100 Yaşında... Zeliha Berksoy Yazı Nasıl Karşılardı?

Yasam
KAPAK:Layout 1 28/05/14 09:51 Page 2
ve
HAZİRAN / TEMMUZ / AĞUSTOS 2014
3 AYDA BİR YAYINLANIR
SAYI 66
Türkiye sineması
100 Yaşında...
Nazan ÖZCAN
Tosca ile doğan
Zeliha Berksoy
Çiğdem ÖZTÜRK
İstanbul
Yazı Nasıl Karşılardı?
Gökhan AKÇURA
KAPAK:Layout 1 28/05/14 09:51 Page 3
Yaşam
MESA ve
MESA DOSTLARINA ÜCRETSİZ GÖNDERİLİR.
Mesa dostlarına
merhaba
Türkiye sineması
TÜRKİYE SİNEMASI 100 YAŞINDA
100 yaşında ve şahane
Hep rahmetle andığımız büyük sinema tarihçisi Nijat Özön Türk Sineması’nı 14 Kasım 1914
tarihinde, geçmişteki Rus-Türk savaşı sırasında İstanbul’a dek gelen Rus güçlerinin Ayestefanos
(bugünkü Yeşilköy) semtine diktikleri ‘Rus Abidesi’nin vatansever teğmen Bahri Doğanay ve
askerleri tarafından dinamitle havaya uçurulması ve bunun yedek subay sinemacı Fuat Uzkınay
tarafından filme alınması”yla başlatıyor.
Yaz sıcağı kalbinizi de ısıtsın
MESA Mesken Sanayii A.Ş. adına sahibi
Erhan Boysanoğlu
Yazı İşleri Yönetmeni
Aslı Tokatlı
Yayın Kurulu
Ayşe Kandar, Aslı Tokatlı,
Uğur Büke
Yayın Hazırlığı:
Büke Yayıncılık
Bilimkent Sitesi No:14
Avdan Köyü / Bolu
Tel: 0374 235 33 80
e-mail: [email protected]
Tasarım
Hazan Koltuk
Yazışma Adresi:
MESA Mesken Sanayii A.Ş.
MESA Plaza, Koru Sitesi Ihlamur Cad. No:2
Çayyolu 06810 Ankara
Tel: (0312) 291 50 00 Faks: (0312) 240 09 99
Y
ıl 2004, aylardan Temmuz.
Çek Cumhuriyeti’nin Karlovy
Vary Film Festivali’ndeyiz.
Yıllar önce temiz kopyasını
Beyoğlu Sineması’nda seyrettiğim şahane
‘Yol’ filminin gösteriminden yine tokat
yemiş gibi çıkıyorum. Tokatın ağırlığını
sonra hissederim diyerek, dünyanın her
yerinden gelen seyircilerin salondan
çıkışlarına bakıyorum. Benim
topraklarımın hikâyesi bana mı ağır
geldi, yoksa yedi kat yabancı da aynı
şeyleri mi hissediyor, onun peşindeyim.
Sinemanın kapısından çıkanların gözleri
dolu dolu, herkes etkilenmiş, aralarından
ağlayanlar da var. Ağlayanlardan birine
yaklaşıyorum, neden ağladığını
soruyorum. “Seyit Ali’yle Zine” diyor
duruyor: “İsimleri doğru söylüyorum
değil mi?” “Ne kadar ağır bir hikâyeydi o,
çok çarptı beni. Tokat yemiş gibi oldum”
diyor. Polonyalı bir sinemaseverle o an
sinema kardeşi oluyoruz, duygu kardeşi.
O yıl Ankara Sinema Derneği’nin
akademisyen, eleştirmen, yönetmen,
oyuncu gibi sinemayla yakından
ilgilenen 400’e yakın kişiyle yaptığı anket
sonucu belirlenen Türk sinemasının en
iyi 10 filmi Karlovy Vary’de
gösteriliyordu: Yol’, ‘Umut’, ‘Sürü’,
‘Muhsin Bey’, ‘Masumiyet’, ‘Selvi Boylum
Al Yazmalım’, ‘Anayurt Oteli’, ‘Susuz Yaz’,
‘Gelin’ ve ‘Uzak’. Hepsinde salonlar dolu
doluydu, sinemaseverler yine ağır
çıkıyordu sinemalardan. Türkiye’den
gelenlerde, hem bir hüzün hem de içten
içe gurur ve mutluluk var. Bütün filmler
beğeniliyor! Sinemamızın unutulmazları,
bizden başkalarının kafasına da kazınıyor
diye. Ve elbette, o zamanlar ha öldü, ha
ölüyor diye durmadan konuşulan
Türkiye sinemasının aslında biraz
hırpalanmış da olsa, ayakta olduğunu ve
yaşayacağını gördüğümüz için. 2004,
90. yılıydı Türk sinemasının. 2014 ise
100. yaşı demek! 100 yaş, bir asır yani,
az değil!
“Eski yazarlar da baharın keyfini çıkaramadıklarından yakınırlar.
Örneğin, 1930’lardaki bir Mayıs yazısı şöyle başlar: ‘İstanbul
ilkbaharı kararsız geçiyor. Hava bir açıyor, bir kapıyor ve kışta mı, yazda
mı olduğumuzu anlayamadan yaz sıcaklarına giriyoruz.’” Gökhan
Akçura bu sayıdaki yazısına böyle başlıyor. Yapılan tespit taa
30’lardan. Bakın bakalım bugünlerle bir fark var mı? Dergimiz
yayına hazırlanırken şakır şakır yağmur altındaydık. Baharın
bereketidir, sevinmediğimiz de sanılmasın, yağmur iyidir. Ayrıca
romantiktir de! Yağmur altında ıslanan çocukların çığlıkları,
sevgililerin umarsızlığı, eve varılınca içilen koca bir bardak çay,
kuru giysiler... Evet evet yağmur güzeldir. Ama neticede bir o
kadar güzel olan yaza da girmek üzereyiz. Gökhan Akçura da o
nedenle, mutlulukla okuyacağınız bir “Osmanlı yazı nasıl
karşılardı?” yazısı yazmış. Şöyle
diyor: “Osmanlı İmparatorluğu
döneminde yazlıkların en makbulü
İstanbul
Nazan ÖZCAN
Boğaziçi yalılarıydı. Şehirden bahar
Yazı Nasıl Karşılardı?
sonu buralara, oldukça zahmetli
S8
biçimde taşınılırdı. Cumhuriyet
döneminde, biraz da ulaşım
İ
araçlarının gelişmesi sayesinde bu göç
daha kolaylaştı. Artık moda Adalar
ve Suadiye’ye kadar Kadıköy
sahilleriydi. O zamanlar İstanbullu,
Atıf Yılmaz
Marmaris’i, Bodrum’u bilmezdi.
Bilmesine de gerek yoktu. Şehrin dört bir
yanı sayfiye sayılırdı.” Ayrıca hâlâ tatil
B
planlarının içine Adalar’ı rahatlıkla
alabilirsiniz.
8
Osmanlı İmparatorluğu döneminde yazlıkların en makbulü Boğaziçi yalılarıydı. Şehirden
bahar sonu buralara, oldukça zahmetli biçimde taşınılırdı. Cumhuriyet döneminde, biraz
da ulaşım araçlarının gelişmesi sayesinde bu göç daha kolaylaştı. Artık moda Adalar ve
Suadiye’ye kadar Kadıköy sahilleriydi. O zamanlar İstanbullu Marmaris’i, Bodrum’u
bilmezdi. Bilmesine de gerek yoktu. Şehrin dört bir yanı sayfiye sayılırdı.
Gökhan AKÇURA
stanbul’da bahar kısa sürer,
doyamadan yaza girilir. Bu konuda
atasözleri bile uydurulmuş. Sermet
Muhtar Alus, “İstanbul’un kışı yaza
doğrudur,” diye en anlamlısını önümüze
sürer.1 Eski yazarlar da baharın keyfini
çıkaramadıklarından yakınırlar. Örneğin,
1930’lardaki bir Mayıs yazısı şöyle başlar:
“İstanbul ilkbaharı kararsız geçiyor. Hava
bir açıyor, bir kapıyor ve kışta mı, yazda mı
olduğumuzu anlayamadan yaz sıcaklarına
giriyoruz.” O günden bugüne değişen bir
şey yok görüldüğü gibi…
Türk sinema tarihini, İstanbul’a dek gelen Rus güçlerinin Ayestefanos (bugünkü Yeşilköy)
semtine diktikleri Rus Abidesi’nin teğmen Bahri Doğanay ve askerleri tarafından dinamitle
havaya uçurulması ve bunun yedek subay sinemacı Fuat Uzkınay tarafından filme
alınmasıyla başlatabiliriz.
MESA VE YAŞAM
Türkiye Sineması
100 yaşında ve
şahane
İSTANBUL YAZI NASIL KARŞILARDI?
Peki, bahar ne zaman bitip de yaz başlar? Bu
soruya, elli yıl önce Ahmet Hamdi Tanpınar
e-mail: [email protected]
www.mesa.com.tr
Nazan ÖZCAN
.
şöyle cevap verir: Yaz, kirazın çıkması,
uçurtmaların seyrekleşmesi ve yoğurtçu
seslerinin azalmasıyla boy gösterir.2 Biz de
bu yazımızda baharla yaz arasındaki en
önemli duraklardan biri olan “yazlığa geçiş”
konusu üzerinde duracağız. Osmanlı’dan
Cumhuriyet’in ellili yıllarına kadar uzanan
bir zaman diliminden söz edeceğiz…
Yalıya Göç
Eski dönemlerde yazlığa çıkış Nisan
ayından itibaren başlardı. “Boğaziçi’nde
yalıları; Çamlıca, Haydarpaşa’dan Pendik’e
kadar uzayan demiryolu boyunca köşkleri
bulunan zenginler, paşalar, molla beyler,
ATIF YILMAZ
Memleket sinemasının yüz yılının yarısına alınterini akıtan Atıf Yılmaz, Yeşilçam ekolünün
kurucularındandı. Lütfi Akad, Osman Seden, Metin Erksan, Memduh Ün ve Halit Refiğ’yle
birlikte, bu ticari ekole birer sanatçı dokunuşu armağan edenler listesinin başlarındaydı.
Derya BENGİ
eyoğlu’ndan Dolapdere’ye kadar
uzanan Sakız Ağacı Caddesi’nin
bir kısmı birkaç yıldır Atıf Yılmaz
Caddesi diye anılıyor. Bu isim
değişikliği, 2006’da kaybettiğimiz usta
yönetmene bir vefa işareti olmanın yanı
sıra, küçük bir sinema şakası, hatta adeta
bilinçaltı bir mecaz barındırıyor. Bilindiği
üzere, filmcilik tarihimize 1950’lerden
itibaren ismini bağışlayan Yeşilçam Sokağı,
minik, daracık, kıvrımlı bir geçit kimliği
taşırken, hemen yakınında, az ötede, ona
paralel uzanan Sakız Ağacı ya da Atıf
Yılmaz Caddesi, Tarlabaşı Bulvarı’na
1900’lerin başında Rumelihisarı ve yalıları.
4
MESA VE YAŞAM
Tatil için valizler hazırlanırken,
elbette tatilde okunacak kitaplar da
yerini alacaktır. Ama nedense, tatil
için “hafif” kitaplar seçilmeye
çalışılır. Bizce bu sene bir değişiklik
Gökhan AKÇURA
yapın ve Cem Erciyes’in bu sayıda
ölümünün ardından gayet güzel bir
S4
yazıyla andığı sevgili Gabo’nun
kitaplarını alın yanınıza. “Hayatın büyüsünü edebiyata dönüştüren yazar”
Gabriel Garcia Marquez’in okuduğunuza sevinç duyacağınız o kadar
çok kitabı var ki: Kırmızı Pazartesi, Yüzyıllık Yalnızlık, Kolera Günlerinde
Aşk, Başkan Babamızın Sonbaharı ya da Albaya Mektup Yok. Tatil ve iyi
kitap, her daim nasip olmayan bir ikili.
kavuşarak genişler, büyür, çoğalır. Tıpkı
Atıf Yılmaz gibi!
Atıf Yılmaz, bir anlamda Yeşilçam’ın ta
kendisidir, ama onun paralelinde ve
ötesinde, çok daha geniş, büyük, çoğul bir
sinemanın serüvencisidir.
Memleket sinemasının yüz yılının yarısına
alınterini akıtan Atıf Yılmaz, Yeşilçam
ekolünün kurucularındandı. Lütfi Akad,
Osman Seden, Metin Erksan, Memduh Ün
ve Halit Refiğ’yle birlikte, bu ticari ekole
birer sanatçı dokunuşu armağan edenler
listesinin başlarındaydı. Akranları sahneyi
Delik Deşik Bir Gemi
Attilâ İlhan “Eski Sinemalar” başlıklı şiirinde
Tarzan’dan korsan gemilerine, Teksas
eşkıyalarından Akdeniz cariyelerine, bir dizi
Hollywood klişesi sıralıyordu. Çünkü
Türkiyeli seyirci için o yıllarda sinema
demek, bol bol ABD, biraz Avrupa, biraz da
Mısır kurdelaları demekti. Türk filmleri
bunlarla boy ölçüşecek nitelikte ve nicelikte
değildi. Anılarında aktardığına göre, Atıf
Yılmaz da çocukluğunun Mersin’inde,
kovboy serileri, Baytekin’ler, Lorel-Hardi’ler,
.
Baskı
Y O R U M BASIN YAYIN SAN. LTD. ŞTİ.
İvedik Organize Sanayi Bölgesi Matbaacılar Sitesi 1341.Cad.
(Eski 35. Cad.) No: 36-38 06370 Yenimahalle-ANKARA
Tel : (0312) 395 21 12
Faks: (0312) 394 11 09
Atıf Yılmaz Batıbeki 9 Aralık 1926’da
Mersin’de doğdu, bu eski Akdeniz şehrinin
kozmopolit ortamında büyüdü. Ne zengin
ne fakir, bir memur çocuğuydu. Arkadaşları
tarafından, ne hikmetse, “Rejisör” lakabıyla
çağrılıyordu. İstanbul’a kapağı attığında lise
çağını geçmişti. Bir süre Hukuk Fakültesi’ne
gitti, ama daha önemlisi, gizlice Akademi’de
resim derslerine devam etti, Nuri İyem’in
atölyesindeki genç ressamların arasına
katıldı. Gözlerini alamadığı sinema
camiasına kolaylıkla, çarçabuk giriverdi.
Yeteneğini tuallerden peliküle taşıdı.
Türkiye’de sinema 40’lı yılların sonlarına
kadar tiyatrocuların tekelindeydi. Haftanın
yedi günü sahne tozu yutanlar, çevrilen tek
tük filmde, kameranın önünde ve arkasında
fazla mesai yapardı. Nöbeti tiyatroculardan
devralıp, yedinci sanata gerçek dilini, gerçek
çehresini kazandırmak, Lütfi Akad, Atıf
Yılmaz gibi henüz 25-30 yaşlarındaki genç
yönetmenlere düştü. “O dönem sokaktan
geçenleri sinemaya almak için kollarından
çektiğimiz bir dönemdi”. diye hatırlıyor Lütfi
Akad, “Sinema bizde hiçbir zaman dışa
kapalı olmamıştır. Yeni gelenler her zaman
bir hoşgeldinle karşılanmıştır”. Nitekim Atıf
Yılmaz’ın kolundan çekenlerden biri de
Lütfi Akad’tı. Hoş, zaten Atıf Yılmaz buna
dünden razıydı. Önce Semih Evin’in
asistanlığını yaptı, sonra 1951’de “Kanlı
Feryat” filmiyle yönetmen koltuğuna
oturdu. Bir daha kalkmamacasına.
İstanbul Yazı
Nasıl Karşılardı?
Bu sayımızda 2014’ü özel kılan durumu da unutmadık. 2014, Türkiye
sinemasının 100. yaşı demek! Ve ne kadar iyi ki, Atilla Dorsay gibi bir
sinema eleştirmeni bunu atlamıyor ve bize 100. yılında 100 Türk
filminin kitabını yazıyor. Nazan Özcan da, Atilla Dorsay’ın kitabını
ve Türkiye sinema tarihinin 100 yılını özetliyor.
yavaş yavaş terkederken, 80’li yıllara denk
gelen ikinci delikanlılığında, özellikle kadın
odaklı filmleriyle genç kuşakların da
kahramanı olmasını bildi.
1 2
MESA VE YAŞAM
Atıf Yılmaz
Derya BENCİ
S.12
Seçilen 100 filmin içinde kesinlikle seyretmelere doyamadığınız
onlarca Türk filmi olduğunu göreceksiniz. Ah bir de eskiden olduğu gibi yazlık sinemalar
olsaydı da, şu 100. yılda o güzelim filmlerin tertemiz kopyalarını o sinemalarda çekirdek
çitleyerek tekrar izleyebilseydik. Nostalji yapmıyoruz, yalnızca Türk filmlerinin ve yazın
insanı mutlu eden yanlarını istiyoruz. Çok şey mi?
KAPAK:Layout 1 28/05/14 09:51 Page 4
could watch once again Atıf
Yılmaz’s films: My Girl with the
Red Scarf, Oh Beautiful
Istanbul, The Sacrifice, Kibar
Feyzo, or A Sip of Love?
No reason not to mention
theater when we’ve touched
upon books and films!
May the summer heat warm
your heart
Is it summer yet?
“Writers of previous decades
complained that they could not
fully enjoy the spring. For
example, an article from the
1930s, written in the month of
May, begins: ‘Spring is hesitant
in Istanbul this year. One
second the sky clears up, the
other it becomes overcast again,
and before we can tell whether
it’s winter or summer we
suddenly find ourselves right in
the heat of summer.’” The
above observation was made
way back in the 1930s. Is it any
different today? As we were
preparing this issue, the rain
was pelting down. Now don’t
go thinking that we’re not
happy about it; rain is nice, it’s
the bounty of spring. And
what’s more, it’s romantic! The
shouts and cries of children
getting soaked under the rain;
the desperation of lovers;
drinking that big cup of tea
once you get home; dry
clothes... But after all, we’re
about to enter summer, which
is just as nice. And so, Gökhan
Akçura has written and article
on “How the Ottomans
welcomed the summer.” We’re
sure you’ll enjoy it: “During the
Ottoman era, the most highly
favored summer houses were
the mansions on the
Bosphorus. At the end of
spring, people would move
from the city to these houses; a
rather toilsome process. During
the Republican era, thanks in
part to the development of
transportation, this migration
became easier. The trend had
shifted to the shores of the
Prince Islands and along the
Kadıköy coast up to Suadiye.
Back then Istanbulites had not
discovered Marmaris or
Bodrum yet. They didn’t need
to. It seems like there were
resorts in the four corners of the
city.” And you can still easily
include the Islands in your
vacation plans.
Lighter ones
Of course, when packing for the
holidays we include books to
read on vacation. But for some
reason, we try to choose
“lighter” books. What say you
do something different this year
and take along books by dear
Gabo, whom Cem Erciyes
commemorates following his
death in a rather beautiful article:
“Gabriel Garcia Marquez, ‘the
author who made literature out
of the magic of life’, has written
so many books which will all
give you joy when you read
them: Chronicles of a Death
Foretold, One Hundred Years of
Solitude, Love in the Time of
Cholera, The Autumn of the
Patriarch, or No One Writes to
the Colonel. Vacation and a
good book are a duo that we do
not often find the opportunity
to enjoy.
100 films for 100th year
We haven’t forgotten to include
in our issue the event that
makes 2014 so special: The
100th anniversary of Turkish
cinema! And it’s a good thing
that a film critic such as Atilla
Dorsay has not overlooked this
and has written a book about
100 Turkish films for its 100th
year. Nazan Özcan gives a
summary of Atilla Dorsay’s
book and of the 100-year
history of Turkish cinema.
You will see that among the
100 films selected are dozens of
Turkish films you’ll never get
enough of watching. If only we
still had the open-air cinemas
like we used to. On this 100th
year we could have watched
those wonderful films again
from clean copies while
munching on sunflower seeds.
We’re not going all nostalgic,
we just want the things in
summer and Turkish movies
that make people happy. Is it
too much to ask?
Founder of the Yeşilçam
School
Speaking of Turkish cinema; no
doubt we have dozens of great
masters who captured their
dreams from behind the camera
and made those dreams our
own. Derya Bengi’s article is
about one of these great
masters: Atıf Yılmaz, who
sweated much blood for half of
the century of Turkish cinema,
is a founder of the Yeşilçam
school. Together with Lütfi
Akad, Osman Seden, Metin
Erksan, Memduh Ün, and Halit
Refiğ, he was at the top of the
list of those who lent an artist’s
touch to this commercial
school.” As we said earlier,
wouldn’t it be nice if there were
an open-air cinema where we
A lifelong achievment
In this issue we’ve also featured
Zeliha Berksoy, who has
received the Lifelong
Achievement Award at the 16th
State Theater-Sabancı
International Adana Theater
Festival. It’s truly fun to read
about a woman who tells her
story as follows: “During my
birth, when my mother
(Semiha Berksoy) started
screaming because of labor
pains, Doctor Eyüp Bey told her
to sing an opera aria. So my
mother started singing Tosca.”
Three Garip Poets
After the theater we go on with
poetry. Vecdi Seviğ writes both
about the city and poetry in
“Ankara through the Footsteps
of Three Garip Poets”: “This
year saw the hundredth
birthday of Orhan Veli Kanık
and Oktay Rifat Horozcu and
the 99th birthday of Melih
Cevdet Anday. All three wrote
their first works in Ankara.”
Those who find Ankara boring
and sterile, take note!
Classic automobiles
Do you like cars? Wait, these
are some awesome cars we’re
speaking of! Take a peak in the
magazine’s pages, you’ll really
love these automobiles and
wish you could hop into one of
them and drive, even if for a
kilometer: Starting with the
“Spring Rally,” one of the rallies
held three times a year by the
Classic Automobile Club, Esra
Açıkgöz has interviewed
Zeynep Tura Kalın, general
secretary and member of the
board of the club, on everything
about classic automobiles. You
will greatly enjoy the stories of
automobiles such as the Classic
Mercedes, Ford, Buick,
Chevrolet, Mercury, Plymouth,
Cadillac, BMW, Alfa Romeo,
Porsche, Doditroen, and Volvo.
Have a great summer and a
wonderful holiday
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:32 Page 3
Memleket sineması denilince, elbette onlarca büyük
ustamız var, kameranın arkasında düşlerini çekip, o düşleri
bizim yapan. Derya Bengi, işte onlardan birini anlatıyor.
Atıf Yılmaz’ı: “Memleket sinemasının yüz yılının yarısına alınterini
akıtan Atıf Yılmaz, Yeşilçam ekolünün kurucularındandı. Lütfi
Akad, Osman Seden, Metin Erksan, Memduh Ün ve Halit
Refiğ’yle birlikte, bu ticari ekole birer sanatçı dokunuşu armağan
edenler listesinin başlarındaydı.” Dedik ya, bir yazlık sinema
olsa, Atıf Yılmaz’ın Selvi Boylum Al Yazmalım’ını, Ah Güzel
İstanbul’unu, Adak’ını, Kibar Feyzo’sunu, Bir Yudum Sevgi’sini
bir kez daha seyretsek, güzel olmaz mı?
Tosca ile doğan
ZELİHA BERKSOY
Zeliha Berksoy
“Benim doğumumda sancı çekerken, annem bağırmaya
başladığı zaman, Doktor Eyüp Bey “bir opera aryası
söyleyin” demiş. Annem de “Tosca”yı söylemeye başlamış.”
Çiğdem ÖZTÜRK
1 6
MESA VE YAŞAM
Tosca ile doğan
Zeliha Berksoy
Çiğdem ÖZTÜRK
S.16
Tiyatroyu da tamamladık ve sırayı şiire veriyoruz. Vecdi
Seviğ, “Üç Garibin izinde Ankara”yı yazıyor. Hem kent var
hem de şiir yani. “Bu yıl doğumlarının yüzüncü yılını kutladığımız
Orhan Veli Kanık ve Oktay Rifat Horozcu ile 99. doğum
yıldönümü geride bıraktığımız Melih Cevdet Anday, ilk eserlerini
Ankara’da verdiler. Birlikte okudular, aynı dergilerde imzaları çıktı,
aynı yerlerde yemek yediler, sohbet ettiler.” Ankara’yı sıkıcı ve
kısır bulanlara duyurulur!
Bir “Tık”la Dünya
BİR “TIK”LA DÜNYA AYAĞINIZIN ALTINDA
Ayağınızın Altında
İnternet hayatlarımızın ayrılmaz bir parçası artık.
Sadece bilgisayar başındayken değil, yolculukta, yatakta, plajda, hatta doğa yolculuğunda bile
ipadlerimiz, cep telefonlarımız sayesinde hep onla birlikte yaşıyoruz. Peki internet hayatımıza nasıl,
ne zaman girdi? Akıllı cep telefonları ne kadar güvenli? İnternet bağımlılığı nedir?
Biz ölümlüyüz ya sanal kimliğimiz? Sosyal medyanın yarar ve zararları neler? Yanıtlar bu yazıda…
Esra AÇIKGÖZ
B
ir gazeteci olarak “onsuz
zamanlar” nasıldı hiç
hatırlamıyorum. Bir isim mi
aklınızı karıştırıyor; bir dakika
içinde hemen yaşamının en derinine kadar
her şeyi seriyor önünüze. Sabah
haberlerinde kaçırdığınız bir konu mu oldu;
anında ulaşıyorsunuz. Bir adres mi
arıyorsunuz; size dünyayı sunuyor. Aklınızı
bir türlü adını çıkaramadığınız bir şarkı mı
kurcalıyor? Çocuk oyuncağı!
