Sunuş Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal’i 1914’te kurmay yarbay rütbesiyle askeri ataşe olarak görevli bulunduğu Sofya’da kaleme aldı. Kitabın adının kaynağı ve büyük ölçüde de yazılış nedeni, çocukluğundan beri yakın dostu ve sonradan meslektaşı da olan Nuri Conker’in Zabit ve Kumandan adlı kitabıydı. Kurmay Binbaşı Nuri Conker, kitabında Osmanlı ordusunun uzun süredir ve neredeyse art arda yaşadığı başarısızlıkların sebeplerini tartışıyor; subayların sorumluluk ve görevleri üzerinden bu duruma çözüm önerileri getiriyordu. Kurmay Yarbay Mustafa Kemal ise kitabında, yer yer onun kitabına doğrudan göndermelerle, aynı konuda kendi düşüncelerini, önerilerini dile getiriyordu. Kitabın yazıldığı Nisan 1914’te, Balkan ve Trablusgarp savaşlarının acıları henüz çok tazeydi; Birinci Dünya, Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarını ise henüz kimse ufukta bile göremiyordu. Ne var ki, Hasbihaldeki endişeler haklı çıkmakta gecikmedi, savaş yıl bitmeden patlak verdi; büyük olasılıkla savaşla ilgili nedenlerden dolayı, kitabın basılması 1919’a kadar gecikti. Anafartalar muharebelerinde, Mustafa Kemal ile Nuri Conker, kitaplarında gündeme getirdikleri sorunlara yönelik çözümleri, başarıyla hayata geçirdiler. Aralık 1918’de Mütareke İstanbulu’nda Mustafa Kemal, Fethi Okyar’la birlikte Minber gazetesini yayımlarken, beş yıldır bekleyen Zabit ve Kumandan ile Hasbihal’i bastırdı. Hasbihal’in bu ilk baskısı 1000 adetti. Mustafa Kemal bunlardan bir kısmını dostlarına dağıtmak üzere alıkoydu, kalanlar piyasaya verildi. Ancak Mustafa Kemal’in Mayıs 1919’da, kitabın basımından altı ay kadar sonra Anadolu’ya geçerek İstanbul Hükümeti’yle ilişiğini kesmesinin ardından; Mütareke ve İtilâf Devletleri’nin İstanbul’u işgaliyle birlikte anılan Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin emriyle, piyasadaki bu kitaplar toplanıp imha edildi. Bu yüzden Zabit ve Kumandan ile Hasbihal’in bu ilk baskısından çok az nüsha günümüze erişebilmiştir. 1 Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’ün sağlığında, Hasbihal yeniden basılmadı. Ta ki 1956’da, Haşan Âli Yücel yeni kurulan İş Bankası Kültür Yayınları’nın ilk kitabı olarak yayımlayana dek. Bu kitabı Ruşen Eşref Ünaydın sadeleştirerek yayma hazırlamıştı. İş Bankası Kültür Yayınları Hasbihal’in özgün metnini de, Cumhurbaşkanlığı Özel Kalemi’nin eski yazıdan çevirisiyle, Atatürk’ün Askerliğe Dair Eserleri içinde 1959’da yayımladı. Ünaydın’ın edisyonu 1973’te, Cumhuriyet’in 50. yılında bir kez daha basıldı. Yayınevimiz Atatürk’ün 125. doğum yıldönümü vesilesiyle, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal’i bu kez hem özgün metni, hem de günümüz Türkçesine göre sadeleştirilmiş haliyle bir arada sunuyor. Hasbi- hal’in yazılmasına yol açan Nuri Conker’in Zabit ve Kumandan’ı da yine aynı biçimde, aslı ve sadeleştirilmişi paralel olarak ve de ilk kez Atatürk’ün eseriyle bir arada, bu edisyonda yer alıyor. Ruşen Eşref Ünaydın’ın 1956, Prof. Dr. Afet İnan’ın 1959 edisyonu için kaleme aldığı ve aşağıda derlenmiş bulunan sunuş yazıları da, hâlâ tazeliklerini koruyor... üra-a- Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal 1914 Mayısında Sofya’da yazılmıştır. Fakat ilk yaprakta da işaret edildiği üzere Birinci Cihan Savaşı boyunca şu bu kayıtlar yüzünden 1918’e kadar yayınlanamamıştır. Nihayet, Mustafa Kemal’in öteden beri yakın arkadaşı ve Sofya’da iken elçisi Ali Fethi Okyar ile birlikte 1918 mütarekesi başlarında İstanbul’da bir müddet çıkardıkları Minber gazetesinin matbaasında, her ikisinin de dostu ve gazete idaresi işlerinde vekili sayın Doktor Rasim Ferit Talay’dan öğrendiğime göre, Mustafa Kemal Paşa’nın arzusu ve emri üzerine bin nüsha olarak basılmıştır. Ve her nüshası yedi buçuk kuruş fiyatla satışa çıkarılmıştır. Bunlardan bir miktarını dostlarına hediye etmek üzere Paşa almıştır. Geriye kalanı da, Paşa Anadolu’ya geçip Babıâli’ce askerlikle münasebeti kesildikten sonra, Damat Ferit Hükümeti tarafından toplattırılarak yok edilmiştir... Bendeki nüsha Büyük Adam’ın o zaman İstanbul’da iken el yazısı ve imzası ile bir kat daha kıymetlendirilerek bana vermek lûtfunda bulunmuş olduğu nüshadır. Bu nüshanın şimdiye kadar elimde kalmasını, eşim Saliha’nın -Mütareke’de gaalip bir İtilâf Devleti subayına verilmek üzere bir gün içinde eşyamızla birlikte apartmanımızdan kapı dışarı edilmek; İnebolu’ya geçerken, Ümit vapuru Anadolu’ya subay ve silâh 2 kaçırmaktadır diye haber verilmesi üzerine Kızkulesi açıklarında İtilâf kontrolünce dört gün dört gece alıkonarak köşesi bucağı bavul, çuval aranıp taranmak; Buhârâ’ya sefâret memurluğu ile giderken Batum’dan öte bırakılmamak gibi sergüzeştlerde yabancı ele geçirtmeden; Anadolu içindeki taşınmalarımızda ve yurt dışındaki seyahatlerimizde ziyana uğratmadan sağlamış bulunmasına borçluyum. Kadirbilirliğinden dolayı kendisine burada bir daha teşekkür ederim. Mütareke şartları içinde elde kalabilen basit kâğıt üzerine ufak punto ile basılmış pembe kaplı küçücük bir risâle kılığındaki Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, yıllar yılı kimsenin dikkatini çekmedi. Yanılmıyorsam, ondan ilk bahseden ben oldum. Geçen sene Ulus'ta yayınladığım hatıralarda onun önemini belirttikten sonra gerekli ve yetkili kaynakların onu yeni harflerle bastırarak okurların gözü önüne bir an önce koymasını dilemiştim. Daha sonra da, ya doğrudan doğruya, ya dostlar yoluyla ilgilerini çektiğim, -yetkili olabilecek- kaynaklar iyi niyetler belirttiler. Hattâ tehâlük [büyük istek ve heves] gösterdiler. Bununla beraber, şimdiye kadar gerçekleştirici bir yürürlükte henüz bulunulmadı. Başvurduklarım arasında yalnız, dostum Haşan Âli Yücel bununla çok alâkalandı. Bendeki nüshadan bir kopya çıkarılarak eserin İş Bankası Yayınları arasında yeni harflerle basılması için teşebbüsünü esirgemedi. Dileğim üzerine bütün gelirinin Atatürk armağanı olarak Banka’ca bir hayır işine bağlanmasına çalışmayı o, üzerine aldı. Bu eseri bastırmakla Büyük Adam’ın hatırasına gösterdiği bağlılıktan ve kültürümüzün zenginleşmesine ettiği hizmetten dolayı İş Bankası’na çok teşekkür ederim. Ruşen Eşref Onaydın (Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'in sadeleştirilmiş ilk baskısı için yazdığı önsözden) * * * * Atatürk, 1893’te (Selanik) girdiği askerî mektebi 1905’te (İstanbul) kurmay-yüzbaşı rütbesini alarak bitirmişti. M. Kemal’in öğretim durumunu, Selanik’teki askerî ortaokul, Manastır’da lise (1899) İstanbul’da Harp Okulu (1902) ve Harp Akademisi olarak sıralamak mümkündür. O, bu suretle askerî bilgiler için, zamanının bütün normal öğretim kademelerini başarı ile atlamıştır. Kurmay [Erkânı-harp] sınıflarındaki okuma devresi kendisine yüksek öğretimin en ileri bilgi ve görgülerini 3 kazandırmıştır. Bunu her vesile ile kendisi daima hatırlardı. O, kurmay sınıflarında iken memleketin siyasî durumu ile ilgilenmiş, istibdada karşı hür fikirler yayan gizli neşriyatı okuması ve ar- kadaşlariyle konuşmaları sayesinde, daha o zamandan memleketin siyasî mukadderatı için meşgul olmıya başlamıştır. O yıllarda Harp Akademisi’ne ayrılan az sayıda genç subay talebeler, binlerce Harp Okulu gençlerine hitabeden hür fikirleri yaymak için çeşitli vasıtalardan faydalanmışlardı. Bu arada tertip ettikleri gizli gazetelerin yazıları bizzat M. Kemal’in kaleminden çıkmıştır. M. Kemal okuma devrelerinde anlayışlı, zeki ve çalışkan, hattâ bazen fazla atılgan bir talebe olarak hocalarının takdirini kazanmış ve dikkat nazarlarını çekmiştir. Aynı zamanda M. Kemal, öğretim devresinin her kısmında yazı yazmıya ve hattâ Manastır’daki okulda iken edebiyat ve şiire merak sarmış ve hitabet tecrübeleri için hiçbir fırsatı kaçırmamıştır. Ders kitaplarından gayri ne bulursa okumuş, Harp Akademisi’nde ve devlet merkezindeki müşahedeleri onda derin izler bırakacak kadar kuvvetli olmuştur. Bu tahsil çağından sonra 1905’ten 1908’e kadar M. Kemal Suriye’de ve Makedonya’da vazife görmüştür. Bu yıllarda M. Kemal, bir taraftan meslekî bilgilerini tatbikî sahada ilerletirken, bir taraftan da memleket idaresi için İkinci Meşrutiyet’in ilanından önceki siyasî faaliyetlere katılmıştı. Bu maksatla Şam’da kurduğu (Ekim 1906) Vatan ve Hürriyet adı altındaki siyasî cemiyetin faaliyetini Makedonya’ya intikal ettirmiş [aktarmış] bulunuyordu. İkinci Meşrutiyet’ten önce Makedonya ve bilhassa Selânik, her bakımdan Osmanlı İmparatorluğu’nun en faal merkezlerinden biridir. Siyasi fikirler orada teşkilâtlanmış ve olgunlaşmış, askerî birliklerin önemli kısımları orada toplanmıştır. Askerî ve sivil aydınlar zümresinin büyük faaliyeti bu bölgede merkezileşmiştir. 1907 yılında M. Kemal, kolağası (kıdemli yüzbaşı) rütbesiyle Makedonya Üçüncü Ordu Müfettişliği’nde vazifelidir. Aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gizli çalışmalarında yer almaktadır. Makedonya’da (23 Temmuz 1908) Hürriyet ilân edilince, Osman- lı İmparatorluğu’nda İkinci Meşrutiyet devri açılmıştır. M. Kemal bu inkılâptan sonra ordu mensuplarının günlük politika konularıyla meşgul olmasını istememektedir. İktidarı ele alan ve siyasî bir parti olarak iş başına geçen İttihat ve 4 Terakki mensupları bu fikri kabul etmek istememektedirler. Çünkü ihtilâli başarabilmek için ordu mensuplarına dayanılmış olduğu gibi, iktidarı devam ettirebilmek için de yine onların siyasî faaliyetine ihtiyaç hissediliyordu. M. Kemal, ordunun ıslâhını istediği gibi, talim ve terbiye için gerekli çalışmaların yapılmasına çok önem vermekteydi. Meşrutiyet’in ilânından sonra, M. Kemal bütün dikkat ve ilgisini askerî çalışmalar üzerinde toplamıştır. O, subayların yeni esaslara göre mesleki bilgilerini arttırmak için yayın yapılmasını lüzumlu addediyordu. Selânik’te Üçüncü Ordu Subay Talimgâhı Komutanlığı’nda iken (1909) bu işlere daha çok vakit ayırmıştır. Osmanlı ordusunun Alman usulüne göre ıslâhat hareketini zarûri bulmakla beraber, yine de kendi askerî hayatımızdan alınmış tecrübelerin bu işte rol oynamasını istemektedir. M. Kemal imzasıyla 1908-1918 yılları arasında küçük broşürler halinde yayınlanmış kitapların tarih sıralarına göre isimleri şunlardır: 1) Takımın Muharebe Talimi. General Litzman’dan tercüme, Selânik, 10 Şubat 1324 (64 sayfa) 2) Cumalı Ordugâhı: Süvari, Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları, Selânik, 1325 (41 sayfa) 3) Beşinci Kolordu Erkânı-Harbiye Tabiye ve Tatbikat Seyahati, Selânik, 1327 (40 sayfa) 4) Bölüğün Muharebe Talimi, General Litzman’dan tercüme, İstanbul, 1328 (74 sayfa) 5) Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, İstanbul, 1334 (32 sahife). Atatürk’ün bu küçük broşürlerini üç kısma ayırmak lâzımdır. Birincisi iki kitap halinde olan General Litzman’dan tercümelerdir. Diğer ikisi askerî tatbikat esnasında tutulan notların krokiler ilâvesiyle kitap haline getirilmesidir. Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal ise arkadaşı M. Nuri’nin (Conker) Zâbit ve Kumandan adlı eserini okuduktan sonra onunla ‘hasbihal’ şeklinde cevabıdır. [...] Sofya’da Ataşemiliter iken Mayıs 1330’da [1914] yazdığı bu kitap diğerlerinden tamamen farklı bir karakterdedir. Arkadaşı Binbaşı M. Nuri’nin (Conker) Zâbit ve Kumandan adlı kitabını okuduktan sonra kaleme aldığı bu yazılarda, M. Kemal hakikaten başlığında da belirttiği gibi bu dertleşmede, bir hasbihal havasını vermektedir. 5 Kitabın tanıtılmasına geçmeden önce bu yazıları yazmıya kendisini sevk eden M. Nuri Conker’den biraz bilgi vereyim. Esasen bence Atatürk’ün Hasbihal’ini okumadan evvel Zâbit ve Kumandan kitabını okumak lazımdır. Bu kitabın baş kısmında M. Nuri Conker’in hal tercümesi okunacaktır. Ancak burada Nuri Conker’in Atatürk’le olan arkadaşlık derecesine işaret etmek isterim. 11.1.1937’de vefat eden Nuri Conker için Atatürk bana hitaben Cenevre’ye 16.1.1937’de yazdığı mektupta aynen şöyle demektedir : “Hatay üzüntüsüne Conker’in ölümü acısı karıştı; bu acının açtığı yaranın derinliğini tahmin edersin.” Atatürk hakikaten Nuri Conker’i çok severdi. Onunla şakalaşmaları, konuşmaları en samimî bir hava içinde geçer ve birbirlerine senli benli hitap ederlerdi. Bunun sebeplerini şöylece sıralamak mümkündür. Bir kere M. Kemal, Selânik’te mahalle arkadaşı, sonra Askerî Rüştiye’de, Manastır İdadisi’nde, İstanbul Harbiye Mektebi’nde, Harp Akademisi’nde mektep arkadaşlığı etmiş olduğu Nuri Conker ile hayatta da hemen daima aynı yerlerde vazife görmüşlerdir. Bunlar sırasıyla şöyledir: Selânik’te Üçüncü Ordu’da, Hareket Ordusu’nda, Arnavutluk Harekâtı’nda, Afrika’da Trablusgarp ve Bingazi muharebelerinde, Çanakkale Anafartalar ve Conkbayırı muharebelerinde, doğuda Muş Cephesi’nde, İstiklâl Harbi’nde ve inkılâplar devrinde; 1937’de Nuri Conker ölünciye kadar hemen ekseri zamanlar beraber bulunmuşlardır. Atatürk onun arkadaşlığını daima aramış ve birbirlerine karşılıklı vefalı dost olmuşlardır. Hattâ Ankara’ya kısa bir müddet vali ve kumandan vekili oluşunun, Atatürk, Selânik’te hep beraber konuştukları zamanki vazife taksimi ile ilgili olduğunu, kendisine daima hatırlatırdı. 1908’in kış aylarından bir gece, Selânik’te Beyazkule karşısında askerî kulüpte bir konferansı dinleyen bir grup subay aralarında konuşuyorlar. Atatürk 1937 yılında bu olayı bana şöyle anlatmıştı: inkılâbı ikmâl etmek [tamamlamak] lâzımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben, bunu yapacağım. 0 zaman için, düşündüklerimi size kısaca anlatayım: Bugünkü, Osmanlı imparatorluğu’nun yüksek sayılan kumandanları, benim için yoktur. Ordu kumanda sicilleri için, ben son limit olarak, binbaşıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük kumandanları bunlar olmak gerektir. Sicil defterlerinin binbaşıya kadar olanlarını muhafaza edeceğim, üst tarafını yaktıracağım.” 