posta Kutusu 179 Ankara. Bugünkü Şehit Teğmen Kalmaz Caddesi, eski adıyla Posta Caddesi’nin köşesindeki PTT Merkezi’ndeki MESA VE YAŞAM 2 3 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 24 ÜÇ GARİBİN İZİNDE ANAKARA... ardından 1963 yılında bölgenin yaşadığı uçak kazası felaketinden sonra da yeni imar planı ile sokak da kalkmış. Parsele daha geniş oturma alanlı binalar yapılmış, yıkılmış bir daha yapılmış. Orhan Veli, 31 Mayıs 1930’da Şevket Rado’ya yazdığı mektubun altına adresini eklemeyi ihmal etmemiş: Yenişehir Sağlık Sokak Sözeri Apartmanı, Ankara. O tarihlerde kapı numarası yazılmasına bile gerek duyulmamış. Bugün Sağlık Sokak 9 numarada Sözeri Apartmanı var. Tabii, yıkılmış daha yükseği yapılmış bir bina. Oktay Rifat’ın 1947 yılında oturduğu Maltepe Uludağ Sokak, şimdiki adıyla Şehit Bahadır Demir Sokağı. posta kutusu Yaprak Dergisi’nin sahibi ve yazı işlerini fiilen idare eden Orhan Veli Kanık’a ait. Yazar ve Ressam Fahir Aksoy, Kürdün Meyhanesi adlı kitabında şöyle anlatıyor: “Yaprak Dergisi’nin yeni çıkmaya başladığı günler. Orhan Veli, meyhanenin karşısındaki Büyük Postane’de bir posta kurusu kiralamıştı. Derginin tüm mektupları, yazıları, paraları o adrese gelirdi.” Gazeteci, yazar, meyhane işletmecisi Mehmet Kemal de Acılı Kuşak’ta bu meyhanenin özelliklerini şöyle sıralar: “Asıl adı Yeni Hayat’tı. Fakat bu pek söylenmezdi. Daha çok bizler ‘Kürde gidiyoruz’, ‘Aceme gidiyoruz’ derdik. … Sahibinin adı Mehmet’ti. Kafkasya’dan veya Azerbaycan’dan gelmiş bir göçmen. Konuşması oralı göçmenlerin konuşmasıydı. …Mehmet’in konuşma biçiminden olacak buraya ‘Kürt’ ve ‘Acem’ denmiştir.” İşte bu meyhane Yaprak ekibinin, yani Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet’in sık geldikleri yerlerdendi. Mustafa ve Hafız’ın garsonluk yaptığı kış aylarında ortadaki sobanın harlı yandığı meyhanenin müşterileri arasında Ahmet Muhip Dıranas, Nusret Hızır, Aka Gündüz, Şinasi Nahit Berker, Cahit Sıtkı Tarancı, İlhan Berk, Ceyhun Atuf Kansu, Mehmet Kemal, Orhan Peker, Nurullah Ataç, Çetin Altan ve Fikret Otyam’ın da bulunduğu kayıtlara girmiştir. Günümüzde aynı sırada, simitçilere, dönercilere rastlamak mümkün, caddede artık içkili lokanta izi yok. Üç şairin yaşamında öncelikli mekân ise, Üç Nal’dı. Ünlü fotoğraf üzerine Melih Cevdet Anday’ın yazdığı, “Dört kişi parkta çektirmişiz,/Ben, Orhan, Oktay bir de Şinasi.” dizelerindeki Şinasi Baray’ın 1946 yılında açtığı meyhane. Meyhane’yi tanımadan Şinasi Baray’ı tanımak gerek. Üç şairin Taş Mektep’ten arkadaşı Baray, müsamerelerin dekorlarını yapan , trampet çalan Baray, mezun olunca 2 4 MESA VE YAŞAM Meteoroloji Enstitüsü’ne giriyor, fotoğraf karesiyle ve şiirle de kanıtlandığı gibi, Ankara’nın sanat yaşamındaki okul arkadaşlarıyla da ilişkisini kesmiyor. Günün birinde, büyük olasılıkla çevresindeki dostlarının özendirmesiyle Hacıbayram Camisi’ne giden Hükümet Caddesi’nin hemen başında o tarihlerdeki Konak Sokak’ta Anneannesinin ahşap evinin ahır katına kayınbiraderi Esat Bey ile meyhane, lokal arası bir yer açıyor. Orhan Veli’nin 16 Haziran 1946 tarihli Ülkü Dergisi’nde, Melih Cevdet Anday’ın Fotoğraf şiirini anımsattıktan sonra yazdıklarını birlikte okuyalım: “İşte o Şinasi Ankara’da bir içkili lokanta açtı. Adı: Üç Nal. Şinasi Hem sanatkâr, hem de okuryazar bir insan olduğu için içkili lokantasını okur yazarların sık sık gidecekleri, gittikleri vakit de zevkle oturacakları bir yer olarak tertipledi. Her giden hoşlanıyor. Ben de onlardanım.” Şair Şemsi Belli de, 18 Aralık 1953 tarihli Hafta Dergisi’nde Üç Nal’ı şöyle anlatıyordu: “Üç Nal bir lokanta mı? Bir meyhane, bir müze mi? Şarkla garbın birleştiği bir pavyon mu? …Şiir ve san’at lokali mi? Bu suallerin hiçbirine ‘evet’ diyemem… Veya hepsine birden ‘evet’ diyebilirim… Her taraf şiir. Her duvar bir –sabit- antoloji… Öyle bir antonoji ki, şairler bu eserleri bizzat kendi el yazılarıyla yazmıştır…” Sunay Akın, 2006 yılında, lokantanın sahibi Şinasi Bey’in karısı Melek Hanım’ın konukların el yazılarıyla dolu şeref defterini gösterip: “Orhan çukura düştüğü gece bizdeydi. Başka bir yere uğrayıp içki içmiş olamaz” diyen eşinin 1989 yılında bu dünyadan ayrıldığını yazmıştı. Tahmin edilebileceği gibi Üç Nal lokantası artık yerinde yok. 15 Mayıs 1946 tarihli Ulus Gazetesi’ndeki ilanda kaydedilen adresiyle, Anafartalar Caddesi Konak Sokak da yok, lokantanın önündeki çiftlik satış mağazası da. Önce lokanta kapanmış, Orhan Veli’den Ankara’da bir adres de 2 Haziran 1948 tarihli, yine Şevket Rado’ya yazılmış mektuptan: Sümer Sok. No 9, Üst Kat Yenişehir – Ankara. Günümüzde aynı adreste koca bir bina yükseliyor. Sokağın 1950’lerden kalan tek binası 11 numarada ve halen Türkiye Yazarlar Birliği Genel Merkezi olarak hizmet veriyor. Oktay Rifat’ın 1947’den bir adresine gittim: Uludağ Sokak 11/1 Maltepe – Ankara. Hemen yakınında bir sokakta yıllar önce oturduğum için bulmam kolay oldu. Her Ankaralı aynı beceriyi gösterebilir mi bilmem. Çünkü sokağın adı yaklaşık çeyrek yüzyılı aşkın süredir Şehit Bahadır Demir Sokağı. Bina tabii yerinde yok, ama sokağın ağaçlıklı şirin görünümü iç açıcı. Ankara’da üç garibin ulaşabildiğim izlerinde daha başka adresler de var. Bunlar arasında halen yerli yerinde duran Ankara Palas, Halkevleri Binası olduğu gibi, yerini saptamada bile zorlanacağım Cebeci Çiçek Bahçesi, Carmen Meyhanesi ve daha niceleri bulunuyor. Gezintiyi burada tamamlayıp, ustaların son yolculuklarıyla sözü tamamlayayım. Önce Orhan Veli Kanık öldü, 14 Kasım 1950, Ankara’da düştüğü çukurda hasar alan beyni fazla dayanamamıştı. Aşiyan Mezarlığı’na defnedildi, mezun olduğu lisenin açılış törenindeki vali Abidin Paşa’nın oğlu Abidin Dino mezar projesini yaptı. 