Evet, neden bahsettiğimi anlamışsınızdır.
İnternet hayatımızın her alanına sirayet etti
artık. Hele de akıllı cep telefon devriyle.
Dünya üzerindeki sınırlar onunla
silikleştiriyor, sizden kilometrelerce
uzaktaki olayları anında
öğrenebiliyorsunuz, dünya ekonomisinin
gidişatı, yeni yapılmış bir icat; ne ararsanız
size sadece bir “tık” uzakta. Ama aslında
internet hayatımıza gireli çok da olmadı.
1970’te sadece 15 bilgisayarın birbirine bağlı
olduğu bir ağdan ibaret olan internet, 70’li
yılların ortalarına doğru hızlı bir yükselişe
geçti. Ve 1971’de sosyal medyanın kapısını
aralayan ilk adım atıldı. İlk e-mail
programını geliştiren Ray Tomlinson, ilk eposta mesajı attı. Ne mi yazıyordu?
“QWERTYUIOP”. Yani Q klavyenin en
üstteki yan yana harf kombinasyonu.
Böylece dünyanın parlak geleceğine ilk
adımlar atıldı. 80’li yıllarda alan adları
kullanılmaya başlandı. O yıllarda host sayısı
sadece 1000’ken 90’larda bu sayı katlanarak
arttı. İnternetin asıl patlama noktası
kuşkusuz, www (World Wide Web)
deyiminin hayatımıza girmesiyle oldu. Ve
90’ların sonlarına doğru internetteki site
sayısı 10 bine, host sayısı ise üç milyona
ulaştı. Dünya ticaretinde başka bir kapı
aralandı. Hızla bankalar, markalar, alışveriş
merkezleri sanal şubelerini açmaya başladı.
Yepyeni bir pazarlama ve ekonomi anlayışı
doğdu. Birçok insan internet üzerinden
hayatını geçindirmeye başladı. E-Ticaret
siteleri kuruldu çok kısa sürede, bu sitelere
milyon dolarlık yatırımlar yapılmaya
başlandı. Ve tabii insanlığın ilk ortaya çıktığı
andan itibaren hep ihtiyaç duyduğu
sosyallik de internetteki yerini aldı: 955
milyon aktif kullanıcısı ile Facebook bir
ülke olsaydı, Çin ve Hindistan’dan sonra
dünyanın en kalabalık 3. ülkesi olacaktı; 307
milyon üyesi ile YouTube da öyle!
İnternet hızlı bir şekilde yaygınlaşarak
alışverişten ticarete, bilimsel
araştırmalardan eğlenceye, sivil toplum
kuruluşlarının örgütlenmesinden siyasi
partilerin propagandasına kadar hayatın
her alanını içine aldı. Her geçen gün daha
MESA VE YAŞAM 2 5
Bir “Tık”la Dünya
Ayağınızın
Altında
Esra AÇIKGÖZ
S.25
Kitabı, sinemayı unutmadık da, tiyatroyu neden unutalım!
Bu sayımızda 16. Devlet Tiyatroları-Sabancı Uluslararası
Adana Tiyatro Festivali’nde Yaşam Boyu Başarı Ödülü alan
Zeliha Berksoy var. “Benim doğumumda sancı çekerken, annem
(Semiha Berksoy) bağırmaya başladığı zaman, Doktor Eyüp Bey
‘bir opera aryası söyleyin’ demiş. Annem de ‘Tosca’yı söylemeye
başlamış” diye anlatan bir kadının hikâyesini okumak
gerçekten çok eğlenceli.
Üç Garibin İzinde
ÜÇ GARİBİN İZİNDE ANAKARA...
Ankara…
Bu yıl doğumlarının yüzüncü yılını kutladığımız Orhan Veli Kanık ve Oktay Rifat Horozcu ile
99. doğum yıldönümü geride bıraktığımız Melih Cevdet Anday, ilk eserlerini Ankara’da verdiler.
Birlikte okudular, aynı dergilerde imzaları çıktı, aynı yerlerde yemek yediler, sohbet ettiler...
Vecdi SEVİĞ
Orhan Veli Kanık
Okula çocuğunu kaydettiren iki
Cumhuriyet aydınının adlarını anımsadım:
Samih Rifat Bey ve Mehmet Veli Bey. Samih
Rifat Bey, Konya ve Trabzon’da valilik
yapmış, Mustafa Kemal’in ardından
Ankara’ya gelerek Kurtuluş Savaşı
kadrosunda yerini almış. Mehmet Veli Bey,
Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’da
Mızıka-i Hümayun’da hem müzisyen hem
de öğretmen olarak çalışmış, Cumhuriyetin
ilanından sonra Ankara’ya gelerek müzik
alanındaki hizmetlerini sürdürmeye
başlamıştır. Samih Rifat Bey’in oğlu Oktay,
İstanbul’da Fransızca eğitim veren özel
okulun ilk bölümünde okumuş, Mehmet
Veli Bey’in oğlu Orhan da dört yıl
Galatasaray Lisesi’ne devam etmişti.
2 2
“Mektep dâhilinde” 15 kuruşa satılan
dergide Orhan Veli, Oktay Rifat imzaları da
var. Oktay Rifat’ın anlatımıyla, “Bir yıl sonra
İstanbul’dan Melih geldi”. Kadıköy
Sultanisi’nden (Orta okul) 1931 yılında
mezun olan Melih Cevdet, babası avukat
İbrahim Cevdet Bey’in Ankara’ya gelişi
dolayısıyla Taş Mektep öğrencisi olmuş,
Sesimiz’deki imzalar arasına katılmıştı.
İki gencin “can ciğer arkadaş” oldukları
okul, o zamanki adıyla Develik tepesinde,
Taş Mektep olarak bilinen Ankara’nın ilk
lisesi idi. 1889 yılında inşaatı tamamlanmış,
Abidin Paşa’nın valiliği döneminde
açılmıştı. Lise’nin önüne gidip bahçesine
girme, içinde dolaşma isteği duymadım.
Çünkü artık o binanın yerinde koca bir
hastane bulunduğunu biliyordum: Yüksek
İhtisas Hastanesi.
Melih Cevdet, Orhan Veli ile tanışmasını,
“O olsa, günüyle saatiyle söylerdi;
tanışmamız, galiba 1931 yılına düşer.
Benden bir sınıf yukarıdaydı” diye anlatır.
Oktay Rifat ile Orhan Veli’nin
teneffüslerinde şiir konuştukları, Sesimiz
dergisinde imzalarının yayımlandığı o bina
artık yok. Binanın fotoğrafını ararsanız,
Ankara İdeal Matbaası’nda basılmış 30
Teşrinievvel [Ekim] 1930 tarihli Sesimiz
dergisinin kapağındaki “Ankara Erkek
Lisesi Mecmua Heyeti tarafından
neşrolunur aylık mecmuadır” yazısının
hemen üstüne bakın. Turan Tanyer,
derginin öyküsünü Taş Mektep kitabında
ayrıntılarıyla yazmıştır.
Melih Cevdet’in de dâhil olduğu üçlü
grubun okuduğu okulun Edebiyat
öğretmenleri arasında Ahmet Hamdi
Tanpınar, Halil Vedat Fıratlı, Rıfkı Melül
Meriç, Ahmet Kutsi Tecer de vardı. Üç genç
şairin okuldan mezun olmalarından birkaç
yıl sonra, Mehmet Kemal’in anlatımıyla,
“Ön bahçe kapısı, Nümune Hastanesine
bakan … Taşmektep’i yıktılar.”
Orhan Veli’nin, şiirden söz etmek istediğinde
“Teneffüsü gâvur etmeyelim, Oktay” dediği
koridorlar, Gazi Oymağı’nın kurulduğu
odalar boşalmıştı. Yeni Lise Sezenler
Sokağında Mimar Bruno Taut imzalı binada
eğitim vermeye devam ediyordu.
Üç arkadaş, lise sonrası farklı okullara
gittiler. Orhan Veli, önce İstanbul
Üç Garibin İzinde
Ankara...
Vecdi SEVİĞ
S.22
Ve artık neredeyse elimiz, kolumuz gibi bir uzvumuz olan bir
meseleyi Esra Açıkgöz ele almış, enine boyuna: “İnternet”. “Sadece
bilgisayar başındayken değil, yolculukta, yatakta, plajda, hatta doğa
yolculuğunda bile ipadlerimiz, cep telefonlarımız sayesinde hep onla birlikte
yaşıyoruz. Peki internet hayatımıza nasıl, ne zaman girdi? Akıllı cep
telefonları ne kadar güvenli? İnternet bağımlılığı nedir? Biz ölümlüyüz ya
sanal kimliğimiz? Sosyal medyanın yarar ve zararları neler?” diye
soruyor ve yanıtları da veriyor.
İyi yazlar ve iyi tatiller...
Melih Cevdet Anday
İki “garip”, Mimar Mukbil Kemal [Taş]
tarafından yapılan Anafartalar Caddesi 69
numaralı bu binada tanıştılar. Oktay, yıllar
sonra 1950’de Yeditepe edebiyat dergisine,
“Orhan’ı ilk mektebin beşinci sınıfından
beri tanırım” diyecek ve ekleyecektir: “Asıl
dokuzuncu sınıfta can ciğer arkadaş olduk.
21–22 yıllık bir hikâye. İkimiz de şiir
delisiydik.”
MESA VE YAŞAM
Araba sever misiniz? Bir dakika, bahsettiğimiz öyle böyle arabalar
değil, sayfalara bir göz atın kesin içiniz eriyecek ve birisine binip
şöyle bir kilometre de olsa sürmek isteyeceksiniz: Klasik
Otomobil Kulubü’nün yılda üç kere düzenlediği rallilerden
birinden, “Bahar Rallisi”nden yola çıkarak Esra Açıkgöz, Klasik
Otomobil Kulubü genel sekreteri ve yönetim kurulu üyesi Zeynep
Tura Kalın’la klasik otomobillerle ilgili her şeyi konuşmuş. Klasik
Mercedes, Ford, Buick, Chevrolet, Mercury, Plymouth, Cadillac,
BMW, Alfa Romeo, Porshe, Doditroen, Volvo otomobillerin
hikâyeleri de nefis.
Bir değişiklik yapın o zaman. Mesela yaz tatilinde interneti, cep
telefonunu unutun ve elinize şu pırıl pırıl kağıda basılmış
dergimizi ya da saman sarısı sayfalarıyla romanlarınızı alıp
okuyun. Mis gibi kağıt kokusu, internette olabilir mi hiç!
Oktay Rıfat
A
nkara, Anafartalar Caddesi 69
numaralı binanın kaldırım
hizasında sıralanmış hazır giyim
mağazalarının hemen sağındaki
merdivenleri tırmandım, bir okulun
bahçesindeydim: Altındağ Atatürk
Ortaokulu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında
inşa edilmiş eğitim kurumu ikiz yapı
özelliği taşıyor. Gazi Mustafa Kemal
Numune Mektebi ve Latife Gazi Kız
Numune Mektebi olarak 1925 yılında
öğrenci kabulüne başladığında, binaya
Mustafa Kemal bir piyano, bir de Kuran-ı
Kerim armağan etmiş.
KLASİK OTOMOBİL BİR TUTKUDUR
Klasik Otomobil
Bir Tutkudur...
Zamana meydan okuyorlar. Her biri yaşanmışlıkları gizliyor motorlarında,
yolculukları. Klasik otomobil tutkusu bu yüzden pek çok insanın yüreğine
dokunuyor. Klasik Otomobil Kulübü de bu tutkuyu, sevgiyi yaygınlaştırmak için
çalışıyor. Bizde Türkiye’de klasik otomobillere olan ilgiyi, dünyadaki durumu,
gezebileceğiniz klasik otomobil müzelerini sizinle paylaşalım istedik.
Esra AÇIKGÖZ
K
urtköy’de başlayıp Şile’ye,
Şile’den Ömerli’ye uzanan bir
yolculuğun kahramanları onlar.
Hızları değil, ama yaşlarına
rağmen hayata meydan okuyan
motorlarının gücü, bakımlı edalarıyla
izleyenlerin yüreğini ağzına getiriyorlar.
Ardı ardına geçiyorlar hayran bakışlar
altında, birincilik için yol alıyorlar.
Yürekleri ağızlara getiren bir yarış bu, zira
kiminin yaşı 1920’lere uzanıyor…
Meraklıları zaten biliyordur, ama
bilmeyenler için söyleyeyim, Klasik
Otomobil Kulubü’nün yılda üç kere
düzenlediği rallilerden birinden, “Bahar
Rallisi”nden, bahsediyorum. Mercedes,
Ford, Buick, Chevrolet, Merrcury,
Plymouth, Cadillac, BMW, Alfa Romeo,
Porshe, Doditroen, Volvo markalı ve her
biri adeta filmlerden, romanlardan,
belgesellerden fırlamış, “sanat eseri”
kategorisinde sigortalanan bu rengârenk
otomobiller, nostalji rüzgârı estirdi…
Klasik otomobil tutkusu Türkiye’de
küçümsenmeyecek kadar fazla. Hatta
sadece klasik otomobillerin sergilendiği
müzeler bile var. Üstelik
sadece
2 8
erkeklerin peşinde olduğu bir tutku değil
bu. Kadınların da hatırı sayılı bir ağırlığı
var. Hatta Klasik Otomobil Kulubü genel
sekreteri ve yönetim kurulu üyesi de bir
kadın, biz de kulübün etkinliklerini, klasik
otomobil tutkusunu Zeynep Tura Kalın’la
görüştük.
- Önce Klasik Otomobil
Kulübü’nün kuruluş hikâyesiyle
başlayalım mı? Nereden çıktı bu
kulübü kurma fikri, neden ihtiyaç
duydunuz?
Klasik Otomobil Kulübü 1990'da bir avuç
klasik otomobil meraklısının bir araya
gelerek kurduğu, 24. yılına geldiğimiz bu
günlerdeyse aktif üye sayısının 400'ü aştığı
bir kulüp. Tamamen hobi olarak başlamış
bir tutku. Daha sonra öncelikle kurucu
üyelerin yakın çevrelerinin de ilgilenmesiyle
kulüp genişledi. Arkasından başlayan
organizasyonların, yarış ve gösterilerin,
medyada yer almasıyla klasik severler yavaş
yavaş üye olarak kulübümüzün bugünkü
haline gelmesini sağladı.
-Kaç üyeniz var, nasıl bir profile
sahip üyeleriniz; ekonomik
durum, yaş ortalaması,
yaşadıkları şehirler...?
Kulübün 400’den fazla aktif üyesi var.
Üye profilimiz holding sahiplerinden
serbest meslek sahiplerine, üst düzey
yöneticilerden tamirhane sahiplerine,
öğrencilere, koleksiyonerlere, ev
kadınlarına ve hatta emeklilere kadar
uzanıyor. Kulübümüze üye olmak için
belli bir gelir seviyesi ya da unvan
aramıyoruz. Hatta klasik otomobil sahibi
olmak koşulu bile yok. Klasik otomobil
sevgisi, ilgi ve elbette klasik otomobiller
konusunda bilgili olmak üye olmak için
yeterli kriterler. Tabii ki bu kişinin
üyelerimiz tarafından kabul görecek
konuma ve eğitime
sahip olması
gerekiyor.
MESA VE YAŞAM
Klasik Otomobil
Bir Tutkudur...
Esra AÇIKGÖZ
S.28
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:32 Page 4
İSTANBUL YAZI NASIL KARŞILARDI?
İstanbul
Yazı Nasıl Karşılardı?
Osmanlı İmparatorluğu döneminde yazlıkların en makbulü Boğaziçi yalılarıydı. Şehirden
bahar sonu buralara, oldukça zahmetli biçimde taşınılırdı. Cumhuriyet döneminde, biraz
da ulaşım araçlarının gelişmesi sayesinde bu göç daha kolaylaştı. Artık moda Adalar ve
Suadiye’ye kadar Kadıköy sahilleriydi. O zamanlar İstanbullu Marmaris’i, Bodrum’u
bilmezdi. Bilmesine de gerek yoktu. Şehrin dört bir yanı sayfiye sayılırdı.
Gökhan AKÇURA
İ
stanbul’da bahar kısa sürer,
doyamadan yaza girilir. Bu konuda
atasözleri bile uydurulmuş. Sermet
Muhtar Alus, “İstanbul’un kışı yaza
doğrudur,” diye en anlamlısını önümüze
sürer.1 Eski yazarlar da baharın keyfini
çıkaramadıklarından yakınırlar. Örneğin,
1930’lardaki bir Mayıs yazısı şöyle başlar:
“İstanbul ilkbaharı kararsız geçiyor. Hava
bir açıyor, bir kapıyor ve kışta mı, yazda mı
olduğumuzu anlayamadan yaz sıcaklarına
giriyoruz.” O günden bugüne değişen bir
şey yok görüldüğü gibi…
Peki, bahar ne zaman bitip de yaz başlar? Bu
soruya, elli yıl önce Ahmet Hamdi Tanpınar
Daha çok levantenlerin ve Rumların
oturduğu sayfiye semti: Yeşilköy
4
MESA VE YAŞAM
şöyle cevap verir: Yaz, kirazın çıkması,
uçurtmaların seyrekleşmesi ve yoğurtçu
seslerinin azalmasıyla boy gösterir.2 Biz de
bu yazımızda baharla yaz arasındaki en
önemli duraklardan biri olan “yazlığa geçiş”
konusu üzerinde duracağız. Osmanlı’dan
Cumhuriyet’in ellili yıllarına kadar uzanan
bir zaman diliminden söz edeceğiz…
Yalıya Göç
Eski dönemlerde yazlığa çıkış Nisan
ayından itibaren başlardı. “Boğaziçi’nde
yalıları; Çamlıca, Haydarpaşa’dan Pendik’e
kadar uzayan demiryolu boyunca köşkleri
bulunan zenginler, paşalar, molla beyler,
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 5
yerinden kaldırmak, sandıkları yerleştirmek,
yatak yorganı hararlara doldurup denk
yapmak zorundadırlar. Onlar için “göç
toplamak” ağır bir meseledir. Refik Halit
Karay bir yazısında “harar’”ın ne olduğunu
ve bu göçteki önemine şöyle değinir: “Harar,
sert tüylü seyrek dokunmuş, yörük çadırı
kumaşından kocaman bir çuvaldı; göç
esnasında hemen hemen munhasıran şilte
koymağa yarardı. Hararsız kibar göç olmazdı.
Sayfiyeye taşınma veya kışlağa dönüş zamanı
hararlar dolaplardan çıkarılır, içlerine şilteler
tıka basa yerleştirilir ve ağızları çuvaldızla
dikilerek öküz arabalarına yerleştirilirdi.”6
Muteber bir
Boğaziçi yazlığı: Kandilli.
saraya mensup insanlar [yanısıra] dişinden
tırnağından arttırıp üç dört odalı bir evcik
kiralayan dar gelirliler [de] taşınma
derdine düşerlerdi.” 3
Falih Rıfkı Atay yazlık tutmanın aslında
çok da zengin işi olmadığını söyler:
“Eski Osmanlı efendisinin kış için İstanbul,
Beyoğlu veya Üsküdar yakasında bir
konağı; yaz için Boğaz’da bir yalısı,
ilkbahar ve sonbahar için, zevkine göre, üç
yakanın kırlarından veya tepelerinden
birinde bir köşkü olurmuş. Osmanlı
efendilerinden pek çoğu 19’uncu asır frenk
ölçüsü ile zengin değillerdi. Hayatları sade
idi. (...) Sofra ucuzdu. Misafir ağırlama
basitti. Gece yatısına gelecekler için
konakların otel takımı ile döşeli banyo
odası olmak lâzım değildi. Onun için,
mevsimine göre yer değiştirenler, üstelik
misafirlik dolaşmaları ile bütün yaz
İstanbul’un keyfini de sürerlerdi.”4
1920’li yıllarda Büyükada’da bir yazlık köşk.
Dönelim Osmanlı döneminde konaklarda
yaşayan ekâbir takımına. Bunlar dediğimiz
gibi yaz yaklaşınca yalıya göçerlerdi.
Ercüment Ekrem Talu, bir yazısında bu
göçü anlatır.5 Yazıda, akşam yemeğinden
kalkan Devletli Paşa Hazretleri, kethüdası
Vasıf efendiyi huzuruna çağırır ve üç aşağı
beş yukarı şöyle buyurur: “Efendi! Havalar
ısındı. Çoluk çocuk sıkılmaya başladı.
Cümlemiz tebdili suya ve havaya muhtacız.
Torun boğmacadan, gelin hanım da
lohusalıktan kalktılar. Bu konağın içinde
tamamen sıhhatlerine kavuşmaları
mümkün değildir. Tez elden yalıya göç
edilsin. Önümüzdeki perşembe gününe
hazırlık edin.”
Konak halkı Kasım ayından beri dört duvar
arasına tıkılmaktan bunalmış, bu kararı
beklemektedir. Kethüda’dan haberi alınca
bayram ederler. Ama gelin bir de halayıklara
sorun. Çünkü onlar otuz beş odanın eşyasını
Dönelim Ercüment Ekrem’in yazısına.
Romatizmalı Büyük Hanım, köşe
minderinden şöyle buyurur: “Paşa
efendinin kışlıklarını meşin sandığa
yerleştirin… Kürkleri asıp havalandırmadan
sakın kaldırmayın. Aralarına karabiberle
kâfuru serpmeyi unutmayın. Hüseyin Ağa
sabah erkenden Mısır Çarşısı’na gitsin, ne
lâzımsa alsın. Oradan da hallâca uğrasın.
Misafir şilteleri pideye döndü, atılmadan
gidilmez.” Hallâcı yeni kuşaklar bilmez.
Bunlar, eski yatakların içindeki pamukları
yay gibi bir düzenekle atıp, pamukların
havalanmasını sağlarlardı. Sonra bu
pamuklar yeniden yatağa doldurulur,
yataklar pofuduk hale getirilirdi.
Hazırlıklardan sonra sıra göçe gelirdi.
Bizim öykümüzde perşembe gününe denk
gelen göç gününde, sabah daha kargalar
kahvaltı etmeden, ana kapının önüne altı
tane manda arabası sıralanırdı. Hamallar
eşyaları bunlara yüklerlerdi. Saatler süren
bir yolculuktan sonra Yenikapı İskelesi’ne
gelinir, burada bir mavna eşyayı Anadolu
kıyısına geçirir, Kanlıca‘daki yalıya eşya
ancak sular karardıktan sonra varabilirdi.
Orta Halli Sayfiye Evleri
Paşa konaklarını bir kenara bırakıp, yazlık
tutacak düzeyde ama daha orta hallice
evlerin hazırlıklarına bu kez Sermet
Muhtar Alus’un tanıklığıyla göz atalım.
“Günlerce derlenip toparlanıldıktan sonra
eşyalar denk edilir, başlarda çatkı, ev
çatıdan bodruma kadar gıcır gıcır silinir;
sabah karanlığında da çıngırtılı yük
arabası kapının önüne dayanır.” Arabacı
genellikle mızmız olur” der Alus, “Hızlı
davranmaz da bana vapuru kaçırtırsanız,
dönüp herşeyi kapıya bırakırım, diye tehdit
bile eder ev sahibini.” 7
Sabri Esat Siyavuşgil ise (1905-1968),
çocukluk yıllarına dönüp, sayfiyedeki ilk
günlerini şöyle anlatıyor: “Daha baharda
başlayıp mektep tatiline doğru hızlanan
hazırlıklar, götürülecek eşyanın arabalara
yerleştirilmesi, son dakikada hatıra gelen
noksanlar, büyükannenin saksısı, dul
teyzenin kanarya kafesi için arabacıya sıkı
MESA VE YAŞAM 5
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 6
İSTANBUL YAZI NASIL KARŞILARDI?
dergisi bir durum analizi yapıyor:
“İstanbul’un Eyüp’ten Pendik’e, Yeşilköy’den
Kavaklar’a kadar uzanan hudutu içinde
yazlık köyleri yirmi sene içinde çok değişti.
Şu birkaç senede birkaç modaya tâbi oldu.
Bir zamanlar Adalar rağbette idi. Yaz
gelmeden Adalar’da boş ev kalmaz, yazın
vapurlar hıncahınç dolar hele [resmi tatil
günü olan] Cuma ve Pazar Adalar adam
almazdı. Sonra bu rağbet Boğaziçi’ne geçti.
Sonra Haydarpaşa hattı üstünde yayıldı.
Son birkaç sene Suadiye’ye kadar hatboyu…
Bilhassa Suadiye o kadar rağbet buldu ki,
burada yepyeni kübik köşkler, bahçeler
yapıldı. Bu sene Adalar gene halkı
cezbetmiştir. Şimdiden birçok köşkler
tutulmuş, havaların kararı daha katiyetle
belli olmadığı halde birçok aileler
taşınmıştır.”