6 Arkadaşlarından biri, bu söz üzerine buna itiraz ediyor ve bu büyük tasfiye işinin nasıl yapılabileceğini anlamak istiyor. Mustafa Kemal’in cevabı şudur: - Evet binbaşıdan yüksek olanlar aybaşında, benim teşkil edeceğim bürolara gelip maaşlarını istedikleri zaman, büro şefleri defterleri tetkik ettikten sonra, “Efendim defterde sizin isminiz yoktur, sizi tanımıyorum” diyeceklerdir. Mustafa Kemal’in arkadaşlarından biri soruyor: - Bundan sonrası ne olacak? Mustafa Kemal, tereddüt etmeden, şu cevabı vermiştir: - Bundan sonra ne olacağını, yapacağımız inkılâp gösterecektir. Ve sözlerine devam ederek bana kât’i bir ifade ile: - Evet inkılâp yapacağız. Bugüne kadar yapılan inkılâp, kâfi sayılmaz. Fazlasını yapacağız. Memleketi binbir akılsızın eline ve keyfine bırakamam. Bu çok adamların yerine, birkaç kafa ile iktifa edebilirim : Mesela Kâzım (Özalp) Köp- rülü’yü Harbiye nâzırı yapacağım. Nuri'yi (Conker) Kumandan ve idare şefi yaparım. Fethi’yi (Okyar) yeni inkılâpçı Türkiye’nin mümessili sıfatıyla Avrupa’ya gönderirim... Sofrada hazır bulunan öteki arkadaşları, derhal soruyorlar: -Ya bizleri efendim? Mustafa Kemal şu cevabı veriyor: - Sizler de göstereceğiniz değer, faaliyet nisbetinde birer vazife alırsınız. Sofradaki arkadaşlarından biri, Nuri (Conker), M. Kemal’in istikbali kucaklıyan bu sözlerine, ahenkli bir kahkaha ile gülüyordu. Mustafa Kemal, kahkahasını bir türlü yenemiyen, bu arkadaşının sükûnet bulmasına intizar etti [bekledi] ve sonra ona sordu: - Niçin gülüyorsun? Gülen arkadaşı cevaben: - Seni düşünüyorum da, onun için... Bütün bu işler içinde sen ne olacaksın? Mustafa Kemal, bu suale sarih cevap vermeden, yalnız şu umumî cümle ile karşılık vermiştir: - Ben mi? Ben de sizleri o makamlara koyabilen olacağım.1 İşte Nuri Conker’le Atatürk’ün mahalle, okul ve meslek arkadaşlıklarının kısa izahı budur. Şimdi asıl bu iki kitap üzerinde biraz durmak isterim. Binbaşı Mehmet Nuri imzasıyla çıkan kitap Zâbit ve Kumandan adını taşır ve “1329 [1913] senesi kış devresinde Birinci Fırka ümera ve zâbitanına verilmiş konferansların” toplanması ve genişletilmesi ile meydana getirilmiştir. İstanbul’da Nisan 1330’da [1914] basılmıştır. 101 7 sahifedir. Harita, kroki ve resim yoktur. Kitabın gayesi, çeşitli derecelerdeki “Kumanda ve salâhiyet erbabının” zafer ve galibiyet temin edebilecek surette vazife yapmaları için lüzumlu olan ilmî hasletlerden ve meziyetlerden başka askerî karakterden bahsetmektedir. Nuri Conker kitabın mukaddemesinde “Önümüzde, acılıklarını gözümüzle gördüğümüz ve kalbimizle hissettiğimiz, felâketle neticelenmiş bir harp vardır” (s. 5) [bu baskıda s. 29] diyor. Asıl fikir olarak da sulh zamanında harpte imiş gibi hazırlanmak icabettiğine şu cümlelerle işaret etmektedir: “Biz kendimizi daima hal-i harpte bilmeliyiz. Böyle bilirsek bilfiil harp zuhur ettiği zaman hazırlık devri ile asıl icraat devri arasında çok fark görmeyiz, şaşırmayız, kaybetmeyiz. En çok prova edilen oyunlar, sahne-i temâşada en muvaffakiyetle verilir. Bu daha ziyade sene-i ted- risiyedeki mesai ile hitamındaki imtihana benzer. Harp, vakt-i hazar mesaisinin bir imtihanıdır.” (s. 10) [bu baskıda s. 32 ] Kitap, “Maksada başlamazdan evvel” ve mukaddemeden sonra şu fasılları içine alıyor. 1) İstihkar-ı nefs ve hiss-i fedakârî, s. 17 - 51 [36-56]. 2) Zâbitanın, neferlerin celb-ı kulüp ve itimadına mazhariyetleri ve kuvve-i mâneviyelerini takviye, s. 52 - 67 [57-66]. ı Belleten, Cilt XVIII. Sayı 72, S. 429 - 439, Ankara: 1954. 8 3) Fikr-i taarruz, s. 67 - 78 [67-73]. 4) Kendiliğinden iş görme (bidat-ı zâtiye) ve mesuliyeti deruhte etmek. s. 78 - 101 [74-87], Nuri Conker bu fasıllarda askerî kanunnameler ve çeşitli talimnamelerin maddelerini alarak üzerlerinde durmuş ve onlara dayanarak açıklamalar yapmıştır. Bu, Nuri Conker’in hayatında yazdığı tek eser olmakla beraber, Atatürk’e bir kitap yazdırmaya sebep olduğu için çok değerlidir. Kitap, açık ifadelerle yazılmış ve her mesele üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Atatürk’ün Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal kitabı Sofya’da 1330 [1914] yılında yazıldığı halde “Bazı takyidattan dolayı tab'ı bugüne kadar teehhür etmiştir” diye kaydedilmiştir. Minber matbaasında 1334’te [1918] İstanbul’da basılan bu kitabın ilk sahifelerin- de sağ köşede M. Kemal’in madalyon içinde bir asker resmi vardır ve imzası da “Sofya Ataşemiliteri Erkânıharbiye Kaymakamı M. Kemal” yazılıdır. Diğer köşede “Erkânıharbiye Binbaşısı Mehmet Nuri Bey’e” ibaresi konmuştur. Broşür, 32 sahifedir, 6 bölüme ayrılmıştır. İçinde altı tane resim vardır. İlkinde M. Kemal, Nuri Conker’le sakallı olarak Afrika’da Trablus Garp muharebesindeki kıyafetleriyledir. M. Kemal : Derne Kuvvetleri Kumandanı M. Nuri : Umumi Bingazi ve Havalisi Kuvvetleri Erkânıharbiye Reisi Diğer beş resim Derne’de çekilmiş grup halindekilerdir. Atatürk yazılarına şu cümle ile başlıyor : “1329 senesi kışında Birinci Fırka zâbit ve arkadaşlarına verdiğin konferansların tevhidinden vücut olan Zâbit ve Kumandan’ı, bu senenin Mayısında okuyabildim.” (Nuri Bey’in eseri, kitabın kapağında da kaydedildiği gibi Nisan ayında basılmıştır.) “Bu güzel ve kıymetli eserini okumakta birkaç gün geç” kaldığını esefle kaydeden Atatürk, arkadaşının kitabından çok duygulanmış ve onu beğenmiştir. Sıra ile satır satır, hattâ aynen cümleler alarak izah ediyor ve kendi fikirlerini ekliyor. Fakat bazen de tamamen kitabın muhteviyatını bırakarak Nuri Conker’le beraber takip ettikleri manevralardaki kumandan ve zâbitlerin durumlarını ve bilgisizliklerini acıklı bir surette tasvir ediyor. Atatürk’te Balkan Harbi’nin acıları çok derin ve büyüktür. Doğduğu, büyüdüğü Selânik’in düşmana hibe edildiğini Afrika’da duyduğu vakit ne kadar 9 elemli günler geçirdiğini burada hatırlatıyor. Sonra yine Nuri Conker’in kitabına dönerek hasbıhaline devamla diyor ki: “Ne garip halet-i ruhiyedir? Dertli insanlar muhatabının derdini dinlemekten ziyade kendi cerihalarını açmaktan zevk alıyor. Ben de Nuri, adeta seni dinlemekte olduğumu unutarak ne derin yaraları karıştırmaya başladım. Fakat merak etme, işte kitabını bıraktığım noktadan takibe devam ediyorum.” (s. 11) [bu baskıda s. 8], Atatürk, Nuri Conker’in kitabının her bölümü üzerinde ayrı ayrı dururken kendi fikirlerini verdiği misallerle de zenginleştirerek o kadar güzel yazıyor ki, âdeta bu cümleler istikbalin müjdelerini içinde barındırmaktadır. Bazı cümlelerin altları da çizilmiştir. Mesela: “İnsanlar; ancak emelleri, fikirleri teşhis ettirilerek sevk ve idare olunabilir’’'’ diye yazdığı cümleyi ismini vermediği bir filozofa atfetmektedir. (s. 17) [bu baskıda s. 13], Bu ifadelerden ve kendisinin sonraları anlattığına göre şu meydana çıkıyor ki, Atatürk Sofya’da, yeni yeni kitaplar okumakta ve onların üzerinde durmaktadır. Mesela istikbalin devlet kurucusu ve inkılâpçısı şu suali yazdığı zaman acaba ne düşünüyordu: “Şimdi, bizim sevk ve idare edeceğimiz insanların emelleri fikirleri, ruhlarında meknuz hassaları nedir? Biz, kumanda edeceğimiz insanların hangi emellerini şahıslarımızda tecelli ve tecessüm ettirerek onların kalplerini, onların itimatlarını kazanacak ve onlara manevî kuvvetler ilham vesaitini tâyin edeceğiz?” Dördüncü başlık Ruh-î Taarruz’dur. Bu kısımda Japonlardan örnek getirerek bu fasla cevap vermiş oluyor. Atatürk’ün en çok üzerinde durduğu bölümün İnisiyatif başlığı altındaki yazılardır. Bu kelimenin izahı “kendiliğinden hareket ve iş görme”dir. Bölüm başlı başına bir fikir muhassalasıdır. Mustafa Kemal’in bu kitabının son faslı (6) Sirenayik Harbi ile ilgili örneklerdir: “Bizim Sirenayik’te kumanda ettiğimiz kuvvetlerin eczasında, kuvve-ı mânevîye, fikr-i taarruz ve inisiyatif evsaflarının mevcut olduğundan bahsedilmiştir” diyor. Fakat buna derhal cevabı Afrikalılarda bu sayılan vasıfların fiil halinde gösterilebilmesi, Türkiye’den gidenlerin orada başa geçmeleriyle meydana çıkabilmiştir. 10 Atatürk, bu küçük kitabında okunduğu zaman görüleceği gibi çok meselelere temas etmiştir. Burada yeni harflerle okuyacak olanlara eski harflerle basılmış kitabın kısa bir tasvirini yapmış oldum. [...] Fenne, ilme, insan kudretine büyük değer veren Atatürk’ün bu kitabındaki şu cümlesi ne kadar çok şey ifade etmektedir: “İnsanları istediği gibi kullanan kuvvet, fikirler ve bu fikirleri teşhis ve tamim eden kimselerdir. ” Bu küçük kitap, XX. asrın milletçe ve dünyaca büyük adam tanıdığı Atatürk’ün hayatının belirli bir devresinde fikrî çalışmalarını aksettirmesi bakımından çok önemlidir. O, okumuş, öğrenmiş ve öğretmek için de yazmıştır. Prof. Dr. AFETİNAN 27 Mayıs 1959 [Atatürk’ün Askerliğe Dair Eserleri için yazdığı sunuş yazısından.) 11 Yazan : Sofya Askeri Ataşesi Kurmay Yarbay M. Kurmay Binbaşı Mehmet Nuri Bey’e KEMAL SUBAY VE KOMUTAN ile SÖYLEŞİ Minber Matbaası İstanbul - Babıâli 1918 12 Bu kitap 1914 yılında yazılmıştır. Bazı bağlayıcı nedenlerle basılması bugüne kadar gecikmiştir. M. Kemal 1 Sofya - 1914 1913 kışında Birinci Tümen subay arkadaşlarına verdiğin konferansların bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan Subay ve Komutan'ı bu yılın ancak Mayısında okuyabildim. Bu güzel ve pek değerli eserini okumakta birkaç gün geç kalmış olmakla gerçekten suçlanmayı hak ettim. Ancak eser elime geçtikten sonra da onu birkaç defa okumaktan ve hele bazı bölümlerinin içten gelen derin, etkileyici anlamlarını zihnime yerleştirmekten aldığım zevkin ve edindiğim yararın değerini, aklıma getirdikleri dolayısıyla da sana teşekkür ederek, takdir etmeyi borç bildim. Önsözünden önceki ifadende, ‘Askeri yetenek ve karakterden, bilimsel hasletler ve niteliklerden’ söz edeceğini; ‘subay ruhunun moralini beslemeye hizmet edecek nokta ve durumların araştırılması ve sınanmasıyla’ uğraşacağını; ‘erlere aşılanacak manevi dersleri’ de konu edineceğini; ‘sıkı bir otorite kurmanın’ öğrenilmesi ve korunması yöntemlerini göstereceğini anladığım anda kitabına âşık oldum. Ve hemen sezdim ki, sen on yıllık askerlik hayatının, içinde yoğrulduğun sıra dışı birçok olayın sana kazandırdığı acı tatlı deneyimlerini, senin vicdanında ve zihninde tam olarak olgunlaşan o tertemiz vatansever düşüncelerini ve duygularını; vatandan ayrı düşmekten doğan kalp yaralarına katarak bizi ağlatmak, bizi utandırmak, alnımıza sürülen kara lekeleri silmek gayret ve görevine davet etmek istiyorsun. 13 Ve gerçekten de önsözündeki, “Önümüzde, acılarım gözümüzle gördüğümüz ve kalbimizle hissettiğimiz, felaketle sonuçlanmış bir savaş vardır” ifadesiyle düşüncelerimize ve duygularımıza bir demlenme alanı açıyorsun. Ben bu düşünsel keder ve vicdani hüzün ile başlangıç bölümünü takip ederken, savaşın, “Askerlik sanatının öğrenilmesinde yardımcı olan araçların en gelişmişi, en gerçeği” olduğunu ve Savaş Hizmetleri Yasası’nın özel bir maddesini de tanık göstererek; çeşitli rütbelerdeki komuta sahiplerinin iktidar ve yetkinliklerinin artmasına hizmet eden barış zamanının araç ve fırsatları ile, bizzat savaş ve onun koşulları ile gerektirdikleri arasında yaptığın karşılaştırmayı ve bulduğun dağlar kadar farkı onayladıktan sonra, “Ordumuz subaylarının büyük bölümünün savaşta bulunmuş olması dolayısıyla, bunca ateşleri kalbimizi yakmış olan bu son savaş, bize mesleki açıdan yarar sağlamaktan geri kalmamıştır” noktasında durdum ve biraz daha düşündüm. Senin vardığın bu sonuçlara katılmak ya da katılmamakta, net olmayan bir yargıya varmanın aczi içinde kaldım. Zihnim belirsiz hükümlerle kararsızlığını gideremeden, gözlerim daha sonraki satırlara aktı. Bir ordunun barışta izlemesi gereken c'iddiyetli çalışma ve bu çalışmayla pekiştirilen bilimsel birikimin, zamanı gelince, başarı sağlayacak biçimde uygulanması için şerefli askerlik mesleğini yürütenlerin sahip olmaları gereken manevi nitelik ve yeteneklere ait sözlerini de müthiş bir darbe takip ediyor: “Ordumuzun son Balkan Sava- şı’ndaki kederli yenilgisi acı bir gerçektir. Hayal kırıklığına uğranıldı.” Evet, pek acı bir gerçektir. Fakat senin de anlattığın gibi bu uğursuz gerçeğin bilincine varanlar da vardı. Ve bence bilincine varmamak için ya gafil veya cahil olmak gerekirdi. Selanik’te, 30 Haziran 1911’de kolordu komutanına sunulan resmi bir raporun bazı noktalarını -ibret almak, geçmişteki derin uykumuzu şimdi ve gelecekte sürdürmemek için- hep beraber bir daha gözden geçirelim: Madde 1: ...Bundan dolayı, acemi eğilimi dönemi, bir sonuç elde edilmeden kesilmiştir. 2: ...Denetleyeceği eğitim devresinin sonucunun ne olması ve nasıl olması gerektiğinden haberi yoktur. 14 3: ...Tümen komutanı, birlikler karşısında aldığı seyirci duruşu ile ... orada olmamasının doğuracağından daha zararlı duygular uyandırıyor... Görevini bilmiyor. 4: Alay ve tümen komutanının eleştiri getirme ve teftişlerdeki bilgisizlikleri, subaylarda hayret, gizliden gizliye alay ve güvensizlik duyguları uyandırıyor. 5: Böyle düşünen ve bu kadar bilgiye sahip alay ve tümen komutanlarının bugünkü askeri gelişmelere uygun olarak yetiştirilmesi zorunlu olan birlikleri yetiştiremeyecekleri ve onlara emir ve komut veremeyecekleri; gerektiğinde yönetemeyecekleri ve yönlendiremeyecekleri, kuşku ve duraksama kabul etmez açık gerçeklerdendir. Bu noktadaki gerçekleri görüp de söylememek ise ordunun işlemezliğine, değersiz kalmasına, savaşta vatanı kurtarmak için talep edilecek önemli görevleri görememesine gönül rızası göstermektir ki; bu ihanet olarak adlandırılır. 6: Bu duruma bir an önce çare bulmaya girişmek, her namus ve vicdan sahibinin görevidir. Emir ve kumanda yetkisine sahip olmayanların bu konuda yapacakları, gözlem ve araştırmalarını yürütme yetkisine sahip olanlara sunmaktır. Uygulama gücüne ve makama sahip olan kişilerin, acıma zayıf kalpliliğine kapılarak ordunun güçten düşmesine yardım etmeleri... Bu raporumu sunduğum makamda, o zaman vatanım Selanik’! Yunan ordusuna savaşmadan teslim eden kuvvetin başında bulunmuş kişiler oturuyordu. Raporumuzun bu makam sahibinden ordu müfettişlik makamı sahibine kadar gittiğini işitmiştik. Fakat ne amaçla? Haddini bilmemenin bir örneğini göstermek amacıyla... Ordu Müfettişliği’ne de ulaşmış bir dilekçenin son satırlarını okuyalım: “...Komutanları adlarını belirttiğim kişilerden ibaret olduktan sonra... Orduda eğitim ve öğretimden verim beklemek de; emir-komutada, itaat ve disiplinde iyi şeyler aramak da serapta su aramak gibidir.” Ordumuzda Goltz’un öğrencisi olmakla ün kazananlardan çoğunun da, onun, “İyi bir ordu kurulmasına katkısı olan çeşitli etkenlerin en etkilisi, kuşkusuz, doğrudan başındaki yöneticinin etkisidir” sözünün bilincine varma ve ordular için açıklanan bu düşüncenin, en küçük birlikler için de geçerli olduğu konusundaki aymazlıkları görülüyordu. Meşrutiyet döneminde, Osmanlı ordusunun ilk göz önüne çıktığı Edirne manevra sahasında hayalen şöyle bir dolaşalım: Senin ve benim; ve senin ve benim gibi birçok arkadaşın kollarımızda birer 15 beyaz bant vardı. Biz hakemdik. Bizden daha büyük hakemler de vardı. Ne hüküm verilmişti? Bunu söylemeden önce ne görülmüş olduğunu hatırlayalım. Sözgelimi, Mavi Kolordu’nun sağ kanadında hareket eden bir tümen komutanından, tümenine verdiği emrin ve tümenin bulunduğu durumun bildirilmesi -sorma yetkisine sahip birisi tarafından- rica edildi. Tümen komutanı, böyle bir soruya muhatap olmamış gibi, atının üzerinde suskun ve fazlasıyla sakin ve dilsiz duruyordu. Biraz bekledikten sonra birinci sorunun cevabından vazgeçilerek, kolordu komutanından alınan emrin anlamı soruldu; yine cevap yok! Sebep?!.. Sebep, aldığı emrin anlamını kavrayamamıştı. Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imzaladığı emrin neden ibaret olduğunu bilmiyordu. Sebep? Çünkü görünüşe rağmen, o tümene o komuta etmiyordu. Sebep, edemezdi... Ya böyle verilen emri anlamadan kabul eden alay komutanları? Evet, bu merakı gidermek için tümen komutanının yanından ayrılarak, ‘Karıştıran’ yönünde yürüyen alaylara katıldım. Bir alay komutanına, beni hareketleri hakkında aydınlatmasını rica ettim. “Şimdi” dedi. Ceplerini karıştırdı. Ceketinin iç cebinden iki buruşuk kâğıt çıkardı. “İşte, iki yazılı emir,” dedi, “birini gece aldım; birini sabahleyin. Henüz ilk emrin gereklerini tamamen yerine getiremediğimiz için ikinci emrin hükümlerini uygulamaya başlamadık...” Bu emirleri gözden geçirdim. İkincisi, birincinin hükmünü geçersizleştiriyordu. Fakat alay komutanı hâlâ, “Önce birinciyi ve sonra İkinciyi” diyordu. Niçin? Çünkü, alay komutanı, numara sırasıyla uygulamayı düşündüğü emirlerin ne birincisini ve ne de İkincisini anlamıştı. Oysa alayı gidiyordu. Ama nereye ve niçin?! Bunu, alay komutanının kendisi de bilmiyor; alayını izleyen hiç kimse de bilmiyordu. O halde, nereye gidiliyordu? Bu gidiş, elbette felakete, utanca doğru bir gidişti... Hareketlerini sonuna kadar izlediğim bu tümenin, gece olduğu zaman uğradığı sefaleti, kıtalarından bazılarını kaybederek çektiği ıstırabı, ertesi günü karşı tarafın topçu ve piyade ateşi altındaki perişanlığını tasvir etmek 16 istemiyorum. Yalnız, açıklamak isterim ki, bu ve bunun gibi asker yığınlarının o gidişlerinin mutlaka felakete, mezara doğru bir gidiş olacağına hükmetmek için, pek keskin akla vurma yeteneğine sahip ve pek fazla uzak görüşlü olmak gerekmezdi. Biz, o zaman kararımızı vermiş, vicdanımızın sesini en yüksek perdeden en büyük kulaklara işittirmek kararlılığında bulunmuş ve, “Bazı noktalara dikkat çekmeyi ve bu konuda uyanık olmanın sağlanmasını vicdan görevi sayarız” demiştik. Ve demiştik ki, “Bir kıta ve özellikle de subaylar kurulu, yalnız iyi örnek olacak rehberlerle yetiştirilir...” “İnsanlarda saygı göstermenin, itaat ve boyun eğmenin kendiliğinden maddi anlamda değil, manevi anlamda üstün olanlarda- görülmesi, insan ruhunun gereklerindendir.” Ve demiştik ki, “Orduda yaşamanın zorluğu olan ve birçok geleneğe bağlı olarak gelişip olgunlaşabilen askeri disiplin duygusunu, bugün Osmanlı ordusu subayları arasında gerçek düzeyiyle görmeyi istemek, insani ruh hallerini bilmemektir. ” Ve rica etmiştik ki, “Bugün için girişilecek iş; kayıtsız ve hiçbir şeye göz yummadan, nitelik ve iktidar sahibi olmak yeteneği gösterenlerden bir Komuta ve Subay Kurulu oluşturmak olmalıdır.” Ve açıklamıştık ki, “Ancak bilgili, iktidar sahibi, etkin, girişimci ve yetki sahibi bir ordu müfettişinin denetimi altında bilgisiz, ordunun talim ve eğitimindeki amaçtan habersiz kolordu ve tümen komutanları barınamayacaklan gibi... Böylece, ancak gereken niteliklere sahip kolordu komutanlarının kolordularında; dinlenmeye muhtaç olan ve zararlı bir heykel halini almaktan başka orduya iyiliği olmayan tümen ve alay komutanları, kabul görmez ve bunların tembelliklerine göz yumulmaz...” Şiddetli gibi görülebilecek olan bu uygulamanın akla gelebilen sakıncalarının birer çaresi de gösterildikten sonra; “Genel olarak iyi ordularla iyi komutanları birbirinden ayrılmaz şeyler olarak görmek için vakit kaybetmeye gerek olmadığı gibi, durum da buna izin vermez” dedik. Ve en sonunda hatırlattık ki, “Ordunun esenliğini vicdanen düşünen namus ve ahlak sahipleri ikiyüzlülükten uzaktır. Üstün ahlak sahibi olanlar çoğunlukla barış ve güvenlikte, gönül okşayıcı bakışları üzerlerine çekmekten çok, bu tür şeyleri önleyecek biçimde konuşurlar.” 17 Sonra ne olduğu sizce de bilinir. Denildi ki, bu yükselen feryadın anlamı yoktur. Bu aşırı çaba gereksizdir ve belki de bir cinnettir!... Yok... Yok... O feryat cinnet eseri değildi; o feryat bugünkü felaketi vicdan ve akıl gözü ile görebilmekten kaynaklanan ıstırapların tepkileriydi. Ve... Gerçekte, bir gün Sirenayik harekâtının meydanından Balkan yangınına koşarken... Bir gün Afrika sahilinden beni vatanıma ulaştıracak yolların kapanmış olduğunu görürken... Bir gün, işittim ki, vatanım Selanik ve orada anam, kardeşim, bütün akraba ve hısımlarım, -içyüzlerini anlattığım için vatanımdan kovulduğum kişiler tarafından- düşmana bağışlanmıştır. Ne garip ruh halidir. Dertli insanlar muhatabının derdini dinlemekten çok, kendi yaralarını açmaktan zevk alıyor. Ben de Nuri; âdeta seni dinlemekte olduğumu unutarak ne derin yaraları karıştırmaya başladım. Fakat merak etme, işte kitabını bıraktığım noktadan okumaya devam ediyorum... “Savaşta bütün işleri, sadece direnişin ve kahramanlığın göreceği fikri anlaşılmasın” demeyi gereksiz görüyorsun! Ben, bunu demeyi bizim için gerekli görüyorum. Birlikte tanığı olduğumuz bir iki manzarayı burada sana hatırlatacak olursam, senin gereksizlikgereklilik sorununu aşarak, bunu yerine getirilmesi gereken yüce bir emir olarak kabul edeceğinden şüphe etmem. Sözgelimi; senin yaralandığın bir muharebede, sağ kanat alaylarından birinin cesur komutanı, düşman topçu ateşi altına girdiği sınırdan, Doğan Arslan sırtlarında, düşman piyadesinin yoğunlaşan ateşi altında, alayının geri dönüp kendisini yalnız bıraktığı noktaya kadar daima kılıcı elinde ve kendisi, avcı hattının önünde bulunmuştu. Bu cesaretin hayranıyım; fakat ne yazık ki bu cesaret ve kahramanlık, alayın zafere ulaşmasını sağlayamadığı gibi dağılmasına da engel olamadı. Ortaya çıkan bu tavır ve hareketlere karşılık, alay topçu ateşi altında, amaca ve araziye uyumlu olarak açılsa ve daha sonra yayılsay- dı... Ve ardından kendisine ayrılan cephede taarruz ve hücum edebilse; komşu kıtalarla bağlantı sevk ve idare edilerek korunsaydı... Ve bunun için elde kılıç yerine dürbün bulundurulsaydı... Ve gene avcı hattının önünde değil, alay ihtiyatının yakınında durumu görecek ve ona hâkim olunacak noktada bulunulsaydı... Ve ancak halin, vaziyetin, sanatın bütün gerekleri ve önlemleri yerine getirildiğinde sükûnet ve dayanıklılık korunduğu halde 18 aniden beliren uğursuz bir nedenden dolayı alayının yüzgeri ettiğini gördüğü anda, kılıcını çekip, atını dörtnala sürüp düşmanın şarapnellerini, mermilerini hiçe sayarak, geri dönen avcı hatlarını çiğneseydi... Ve bu suretle alayını durdurup tekrar düşmana yöneltseydi... İşte o zaman, bir alay komutanına yaraşan cesarete yüce bir örnek gösterilmiş ve Osmanlı tarihinin kahramanlığa dair bölümünde altın bir sayfa yaratılmış olurdu. İşte böyle bir cesaretin kurbanı olan alay komutanının adına heykel dikmeye Cenab-ı Peygamber de razı ve ümmeti tarafından “Hel yestevi'llezine ya'lemûne ve'llezine tâ ya'lemûn” [hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?] kavramına fiili bir iman gösterilmiş olmasından, ruhen hoşlanırdı. Sen “Mertliğe yakışır seçkin huylar ve fedakâr bir ahlak anlayışıyla taçlanmayacak olan bilimsel birikimin dahi başlı başına amaca ulaşmayı” sağlayamayacağını iddia ediyorsun. Bu iddianda ne kadar haklısın... Hatta, ben, senin önermeni tersine çevirerek iddia ederim ki: Asıl olan mertlik ve özveridir! Bunlar, yani karakter, bilimsel ve teknik birikim ile desteklenmese bile büyüklük kaynağıdır. Ancak her zaman emin, ideal sonuçlar vermez. Talimnamelerin, “Savaşın subaydan istediği ruhsal ve bilimsel yetkinlik ile nitelikleri” verecek olan kısımlarının ve maddelerinin okullarımızda, layık oldukları önem derecesinde iyi öğretilmemiş ve aşıla- namamış oldukları hakkındaki ifadelerine aynen katılırım. Ve fakat, senin burada son bulan önsözünü, ona birkaç satır daha ekleyerek biraz uzattıktan sonra o kanıtlarla pek iyi pekiştirilmiş olan kendini hiçe sayma zeminini yoklayıp inceleyeceğim. Gerçekte Harbiye’deki öğrenim derecesi subaylığın asli görevlerini subayın ruhuna sokacak derecede etkili değildi. Fakat, okul sıralarında, bu konuda daha ciddi ve daha yaygın bir eğitim öğretim devri geçirilmiş olsaydı dahi, istenilenin yine elde edilememiş olacağı inancındayım. Çünkü bence, ilerlemeyi sağlayacak asıl okul, birliklerdir. Bence askerlik sanatını asıl öğrenip uygulayacak gerçek öğretmen ve eğitmenler, birbirinden yüksek olan komutanlardır. Çünkü bence, Harp Okulu’ndan alınan diploma genç teğmenin, bölük komutanı olan subayın eğitimi altına girebileceğim gösteren bir kanıttır. Genç teğmen, sanatının asıl ruhunu, bağlandığı bölüğün erleri önünde, bölüğün babası olan yüzbaşı ve daha büyük üstleri tarafından, iş başında bulunarak öğrenecektir. Önce komutan olacaktır, bir takıma!... Ve sonra 19 komutan olmaya hazırlanacaktır, bir bölüğe! Ve işte böyle öğrenecek ve sonra öğretecektir... Ordu denen uygulamalı okulun, ancak böylelikle, makamına layık bölük komutanları, makamına layık tabur, alay vs. komutanları yetiştirmesi sayesinde; milletin evlatları bir sürü gibi değil, şanlı, şerefli insanlar olarak şan ve şerefe yönlendirilebilir. Buradaki eski bir anımı hatırlatayım: Seyahat için İzmir’den bindiğim vapur Girit’ten geçerek Katanya’ya gidiyordu. Girit’te, -orada bulunan Avrupalı kıtalardan birine bağlı- bir teğmen bindi. Bununla tanıştık, ahbaplık kurduk. Bir gün sonra -tekrar Girit’e dönecek olan bu teğmenle- Katan- ya’nın bir gazinosunda buluştuğumuz zaman o, bana orada edinebildiği yeni bir takım askeri eserleri gösterirken diyordu ki, “Yüzbaşım, son zamanlarda yeni çıkan askeri eserleri izlemekte beni biraz ihmalkâr gördüğü için, adeta bana kızmıştı. Mutlu bir tesadüfle, burada edindiğim bu kitapları ve benim onları okuyacağımı göreceği zaman, kuşkusuz memnun olacak ve bana karşı bu yüzden doğan kızgınlığı ortadan kalkacaktır.” Bu teğmenin üstü olan yüzbaşının, subaylarını yetiştirmekte nasıl bir bölük komutanı olduğu, bu teğmenin gözlerinden pekâlâ okunuyordu. 20 2 Kendini hiçe sayma ve özveri duygusu bölümünde, talimnamelerin derin anlamlı maddeleri üzerine o yaralı bacağını uzatıp çıkıyor, oradan sözünün bütün gücüyle hitap ederek diyorsun ki, “Subaylık demek, kendini ve canını feda etmeyi kesinlikle göze almış olmak demektir.” “Bir subay, askerlik sanatı adına, hayatına ve varlığına hiç önem vermeyecektir.” Subay, “Hayat ve rahatın hiç düşünülmemesi gerektiğinde” rahatını ve hayatını feda etmeyi şeref bilecektir. “Namusun gereği” budur. Ben bu sözlerin zihinlerde ve vicdanlarda yaratacağı derin yankıların ahengini bozmaktan korkarak, hiçbir söz söylemeksizin onları yalnız büyük bir huşu ile dinlemiş olmakla yetineceğim. Çatışmada her atılan kurşunun isabet etmeyeceği hakkında verdiğin güven doğrultusunda, “Çatışmada yağan kurşun yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri, ürkenlerden daha az ıslatır” diyeceğim. Ve gerçekte böyle olmasaydı, Trablusgarp Savaşı’na katılmış bütün arkadaşlarımızın mutlaka Trablus’ta, Humus’ta, Bingazi’de, Derne’de, Tobruk’ta İtalyan istihkâmları karşısında bugün kemiklerinin bile kalmamış olmaları gerekirdi. Oysa, o kahraman arkadaşlar, Balkan Savaşı’nın son devrelerinde de olsa, varlıklarını kanıtlayarak imkân çerçevesinde kalan ölçüde namusun ve şerefin gereklerini yerine getirmişlerdir. Kitabının 24. [bu baskıda 36.] sayfasında üstü kapalı olarak sorduğun, “Subay nedir?” sorusuna, Piyade Talimnamesi maddelerinden birinin verdiği “Subay, emrindeki erler için en iyi örnektir” cevabının üstünde duran senin, “Subay komuta ettiği insanların kendi bilgi ve yetkinliğinden yararlanması için, emrindekilerin dayanıklılık ve yiğitliklerinin bileşkesinden fazla dayanıklılık ve yiğitliğe sahip olmalıdır” sözünü her subay pek büyük dikkat ve ciddiyetle okumalı ve onun anlamını belleğine kazımalıdır. Ve bilinmelidir ki, bir milletin evlatlarının önüne geçip onları ateşe göndermek hak ve yetkisine ancak, -o 21 dediğin- dayamklılık ve cesaretten elde ettiklerini ruhunda bulmuş olan subaylar sahiptir. 22 3 Subay ve Komutan’m ikinci bölümü çok önemlidir. Subay kalp, güven kazanacak ve arkasına alacağı insanlara moral desteği vere- | cek... Bu bölümün başından sonuna kadar olan birçok güzel sözleri dinledikten sonra: “Askerlik, işlerin çekip çevrilmesi değil, insanların yönlendirilmesi ve yönetilmesi sanatıdır” tanımına geri dönüyorum ve “İnsanlar ! nasıl yönlendirilir?” diye bir daha kendi kendime soruyorum. Bu soruya senin açıkladığın cevapları hatırlarken, sanki bir filozofun şu sözlerini de işitir gibi oluyorum: İnsanlar ancak, emelleriyle düşüncelerinin ne olduğunun onlara anlatılmasıyla yönlendirilebilir ve yönetilebilir. Musa, Mısırlıların kamçılan altında inleyen Yahudilerin, bu baskı ve esaretten kurtulmaktan başka bir şey olmayan eğilimlerinin ortaya çıkmasına aracı oldu. İsa, zamanının sonu gelmez sefaletlerini anlayarak ve genel ıstırap- ! 