18 Nisan 1988’de Oktay Rifat öldü. Orhan Veli’nin yanına gömülmek istemişti. Dönemin belediye başkanı, “Babam bile olsa gömecek yer yok orada” dedi, kestirip attı. Şair Karacaahmet mezarlığında toprağa verildi. Melih Cevdet Anday, 28 Kasım 2002’de 87 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. Vasiyetine uygun olarak Büyükada Mezarlığı’nda toprağa verildi. Üç ünlü kalem de bir dönem Ankara’sında yaşadılar, iz bıraktılar, önce Ankara’dan sonra bu dünyadan göçtüler. n 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 25 BİR “TIK”LA DÜNYA AYAĞINIZIN ALTINDA Bir “Tık”la Dünya Ayağınızın Altında İnternet hayatlarımızın ayrılmaz bir parçası artık. Sadece bilgisayar başındayken değil, yolculukta, yatakta, plajda, hatta doğa yolculuğunda bile ipadlerimiz, cep telefonlarımız sayesinde hep onla birlikte yaşıyoruz. Peki internet hayatımıza nasıl, ne zaman girdi? Akıllı cep telefonları ne kadar güvenli? İnternet bağımlılığı nedir? Biz ölümlüyüz ya sanal kimliğimiz? Sosyal medyanın yarar ve zararları neler? Yanıtlar bu yazıda… Esra AÇIKGÖZ B ir gazeteci olarak “onsuz zamanlar” nasıldı hiç hatırlamıyorum. Bir isim mi aklınızı karıştırıyor; bir dakika içinde hemen yaşamının en derinine kadar her şeyi seriyor önünüze. Sabah haberlerinde kaçırdığınız bir konu mu oldu; anında ulaşıyorsunuz. Bir adres mi arıyorsunuz; size dünyayı sunuyor. Aklınızı bir türlü adını çıkaramadığınız bir şarkı mı kurcalıyor? Çocuk oyuncağı! Evet, neden bahsettiğimi anlamışsınızdır. İnternet hayatımızın her alanına sirayet etti artık. Hele de akıllı cep telefon devriyle. Dünya üzerindeki sınırlar onunla silikleştiriyor, sizden kilometrelerce uzaktaki olayları anında öğrenebiliyorsunuz, dünya ekonomisinin gidişatı, yeni yapılmış bir icat; ne ararsanız size sadece bir “tık” uzakta. Ama aslında internet hayatımıza gireli çok da olmadı. 1970’te sadece 15 bilgisayarın birbirine bağlı olduğu bir ağdan ibaret olan internet, 70’li yılların ortalarına doğru hızlı bir yükselişe geçti. Ve 1971’de sosyal medyanın kapısını aralayan ilk adım atıldı. İlk e-mail programını geliştiren Ray Tomlinson, ilk eposta mesajı attı. Ne mi yazıyordu? “QWERTYUIOP”. Yani Q klavyenin en üstteki yan yana harf kombinasyonu. Böylece dünyanın parlak geleceğine ilk adımlar atıldı. 80’li yıllarda alan adları kullanılmaya başlandı. O yıllarda host sayısı sadece 1000’ken 90’larda bu sayı katlanarak arttı. İnternetin asıl patlama noktası kuşkusuz, www (World Wide Web) deyiminin hayatımıza girmesiyle oldu. Ve 90’ların sonlarına doğru internetteki site sayısı 10 bine, host sayısı ise üç milyona ulaştı. Dünya ticaretinde başka bir kapı aralandı. Hızla bankalar, markalar, alışveriş merkezleri sanal şubelerini açmaya başladı. Yepyeni bir pazarlama ve ekonomi anlayışı doğdu. Birçok insan internet üzerinden hayatını geçindirmeye başladı. E-Ticaret siteleri kuruldu çok kısa sürede, bu sitelere milyon dolarlık yatırımlar yapılmaya başlandı. Ve tabii insanlığın ilk ortaya çıktığı andan itibaren hep ihtiyaç duyduğu sosyallik de internetteki yerini aldı: 955 milyon aktif kullanıcısı ile Facebook bir ülke olsaydı, Çin ve Hindistan’dan sonra dünyanın en kalabalık 3. ülkesi olacaktı; 307 milyon üyesi ile YouTube da öyle! İnternet hızlı bir şekilde yaygınlaşarak alışverişten ticarete, bilimsel araştırmalardan eğlenceye, sivil toplum kuruluşlarının örgütlenmesinden siyasi partilerin propagandasına kadar hayatın her alanını içine aldı. Her geçen gün daha MESA VE YAŞAM 2 5 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 26 BİR “TIK”LA DÜNYA AYAĞINIZIN ALTINDA korkulur bir icat da olabiliyor tabii. İnterneti zapturapt altına alma çabalarıyla ilgili haberler genelde dünyanın doğu yakasından geliyor. Gün olmuyor ki, Çin ya da İran’ın internetle ilgili bir yasak kararı daha ajanslara düşmesin. Hatta interneti, kültürü ve yaşam tarzı için en büyük tehdit olarak gören İran’da tamamıyla milli internete geçilmesi gündemde. Bundan sonra İranlı internet kullanıcıları yalnızca kendi ülkeleri kaynaklı web sitelerini gezebilecekler. Bunun dışında politik, kadın haklarına yönelik ya da hükümeti eleştiren bloglar da İran’da yasak. Burma’daysa internet erişimi çok maliyetli olmasının yanı sıra kullanımı için hükümetten resmi izin gerektiriyor. Yasadışı kullanıcılarıysa 15 yıla kadar hapis cezası bekliyor. Çin internet kısıtlamaları konusunda en büyük uluslararası tepkiyi Tibet bağımsızlığına yönelik aramalara koyduğu engellerle aldı. Ancak ülke için o kadar garip yasaklar var ki, duyunca insanın inanası gelmiyor. Ülkede internet fazla insanı da bu dünyaya çekmeye devam ediyor. On yıl önce sadece 350 milyon kişinin erişebildiği internete şu an en az iki milyar insan ulaşıyor. comScore’un son raporuna göre Türkiye, Avrupa’nın altıncı en büyük internet kullanıcı sayısına sahip. Verilere göre Avrupa’da 408.3 milyon internet kullanıcısının 23,9 milyonu Türkiye’de. Türkiye geçtiğimiz yıla göre yüzde 2‘lik bir büyüme kaydetmiş. Rapor, Türkiye’nin internette online geçirilen süre sıralamasında 2. olduğunu da gösteriyor. 2 6 MESA VE YAŞAM Tabii ki bunun en büyük sebebi sosyal ağlar. Facebook, twitter, youtube ve instagram sosyal ağ denilince ilk akla gelen siteler. Türkiye’de 32 milyon facebook, 7.9 milyon twitter kullanıcısı var, bu sayı gün be gün artıyor. Facebook, kurulduğu 2004’ten bu yana insanların doğasında olan sosyalleşmeyi çok iyi gözlemlediği için önemli büyüme kaydetti. Twitter’sa insanlara özgürce haber alma ve haber paylaşma imkânı sağladığı için revaçta. Hal böyle olunca da, internet kimilerince İnternet Bağımlılığı Yapılan araştırmalar aşırı internet kullanımının beyinde oluşturduğu zararın kokain ve eroinle eşit olduğunu gösteriyor. 