1900’lerin
başında
Rumelihisarı ve
yalıları.
tenbihler, komşulara son vedalar ve
davetleşmeler, ev halkının toplu bir halde
vapura veya trene koşuşması, Boğaziçi’nin
bir iskelesine veya Erenköy İstasyonu’na
telaşlı inişler, birkaç gün önceden
gönderilmiş olan aşçıbaşı ile dadının ve
ahretliğin güler yüzlü karşılayışları,
yerleşmeden sonra evin içinde odadan
odaya misafirlikler, beyaz perdeler, beyaz
köşe minderleri, beyaz cibinlikler, beyaz
gecelik entarileri, sofada konsolun üzerinde
ve kocaman aynanın önüne konmuş çifte
karpuz lamba… Daha sonra ailece bahçeyi
teftiş, kiraz, vişne, kayısı ve armut ağaçları
ile bağın kütükleri arasında mahsul
tahmini, aşçıbaşının zerzevat babındaki
mütalâaları, ahretliğin yedi sekiz
yaşındaki küçük beyin kulağına komşunun
erik ağacına dair gizli raporu, gelinlik
çağına girmiş ablanın kameriyedeki
mahzun ve edalı hali, rengarenk
maşlahlar, yakın köşklerin sakinleri
hakkında dadının dedikoduları… Daha
sonra mutfaktan gelen kokular, tabak
çanak şıngırtıları, bahçede lüks lambasının
altına kurulan upuzun ve bembeyaz sofra,
aile reisinin açık havada ilk tavla partisi…
Sonra bütün bu acele, telâş, yorgunluk ve
hayranlığın verdiği rehavetle, pencereleri
açık odalarda rahat ve derin bir uyku…” 8
6
MESA VE YAŞAM
Refik Halit Karay, eski dönemlerde
İstanbul’da yazların zaten hemen hemen
herkes için bir tatil gibi geçtiğini söyler.
Yaz göçlerinin biraz hali vakti yerinde
İstanbullular için sıradan bir hadise
olduğunun altını çizer: “Bahardan sonra
İstanbul’daki evimizden köylerden
birindeki sayfiyemize göç ederdik. O
asırda kışı yazdan tamamen ayrı bir bir
hayat içinde geçirmek mecburiyeti vardı.
Yaz arkadaşları, yaz ahbapları, yaz
meşguliyetleri kışınkilerden hemen hemen
büsbütün farklıydı, sonbahar ile ilkbahar,
sinemadaki kısımları ayıran perde araları
gibiydi; göçle beraber manzara, muhit,
vak’a hepsi değişiverirdi… Bakardınız ki,
o loş sokaktan, o köhne konaktan birden
ayrılmış ve Boğaziçi’nin, yahut
Çamlıca’nın bir güneşli bahçesine, bir taze
boyalı binasına girmişsiniz…”9
Cumhuriyet ve Yazlık Modaları
Cumhuriyetle işler değişmeye başladı.
Beyler, paşalar kalmamıştı. Onların yerini
yeni zenginler almıştı. Konaklar
apartmana, yazlıklar kiralık evlere
dönüşmüştü. Yollar açılmış, eskiden sadece
denizden ulaşılan bir çok yere otomobille
gidilmeye başlanmıştı. Bu değişimler
konusunda, 1934 yılı Mayıs sonunda Hafta
Boğaziçi görüldüğü gibi gözden düşmüş.
Bunda (yine aynı derginin verdiği
bilgilere dayanarak aktarıyorum)
kiraların pahalı oluşu, vapur ücretlerinin
yüksek bulunuşu önemli olmuştur. Ama
bu düşüşün en önemli nedeni Boğaz’da
konfor olmayışıdır. Elektrik yoktur,
“kumpanya suyu” (yani musluklara
ulaşan su) yoktur ve eğlence yoktur. V.
Birson imzasıyla Cumhuriyet gazetesinde
çıkan bir yazıda bu durum daha açık
ortaya konur. Eskiden konfor açısından
kışlık evlerle yazlık evler arasında fazla
bir fark olmadığına işaret eden Birson
şöyle devam eder: “Şimdi öyle mi ya?
Banyosuna, sıcak suyuna, telefonuna,
diğer konforlarına alışmış olanlar bunu,
yazlamalarda [bu sözcüğü ‘sayfiye yerleri’
karşılığında kullanıyor] bulamayınca
büyük bir eksiklik duyuyor. Ahşap
yazlama evlerinin çoğunda ya su veya
elektrik eksiktir. Birçoklarında ise burada
oturacak olanların kanını emerek
yaşamaya alışkın yaratıklar (mahlukât)
sabırsızlıkla bekliyor! (...) Bu şartlar içinde
yazlamaya gitmek yerine, arada bir
plajlara gitmek, otomobille gezmek ve
konforlu apartmanlarda kalmayı
üsterenler [bu sözcüğü de ‘tercih edenler’
karşılığı kullanıyor] her yıl artacaktır.” 10
Gerçi bu durum en azından Boğaziçi için,
birkaç yıl içinde Şirket-i Hayriye’nin
çabaları sonucu bir ölçüde değişecektir.
Bir başka yerde uzun uzun
anlattığımızdan kısaca değinip geçelim.11
Boğaziçi’ndeki yolcu vapurlarının işleten
Şirket-i Hayriye, 1936 yılında Boğaziçi
adlı bir dergi çıkararak yeni bir döneme
girer. Tenzilatlı seferler yapar,
Boğaziçi’nde yeni mekânlar yaratmak için
girişimlerde bulunur ve özel müzikli
geziler düzenler. Ama bu çabalar da
bölgeye istedikleri düzeyde bir rağbeti
sağlayamaz. Sorunu çözen yeni bir ulaşım
aracı olur. Sayısı hızla artan otobüsler
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 7
Büyükada Çiçek Bayramı
Cumhuriyet’in ilk yıllarında sık sık
bahar ve çiçek bayramları ile
karşılaşıyoruz. Bunların bir bölümüne
daha önceki bir yazımızda değinmiştik.12
Genellikle Gülhane Parkı’nda yapılan bu
şenlikler Mayıs ayında başlıyordu.
Açılışta “Çiçek Arabaları Defilesi
“yapılıyordu. Ama bu tür kutlamalar ilk
kez 1931 yılından itibaren Adaları
Güzelleştirme Derneği’nce
düzenlenmeye başladı. Büyükada Çiçek
Bayramları Haziran ayında
gerçekleştiriliyordu. 1960’lı yıllara kadar
süren ve bir adı da Çiçek Savaşı olan bu
bayramlarda, Büyükada’ya yoğun bir
nüfus akını oluyor, caddeler insanlarla
doluyordu. En temel özelliği çiçeklerle
süslenmiş arabaların geçişi olan bu
bayramlardan 1935 yılında yapılanı, o
günlerin popüler dergisi Perşembe şöyle
anlatıyor: “ Bu zarif bir düğüne benziyor.
İnsan bu düğünde finiks ile manolyanın,
gloyöl ile zakkumun seviştiklerini,
hortansiya ile yaseminin, papatya ile
güllerin nişanlandığını ve nihayet
karanfille zambakların evlendiklerini
görür gibi oluyor. Her taraf çiçek içinde.
Büyükada’nın asfalt yolları bile çiçekle
dolmuş… Arabalarda çiçek, yakalarda
çiçek, masalarda çiçek, kucaklarda çiçek,
ellerde çiçek.”
Bayramda geçit yapan süslenmiş
arabaların en güzelini seçecek olan jüri
heyetinde ise Yunus Nadi, Orhan Seyfi
Orhon, Ruşen Eşref ‘in eşi Saliha Hanım
ve Cemal Nadir’in bulunduğunu
görüyoruz.
1946 yılında ise Çiçek Bayramı
23 Haziran’da yapılır. Program basında
ayrıntılı olarak şöyle yer alıyordu:
• Saat 16’da hükümet konağı önünde
Belediye Parkı ve Çocuk Bahçesi’nin
açılış töreni.
• Bisiklet sürat yarışı (birinci, ikinciye
kupa ve madalya verilecektir).
• Bando ile beraber Splandit Palas’a
gitmek üzere tören sahasına giriş.
• Süslenmiş çocuk arabaları ile gürbüz
çocuk müsabakaları (birinci, ikinci,
üçüncüye mükafat).
• Merkep yarışı (mükafatlı).
Süslenmiş bisikletlerin geçişi (en yavaş
giden bisiklet mükafâtlandırılacaktır).
• Müsabakalarda birinci, ikinci
gelenlerin sıra tertibile geçişi.
• Müsabakaları kazananların
mükâfatlarının verilmesi.
• Saat 22’de Anadolu Kulubü’nde
gardenparti.
NOT. a) Bu münasebetle Şehir Bandosu
bütün gün icrayı terennüm edecektir. b)
Denizyolları’nca ilave seferler konulmuştur.
Hatta iki yıldır fiatının yüksekliğinden dolayı
boş kalan bazı evler de şimdiden kiralanmış
bulunuyor. (…) Suadiye’de Adalar’da da
vaziyet bundan farklı değildir. (…)
Suadiye’de ev kiraları mevkiin uzak
olmasına rağmen şehirden daha pahalıdır.
Zemin katta iki odadan ibaret küçücük bir
daire için altı aylığına 1000 lira, 4 oda olursa
3000 lira istiyorlar… Kadıköy-Pendik ve
Yakacık arasında modern otobüsler işlemeye
başladıktan sonra buralarda da imar
faaliyeti çok hızlanmıştır.”
Ataker yazısının sonuna doğru Adalar
raporu da veriyor. Adalar o dönemde
özellikle gayrimüslim vatandaşlarımızın
rağbet ettiği bir sayfiye. Kınalı ve Burgaz’ın
çehresinin yapılan modern apartmanlarla
iyice değiştiğini, kira fiyatlarının öteki
adalardan pek de farklı olmadığına
değindikten sonra şöyle devam ediyor:
“Yalnız Büyükada biraz daha pahalıdır.
3 odalı bir evin kirası 1939’da 600 lira iken
bu sene 2000 lira istiyorlar.”
Bütün bunların en az altmış yetmiş yıl
öncesi İstanbul’una ait bilgiler olduğunu
unutmayalım. O zamanlar bu şehrin her
köşesi sayfiyeydi, plajdı. Anadolu
kentlerinden yaz tatili için İstanbul’a
gelinirdi. Bugün düşününce aklımıza gelen
tek bölge Boğaziçi, biraz da Adalar oluyor.
Ama eskiden sınırlar düşgücümüzün
yetemiyeceği kadar genişti. Salacak’tan
Kartal’a, karşı kıyıda ise Salıpazarı’ndan
Yeşilköy’e kadar istediğiniz yerden denize
girebilirdiniz. Kalamış kıyılarında yaz
tatilinizi geçirebileceğiniz otelleri hâlâ
hatırlayanlar var. İstanbul yazı işte böyle
karşılıyordu…
1
halk tarafından kısa sürede benimsenir.
Her iskeleye uğradığı için zaman
kaybeden gemilerin karşısında asri bir
çözüm olarak halkın gözüne girerler.
1950’li yıllara geldik. Hummalı bir inşa
faaliyeti var. Yazlıklar artmış. Hafta dergisi
(bu öncekinden farklı bir Hafta dergisi ama)
muhabiri Mehmet Ataker bir sezon başı
araştırması yapıyor. İlk saptaması fiyatların
yüksekliğine rağmen evlerin çoğunun
kiralanmış olması. Somut rakamlar bile
veriyor bize: “Mesela Tarabya’da geçen sene
6 aylığı 1800 liradan kiralanan 4 odalı bir
ahşap ev, bu sene 2000 liradan tutulmuştur.
Sermet Muhtar Alus, “Eski Baharlar,”
Mizah, 2 Mayıs 1947.
2
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul’un
Mevsimleri ve San’atlarımız,” Yaşadığım Gibi,
İstanbul t.y., s.116 (Yazı 1953 tarihli).
3
Münir Süleyman Çapanoğlu, “Şu geçen
Nisan ayı,” Hafta, 1 Mayıs 1953.
4
Fayih Rıfkı Atay, “İstanbul Yazı,” Yirminci
Asır, 28 Şubat 1953.
5
Ercüment Ekrem, “Yalıya Göç,” Yedigün,
4 Temmuz 1939.
6
Refik Halid, Üç Nesil Üç Hayat, İstanbul, t.y.,
s. 126.
7
Sermet Muhtar Alus, “Baharda sayfiyelere nasıl
taşınılırdı?” (Akşam, 29 Nisan 1940), Eski
Günlerde, İletişim Yayınları, İstanbul 2001,
s. 193.
8
Sabri Esat Siyavuşgil, “Yaz ve Sayfiye,” .
Salon, 15 Haziran 1948
9
Refik Halid, “ Eski Yaz Aşkları,”
Ay Peşinde, İstanbul, t.y., s.70.
10
Cumhuriyet, 6 Haziran 1935.
11
Gökhan Akçura, Şen Gönüller Diyarı,
Om Yayınevi, İstanbul 2004.
12
Gökhan Akçura, “İstanbul, Şenlikler ve
Tiyatro,” Gramofon Çağı, Om Yayınları,
İstanbul 2003 (2.B.) s. 169-179 .
n
MESA VE YAŞAM 7
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 8
TÜRKİYE SİNEMASI 100 YAŞINDA
Türkiye sineması
100 yaşında ve şahane
Hep rahmetle andığımız büyük sinema tarihçisi Nijat Özön Türk Sineması’nı 14 Kasım 1914
tarihinde, geçmişteki Rus-Türk savaşı sırasında İstanbul’a dek gelen Rus güçlerinin Ayestefanos
(bugünkü Yeşilköy) semtine diktikleri ‘Rus Abidesi’nin vatansever teğmen Bahri Doğanay ve
askerleri tarafından dinamitle havaya uçurulması ve bunun yedek subay sinemacı Fuat Uzkınay
tarafından filme alınması”yla başlatıyor.
Nazan ÖZCAN
Y
ıl 2004, aylardan Temmuz.
Çek Cumhuriyeti’nin Karlovy
Vary Film Festivali’ndeyiz.
Yıllar önce temiz kopyasını
Beyoğlu Sineması’nda seyrettiğim şahane
‘Yol’ filminin gösteriminden yine tokat
yemiş gibi çıkıyorum. Tokatın ağırlığını
sonra hissederim diyerek, dünyanın her
yerinden gelen seyircilerin salondan
çıkışlarına bakıyorum. Benim
topraklarımın hikâyesi bana mı ağır
geldi, yoksa yedi kat yabancı da aynı
şeyleri mi hissediyor, onun peşindeyim.
Sinemanın kapısından çıkanların gözleri
dolu dolu, herkes etkilenmiş, aralarından
ağlayanlar da var. Ağlayanlardan birine
yaklaşıyorum, neden ağladığını
soruyorum. “Seyit Ali’yle Zine” diyor
duruyor: “İsimleri doğru söylüyorum
değil mi?” “Ne kadar ağır bir hikâyeydi o,
çok çarptı beni. Tokat yemiş gibi oldum”
diyor. Polonyalı bir sinemaseverle o an
sinema kardeşi oluyoruz, duygu kardeşi.
O yıl Ankara Sinema Derneği’nin
akademisyen, eleştirmen, yönetmen,
oyuncu gibi sinemayla yakından
ilgilenen 400’e yakın kişiyle yaptığı anket
sonucu belirlenen Türk sinemasının en
iyi 10 filmi Karlovy Vary’de
gösteriliyordu: Yol’, ‘Umut’, ‘Sürü’,
‘Muhsin Bey’, ‘Masumiyet’, ‘Selvi Boylum
Al Yazmalım’, ‘Anayurt Oteli’, ‘Susuz Yaz’,
‘Gelin’ ve ‘Uzak’. Hepsinde salonlar dolu
doluydu, sinemaseverler yine ağır
çıkıyordu sinemalardan. Türkiye’den
gelenlerde, hem bir hüzün hem de içten
içe gurur ve mutluluk var. Bütün filmler
beğeniliyor! Sinemamızın unutulmazları,
bizden başkalarının kafasına da kazınıyor
diye. Ve elbette, o zamanlar ha öldü, ha
ölüyor diye durmadan konuşulan
Türkiye sinemasının aslında biraz
hırpalanmış da olsa, ayakta olduğunu ve
yaşayacağını gördüğümüz için. 2004,
90. yılıydı Türk sinemasının. 2014 ise
100. yaşı demek! 100 yaş, bir asır yani,
az değil!
8
MESA VE YAŞAM
Türk sinema tarihini, İstanbul’a dek gelen Rus güçlerinin Ayestefanos (bugünkü Yeşilköy)
semtine diktikleri Rus Abidesi’nin teğmen Bahri Doğanay ve askerleri tarafından dinamitle
havaya uçurulması ve bunun yedek subay sinemacı Fuat Uzkınay tarafından filme
alınmasıyla başlatabiliriz.
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 9
Türk sinemasına 1920’lerde Muhsin Ertuğrul giriyor ve 30’ların sonuna kadar yani 17 yıl boyunca Türkiye sinemasının tek yönetmeni oluyor.
20’lerde filmler sessiz, 30’larda ses ekleniyor. 30’larda Nâzım Hikmet’in de iki filmi giriyor. Ama elbette kral yine Muhsin Ertuğrul. Zaten
kitaptaki 100 sıralaması da onun ‘Bataklı Damın Kızı Aysel’le başlıyor.
Atilla Dorsay’ın Seçtikleri
Ve elbette tarihe not düşmek ve 100 yılı
kutlamak gerek! Sinema eleştirmeni Atilla
Dorsay, bu not düşmeyi ve kutlamayı bir
kitapla yapıyor: ‘Sinemamız Yüz Yaşında/
100 Yılın 100 Türk Filmi’. Atilla Dorsay da,
Türkiye sinemasını, “Hep rahmetle
andığımız büyük sinema tarihçisi Nijat
Özön’ün saptamasıyla yıllardır kabul
ettiğimiz üzere, 14 Kasım 1914 tarihinde,
geçmişteki Rus-Türk savaşı sırasında
İstanbul’a dek gelen Rus güçlerinin
Ayestefanos (bugünkü Yeşilköy) semtine
diktikleri “Rus Abidesi’nin vatansever
teğmen Bahri Doğanay ve askerleri
tarafından dinamitle havaya uçurulması ve
bunun yedek subay sinemacı Fuat Uzkınay
tarafından filme alınması”yla başlatıyor.
Agah Özgüç’ün saptamasıyla bugün
neredeyse 6500’ü bulan Türk filminin
arasından ilk yüzü seçmek, öyle basit bir iş
de değil doğrusu. Dorsay, Radikal’den
Erkan Aktuğ’a verdiği röportajda bu 100
filmi seçerken şöyle bir kriter uyguladığını
söylüyor. “Arşivinden çok yararlandığım
sevgili Prof. Sami Şekeroğlu, bana ‘Sanatsal
yaklaşımı yeğle, popüler olana pek rağbet
etme’ dedi. Ben bunu yapamadım, çünkü
popüler olanı reddetmek doğama da aykırı.
Popüler filmlerin sanatsal açıdan değilse de
toplumsal açıdan önemli şeyler simgelediğini
düşünüyorum. ‘Beklenen Şarkı’ buna bir
örnek, bir Zeki Müren melodramı sonuç
olarak. 50’li yılların başında çekilmiş ama
filmi yeniden izleyince çok hoş şeyler
içerdiğini gördüm. Benzer şeyler bütün klasik
dönemin Yeşilçam filmleri için de geçerli.
Sonraki yılların işte Kemal Sunallı filmleri,
‘Hababam Sınıfı’ serisi. Daha yakın yıllardan
‘Nefes: Vatan Sağolsun’, ‘Fetih 1453’, ‘Devrim
Arabaları’... Başyapıt olmayabilirler ama
bunlar hem kendi anlatmak istediklerini iyi
anlatmış filmler, yani kaliteli popüler sanat
örnekleri...” Yani 100 en iyi Türk filmi değil
de, tarihsel öneme sahip 100 film denebilir
rahatlıkla. Hemen belirtmeliyiz ki, bu kitap
bir liste kitabı değil. Dorsay seçtiği filmlerin
bilgilerini en ince ayrıntısına kadar veriyor
ve filmlerin tek tek de eleştirilerini yapıyor.
İlk 100’e aldığı ama daha önce seyretmediği
filmleri arıyor tarıyor buluyor ve onların da
eleştirilerini yazıyor.
10, 20, 30, 40 ve 50’ler
Dorsay tarihsel sıralamayla gidiyor.
1910’larda 12 film çekilmiş. Tabii ki hepsi
kayıp! 1920’lerde devreye Muhsin
Ertuğrul giriyor ve 30’ların sonuna kadar
yani 17 yıl boyunca Türkiye sinemasının
tek yönetmeni oluyor. 20’lerde filmler
sessiz, 30’larda ses ekleniyor. 30’larda
Nâzım Hikmet’in de iki filmi giriyor.
Ama elbette kral yine Muhsin Ertuğrul.
Zaten kitaptaki 100 sıralaması da onun
‘Bataklı Damın Kızı Aysel’le başlıyor. 40’lı
yıllarda 78 film çekilmiş ama Dorsay
hiçbirini almamış. Lütfi Akad’ın ‘Vurun
Kahpeye’si de dahil! 50’lerden altı film
var: Orhon M. Arıburnu’nun ‘Sürgün’ü,
Ayhan Işık’lı ‘Kanun Namına’, Zeki
Müren’li ‘Beklenen Şarkı’, Osman
Seden’in ‘Düşman Yolları Kesti’si,
Memduh Ün’ün ‘Üç Arkadaş’ı ve Çolpan
İlhan ve Sadri Alışık’lı ‘Yalnızlar Rıhtımı’.
60’ların Bereketi
“Susuz Yaz”da
Hülya Koçyiğit
ve Erol Taş
60’lar son derece bereketli. Filmler,
yönetmenler, akımlar artıyor. Dorsay
“60’lardan aldığım 13 film arasında
beklenen klasikler vardı” diyor. Mesela
‘Susuz Yaz’, ‘Gurbet Kuşları’, ‘Haremde
Dört Kadın’, ‘Sevmek Zamanı’, ‘Kuyu’,
MESA VE YAŞAM 9
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 10
TÜRKİYE SİNEMASI 100 YAŞINDA
Dorsay, “70’ler zirveye
çıkış ve çöküş yıllarıydı.
Hep Yılmaz Güney’in
gölgesi altında
yaşanan...” diye tarif
ediyor o yılları. Aldığı
17 filmin arasında neler
yok ki? Yılmaz Güney’in
‘Umut’u ve ‘Arkadaş’ı
banko.
‘Yarın Bizimdir’ ve ‘Vesikalı Yarim’!
Hakikaten ‘Vesikalı Yarim’de Türkan
Şoray’ı seyretmek, dev bir çikolata yemek
kadar mutluluk verir insana! Kendinizi
bundan mahrum etmeyin!
70, 80’ler ve Yılmaz Güney
Ve gelsin 70’ler. Dorsay, “70’ler zirveye
çıkış ve çöküş yıllarıydı. Hep Yılmaz
Güney’in gölgesi altında yaşanan...” diye
tarif ediyor o yılları. Aldığı 17 filmin
arasında neler yok ki? Yılmaz Güney’in
‘Umut’u ve ‘Arkadaş’ı banko. Senaryosunu
Yılmaz Güney’in yazdığı Zeki Ökten’in
yönettiği ‘Sürü’ de listede. Elbette Türk
sinemasını sinema yapan Lütfi Akad’ın
muhteşem üçlemesi ‘Gelin’, ‘Düğün’,
‘Diyet’ (inanılmaz bir gerçeklik ve acı
vardır bu üçlemede), ‘Bedrana’, Tunç
Okan’ın ‘Otobüs’ü, Hababam Sınıfı,
seyrettikçe hâlâ ağlatan ‘Selvi Boylum
Al Yazmalım’, ‘Maden’ ve Kemal Sunallı
1 0
MESA VE YAŞAM
‘Çöpçüler Kralı’ ile ‘Kapıcılar Kralı’. Ne
güzel bir dönemmiş!
Ve 80’ler. “Yine siyasal tavırlı gerçekçi
filmler ve onun yanı sıra cinsellik dozu
yüksek kadın filmleri” diye açıklıyor
80’leri Dorsay. ‘Bereketli Topraklar
Üzerinde’yle başlayan 80’lerden 16 film
var. Elbette damga ‘Yol’. ‘Hazal’, ‘At’,
Hülya Koçyiğit’li ‘Kurbağalar’, ‘Hakkari’de
Bir Mevsim’, Müjde Ar’lı ‘Adı Vasfiye’,
Şener Şen’li ‘Züğürt Ağa’ ve ‘Muhsin Bey’,
Ömer Kavur’un ‘Anayurt Oteli’, Ertem
Eğilmez’in ‘Arabesk’i, muhteşem
‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ını kim
unutabilir ki?
90’lar ve Duraklama
90’lar kitaba girebilen 10 filmle zaten
duraklamanın sinyalini de veriyor.
‘Camdan Kalp’, ‘Karartma Geceleri’, ‘Gizli
Yüz’, elbette Şener Şen ve Uğur Yücel’li o
zaman izlenme rekorları kıran ‘Eşkıya’,
‘Ağır Roman’, ‘Hamam’, Zeki
Demirkubuz’un sinemayı girişi yürek
parçalayan ‘Masumiyet’, Yeni
Sinemacıları haber veren muhteşem
‘Gemide’, kadın yönetmenleri müjdeleyen
Yeşim Ustaoğlu’nun ‘Güneşe Yolculuk’u
ve Tomris Giritlioğlu’nun ‘Salkım
Hanım’ın Taneleri’.