1ar devrinde dünyada yerleşmeye başlamış olan şefkat gösterme gereğini, din halinde yorumlayıp anlatmak yolunu bildi. Napoleon, Avrupa içinde dolaştırdığı milletin, özelliklerinden olan | askerliğin şanı ülküsünü somutlaştırdı ve kişiliğe büründürdü. Kısacası, insanları istediği gibi kullanan kuvvet; düşünceler ve bu düşünceleri onlara anlatıp tanıtan ve toplumun geneline yayan kimselerdir. Düşüncenin özelliği de hiçbir karşı çıkışın bozamayacağı I mutlak bir biçimde kendi kendini kabul ettirmektir. Bu ise, düşünce- ■ nin yavaş yavaş duygularla bütünleşerek inanca dönüşmesiyle müm- I kündür. Ve böyle olduktan sonradır ki, onu sarsmak için bütün diğer I mantık ve akla vurma yöntemlerinin hükmü olamaz. Şimdi, bizim yönlendireceğimiz ve yöneteceğimiz insanların emel- I leri, düşünceleri, ruhlarında saklı özellikleri nelerdir? Biz komuta I edeceğimiz insanların hangi emellerini kendimizde ortaya çıkarıp so- I mutlaştırarak onların kalplerini, onların güvenini kazanacağız? Ve I onlara moral güç kazandırmak için 23 esin kaynağı olacak [hangi] araç- I lan belirleyeceğiz? Ve insanlardaki, ancak hayal edilen amacın ve idealin bir araya gel- I diği gözle görünmez özelliklere, görünür araçlarla mı hitap edeceğiz? Herhalde askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görev ol- I duğu gibi; öncelikle onlarda bir ruh, bir emel, bir kişilik yaratmak da I Allah’tan ve Medine-i Münevvere’de yatan Cenabı Peygamber’den I sonra bize düşüyor. Kuşku yok ki, bizim milletimizin kişiliği de bütün kişilikler gibi I yükselmeye, istenilen biçime dönüşmeye uygundur. Fakat kendisi ol- I mak koşuluyla!... Eğer bizim kişiliğimize dışardan, bizim kişiliğimizden başka kişi- I tiklerdeki etkenler tarafından bir biçim verilmek istenirse, bundan bi- I linen ve belirli hiçbir biçim, hiçbir sonuç çıkamaz!.. 24 4. Taarruz Ruhu Ordunun görevi, vatanı çiğnemek isteyen düşmana karşı ayağa kalkmaktır. Bu kalkış, elbette yerinde durmak için değil, düşmana atılmak için olursa kalkılmış olduğuna değer. Subay ve Komutan'm üçüncü bölümü bu konunun temel ilkelerini nasıl gösteriyor... Başarı için en emin aracın taarruz olduğunu anlamakta ısrar olunmaz; ancak taarruz ordusu kuracak milletin, Japonların kyugeki zay- şin dedikleri taarruz ruhuna sahip olması gerektir. Bu taarruz ruhu, 1904 yılında, Bin keder, bin üzüntü; fakat her şeye rağmen ileri! Başka hiçbir şey düşünmek lazım değil Cesedimi savaş meydanında gözlef önüne sermek İşte bu, Cenabıhakk’ın emeli! şarkısını söyleyerek Kazumaro gemisiyle savaşa giden Albay Kujima’larda; Bu taarruz ruhu, Sasebo limanından savaşa çıkarken ailesine, “Bu andan itibaren benden haber beklemeyin! Görevimden başka bir şeyle ilgilenmeyeceğimden sizden de haber istemem!” diye yazan Amiral Togo’larda; Bu taarruz ruhu, Nanşan Muharebesi’nde oğlunun göğsünden vurulduğu haberi üzerine, ailesine, “Oğlumun külleri Tokyo’ya getirildiği zaman hemen gömülmesin! Yakında ben ve küçük oğlum da hayatı terk edeceğimizden, o zaman üçümüzü birden gömersiniz! ” emrim veren General Nogi’lerde; Ve bunları izleyenlerin hepsinde bütün aydınlığı, bereketiyle var olduğu içindir ki, narin Japonlar iri yapılı Ruslara meydan okudular. 25 5. İnisiyatif Nuri; taarruz ruhu’ndan sonra kitabın son bulacaktır sanıyordum. Derhal inisiyatifin önüme çıktı ve dedi ki: “Muharebede zafere ulaşmak ve galibiyet, en küçüğe kadar bütün rütbe sahiplerinin, bizzat düşünce üreterek durumun gereğine göre kendi kendine önlemler almaya alışmış olmalarına bağlıdır.” Gerçekten; eğitim yönetmeliklerimiz, yasalarımız gözden geçirildikçe askerlik sanatının asıl kuralları, yasaları ve yöntemleri okunur ve bellenir... Fakat bu bilgilerin insanı usta asker yaptığı, yapabileceği sonucuna varmak, elbette aymazlık olur. Hatta, bu yöntem ve kuralların uygulanmasıyla az çok uğraşmış olmak, bir ordu için kurtuluş yolu olmaz! Herhangi bir birliğin küçük bir manevrasını izleyelim. Ve kabul edelim ki bu birliğin en büyük komutanından erine kadar herkes talimnamelerde belirtilen ve bildirilen yöntem ve kuralları biliyor ve bu manevra ilk tatbikatları da değildir. Sözgelimi, o birliğin komutanı güzel bir yürüyüş emri veriyor. Uç komutam, teğmene kadar bütün ast komutanlar kurallara uygun emirlerini veriyorlar ve yürüyüş kolu harekete geçiyor... Düşmanla temas olduğunda da; aynı şekilde birlik komutanının verdiği açılma ve sonra yayılma emri, rütbelerine göre sırasıyla üstten asta tekrarlanarak en küçük birime kadar birliğin, yapacağı iş kararlaştırıyor. Harekatı son aşamasına kadar iyi yönetilmiş görüyoruz. 0 halde, bu kıtanın muharebede görevini yerine getirebileceği ve urda zafer sağlayabileceği yargısına varabilecek miyiz? Bu yargıya varmakta biraz temkinli olmak gerekir. Çünkü bu klanın muharebede karşılaşacağı durumlar ve koşullar, hep bu gördüğümüz gibi olmayacaktır. 26 O halde, ne kadar durumla karşılaşmak ihtimali varsa, hepsini anlatalım ve uygulayalım! Çok güzel, bunu yapmaktan geri durmayalım, fakat, “Savaşta öyle durumlar ortaya çıkar ki, söz konusu durumlar lakkmda genel bir öneride bulunmak bile mümkün değildir.” Talimnamelerimizin bu gibi olağanüstü durumlar için öğüt ver- inesi bir yana; talimnameler, asıl olarak içerdiği kurallar ve düzenle- inelerle, ancak savaşta genellikle karşılaşılan basit taktik durumları Kapsayabilir. Oysa komutanlar her durum ve andaki konuma karşı gereken önlemleri duraksamadan ve hızla almak zorundadırlar. Olağanüstü ve ansızın ortaya çıkan durumlara ilk temas eden, bir birliğin en büyük komutanı değildir. Büyük küçük her birliğin içinde, her subay ve her astsubay ve hatta her er, nasıl hareket edeceğine dair, üstünden hiçbir emir ve hiçbir fikir almadığı durumlar karşısında kalabilir. İşte bu nedenledir ki, gerek komutanların ve gerek erlerin, bizzat düşünce üreterek kendiliklerinden iş görebilecek nitelikte yetiştirilmiş olduklarına ikna olmadan; bir askeri birliğin, bir ordunun güvenilir ve destek verebilir bir güç olarak tanınması gaflettir, felakettir. Bir kuvveti oluşturan insanlar, genel hayatları, düşünceleri, hareket serbestlikleri ezilmemiş sağlıklı, neşeli erlerden ve subaylardan joluşursa; böyle bir askeri birlikte düşünce üreterek “kendiliğinden iş görme” özelliği fazlasıyla ortaya çıkar. İtalya Muharebesi’nde Derne kuvvetlerine komuta ettiğimiz sürece, her gün bu gerçeği kanıtlayacak birçok örnek gördük. Gerçekte Derne kuvvetlerini oluşturan Bedeviler, yukarıda nitelendirdiğim türden insanlar oldukları gibi, onların başlarına geçen subaylar da -her şeye rağmen- düşüncelerini, hareket serbestliklerini ez- lirmemiş gençlerdi. İtalyanların şu veya bu yönde bir hareketleri, bir çıkışları haber ılınır alınmaz, emir beklemeksizin her savaşçı tüfeğini kaparak toplanma yerine koşar ve orada, emir verilmesi gecikirse yine kendiliğinden düşman yönünde yola koyulur ve bu hareketini şöyle bir akıl yürütmeye dayandırır: Madem ki düşmanın bir hareketi sezilmiştir, çatışma ihtimali var demektir. Savaşmak için düşmanı ordugâhımızda beklemek olmaz; onu uzakta karşılamak daha doğrudur. Düşman az ise yetişebilenlerimiz onu 27 durdurur veya püskürtür. Çok ise bütün savaşçılar yetişince- ye kadar düşmana ateş ederek onu oyalar ve gerekirse biraz geriye çekiliriz. Fakat ileri gitmek, beklemekten iyidir. Hiçbir şey yapamazsak düşmanı görür, kuvvetini anlar, merak etmekten kurtuluruz. Bunların her biri, ileri veya geri harekette nereden ve nasıl gitmek, nerede ve nasıl durup ateşe başlamak gerektiğini emir beklemeksizin kendiliklerinden belirleyip uygularlar. Yeter ki onlara genel yön ve düşünceler, doğru olarak gösterilmiş olsun... Denilebilir ki -başka yerlerde olduğu gibi- Derne’de de bir yıl İtalyanları yenen ve Derne’nin üç kilometre çevresi üzerinde kurdukları tahkimatlarda onları hapseden güç, Osmanlı kuvvetini oluşturanların kendiliğinden, İtalya ordusunu oluşturanlardan daha olgun, gelişkin olmasındadır. Yoksa sayı, top, tüfek, savaş malzemesi ve tekniğin verdiği üstünlükler dikkate alınırsa, Ortaçağdan kalma bir örnek olan Derne’deki küçük birliğin, son yüzyıldaki bütün ilerlemelerin sonuçlarından payını almış olan bir ordunun karşısında bir gün bile durmaması gerektiğini kabul etmek gerekirdi. Görülüyor ki, eldeki araç Ortaçağ’dan kalma olsa da; bunu oluşturan bireyler, görülecek iş için adım başında bir emre, bir uyarıya ihtiyaç göstermeden kendiliğinden hareket etme olgunluğuna ulaşmış bulunursa, karşısmdaki bu özellikten yoksun kaldıkça -ilerlemeler dünyasının en büyük kazanımlarına sahip olsa bile- zafere ulaşamaz!... Tarih bile diyor ki, ordular, hemen hepsi gönüllü olan sağlam yapılı ve yetenekli askerlerden oluştuğu zamanlarda, yani eski askerlik yönteminin geçerli olduğu dönemlerde, ordularda inisiyatif o derece belirgindi ki; üstler bu özelliğin yokluğundan değil, tersine aşırılığından kaygılanırlardı. işin doğrusu, bir orduyu oluşturan bireylerin her birinin bizzat her işi düşünmekte ve kendiliğinden yapıvermekte aşırıya kaçarsa, 28 gerçekten endişeye değer. Çünkü kendiliğinden görülen işler olumlu olduğu sürece, ne kadar istenir ve beğeniyi hak ederse, amaca uymadığı durumda da o ölçüde kınanmayı hak eder. Oysa her hareketin amaca uygunluğu, her türlü durum ve koşullar içinde amacı açık şekilde görebilmesine bağlıdır ki; bu konuda kolordulara, tümenlere komuta edenlerle bir tabur, bir bölük kadrosu içinde ve avcı hattı içinde bulunup görüş alanı dar olanların yargılarında ve kavrayışlarında elbette fark olması gerekir. Bu nedenle, talimname kendiliğinden harekete bazı sınırlar çizer ve der ki, “Astların hareket özgürlükleri gelişigüzel eylem halini almamalıdır. Savaşta büyük başarıların esaslarının birincisi olan bağımsız hareket, gereken sınırlar içinde olanıdır. ” Kendiliğinden hareket özelliği ile kendilerine komutanlık etmiş olanları memnun eden ve düşmanlarını pek ümitsiz düşüren Bedevi savaşçıları da bu konuda aşırıya kaçtıkça, sonuçlar olumsuz olmuştur. Her hareketin iyisini ve kötüsünü takdir için, bizzat düşünmeyi ve akla vurmayı; vardığı sonucu ancak uygun bulduğunda iş görmeyi alışkanlık edinmek, çoğunlukla kötü olmayabilir. Ancak orduda daha üst makama yükselenlerin o makam için yaşı, deneyimi ve rütbesi henüz uygun olmayanlardan genellikle daha geniş, kapsamlı ve bilgili kavrayışa sahip bulunmaları kabul edilmesi gerektiğinden; astın, üstün emrettiği konuları özüne akıl erdiremese de- uygulamaya zorunlu tutulması, ordunun disiplin ruhunun asıl gereklerindendir. İnisiyatifin sınırını bilmeme noktasına varılmış bir orduda herkes kendi başına buyruk olur. Üst, ast yoktur. O nedenle [emre] itaat ve disiplin bile sağlanamaz. Son yüzyılın ordularım oluşturan askerler, eskiden olduğu gibi hemen hepsi gönüllü askerlik hizmetine girmiş kişilerden olmayıp milletin bütün bireyleri, askerlik hizmetiyle yükümlüdür. Arzusu olan da, olmayan da vatani görevini yerine getirmekle yükümlü tutulmuştur ve tutulmalıdır. Bu yolda kurulmuş günümüz ordularında, eski zamanın ordularında olduğu gibi, üstler aşırı derecedeki inisiyatifi ılımlı bir noktaya indirmek, onu disiplin ve yönetim altında bulundurmak düşüncelerinden kurtulmuştur. Çünkü bugünkü ordularda barış zamanında uzun yıllardır uygulanan şiddetli disiplin bir çoklarında kendiliğinden hareket etme yeteneğini boğuyor. Bu nedenle bugünkü üstler, astlarda inisiyatif 29 uyandırmak için, onları uyarmak, özellikle de savaşta şevk ve arzu uyandırmak zorundadırlar. Daha düne kadar Osmanlı ordusunun komutanlarında, subaylarında, erlerinde inisiyatife karşılık düşünce tembelliği görülürdü. Bilinmektedir ki, bir orduyu oluşturan neredeyse her birey, yaşayan bir makinanın canlı organları, parçalarıdır. Bu makineyi işleten; her organını, her parçasını harekete getiren araç; buharla çalışan motorlar değildir. Orduya hareket veren araç, ordu makinesini oluşturan canlı organların zihinlerindeki güç ve kanlarındaki ruhtur. Bu zihinlerde ve bu kanlarda gereken kuvvet ve akım hızı bulunmazsa makine durur ve başka hiçbir güç onu işletemez. Böyle bir makinenin çalıştırılması için herhangi bir ya da birkaç makinistin sanat ustalığı da yeterli olmaz ve bunun yerini tutamaz. Çünkü bu uyuşuk zihinlerden ve durgun kanlardan oluşmuş yığınlar, taş, demir ve odun yığınlarından daha eylemsiz ve daha ağırdır. Taş ve odun yığınları, balya haline konarak küçük bir kaldıraç yardımıyla kolayca harekete geçirilebilir. Fakat o bütünü oluşturan büyüklü küçüklü birlik balyaları halinde bulunan durağan kafalı insan yığınlarının yönlendirilmesi ve hareketlenmesi için gereken gücün, kaldıracın düşünce ve ruh varlığında kendini göstermesi beklenir. Ve uygulama noktası zihinde, yürekte aranır... Görülüyor ki, bir yığına ordu demek için, o yığının belirli biçimlerinden birinde bölümlere ayrılması ve başında bir ya da birkaç harekete geçiricinin bulunması yeterli değildir. Orduda bütün emir sahiplerinin, [kendilerini] orduya komuta eden kişilere etkin ve fedakâr birer yardımcı kılan bir inisiyatifin bütün alışkanlıklarını kazanmaları gerekir. Bunun için başvurulacak araçların aranması gereği, yönlendiği amacın önemiyle kendini göstermektedir. Gerçi genellikle inisiyatifin gereğini ve yararlarını talimnamelerimizin ilgili maddelerinde okuyor ve teorik olarak bunların yararları hakkında pek çok övgülerde bulunuyoruz. Ancak, itiraf olunmalıdır ki, kendiliğinden hareket ve iş görmenin yayılmasını genellikle yararlı bir şekle sokarak onun bir özel görev halinde tanınması için alınması gereken biçim hakkında Osmanlı ordusunda düşünce üretilmemiş ve bir karara varılmamıştı. Oysa komutan, subay, er yetiştirmekte izlenecek esasların, uygulanacak 30 eğitim yöntemlerinin, yapılacak eğitimlerin amacını, kendiliğinden iş görme özelliğinin oluşmasına yöneltmekte kuşkuya ve duraksamaya yer yoktur. 31 6 Bizim, Sirenayik’te komuta ettiğimiz kuvvetleri oluşturan unsurlar arasında moral güç, taarruz kavramı ve inisiyatif niteliklerinin var olduğundan söz edilmiştir. Ancak, bu noktada bütün açıklığıyla canlandırılması gereken tek bir gerçek vardır ki, o da sıcakkanlı Afrika evlatlarında o saydığımız savaşçı niteliklerin eylem halinde kendilerini göstermeleri, bir takım ateşli ruhların Afrika göklerinde uçmasıyla başlar. Aşağıdaki birkaç satırı, Derne ordugâhına ve Kasr-ı Harun, Rabat, Seyit Abdullah sırtlarına bir yıllık hayatımızı birlikte bağladığımız arkadaşlarıma ithaf ediyorum. Subay ve Komutan'm söz ettiği çeşitli konuları ve özellikle hayatı hiçe sayma, taarruz kavramı ve kendiliğinden hareket gibi yüksek askerlik niteliklerini okurken ve bunlar için zihnimde somut örnekler ararken Derne kuvvetleri savaş düzenini şöyle gözümün önünden geçiyordum: Doğu kolu, Ber-Asa kolu, Dersa kolu, Hase kolu, Ubeydat kolu, Ailet-i Mensur kolu, Birinci Tabur, İkinci Tabur, Topçu Taburu, makineli tüfek bölükleri, Timiskit, Suse Müfrezeleri. Ve bunların başlarında Hacı Emin’ler, Ali’ler, Mümtaz’lar, İsmail Hakkı’lar, Halim’ler, Şevket’ler, Nurettin’ler, Rüsuhi’ler, Fehmi’ler, Ahmet Hamdi’ler, Hüseyin’ler, Saffet’ler, Reşit’ler, Eşref’ler, Fuat’lar ve bunların arkadaşları. Bingazi kuvvetlerinin genel savaş düzenine bakmak istersek, bu yazılarımız, bütün bu kahramanları taşıyacak çapa ulaşmakta yetersiz kalır. Şimdi notlarıma bakıyorum ve orada, bu saydığım imzalar üstünde çeşitli tarihlerde ve savaşın çeşitli dönemlerinde okunmuş, askerlik ruhuna huzur “katan ve bütün askerler için örnek anılmaya yaraşır olayları içeren yüzlerce rapor, not buluyorum. Bunlardan bazılarının bazı cümlelerini o, değerli asker arkadaşların saygıyla ve yüceltilerek anılmasına vesile olmak üzere aynen aktarıyorum. 