24 saat bilgisayar başında kalan, yeme-içme ihtiyaçlarını klavye önünde gidermeye çalışanların beyin kimyaları madde bağımlılarında olduğu gibi bozuluyor. Benim başıma gelmez demeden önce şu belirtilere bir göz atın; İnternetle aşırı zihinsel uğraş, internet kullanımının azaltılması halinde çökkünlük ve kızgınlık hissetme, başlangıçta planlanandan daha uzun süre internette kalma, başkalarına internette kalma süresi konusunda yalan söyleme, interneti problemlerden kaçmak veya olumsuz duygulardan uzaklaşmak için kullanma... Sanal alıştırıcı olan bilgisayarın fizyolojik bağımlılık oluşturduğunu söyleyen psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, ileri düzey sanal bağımlılığı olanları hastaneye yatırarak tedavi etmeye başladıklarını söylüyor. Tarhan, “İlaçlarla tedavi ettikten sonra, kişide zarar algısı oluşturuyoruz” diyor, “Kaybedeceklerini söylüyoruz. İnternet bağımlılığı, diğer madde bağımlılıklarına göre çok daha çabuk düzeliyor. Beyindeki o bozulma hızla toparlanıyor. Ancak bu, evde kendi kendine yapılamıyor. Bunu interneti kontrollü kullanım, uzaklaştırarak davranış terapileriyle yapıyoruz”. 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 27 Telefonunuz akıllı, peki ama güvenli mi? Günümüzde dünya nüfusunun yüzde 80’i cep telefonu sahibi. Toplamda kullanımda olan 5 milyar civarı cep telefonunun 1.8 milyarını akıllı telefonlar oluşturuyor. Bu rakamın 2015’te iki katına çıkacağı tahmin ediliyor. Akıllı telefonların en bilinen özelliği, bol miktarda görsel, işitsel ve yazılı veri taşıma, kaydetme ve transfer etme olanağını sunması. Elbette bu imkânlara gelişkin teknolojileri sayesinde internete bağlanma hızları ve veri depolama özellikleri sayesinde sahipler. Peki gün boyu birçok işimizde bize yardımcı olan, elimizden düşürmediğimiz bu cihazlar, ne kadar güvenli? Cevap pek de iç açıcı değil. Gerekli önlemleri almayan bir kullanıcı, kişisel bir dijital kıyamete hazır olmalı! Çünkü akıllı telefonların bilgi akışındaki yoğunluk, siber suçlar için paha biçilmez bir alan demek. 2012’de akıllı telefonlar üzerindeki sanal tehditler yüzde 200 oranında arttı. Elbette bu büyümede etkili olan birtakım faktörler vardı. Öncelikle “hacker”ların yeni teknolojilere adapte olması. Öyle ki yapılan araştırmalar tam 33 milyon cihaza ulaşıp zararlı yazılım bulaştırdıklarını söylüyor. İşin bir de kurumsal yönü var. Bankacılık başta olmak üzere, hizmet sektöründe var olan hemen her kurum artık mobil hizmetlere başvuruyor. Mcafee mobil tehditler raporunu hazırlayan Adam Tosowofsky, “Yeni tür bir virüs, bankaların kullanıcılarını mobil ortamda tanımalarını sağlayan iki aşamalı kodunu engelliyor ve uzun süredir güvenli sanılan sistemleri kolayca aşabiliyor” diyerek bu tehlikelerden birine dikkat çekiyor. Raporda bazı yeni tür virüslerin kullanıcı şifrelerini kendileri bulup, banka hesaplarına ulaşabilecek kadar akıllı olduğu belirtiliyor. Bazı yazılımlar, o kadar karmaşık ki, sistemin içine entegre olmayı bir yana bırakın, sıfırdan zararlı yazılım üreterek bunu telefona adapte edebilme özelliğine sahip. Örneğin çocuğunuzun zekâsını geliştirecek bir oyun, tehlikeli bir truva atı olarak sisteminizde kendisine lazım olacak bilgilere sahip olana kadar yerleşebiliyor. Bu tip bir yazılım olan Eurograbber’ın, tam 30 bin banka hesabından, 47 milyon dolar civarında bir parayı ele geçirdiği tahmin ediliyor. Uzun lafın kısası, özellikle telefonunuz internete bağlı olduğunda, içeriğine güvenmediğiniz mesajlar geldiğinde, bilgisayar bağlantısı yaptığınızda dikkatli olun. kullanırken bugün ya da yarın yazmak yasak. Hükümet bu kısıtlamayı gösteri planlayan grupların internetten organize olmasını engellemek adına uyguluyor. Ne yazık ki, zaman zaman Türkiye’de bu ülkeler arasında yerini alıyor. Tıpkı youtube ve twitter yasaklarında olduğu gibi. Emniyet teşkilâtının yaptığı bir çalışma her Türk vatandaşının TC kimlik numarasını kullanarak internete girmesini amaçlıyor. Öyle ki, “www” yerine “ttt” gibi bir sistem kurulması ve sadece Türkiye’deki sitelere girilmesi bile gündeme geldi. Bu uygulamalar, dünyanın en güçlü ailelerinden birine mensup olan Jay Rockefeller’ın sözünü hatırlatıyor; “İnternet asla var olmamalıydı.” Artık onu yok etmek pek mümkün görünmüyor, hele de bu geldiğimiz yüzyılda. Tıpkı Twitter ya da Youtube kapatıldığında insanların farklı yollar bularak bu sitelere girebilmeleri gibi. Bununla birlikte, internetin bireysel özgürlüklere ve özel hayata yönelttiği tehditleri, telif hakları, kredi kartı dolandırıcılığı, çocuk pornografisi, sanal saldırılar, virüsler ve istenmeyen e-postalar gibi olumsuzluklarını göz ardı edemeyiz tabii. Sosyal medya ve internetin yarattığı değişim akademisyenlerin de incelemesinde haliyle. Bu konuda çalışma yapan akademisyenlerden biri de, Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Bengi Semerci. “Sosyal Medyanın Psikolojik Etkileri”ni araştırdığı raporda, her gün ortalama 250 milyon fotoğraf eklendiğini, bunun yüzde 35’inin kişinin kendisine ait fotoğraflar olduğunu söylüyor. Bağımlı hale gelmezseniz, arkadaşlık bağlarını sürdürme ve haberleşeme için interneti kullanmanın yararlı olduğunu, araştırma alanı olarak da internet sayesinde insanlar, toplum hakkında