2000’lerin Renkliliği
2000’lerde her şey çeşitleniyor ve
renkleniyor. Dorsay şöyle anlatıyor:
“Artık Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge
Ceylan, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu,
Reha Erdem, Tayfun Pirselimoğlu, Semih
Kaplanoğlu, Ümit Ünal gibi yeni ustaların
yanı sıra Mustafa Altıoklar, Serdar Akar,
Abdullah Oğuz, Tolga Örnek gibi
düzeyde popüler sinema yönetmenleri,
Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, giderek
Ata Demirer gibi yıldız komedyenler var.
Yavuz Turgul’un eski Yeşilçam’la köprü
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 11
kurmadaki başarısını ise Çağan Irmak
aynı başarı ve güçle sürdürmekte. Biket
İlhan’dan Tomris Giritlioğlu’na, Handan
İpekçi’den Yeşim Ustaoğlu’na, Pelin
Esmer’den Belmin Söylemez’e kadın
yönetmenler ilginç filmler imzalarken
Erden Kıral, Reis Çelik gibi ‘eskiler’, hiç de
eskimediklerini gösteriyorlar. Ve
2010’ların sineması, bu zenginlik ve
çeşitliliği sürdürmeye kararlı gözüküyor.
Bir de ‘dışarıdan bakanlar’ var. Yani
Ferzan Özpetek ve Fatih Akın.”
Yönetmenleri saydık, bir de 100’e giren
filmleri hatırlayalım. ‘Vizontele’ler, Zeki
Demirkubuz’un ‘İtiraf ’, ‘Yazgı’ ve Yeraltı’sı,
Pirselimoğlu’nun ‘Hiçbiryerde’si, Ziya
Öztan’ın ‘Abdülhamit Düşerken’i, Nuri
Bilge Ceylan’ın ‘Uzak’ ve ‘Bir Zamanlar
Anadolu’da’sı, Fatih Akın’ın ‘Duvara
Karşı’sı, Ahmet Uluçay’ın ‘Karpuz
Kabuğundan Gemiler Yapmak’ı,
‘Neredesin Firuze?’, ‘Anlat İstanbul’,
Çağan Irmak’ın ‘Babam ve Oğlum’ ile
‘Dedemin İnsanları’, Derviş Zaim’in
üçlemesi ‘Cenneti Beklerken’, ‘Nokta ve
Gölgeler’ ve ‘Suretler’i, Özer Kızıltan’ın
‘Takva’sı, ‘Adem’in Trenleri’, Özcan
Alper’in ‘Sonbahar’ı, erken yaşta
kaybettiğimiz Seyfi Teoman’ın ‘Tatil
Kitabı’, Raşit Çelikezer’in ‘Can’ı, Pelin
Esmer’in ‘Gözetleme Kulesi’ ve Yılmaz
Erdoğan’ın ‘Kelebeğin Rüyası’...
100. yılda Türk filmi seyretmeyi elbette
bir görev addetmiyoruz. Ama kesinlikle
seyredin diyoruz. Ne bulursanız, eskisini
yenisi fark etmez, ilk önce bu 100’den
bulduklarınızda başlayın ki, keyfiniz şöyle
bir yerine gelsin. Elinizde bir bardak
çayla, siyah beyazından renklisine,
komedisinden dramına, aşk hikâyesinden
yol hikâyesine, Türkan Şoray’dan Kemal
Sunal’a, Müjde Ar’dan Yılmaz Güney’e,
Tarık Akan’a, Kadir İnanır’a, Erkan Can’a
uzanırken çok mutlu olacağınıza garanti
veririz. Sinema ve duygu arkadaşı olmak
hepimize iyi gelir hem!
n
Yılmaz Erdoğan’ın hem yönettiği hem de rol
aldığı Kelebeğin Rüyası’nda ona Kıvanç
Tatlıtuğ, Mert Fırat, Belçim Bilgin gibi
oyuncuların eşlik ettiği film,“En İyi Yabancı
Dilde Film” dalında kısa listeye girmeye
hak kazandı.
MESA VE YAŞAM 1 1
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 12
ATIF YILMAZ
Atıf Yılmaz
Memleket sinemasının yüz yılının yarısına alınterini akıtan Atıf Yılmaz, Yeşilçam ekolünün
kurucularındandı. Lütfi Akad, Osman Seden, Metin Erksan, Memduh Ün ve Halit Refiğ’yle
birlikte, bu ticari ekole birer sanatçı dokunuşu armağan edenler listesinin başlarındaydı.
Derya BENGİ
B
eyoğlu’ndan Dolapdere’ye kadar
uzanan Sakız Ağacı Caddesi’nin
bir kısmı birkaç yıldır Atıf Yılmaz
Caddesi diye anılıyor. Bu isim
değişikliği, 2006’da kaybettiğimiz usta
yönetmene bir vefa işareti olmanın yanı
sıra, küçük bir sinema şakası, hatta adeta
bilinçaltı bir mecaz barındırıyor. Bilindiği
üzere, filmcilik tarihimize 1950’lerden
itibaren ismini bağışlayan Yeşilçam Sokağı,
minik, daracık, kıvrımlı bir geçit kimliği
taşırken, hemen yakınında, az ötede, ona
paralel uzanan Sakız Ağacı ya da Atıf
Yılmaz Caddesi, Tarlabaşı Bulvarı’na
kavuşarak genişler, büyür, çoğalır. Tıpkı
Atıf Yılmaz gibi!
Atıf Yılmaz, bir anlamda Yeşilçam’ın ta
kendisidir, ama onun paralelinde ve
ötesinde, çok daha geniş, büyük, çoğul bir
sinemanın serüvencisidir.
Memleket sinemasının yüz yılının yarısına
alınterini akıtan Atıf Yılmaz, Yeşilçam
ekolünün kurucularındandı. Lütfi Akad,
Osman Seden, Metin Erksan, Memduh Ün
ve Halit Refiğ’yle birlikte, bu ticari ekole
birer sanatçı dokunuşu armağan edenler
listesinin başlarındaydı. Akranları sahneyi
yavaş yavaş terkederken, 80’li yıllara denk
gelen ikinci delikanlılığında, özellikle kadın
odaklı filmleriyle genç kuşakların da
kahramanı olmasını bildi.
Atıf Yılmaz Batıbeki 9 Aralık 1926’da
Mersin’de doğdu, bu eski Akdeniz şehrinin
kozmopolit ortamında büyüdü. Ne zengin
ne fakir, bir memur çocuğuydu. Arkadaşları
tarafından, ne hikmetse, “Rejisör” lakabıyla
çağrılıyordu. İstanbul’a kapağı attığında lise
çağını geçmişti. Bir süre Hukuk Fakültesi’ne
gitti, ama daha önemlisi, gizlice Akademi’de
resim derslerine devam etti, Nuri İyem’in
atölyesindeki genç ressamların arasına
katıldı. Gözlerini alamadığı sinema
camiasına kolaylıkla, çarçabuk giriverdi.
Yeteneğini tuallerden peliküle taşıdı.
Türkiye’de sinema 40’lı yılların sonlarına
kadar tiyatrocuların tekelindeydi. Haftanın
yedi günü sahne tozu yutanlar, çevrilen tek
tük filmde, kameranın önünde ve arkasında
fazla mesai yapardı. Nöbeti tiyatroculardan
devralıp, yedinci sanata gerçek dilini, gerçek
çehresini kazandırmak, Lütfi Akad, Atıf
Yılmaz gibi henüz 25-30 yaşlarındaki genç
yönetmenlere düştü. “O dönem sokaktan
geçenleri sinemaya almak için kollarından
çektiğimiz bir dönemdi” diye hatırlıyor Lütfi
Akad, “Sinema bizde hiçbir zaman dışa
kapalı olmamıştır. Yeni gelenler her zaman
bir hoşgeldinle karşılanmıştır”. Nitekim Atıf
Yılmaz’ın kolundan çekenlerden biri de
Lütfi Akad’tı. Hoş, zaten Atıf Yılmaz buna
dünden razıydı. Önce Semih Evin’in
asistanlığını yaptı, sonra 1951’de “Kanlı
Feryat” filmiyle yönetmen koltuğuna
oturdu. Bir daha kalkmamacasına.
Delik Deşik Bir Gemi
Attilâ İlhan “Eski Sinemalar” başlıklı şiirinde
Tarzan’dan korsan gemilerine, Teksas
eşkıyalarından Akdeniz cariyelerine, bir dizi
Hollywood klişesi sıralıyordu. Çünkü
Türkiyeli seyirci için o yıllarda sinema
demek, bol bol ABD, biraz Avrupa, biraz da
Mısır kurdelaları demekti. Türk filmleri
bunlarla boy ölçüşecek nitelikte ve nicelikte
değildi. Anılarında aktardığına göre, Atıf
Yılmaz da çocukluğunun Mersin’inde,
kovboy serileri, Baytekin’ler, Lorel-Hardi’ler,
1 2
MESA VE YAŞAM
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 13
Üç Ahbap Çavuşlar, Greta Garbo, Robert
Taylor, Charles Boyer filmleri izleyerek
büyümüştü. O günlerden hatırladığı tek yerli
film, sonradan Nâzım Hikmet’in yazıp
yönettiğini öğrendiği, 1937 yapımı “Güneşe
Doğru”ydu. Yeşilçam’ın kendine özgü
klişeleri ancak 50’li yıllarla birlikte oluşacak,
zengin kızlar, fakir oğlanlar, pavyon
şarkıcıları, kör kemancılar, “Size baba
diyebilir miyim”ler, “Senin annen bir melekti
yavrum”lar beyazperdede birbirini
kovalayacaktı. Bazen hafifsemeyle, bazen
tebessümle, bazen alayla karşılansalar da
içtenlik ve masumiyet imtihanından pekiyi
ile geçtikleri zamanla teslim edilecek, o
yıllarda henüz doğmamış kuşaklarca bile
hasretle anılacaklardı. Şimdi Attilâ İlhan’ın
dizesini tekrar etmenin tam zamanıydı: “Ne
yapsam içimde o eski sinemalar”.
Yeşilçam’ın acemiliğini üstünden atması,
kendini kabul ettirmesi birdenbire olmadı
elbette. Atıf Yılmaz, sinemadaki onuncu
yılında, Orhan Günşiray’la ortaklaşa
kurduğu yapım şirketinin adını Yerli Film
koyarken içindeki bir küskünlüğü dile
getiriyordu: “Yerli Film adını özellikle
aydınlar tarafından küçümsenen ulusal
sinemamıza onur kazandırmak için
koymuştum. Küçümseme amacıyla
kullanılan Yerli Film tanımlamasından
gocunmadan, yerliliğin önemini
vurgulamak için bu adı seçmiştim”.
Atıf Yılmaz, ustalık yolunda ilerlerken,
öncelikle edebi derinliği olmayan piyasa
romanlarına el attı. Kerime Nadir’in
“Hıçkırık” romanından çektiği aynı adlı
melodram 1953’te büyük sükse yapınca önü
iyice açıldı. İlk eşi (ve ressam kızı Kezban
Arca Batıbeki’nin annesi) Nurhan Nur, “Aşk
Istıraptır”, “Şimal Yıldızı” gibi ilk
filmlerinden pek çoğunun başrolündeydi.
Esat Mahmut Karakurt’un romanlarından
aktardığı “Kadın Severse”, “Dağları Bekleyen
Kız” gibi filmlerin gazete ilanlarında övgü
dolu şu cümleler bol keseden sarf ediliyordu:
“Son senelerin en muazzam Türk filmi”,
“Filmciliğimizde şahlanan büyük bir san’at
abidesi”, “İşte şimdi hakiki bir Türk filmi
gördük”, “Mevzu, ses, foto, müzik
bakımından Avrupa filmlerinden hiçbir
farkı yoktur”. Eleştirmenlerden ilk büyük
alkışı ise 1956 tarihli “Gelinin Muradı”yla
aldı. Kemal Bilbaşar’ın öykülerinden
hareketle çektiği film, bir küçük kasabada
yaşananları canlı ve gerçekçi bir tonda,
mizah gözlüğüyle tasvir ediyordu. Ona açık
yüreklilikle“Çektiğim ve ticari başarı
kazanan her berbat melodram, yeni ve daha
berbat bir melodram çekmeme neden oluyor”
dedirten ucuz filmlerin yanında, zarif
edebiyat uyarlamaları ve sağlam
karakterlerle örülü kasaba ve kent realizmi,
Atıf Yılmaz sinemasının temelini
oluşturmaya başlamıştı.
Henüz kendini bulamamış,
endüstrileşmesi tamamlanmamış,
kurumsal destekten yoksun, sansürün
nefesini her an ensesinde hisseden Türk
sinemasını, anılarında her tarafı delik
deşik bir gemiye benzetiyordu. Bu
geminin kaptanı olan yönetmenin tek
güvencesi, çalışkan ve inançlı
tayfalarıydı. Yani oyuncuları ve
jeneriklerde küçük puntolu soluk
harflerle adları sıralanmış set ve
laboratuar çalışanları. Şöyle yazıyordu
Atıf Yılmaz:“Gemi istenilen limana
nadiren varır ama battığı pek
görülmemiştir. Ya karaya oturur bir yerde,
ya ümit edilmeyen bir sahile, ya başka bir
limana varır. Gemidekiler bu kez de
canımızı kurtardık diye rahat bir soluk
alırlar. Sonra yeni bir film, yeni bir
yolculuk başlar, aynı delik deşik gemiyle.
Gemimizi kızağa çekip şöyle iyice bir
onarmayı kimse akıl etmez”.
Sevgi Emek İster
İstatistikler, 50’li yılların sonuna doğru
İstanbul’daki sinema sayısını, yarısı kapalı
yarısı yazlık, 150 olarak bildiriyor. Bu rakam
60’ların ortalarında 220’ye yükseliyor. 1965
yılında Türkiye’deki toplam kapalı sinema
salonu sayısı 900 civarında. Aynı yıl 250’ye
yakın yerli film çevriliyor. Japonya ve
Hindistan’daki film sayısından belki az, ama
ABD, SSCB, İtalya, Fransa gibi ülkelerden
bir hayli fazla. Delik deşik bir gemiye
benzese de, televizyonun bütün evlerin
başköşesine yerleştiği 70’li yılların
ortalarına kadar Türkiye sinemasının
dünyaya parmak ısırtan bir ivme yakaladığı,
filmlerin tıklım tıklım dolu salonlarda
merakla izlendiği ve pek çok ailenin
ekmeğini bu işten çıkardığı tartışılmaz bir
gerçek. Bu baş döndürücü tempoya Atıf
Yılmaz açısından bakarsak, 1957-78
arasında, Yılmaz’ın üçten daha az film
çevirdiği herhangi bir yıla rastlanmadığı
MESA VE YAŞAM 1 3
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 14
ATIF YILMAZ
gibi, bazı yıllar salonlara koşar adım altı
film birden yetiştirdiği görülüyor.
Atıf Yılmaz, kendi filmlerini, her birine
azami özen gösterse bile, kalıcı birer yapıt
olarak düşünmediğini her fırsatta ısrarla
vurgulayan bir yönetmendi. Dahası, resim,
tiyatro veya edebiyatın yoğunluğuyla
karşılaştırıldığında, sinema solda sıfır
kalıyordu ona göre. Bu mütevazı görüş,
1980’e kadar olan dönemde “Ah Güzel
İstanbul” (1966), “Selvi Boylum Al
Yazmalım” (1977) ve “Adak” (1979) gibi
başyapıtlar üretmesine engel olmadı.
Senaryosunu ikinci eşi Ayşe Şasa’nın
yazdığı, başrollerini Sadri Alışık ve Ayla
Algan’ın paylaştığı “Ah Güzel İstanbul”,
dönemin eğilimlerinden Ulusal Sinema
akımıyla barışık bir anlayışla, düşmüş
aristokrat Haşmet ve artistlik hevesiyle
köyden kente göçmüş Ayşe’nin şahsında
İstanbul’un dönüşümünü perdeye
yansıtıyordu. Cengiz Aytmatov’un bir
Kırgız masalı esinli romanından uyarlanan,
“Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi
emekti” repliği kuşaktan kuşağa aktarılan
“Selvi Boylum Al Yazmalım” Türkan Şoray,
Kadir İnanır, Ahmet Mekin üçlüsünü
buluşturmuştu. Erzincan’da yaşanan gerçek
bir olaydan yola çıkılarak çevrilen ve oğlunu
tanrıya kurban eden bir ırgatın dramına
eğilen “Adak”ta ise başrollerde Tarık Akan
ve Necla Nazır vardı.
Filmlerini pek ciddiye almayan, hatta tekrar
seyretmekten hiç hoşlanmadığı bilinen
Yılmaz, yine de her birinin çağına tanıklık
eden birer belge olduğu gerçeğini
saklamıyor. Atıf Yılmaz filmleri keyifli bir
seyirlik vaad ederken, memleketin ve
insanlarının geçtiği aşamaları, atlattığı
badireleri, kısaca geçmişimizi önümüze
maharetle seriveriyor. Kimi zaman bir filmin
tamamı, örneğin milli petrol davasını konu
alan “Toprağın Kanı”, tıpkı gazete
koleksiyonları gibi o günlerin nabzını
tutmuyor mu? “Gelinin Muradı”ndaki
traktör yarışı, “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın
kamyonundaki Aldırma Gönül yazısı,
“Mine”deki Dallas isimli kafe gibi ayrıntılar,
o dönemin kültürel kodları ve sosyal
yaşantısı hakkında az şey mi anlatıyor? “Ah
Güzel İstanbul” veya “Hayallerim, Aşkım ve
Sen”deki İstanbul’a, “Kambur”daki Cunda’ya,
“Dul Bir Kadın”daki Bodrum’a, “Mine”deki
Eğirdir’e, “Adı Vasfiye”deki Urla ve Alaçatı’ya,
bir de buraların bugünkü hallerine bakıp
içlenmemek elde mi?
Yılmaz Güney’in Hocası
Muhsin Ertuğrul bir gün Lütfi Akad’a
rastladığında sinemanın gidişatından bahis
açar, “Neler yapıyorsunuz?” diye sorar.
Akad şöyle cevap verir: “Efendim,
ustasızlığın yıllardır acısını çekiyoruz”.
Sahiden de Akad’lar, Erksan’lar, Yılmaz’lar
ustasız yetişen, çıraklığı tatmadan, Yılmaz’ın
deyimiyle “kör topal” ilerleyen, birçok şeyi
yoktan var eden bir kuşaktı. 1960 yılında bir
gün Atıf Yılmaz, Erdem Buri’ye “Biz piyasa
yönetmenlerinin yapacağı bir şey yok. Olur
da bir gün bizim dışımızdan birileri işe el
atarsa ne iyi. Aynen Fransa’da olduğu gibi
yeni bir kuşak, yeni kişiler gerek bize”
demişti. İşte bu yeni kuşaklar sinemaya
heveslendiğinde, başta Halit Refiğ olmak
üzere, onların elinden tutan ilk kişi Atıf
Ağabey’lerinden başkası değildi. Zeki
Ökten, Şerif Gören, Ali Özgentürk gibi
yönetmenler Atıf Yılmaz’ın film setlerinde
pişti. Yılmaz’ın en parlak öğrencisi bir diğer
Yılmaz’dı: Yılmaz Güney, senarist, asistan ve
oyuncu olarak katıldığı “Alageyik”, “Bu
Vatanın Çocukları”, “Karacaoğlan’ın Kara
1 4
MESA VE YAŞAM
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 15
Sevdası”, “Dolandırıcılar Şahı” gibi Atıf
Yılmaz filmlerinde, sinemada kendi
ayaklarının üzerinde durmayı öğrendi. Atıf
Yılmaz’ın filmlerine Yalçın Tura, Atilla
Özdemiroğlu gibi müzik adamları besteler
yaptı, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Latife
Tekin gibi kalburüstü edebiyatçılar
senaryolar yazdı. Sinemada uzun
ömürlülüğün doğal bir sonucu; Atıf Yılmaz
60’larda Vedat Türkali’nin, 80’lerde Vedat
Türkali’nin oğlu Barış Pirhasan’ın
senaryolarını filme çekti. (Vedat Türkali’nin
oyuncu kızı Deniz Türkali ise Atıf Yılmaz’ın
son hayat arkadaşıydı.) Onun filmlerinin
başrollerinden ünlü yıldızların hemen
hemen hepsi gelip geçti. Ajda Pekkan, Sezen
Aksu, Zeki Müren, Mazhar Alanson, Metin
Oktay, Uğur Dündar gibi şaşırtıcı isimler,
Zeki Alasya, Metin Akpınar, Şener Şen,
Kemal Sunal, İlyas Salman, Levent Kırca
gibi komedyenler de cabası. Fakat rekoru,
tam 17 Atıf Yılmaz filminde başrol oynayan
Türkan Şoray kırdı.
Kadın Filmlerinin
Unutulmaz Yönetmeni
Yıllar boyu Yeşilçam’ı içerden, adım adım,
santim santim değiştiren Atıf Yılmaz, 80’li
yıllardan itibaren yeniden öncülüğe
soyundu, başrollerinde Türkan Şoray,
Müjde Ar ve Hale Soygazi’nin oynadığı
filmler ona “kadın filmlerinin unutulmaz
yönetmeni” payesi getirdi. Feminist
hareketin etkisiyle yeni toplumsal tartışma
alanlarının açıldığı, ikiyüzlü namus
anlayışının ve cinsellik tabusunun
sorgulandığı bir dönemde, kadının kimlik
arayışına adanmış Atıf Yılmaz filmleri
büyük ilgi uyandırdı. Onun kadınları bazen
fabrikada çalışan bir gecekonduluydu,
bazen bir küçük kasabalı, bazen Nişantaşlı,
Cihangirli… Bazen “Kadının Adı Yok”tu
(1987), bazen “Adı Vasfiye”ydi (1985), bazen
“Mine” (1982), bazen Suna, Serap, Naciye,
Aygül, Asiye, Meryem… Necati
Cumalı’dan, Duygu Asena’dan serbest
uyarlamalar, Vasıf Öngören’in tiyatro eseri
veya Latife Tekin’in, Barış Pirhasan’ın özgün
senaryoları… Özellikle “Bir Yudum Sevgi”
(1984), “Aaah Belinda” (1986), “Mine” ve
“Adı Vasfiye” sinemamızın yüz akları
arasına hemen yazıldı.
Atıf Yılmaz’ı tanıyan dostları, ağız birliği
etmişçesine çelebi kişiliğinden,
tevazusundan, güler yüzünden,
espritüelliğinden dem vuruyor. Erdoğan
Tokatlı “Onu gündelik hayatın içinde
izleyenler bilir” diyor, “Kendisiyle böylesine
barışık, yaptıklarıyla dalga geçmeyi,
gençlere arka çıkmayı ve yüreklendirmeyi
böylesine bilen kaç usta sayabiliriz ki?” Atıf
Yılmaz denince akla çalışkanlığı,
hamaratlığı, üretkenliği geliyor peşinen.
Dile kolay, tam 119 filmlik, yani aşağı
yukarı 180 saatlik uzun bir maraton. Elia
Kazan “İhtiras Tramvayı”yla, Charlie
Chaplin “Sahne Işıkları”yla dünyayı
çalkalarken Atıf Yılmaz ilk filmini
çekiyordu. Fatih Akın’ın “Duvara
Karşı”yla, Michel Gondry’nin “Sil
Baştan”la sivrildiği günlerde Atıf Yılmaz
son filmiyle meşguldü. Yıllar geçti,
dönemler, modalar, alışkanlıklar değişti,
arada koskoca bir sinema tarihi Türkiye’de
Atıf Yılmaz’la birlikte aktı. Halit Refiğ,
“1950’li yıllardan 2000’li yıllara kadar
dünyada bu kadar uzun süre ön planda,
günün sinema seyircisinin değişen
beklentilerine karşılık verebilme başarısını
gösterebilen çok az sinemacı vardır” derken
yerden göğe kadar haklı.
n
MESA VE YAŞAM 1 5
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 16
ZELİHA BERKSOY
Tosca ile doğan
Zeliha Berksoy
“Benim doğumumda sancı çekerken, annem bağırmaya
başladığı zaman, Doktor Eyüp Bey “bir opera aryası
söyleyin” demiş. Annem de “Tosca”yı söylemeye başlamış.”
Çiğdem ÖZTÜRK
1 6
MESA VE YAŞAM
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 17
nnesinden devraldığı sanat
mirasını ileri ufuklara taşıyan, 27
Mart Dünya Tiyatrolar gününde
doğup yaşamını tiyatroya adayan
usta bir oyuncuyu dergimize misafir
ediyoruz: Semiha Berksoy’un biricik kızı,
Bertolt Brecht’in ve Nâzım Hikmet’in gür
sesi, mahallemizin Asiye’si, Zilha’sı, Bakkal
Abla’sı… Bu yıl 16. Devlet TiyatrolarıSabancı Uluslararası Adana Tiyatro
Festivali’nde Yaşam Boyu Başarı Ödülü alan
Zeliha Berksoy’la buluştuk, geçmişinden
bugününe sahne macerasının ana
istasyonlarında yol aldık…
A
Tiyatro eğitimi için neden
Ankara’yı tercih ettiniz?
1967 yılında, Akis dergisinin bir
kapağında, tiyatroda yeni neslin
temsilcisi olarak gösterilmişsiniz.
Bu kapağı hatırlıyor musunuz?
İstanbul ve Ankara tiyatro ekolleri
arasında bir fark var mıydı?