32 Muhayyile zaviyesi Bedevileriyle dün gece ileri karakoldaydım. Bugün, gün doğumuyla beraber Seyit Abdullah yönünden çıkmak isteyen bir düşman kuvvetine taarruz ettim. Çıkamadılar, iki kişimiz yaralandı. Önem verilecek bir şey yoktur. Düşman saat dörtte batı tarafına bir tabur, doğu tarafına bir bölük çıkardı. Yanımdaki ileri karakol kuvveti ile hemen düşmanın taburuna taarruz etmek üzere yürüdüm. Bunun üzerine düşman taburu geriye, tahkimatlara çekildi; doğudaki bölüğün de avcı siperlerine döndüğünü gördüm. Saat 11'de Kireçocağı sırtlarına ilerlemiş olan düşman üzerine Doğu Bedevileri, Koruma Bölüğü ve Birinci Tabur’dan yanımda bulunan kuvvetle taarruz ettim. Düşmanın asıl istihkâm hattından beş yüz metre ileride yaptığı avcı siperlerindeki kuvvetine taarruz ettim. Düşmanı asıl hatlarına kadar izledim. Tahkimatın önündeki tel örgülerini ve büyük kazıkları söküp attım. Gözetleme kulesi gündüz rüzgârdan yıkıldığı için onu tahrip etmek nasip olmadı -bu özellikle emredilmişti. Bununla beraber diğer gözetleme yerleriyle topçu mevzilerinin ve avcı siperlerinin bir kısmını yıktım. Düşman bütün gücüyle ilerliyor. Ben, siz gelinceye kadar düşmanı durdurmak için taarruz ediyorum. Düşman, dün akşam işgal ettiği sırtlarda tahkimat kurmakla meşgul olmaktadır. Topçusu yol üzerindedir. Batı tahkimatının önünde üç düşman taburu Timis- kit'e doğru ilerlemektedir. Ben Vâdi-i Bû Misafir tarafındayım. Taarruza geçmek için emrinizi bekliyorum. Makineli tüfeğin ilerisinde, dar geçit yol üzerinde düşmanı kovaladık. Hacı Emin, Kasım, Saffet efendilerle yeterli sayıda muhafızla bulunuyoruz. Şimdi makineli tüfeği de ilerletmek üzere geldim. Onlar da ilerliyorlar. Cemil Efendi’ye emirlerinizi bildirdim. Tekrar görevimizin başına gidiyorum. Birliğimiz, her kabileden oluşmuştur. Emirleriniz üzerine dokuz erle batı tahkimatının sekiz yüz metre karşısına geldim. Teğmen Osman Bey de üç erle Seyit Abdullah tarafından bize doğru geliyor. Yüzbaşı Hacı Emin Efendi’nin de vadi tarafından taarruz etmek üzere ilerlemekte olduğunu görüyorum. Askerî, Rüsuhi, Nurettin, Ethem yaralandılar. Fakat diğer arkadaşlar henüz yaralanmadılar!.. Düşmanı izlemeye devam ediyorlar. Topun birinin nişangâh yuvası bozulduğundan atış yapması mümkün değil. Birinin de kama sürgüsü kırılmıştır, elle dolduruluyor. (Zaten iki tane top vardı). Eğer mutlaka gerekir ise bununla ateşe devam edebilirim. 33 Doğu kuvvetleri ile batı ileri karakol mevzisine geldim. Ne tarafa taarruz edeyim? Vâdi-i Bû Misafirden ilerleyen düşman, boyun noktasını ele geçirerek geri çekilme hattımızı kesmek isteyince, Teğmen Kasım Efendi komutasında bulunan yetmiş kişilik Ailet-i Mensur ve Şellavi savaşçılarını da alıp taarruz ettim. Saat on buçukta düşmanın iki taburu ile çarpıştık. Düşman geri çekilmeye mecbur edilmiştir. Yüz kişi kadar savaşçı ve muhafız askeriyle düşmanın Eritre taburuna taarruz ettim. Beş yüz metreye kadar yaklaştım. Tahkimatlardan üzerimize ateş açıldı. Sağ kolumdan kurşunla yaralandım. Çok kan kaybediyorsam da askerin moralini bozmamak için savaş hattından çekilmeyeceğim. Ölürsem, yanımda Remzi Efendi vardır. O benim de birliğimi idare eder. 34 ZABİT VE KUMANDAN Nuri Conker 35 Sunuş Bazı kitaplar vardır: zamanında dikkati çekmemiş, büyük bir okuyucu topluluğu bulamamış; fakat hem o günlerin önemli olaylarım ve bu olayların çağdaşlar üzerindeki tesirlerini tarihe bırakmış, hem de ileride tarihî kıymet kazanacak büyük bir şahsiyete yeni ilhamlar verebilmiş, onun ruhunda gizlenip birikmiş fikir ve hislerin meydana çıkmasına vesile olmuştur. İşte rahmetli Nuri Conker’in Zabit ve Kumandan isimli küçük kitabı, bu bahtiyarlığa eren eserlerdendir. [...] Okuyucularımız, Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal’ı inceledikleri zaman, pek tabii olarak, Nuri Conker’in kitabını görmek istiyecekler- dir. Nitekim, yine bu seri içinde sayın dostum Ruşen Eşref Ünaydın’ın (önsözü ve günümüz Türkçesine çevrilmiş metnile birinci ve ikinci baskısı yapıldığı zaman bu arzu, her taraftan açıklanmıştı. Çünki Atatürk, bu eserini, Nuri Bey’in kitabına bir cevap olarak kaleme almıştır. Kitabın tahliline geçmeden, Nuri Conker hakkında bilgi vermek yerinde olur: I Mehmet Nuri Conker, 30 Eylül 1881 tarihinde Selânik’te doğdu. Babası Hoca Osman Efendi, annesi Zehra Hanım’dır. Selanik Askerî Rüştiyesi’nden sonra Manastır Askerî İdadisi’ni bitirdi. 1902 senesinde İstanbul Harbiye Mektebini ikmâl ile [tamamlayarak] piyade mü- zımevveli [asteğmeni] olarak yirmibir yaşında kılıç taktı. Harp Akademisinde üç sene okuduktan sonra 1905’te Mümtaz Yüzbaşı 1 olarak mezun oldu. 1909 tarihinde Hareket Ordusu’na gönüllü katıldı ve Tabur Komutanlığı görevile Selânik’ten İstanbul’a geldi. İstanbul’da Mahmut Şevket Paşa’nın yaverliğini yaptı. Ardından 1910 senesinde Arnavutluk harekâtına iştirak etti. Aynı sene erkânıharplik imtihanını [kurmaylık sınavını] üç yüz kişi arasında birincilikle kazanarak Erkânıharp oldu ve Selânik’te yeni teşekkül etmiş olan Küçük Zâbit [Astsubay] Mektebi Müdür ve Kumandanı tâyin edildi. 1911’de başlıyan Trablusgarp Harbi’ne yine gönüllü iştirak etti ve Umum Bingazi Kuvvetleri Erkânıharbiyesine Reis oldu. 1912’de Binbaşılığa terfi etti. Aynı il 1896-97 senelerinden itibaren Harp Akademisi’ne giren adayların bir kısmı kurmay [ yüzbaşı olarak okulu bitirirlerdi. Kurmay olarak ayrılanlar yakalarına 36 kurmay armasını, mümtaz olarak kalanlar ise yakalarına yalnızca bir yıldız takarlardı (s.n.). sene başlıyan Balkan Harbi’nde, Çanakkale Boğazı Mürettep [Düzenli] Kuvvetleri Erkânıharbiyesine [Kurmay Başkanlığı’na] tâyin edildi. Bolayır’da bir Bulgar kurşunu ile dizinden yaralandı. 1913 senesinde Alman İmparatoru Kayser Wilhelm’in davet ettiği oniki yaralı Türk zâbitinden biri olarak tedavi için, Wisba- den’e gitti. Aynı sene Osmanlı ve Alman İmparatorlukları askerî ni- şanlariyle taltif edildi. Nisan 1330/1914’te Zâbit ve Kumandan isimli kitabını yazdı. Buna Mustafa Kemal, Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal ismindeki kita- bile cevap verdi. 1914 senesinde İstanbul’da Birinci Tümen Erkânı- harbiyesine tâyin olundu. Bilâhara Balıkesir’de 24. Alaya komutan tâyin edildi. Birinci Dünya Harbi başlangıcında, başında bulunduğu 24’üncü Alay ile Balıkesir’den Çanakkale’ye gönderildi. 1915’te Ana- fartalar ve Conk Bayırı muharebelerine iştirak etti. Conk Bayırı’nda ikinci defa olarak sağ şakağından ağır surette yaralandı. O sırada Yarbaylığa terfi etti ve Conk Bayırı’ndaki 8’inci Fırkaya kumandan oldu. 10 Ocak 1916’da Almanya Hükümeti tarafından kendisine Demir Salip [Haç] Nişanı verildi. Aynı senenin başlarında Fırkasiyle beraber Şarka, Muş Cephesine nakledildi. Yine 1916’da Almanya Hükümetinin Edelruj nişaniyle taltif edildi. Müteakiben Avusturya-Ma- caristan Devletinin Meziyet-i Askeriye Salip Nişanını aldı. 1917 senesinde Kafkas Muharebelerindeki hizmetlerinden dolayı Osmanlı İmparatorluğunun Muharebe Gümüş Liyakat madalyasıyla taltif edildi. Aynı sene Hollanda Hükümeti nezdine Lahey Ataşemiliteri olarak gönderildi. 1918 senesinde Ataşemiliter iken Albaylığa terfi etti ve Hollanda Kraliçesi tarafından kendisine Komandör [albay] rütbesinin Kılıçlı Oranj Nase nişanı verildi. 1920’de İstiklâl Harbine iştirak 37 etmek üzere Anadolu’ya geçti. Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü’ne tâyin edildi. Vekâleten Ankara Vali ve Kumandanlığı vazifelerini gördü. Bilâhara merkezi Pozantı’da olan Adana Vali ve Kumandanlığını yaptı. 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Almanya’da temsilcisi olarak Berlin’e siyasî mümessil sıfatıyla gönderildi. Orada iki sene vazife gördükten sonra 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci Devresine Kütahya’dan mebus seçildi. 1930’da teşekkül eden Serbest Fırka’nın Kâtibi Umumisi [genel sekreteri] oldu. 1931 seçimlerinde Gaziantep’den mebus oldu. 8 Şubat 1935’te Atatürk kendisine Conker soyadını verdi. Aynı sene Türkiye Büyük Millet Meclisi Reis Vekili oldu. 11 Ocak 1937’de Ankara’da vefat etti. Atatürk’ün arzusu ile Ankara Şehitliği’ne defnedildi. Nuri Conker, Atatürk’le Selânik’te aynı mahallede büyümüşler, Selanik Askerî Rüştiyesinde, Manastır Askerî İdadisinde, İstanbul’da Harbiye Mektebinde, Harp Akademisinde, Selânik’te 3. Orduda, Hareket Ordusunda, Arnavutluk Harekâtında, Afrika’da Trablus- garp, Bingazi ve Tobruk muharebelerinde, Çanakkale’de Anafartalar ve Conk Bayırı muharebelerinde (Conk Bayırı’nda Mustafa Kemal’in göğsündeki saate kurşun isabet ettiği anda yanındaydı.) Do- ğu’da Muş Cephesi’nde, İstiklal Harbinde, daima beraber bulunmuşlar ve arkadaşlıklarını fasılasız [kesintisiz] devam ettirmişlerdir. Cumhuriyet Devrinde ve inkılâplarda, Çankaya’da, Dolmabahçe, Yalova ikametlerinde ve bütün yurt gezilerinde her zaman onun beraberinde bulunmuştur. Atatürk, Nuri. Conker’in arkadaşlığını daima aramış, kendisini sevmiş ve her iki dost birbirlerine her zaman vefalı kalmışlardır. Atatürk, sofrasında her vakit ona özel bir dikkatle yer vermiş, eski arkadaşı Nuri Conker’le lâtife etmekten [şakalaşmaktan], onunla konuşmaktan zevk almıştır. Bunu Atatürk’ü tanımak ve çevresinde bulunmak bahtiyarlığına ermiş olanlar pek iyi bilirler. Ayrıca, bugün birer tarihî belge değeri kazanmış olan mektuplarında da bu duyguların yazılı ifadesini buluyoruz. 4 Ekim 1327 [1911] tarihinde Rus vapuru ile Trab- lusgarp’a giderken Urla’dan rahmetli Salih Bozok’a yazdığı mektupta ona iki yakınından söz ediyor: Biri annesi, İkincisi Nuri Bey’dir. Onun için şöyle diyor: “Başka kâğıdım yok. Nuri’ye ayrıca mektup yazamayacağım. İstersen bu mektubumu aynen gönder veyahut38bahisle bir mektup yaz ve o kıymetli kardeşimize de ki: Benim için hatırası kalp ve vicdanımdan bir an çıkamayan bir öz kardeş varsa Nuri’dir. Bu muzlim seferi onunla yapmak isterdim. Allah nasip ederse saha-i mücadelat- ta birleşiriz, eğer mukadderse ahirette buluşuruz. ” 2 Şimdi ahirette buluşmuş olan bu iki arkadaş, o zaman Trablus- garp’ta vatan savunmasında birleşmişlerdi. Bütün mektuplarında ona hitabı ‘azizim Nuri’, ‘kardeşim Nuri’dir. Nuri Conker, elli beş yaşında öldüğü zaman, Atatürk’ün bu sevgili arkadaşını kaybetmekten duyduğu elemi, o sırada Cenevre’de tahsilde bulunan Prof. Âfet İnan’a yazdığı mektuptan açıkça anlıyoruz: “16/1/1937 Hatay üzüntüsüne, Conker’in ölümü acısı karıştı; bu acının açtığı yaranın derinliğini tahmin edersin...” diyor. Doğum yıl ve yeri bile müşterek olan bu iki arkadaşın vatan ve millet sevgileri, askerlik mesleğine karşı bağlılıkları da birbirine yakındı. Metnini olduğu gibi verdiğimiz bu küçük kitap, Nuri Conker’in, bize Rumeli’yi kaybettiren Balkan Bozgununda nasıl derin bir millî eleme düştüğünü, fakat bu dehşetli olaya ve kayba rağmen —tıpkı Mustafa Kemal gibi- bir an Türk milletinden ve Türk Ordusundan ümidini kesmediğini gösterir. Bu kitabın belki meslekî mahiyeti, aradan geçen yarım asra yakın zaman içinde eskimiştir. Fakat vatan savunması, millete karşı görev duygusu bakımından kıymetinin bir zerresini kaybetmemiştir. Çünki vatan o vatan, millet o millet. Kitap, bugün tarih olmuş o acıklı devrenin ordu bakımından bir tenkididir [eleştirisidir]. O kadar ki, Balkan harbine giren Osmanlı Ordusunun talim ve terbiye, taarruz ruhu bakımından çok zayıf olduğunu en sert hükümlere bağlamaktan çekinmemiştir. Siyasî hiçbir işaret bulunmamakla beraber kitap, okuyucuya millî-siyasî bir ruh aşılama yönünden çok uyandırıcı ifadesiyle yüksek bir terbiye önemi taşımaktadır. Dili, hattâ devrine göre bile lû- gatlı [ağır] ve ağdalı olmakla beraber söylemek istediği fikirleri kesin ve seçik bir üslûpla açıklamaktadır. Balkan bozgununu takip eden günlerde yazılmış olması, yazarın kalemine hissi bir titreklik vermiş, şanlı tarihimizden alınmış sahıfaların o günkü acı durumla mukayesesi, ciddî bir askerin saklamaya muvaffak olduğu hıçkırıkları 2 Başka kağıdım yok. Nuri’ye ayrıca mektup yazamayacağım, istersen bu mektubumu aynen gönder ya da bundan söz eden bir mektup yaz ve değerli kardeşimizde de ki: Benim için anısı kalp ve vicdanımdan bir an çıkmayan bir özkardeş varsa Nuri’dir.39 Bu karanlık seferi onunla yapmak isterdim. Allah nasip ederse savaş alanında birleşiriz, eğer yazgıda varsa ahirette buluşuruz. satırların arasına gizleyerek okuyucuya intikal ettirmiştir. Fakat bu acı duygular, onu hiçbir zaman kötümser etmemiştir. Çanakkale harplerindeki kahramanlıklarını sayın ailesine ve biz vatandaşlarına soyadile miras bırakmış olan rahmetli Nuri Conker, tıpkı arkadaşı Atatürk gibi milleti tenkid etmiş, ama her zaman ona inanmış, onun istikbalinden ümitli kalmıştır. Bu kitap okunduktan sonra, Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal daha iyi anlaşılacaktır. 