bilgiler alınabileceğini anlatıyor Prof. Dr. Semerci. Zararlarına gelince? “Sosyal medya dikizleme ve dedikodu kültürünü arttırdı. Orada kimliksizleşmeye başlıyorsunuz. Gazetelerin üçüncü sayfalarında internetten tanıştı diye başlayan cinayet, tecavüz, şantaj haberlerini okuyoruz. Popülarite arttıkça arkadaş sayısı, takip eden sayısı artıyor. Sayı arttıkça yalancı kahramanlar oluşuyor. ‘Ne kadar çok kişi takip ediyorsa o kadar iyiyim’ duygusu beslenir ve narsisizme yol açar. Yüz yüze iletişimi azaltıp, yalnızlığı arttırıyor. İş yerlerinde çalışanlar arası huzuru bozma, şirket bilgilerinin paylaşımı gibi yeni riskler yaratabiliyor”. n MESA VE YAŞAM 2 7 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 28 KLASİK OTOMOBİL BİR TUTKUDUR Klasik Otomobil Bir Tutkudur ... Zamana meydan okuyorlar. Her biri yaşanmışlıkları gizliyor motorlarında, yolculukları. Klasik otomobil tutkusu bu yüzden pek çok insanın yüreğine dokunuyor. Klasik Otomobil Kulübü de bu tutkuyu, sevgiyi yaygınlaştırmak için çalışıyor. Bizde Türkiye’de klasik otomobillere olan ilgiyi, dünyadaki durumu, gezebileceğiniz klasik otomobil müzelerini sizinle paylaşalım istedik. Esra AÇIKGÖZ K urtköy’de başlayıp Şile’ye, Şile’den Ömerli’ye uzanan bir yolculuğun kahramanları onlar. Hızları değil, ama yaşlarına rağmen hayata meydan okuyan motorlarının gücü, bakımlı edalarıyla izleyenlerin yüreğini ağzına getiriyorlar. Ardı ardına geçiyorlar hayran bakışlar altında, birincilik için yol alıyorlar. Yürekleri ağızlara getiren bir yarış bu, zira kiminin yaşı 1920’lere uzanıyor… Meraklıları zaten biliyordur, ama bilmeyenler için söyleyeyim, Klasik Otomobil Kulubü’nün yılda üç kere düzenlediği rallilerden birinden, “Bahar Rallisi”nden, bahsediyorum. Mercedes, Ford, Buick, Chevrolet, Merrcury, Plymouth, Cadillac, BMW, Alfa Romeo, Porshe, Doditroen, Volvo markalı ve her biri adeta filmlerden, romanlardan, belgesellerden fırlamış, “sanat eseri” kategorisinde sigortalanan bu rengârenk otomobiller, nostalji rüzgârı estirdi… Klasik otomobil tutkusu Türkiye’de küçümsenmeyecek kadar fazla. Hatta sadece klasik otomobillerin sergilendiği müzeler bile var. Üstelik sadece 2 8 MESA VE YAŞAM erkeklerin peşinde olduğu bir tutku değil bu. Kadınların da hatırı sayılı bir ağırlığı var. Hatta Klasik Otomobil Kulubü genel sekreteri ve yönetim kurulu üyesi de bir kadın, biz de kulübün etkinliklerini, klasik otomobil tutkusunu Zeynep Tura Kalın’la görüştük. - Önce Klasik Otomobil Kulübü’nün kuruluş hikâyesiyle başlayalım mı? Nereden çıktı bu kulübü kurma fikri, neden ihtiyaç duydunuz? Klasik Otomobil Kulübü 1990'da bir avuç klasik otomobil meraklısının bir araya gelerek kurduğu, 24. yılına geldiğimiz bu günlerdeyse aktif üye sayısının 400'ü aştığı bir kulüp. Tamamen hobi olarak başlamış bir tutku. Daha sonra öncelikle kurucu üyelerin yakın çevrelerinin de ilgilenmesiyle kulüp genişledi. Arkasından başlayan organizasyonların, yarış ve gösterilerin, medyada yer almasıyla klasik severler yavaş yavaş üye olarak kulübümüzün bugünkü haline gelmesini sağladı. -Kaç üyeniz var, nasıl bir profile sahip üyeleriniz; ekonomik durum, yaş ortalaması, yaşadıkları şehirler...? Kulübün 400’den fazla aktif üyesi var. Üye profilimiz holding sahiplerinden serbest meslek sahiplerine, üst düzey yöneticilerden tamirhane sahiplerine, öğrencilere, koleksiyonerlere, ev kadınlarına ve hatta emeklilere kadar uzanıyor. Kulübümüze üye olmak için belli bir gelir seviyesi ya da unvan aramıyoruz. Hatta klasik otomobil sahibi olmak koşulu bile yok. Klasik otomobil sevgisi, ilgi ve elbette klasik otomobiller konusunda bilgili olmak üye olmak için yeterli kriterler. Tabii ki bu kişinin üyelerimiz tarafından kabul görecek konuma ve eğitime sahip olması gerekiyor. 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 29 Dediğiniz gibi bu bir tutku. Dolayısıyla klasik otomobil sahiplerinin hafta sonlarının önemli bir kısmı tamirhanelerde geçiyor. Sadece tamir işi değil elbette bizleri oralara çeken. Birbirimizi bulduğumuz zaman klasik otomobil çevresinde dönen çok ilginç sohbetler de oluyor. Bu hobinin en güzel tarafı da işte bu. Çok farklı sosyoekonomik seviyelerden insanları bir araya getirip birbirleri ile bilgi paylaşmalarını sağlıyor. -Otomobil bakımında en çok dikkat edilmesi gerekenler neler? Mercedes Benz SLC 350. Bir araya gelindiğinde ortak konu herhangi bir klasik aracın en iyi şekilde nasıl korunup, ilk günkü performansına en yakın şekilde çalışmasının nasıl sağlanacağı, oluyor. Yaş yelpazesine baktığımızda, üniversite öğrencisi üyemiz olduğu gibi geçtiğimiz sene 90’lı yaşlarına adım atan üyelerimiz de var. Türkiye’nin bir yanında yaşıyorlar; Samsun, Antalya, Muğla, Aydın, Mersin… Ama tabi ki çoğunluk klasik otomobillerin daha sık rastlandığı, bakım ve onarım işlerinin daha kolay yapılabildiği İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük şehirlerde. -Otomobil denince akla daha çok erkekler gelir, klasik otomobiller için de bu geçerli oluyor, ama siz bir kadın olarak derneğin genel sekreterliğini yapıyorsunuz. Üyeleriniz arasında kadın oranı yüksek mi? Otomobil sporları daha çok erkeklerin hakim olduğu bir alan, evet, ama kulübümüzde çok sayıda kadın üyemiz de var. Tıpkı benim gibi. Üyelerimizin yaklaşık dörtte biri kadın. Rallilerimizde de kadın pilot sayısı giderek artıyor. -Sizin klasik otomobil tutkunuz nasıl başladı? Ben klasik dönemlerin tutkunuyum. Sanırım ilgim de buradan başladı. Sanayi devrimi ve sonrasındaki ekonomik gelişmeler, dönemin sosyal yapısı, kültürel ve sanatsal faaliyetler, bilimdeki gelişmeler her zaman ilgimi çekti. Evimin dekorasyonu da klasiktir. Mühendislik mezunu olduğum için temel mekanik düzeneklere ve sistemlere hayranlık duyarım. Klasik otomobillere duyduğum ilgi de bu merakımın bir uzantısı. Yaklaşık 20 sene önce bir arkadaşımın garajında uzaktan gördüğüm bir otomobile aşık oldum ve “Bu benim olmalı” dedim. O gün bugündür bu ilgim devam ediyor. -Bir koleksiyona sahip misiniz? Şu anda sadece bir klasik aracım var: 1973 model Mercedes Benz SLC 350. 