Evet, çok iyi hatırlıyorum. “Kaktüs Çiçeği”
isminde bir komedi oynuyorduk Ankara
Devlet Tiyatrosu’nda. Akis’in başyazarı
Metin Toker oyuna geldi ve çok
heyecanlandı. Onlar aynı zamanda aile
dostlarımızdı. Beni derginin bürosunun
olduğu Rüzgârlı Sokak’a çağırdı. “Zeliha, çok
etkilendim, bu oyunu Paris’te de gördüm,
ama sen şahane oynuyorsun” dedi. O tarihte
sporda da önde giden bir genç kuşak vardı.
Akis’te böyle ortak bir kapak yapmayı
düşündüğünü söyledi. Sonra da yaptılar.
İlk hatırladığınız sahne
tecrübeniz hangisi?
Dört yaşında Shakespeare’in “Yanlışlıklar
Komedyası”nda sahneye çıktım. 11
yaşında “Cadı Kazanı”nda Abigail
Williams’ı oynadım. Bayağı dikkat çektim
O yaşlarda bir bilince sahip olmak zor.
Doğduğum yer Ankara, annem orada
Opera’da, gidiyorsunuz, geliyorsunuz, o
camiayı biliyorsunuz. İstanbul’a gidip de
Şehir Tiyatroları’na gireyim diye bir
düşünce olmuyor tabii. Otomatikman
Ankara camiası içindesiniz. Dolayısıyla
hayatınız Ankara Devlet
Konservatuarı’nda geçiyor. Oraya girdim
ve bitirdim. Sonra Ankara Devlet
Tiyatrosu’nda çok başarılı yıllar geçirdim.
o rolde. Hep yetişkinlerle birlikteydim,
büyük havuzda yüzen küçük bir balık
olarak. Sonra da Ankara Devlet
Konservatuarı’na girdim. Annem Semiha
Berksoy kendisi gibi opera artisti olmamı
istiyordu, bense inatla tiyatrocu olmak
istiyordum, çünkü tiyatroyu daha realist
ve halka yakın buluyordum. Sonunda
dediğim oldu. Annem çok acımasız bir
eleştirmendir, zordur. “Sanatta kabiliyetin
varsa kendini ispat edersin, öyle destekle,
torpille morpille sanat olmaz” derdi. O
terbiyede büyüttü beni. Ben küçük yaşta
büyük sanatla karşılaşmış bir insanım.
Daha çocukluğumdan beri bizim evin
duvarlarında Raffaello’ları gördüm,
Mikelanj’ları gördüm. Sonra öğrendim
bunların ne olduğunu.
Evet, anlayış olarak fark vardır. Ankara
başkent oluyor, Atatürk orada bambaşka
bir şey yaratmak istiyor, mimariden tutun
da sanata kadar. Türk Dil Kurumu’nu
kuruyor, Dil Tarih ve Coğrafya
Fakültesi’ni kuruyor. 1936’da Carl Ebert
gelip gitmeye başlıyor Ankara’ya. Ankara
Devlet Konservatuarı onun sayesinde
kuruluyor, tiyatro, opera, müzik
bölümleriyle. Tiyatro bölümü ilk
mezunlarını 1941’de veriyor. İstanbul’da
ise Osmanlı’dan kalan ve kendi derinliği,
kendi düşüncesi sanat açısından çok
zengin bir çevre var tabii. Tiyatro olarak
Darülbedayi 1914’te kurulmuş.
Cumhuriyet döneminde uzun yıllar
Muhsin Ertuğrul var başında. Türk
yazarlarına önem veriyor, yabancı
oyunları da izliyor. İstanbul’da çok değerli
artistler var. Behzat Butak var, Hâzım
Körmükçü var, varoğluvar. Bu büyük bir
Kafkas Tebeşir Dairesi
MESA VE YAŞAM 1 7
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 18
ZELİHA BERKSOY
için “Brecht Kabare”yi ilkin 1979’da
AKM’de yaptık. Sonra yine birlikte “Ben
Bertolt Brecht”i sahneledik. Tekrar Türkçe
ve Almanca seri konserlerim oldu.
Kahraman Bakkal Süpermarkete karşı.
Sadece Brecht mi söylüyordunuz
konserlerde?
Nâzım’dan, Brecht’ten söylüyordum.
“1 Mayıs” marşını da söylüyordum. Sözü
ve müziği Sarper Özsan’ındır. Sarper
benim Ankara Konservatuarı’ndan
arkadaşımdı. Orada kompozisyon
okuyordu. Bu marşı 1974’te, Brecht’in
Maksim Gorki’den uyarladığı, Ankara
Sanat Tiyatrosu’nun sahnelediği “Ana”
oyunu için yaptı. Sonra “Ben Bertolt
Brecht” projesinin içinde seslendirdim.
70’lerde stadlarda geceler yapıyorduk,
ben de şarkılar söylüyordum. 80’lerden
sonra, biliyorsunuz büyük bir viraj alındı.
Ülke başka bir yere gitti.
görgü. İstanbul ve Ankara farklı ekoller,
farklı zenginlikler. Benim asıl kırılma
noktam Berlin’dir.
Berlin’e nasıl düştü yolunuz?
O benim seçimimdi. Tabii annemin etkisi
oldu. Annem bana doğru kilometre
taşlarını gösteren insandır. Her şeyi çok
çabuk bulmamı sağlamıştır. Beni Berlin
Ensemble’a götürmek de annemin işidir.
Annem opera artistiydi, ama geniş
kültürlü bir insandı. Berlin Ensemble’ı
burada insanlar 60’lardan sonra tanıdı,
ama annem biliyordu. O tarihte Doğu
Berlin bilim ve sanatta daha koyuydu.
Önce Batı Berlin’de Schiller Theatre’a
girdim, orada asistanlık yaptım. Schiller
Theatre’daki Boleslaw Barlog, savaş
sonrası Berlin’deki tiyatro hayatını kuran
çok önemli bir kişilikti. Bir süre Batıyla
Doğu arasında iki taraflı çalışıp sonra
Doğuya her gün gitmeye başladım. Berlin
Ensemble’ın provalarını mutlaka
izliyordum, arşivde çalışıyordum, akşam
oyunlara giriyordum, her oyunu 20-30
kere seyretmişimdir. Elimde defterler,
kalemler, bu tam bir eğitimdi. Berlin
Ensemble’ın içinde eskiden çok malzeme
satılırdı. Plaklar, notalar, afişler, kitaplar,
reji defterleri. Oradan çok şey aldım,
şimdi koleksiyonumda duruyor. Üç yıla
yakın, serbest, keyfi bir eğitim süreci.
Berlin’e gitmeden önce Bertolt
Brecht’in dünyasını ne kadar
tanıyordunuz?
60’larda bizim okulda Brecht’in pek lafı
edilmezdi. İlk defa 1966’da, Ankara Sanat
Tiyatrosu’nda “Arturo Ui’nin Önlenebilir
Yükselişi”ni Genco’dan (Erkal) seyrettim.
1 8
MESA VE YAŞAM
19 yaşında filandım, çok şaşırdım, çok
yabancı geldi bana. Sonra tabii Berlin’de
görünce, neyin ne olduğunu anladım.
Brecht’ten diyalektiği öğreniyorsunuz ilk
önce. Sonra ekonomi politiği
öğreniyorsunuz. Yoksa anlamazsınız
Brecht’i. Eşi Helene Weigel’le Berlin’de
tanıştım. Ben oradayken “Ana”yı
oynuyordu. Ayrıca “Coriolanus”da
Coriolanus’un annesi Volumnia rolünü
oynuyordu. Bütün oyuncularla çok dost,
yakın ilişkilerim oldu. En güzel hayat!
Neden döndünüz Türkiye’ye?
“Kal” dediler, ama kendi memleketim
beni daha çok cezbediyordu. Annem
Berlin’e geldiğinde çok şaşırdı, çünkü
artık oyuncular gibi Almanca
konuşuyordum. “Sen Alman olmuşsun”
dedi bana. (gülüyor) 1970’te, buraya gelir
gelmez, Dostlar Tiyatrosu’yla “Asiye Nasıl
Kurtulur”da oynamaya başladım. (Bu
cümledeki "Dostlar Tiyatrosu'yla"
bölümünü "Ankara Birlik Tiyatrosu'yla"
diye değiştirelim lütfen. Çünkü oyun
Ankara Birlik'te başlayıp ertesi sene
Dostlar repertuarına girmiş.)
O oyunda da Brecht etkisi var.
Olmaz olur mu, onun için millet çok
şaşırdı. “Asiye Nasıl Kurtulur”da, Berlin’de
bütün gördüklerimi uygulama alanı
buldum. Onun için oyun öyle
40 senedir konuşuluyor. İstanbul, Ankara,
İzmir’de, Alman Kültür Merkezlerinde,
eski orkestra şefi Ferdi Ştatzer’le birlikte
Almanca Brecht konserleri verdim. Sonra
Genco şarkıları Türkçeleştirince, Türkçe
söylemeye başladım. Dostlar Tiyatrosu
Ortaoyuncular’ın “Kahraman
Bakkal Süpermarkete Karşı”sı,
80’lerdeki ilk oyununuz.
Ferhan (Şensoy), Türk yazınının içinde
ayrı bir pırlanta olarak duruyor. Hem şair,
hem yazar, hem rejisör olarak. Ben onun
yazarlığına hayran olduğum için, onun
tiyatrosunda dört sene çalıştım. Önce
“Kahraman Bakkal”ı, sonra yine bir
Brecht uyarlaması olan “Anna’nın Yedi
Ana Günahı”nı oynadım.
“Kahraman Bakkal Süpermarkete
Karşı” 12 Eylül’ün hemen
ardından başlamış.
12 Eylül dönemi, biz Dostlar Tiyatrosu’yla
Brecht’ten “Kafkas Tebeşir Dairesi”ni
oynuyorduk Harbiye Şehir Tiyatrosu’nda.
Darbe olunca üç gün kapandı tiyatro.
Kasımda da “Kahraman Bakkal”a
başladık. Çok tuhaf günler olduğunu
hatırlıyorum. Tatsızdı, hepimiz şaşkın
vaziyetteydik. 80 sonrası doğan
çocukların nasıl çocuklar olacaklarını çok
merak ediyorduk daha o günlerde. Biz
işimizi yapmaya devam ettik,
yolumuzdan dönmedik, otosansür
uygulamadık. O dönemde politik tiyatro
yapanlar hâlâ devam ediyor yollarına.
1987’de “Keşanlı Ali Destanı”nda
oynamanız nasıl oldu? Anneniz
Semiha Berksoy, 1964’te oyunun
Gülriz Sururi-Engin Cezzar
Tiyatrosu’ndaki ilk sahnelenişinde
oyuncu kadrosundaydı.
Evet, o günlerde oyunu izlemek için
İstanbul’a gelmiştim bir kere. 1987’deki
çok güzel bir kadroydu. Haldun (Taner)
Bey’i 86’da kaybetmiştik. Haldun Bey’in
anısına Şehir Tiyatroları “Keşanlı Ali”yi
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 19
sahneye koymak istemişti. Haldun Bey’in
müridi olduğu için, Ferhan’a rejiyi
verdiler, Zilha rolünü de bana teklif ettiler.
Büyük bir sevgi ve saygıyla oynadım.
Çünkü Haldun Bey de annemin çok yakın
bir dostudur. Benim de vakit geçirdiğim
büyük bir yazar, bir düşünürdü. Çok genç
kaybettik. Benim için büyük bir şans
onlarla beraber eski Lebon’da oturmak,
Divan Oteli’nde beş çaylarında uzun uzun
tiyatro konuşmak… Ben epik tiyatrodan
geldiğim için Zilha’yı farklı bir konseptte
oynadım.
Bir role nasıl hazırlanırsınız,
Zilha’ya nasıl hazırlandınız?
Canlandırdığınız kişinin sınıfsallığı en
önemli şeydir. Sınıfsallığını bulmak lazım.
Bulamazsanız oturtamazsınız. Ama
sınıfsallığını karikatürize etmeyeceksiniz.
İşin ince tarafı o. Epik tiyatro karikatür
değildir. Bir dışavurumculuk vardır, ama
karikatür değildir. Yerli olacaksın, ama
karikatür olmayacaksın. Televizyonlarda,
bazı komedi dizilerinde, küçük
mahallelerde yaşayan kadınları berbat
biçimde karikatürize ediyorlar. Sürekli
gözlemleyeceksiniz. Gözlemlemeden
olmaz. Mesela “Matmazel Julie”yi
oynuyorum. Bu İsveçli kadın başka,
“Keşanlı Ali”deki Zilha bambaşka. “Bu
kadın ikisini birden nasıl oynuyor”
diyemezsiniz. Bu işte bir görgü meselesi.
O İsveçli kadını da araştırıyorsunuz.
Yağlıboya resimlere bakıyorsunuz, o
tarihlere bakıyorsunuz, estetiği
araştırıyorsunuz, kadının çelişkilerini, iç
sorunlarını, yıkılan toprak ağalığı
sistemini, kadının bunun altında nasıl
kaldığını, onunla başa çıkamadığı için
uşağına sığınmaya kalkışını, nasıl
debelendiğini ve sonunda bir kurban
olarak kendini nasıl öldürdüğünü… Bu
analizi yapmak için çok okumak lazım.
yıldönümünde oynadım. Bu sene “Kuvayi
Milliye”yi yaptık, yine Nâzım’ın. Büyük bir
prodüksiyon. Çok değerli yedi aktör
oynuyor: Tamer Levent, Mehmet Ali
Kaptanlar, Devrim Evin, Yurdaer Okur,
Cenk Sözeri, Efe Tunçer, Nişan Şirinyan.
Nâzım Hikmet’i hiç
bırakmıyorsunuz.
Nâzım dünyanın en büyük şairidir. Dahi bir
adam. Ermiş, ilahi bir adam. O kadar hapis
yatmasına rağmen çok güzel bir insan
olarak yaşadı. Bazen büyük şair olursun,
ama çirkin olursun. Marquez de hem büyük
yazardı ve hem güzeldi. (gülüyor)
Nâzım Hikmet çocukluğunuzun da
bir parçasıymış.
Onlar Kadıköy Cevizli’de ahşap, dört katlı
bir evde oturuyorlardı. Karşısında da
sanat tarihçisi Celal Esad Arseven’in evi
vardı. Onun yanında babaannemin, biraz
altında da teyzemin evi vardı.
Çocukluğum bu dört ev arasında
dolanarak geçti. Nâzım 1950’de hapisten
çıktığında, Celal Esad Beyler bir gece
onun için bir davet veriyorlar. Annemle
babam da davetli. Annem orada
Wagner’den “Wesendonck” aşk şarkıları
söylüyor piyanoyla. Nâzım da benim isim
babam zaten. Ben o gece danslar etmişim,
Nâzım beni kucağına almış, sevmiş. O
günleri çok iyi hatırlıyorum, fakat o geceyi
hiç hatırlamıyorum.
Puccini’nin “Tosca” operasının da
aile tarihinizde özel bir yeri var.
Biraz anlatır mısınız?
Semiha Berksoy Opera Vakfı
nasıl gidiyor?
“Tosca”, Nâzım’la annemin arasında
oluşmuş, bir birlikte yaratma gibi bir şey.
1940’ta annem Berlin’den geldikten sonra,
ülkede opera yok tabii. Carl Ebert annemi
görünce, “nihayet profesyonel olarak
operaya başlayabilirim” diyor. O sırada
annem Çankırı Hapishanesi’ne Nâzım’ı
ziyarete gidiyor. “Tosca”yı düşünüyorlar
ikisi. Annem “Bu bir şaire yaraşır, bunun
Semiha Berksoy Opera Vakfı bir
kurtarılmış bölge gibi. Onat Kutlar ve
Mengü Ertel’in fikridir bu vakfın
kurulması. Biz burada, fazla gelirimiz
olmasa da, en azından istediğimiz şeyleri
küçük bütçelerle yapabiliyoruz. Opera, şan,
tiyatro, piyano, yaylı çalgılar gibi eğitimler
veriyoruz. Çocuk projelerinde yaratıcı
drama ve bale eğitimi sürüyor. Diksiyon
derslerimiz var. 100’e yakın öğrenci var,
bütün dallarda. Ayrıca tabii tiyatro projeleri
yapıyoruz. İlk projemiz Yannis Ritsos’un
“İsmene”siydi. İkinci olarak Nâzım’ın
“Jakond ile Si-Ya-U”sunu yaptım. Daha da
devam edeceğim. İlk kez 1978’de “Taranta
Babu’ya Mektuplar”la birlikte yapmıştım.
Onunla Moskova’ya gittim, Nâzım’ın ölüm
“Canlandırdığınız
kişinin sınıfsallığı en
önemli şeydir. Sınıfsallığını
bulmak lazım. Bulamazsanız
oturtamazsınız. Ama
sınıfsallığını karikatürize
etmeyeceksiniz. İşin ince
tarafı o. Epik tiyatro
karikatür değildir. Bir
dışavurumculuk vardır,
ama karikatür değildir.”
Yosma
tercümesini de siz yapın” diyor, hem de
Nâzım biraz para kazansın istiyor.
Böylece Hasan Âli Yücel’e söyleniyor, izin
alınıyor, bir sürü mücadeleyle
tercümesini yapıyor Nâzım. Annem de
1941 Haziran’ında oynuyor “Tosca”yı.
Nâzım bu konuda sabit fikirli. Annem
1951’de İstanbul’da “Cavalleria Rusticana”
oynarken, Nâzım’ı davet ediyor. Nâzım
birinci perdeden sonra çıkıp gidiyor.
Annem “Niçin gittiniz” diye sorunca,
“Niye Tosca’yı oynamadınız” diyor.
Annem de “Yönetim bunu seçmiş, bunu
oynadım, ne yapabilirim ki” diye cevap
veriyor. Nâzım “Hayır efendim,
söyleyecektiniz, Tosca’yı oynayacaktınız”
diyor. (gülüyor) Konusu da enteresan
“Tosca”nın. Fransız Devrimi sırasında
hapisteki bir ressamla bir opera artisti
arasında yaşanan, faşist bir polis
müdürüne karşı mücadele ettikleri bir
öykü. Bir paralellik buluyorlar herhalde,
annemle ikisinin böyle bir anıları var
“Tosca”yla.
Sizin de “Tosca”yla doğduğunuzu
biliyoruz.
Evet, benim doğumumda sancı çekerken,
annem bağırmaya başladığı zaman,
Doktor Eyüp Bey “Bir opera aryası
söyleyin” demiş. Annem de “Tosca”yı
söylemeye başlamış. (gülüyor)
n
MESA VE YAŞAM 1 9
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 20
MÜREKKEP ZAMAN
Hayatın büyüsünü edebiyata
dönüştüren yazar
Gabriel Garcia Marquez
Nobel ödüllü Marquez, çok önemli bir yazardı, çünkü o kendi coğrafyasından çıkan
pek çok başka yazarın da öncüsü oldu. Bugün şunu kesinlikle söyleyebiliyoruz ki onun
edebiyatını besleyen iki atar damar vardır: çocukluğu ve gazetecilik mesleği.
Cem ERCİYES
G
damardan beslendiğini söyleyebiliriz. Biri, pek
çok büyük yazarda olduğu gibi kendi
çocukluğu, büyüdüğü topraklar ve kültürüdür.
Kolombiya’da küçük ücra bir kentte kadınların
çoğunlukta olduğu aile ortamında geçen
çocukluğu, Yüzyıllık Yalnızlık’tan Kolera
Günlerinde Aşk’a pek çok kitabının temel esin
kaynağıdır. Dilini bu masallarla, söylencelerle
oluşturmuş bir yazardır.
eçen ay dünyanın bütün iyi
okurları için buruk bir zamandı,
çünkü sevdiğimiz bir yazarı,
Marquez'i kaybettik. Dünya’nın
belki de en tanınmış edebiyatçısıydı.
Romanlarıyla yepyeni bir tarz yaratmış ya da
en azından o tarzı dünyaya tanıtmış,
bambaşka masalsı bir evrenin kapılarını
okurlarına açarken devasa bir coğrafyanın
simgesi olmuştu Gabriel Garcia Marquez.
Aslında şu bir gerçek ki onu kitleler tek
romanıyla tanırdı, Yüz Yıllık Yalnızlık. Tamam
biraz da Kırmızı Pazartesi... ama o kadar.
Oysa Marquez hiç de kısa sayılmayacak
kariyerine otuz civarında kitap sığdırmış
büyük yazarlardan biriydi. Tabii bu büyük
yazarlık öyle kolay erişilen bir mertebe değil.
Gazetecilik yıllarından sonra yazarlıkta karar
kılması ve bütün zamanını buna ayırması çok
önemli bir karardı. Yüz Yıllık Yalnızlık'ı
yazdığı bir buçuk yıl boyunca nasıl da yiyecek
alacak paraları bile kalmadığını söyleşilerinde
anlatır. Sonunda kitabı bitirdiğinde
yayıncısına yollamak için karısıyla postaneye
giderler. Ama bütün kitabı yollayacak paraları
yoktur ve orada kitabı ikiye bölüp gramajını
azalttıktan sonra ilk bölümü postaya verirler.
Neyse ki yayıncısı dünya çapında bir romanla
karşılaştığını farkedip onlara borçlarını
ödeyecekleri ve karınlarını doyuracakları bir
çek gönderir...
Nobel ödüllü Marquez, çok önemli bir
yazardı, çünkü o kendi coğrafyasından çıkan
pek çok başka yazarın da öncüsü oldu. Bugün
şunu kesinlikle söyleyebiliyoruz ki, onun
edebiyatını besleyen iki atar damar vardır:
çocukluğu ve gazetecilik mesleği.
Evet Marquez dünyanın yaşayan en ünlü
yazarlarından biriydi. Üstelik neredeyse
60’lardan bu yana, yani 50 yıldır dünyanın
en çok okunan, en çok tanınan yazarlarından
biriydi. Onun adıyla birlikte aklımıza hemen
iki şey gelir, ‘Büyülü Gerçeklik’ ve ‘Yüz Yıllık
Yalnızlık’. Marquez’in 1967’de yazdığı bu
roman, hakikaten edebiyatta büyülü gerçeklik
kavramının da simgesi, neredeyse kutsal
kitabı oldu. Büyülü gerçekliği basitçe “sıradışı,
doğaüstü, olağanüstü olayların gündelik,
sıradan şeylermiş gibi romanın içinde yer
alması” diye tanımlayabiliriz. Aslında
2 0
MESA VE YAŞAM
edebiyat tarihçileri büyülü gerçeklik
tanımının ilk kez 1920’lerde kullanıldığını,
bunun ilk örneklerini de tabii ki Latin
Amerika’nın büyük ustası Borges’in verdiğini
yazarlar ama bunu kendi tarzı kılıp dünyada
milyonlarca okuru Latin Amerika
masallarıyla büyüleyen hiç tartışmasız
Gabriel Garcia Marquez oldu. Marquez’le
özdeşleşen büyülü gerçekliğin kendi
coğrafyasında ve dünyanın başka yerlerinde
pek çok yazarda etkisi görüldü. Mesela
2000’lerin çok satan yazarlarından, sinemaya
bile uyarlanan Ruhlar Evi'nin yazarı Isabel
Allende ya da Türk edebiyatının en özgün
yazarlarından biri Latife Tekin. Ona büyük
çıkışını sağlayan ilk romanları Sevgili Arsız
Ölüm, Berci Kristin Çöp Masalları basbayağı
büyülü gerçekliğin Türkiyeli örnekleriydi...
Hepimiz okumasak bile Yüz Yıllık Yalnızlık'ı
mutlaka biliyoruz. Nitekim 50’ye yakın dile
çevrilip bütün dünyada 30 milyon satmış
büyük bir kitaptan söz ediyoruz. Ama aslında
Marquez külliyatı başta da söylediğimiz gibi
neredeyse tamamı Türkçe'de yayımlanmış
otuza yakın kitaptan oluşur. 'Hayat insanın
yaşadığı değildir, aslolan hatırladığıdır’ diyen,
anı kitabına Anlatmak İçin Yaşamak adını
veren Marquez’in yazarlığının iki büyük
Marquez’in diğer atar damarı ise gazetecilik
mesleğidir. Evet günümüzde itibarını gün
geçtikçe kaybeden gazetecilik. Anlatmak İçin
Yaşamak kitabında uzun uzun bahsettiği
binbir zahmetle, yoksullukla ama macera ve
heyecanla yüklü genç bir gazeteci olarak
geçirdiği yıllar, onun bir hikâye anlatıcısı hatta
daha doğrusu bir hikâye ‘aktarıcısı’ olarak
kaleminin kıvamını bulmasına önemli bir
katkıda bulunmuş olmalı. Uzun yıllar
sürdürmeye çalıştığı, her zaman büyük bir
tutkuyla söz ettiği gazetecilik mesleğinin
ürünü olan kitapları da, en az romanları kadar
ilgi çekicidir. Yayınlanan ilk kitabı Bir Kayıp
Denizci, bir grup kazazedeyle yaptığı
röportajın kitabıydı. Daha sonra ünlü bir
romancı olduğunda da benzer eserler vermeye
devam etti.
Gabriel Garcia Marquez, İspanyolca edebiyat
ve özellikle Latin Amerika edebiyatı için ön
açıcı bir isimdi. ‘Latin patlaması’ diye
hatırlanan, 60’ların sonundan itibaren dili,
politik tavrı ve yazdıklarıyla dünyada çok ilgi
çeken Julio Cortazar, Carlos Fuentes, Mario
Vargas Llosa gibi yazarların öncüsü kim ne
derse desin Marguez oldu. Marquez’in
büyülü gerçekliği, aslında çok zengin bir
anlatı geleneğini hızlı, enerjik bir dille,
herkesin seveceği yalın metinlere
dönüştürebilmesiydi. Geniş kitleleri
etkileyen, kendine çeken bu üslubuyla bir
dünya yazarı oldu. Burada bir parantez açıp
Latin edebiyatının Türkiye’de en çok sevilen
çeviri kitaplar olduğu gerçeğini de analım.