1 Temmuz 1959 Haşan Âli Yücel 40 Birinci Tümen Kurmay Başkanı Binbaşı Mehmet Nuri Nisan 1914 SUBAY VE KOMUTAN Çeşitli sınıflarların üstleri, subayîarı ile askeri okul öğrencilerimin ve konuyla ilgili herkesin okuması için; 1913 kış döneminde Birinci Tümen üstleri ve subaylarına verilmiş konferansların derlenmesi ve genişletilmesiyle yazılmıştır İstanbul - Tanin Matbaası 1914 41 Söze Başlamadan Önce Bu kitap subayın acemi erleri talim ve terbiyesinden, atış kurallarından, talim ve eğitim programı hazırlanmasından, bölüğün yetiştirilmesinden, taburun açılmasından, alay ve tabur manevrasından, harita başı çalışmalarından, taarruz ve savunma yöntemlerinden söz etmeyecektir. Bu kitap, bir subayın, bu saymış olduğum ve benzeri görevleri savaşta uygulama ve yerine getirmekle yükümlü olan çeşitli rütbelerdeki komuta ve sorumluluk sahibi askerlerin, zaferi ve galibiyeti elde edecek biçimde görevlerini yapmaları için sahip olmaları gerek ve şart olan nitelikler ve ayırıcı özelliklerinden, askeri yetenek ve karakterden söz edecektir. Bu kitapta tüfek ve top gümbürtülerinin ufku inlettiği, bu gürültülerin kulakları geçici olarak işitmekten yoksun bıraktığı, gözleri duman kapladığı ve bu patlayanlardan bir veya bir kaçının isabetiyle olduğu yerde kalmak olasılığının her an bulunduğu; bununla beraber subayın en fazla görmeye ve işitmeye -ve düşünmeye ve göstermekle işittirmeye- ve düşündürmeye zorunlu bulunduğu zamanlarda subay ruhunun moralini beslemeye hizmet edecek nokta ve durumların araştırılması ve sınanmasıyla uğraşılacaktır. Yalnız kendi silahının yerinde kullanılma göreviyle savaşa katılacak askerlerin kararlılık ve cesaretle kavga edebilmeye elverişli bir halde yetiştirilmeleri için erlere aşılanacak manevi dersler de söz konusu edilecektir. Ancak astlar üzerinde bu kriz zamanlarında etkide bulunmakla adına yaraşır düzeyde şiddetli ve gayet sıkı bir otorite kurmak gibi üstün bir başarının barış zamanında kazanılması ve bunun için gereken önlemlerin alınma yöntemlerini göstermek de bu kitabın içeriğinde bulunacaktır. Kısaca bu kitap subay ruh ve kalbinin, subay kurallarının, subay karakterinin; askerlik sanatı açısından bakıldığında subayın en önemli yeteneklerinin aynası olmaya çalışacaktır. Bu çerçevede açıklanacak düşünceler ve yapılacak tartışmalar sonucunda varılacak kararların, savaş kuralları olan talimname ve yönergelerin 42 hüküm ve metinlerine ve geçmişteki savaşlara dayanacağı için, kişisel ve keyfi kabul edilmekten daha üst düzeyde bulunacağı inancı, iyi niyet çerçevesindeki isteklerin hayata geçirilmesine ve hiçbir zaman hataya düşmeyeceği zannedilmeyen kalemin, kağıt üstünde gezinmesine cüret ve cesaret /ermiştir. Düşünce ve kültür insanları tarafından eleştiriye layık bulunursa, büyük takdire kavuşmuş olur. “Ve başarı Allah’tandır.” Önsöz Önümüzde, acılarım gözümüzle gördüğümüz ve kalbimizle hissettiğimiz, felaketle sonuçlanmış bir savaş vardır. Öyle bir savaş ki, zarara uğrattığı memleketin evladı olmak itibarıyla, biz askerlerin de payımıza düşen ibret derslerinin, gözü açıklık ve farkında olma derecelerimizin, aradan zaman geçtikçe artması gerektiği gibi; tarihi eskidikçe meslek adına bundan çıkaracağımız yararların da çeşitleneceği ve kuvvet kazanacağı şüphesizdir. Çünkü savaş deneyimlerinden beklenen gerçek yararların elde edilmesi ve tam anlamıyla ortaya çıkışı, savaşa ait belge ve bilgilerin sağlıklı şekilde toplanmasına ve savaşta uygulama yetkisine sahip olanların eylem ve hareket sahasından ve bu dünyadan çekilmelerine bağlıdır ki, bu da ancak zamanın geçmesiyle olur. Şu halde, zaman geçtikçe, savaş tarihinin askerlere yarar sağlama bakımından değerinin artması doğaldır. Savaş, askerlik sanatının öğrenilmesine yardımcı olacak araçların en kusursuz, en gerçeğidir. Savaşa hazırlanmaktan ibaret olan ve bu nedenle askerlerce savaşın ateşsiz olarak devamından başka bir şey gibi anlaşılmaması gereken barış zamanında, çeşitli rütbelerdeki komuta sahiplerine savaş iktidar ve yetkinliğini kazandırmak üzere yürütülen; harita üzerinde askerin konumlanması sorunlarının çözümü, bu amaçla atlı subayların seyahatleri, savaş oyunları, müfreze tatbikatları, kurmay heyetinin seyahatleri ve en sonunda büyük manevralar, içerik olarak gerçek savaş durumuna yaklaşma hedef ve amacını rütbe ve derecelerine göre izlemekte iseler de, bunların hiçbiri savaşın 43 bi- linen o kendine özgü sıkıntılarını, özellikle de düşman ve ölüm tehlikesi içermediklerinden; savaşacak kişileri savaşı bilir hale getirmekte, savaşa katılmış olmak kadar yararlı olmaz. Bunlar ne kadar olsa nitelik açısından birer savaş taklidi olmaktan ileri varamazlar. Sefer Hizmetleri Kanunnamesi - Giriş - Madde 37: Çok fazla etkili ve önemli olan; ve düşman yenilinceye kadar hesaba katılması gereken düşmanın kararlılık ve kuvveti, barış zamanındaki talimlerde bulunmayıp tümüyle varsayımdan ibaret kalır. Bu nedenle savaştaki olayların ve harekâtın genellikle barış zamanındaki talimlerde rastlanmayan çeşitli durumlar altında oluşacağı asla dikkatten kaçırılmamalıdır. Savaş, özellikle moralin dayanıklılığını, barış zamanıyla kıyas götürmez düzeyde şiddetli bir sonuçla karşı karşıya bırakır... Biz ise şimdi savaş tatbikatının en ciddisi ve gerçeği olan bizzat kendisini, savaşı uygulamış bulunuyoruz. Bundan dolayı bu savaşta kazanılmış deneyimlere dayanarak yukarıda yarar ve öneminden az da olsa söz edilen savaş tarihlerini ve talimnameleri ve savaş sanatına bağlı eserleri okuduğumuz zaman daha iyi anlayacak; ve yapacağımız simülasyonları savaştaki durumlara daha uygun ve benzer hale getirme fırsatlarını elde etmiş bulunacağız. Zamanımızda doğrudan savaşmak, yaşamı boyunca her askere nasip olmaz. Hele askerlik hizmeti esnasında iki savaşta birden bulunabilmek fırsatı pek az askere nasip olur. Savaşta hiç bulunmamış olan askerlerin bu bakımdan elde edecekleri yararlar ise çeşitli savaşların tarihlerini okumakla sınırlı kalır. Bir olayın bizzat tanığı ve öznesi olmak ile bunu, olayın ortaya çıkış şeklini anlatan bir kitaptan okumak arasında bulunan dağlar kadar fark, savaşa bizzat katılanla savaşı tarihinden okuyan arasında da aynı olduğundan; ordumuz subaylarının büyük kısmının savaşta bulunmuş olması dolayısıyla, bunca ateşleri kalbimizi yakmış olan geçirdiğimiz bu son savaşın bize mesleki açıdan yarar sağlamış olduğu kanıtlanmış olur. Hatta Almanya ordusunda savaş yeteneğinin canlı tutulması ve korunması ve yeni bir savaşta, savaş görmüş subay ve komutanlardan yoksun kalmamak için kırk yılı aşkın bir süredir savaşmamış olan or- duyu savaştırmak, daha önce savaşanların akıllarını meşgul etmektedir. Çünkü bundan önceki savaşta (1870) bulunmuş olanlar yavaş yavaş ordudan çekilerek ordunun tümüyle savaşı 44tanımayan unsurlar elinde kalması ve çıkacak bir savaşı, savaşta deneyimsiz olanlarla yürütme konusundaki sakınca göze çarpmaktadır. Hiç unutmam. Kurmay Okulu sınıflarında bir gün, o zamanlar devlet hizmetinde görevli bulunan Tümgeneral von Dtifort Paşa ile harp oyunu yaparken, arkadaşlardan biri muharebeyi henüz bitiren bir bölüğü derhal toplayıp başka tarafa göndermiş ve orada başlamış bulunan muharebeye katılmaları yönünde karar ve emir vermek istemişti. Paşa buna karşı, “Bu bölük, sabahtan beri sürdürdüğü yürüyüşün ardından girdiği bu muharebeden sonra, artık o dediğiniz yere gidemez; çünkü bu erlere, karşı koyması ve katlanması mümkün olmayan bir hizmet önerisi olur. Ben (1870) Fransız Seferi’ne bizzat er olarak katılmıştım ve böyle bir hareketin erler tarafından yapılamayacağını kendim tecrübe ettim” demişti. Paşa’mn savaş deneyimleri hepimizinkinden kuvvetli ve esaslıydı. Çünkü o, daha sonraları subaylığa yükselecek olan, erlik rütbesiyle savaşmış. Bu koşul çerçevesinde, bir savaşa er olarak girmek ile subay olarak girmek arasında; sıkıntıları, güçlükleri ve savaşın kendine özgü niteliklerini tam anlamıyla kavramışlık bakımından elbette büyük farklar vardır. Savaş dahisi olan büyük Napoleon’un savaşlarda birbirini izleyen başarılarını etkileyen nedenlerden biri de savaşlarını daima art arda birkaç savaşta bulunmuş deneyimli askerlerle yapmış olmasıdır. Savaş, en iyi, savaşta öğrenilir. Şimdi her subayın savaştaki yeterliği ve yeteneklerine göre durumu ve ünü değişmiştir. Balkan Savaşı’ndan askerlik sanatı adına pek kolay ayırt edemeyeceğimiz ve hissedemeyece- ğimiz yararlı deneyimler edindiğimize şüphe edilmemelidir. Savaş sonrası demek olan şu günlerde; ve bundan sonra erlerimizin talim ve eğitiminin, kendi komutanlık sanatımızın talim ve eğitiminin, kendi komutanlık sanatımızın ilerlemesi yolunda harcanacak emek ve çabaların daima gerçek savaş koşullarına göre yönlenmesi ve yönetilmesinin gereği ve önemi buraya kadar anlattıklarımızın özeti olmuş olur. Sefer Hizmetleri Kanunnamesi - Giriş - Madde 1: Askeri kıtaların barış zamanındaki talim ve eğitimi savaşta kendilerinden istenen görevlere göre yürütülmelidir. Ve yine - Madde - 26: Kıtaların sefer hizmetleri sırasında barış zamanda yaptıkları talim ve eğitimleri, savaşta yerine getirecekleri görevlerin tamamını içermelidir. Adı geçen sınıfların muharebelerine ilişkin esaslar, çeşitli sınıfların talimnamelerinde bulunmaktadır. 45 Madde 36: Yönerge ve talimnamelerinde belirtilmeyen ve savaşta dahi uygulanması mümkün olmayan uydurulmuş bir takım talim ve hareketlerini yerleştirmeye çalışarak askerin talim ve eğitimi güçleştirilmemelidir. Bu gibi uyduruk hareketler seferberliğin ilk günü ile beraber hükümden düşmüş olur. Ve, Piyade Talimnamesi - Son Bölüm - Madde 477: ... Bir askeri kıtanın, savaşın gereklerini tamamen yerine getirmeye gücü yetip barış zamanında öğrendiği konulardan hiçbirini de savaş alanında terk etmeye ve ortadan kaldırmaya mecbur olmazsa, talim ve eğitimi doğru bir şekilde uygulanmış olur. Yukarıda barış zamanını, savaş zamanının ateşsiz olarak devamından ibaret gibi kabul edilmesi gerektiği söylenmişti. Evet, biz kendimizi daima savaş durumunda bilmeliyiz. Böyle bilirsek gerçekten savaş çıktığı zaman, hazırlık devri ile asıl uygulama devri arasında çok fark görmeyiz, şaşırmayız, kaybetmeyiz. En iyi sahnelenen oyunlar, en çok prova edilenlerdir. Bu daha çok ders yılı içindeki çalışma ile dönem sonu sınavına benzer. Savaş, barış zamanındaki çalışmanın bir sınavıdır. Eğitim görürken ne kadar çok tartışılır, ne kadar çok fikir üretilirse sınavda başarıyı yakalama olasılığı o kadar çok olduğu gibi, barışta da savaş sanatının aralıksız ve tam bir merak ve özen ile öğrenilmesine devam etmek, savaş sınavında zafere ulaşmak için gayet gerekli ve vazgeçilmezdir. Günümüzde silahların çoğalması ve bunların giderek kusursuzlaşması ve ordu mevcutlarının çoğalmasıyla önemi gittikçe artan savaş teknikleri eğitiminin ve bunun başarıyla uygulanmasının, ara vermeden çalışmaya ve çalıştırmaya bağlı bulunduğu kuşkusuz ortadadır. Bu çalışma yöntemiyle, daha çok maddi kuvvetlerin geliştirilmesi çerçevesinde yer alan askeri bilgiler ve bilimsel birikim çoğaltılabilir ve desteklenebilir. Fakat bunların yerinde ve zamanı geldiğinde tam bir başarı ile uygulanması ve yerine getirilmesi; bunların verimli olması ve zaferle sonuçlanabilmesi, yalnız bu teknik bilgilere sahip olmakla mümkün olmaz. Kutsal askerlik mesleğini kabul ederek savaş sanatını öğrenecek ve uygulayacak olanlar için öyle duygu ve yetenekler vardır ki, bunların da bilimsel kudretimizle at başı beraber olarak ilerletilmesi, güçlendirilmesi zorunludur. Savaş biliminin felsefi kısmına ait bulunan bu duygu ve yeteneklerden mahrum bir askerlik bilimi uzmanı, bunlarla hayata geçirilemeyen askeri bilgiler, erlik ve fedakârlık meydanlarında -savaşın moral dayanıklılığı ağır sonuçlarla sınadığı zamanlarda (Seferiye - 39)- derhal sıfırlanıp hiçe dönüşeceğinden; bence, askerlik bilim ve sanatını öğrenmeden önce -ya da hiç olmazsa bu 46 öğrenimin yanı sıra- kişiliklerini bu askeri duygu ve yetenekleri edinerek geliştirmek, askerlik sanatını kendisine ekmek kapısı edinmek isteyenler için zorunlu bir ihtiyaçtır. Ordumuzun son Balkan Savaşı’ndaki kederli yenilgisi acı bir gerçektir. Hayal kırıklığına uğranıldı. Komuta heyetinin iktidarını ve askeri yeteneklerini, kıtaların eğitim ve talim açısından ne durumda olduklarını bilenlerce, bunun böyle olacağı aslında biliniyordu. Şu değişmez sonuca karşı yenilginin nedenlerini aramak hepimizin borcudur. Gerçekte orduda bilim ve sanat deneyimi pek az idi. Fakat, ordumuzun eğitimi ve talimi uygulama ve sürdürme yöntemleri hakkında, uzun zaman içinde deneyimlere dayanarak edindiğim gözlem gücü ve çapına dayanarak şunu iddia edebilirim: Askerliğin dal budak salmış çeşit çeşit görevlerine ilişkin farklılaşmış uygulamalar arasında; moral ve yüce askerlik erdemlerine ilişkin düşünce ve eğilimler, orduda hemen hiç ilgi görmez ve dikkate değer bulunmaz. Bundan, “Savaşta bütün işleri sadece direniş ve kahramanlığın göreceği fikri anlaşılmasın” demeyi gereksiz görürüm. Esaslı bir çalışmanın sonucuna ve araştırmaya, ciddi bir bilimsel kavrayışa dayanmayan cesaret ve fedakârlığın yalnız başına iş görmesi zamanları çoktan geçmiştir. Kuran’daki “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” hükmü zaten bu meseleyi çözmüştür. Fakat biz mertliğe yaraşır seçkin huylar ve fedakârlığa dayalı bir ahlak anlayışıyla taçlanmayacak olan bilimsel birikimin de başlı başına amaca ulaşmayı sağlayamayacağı iddiasındayız. Bunun için kitabın konusunu hemen sadece bu noktayı açıklama ve yorumlamaya ayırdık. Buna en parlak ve taze bir örnek olarak İtalya Savaşı’nı gösterebiliriz. İtalya ordusu askerlerinin, aslında Avusturya ve Fransa sınırlarında da Bingazi ve Trablus’taki gibi savaşacaklarını düşünmemeli ve kabul etmemeliyiz. Özel iklim ve arazi koşullarının, düşmanlarının özel durumlarının kendilerine kazandırdıklarını hesap etmekle beraber, daima kuvvetçe on beş ve yirmi katı zayıf ve hele malzeme ve savaş mühimmatı oransız zayıf bir düşmanla çarpışan İtalyanların muharebelerde gösterdikleri ruh hali, savaşta bilim ve teknikten önce geldiğini iddia ettiğim, sipahilere yakışır yüksek niteliklere pek de sahip bulunmadıklarını gösterir. Oysa bu ordunun, bilim ve teknik bakımından savaşa eksiksiz hazırlanmış ordulardan birisi olduğunu, herkes bilir. Onun için, ben bilim ve teknik birikimin daha çok maddi kuvvetleri geliştirdiğine inandım. 