220 beygir gücünde, Amerikan versiyonu, uzun tampon, otomatik vitesli, klimalı, son derece konforlu bir araç. Birkaç sene önce komple restorasyon geçirdi ve tamamıyla orijinal parçalarla yenilendi. Otomobilimi büyük bir keyifle, işe giderken bile kullanıyorum. -Klasik otomobil tutkusu kuşkusuz bazı sorumlulukları da beraberinde getiriyor. Emek gerektiriyor. Klasik otomobil sahibi olanlar nasıl bir mesai harcıyor? Klasik otomobil bakımında en önemli noktalardan birisi işinin uzmanı ustalarla çalışmak. Bakım, onarım ve restorasyon işleri dikkat, deneyim ve özen gerektiriyor. Doğal olarak her şeyin elektroniğe dönüştüğü ve tamir işlerinin bilgisayar bağlayarak yapılmaya başlandığı günümüzde bu işi hakkıyla yapan usta ve tekniker sayısı çok az. O nedenle bu ustalar bizler için araçlarımız kadar değerli. Otomobil bakımında en önemli husus otomobilinizi tanımak olmalı. Unutmamak lazım ki yaşı 50-60’ı bulan veya geçen bu araçlar şefkat ve özen istiyor. Tıpkı yaşlı insanlar gibi onlar da zorlanıp strese sokulunca daha sık ve daha ağır arızalanıyor. Hor kullanmak, gereksiz yüklenmek, çok kalabalık saatlerde şehir trafiğinin içinde aracı gereksiz yere yıpratmak ya da otoyolda hız limitlerini zorlamak bu araçlara yapılabilecek en büyük haksızlık. Aracınızı iyi bir ustanın elinde dikkatle elden geçirtip sonrasında da özenli ve nazik kullanırsanız, o da sizi uzun yıllar sıkıntı yaşatmadan taşıyacaktır. -Kulüp olarak birkaç yıldır Klasik Otomobil Rallisi düzenliyorsunuz. İlgi nasıl? Klasik otomobil rallisini kurulduğumuzdan, 1990’lardan, beri düzenliyoruz. Önce yılda tek ralliyle başladık. Daha sonra arttırdık. Son 15 yıldır yılda üç ralli düzenliyoruz; Bahar Rallisi, Batı Anadolu Rallisi ve Cumhuriyet Rallisi. Kulübümüz 1990’dan beri Uluslararası Antika Otomobil Federasyonu olan FIVA’nın üyesi. Düzenlediğimiz tüm ralliler FIVA’nın ulusal ve uluslararası klasmanda kabul ettiği yarışlar. Türkiye’de de Otomobil Sporları Federasyonu ve Antika Otomobil Federasyonu üyesiyiz. Yurtdışındaki klasik otomobil kulüpleriyle ortaklaşa düzenlediğimiz uluslararası ralliler de var. Rallilere ilgi her zaman yüksek oluyor. MESA VE YAŞAM 2 9 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 30 KLASİK OTOMOBİL BİR TUTKUDUR kulüplerden farklı kılan en önemli unsur üyeler arasındaki birliktelik, dayanışma, sevgi ve hoşgörü. -Klasik otomobil ve ralli kelimeleri pek de yan yana gelmez. Nereden çıktı bu ralli fikri? “Ralli” denince ilk akla gelen doğal olarak sürat yarışı oluyor. Ama “Klasik Ralli” çok farklı. Bizim rallilerimizde önemli olan hızlı giderek finişe ilk girmek değil. Aksine çok dikkatli gitmek, rallilerimizdeki özel etaplarda verilen ve 50’yi aşmayan ortalama hız sınırlamalarına uymak zorunluluğu var. Bu nedenle klasik otomobil yarışlarımız daha çok düşük hız, yoğun dikkat ve ince hesap işi. Yine de bu kadar değerli Mini Cooper Örneğin en son düzenlenen 19-20 Nisan Bahar Rallisi’ne 96 otomobil katıldı. Gezi kategorisinde katılan altı otomobili saymazsak en yaşlısı 1929, en genci 1981 modeldi. Her yıl bu sayı artıyor. Bunun dışında belirli zamanlarda kulüp üyeleriyle bir araya gelerek sohbet ve eğlence aktiviteleri düzenliyor ve böylelikle kulüp enerjisini ve birlikteliğini koruyoruz. Kulübümüzü diğer Chevy Stingray Dünya’da Klasik Otomobil Tutkusu -Klasik otomobille ilgili önemli koleksiyona sahip olanlar var mı Türkiye'de? sayısı olarak değil, ancak kültürün bir parçası olması, araçları koruma, bakım, onarım ve değer katma olarak bakarsak İngiltere başı çekiyor. Üyelerimiz arasında klasik otomobil Arkasından ABD geliyor. Avrupa’da müzesi olan, bu hobiyi uluslararası da çok koleksiyoner ve çok sayıda düzeyde kabul gören koleksiyonerlik klasik sever var. Bildiğiniz gibi rejim seviyesine taşıyan üyelerimiz var. sebebiyle Küba’da da hatırı sayılır Örneğin Arsay Müzesi, Ataman miktarda klasik otomobil var. Tabi bu Müzesi, Artam Müzesi İstanbul’da araçların kondisyonu Avrupa ve ABD bulunan ve üyemiz olan klasik ile kıyaslandığında oldukça kötü, ama otomobil koleksiyonerlerinden birkaçı. adet olarak çoklar. Güney Amerika Bunlar dışında gene üyemiz olan ülkelerinde, bazı Afrika ülkeleri ve Özgörkey ailesinin İzmir’de klasik Avustralya’da da çok sayıda klasik otomobil müzesi mevcut. Ayrıca otomobil var. Avrupa ve ABD’de Ankara’da, Bursa’da ve gene İstanbul’da klasiklere ilgi göstermenin dışında müze kuracak kadar olmasa da 15-20 çok ciddi bir bakım-onarım, hatta 30’a yakın klasik aracı olan restorasyon kültürü ve yedek parça üyelerimiz de var. Bu üyelerimiz üretimi de mevcut. Ülkemizde araçlarını kendi özel garajlarında maalesef özellikle restorasyon koruyorlar. konusunda çok sıkıntı yaşanıyor. Bizde 1940 öncesi çalışır durumda -Dünyadaki klasik otomobil modellere rastlamak çok zorken koleksiyonerliği, tutkusuyla Türkiye'dekini kıyaslamanızı istesem? İngiltere ve bazı Avrupa ülkelerinde sadece 1940 öncesi modellerin Dünya derken birkaç farklı gösterileri, özel yarışlar ve hatta bu coğrafyadan bahsetmek daha doğru araçlarla kıtalar arası yarışlar bile olur. Klasik otomobil konusunda, araç düzenleniyor. 