Tabii ki bunda Latin yazarların büyülü
anlatımları, sözlü gelenekten beslenmeleri
kadar kitaplarının konuları da etkili. Çoğu
kez kanlı, baskıcı, otokrat yönetimler ve
onların mahvettiği insanlara değinen bu
kitaplarda kendi tarihimizden de çok şey
buluyor olduğumuz açık…
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 21
Marguez, Türkiye’de ve dünyada en popüler
Latin Amerikalı yazar oldu. Ama ününü
yazdıkları kadar yaptıkları, daha doğrusu
duruşu da beslemiş olmalı. Zaten aktivist
bir gazeteci olarak başladığı hayatını, ünlü
bir yazar olduğunda da politik tavır
takınmaktan hiç çekinmeyen bir entelektüel
olarak sürdürdü. Küba Devrimi’nin
ardından Latin Amerika’da sosyalizmin
yükseldiği ve tüm dünyanın ilgisini bu yöne
çevirdiği zamanlarda Marquez ‘Latin
Amerika’ kimliğinden yana, sömürgeci
geleneğe ve müdahalelere karşıt bir tavır
takındı. Ülkesi Kolombiya’daki uyuşturucu
ticaretine de, bütün kıtayı kuşatan
yolsuzluklara ve yoksulluğa karşı da tavır
aldı. Küba’nın efsanevi lideri Fidel
Castro’nun yakın arkadaşlarından biri oldu,
ona açık ve sürekli bir destek verdi. Yani
kendi coğrafyasına yönelik eleştirel, muhalif
tavrını sadece yazdığı metinlerle sınırlı
tutmadı. Hayatın hatta tarihin bir parçası
oldu. İşte bu nedenle onu bundan sonra da
Yüzyıllık Yalnızlık'taki hayali Macondo
kasabası kadar, Latin Amerika’nın sert
gerçeklikleriyle birlikte hatırlayacağız.
Ama tabii böyle tatlı hatıraları bir yana
bırakıp onu kitaplarıyla anmak isteyen esaslı
okurlar da vardır diye düşünüyorum. O
nedenle Marquez külliyatını gözden geçirip
dokuz önemli kitabını seçtim. Meraklısı için
küçük bir kılavuz niyetine...
Mutlaka okunmasını önerdiğimiz
9 Marquez kitabı.
durumlar için Kırmızı Pazartesi bir deyime
dönüşmüştür.
Yüzyıllık Yalnızlık
Yazılma öyküsünden yukarıda biraz
bahsettim. Marquez bu kitabı kafasında epey
taşıdığını, kendi çocukluk hikâyelerinden
böyle bir kitap yazmak istediğini ve ilk
cümleyi bulur bulmaz oturup yazmaya
koyulduğunu anlatır.
Şilide Gizlice
Şili'de Pinochet diktatörlüğünün foyasını
ortaya döken bir kitap.
Anlatmak için Yaşamak
Gabriel García Márquez'in son kitabı. Bir
büyük yazarın nasıl yetiştiğini anlatan, bir
yandan hırslı bir gazetecinin 60'larda Latin
Amerika'da nasıl bir hayat sürdüğünü anlatan
önemli bir kitap.
Bir Kayıp Denizci
Marquez'in ilk kitabı. Tabii ki bir gazeteci
kitabı bu.
Benim Hüzünlü Orospularım
Marquez'in son romanı. 90, evet doksan yaşında
bir adamla 14 yaşındaki kızın aşkını anlatıyor.
Kırmızı Pazartesi
Dünyanın en ünlü 'kasabanın sırrı' romanı.
O kadar iyidir ki 'herkesin haberi olan ama
bilmezden geldiği' bütün
Kolera Günlerinde Aşk
Marquez'in en ünlü romanlarından biri. Bu
kez aşka adanmış bir kitap.
Başkan Babamızın Sonbaharı
"Başkan Babamızın Sonbaharı", ölmek üzere
olan, ama bir türlü ölmek bilmeyen ve tabii ki
yaşama tutunmak adına cinayetler işleyip kan
döken bir diktatörün öyküsü.
Albaya Mektup Yok
İncecik bir Marquez kitabı. Yine bize özellikle
çok şey anlatıyor demekten kendimi
alamayacağım.
Bir Kaçırılma Öyküsü
Son tavsiyemiz yine bir
gazetecilik kitabı. Tabii ki
Marquez Latin Amerika'nın
uyuşturucu meselesiyle ve
çeteleriyle de ilgilendi. Bu
kitabı unutulmaz uyuşturucu
baronu Pablo Escolar'ı
anlatıyor.
MESA VE YAŞAM 2 1
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 22
ÜÇ GARİBİN İZİNDE ANAKARA...
Üç Garibin İzinde
Ankara…
Bu yıl doğumlarının yüzüncü yılını kutladığımız Orhan Veli Kanık ve Oktay Rifat Horozcu ile
99. doğum yıldönümü geride bıraktığımız Melih Cevdet Anday, ilk eserlerini Ankara’da verdiler.
Birlikte okudular, aynı dergilerde imzaları çıktı, aynı yerlerde yemek yediler, sohbet ettiler...
Vecdi SEVİĞ
Orhan Veli Kanık
A
nkara, Anafartalar Caddesi 69
numaralı binanın kaldırım
hizasında sıralanmış hazır giyim
mağazalarının hemen sağındaki
merdivenleri tırmandım, bir okulun
bahçesindeydim: Altındağ Atatürk
Ortaokulu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında
inşa edilmiş eğitim kurumu ikiz yapı
özelliği taşıyor. Gazi Mustafa Kemal
Numune Mektebi ve Latife Gazi Kız
Numune Mektebi olarak 1925 yılında
öğrenci kabulüne başladığında, binaya
Mustafa Kemal bir piyano, bir de Kuran-ı
Kerim armağan etmiş.
Okula çocuğunu kaydettiren iki
Cumhuriyet aydınının adlarını anımsadım:
Samih Rifat Bey ve Mehmet Veli Bey. Samih
Rifat Bey, Konya ve Trabzon’da valilik
yapmış, Mustafa Kemal’in ardından
Ankara’ya gelerek Kurtuluş Savaşı
kadrosunda yerini almış. Mehmet Veli Bey,
Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’da
Mızıka-i Hümayun’da hem müzisyen hem
de öğretmen olarak çalışmış, Cumhuriyet’in
ilanından sonra Ankara’ya gelerek müzik
alanındaki hizmetlerini sürdürmeye
başlamıştır. Samih Rifat Bey’in oğlu Oktay,
İstanbul’da Fransızca eğitim veren özel
okulun ilk bölümünde okumuş, Mehmet
Veli Bey’in oğlu Orhan da dört yıl
Galatasaray Lisesi’ne devam etmişti.
2 2
MESA VE YAŞAM
Oktay Rifat
Melih Cevdet Anday
İki “garip”, Mimar Mukbil Kemal [Taş]
tarafından yapılan Anafartalar Caddesi 69
numaralı bu binada tanıştılar. Oktay, yıllar
sonra 1950’de Yeditepe Edebiyat Dergisi’ne,
“Orhan’ı ilk mektebin beşinci sınıfından
beri tanırım” diyecek ve ekleyecektir: “Asıl
dokuzuncu sınıfta can ciğer arkadaş olduk.
21–22 yıllık bir hikâye. İkimiz de şiir
delisiydik.”
“Mektep dâhilinde” 15 kuruşa satılan
dergide Orhan Veli, Oktay Rifat imzaları da
var. Oktay Rifat’ın anlatımıyla, “Bir yıl sonra
İstanbul’dan Melih geldi”. Kadıköy
Sultanisi’nden (Orta okul) 1931 yılında
mezun olan Melih Cevdet, babası avukat
İbrahim Cevdet Bey’in Ankara’ya gelişi
dolayısıyla Taş Mektep öğrencisi olmuş,
Sesimiz’deki imzalar arasına katılmıştı.
İki gencin “can ciğer arkadaş” oldukları
okul, o zamanki adıyla Develik tepesinde,
Taş Mektep olarak bilinen Ankara’nın ilk
lisesi idi. 1889 yılında inşaatı tamamlanmış,
Abidin Paşa’nın valiliği döneminde
açılmıştı. Lise’nin önüne gidip bahçesine
girme, içinde dolaşma isteği duymadım.
Çünkü artık o binanın yerinde koca bir
hastane bulunduğunu biliyordum: Yüksek
İhtisas Hastanesi.
Melih Cevdet, Orhan Veli ile tanışmasını,
“O olsa, günüyle saatiyle söylerdi;
tanışmamız, galiba 1931 yılına düşer.
Benden bir sınıf yukarıdaydı” diye anlatır.
Oktay Rifat ile Orhan Veli’nin
teneffüslerinde şiir konuştukları, Sesimiz
Dergisi’nde imzalarının yayımlandığı o bina
artık yok. Binanın fotoğrafını ararsanız,
Ankara İdeal Matbaası’nda basılmış 30
Teşrinievvel [Ekim] 1930 tarihli Sesimiz
Dergisi’nin kapağındaki “Ankara Erkek
Lisesi Mecmua Heyeti tarafından
neşrolunur aylık mecmuadır” yazısının
hemen üstüne bakın. Turan Tanyer,
derginin öyküsünü Taş Mektep kitabında
ayrıntılarıyla yazmıştır.
Melih Cevdet’in de dâhil olduğu üçlü
grubun okuduğu okulun Edebiyat
öğretmenleri arasında Ahmet Hamdi
Tanpınar, Halil Vedat Fıratlı, Rıfkı Melül
Meriç, Ahmet Kutsi Tecer de vardı. Üç genç
şairin okuldan mezun olmalarından birkaç
yıl sonra, Mehmet Kemal’in anlatımıyla,
“Ön bahçe kapısı, Nümune Hastanesi’ne
bakan … Taşmektep’i yıktılar.”
Orhan Veli’nin, şiirden söz etmek istediğinde
“Teneffüsü gâvur etmeyelim, Oktay” dediği
koridorlar, Gazi Oymağı’nın kurulduğu
odalar boşalmıştı. Yeni Lise Sezenler
Sokağı’nda Mimar Bruno Taut imzalı binada
eğitim vermeye devam ediyordu.
Üç arkadaş, lise sonrası farklı okullara
gittiler. Orhan Veli, önce İstanbul
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 23
Oktay Rifat ile Orhan Veli’nin ilk öğrencileri arasında olduğu 1925 tarihli Mustafa
Kemal Numune Mektebi, günümüzde Altındağ Atatürk Ortaokulu olarak eğitim
hizmeti vermeyi sürdürüyor.
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne kaydını
yaptırdı. Bir süre sonra Ankara’ya döndü,
21 Ocak 1937’de Taş Mektep’ten aldığı
mezuniyet belgesini PTT Genel
Müdürlüğü’ne teslim edip iş başvurusunda
bulundu. Memuriyetin ilk yılları biraz
maceralı geçti. Birkaç kez işe
devamsızlıktan kapının önüne konulduğu
işyeri, Posta Caddesi’nin başındaydı.
Bugün de aynı yerde yeniden yapılmış
PTT binası bulunuyor.
Oktay Rifat, Ankara Hukuk Fakültesi’ne
gitti, tamamladı, Paris’te sürdürmek
istediği hukuk doktorası eğitimi II. Dünya
Savaşı’nın azizliğine uğradı. Hukuk
Fakültesi, Oktay Rifat’ın öğrenciliği
yıllarında bugünkü Opera semtinde,
halen Vakıf Eserleri Müzesi olan binada
eğitim veriyordu. Vakıf Numune Mektebi
olarak yapımına başlanan, sonra
Orhan Veli’nin 2 Haziran 1948’de Şevket Rado’ya
gönderdiği mektup (Şevket Rado’ya Mektuplar,
Haz: Emin Nedret İşli. YKY, 2002’den alınmıştır.)
gerçekleştirilen değişikliklerle yeni
kurulan Hukuk Mektebi’ne tahsis edilen
bu binanın ilk kalorifer tesisatının
döşenmesi işini Koçzade Ahmet Vehbi
Bey üstlenmişti. Oktay Rifat’ın hukuk
mektebi öğrenciliği döneminde zabıt
kâtipliği yaptığı Ankara Asliye Ticaret
Mahkemesi’nin bulunduğu Adliye Binası
bir yıl okuduğu Gazi Numune
Mektebi’nin bitişiğindeydi. Bugün de
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
kullanılan yapı Arif Hikmet Koyunoğlu
tarafından 1926 yılında tamamlanmıştı.
Binanın Ankara Adliyesi olduğu dönemde
değişik nedenlerle binanın havasını
solumuştum.
Taş Mektepten bir yıl sonra mezun olan
Melih Cevdet, önce Ankara Hukuk
Fakültesi’ne, ardından Dil Tarih Coğrafya
Fakültesi’ne kayıt yaptırdı. Dil Tarih
Coğrafya Fakültesi o yıllarda henüz
bugünkü yerinde değildi. Fakülte,
günümüzde Devlet Tiyatroları Genel
Müdürlüğü’nün hizmetinde olan Ankara
Gençlik Parkı’nın karşısındaki Mimar
Kemalettin Bey’in Evkaf Apartmanı’nda
eğitim veriyordu.
Yıllar geçtikçe Ankara’nın üç şairinin
buluştuğu mekânlar da farklılaşmaya
başlamıştı. Özen Pastanesi, Kürdün
Meyhanesi, Üç Nal ve diğerleri.
Atatürk Bulvarı’ndaki Armağan
Apartmanı’nın Sıhhiye’ye bakan köşesinde
Özen Pastanesi Ahmet Kutsi Tecer’in,
“hayatımıza neler girdi? Özen’de dondurma
yemek ilerilik sayılıyor” diye eleştirdiği
dondurması ünlü pastaneydi. Oktay Rifat
bu mekândaki bir anısını Orhan Veli’nin
ölümünden sonra tek sayı yayımlanan Son
Yaprak’ta anlatır:
“1937 yılının yaz aylarında, hangi ay
olduğunu şimdi pek kestiremiyorum,
güneşli bir gün Orhan’la yan yana Özen’e
doğru yürüdüğümüz gözümün önüne
geliyor. Melih, Belçika’da. Hava alabildiğine
güzel. Özen’de caddeye karşı iskemlelere
kuruluyoruz. …Ben yeni bir şiir yazmışım,
Orhan’a okumaya pek cesaret edemiyorum.
Çünkü ne vezni var, ne kafiyesi. Hem de
birkaç satırlık bir şey. Adı: Saksılar”. Bir ara
boş bulunuyor okuyuveriyorum. Orhan
kolay coşmaz. Coşuyor. Şu işe bakın ki o da
cebinden dört satırlık bir şiir çıkarıyor.
Adı: “Kelebek”. Raymond Radiguet’den
tercüme etmiş.”
Günümüzde Yüksek İhtisas Hastanesi’nin bulunduğu, yapıldığı dönemdeki adıyla Develik
Tepesi’ndeki Taş Mektep üç şairin ilk yapıtlarının yayımlandığı Sesimiz Dergisi’nin
çıkarıldığı yerdi. (Fotoğraf Turan Tanyer’in Taş Mektep kitabından alınmıştır.)
Posta Kutusu 179 Ankara. Bugünkü Şehit
Teğmen Kalmaz Caddesi, eski adıyla Posta
Caddesi’nin köşesindeki PTT Merkezi’ndeki
MESA VE YAŞAM 2 3
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 24
ÜÇ GARİBİN İZİNDE ANAKARA...
ardından 1963 yılında bölgenin yaşadığı
uçak kazası felaketinden sonra da yeni imar
planı ile sokak da kalkmış. Parsele daha
geniş oturma alanlı binalar yapılmış,
yıkılmış bir daha yapılmış.
Orhan Veli, 31 Mayıs 1930’da Şevket
Rado’ya yazdığı mektubun altına adresini
eklemeyi ihmal etmemiş: Yenişehir Sağlık
Sokak Sözeri Apartmanı, Ankara. O
tarihlerde kapı numarası yazılmasına bile
gerek duyulmamış. Bugün Sağlık Sokak 9
numarada Sözeri Apartmanı var. Tabii,
yıkılmış daha yükseği yapılmış bir bina.
Oktay Rifat’ın 1947 yılında oturduğu Maltepe Uludağ Sokak, şimdiki adıyla
Şehit Bahadır Demir Sokağı.
posta kutusu Yaprak Dergisi’nin sahibi ve
yazı işlerini fiilen idare eden Orhan Veli
Kanık’a ait. Yazar ve Ressam Fahir Aksoy,
Kürdün Meyhanesi adlı kitabında şöyle
anlatıyor: “Yaprak Dergisi’nin yeni çıkmaya
başladığı günler. Orhan Veli, meyhanenin
karşısındaki Büyük Postane’de bir posta
kurusu kiralamıştı. Derginin tüm mektupları,
yazıları, paraları o adrese gelirdi.”
Gazeteci, yazar, meyhane işletmecisi
Mehmet Kemal de Acılı Kuşak’ta bu
meyhanenin özelliklerini şöyle sıralar: “Asıl
adı Yeni Hayat’tı. Fakat bu pek söylenmezdi.
Daha çok bizler ‘Kürde gidiyoruz’, ‘Aceme
gidiyoruz’ derdik. … Sahibinin adı
Mehmet’ti. Kafkasya’dan veya
Azerbaycan’dan gelmiş bir göçmen.
Konuşması oralı göçmenlerin konuşmasıydı.
…Mehmet’in konuşma biçiminden olacak
buraya ‘Kürt’ ve ‘Acem’ denmiştir.”
İşte bu meyhane Yaprak ekibinin, yani
Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet’in
sık geldikleri yerlerdendi. Mustafa ve
Hafız’ın garsonluk yaptığı kış aylarında
ortadaki sobanın harlı yandığı meyhanenin
müşterileri arasında Ahmet Muhip Dıranas,
Nusret Hızır, Aka Gündüz, Şinasi Nahit
Berker, Cahit Sıtkı Tarancı, İlhan Berk,
Ceyhun Atuf Kansu, Mehmet Kemal,
Orhan Peker, Nurullah Ataç, Çetin Altan ve
Fikret Otyam’ın da bulunduğu kayıtlara
girmiştir. Günümüzde aynı sırada,
simitçilere, dönercilere rastlamak mümkün,
caddede artık içkili lokanta izi yok.
Üç şairin yaşamında öncelikli mekân ise, Üç
Nal’dı. Ünlü fotoğraf üzerine Melih Cevdet
Anday’ın yazdığı, “Dört kişi parkta
çektirmişiz,/Ben, Orhan, Oktay bir de
Şinasi.” dizelerindeki Şinasi Baray’ın 1946
yılında açtığı meyhane.
Meyhane’yi tanımadan Şinasi Baray’ı
tanımak gerek. Üç şairin Taş Mektep’ten
arkadaşı Baray, müsamerelerin dekorlarını
yapan , trampet çalan Baray, mezun olunca
2 4
MESA VE YAŞAM
Meteoroloji Enstitüsü’ne giriyor, fotoğraf
karesiyle ve şiirle de kanıtlandığı gibi,
Ankara’nın sanat yaşamındaki okul
arkadaşlarıyla da ilişkisini kesmiyor. Günün
birinde, büyük olasılıkla çevresindeki
dostlarının özendirmesiyle Hacıbayram
Camisi’ne giden Hükümet Caddesi’nin
hemen başında o tarihlerdeki Konak
Sokak’ta Anneannesinin ahşap evinin ahır
katına kayınbiraderi Esat Bey ile meyhane,
lokal arası bir yer açıyor.
Orhan Veli’nin 16 Haziran 1946 tarihli Ülkü
Dergisi’nde, Melih Cevdet Anday’ın
Fotoğraf şiirini anımsattıktan sonra
yazdıklarını birlikte okuyalım: “İşte o Şinasi
Ankara’da bir içkili lokanta açtı. Adı: Üç Nal.
Şinasi Hem sanatkâr, hem de okuryazar bir
insan olduğu için içkili lokantasını okur
yazarların sık sık gidecekleri, gittikleri vakit
de zevkle oturacakları bir yer olarak tertipledi.
Her giden hoşlanıyor. Ben de onlardanım.”
Şair Şemsi Belli de, 18 Aralık 1953 tarihli
Hafta Dergisi’nde Üç Nal’ı şöyle anlatıyordu:
“Üç Nal bir lokanta mı? Bir meyhane, bir
müze mi? Şarkla garbın birleştiği bir pavyon
mu? …Şiir ve san’at lokali mi? Bu suallerin
hiçbirine ‘evet’ diyemem… Veya hepsine
birden ‘evet’ diyebilirim… Her taraf şiir. Her
duvar bir –sabit- antoloji… Öyle bir antonoji
ki, şairler bu eserleri bizzat kendi el
yazılarıyla yazmıştır…”
Sunay Akın, 2006 yılında, lokantanın sahibi
Şinasi Bey’in karısı Melek Hanım’ın
konukların el yazılarıyla dolu şeref defterini
gösterip: “Orhan çukura düştüğü gece
bizdeydi. Başka bir yere uğrayıp içki içmiş
olamaz” diyen eşinin 1989 yılında bu
dünyadan ayrıldığını yazmıştı.
Tahmin edilebileceği gibi Üç Nal lokantası
artık yerinde yok. 15 Mayıs 1946 tarihli
Ulus Gazetesi’ndeki ilanda kaydedilen
adresiyle, Anafartalar Caddesi Konak Sokak
da yok, lokantanın önündeki çiftlik satış
mağazası da. Önce lokanta kapanmış,
Orhan Veli’den Ankara’da bir adres de 2
Haziran 1948 tarihli, yine Şevket Rado’ya
yazılmış mektuptan: Sümer Sok. No 9, Üst
Kat Yenişehir – Ankara. Günümüzde aynı
adreste koca bir bina yükseliyor. Sokağın
1950’lerden kalan tek binası 11 numarada
ve halen Türkiye Yazarlar Birliği Genel
Merkezi olarak hizmet veriyor.
Oktay Rifat’ın 1947’den bir adresine gittim:
Uludağ Sokak 11/1 Maltepe – Ankara.
Hemen yakınında bir sokakta yıllar önce
oturduğum için bulmam kolay oldu. Her
Ankaralı aynı beceriyi gösterebilir mi
bilmem. Çünkü sokağın adı yaklaşık çeyrek
yüzyılı aşkın süredir Şehit Bahadır Demir
Sokağı. Bina tabii yerinde yok, ama sokağın
ağaçlıklı şirin görünümü iç açıcı.
Ankara’da üç garibin ulaşabildiğim izlerinde
daha başka adresler de var. Bunlar arasında
halen yerli yerinde duran Ankara Palas,
Halkevleri Binası olduğu gibi, yerini
saptamada bile zorlanacağım Cebeci Çiçek
Bahçesi, Carmen Meyhanesi ve daha
niceleri bulunuyor.
Gezintiyi burada tamamlayıp, ustaların son
yolculuklarıyla sözü tamamlayayım.
Önce Orhan Veli Kanık öldü, 14 Kasım
1950, Ankara’da düştüğü çukurda hasar
alan beyni fazla dayanamamıştı. Aşiyan
Mezarlığı’na defnedildi, mezun olduğu
lisenin açılış törenindeki vali Abidin
Paşa’nın oğlu Abidin Dino mezar
projesini yaptı.
18 Nisan 1988’de Oktay Rifat öldü. Orhan
Veli’nin yanına gömülmek istemişti.
Dönemin belediye başkanı, “Babam bile
olsa gömecek yer yok orada” dedi, kestirip
attı. Şair Karacaahmet mezarlığında
toprağa verildi.
Melih Cevdet Anday, 28 Kasım 2002’de 87
yaşındayken hayata gözlerini yumdu.
Vasiyetine uygun olarak Büyükada
Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Üç ünlü kalem de bir dönem Ankara’sında
yaşadılar, iz bıraktılar, önce Ankara’dan
sonra bu dünyadan göçtüler.
n
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:33 Page 25
BİR “TIK”LA DÜNYA AYAĞINIZIN ALTINDA
Bir “Tık”la Dünya
Ayağınızın Altında
İnternet hayatlarımızın ayrılmaz bir parçası artık.
Sadece bilgisayar başındayken değil, yolculukta, yatakta, plajda, hatta doğa yolculuğunda bile
ipadlerimiz, cep telefonlarımız sayesinde hep onla birlikte yaşıyoruz. Peki internet hayatımıza nasıl,
ne zaman girdi? Akıllı cep telefonları ne kadar güvenli? İnternet bağımlılığı nedir?
Biz ölümlüyüz ya sanal kimliğimiz? Sosyal medyanın yarar ve zararları neler? Yanıtlar bu yazıda…
Esra AÇIKGÖZ
B
ir gazeteci olarak “onsuz
zamanlar” nasıldı hiç
hatırlamıyorum. Bir isim mi
aklınızı karıştırıyor; bir dakika
içinde hemen yaşamının en derinine kadar
her şeyi seriyor önünüze. Sabah
haberlerinde kaçırdığınız bir konu mu oldu;
anında ulaşıyorsunuz. Bir adres mi
arıyorsunuz; size dünyayı sunuyor. Aklınızı
bir türlü adını çıkaramadığınız bir şarkı mı
kurcalıyor? Çocuk oyuncağı!