47 İtalyanların Kuzey Afrika kıyı bölgelerine yaptıkları sağlam tahkimatlar ile bilimsel karşılaştırmaya göre nicelik ve nitelikçe pek geri olan düşmanlan karşısında gayet üstün kuvvetleriyle askerlik sanatı açısından hiçbir şey yapamamış olmaları da, askerlere manevi değerlerin bilim ve teknik birikimden önce tanıttırılmasında beni haklı gösterecek açık bir kanıttır. Asıl olan yüce fedakârlık duygusu ve katıksız kahramanlık hasletidir. Bunun da en parlak tarihi örneği Plevne’dir. Askerlik tekniği ve sanatı gözüyle bakıldığında hiç önemli bir konumda görülemeyen, kullanışsız ve saldıranların dörtte biri kadar az bir savunma gücüne sahip Plevne ordusunun, Rus başkomutanının daha önceden dikkate almadığı küçük Romanya ordusunu zora sokan meşhur ezici kuvvetini, adı herkesçe bilinen Gazi’nin seçkin kişiliği ve orduyu kumanda edişindeki kesinliğin büyüleyici etkisiyle bütün orduya yaydığı, Allah’ın da övgüsünü kazanan o büyük azmi, bu orduda Os- manlı sancak-ı şerifinin hayattan, candan, rahattan, her türlü değerden daha aziz ve sevilmiş olmasına dayanmıştır. Şu tarihi kıyaslama ve deneyimlere göre, savaşta zafer ve galibiyetin, askerlik sanatına hakim oluşun ve meziyetin de hesaba katılması koşuluyla, dörtte dört manevi güçle öğrenilmesi mümkün olacağı kuralını çıkarırsak sorunu teke indirgemiş oluruz. Sanatımızın ayrıntılarını bize öğreten yönergelerimizin, işte bu üstünlüğün gerçek dayanağı olan manevi güçlere ve kutsal askerlik sanatının özüne ait maddelerini araştıralım. Talimnamelerin silah üretimi, dönüşler ve kutlama törenleri bölümleri arasında bulunamayacak olan bu maddelerin hiç okunmadığını, en iyi olasılıkla da gayet az okunduğunu itiraf etmek gerekir. Ne yalan söyleyeyim, biz Piyade Talimnamesi’nin ikinci muharebe bölümünü üç yıllık Harp Akademisi öğreniminin son aylarında ve birkaç derste, her öğrenci sırayla ikişer üçer madde okumak üzere, bir okuma kitabı gibi ele almıştık. Hemen bütün talim ve ders zamanlan birinci bölümün uygulanması ve anlatılmasıyla sınırlı kalmıştı. Oysa bu birinci bölüm, daha çok erlerin ve belirli birliklerin savaşa hazırlanmasına aittir. Subayın subay olarak yetişmesini, asıl subaylık görevlerini, savaşın subaydan istediği ruhsal ve bilimsel yetkinlik ile niteliklerini asıl içeren ikinci bölümdü. Hele aynı şekilde subaya moral ve bilgi veren Sefer Hizmetleri Tüzüğü’nün giriş bölümünü hiç okumamıştık. Seferiye’den aldığımız ilk ders ‘savaş düzeni ve askerlerin bölümlenmesi’ olmuştu. Oysa bu girişin her bir maddesi, ayrı bir ders olabilecek çapta anlamlıdır ve önemli kavramları içerir. 48 1. Kendini hiçe sayma ve fedakârlık duygusu Piyade Talimnamesi - Giriş - Madde 2: Savaş sıkı bir disiplinin varlığını ve maddi manevi bütün kuvvetlerinin kullanılmasını ve tüketilmesini gerektirir. Özellikle savaşta zafer ve galibiyete ulaşmak, bütün subay ve erlerin, vatan ve millet uğruna canlarını şevkle feda etmelerine; ve en küçüğe kadar bütün rütbe sahiplerinin bizzat düşünce üreterek durumun gereğine göre kendi kendine önlem almaya alışmış olmalarına; ve erlerin dahi zafere ulaşmak için üstlerin yaralanması ya da şehit olmaları halinde bile kararlılıklarını yitirmeme özelliklerine sahip bulunmalarına bağlıdır. Piyade Talimnamesi - İkinci Muharebe Bölümü - Madde 266: Subay, emrindeki erler için örnektir. İleri atılarak göstereceği örnek davranışla askeri de kendisiyle birlikte ileriye sürer. Subay, kıtasını sıkı bir disiplin altında tutarak büyük güçlüklerden ve çok fazla kayıptan sonra bile başarıya ulaştırır. Subay, askerlerinin neşe, keder ve bütün yoksunluklarına katılan sadık bir yol gösterici olmalıdır. Askerin tam güveni böyle kazanılır. Bu kutsal savaş görevleri için subay, daha barış zamanında nefsini eğitme yoluyla kendini yetiştirerek güçlendirmeli ve hazırlamalıdır. Süvari Talimnamesi - Giriş - Madde 11: Süvari sınıfında üstlerin erler üzerinde doğrudan doğruya hakimiyetinin ve etkisinin pek büyük değeri vardır. Bundan dolayı kendisi olağanüstü bir önem taşır; deneyimli ve cesur bir süvari komutanını, asker duraksamadan izler. Süvari Talimnamesi Üçüncü Muharebe Bölümü- Madde - 417: Atlı birliklerin çarpışmasında toplu ve tam bir şiddetle uygulanan hücum başarıyla sonuçlanır. Sıra içinde bulunan her er düşmanı çekinmeden çiğnemek ve çatışmanın hızıyla dürtüp devirmek kararlılığında bulunmalıdır. Subaylar birinci olarak düşman sıralarına saldırmalıdır. Topçu Talimnamesi - Bölüm 1- Giriş - Madde 2: Savaşta sıkı sıkıya disiplin ve olanca gücün harcanması gerekir. Özellikle muharebede, düşünerek hareket eden ve kendiliğinden iş görecek şekilde yetiştirilmiş komutanlarla1 erlere gerek vardır ki, bu erler düşman ateşi altında bile soğukkanlılıkla ve salim kafayla top hizmetlerini yenne getirebilmeli ve hayatlarını aziz vatanımıza 49 adayarak bu manevi hissin yönlendirmesiyle düşmanı yenme konusundaki kesin isteklerini, üstleri şehit olsa bile yine eylemleriyle gösterebilmelidir. Şimdi bu maddeleri başlık okur gibi şöyle bir okuyup geçiverme- yelim. Kılıç kuşanan, üniforma taşıyan, ‘subayım’ diye ortaya çıkan, hükümetin birçok masraflarla donattığı, millet analarının yirmili otuzlu yaşlardaki en işe yarar evlatlarını arkasına alarak namusu, dini ve devleti korumak üzere savaşmaya giden bizler, subaylar; bu maddeleri, her şeyden önce bu maddeleri, çok ve pek çok kereler okumalıyız; okumalıyız da savaşın bizden istediği görevin biçimini ve içeriğini hakkıyla belirlemeliyiz. Bu maddeler üzerinde biraz durunca anlaşılır ki, subaylık demek kendini ve canını feda etmeyi kesinlikle göze almış olmak demektir. Askerlik bizim geçimimizi temin eden bir sanattır. Biz bu sanattaki görevlerimizi diğer meslek sahipleri gibi yalnız aklımızla değil, aklımızdan başka can ve başla da yapıyoruz. Gerektiğinde kanımızı da akıtıyoruz. Subaylık zafer kazanmışçasına ve fedakârca savaşabilmektir. Bizim görevimizde ölüm vardır. Fakat uygulama biçiminde ve anında, ölüm asla ve hiç düşünülmeyecektir. Hiçbir sanat ve görev sahibi bizim kadar tehlike ve sıkıntıyla karşı karşıya kalmaz. Barıştaki çalışma ve hazırlıklarımız kapalı ve sıcak yerlerden çok, dışarıda hava ve arazi koşulları altında ilerlediği gibi, bunların fiili uygulaması olan savaş, aynı koşulların katlanmasıyla düşman ateşi karşısında geçecektir. Yirmi iki yaşındaki genç bir teğmenin görevi uğrunda akıtacağı taze ve sıcak kanın, askeriyenin geçimini sağlamak için verdiği yedi yüz kuruşluk günlüğün karşılığı olduğunu kabul edecek hiçbir akıl ve bilgi sahibi bulunamaz. Bu kan, ı Komutan kelimesinden, top ve arabayı da içeren tüm birlikleri yönetenler ve yönlendirenler anlaşdmalıdır. maddi açıdan ölçülebilirliği kat kat aşan bir hissin, vatan ve milleti savunmaya ve mesleğin namusunu korumaya yönelik şerefli gayret hissinin yönlendirmesi ve yardımıyla akıtılabilir. İşte bu bir fedakârlıktır, edakârlıkla eş anlamlı olan askerlik mesleği kutsal dinimizin, Os- manlı bağımsızlık ve saltanatının koruyucusu olarak yücelik ve şeref sahibi olduğu için; askerlik mesleğini seçen biz askerleri, milletimizin tüm bireyleri içinde özel ve herkesçe bilinen bir kıyafetle, sırmalı şeritlerle farklılaştırmış ve donatmışlardır. Bu kıyafetin sahipleri kamu gözünde ayrıcalıklı ve seçkin bir konuma layık bulunurlar. Bu da herkese nasip değildir. Ancak bu özelliğe 50 sahip olan yüksek fedakârlık 'uygusu ile donanmış nadir kişiler buna ulaşmış olmakla övünebilir. Şu halde saygı duyulan subaylık unvanıyla bilinen insanların tabamı, görevlerinin ve yükümlü tutuldukları işlerin önemine ve büyüklüğüne uygun bir kişiliğe sahip olmalıdır. Bu önemli görevin en ayırt edici, başta gelen koşulu yukarıdaki maddelerde yazıldığı üzere fedakâr ve cesur olmak, kendini ve hayatı hiçe saymaktır. Bir subay, sanatı adına, hayatına ve varlığına hiç önem vermeyecektir. Gerek kendinin ve gerek yanındakilerin hayat ve hatta rahatını en iyi biçimde korumaya çalışacak, ancak sanatının ve işinin gerektirdiği anlarda bunları gözden çıkarmaya ve feda etmeye'hazır bekleyecektir. Ve bu gibi anlarda bunları hiç düşünmeyecektir. Hayat ve rahatın hiç düşünülmemesi gerektiğinde, körü körüne atılacaktır. Namusun gereği bu- dur. Görev bunu istiyor. Din ve millet bunu emrediyor. Vatan ve millete olan borcumuzu ancak böyle ödeyebiliriz. Kuzey Afrika Sava- şı’nda İtalyan subaylarının taarruzlarda daima erlerin önlerinde ve geri çekilişlerde gerilerinde hareket ettikleri; ve erlere sürekli olarak iyi örnek oldukları ve çeşitli rütbelerdeki komutanların da keza daima komutanlıklarının gerektirdiği yerlerde bulundukları görüldü. Muharebede atılan her mermi ve sallanan her süngü insana isabet etmez. Eğer böyle olsa savaştan hiç kimse sağlam dönmezdi. Barış za- I manında uygun koşullar altında yapılan atışların sonuçları ortadadır. Bir de savaşlarda ölüm kaygısı altında yapılan atışları düşünecek I olursak, vurulma olasılığının ne kadar azalacağı kolayca anlaşılır. Hele tüfek kurşunlan gibi her biri birer insana nişan alınarak atılmayıp etkisi kırılma noktasından başlayarak yağacak olan şaşkın misketlerin de, isabetleri fazlasıyla rastlantıya bağlı olan top atışlarının da, maddi zararından çok gürültülü patlamalarıyla moralleri sarsmakta oldukları unutulmamalıdır. Trablus ve Bingazi Savaşlarında, İtalyan- lar hemen bütün topçu depolarındaki mermileri boşaltacak kadar top cephanesi harcadıkları halde, bizden topla yaralanma ve şehit düşme pek enderdir. Bulgarların Çatalca savunma hattımıza yaptıkları hücumlar esnasında Turgut Reis zırhlımız Karadeniz’de, hattın sağ tarafında bulunuyordu. Bu zırhlının oldukça becerikli nişancıları tarafından tepelerinde gülle patlatma yoluyla ısrarla dövülen Bulgar avcı hattından hiç hayır kalmadığı zannedilirken, patlayan mermilerin dumanları sıyrılınca aynı hattan ateşe yine aynı güçte devam edildiği görülmüştür. İtalyanların kara muharebelerinde bir yıl boyunca denizden ateş 51 ettirdikleri gemi topçuları, gürültüden başka hiçbir şey yapamamıştır. 8 Şubat 1913 Bolayır Savaşı’nda arazi koşulları uyarınca avcı hattı- mızın pek yakınında hareket etmekte olan bir ihtiyat taburu erlerinin, düşmanın patlattığı top mermilerinden değil de pek yakınımızdaki bizim bataryamızın top seslerinden ürkerek sakınma amacıyla iki kat olduklarını [siper aldıklarını] gördüm. Bu askerler, Piyade Talimnamesi, Muharebe Bölümü, 446. madde (Piyade kendi üzerinden topçunun ateş etmesine alışmalıdır...) gereklerine alışmamış bulunabilir. Fakat işte manevi gücün sarsıldığını gösteren böyle bir durumda ortaya çıkacak olanlar, subaylardır. Subay, o sırada başı yukarıda ve göğsü ileride duruşuyla kendini birlik beraberlik ruhuna tümüyle vererek cesaretini yitirmeye başlamış olan askerlerini derhal uyarır ve onları kendine getirir. Patlayan bir iki düşman mermisi üzerine, kendi toplarının sesinden de kendisine gelmekte olan atılmış bir taştan sakınır gibi sağa sola ürken bir askerin kalbi de giderek daha şiddetle çarpmaya başlar. Ve biraz sonra ava çıkıp da çatışmaya başladığı zaman, bileklerinde tüfeğini kullanacak kuvvet de kalmaz. Subayın bu esnada görevi büyük ve önemlidir. Subay kendi ruhunu, bütün erlerinin ruhlarına çok güçlü görünmez bir bağla bağlamalıdır. Subay işte o zaman kıtasına kışla talimhanelerinde verildiğinden daha şiddetli ve gözlerinden ateş çıkar gibi ve boğazı yırtılırcasına komut vererek ve hatta gayet keskin bir iki ‘Silâh omza!’ ve ‘Selâm dur!’ hareketi yaptırmakla, Muharebe Yönergesi - Giriş - Madde 24: Yanaşık düzende taiim, askerin ikinci doğası olarak kabul etmesi gereken iç disiplin ve sıkı bağların kurulması için asıl araç hükmündedir... ifadesiyle kastedilen bağı güçlendirmiş olur. Hem o sırada bizim topçunun atışı o taburun üzerine yönelik değildi. Taburla batarya âdeta aynı hizada bulunuyordu. Talimname, topçunun düz arazide piyadenin en az üç yüz metre gerisinden atış yapabileceğini yazıyor. Bu mesafede topların gürültüsü şiddetli olduktan başka, top mermilerinin insanın başı üstünde havayı yararak geçmesi de bir iştir. Piyade Talimnamesi’nin 446. maddesinin alışılmasını emrettiği durum, asıl budur. Saniyede dört beş yüz metre hızla seyreden kilolarca ağır ince uzun kavun boyutlarında bir ağırlığın havayı yararak gitmesi, asker kulaklarının gerçekten alışmaya zorunlu kaldığı bir cayırtı ortaya çıkarır. Dinleyenler pek 52 iyi bilirler. Hele Bingazi İtalya muharebelerine katı- lanlar, bu sesin kulaklarda yarattığı yansımadan, merminin yükseklik veya alçaklığını ve düşüş anını aşağı yukarı kestirecek kadar alıştırma yapmış ve bunu alışkanlık edinmişlerdir. Bu alışkanlığın ve alıştırmaların yararı da büyüktür. Subay komuta ettiği insanların kendi bilgi ve yetkinliğinden yararlanması için, emrindekilerin dayanıklılık ve yiğitliklerinin bileşkesinden fazla dayanıklılık ve yiğitliğe sahip olmalıdır. Ve ancak bu suretle Piyade Talimnamesi’nin sözü geçen 266. maddesi gereğince emrindeki erlere örnek olabilir. Ve yine ancak bu şartla Süvari Talimnamesi’nin yine yukarıda yazılmış 2. maddesi gereğince, erleri üzerinde otorite kurup etkisini hissettirdiğinde, onlar da hiç çekinmeden subayı takip edebilir. Ve yine subay o derece metin ve mert ve cesur olmalıdır ki, Piyade Talimnamesi’nin şu 448’inci (... bu amaca dayanarak topçu, düşman topçusunun ateşine asla önem vermeyip ve hatta topları kaybetmekten dahi çekinmeyip ateşini ilerlemekte olan düşman piyadesine yöneltmelidir. Süvari ise piyadenin düşmandan kurtulmasını mümkün kılmak için, fedakârlığının sonucu düşmanı gayet kısa zaman için bile durdurmaktan ibaret kalacak olsa da, kendisini feda etmelidir.) ve Topçu Talimnamesi’nin 401’inci (Eğer düşman taarruzunda başarılı olursa, o halde bütün bataryalar ihtiyat birlikleriyle beraber etki yaparak; düşmanı mevziden geri atmak için, ateşlerini hücum eden piyade üzerine yöneltirler. Piyade muharebesine katılmayan bataryalar, düşman topçusunun ele geçirilen mevziye ilerlemesini engeller. Kesin sonuç zamanında topçunun son ana kadar sarsılması mümkün olmayan bir dayanıklılık göstermesi kesinlikle gereklidir. Hatta bu direşkenlik topların kaybına yol açsa bile gayet yüce bir şan ve şereftir.) maddelerini başarıyla uygulayabilsin. Bu son iki maddeden biri geri çekilişin denetimi, diğeri de düşman taarruzunun son ana kadar gücünün kırılması ve savılması hakkındadır. Ve topların feda edilmesine ancak bu gibi hallerde göz yumulur, hatta bu zorunludur; onur ve şeref de bu sayede kazanılır. Çünkü bu kayba ve fedakârlığa karşılık, büyük yararlar sağlanır. Bu sayede ordunun tamamı felaketten kurtarılabilir. Veya düşman taarruzu başarısızlığa uğratılarak, üstünlüğün bize dönme olasılığı belirir ve hiç olmazsa düşmanın başarısının kısıtlanması ve sınırlandırılması söz konusu olur. Bu topların feda edilmesi durumu, topçuların vaktinde yakalarını