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 31 Shelby Cobra İlgilisine Gezilecek Birkaç Müze -Ural Ataman Klasik Otomobil Müzesi: Her biri otomobil tarihinde kilometre taşı olmuş klasiklerle dolu olan müzede 1920-1970 arası döneme ait 60'ın üzerinde otomobil sergileniyor. Neon lambalardan benzin pompalarına, nostaljik kamyonlardan bisikletlere kadar müzede klasik pek çok farklı modelde aracı görme şansınız var. Sarıyer’deki müze, sadece cumartesileri 11.00-18.00 arasında açık. Telefon: (212) 299 45 39 -Mehmet Arsay Klasik Otomobil Müzesi: Bir otomobil sevdalısı olan Mehmet Arsay'ın Halkalı'daki müzesi, ziyaretçilerini tarihte bir yolculuğa çıkarıyor. Bu bir aile müzesi. Mehmet Arsay’ın ölümünden sonra, otomobillere onun kadar tutkulu olan eşi Meryem, kızı Mine, oğlu Cengiz tarafından geliştirilmiş. Müzede çalışan altı usta çoğu yurtdışından getirilen klasikleri aslına uygun restore ediyor. 1886 Benz, 1899 model Decouvelle'den 1979 model Porsche'ye kadar değişik markaların, bugün artık üretilmeyen otomobillerin bulunduğu müzenin ilk katında 1940 yılına kadar üretilen otomobiller üst kattaysa bu tarihten itibaren üretilen pek çoğu Amerikan ve spor modeller bulunuyor. Çarşamba ve pazar günleri ücretsiz olarak gezme şansınız var. Tel: (212) 5484000 arabaların rallide yer alması izleyenlerin yüreklerini hoplatıyor. Zaman zaman yolların durumundan kaynaklanan sıkıntılar yaşanabiliyor. Örneğin çukurlar, stabilize yollar ya da köy yollarında karşımıza çıkan büyük baş hayvan sürüleri bizler için en büyük risk. -Klasik Otomobil Kulübü'nün hedefi nedir? Öncelikli hedefimiz ülkemizde klasik otomobil ilgisinin ve sevgisinin yayılmasını ve artmasını sağlamak. Bunun için ralliler, klasik otomobil tanıtımına yönelik etkinlikler düzenliyoruz, otomotiv sporları programlarında yer alıyoruz, zaman zaman klasiklerimizden bazılarını halka açık yerlerde, örneğin bir alışveriş merkezinin avlusunda, sergiliyoruz ve büyük ilgi görüyor. Sosyal medyada da yer alıyoruz ve çok ilgi görüyoruz. Bir diğer hedefimizse klasik otomobilin bir değer olduğunu, yatırım aracı olarak da kullanılabileceği görüşünü yaygınlaştırmak. Böylece araçlara daha fazla özen gösterilmesini ve daha iyi korunmalarını sağlamak. Kasabalarımızda ve köylerimizde “döküntü” olarak adlandırılan ve duvar dibine terk edilen birçok eski araca rastlıyoruz. Bırakın köyleri, geçen seneye kadar Levent’te villaların arasındaki sokaklardan birisinde bile çürümeye terk edilmiş 1960’lardan kalma bir Mercedes Benz vardı. Araç o haliyle elbette hurda ama restore edilse 5060 bin dolara alıcı bulabiliyor. Bunların hepsi aslında milli servetimizin de bir parçası. Bir diğer hedefimiz de klasik otomobillerin aynı zamanda milli değer olarak kabul edilmesini ve devlet tarafından da farklı kategoride değerlendirilerek koruma, bakım ve onarımlarını teşvik edecek bir sistemin getirilmesini sağlamak. n -Rahmi M. Koç Müzesi: Türkiye'nin ilk ve en büyük sanayi müzesi. Türkiye'de ve dünyada sanayinin ilk günlerinden bugüne kadar kullanılan pek çok makine ve teçhizatı müzede geçirme şansına sahipsiniz. Burası aynı zamanda denizaltısı, uçağı, traktörleri ve geniş bir otomobil koleksiyonu da olan bir müze. 40’tan fazla otomobil sergileniyor. Ayrıca on motosiklet ve iki antika bisiklet de sergilenenler arasında. Dünyadaki ilk ticari taşıtları da yine Rahmi Koç Müzesi'nde görme şansına sahipsiniz. -Sabri Artam Vakfı Otomobil Müzesi: Kapılarını 1998’de ziyarete açan müzede hepsi birbirinden kıymetli 150’den fazla araç sergileniyor. Bu araçlar aynı zamanda sahip oldukları özelliklerle de ilgi çekici noktadalar. Mustafa Kemal Atatürk'ün kullandığı bir oromobil, İran şahının Rolls Royce'u bu müzede sergileniyor. Çengelköy’deki müze haftanın altı günü ziyarete açık. MESA VE YAŞAM 3 1 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 32 MESAJANDA MesAjanda The Seed’de Beethoven ve Chopin melodileri 5 HAZİRAN Ukrayna asıllı genç Alman piyanist Alexej Gorlatch, İstanbul Resitalleri kapsamında, 5 Haziran’da saat 20.00’de, Sakıp Sabancı Müzesi The Seed’de olacak. Carnegie Hall (New York), Wigmore Hall (Londra), Salle Cortot (Paris) ve Kioi Hall (Tokyo) gibi prestijli salonlarda resitaller veren sanatçı İstanbul’daki resitalinde; Beethoven, Schubert ve Chopin’in eserlerini yorumlayacak. (Biletix: 0 216 556 98 00) N 3-17 HAZİRA 5.Uluslararası İstanbul Opera Festivali 3-17 Haziran tarihleri arasında gerçekleşecek olan 5. Uluslararası İstanbul Opera Festivali, İstanbullu sanatseverlere opera şöleni yaşatmaya hazırlanıyor… Ankara’da “Ferhangi” bir gün 6 HAZİRAN Ferhan Şensoy, tek kişilik gösterisi “Ferhangi Şeyler” ile 6 Haziran'da Ankara Devlet Tiyatrosu Şinasi Sahnesi'nde olacak. Saat 20.30’da başlayacak gösteri, Şensoy'un 7 Mart 1987'den beri aralıksız oynadığı ve gündelik herhangi olayların “Ferhanca” bir mizah penceresinden değerlendirilmesi. İzlemediyseniz kaçırmayın! (Biletix: 0 216 556 98 00) Festival, 3 Haziran’da Zorlu Center PSM’de Ankara Devlet Opera ve Balesi yapımı, G. Verdi’nin ünlü operası “Attila” ile seyirciyi selamlayacak. 6 Haziran’da ise İstanbul Devlet Opera ve Balesi, G.Rossini’nin “II. Mehmet” operasını sahneleyecek. 