Evet, neden bahsettiğimi anlamışsınızdır.
İnternet hayatımızın her alanına sirayet etti
artık. Hele de akıllı cep telefon devriyle.
Dünya üzerindeki sınırlar onunla
silikleştiriyor, sizden kilometrelerce
uzaktaki olayları anında
öğrenebiliyorsunuz, dünya ekonomisinin
gidişatı, yeni yapılmış bir icat; ne ararsanız
size sadece bir “tık” uzakta. Ama aslında
internet hayatımıza gireli çok da olmadı.
1970’te sadece 15 bilgisayarın birbirine bağlı
olduğu bir ağdan ibaret olan internet, 70’li
yılların ortalarına doğru hızlı bir yükselişe
geçti. Ve 1971’de sosyal medyanın kapısını
aralayan ilk adım atıldı. İlk e-mail
programını geliştiren Ray Tomlinson, ilk eposta mesajı attı. Ne mi yazıyordu?
“QWERTYUIOP”. Yani Q klavyenin en
üstteki yan yana harf kombinasyonu.
Böylece dünyanın parlak geleceğine ilk
adımlar atıldı. 80’li yıllarda alan adları
kullanılmaya başlandı. O yıllarda host sayısı
sadece 1000’ken 90’larda bu sayı katlanarak
arttı. İnternetin asıl patlama noktası
kuşkusuz, www (World Wide Web)
deyiminin hayatımıza girmesiyle oldu. Ve
90’ların sonlarına doğru internetteki site
sayısı 10 bine, host sayısı ise üç milyona
ulaştı. Dünya ticaretinde başka bir kapı
aralandı. Hızla bankalar, markalar, alışveriş
merkezleri sanal şubelerini açmaya başladı.
Yepyeni bir pazarlama ve ekonomi anlayışı
doğdu. Birçok insan internet üzerinden
hayatını geçindirmeye başladı. E-Ticaret
siteleri kuruldu çok kısa sürede, bu sitelere
milyon dolarlık yatırımlar yapılmaya
başlandı. Ve tabii insanlığın ilk ortaya çıktığı
andan itibaren hep ihtiyaç duyduğu
sosyallik de internetteki yerini aldı: 955
milyon aktif kullanıcısı ile Facebook bir
ülke olsaydı, Çin ve Hindistan’dan sonra
dünyanın en kalabalık 3. ülkesi olacaktı; 307
milyon üyesi ile YouTube da öyle!
İnternet hızlı bir şekilde yaygınlaşarak
alışverişten ticarete, bilimsel
araştırmalardan eğlenceye, sivil toplum
kuruluşlarının örgütlenmesinden siyasi
partilerin propagandasına kadar hayatın
her alanını içine aldı. Her geçen gün daha
MESA VE YAŞAM 2 5
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 26
BİR “TIK”LA DÜNYA AYAĞINIZIN ALTINDA
korkulur bir icat da olabiliyor tabii.
İnterneti zapturapt altına alma çabalarıyla
ilgili haberler genelde dünyanın doğu
yakasından geliyor. Gün olmuyor ki, Çin ya
da İran’ın internetle ilgili bir yasak kararı
daha ajanslara düşmesin. Hatta interneti,
kültürü ve yaşam tarzı için en büyük tehdit
olarak gören İran’da tamamıyla milli
internete geçilmesi gündemde. Bundan
sonra İranlı internet kullanıcıları yalnızca
kendi ülkeleri kaynaklı web sitelerini
gezebilecekler. Bunun dışında politik,
kadın haklarına yönelik ya da hükümeti
eleştiren bloglar da İran’da yasak.
Burma’daysa internet erişimi çok maliyetli
olmasının yanı sıra kullanımı için
hükümetten resmi izin gerektiriyor.
Yasadışı kullanıcılarıysa 15 yıla kadar hapis
cezası bekliyor. Çin internet kısıtlamaları
konusunda en büyük uluslararası tepkiyi
Tibet bağımsızlığına yönelik aramalara
koyduğu engellerle aldı. Ancak ülke için o
kadar garip yasaklar var ki, duyunca
insanın inanası gelmiyor. Ülkede internet
fazla insanı da bu dünyaya çekmeye devam
ediyor. On yıl önce sadece 350 milyon
kişinin erişebildiği internete şu an en az iki
milyar insan ulaşıyor. comScore’un son
raporuna göre Türkiye, Avrupa’nın altıncı
en büyük internet kullanıcı sayısına sahip.
Verilere göre Avrupa’da 408.3 milyon
internet kullanıcısının 23,9 milyonu
Türkiye’de. Türkiye geçtiğimiz yıla göre
yüzde 2‘lik bir büyüme kaydetmiş. Rapor,
Türkiye’nin internette online geçirilen süre
sıralamasında 2. olduğunu da gösteriyor.
2 6
MESA VE YAŞAM
Tabii ki bunun en büyük sebebi sosyal
ağlar. Facebook, twitter, youtube ve
instagram sosyal ağ denilince ilk akla gelen
siteler. Türkiye’de 32 milyon facebook, 7.9
milyon twitter kullanıcısı var, bu sayı gün
be gün artıyor. Facebook, kurulduğu
2004’ten bu yana insanların doğasında olan
sosyalleşmeyi çok iyi gözlemlediği için
önemli büyüme kaydetti. Twitter’sa
insanlara özgürce haber alma ve haber
paylaşma imkânı sağladığı için revaçta. Hal
böyle olunca da, internet kimilerince
İnternet Bağımlılığı
Yapılan araştırmalar aşırı internet
kullanımının beyinde oluşturduğu
zararın kokain ve eroinle eşit
olduğunu gösteriyor. 24 saat
bilgisayar başında kalan, yeme-içme
ihtiyaçlarını klavye önünde
gidermeye çalışanların beyin
kimyaları madde bağımlılarında
olduğu gibi bozuluyor. Benim
başıma gelmez demeden önce şu
belirtilere bir göz atın; İnternetle
aşırı zihinsel uğraş, internet
kullanımının azaltılması halinde
çökkünlük ve kızgınlık hissetme,
başlangıçta planlanandan daha uzun
süre internette kalma, başkalarına
internette kalma süresi konusunda
yalan söyleme, interneti
problemlerden kaçmak veya
olumsuz duygulardan uzaklaşmak
için kullanma... Sanal alıştırıcı olan
bilgisayarın fizyolojik bağımlılık
oluşturduğunu söyleyen psikiyatrist
Prof. Dr. Nevzat Tarhan, ileri düzey
sanal bağımlılığı olanları hastaneye
yatırarak tedavi etmeye
başladıklarını söylüyor. Tarhan,
“İlaçlarla tedavi ettikten sonra, kişide
zarar algısı oluşturuyoruz” diyor,
“Kaybedeceklerini söylüyoruz.
İnternet bağımlılığı, diğer madde
bağımlılıklarına göre çok daha çabuk
düzeliyor. Beyindeki o bozulma hızla
toparlanıyor. Ancak bu, evde kendi
kendine yapılamıyor. Bunu interneti
kontrollü kullanım, uzaklaştırarak
davranış terapileriyle yapıyoruz”.
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 27
Telefonunuz akıllı,
peki ama güvenli mi?
Günümüzde dünya nüfusunun yüzde
80’i cep telefonu sahibi. Toplamda
kullanımda olan 5 milyar civarı cep
telefonunun 1.8 milyarını akıllı
telefonlar oluşturuyor. Bu rakamın
2015’te iki katına çıkacağı tahmin
ediliyor. Akıllı telefonların en bilinen
özelliği, bol miktarda görsel, işitsel ve
yazılı veri taşıma, kaydetme ve transfer
etme olanağını sunması. Elbette bu
imkânlara gelişkin teknolojileri
sayesinde internete bağlanma hızları ve
veri depolama özellikleri sayesinde
sahipler. Peki gün boyu birçok işimizde
bize yardımcı olan, elimizden
düşürmediğimiz bu cihazlar, ne kadar
güvenli? Cevap pek de iç açıcı değil.
Gerekli önlemleri almayan bir kullanıcı,
kişisel bir dijital kıyamete hazır olmalı!
Çünkü akıllı telefonların bilgi
akışındaki yoğunluk, siber suçlar için
paha biçilmez bir alan demek. 2012’de
akıllı telefonlar üzerindeki sanal
tehditler yüzde 200 oranında arttı.
Elbette bu büyümede etkili olan
birtakım faktörler vardı. Öncelikle
“hacker”ların yeni teknolojilere adapte
olması. Öyle ki yapılan araştırmalar
tam 33 milyon cihaza ulaşıp zararlı
yazılım bulaştırdıklarını söylüyor. İşin
bir de kurumsal yönü var. Bankacılık
başta olmak üzere, hizmet sektöründe
var olan hemen her kurum artık mobil
hizmetlere başvuruyor. Mcafee mobil
tehditler raporunu hazırlayan Adam
Tosowofsky, “Yeni tür bir virüs,
bankaların kullanıcılarını mobil
ortamda tanımalarını sağlayan iki
aşamalı kodunu engelliyor ve uzun
süredir güvenli sanılan sistemleri
kolayca aşabiliyor” diyerek bu
tehlikelerden birine dikkat çekiyor.
Raporda bazı yeni tür virüslerin
kullanıcı şifrelerini kendileri bulup,
banka hesaplarına ulaşabilecek kadar
akıllı olduğu belirtiliyor. Bazı yazılımlar,
o kadar karmaşık ki, sistemin içine
entegre olmayı bir yana bırakın,
sıfırdan zararlı yazılım üreterek bunu
telefona adapte edebilme özelliğine
sahip. Örneğin çocuğunuzun zekâsını
geliştirecek bir oyun, tehlikeli bir truva
atı olarak sisteminizde kendisine lazım
olacak bilgilere sahip olana kadar
yerleşebiliyor. Bu tip bir yazılım olan
Eurograbber’ın, tam 30 bin banka
hesabından, 47 milyon dolar civarında
bir parayı ele geçirdiği tahmin ediliyor.
Uzun lafın kısası, özellikle telefonunuz
internete bağlı olduğunda, içeriğine
güvenmediğiniz mesajlar geldiğinde,
bilgisayar bağlantısı yaptığınızda
dikkatli olun.
kullanırken bugün ya da yarın yazmak
yasak. Hükümet bu kısıtlamayı gösteri
planlayan grupların internetten organize
olmasını engellemek adına uyguluyor. Ne
yazık ki, zaman zaman Türkiye’de bu
ülkeler arasında yerini alıyor. Tıpkı youtube
ve twitter yasaklarında olduğu gibi.
Emniyet teşkilâtının yaptığı bir çalışma her
Türk vatandaşının TC kimlik numarasını
kullanarak internete girmesini amaçlıyor.
Öyle ki, “www” yerine “ttt” gibi bir sistem
kurulması ve sadece Türkiye’deki sitelere
girilmesi bile gündeme geldi. Bu
uygulamalar, dünyanın en güçlü
ailelerinden birine mensup olan Jay
Rockefeller’ın sözünü hatırlatıyor; “İnternet
asla var olmamalıydı.” Artık onu yok etmek
pek mümkün görünmüyor, hele de bu
geldiğimiz yüzyılda. Tıpkı Twitter ya da
Youtube kapatıldığında insanların farklı
yollar bularak bu sitelere girebilmeleri gibi.
Bununla birlikte, internetin bireysel
özgürlüklere ve özel hayata yönelttiği
tehditleri, telif hakları, kredi kartı
dolandırıcılığı, çocuk pornografisi, sanal
saldırılar, virüsler ve istenmeyen e-postalar
gibi olumsuzluklarını göz ardı edemeyiz
tabii. Sosyal medya ve internetin yarattığı
değişim akademisyenlerin de
incelemesinde haliyle. Bu konuda çalışma
yapan akademisyenlerden biri de, Yeditepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi
Prof. Dr. Bengi Semerci. “Sosyal Medyanın
Psikolojik Etkileri”ni araştırdığı raporda,
her gün ortalama 250 milyon fotoğraf
eklendiğini, bunun yüzde 35’inin kişinin
kendisine ait fotoğraflar olduğunu söylüyor.
Bağımlı hale gelmezseniz, arkadaşlık
bağlarını sürdürme ve haberleşeme için
interneti kullanmanın yararlı olduğunu,
araştırma alanı olarak da internet sayesinde
insanlar, toplum hakkında bilgiler
alınabileceğini anlatıyor Prof. Dr. Semerci.
Zararlarına gelince?
“Sosyal medya dikizleme ve dedikodu
kültürünü arttırdı. Orada kimliksizleşmeye
başlıyorsunuz. Gazetelerin üçüncü
sayfalarında internetten tanıştı diye başlayan
cinayet, tecavüz, şantaj haberlerini okuyoruz.
Popülarite arttıkça arkadaş sayısı, takip eden
sayısı artıyor. Sayı arttıkça yalancı
kahramanlar oluşuyor. ‘Ne kadar çok kişi
takip ediyorsa o kadar iyiyim’ duygusu
beslenir ve narsisizme yol açar. Yüz yüze
iletişimi azaltıp, yalnızlığı arttırıyor. İş
yerlerinde çalışanlar arası huzuru bozma,
şirket bilgilerinin paylaşımı gibi yeni riskler
yaratabiliyor”.
n
MESA VE YAŞAM 2 7
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 28
KLASİK OTOMOBİL BİR TUTKUDUR
Klasik Otomobil
Bir Tutkudur ...
Zamana meydan okuyorlar. Her biri yaşanmışlıkları gizliyor motorlarında,
yolculukları. Klasik otomobil tutkusu bu yüzden pek çok insanın yüreğine
dokunuyor. Klasik Otomobil Kulübü de bu tutkuyu, sevgiyi yaygınlaştırmak için
çalışıyor. Bizde Türkiye’de klasik otomobillere olan ilgiyi, dünyadaki durumu,
gezebileceğiniz klasik otomobil müzelerini sizinle paylaşalım istedik.
Esra AÇIKGÖZ
K
urtköy’de başlayıp Şile’ye,
Şile’den Ömerli’ye uzanan bir
yolculuğun kahramanları onlar.
Hızları değil, ama yaşlarına
rağmen hayata meydan okuyan
motorlarının gücü, bakımlı edalarıyla
izleyenlerin yüreğini ağzına getiriyorlar.
Ardı ardına geçiyorlar hayran bakışlar
altında, birincilik için yol alıyorlar.
Yürekleri ağızlara getiren bir yarış bu, zira
kiminin yaşı 1920’lere uzanıyor…
Meraklıları zaten biliyordur, ama
bilmeyenler için söyleyeyim, Klasik
Otomobil Kulubü’nün yılda üç kere
düzenlediği rallilerden birinden, “Bahar
Rallisi”nden, bahsediyorum. Mercedes,
Ford, Buick, Chevrolet, Merrcury,
Plymouth, Cadillac, BMW, Alfa Romeo,
Porshe, Doditroen, Volvo markalı ve her
biri adeta filmlerden, romanlardan,
belgesellerden fırlamış, “sanat eseri”
kategorisinde sigortalanan bu rengârenk
otomobiller, nostalji rüzgârı estirdi…
Klasik otomobil tutkusu Türkiye’de
küçümsenmeyecek kadar fazla. Hatta
sadece klasik otomobillerin sergilendiği
müzeler bile var. Üstelik
sadece
2 8
MESA VE YAŞAM
erkeklerin peşinde olduğu bir tutku değil
bu. Kadınların da hatırı sayılı bir ağırlığı
var. Hatta Klasik Otomobil Kulubü genel
sekreteri ve yönetim kurulu üyesi de bir
kadın, biz de kulübün etkinliklerini, klasik
otomobil tutkusunu Zeynep Tura Kalın’la
görüştük.
- Önce Klasik Otomobil
Kulübü’nün kuruluş hikâyesiyle
başlayalım mı? Nereden çıktı bu
kulübü kurma fikri, neden ihtiyaç
duydunuz?
Klasik Otomobil Kulübü 1990'da bir avuç
klasik otomobil meraklısının bir araya
gelerek kurduğu, 24. yılına geldiğimiz bu
günlerdeyse aktif üye sayısının 400'ü aştığı
bir kulüp. Tamamen hobi olarak başlamış
bir tutku. Daha sonra öncelikle kurucu
üyelerin yakın çevrelerinin de ilgilenmesiyle
kulüp genişledi. Arkasından başlayan
organizasyonların, yarış ve gösterilerin,
medyada yer almasıyla klasik severler yavaş
yavaş üye olarak kulübümüzün bugünkü
haline gelmesini sağladı.
-Kaç üyeniz var, nasıl bir profile
sahip üyeleriniz; ekonomik
durum, yaş ortalaması,
yaşadıkları şehirler...?
Kulübün 400’den fazla aktif üyesi var.
Üye profilimiz holding sahiplerinden
serbest meslek sahiplerine, üst düzey
yöneticilerden tamirhane sahiplerine,
öğrencilere, koleksiyonerlere, ev
kadınlarına ve hatta emeklilere kadar
uzanıyor. Kulübümüze üye olmak için
belli bir gelir seviyesi ya da unvan
aramıyoruz. Hatta klasik otomobil sahibi
olmak koşulu bile yok. Klasik otomobil
sevgisi, ilgi ve elbette klasik otomobiller
konusunda bilgili olmak üye olmak için
yeterli kriterler. Tabii ki bu kişinin
üyelerimiz tarafından kabul görecek
konuma ve eğitime
sahip olması
gerekiyor.
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 29
Dediğiniz gibi bu bir tutku. Dolayısıyla
klasik otomobil sahiplerinin hafta
sonlarının önemli bir kısmı
tamirhanelerde geçiyor. Sadece tamir
işi değil elbette bizleri oralara çeken.
Birbirimizi bulduğumuz zaman klasik
otomobil çevresinde dönen çok ilginç
sohbetler de oluyor. Bu hobinin en
güzel tarafı da işte bu. Çok farklı sosyoekonomik seviyelerden insanları bir
araya getirip birbirleri ile bilgi
paylaşmalarını sağlıyor.
-Otomobil bakımında en çok
dikkat edilmesi gerekenler neler?
Mercedes Benz SLC 350.
Bir araya gelindiğinde ortak konu
herhangi bir klasik aracın en iyi şekilde
nasıl korunup, ilk günkü performansına
en yakın şekilde çalışmasının nasıl
sağlanacağı, oluyor. Yaş yelpazesine
baktığımızda, üniversite öğrencisi üyemiz
olduğu gibi geçtiğimiz sene 90’lı yaşlarına
adım atan üyelerimiz de var. Türkiye’nin
bir yanında yaşıyorlar; Samsun, Antalya,
Muğla, Aydın, Mersin… Ama tabi ki
çoğunluk klasik otomobillerin daha sık
rastlandığı, bakım ve onarım işlerinin
daha kolay yapılabildiği İstanbul, Ankara,
İzmir, Bursa gibi büyük şehirlerde.
-Otomobil denince akla daha çok
erkekler gelir, klasik otomobiller
için de bu geçerli oluyor, ama siz
bir kadın olarak derneğin genel
sekreterliğini yapıyorsunuz.
Üyeleriniz arasında kadın oranı
yüksek mi?
Otomobil sporları daha çok erkeklerin
hakim olduğu bir alan, evet, ama
kulübümüzde çok sayıda kadın üyemiz de
var. Tıpkı benim gibi. Üyelerimizin
yaklaşık dörtte biri kadın.
Rallilerimizde de kadın
pilot sayısı giderek
artıyor.
-Sizin klasik otomobil
tutkunuz nasıl başladı?
Ben klasik dönemlerin tutkunuyum.
Sanırım ilgim de buradan başladı. Sanayi
devrimi ve sonrasındaki ekonomik
gelişmeler, dönemin sosyal yapısı, kültürel
ve sanatsal faaliyetler, bilimdeki gelişmeler
her zaman ilgimi çekti. Evimin
dekorasyonu da klasiktir. Mühendislik
mezunu olduğum için temel mekanik
düzeneklere ve sistemlere hayranlık
duyarım. Klasik otomobillere duyduğum
ilgi de bu merakımın bir uzantısı. Yaklaşık
20 sene önce bir arkadaşımın garajında
uzaktan gördüğüm bir otomobile aşık
oldum ve “Bu benim olmalı” dedim. O gün
bugündür bu ilgim devam ediyor.
-Bir koleksiyona sahip misiniz?
Şu anda sadece bir klasik aracım var: 1973
model Mercedes Benz SLC 350. 220 beygir
gücünde, Amerikan versiyonu, uzun
tampon, otomatik vitesli, klimalı, son
derece konforlu bir araç. Birkaç sene önce
komple restorasyon geçirdi ve tamamıyla
orijinal parçalarla yenilendi. Otomobilimi
büyük bir keyifle, işe giderken bile
kullanıyorum.
-Klasik otomobil tutkusu kuşkusuz
bazı sorumlulukları da
beraberinde getiriyor. Emek
gerektiriyor. Klasik otomobil
sahibi olanlar nasıl
bir mesai
harcıyor?
Klasik otomobil bakımında en önemli
noktalardan birisi işinin uzmanı ustalarla
çalışmak. Bakım, onarım ve restorasyon
işleri dikkat, deneyim ve özen gerektiriyor.
Doğal olarak her şeyin elektroniğe
dönüştüğü ve tamir işlerinin bilgisayar
bağlayarak yapılmaya başlandığı
günümüzde bu işi hakkıyla yapan usta ve
tekniker sayısı çok az. O nedenle bu
ustalar bizler için araçlarımız kadar
değerli.
Otomobil bakımında en önemli husus
otomobilinizi tanımak olmalı.
Unutmamak lazım ki yaşı 50-60’ı bulan
veya geçen bu araçlar şefkat ve özen
istiyor. Tıpkı yaşlı insanlar gibi onlar da
zorlanıp strese sokulunca daha sık ve daha
ağır arızalanıyor. Hor kullanmak, gereksiz
yüklenmek, çok kalabalık saatlerde şehir
trafiğinin içinde aracı gereksiz yere
yıpratmak ya da otoyolda hız limitlerini
zorlamak bu araçlara yapılabilecek en
büyük haksızlık. Aracınızı iyi bir ustanın
elinde dikkatle elden geçirtip sonrasında
da özenli ve nazik kullanırsanız, o da sizi
uzun yıllar sıkıntı yaşatmadan
taşıyacaktır.
-Kulüp olarak birkaç yıldır
Klasik Otomobil Rallisi
düzenliyorsunuz. İlgi nasıl?
Klasik otomobil rallisini
kurulduğumuzdan, 1990’lardan, beri
düzenliyoruz. Önce yılda tek ralliyle
başladık. Daha sonra arttırdık. Son 15
yıldır yılda üç ralli düzenliyoruz; Bahar
Rallisi, Batı Anadolu Rallisi ve
Cumhuriyet Rallisi. Kulübümüz 1990’dan
beri Uluslararası Antika Otomobil
Federasyonu olan FIVA’nın üyesi.
Düzenlediğimiz tüm ralliler FIVA’nın
ulusal ve uluslararası klasmanda kabul
ettiği yarışlar. Türkiye’de de Otomobil
Sporları Federasyonu ve Antika Otomobil
Federasyonu üyesiyiz. Yurtdışındaki klasik
otomobil kulüpleriyle ortaklaşa
düzenlediğimiz uluslararası ralliler de var.
Rallilere ilgi her zaman yüksek oluyor.
MESA VE YAŞAM 2 9
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 30
KLASİK OTOMOBİL BİR TUTKUDUR
kulüplerden farklı kılan en önemli unsur
üyeler arasındaki birliktelik, dayanışma,
sevgi ve hoşgörü.
-Klasik otomobil ve ralli kelimeleri
pek de yan yana gelmez. Nereden
çıktı bu ralli fikri?
“Ralli” denince ilk akla gelen doğal olarak
sürat yarışı oluyor. Ama “Klasik Ralli” çok
farklı. Bizim rallilerimizde önemli olan
hızlı giderek finişe ilk girmek değil.
Aksine çok dikkatli gitmek,
rallilerimizdeki özel etaplarda verilen ve
50’yi aşmayan ortalama hız
sınırlamalarına uymak zorunluluğu var.
Bu nedenle klasik otomobil yarışlarımız
daha çok düşük hız, yoğun dikkat ve ince
hesap işi. Yine de bu kadar değerli
Mini Cooper
Örneğin en son düzenlenen 19-20 Nisan
Bahar Rallisi’ne 96 otomobil katıldı. Gezi
kategorisinde katılan altı otomobili
saymazsak en yaşlısı 1929, en genci
1981 modeldi. Her yıl bu sayı
artıyor. Bunun dışında belirli
zamanlarda kulüp üyeleriyle bir
araya gelerek sohbet ve eğlence
aktiviteleri düzenliyor ve böylelikle
kulüp enerjisini ve birlikteliğini
koruyoruz. Kulübümüzü diğer
Chevy Stingray
Dünya’da Klasik Otomobil Tutkusu
-Klasik otomobille ilgili önemli
koleksiyona sahip olanlar var mı
Türkiye'de?
sayısı olarak değil, ancak kültürün bir
parçası olması, araçları koruma,
bakım, onarım ve değer katma olarak
bakarsak İngiltere başı çekiyor.
Üyelerimiz arasında klasik otomobil
Arkasından ABD geliyor. Avrupa’da
müzesi olan, bu hobiyi uluslararası
da çok koleksiyoner ve çok sayıda
düzeyde kabul gören koleksiyonerlik
klasik sever var. Bildiğiniz gibi rejim
seviyesine taşıyan üyelerimiz var.
sebebiyle Küba’da da hatırı sayılır
Örneğin Arsay Müzesi, Ataman
miktarda klasik otomobil var. Tabi bu
Müzesi, Artam Müzesi İstanbul’da
araçların kondisyonu Avrupa ve ABD
bulunan ve üyemiz olan klasik
ile kıyaslandığında oldukça kötü, ama
otomobil koleksiyonerlerinden birkaçı. adet olarak çoklar. Güney Amerika
Bunlar dışında gene üyemiz olan
ülkelerinde, bazı Afrika ülkeleri ve
Özgörkey ailesinin İzmir’de klasik
Avustralya’da da çok sayıda klasik
otomobil müzesi mevcut. Ayrıca
otomobil var. Avrupa ve ABD’de
Ankara’da, Bursa’da ve gene İstanbul’da klasiklere ilgi göstermenin dışında
müze kuracak kadar olmasa da 15-20 çok ciddi bir bakım-onarım,
hatta 30’a yakın klasik aracı olan
restorasyon kültürü ve yedek parça
üyelerimiz de var. Bu üyelerimiz
üretimi de mevcut. Ülkemizde
araçlarını kendi özel garajlarında
maalesef özellikle restorasyon
koruyorlar.
konusunda çok sıkıntı yaşanıyor.
Bizde 1940 öncesi çalışır durumda
-Dünyadaki klasik otomobil
modellere rastlamak çok zorken
koleksiyonerliği, tutkusuyla
Türkiye'dekini kıyaslamanızı istesem? İngiltere ve bazı Avrupa ülkelerinde
sadece 1940 öncesi modellerin
Dünya derken birkaç farklı
gösterileri, özel yarışlar ve hatta bu
coğrafyadan bahsetmek daha doğru
araçlarla kıtalar arası yarışlar bile
olur. Klasik otomobil konusunda, araç düzenleniyor.
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 31
Shelby Cobra
İlgilisine Gezilecek
Birkaç Müze
-Ural Ataman Klasik
Otomobil Müzesi: Her
biri otomobil tarihinde
kilometre taşı olmuş
klasiklerle dolu olan
müzede 1920-1970 arası
döneme ait 60'ın üzerinde
otomobil sergileniyor. Neon
lambalardan benzin pompalarına,
nostaljik kamyonlardan bisikletlere
kadar müzede klasik pek çok farklı
modelde aracı görme şansınız var.
Sarıyer’deki müze, sadece cumartesileri
11.00-18.00 arasında açık.
Telefon: (212) 299 45 39
-Mehmet Arsay Klasik Otomobil
Müzesi: Bir otomobil sevdalısı olan
Mehmet Arsay'ın Halkalı'daki müzesi,
ziyaretçilerini tarihte bir yolculuğa
çıkarıyor. Bu bir aile müzesi. Mehmet
Arsay’ın ölümünden sonra,
otomobillere onun kadar tutkulu olan
eşi Meryem, kızı Mine, oğlu Cengiz
tarafından geliştirilmiş. Müzede çalışan
altı usta çoğu yurtdışından getirilen
klasikleri aslına uygun restore ediyor.
1886 Benz, 1899 model Decouvelle'den
1979 model Porsche'ye kadar değişik
markaların, bugün artık üretilmeyen
otomobillerin bulunduğu müzenin ilk
katında 1940 yılına kadar üretilen
otomobiller üst kattaysa bu tarihten
itibaren üretilen pek çoğu Amerikan ve
spor modeller bulunuyor. Çarşamba ve
pazar günleri ücretsiz olarak gezme
şansınız var.
Tel: (212) 5484000
arabaların
rallide yer alması
izleyenlerin yüreklerini
hoplatıyor. Zaman zaman yolların
durumundan kaynaklanan sıkıntılar
yaşanabiliyor. Örneğin çukurlar, stabilize
yollar ya da köy yollarında karşımıza
çıkan büyük baş hayvan sürüleri bizler
için en büyük risk.
-Klasik Otomobil Kulübü'nün
hedefi nedir?
Öncelikli hedefimiz ülkemizde klasik
otomobil ilgisinin ve sevgisinin
yayılmasını ve artmasını sağlamak. Bunun
için ralliler, klasik otomobil tanıtımına
yönelik etkinlikler düzenliyoruz, otomotiv
sporları programlarında yer alıyoruz,
zaman zaman klasiklerimizden bazılarını
halka açık yerlerde, örneğin bir alışveriş
merkezinin avlusunda, sergiliyoruz ve
büyük ilgi görüyor.
Sosyal medyada da yer alıyoruz ve çok ilgi
görüyoruz. Bir diğer hedefimizse klasik
otomobilin
bir değer olduğunu, yatırım
aracı olarak da kullanılabileceği görüşünü
yaygınlaştırmak. Böylece araçlara daha
fazla özen gösterilmesini ve daha iyi
korunmalarını sağlamak. Kasabalarımızda
ve köylerimizde “döküntü” olarak
adlandırılan ve duvar dibine terk edilen
birçok eski araca rastlıyoruz. Bırakın
köyleri, geçen seneye kadar Levent’te
villaların arasındaki sokaklardan birisinde
bile çürümeye terk edilmiş 1960’lardan
kalma bir Mercedes Benz vardı. Araç o
haliyle elbette hurda ama restore edilse 5060 bin dolara alıcı bulabiliyor. Bunların
hepsi aslında milli servetimizin de bir
parçası. Bir diğer hedefimiz de klasik
otomobillerin aynı zamanda milli değer
olarak kabul edilmesini ve devlet
tarafından da farklı kategoride
değerlendirilerek koruma, bakım ve
onarımlarını teşvik edecek bir sistemin
getirilmesini sağlamak.
n
-Rahmi M. Koç Müzesi: Türkiye'nin ilk
ve en büyük sanayi müzesi. Türkiye'de
ve dünyada sanayinin ilk günlerinden
bugüne kadar kullanılan pek çok
makine ve teçhizatı müzede geçirme
şansına sahipsiniz. Burası aynı
zamanda denizaltısı, uçağı, traktörleri
ve geniş bir otomobil koleksiyonu da
olan bir müze. 40’tan fazla otomobil
sergileniyor. Ayrıca on motosiklet ve
iki antika bisiklet de sergilenenler
arasında. Dünyadaki ilk ticari taşıtları
da yine Rahmi Koç Müzesi'nde görme
şansına sahipsiniz.
-Sabri Artam Vakfı Otomobil Müzesi:
Kapılarını 1998’de ziyarete açan
müzede hepsi birbirinden kıymetli
150’den fazla araç sergileniyor. Bu
araçlar aynı zamanda sahip oldukları
özelliklerle de ilgi çekici noktadalar.
Mustafa Kemal Atatürk'ün kullandığı
bir oromobil, İran şahının Rolls
Royce'u bu müzede sergileniyor.
Çengelköy’deki müze haftanın altı
günü ziyarete açık.
MESA VE YAŞAM 3 1
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:34 Page 32
MESAJANDA
MesAjanda
The Seed’de Beethoven
ve Chopin melodileri
5 HAZİRAN
Ukrayna asıllı genç Alman piyanist Alexej
Gorlatch, İstanbul Resitalleri kapsamında, 5
Haziran’da saat 20.00’de, Sakıp Sabancı Müzesi
The Seed’de olacak. Carnegie Hall (New
York), Wigmore Hall (Londra), Salle Cortot
(Paris) ve Kioi Hall (Tokyo) gibi prestijli
salonlarda resitaller veren sanatçı İstanbul’daki
resitalinde; Beethoven, Schubert ve Chopin’in
eserlerini yorumlayacak.
(Biletix: 0 216 556 98 00)
N
3-17 HAZİRA
5.Uluslararası İstanbul Opera Festivali
3-17 Haziran tarihleri arasında
gerçekleşecek olan 5.
Uluslararası İstanbul Opera
Festivali, İstanbullu
sanatseverlere opera şöleni
yaşatmaya hazırlanıyor…
Ankara’da
“Ferhangi” bir gün
6 HAZİRAN
Ferhan Şensoy, tek kişilik gösterisi
“Ferhangi Şeyler” ile 6 Haziran'da
Ankara Devlet Tiyatrosu Şinasi
Sahnesi'nde olacak. Saat 20.30’da
başlayacak gösteri, Şensoy'un 7 Mart
1987'den beri aralıksız oynadığı ve
gündelik herhangi olayların “Ferhanca”
bir mizah penceresinden
değerlendirilmesi. İzlemediyseniz
kaçırmayın! (Biletix: 0 216 556 98 00)
Festival, 3 Haziran’da Zorlu
Center PSM’de Ankara Devlet
Opera ve Balesi yapımı,
G. Verdi’nin ünlü operası “Attila”
ile seyirciyi selamlayacak.
6 Haziran’da ise İstanbul Devlet Opera ve Balesi, G.Rossini’nin “II. Mehmet” operasını
sahneleyecek. 9-10 Haziran’da, Samsun Devlet Opera ve Balesi, “Saraydan Kız
Kaçırma” operasını İstanbul Arkeoloji Müzeleri Bahçesi’nde sahneleyecek. Festival
seyircisi, Avrupa’nın Türk - Osmanlı kültürel etkilenmelerinin izlerini 14-15 Haziran
tarihlerinde, Kadıköy Süreyya Operası’ndaki C.W.Gluck’un “Beklenmedik Karşılaşma”
adlı operasında yakalayacak. Cemal Reşit Rey’in ölümsüz eseri “Lüküs Hayat”
müzikali ise 15-16 Haziran tarihlerinde, Mersin Devlet Opera ve Balesi tarafından,
Bakırköy Leyla Gencer Opera Sahnesi’nde sahnelenecek. Festival, 17 Haziran’daki
kapanış gecesinde ünlü bariton Dmitri Hvorostovsky’i Zorlu Center PSM’de
ağırlayacak. (Biletix: 0 216 556 98 00)
İlham İzmir’den…
’a kadar
7 HAZİRAN
İzmir’den ilham alan sanatçıların eserlerini barındıran “Kent/Mekan/Süreç:
İzmir’de Biçimlenen Resim Sanatına Dönemsel Bir Bakış” başlıklı sergi 7 Haziran’a
kadar İş Sanat İzmir Galerisi’nde. Türkiye İş Bankası Koleksiyonu’nun yanı sıra
İzmir’deki koleksiyonerlerden derlenen sergide Nazmi Çekli, Naci Kalmukoğlu,
İbrahim Safi, Celal Uzel, Abidin Elderoğlu, Vedat Mavitan, Fahir Aksoy, Fatma
Eye, Turgut Pura, Şeref Bigalı, Cavit Atmaca, Güven Zeyrek, Bilal Erdoğan, Adem
Genç, Halil Akdeniz,
Cuma Ocaklı’nın da
aralarında
bulunduğu pek çok
ressama ait
44 eser izleyiciyle
buluşuyor.
(0 232 482 09 39)
3 2
MESA VE YAŞAM
Aya İrini’de
yıldızlar geçidi
13 HAZİRAN
Varşova Filarmoni Korosu, Andres
Mustonen şefliğinde, 42. İstanbul
Müzik Festivali kapsamında 13
Haziran'da Aya İrini Müzesi'nde konser
verecek. Kuşağının en ilginç
bestecilerinden biri olan Raskatov'un
eserlerine ayrılan konserde, festivalin
yıldız besteciye sipariş ettiği eserin
dünya prömiyeri de yapılacak. Konserin
solisti ise "viyolanın hayatı ve ruhu"
olarak tanımlanan büyük virtüöz
Yuri Bashmet.
(Biletix: 0 216 556 98 00)
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:35 Page 33
18 HAZİRAN
Burak Sergen
Adolf ile Ege’de
Pip Utton’un yazdığı, Özcan Özer’in dilimize çevirdiği,
Hitler’in Berlin’deki sığınağında geçirdiği son 12
saatini konu alan, Burak Sergen’in tek kişilik
sahnelediği “Adolf ”, 18 Haziran, saat 21.00’de, Bostanlı
Suat Taşer Açıkhava Tiyatrosu’nda izlenebilecek.
Rejisini Levent Özdilek’in, ışık tasarımını Akın
Yılmaz’ın, kostüm tasarımını ise Hatice Kübra Erişir’in
yaptığı oyun, 13. Direklerarası Seyirci Ödülleri’nde ‘en
iyi tek kişilik prodüksiyon” ödülünün de sahibi.
(Biletix: 0 216 556 98 00)
15 TEMMUZ
Sahnede bir efsane
Rock müzik efsanesi Neil Young, İstanbul'daki ilk
konserini 15 Temmuz'da 21.30’da KüçükÇiftlik Park’ta
verecek. İKSV’nin konuk ettiği sanatçı, Crazy Horse
grubuyla birlikte çıkacağı İstanbul sahnesinde yüksek
perdeli tenor sesi ve elektro gitardaki kendine özgü stiliyle
boy gösterecek. Kariyeri boyunca muhalif, barış yanlısı ve
çevreci tutumundan ödün vermeyen Young’ın
1970'lerden günümüze yayınladığı 50 albümden şarkıları
dinlemek için... (Biletix: 0 216 556 98 00)
S
11 AĞUSTO
1 TEMMUZ-
Sanat uzun, hayat kısa!
Sanatın farklı dallarını meraklılarıyla bir araya getiren
Enka Kültür Sanat Buluşmaları, 26. yaşını kutluyor. Bu
yıl “sanat uzun hayat kısa” sloganıyla yola devam eden
etkinlikler, tiyatrodan konsere ve sinemaya değin yine
rengârenk bir programla karşımızda! 1 Temmuz -11
Ağustos tarihleri arasında gerçekleşecek buluşmanın
etkinliklerinden biri dünyaca ünlü piyanist ve besteci
Fazıl Say’ın, Mozart, Chopin, Beethoven gibi klasik
müziğin usta bestecilerin eserlerinin yanı sıra kendi
bestelerinin de yer aldığı bir resital sunacak olması. 10
Temmuz’da Enka Sahnesi’nde gerçekleşecek konser saat
21.15’te başlayacak. (0 212 705 60 00)
UZ
1-16 TEMM
İstanbul’da caz molası!
21. İstanbul Caz Festivali 1 Temmuz’dan 16 Temmuz’a kadar İstanbul'un 13 farklı
mekânında, 200'ün üzerinde sanatçıyı ağırlayacak. Açılış startının 1 Temmuz'da
verileceği festivalin öne çıkanları ise şöyle: Zülfü Livaneli, Mevlana Celaleddin
Rumi'nin şiirlerini bestelediği yeni eseri "Rumi Suite-The Eternal Day"in Türkiye
prömiyerini 2 Temmuz'da Sepetçiler Kasrı’nda yapacak. Usta caz piyanisti Brad
Mehldau ile Phronesis, “Mehliana" adlı projeleriyle Haliç Kongre Merkezi'nde 8
Temmuz’da, House dizisindeki Doktor House karakteriyle tanınan Hugh Laurie ise
The Copper Bottom Band ile 9
Temmuz'da Cemil Topuzlu Açık Hava
Sahnesi'nde olacak. 16 Temmuz’da
Boğaziçi Üniversitesi’ndeki “Ustalarla
Buluşma” serisinde ise Azerbaycanlı
besteci ve piyanist Salman Gambarov’a,
ünlü caz vokalisti Yıldız İbrahimova,
Şenova Ülker ile usta udcu Fatih Ahıskalı
eşlik edecek. Tüm konserler 21.30’da
başlıyor. (Biletix: 0 216 556 98 00)
Picasso'nun
evinden Ankara'ya
Z’a kadar
20 TEMMU
20. yüzyıl sanatının büyük ismi İspanyol
ressam Pablo Picasso’nun Ankara ’daki
ilk sergisi 20 Temmuz’a kadar
CerModern’de izleyicisiyle buluşuyor.
Pera Müzesi'nden CerModern'e taşınan
'Picasso: Doğduğu Evden Gravürler ve
Seramikler' sergisi, eserlerinin yanı sıra
kişisel eşyalarına da yer vererek
Picasso'ya bir insan olarak nüfuz etmeyi
mümkün kılıyor. Picasso’nun Malaga’daki
evinden seçilen 56’sı gravür, 8’i seramik
64 eserin yer aldığı sergide, sevgilisi
François Gilot’yu ve iki çocuğunu tasvir
eden gravürleri de var. (0 312 310 00 00)
Farklı bir Metallica
deneyimi
13 TEMMUZ
Metallica, özel bir konserle
13 Temmuz’da İstanbul'daki
hayranlarıyla buluşacak. Topluluk,
“Metallica By Request” projesiyle İTÜ
Stadyumu’nda interaktif bir konser
deneyimi yaşatacak. Konserde çalınacak
şarkıları oylama hakkına sahip olacak
ve Metallica'nın 30 yılı aşkın süredir
kaydettiği 140'dan fazla parça ile
rüyalarını süsleyen şarkı listesini
oluşturabilecek seyirciden en çok oyu
alan 17 şarkıyı seslendirecek topluluk,
18. şarkıyı ise kendileri kaydettikleri
yeni parçalar arasından seçecek.
(Biletix: 0 216 556 98 00)
MESA VE YAŞAM 3 3
66.SAYI DOKUMAN:Layout 1 28/05/14 09:35 Page 34
MESAJANDA
Bob Dylan yine yürekten sarsacak
15 MAYIS
Saat: 20.00
G
rammy ödüllü efsane isim Bob
Dylan, 20 Haziran'da bir kez
daha İstanbul'daki hayranlarıyla
buluşuyor. Kentin yeni etkinlik
mekânlarından Black Box’ta gerçekleşecek
Pozitif yapımı konser, saat 20.00’de
başlayacak.
Türkiye’de ilk kez 1989 yazında Harbiye
Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda
konser veren Dylan, tam 21 sene sonra
2010 Mayısı’nda bir kez daha İstanbul’a
konuk olmuştu.
Gerçek ismi Robert Zimmerman’ı
değiştirerek, onu en çok etkileyen ünlü
Amerikalı şair Dylan Thomas’ın ilk ismini
alan Dylan, sansasyonel hayat tarzı, dönem
dönem değişen farklı kişilikleri, muhalif
duruşu ve devrimci dünya görüşüyle asla
3 4
MESA VE YAŞAM
yeri doldurulmayacak bir sanatçı.
1960’lardan günümüze insanları yürekten
sarsan ve her zaman farklı bir açıdan
bakmaya davet eden şarkı sözleriyle
milyonlarca hayranının kalbini kazanan
sanatçı, karşı duruşunu müziğine bolca
yansıtarak kitleleri etkiledi. Dylan,
1960’ların başkaldırı hareketlerinin de en
önemli simgelerinden biriydi.
İlk olarak Woodie Guthrie ve blues
ustası Robert Johson’dan oldukça etkilenen
Dylan, özellikle birçok değişim dalgasına
tanık olan 60’lı yıllarda kendine özgü şarkı
sözü teknikleriyle tüm dünyada büyük bir
etki yarattı. Her parçasında şair kimliğini öne
çıkaran Dylan, akustik olarak başladığı
müzik anlayışından daha
sert bir rock tarzına
geçti, ama onu
Bob Dylan yapan folk köklerinden de asla
uzaklaşmadı. Bu dönemde çıkardığı üçleme
albümü 'Bringing It All Back Home',
'Highway 61 Revisited' ve 'Blonde on Blonde'
albümleriyle adeta müzik dünyasında bir şok
etkisi yaratan Amerikalı müzisyen, müziğine
ve sözlerine Beat şiirlerini, sürrealizmi ve
Dada akımını da katarak müzik ve sanat
dünyasını asla geri dönülmeyecek bir yola
soktu ve kökten bir değişimi başlattı.
Sofistike ve akılcı şarkı sözleri, bunlara
eşlik eden folk ve rock melodileriyle tüm
zamanların en büyük sanatçısı olarak
gösterilen Dylan, şimdiye kadar John
Lennon’dan, Neil Young’a, David Bowie’den
Nick Cave’e tüm büyük sanatçılar için hem
bir model hem de yeri değiştirilemez bir
ilham kaynağı oldu.
(Biletix: 0 216 556 98 00)
KAPAK:Layout 1 28/05/14 09:50 Page 1
Yaşam
ve
BÜROLAR
TÜRKİYE
ANKARA
Mesa Plaza, Koru Sitesi, Ihlamur Caddesi
2, Çayyolu, 06810 Ankara
Tel: (90.312) 291 5000 (pbx)
Faks: (90.312) 240 0999
E-posta: [email protected]
www.mesa.com.tr
İSTANBUL
İSTANBUL BÖLGE
Kuzguncuk Mah. Abdullahağa Cad. Cemil
Molla Köşkü No: 23 Kuzguncuk-İstanbul
Tel: (90.216) 532 3333-34-38
Faks: (90.216) 532 3332
E-posta: [email protected]
www.mesa.com.tr
LİBYA
TRİPOLİ
Near by gobop Market EL-SAYAHİYE
Tel - Faks: (+218)21 4843217
E-posta: [email protected]
www.mesa.com.tr
SUUDİ ARABİSTAN
CIDDE
MESA SAUDI ARABIA LLC
Arabian Business Center Building Floor 5
Office No.506, WALY AL-AHD Str.
Tariq Bin Ziyad Square, P.O.Box 7413
Jeddah 21461
Tel: +966 2 614 30 92
Faks: +966 2 614 30 93
mesasaudiarabia @mesa.com.tr
www.mesa.com.tr
SATIŞ OFİSLERİ
ANKARA
MERKEZ SATIŞ OFİSİ
Mesa Plaza, Koru Sitesi, Ihlamur Caddesi
2, Çayyolu, 06810 Ankara
Tel: (90.312) 291 5000 (pbx)
Faks: (90.312) 240 14 36
E-posta: [email protected]
www.mesa.com.tr
PARKORAN KONUTLARI SATIŞ OFİSİ
Eski TBMM Lojmanları , Oran- Ankara
Tel: (90.312) 490 81 81 (pbx)
Tel - Faks : (90.312) 490 75 55
E-posta: [email protected]
www.parkoran.com
ALMANYA
BERLİN
ALMES GmbH
Quarzweg 89 12349 Berlin-Germany
Tel: (49) 30 70 17 87 57
Faks: (49) 30 70 17 87 58
E-posta: [email protected]
www.mesa.com.tr
RUSYA
MOSKOVA
MESA LTD / MOSCOW
Sadovnicheskaya ul. 35-37/2, 115035
Moskova- RUSYA FEDERASYONU
(THE RUSSIAN FEDERATION)
Tel: +7 (495) 937 4860
Faks: +7 (495) 937 4917
E-posta: [email protected]
www.mesa.com.tr
KAZAKİSTAN
ALMATY
MESCO INTERNATIONAL CONSTRUCTION LLC
050004 Kazakhstan Almaty City Medeu
Kazybek-Bi Str.No:22
Office:211-KAZAKİSTAN (KAZAKHSTAN)
Tel: (+7) 352 72 27
Faks: (+7) 266 90 02
KAZAKİSTAN
ALMATY
MESA - CASPIAN LLC
050056 Kazakhstan Almaty City
Turksibski Syunbaya Str.No:211
Office:3/2 KAZAKİSTAN (KAZAKHSTAN)
Tel: (+7-27) 279 56 40
Faks: (+7-27) 232 73 39
www.mesa.com.tr
İSTANBUL
ÇAMLICA’DA MESA SATIŞ OFİSİ
Kısıklı Mah.,Bağlar Yolu Cad.,
Deva Sok.,No:4 Üsküdar-İstanbul
Tel: (90.216) 402 11 15
Faks: (90.216) 402 11 16
E-posta: [email protected]
www.mesacamlica.com
TEMA İSTANBUL SATIŞ OFİSİ
Atakent Özel Proje Alanındaki Doğa ve
Eğlence Parkı TEM Otoyolu
Güney Yan Yol Üzeri 842 Ada
Atakent-Halkalı-İstanbul
Tel: (90.212) 970 00 00
Faks: (90.212) 970 00 01
www.temaistanbul.com
MESA KARTALL SATIŞ OFİSİ
Cumhuriyet Mah.Mermer Sok.No:16,
Kurfalı Yakacık Yanyol,34876
Kartal-İstanbul
Tel: (90.216) 451 93 70-71-72
Faks: (90.216) 451 9373
E-posta: [email protected]
www.mesakartall.com
PAPİRUS PLAZA SATIŞ OFİSİ
Merkez Mah. Ayazma Yolu Cad. No: 37
Kağıthane-İstanbul
Tel: (90.212) 294 9999-05-06
Faks: (90.212) 294 9991
E-posta: [email protected]
www.papirusplaza.com
KARTAL SAHİLL SATIŞ OFİSİ
Cumhuriyet Mah.Mermer Sok.No:14,
Kurfalı Yakacık Yanyol,34876
Kartal-İstanbul
Tel: (90.216) 451 93 70-71-72
Faks: (90.216) 451 9373
E-posta: [email protected]
www.mesakartalsahil.com
MESA-NUROL BAHÇEŞEHİR
EVLERİ SATIŞ OFİSİ
Gölet Mevkii, Bahçeşehir-İstanbul
Tel: (90.212) 669 06 00
Faks: (90.212) 669 06 10
www.mesa-nurol.com
İZMİR
MESA URLA EVLERİ SATIŞ OFİSİ
Mesa Urla Evleri, Kekliktepe PK.37-İzmir
Tel: (90.232) 761 02 01-02
Faks: (90.232) 761 02 03
E-posta: [email protected]
www.mesaurlaevleri.com