9-10 Haziran’da, Samsun Devlet Opera ve Balesi, “Saraydan Kız Kaçırma” operasını İstanbul Arkeoloji Müzeleri Bahçesi’nde sahneleyecek. Festival seyircisi, Avrupa’nın Türk - Osmanlı kültürel etkilenmelerinin izlerini 14-15 Haziran tarihlerinde, Kadıköy Süreyya Operası’ndaki C.W.Gluck’un “Beklenmedik Karşılaşma” adlı operasında yakalayacak. Cemal Reşit Rey’in ölümsüz eseri “Lüküs Hayat” müzikali ise 15-16 Haziran tarihlerinde, Mersin Devlet Opera ve Balesi tarafından, Bakırköy Leyla Gencer Opera Sahnesi’nde sahnelenecek. Festival, 17 Haziran’daki kapanış gecesinde ünlü bariton Dmitri Hvorostovsky’i Zorlu Center PSM’de ağırlayacak. (Biletix: 0 216 556 98 00) İlham İzmir’den… ’a kadar 7 HAZİRAN İzmir’den ilham alan sanatçıların eserlerini barındıran “Kent/Mekan/Süreç: İzmir’de Biçimlenen Resim Sanatına Dönemsel Bir Bakış” başlıklı sergi 7 Haziran’a kadar İş Sanat İzmir Galerisi’nde. Türkiye İş Bankası Koleksiyonu’nun yanı sıra İzmir’deki koleksiyonerlerden derlenen sergide Nazmi Çekli, Naci Kalmukoğlu, İbrahim Safi, Celal Uzel, Abidin Elderoğlu, Vedat Mavitan, Fahir Aksoy, Fatma Eye, Turgut Pura, Şeref Bigalı, Cavit Atmaca, Güven Zeyrek, Bilal Erdoğan, Adem Genç, Halil Akdeniz, Cuma Ocaklı’nın da aralarında bulunduğu pek çok ressama ait 44 eser izleyiciyle buluşuyor. (0 232 482 09 39) 3 2 MESA VE YAŞAM Aya İrini’de yıldızlar geçidi 13 HAZİRAN Varşova Filarmoni Korosu, Andres Mustonen şefliğinde, 42. İstanbul Müzik Festivali kapsamında 13 Haziran'da Aya İrini Müzesi'nde konser verecek. Kuşağının en ilginç bestecilerinden biri olan Raskatov'un eserlerine ayrılan konserde, festivalin yıldız besteciye sipariş ettiği eserin dünya prömiyeri de yapılacak. Konserin solisti ise "viyolanın hayatı ve ruhu" olarak tanımlanan büyük virtüöz Yuri Bashmet. (Biletix: 0 216 556 98 00) 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:35 Page 33 18 HAZİRAN Burak Sergen Adolf ile Ege’de Pip Utton’un yazdığı, Özcan Özer’in dilimize çevirdiği, Hitler’in Berlin’deki sığınağında geçirdiği son 12 saatini konu alan, Burak Sergen’in tek kişilik sahnelediği “Adolf ”, 18 Haziran, saat 21.00’de, Bostanlı Suat Taşer Açıkhava Tiyatrosu’nda izlenebilecek. Rejisini Levent Özdilek’in, ışık tasarımını Akın Yılmaz’ın, kostüm tasarımını ise Hatice Kübra Erişir’in yaptığı oyun, 13. Direklerarası Seyirci Ödülleri’nde ‘en iyi tek kişilik prodüksiyon” ödülünün de sahibi. (Biletix: 0 216 556 98 00) 15 TEMMUZ Sahnede bir efsane Rock müzik efsanesi Neil Young, İstanbul'daki ilk konserini 15 Temmuz'da 21.30’da KüçükÇiftlik Park’ta verecek. İKSV’nin konuk ettiği sanatçı, Crazy Horse grubuyla birlikte çıkacağı İstanbul sahnesinde yüksek perdeli tenor sesi ve elektro gitardaki kendine özgü stiliyle boy gösterecek. Kariyeri boyunca muhalif, barış yanlısı ve çevreci tutumundan ödün vermeyen Young’ın 1970'lerden günümüze yayınladığı 50 albümden şarkıları dinlemek için... (Biletix: 0 216 556 98 00) S 11 AĞUSTO 1 TEMMUZ- Sanat uzun, hayat kısa! Sanatın farklı dallarını meraklılarıyla bir araya getiren Enka Kültür Sanat Buluşmaları, 26. yaşını kutluyor. Bu yıl “sanat uzun hayat kısa” sloganıyla yola devam eden etkinlikler, tiyatrodan konsere ve sinemaya değin yine rengârenk bir programla karşımızda! 1 Temmuz -11 Ağustos tarihleri arasında gerçekleşecek buluşmanın etkinliklerinden biri dünyaca ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say’ın, Mozart, Chopin, Beethoven gibi klasik müziğin usta bestecilerin eserlerinin yanı sıra kendi bestelerinin de yer aldığı bir resital sunacak olması. 10 Temmuz’da Enka Sahnesi’nde gerçekleşecek konser saat 21.15’te başlayacak. (0 212 705 60 00) UZ 1-16 TEMM İstanbul’da caz molası! 21. İstanbul Caz Festivali 1 Temmuz’dan 16 Temmuz’a kadar İstanbul'un 13 farklı mekânında, 200'ün üzerinde sanatçıyı ağırlayacak. Açılış startının 1 Temmuz'da verileceği festivalin öne çıkanları ise şöyle: Zülfü Livaneli, Mevlana Celaleddin Rumi'nin şiirlerini bestelediği yeni eseri "Rumi Suite-The Eternal Day"in Türkiye prömiyerini 2 Temmuz'da Sepetçiler Kasrı’nda yapacak. Usta caz piyanisti Brad Mehldau ile Phronesis, “Mehliana" adlı projeleriyle Haliç Kongre Merkezi'nde 8 Temmuz’da, House dizisindeki Doktor House karakteriyle tanınan Hugh Laurie ise The Copper Bottom Band ile 9 Temmuz'da Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi'nde olacak. 16 Temmuz’da Boğaziçi Üniversitesi’ndeki “Ustalarla Buluşma” serisinde ise Azerbaycanlı besteci ve piyanist Salman Gambarov’a, ünlü caz vokalisti Yıldız İbrahimova, Şenova Ülker ile usta udcu Fatih Ahıskalı eşlik edecek. Tüm konserler 21.30’da başlıyor. (Biletix: 0 216 556 98 00) Picasso'nun evinden Ankara'ya Z’a kadar 20 TEMMU 20. yüzyıl sanatının büyük ismi İspanyol ressam Pablo Picasso’nun Ankara ’daki ilk sergisi 20 Temmuz’a kadar CerModern’de izleyicisiyle buluşuyor. Pera Müzesi'nden CerModern'e taşınan 'Picasso: Doğduğu Evden Gravürler ve Seramikler' sergisi, eserlerinin yanı sıra kişisel eşyalarına da yer vererek Picasso'ya bir insan olarak nüfuz etmeyi mümkün kılıyor. Picasso’nun Malaga’daki evinden seçilen 56’sı gravür, 8’i seramik 64 eserin yer aldığı sergide, sevgilisi François Gilot’yu ve iki çocuğunu tasvir eden gravürleri de var. (0 312 310 00 00) Farklı bir Metallica deneyimi 13 TEMMUZ Metallica, özel bir konserle 13 Temmuz’da İstanbul'daki hayranlarıyla buluşacak. Topluluk, “Metallica By Request” projesiyle İTÜ Stadyumu’nda interaktif bir konser deneyimi yaşatacak. Konserde çalınacak şarkıları oylama hakkına sahip olacak ve Metallica'nın 30 yılı aşkın süredir kaydettiği 140'dan fazla parça ile rüyalarını süsleyen şarkı listesini oluşturabilecek seyirciden en çok oyu alan 17 şarkıyı seslendirecek topluluk, 18. şarkıyı ise kendileri kaydettikleri yeni parçalar arasından seçecek. (Biletix: 0 216 556 98 00) MESA VE YAŞAM 3 3 66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:35 Page 34 MESAJANDA Bob Dylan yine yürekten sarsacak 15 MAYIS Saat: 20.00 G rammy ödüllü efsane isim Bob Dylan, 20 Haziran'da bir kez daha İstanbul'daki hayranlarıyla buluşuyor. Kentin yeni etkinlik mekânlarından Black Box’ta gerçekleşecek Pozitif yapımı konser, saat 20.00’de başlayacak. Türkiye’de ilk kez 1989 yazında Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda konser veren Dylan, tam 21 sene sonra 2010 Mayısı’nda bir kez daha İstanbul’a konuk olmuştu. Gerçek ismi Robert Zimmerman’ı değiştirerek, onu en çok etkileyen ünlü Amerikalı şair Dylan Thomas’ın ilk ismini alan Dylan, sansasyonel hayat tarzı, dönem dönem değişen farklı kişilikleri, muhalif duruşu ve devrimci dünya görüşüyle asla 3 4 MESA VE YAŞAM yeri doldurulmayacak bir sanatçı. 1960’lardan günümüze insanları yürekten sarsan ve her zaman farklı bir açıdan bakmaya davet eden şarkı sözleriyle milyonlarca hayranının kalbini kazanan sanatçı, karşı duruşunu müziğine bolca yansıtarak kitleleri etkiledi. Dylan, 1960’ların başkaldırı hareketlerinin de en önemli simgelerinden biriydi. İlk olarak Woodie Guthrie ve blues ustası Robert Johson’dan oldukça etkilenen Dylan, özellikle birçok değişim dalgasına tanık olan 60’lı yıllarda kendine özgü şarkı sözü teknikleriyle tüm dünyada büyük bir etki yarattı. Her parçasında şair kimliğini öne çıkaran Dylan, akustik olarak başladığı müzik anlayışından daha sert bir rock tarzına geçti, ama onu Bob Dylan yapan folk köklerinden de asla uzaklaşmadı. Bu dönemde çıkardığı üçleme albümü 'Bringing It All Back Home', 'Highway 61 Revisited' ve 'Blonde on Blonde' albümleriyle adeta müzik dünyasında bir şok etkisi yaratan Amerikalı müzisyen, müziğine ve sözlerine Beat şiirlerini, sürrealizmi ve Dada akımını da katarak müzik ve sanat dünyasını asla geri dönülmeyecek bir yola soktu ve kökten bir değişimi başlattı. Sofistike ve akılcı şarkı sözleri, bunlara eşlik eden folk ve rock melodileriyle tüm zamanların en büyük sanatçısı olarak gösterilen Dylan, şimdiye kadar John Lennon’dan, Neil Young’a, David Bowie’den Nick Cave’e tüm büyük sanatçılar için hem bir model hem de yeri değiştirilemez bir ilham kaynağı oldu. (Biletix: 0 216 556 98 00) KAPAK:Layout 1 28/05/14 09:50 Page 1 Yaşam ve BÜROLAR TÜRKİYE ANKARA Mesa Plaza, Koru Sitesi, Ihlamur Caddesi 2, Çayyolu, 06810 Ankara Tel: (90.312) 291 5000 (pbx) Faks: (90.312) 240 0999 E-posta: [email protected] www.mesa.com.tr İSTANBUL İSTANBUL BÖLGE Kuzguncuk Mah. Abdullahağa Cad. Cemil Molla Köşkü No: 23 Kuzguncuk-İstanbul Tel: (90.216) 532 3333-34-38 Faks: (90.216) 532 3332 E-posta: [email protected] www.mesa.com.tr LİBYA TRİPOLİ Near by gobop Market EL-SAYAHİYE Tel - Faks: (+218)21 4843217 E-posta: [email protected] www.mesa.com.tr SUUDİ ARABİSTAN CIDDE MESA SAUDI ARABIA LLC Arabian Business Center Building Floor 5 Office No.506, WALY AL-AHD Str. Tariq Bin Ziyad Square, P.O.Box 7413 Jeddah 21461 Tel: +966 2 614 30 92 Faks: +966 2 614 30 93 mesasaudiarabia @mesa.com.tr www.mesa.com.tr SATIŞ OFİSLERİ ANKARA MERKEZ SATIŞ OFİSİ Mesa Plaza, Koru Sitesi, Ihlamur Caddesi 2, Çayyolu, 06810 Ankara Tel: (90.312) 291 5000 (pbx) Faks: (90.312) 240 14 36 E-posta: [email protected] www.mesa.com.tr PARKORAN KONUTLARI SATIŞ OFİSİ Eski TBMM Lojmanları , Oran- Ankara Tel: (90.312) 490 81 81 (pbx) Tel - Faks : (90.312) 490 75 55 E-posta: [email protected] www.parkoran.com ALMANYA BERLİN ALMES GmbH Quarzweg 89 12349 Berlin-Germany Tel: (49) 30 70 17 87 57 Faks: (49) 30 70 17 87 58 E-posta: [email protected] www.mesa.com.tr RUSYA MOSKOVA MESA LTD / MOSCOW Sadovnicheskaya ul. 35-37/2, 115035 Moskova- RUSYA FEDERASYONU (THE RUSSIAN FEDERATION) Tel: +7 (495) 937 4860 Faks: +7 (495) 937 4917 E-posta: [email protected] www.mesa.com.tr KAZAKİSTAN ALMATY MESCO INTERNATIONAL CONSTRUCTION LLC 050004 Kazakhstan Almaty City Medeu Kazybek-Bi Str.No:22 Office:211-KAZAKİSTAN (KAZAKHSTAN) Tel: (+7) 352 72 27 Faks: (+7) 266 90 02 KAZAKİSTAN ALMATY MESA - CASPIAN LLC 050056 Kazakhstan Almaty City Turksibski Syunbaya Str.No:211 Office:3/2 KAZAKİSTAN (KAZAKHSTAN) Tel: (+7-27) 279 56 40 Faks: (+7-27) 232 73 39 www.mesa.com.tr İSTANBUL ÇAMLICA’DA MESA SATIŞ OFİSİ Kısıklı Mah.,Bağlar Yolu Cad., Deva Sok.,No:4 Üsküdar-İstanbul Tel: (90.216) 402 11 15 Faks: (90.216) 402 11 16 E-posta: [email protected] www.mesacamlica.com TEMA İSTANBUL SATIŞ OFİSİ Atakent Özel Proje Alanındaki Doğa ve Eğlence Parkı TEM Otoyolu Güney Yan Yol Üzeri 842 Ada Atakent-Halkalı-İstanbul Tel: (90.212) 970 00 00 Faks: (90.212) 970 00 01 www.temaistanbul.com MESA KARTALL SATIŞ OFİSİ Cumhuriyet Mah.Mermer Sok.No:16, Kurfalı Yakacık Yanyol,34876 Kartal-İstanbul Tel: (90.216) 451 93 70-71-72 Faks: (90.216) 451 9373 E-posta: [email protected] www.mesakartall.com PAPİRUS PLAZA SATIŞ OFİSİ Merkez Mah. Ayazma Yolu Cad. No: 37 Kağıthane-İstanbul Tel: (90.212) 294 9999-05-06 Faks: (90.212) 294 9991 E-posta: [email protected] www.papirusplaza.com KARTAL SAHİLL SATIŞ OFİSİ Cumhuriyet Mah.Mermer Sok.No:14, Kurfalı Yakacık Yanyol,34876 Kartal-İstanbul Tel: (90.216) 451 93 70-71-72 Faks: (90.216) 451 9373 E-posta: [email protected] www.mesakartalsahil.com MESA-NUROL BAHÇEŞEHİR EVLERİ SATIŞ OFİSİ Gölet Mevkii, Bahçeşehir-İstanbul Tel: (90.212) 669 06 00 Faks: (90.212) 669 06 10 www.mesa-nurol.com İZMİR MESA URLA EVLERİ SATIŞ OFİSİ Mesa Urla Evleri, Kekliktepe PK.37-İzmir Tel: (90.232) 761 02 01-02 Faks: (90.232) 761 02 03 E-posta: [email protected] www.mesaurlaevleri.com
© Copyright 2024 Paperzz