kurtarmaları kaydına ve koşuluna bağlı değildir. Ve olamaz. Çünkü bu derece direşkenlik ve dayanıklılık ancak 53 topların kullanılması ve onlardan yararlanılmasıyla sonuca ulaşabilir. Bu da topçuların toplarının başından ayrılmamasıyla olur. Yoksa sahipsiz bırakılan zavallı toplar yalnız başına elbette direnç ve dayanıklılık göstermezler; böyle toplar düşmanın büyük bir iştah ve mutlulukla yağmalayacağı mutsuz ve talihsiz birer silah olur. Direnç ve dayanıklılığın son noktasına kadar savaşa devam edildikten sonra ise... Eğer düşman püskürtülmemişse, mevziye girmiş ve ‘boğaz boğaza’ durumu ortaya çıkmış olacağından, topçular için bu sırada kayışları kesip hayvanlara binerek geriye kaçmak değil, ancak toplarının başında kahramanca ölmek ve hiçbir topçunun can bedende iken topunu düşmana teslim etmemesi, namus ve mesleğin gereğidir. Ve topların topçular üzerinde gayet meşru bir hakkıdır. İtalya Savaşı’nda 22/23 Aralık 1911 sabahı Tobruk civarında Na- zure tepesine yönelik taarruzda, adı geçen tepe ele geçirilmiş ve burada bir İtalyan Musevi makineli tüfek eri, makineli tüfeğinin başında ve elleri tüfeğinin kabzasında olduğu halde ölü bulunmuştur. Bu tepeye hücum edenler arasındaki kabile reisi meşhur Şeyh Müberri’nin düşman makineli tüfek bölüğüne yüz metre uzaklıkta şehit düştüğü kesin olduğundan, bahtiyar Musevi mitralyözcünün görevini namusuna yaraşır biçimde yaptığı kuşkusuzdur. Osmanlı milleti askerlikte doğmuş, askerlikte büyümüş ve bugüne kadar askerlikle yaşamıştır. Hayatının kalan kısmının devamı ve refahı da, yine ancak askerlikle mümkün olacaktır. Halkı bilim ve sanattan, ticaret ve servetten yoksun, fakat doğuştan gelen benzersiz servetiyle çalışkan ve sermaye ve kuvvet sahibi ulusların hırs duygularını kabartan ülkemiz bu konumuyla savunmaya, askeri gücünün dayanıklılık ve ağırlığına, başka ülkelere göre çok daha muhtaçtır. Uygar yönetimler etkinlik ve uygulama alanlarında hemen birbirine koşut ve aynı yönde yol almaktadırlar. Onların bu hali, bir diğerlerine karşı denk güçler oluşturmaktadır. Aynı zamanda bu memleketlerin halkları, hükümetleri çökse de yaşamsal gereksinimleri ve varlıklarının devamı için gereken doğru karar alma yeteneğini, olgunluğu ve ülkü birliğini yaratmış olduklarından, kendileri yok edilemez ve ortadan kaldırılamazlar. Fakat Türk milleti, İslam ümmeti böyle değildir. Henüz katıldığı teke tek hayat kavgasında tutunabilmek için, ağır savunma ve korumaya muhtaçtır. Gerileme dönemimizden beri kaybettiğimiz, memleketimizin çok eski bölümlerinde İslamiyet’in ve Türklüğün adı ve izi bile kalmamıştır. Daha 54 dün elimizden çıkardığımız Makedonyamızda İslam varlığı ile hayatının uğradığı ve uğramakta bulunduğu şiddetli darbeleri, daima kalp gözümüzün önünde bulunduralım. Devletimizin resmi dini olan İslamiyet, Hıristiyanlık dünyasının can düşmanı olduğundan ve Müslümanlar şimdi gelişmemiş halde bulunduklarından; Allah korusun bundan sonra karşılaşacağımız bir yenilgi, devletin ve Türk milletinin yok olması ve kökünden yıkılması demek olur. Asıl konunun dışında düşünülmemesi gereken bu uyarıların amacı, subaylarımızı, sayesinde yaşayabileceğimiz kutsal vatanımızın korunması adına tekrar fedakârlığa davettir. Subay, özellikle savaşta görevini yerine getirirken bu görevin kendisinden fedakârlık, kahramanlık beklemekte olduğunu daima göz önünde bulundurmalı ve düşünmeli ki; kendi vücudunu esirgeyecek olursa, binlerce, milyonlarca Müslüman’ın, (yurttaşların) hayatlarını yitireceği, onurlarının kırılacağı, sefaletleri ve göç etmeleri, inançlarının kirleneceği kesindir. Er geç ölüme mahkûm olan önemsiz ve tek bir hayat, bunlardan daha değerli midir ki, esirgensin? Savaş meydanlarında isteyerek feda etmekten çekinmeyeceğimiz can ve hayatımızın az sonra düşmanın ayaklan altında aşağılama ve hakaretle çiğnenece- ğini düşünmeliyiz. Bu tek bir hayatın arasına, subayın aile hayatı da dahildir. Subayın şehitlik rütbesine ulaşmasından sonra, diyelim ki hükümetin ailesine hiç sahip çıkmayacağı kabul edilse bile, bütün bir memleket halkının sefaleti yerine yalnız kendi ailesi sefil olmuş olsa ne çıkar? Kaldı ki, subay, kendi ailesinin sefaletten korunması için bedenini ortaya atmaktan çekinecek olursa, sonrasında çoluk çocuğunun sefaletini görmekten başka bir sonuca ulaşamayacağı da apaçıktır. Subay, toplumun yararını düşünen en büyük varlık olmalıdır. Camilerin kiliseye dönüştürüldüğünü, Müslüman kızlarımızın ve kız kardeşlerimizin düşman kucaklarında dolaştırıldığını, yetimlerin ve yaşlıların düşman çizmeleri altında can verdiğini; yüz binlerce göçmenin aç, çıplak, yağmur ve kar altında yollarda perişan olduğunu görmek en çok bizi, subayı acı acı düşündürmelidir. Çünkü bunların olmaması için düşmana gerilecek siper, bizim göğüslerimizdir. Bunları gören subay, çatışmalarda ölmediğine pişman olsa yeridir. Bu felaketler, biz hepimiz muharebe alanına serilmeden görülmemeliydi. Ne kadar gelişkin ve kusursuz silahımız olursa olsun, ne kadar iyi talim görürsek görelim ve (talim) edersek edelim yüksek derecede fedakârlık duygusuyla 55 donanmazsak bundan sonraki sonuç, bundan öncekinden farklı olmayacaktır. Zaten canla başla iş görüleceği zaman can derdine düşecek olursak, barış zamanında öğrendiklerimizi de unutarak silahlarımızdan da yararlanamayız. Hele emrimiz altındakilere söz geçirmeyi hiç başaramayız. Bu durumda bütün varlığımız sıfırdan başka bir şey olamaz. Oysa deneyimlerle kanıtlamıştır ki, muharebede görevleri yerine getirmeye engel olacak denli aşırı derecede kendini koruma kaygısı, korkulan şeyin başa gelmesine daha çok yarar. Bir subayın şerefiyle en yakından ilgili olan sorun, bu abartılı canını koruma kaygısıdır. Çünkü subay, savaşta tek başına bir birey değildir. Yönettiği insanların varlık ve önemlerine denk bir kuvvettir; hatta daha büyük kısımlara ve bazen tüm askere yararlı olması olasılığı dolayısıyla, daha da üstündür. Bundan dolayı kendisinin güçten ve icra konumundan düşmesi yalnız kendi boyutunda değil, ordu için bundan çok daha büyük bir yara açmış olur. Balkan Savaşları’nda ileri yürüyüşleri bin sıkıntı ile yapan askerin geri çekilirken harcanan zamanla oranlanamayacak derecede mesafeler kat etmesinin nedenleri ve etkilerini, şimdi görev yapan subaylarımız ellerini alınlarına dayayarak önemle araştırmalı ve analiz etmelidirler. Atalarımızın cenk ve gaza meydanlarında kazandıkları şanı, bıraktıkları namı; bu nam ve şan ile gösterdikleri başarıları, fethettikleri yerleri düşünelim ve gözümüzün önüne getirelim: İstanbul’dan kalkıp Balkanlar’ı, Tuna’ları defalarca aşan, Hıristiyan dünyasının tutucu ve birleşmiş Haçlı ordularını perişan eden ve bunların savunduğu zamanın en metin kalelerini fetihçi güçleri karşısında boyun eğdiren, Viyana’ları kuşatan2 Macaristan ovalarını at eğitimi talimhanesine çeviren koca kahramanların ne fedakâr, ne cesur, ne çalışkan, doğuştan nasıl dayanıklı insanlar olduklarını ve her millete nasip olamayan bu başarının ancak bu yüksek nitelikler ile ortaya çıkmasının mümkün bulunduğunu anlamakta gecikmemeliyiz. Ne zaman ki ahlakımız bozularak fedakârlık ve mertlik damarlarımızın gevşedi, fetih düşüncesi söndü, milletin şanını yükseltme amacı yerine kişisel yarar sağlama ve can derdi belasına düştük; işte bunun üzerine yenilgiden yenilgiye, felaketten felakete sürüklendik, çeşitli yoksulluk ve yoksunluklara mahkûm edildik. Viyana’ları kuşatan, ileri karakollarını Almanya içlerine kadar yürüten Osmanlı sadrazam ve komutanlarının çadırları, değişik tür ve çaptaki 56 Osmanlı silahları, birçok Osmanlı ve Müslüman sancak ve bayrakları bugün Viyana’nın müzelerini süslemektedir. Viyaı Eski büyüklerimizin bilim ve tekniğe olan ilgileri ve bağlılıkları da fena değildi. Zaten bunsuz da olamazdı. Viyana’nm Osmanlılar tarafından kuşatılmasını gösteren ve halen şehrin muhteşem Belediye Müzesi’nde bulunan harita Osmanlı ordusunda askerliğin ayrıntılarına hâkimiyet ve uygunluk derecesini gösterir. Bu haritadan kalenin güney tarafında hâlâ daha bulunan imparatorun kışlık sarayı olan Hofburg Sa- rayı’nı kuşatanlar tarafından saldırı cephesi seçildiği ve buradaki iki burcun düştüğü görülür. Aynı şekilde, kuşatma sırasında Osmanlı bataryalarının kurulduğu kuzeybatı yönündeki tepenin Viyana’yı dövmeye en uygun noktalardan birisi olduğu, görüldüğü zaman anlaşılır. Avusturyalılar şimdi burasını gayet mükemmel bir park haline dönüştürmüşler ve ismini Türkenschanz Park koymuşlardır. Park kapısının iki tarafındaki sütunlara birer ay yıldız resmi yapmışlardır. na’nın Tophane Müzesi’nde sadrazam ve komutanlara mahsus -her biri binlerce liralık- iki Türk çadırı, müzenin en ayrıcalıklı yerlerini doldurmaktadır. Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın kafatası şehrin Belediye Müzesi’nde saklanmaktadır. Son Viyana yenilgimiz üzerine Viyana’nın Osmanlılar elinden kesin olarak kurtulmuş olduğuna hatıra olmak üzere şehrin ortasında yapılmış olan meşhur ve görkemli Stefan Kilisesi’nin kapısından girilince sol tarafta göze bir heykel çarpar. Bu heykel Viyana’yı kuşatan Türklerin yenilgisi ve bozgunu için olağanüstü gayret ve fedakârlıklarla çalışmış olan General von Lothringen’i at üzerinde betimler ki; köpürmüş olan atının ayakları, yerlere serilmiş olan sarıklı bir yeniçerinin çıplak göğsüne basmaktadır. Ben bu heykeli gördüğümde, kilisede kendini ibadete vermiş Hıristiyanların hâlâ bu von Lothringen’e dua etmekte olduklarını zannettim. Eski, yüzyıllık kayıplardan başka; dün uğradığımız ve hâlâ Rumeli’deki dindaşlarımızın çekmekte olduğu türlü türlü elem ve sıkıntılar; hep bizim gevşekliğimizin, yetkin olmayışımızın, muharebe ve erlik meydanlarında savaşın gerektirdiği düzeyde zekâ ve kudret göstereme- yişimizin doğal sonuçlarıdır. Düne kadar hem verdikleri vergilerle karnımızı doyurduğumuz, hem de hayat ve namuslarını korumakla yükümlü ve zorunlu bulunduğumuz zavallı Makedonya Müslümanlarının çeşitli düşmanlar elinde bugün neler çekmekte olduklarını açıklamaya gerek var mı? Bugün Türkler, yalnız soy ve tarih bakımından bu kahraman ataların çocukları ve torunları olmakla kalmamalıdır. Bunca övünçle dolu ve bezeli şanlı geçmişin gerçek mirasçıları olduğumuzu da kanıtlamalıyız ki, bugünümüzü ve geleceğimizi kurtarmış olalım. 57 Türk milleti eski zamandan çok bugün esirgenmeye ve korunmaya muhtaçtır. Yaşamsal gerekçeler ve varlığımızın devamının sağlanması önce bizim, askerlerin üzerine kalmıştır. Bugünkü askerler eski cengaverlerden çok daha azimli, fedakâr olmalı, kendini sevmekten kurtulmalıdır ki, asırlardan beri sürüp duran şu sıkıntı ve bir dizi derin üzüntü artık olduğu yerde kalsın. Stefan Kilisesi’ndeki düşman generalinin hırslı atının ayağı altında hâlâ inlemekte olan çaresiz yeniçeriyi kurtaramasak da, bugün Rumeli’de zorla yurtlarına veda ettirilen masumların imdadına yetişelim. Ve bu kesin kararımızdan ayrılmayalım ki, aynı felaketleri hiç olmazsa Meriç Nehri’nden bu tarafa getirmiş olmayalım. 58 Geçen Rus Savaşı yadigârı olarak Küçükçekmece’de Florya mesiresi civarında dikilip kurulan Rus Zafer Amtı’na' bir kere bakmakla yetinmeyelim, bunun dikilmesinin nedenini ve anlamını araştıralım ve sorgulayalım. Bu eser bizim için bir derin düşünme ve yorumlama okulu olmalıdır. Bunu derin derin yorumlarken, Pomaklarla MakedonyalIların çektikleri haksızlık ve eziyetlerin ayrıntılarını işitir ve okurken; bundan sonra böyle bir halin tekrarında, şu anda vatan sınırları içinde kalan bizlerin de yarın nasıl yaşamaya mecbur olacağımızı ve artık bu memlekette yaşamak için savaşmaya ne kadar önem vermek gerektiğini kesin olarak saptayalım. Subay onuru, bunca acı yenilgiye karşı sessiz kalmamalıdır. Savaşta yenilmek ordunun kabul edemeyeceği bir leke olmalıdır. Öç alma düşüncesi, hareketlerimizin rehberini oluşturmalıdır. Hep bu düşünceyi besleyecek ve hayata geçirebilecek yönde çalışmalı ve çalıştırmalıyız. Bizim cesaretsizliğimiz, ölmeden geri dönme huyumuz, bir kere daha savaşı kaybetmeye sebep olmamalıdır. Dayanıklılık ve fedakârlığın savaş kazanmakta ne büyük bir etken olduğunu gerçekten anlamak üzere; Plevne’nin ünlü savunmacısı Gazi Osman Paşa Hazretleri’nin fedakârlıkları, bütün komutanlarımıza ve komutan olacak olan bütün subaylarımıza bir eğitim semineri ve ders çıkartılacak bir örnek kabul edilmelidir. Gazi Osman Paşa’nın bir gün kasabanın kenarındaki karargâhında otururken bir düşman top mermi parçasının, önündeki kahve takımını alıp götürmesine karşı pek umursamaz bir ifadeyle bakması, kendilerinin hayata ne kadar önem verdiklerinin kesin kanıtıdır. Asker hayatının, görev tehlikesi karşısında, bundan fazla önemi olmamalıdır. 1866 Almanya-Avusturya Seferi’nde ikinci Prusya ordusundaki 1. Kolordu’ya bağlı 2. Piyade Tümeni’nin aynı yıl 27 Haziran’da yaptığı taarruz muharebesinde Neu Rognitz’e taarruz eden 4. Tu- gay’da tugay komutanıyla her iki alayın da komutanı ve birçok binbaşılar görevleri uğrunda zafer kazanarak hayatlarını kaybetmişlerdi. Ve hayatta kalanlardan Yedinci Alay’ın üçüncü taburu komutanına, tugayın komutası verilmiş ve ortadan sonsuza Uzkmay filme almış; çektiği belgesel (günümüze hiçbir kopyası ulaşmamış olmakla beraber) Türk sinemasının ilk eseri ve başlangıcı olarak kabul edilmiştir (e.n.). kadar kaybolan üstlerinin emir ve yönetimleri aksamaksızın taarruz harekâtına devam edilmişti. Ve muharebe de kazanıldı. Asıl dikkate değer nokta, tugay komutanlığı vekaletinin en kıdemli subay 59 olan bir binbaşıya devredilmesinin, orada bizzat tümen komutanı tarafından uygulanmasıdır. “Orada” dediğimiz yeri biraz tarif edelim: Kendilerinden yüksekte bulunan bir sırttaki düşmana saldıran 7. Prusya Alayı’nın birinci ve ikinci taburları, saldırı sırasında düşman süvarisinin hücumuna uğradıklarından ve bundan cesaret alan düşman da karşı taarruzu sürdürdüğünden; saldırıda başarılı olunamamış ve avcı hatlarında subayların hemen hepsi vurulmuş olduğundan, erler kendi başına perişan durumda geriye dönmeye başlamışlardı. Muharebenin sol tarafta (burada) iyi gitmediğini gören veya anlayan tümen komutanı, bütün muharebe hattının gerisinden atını dört nal sürerek düşman tüfeklerinin nişan bölgesine ve mermilerin yörüngesine dik bir hat üzerinde yıldırım gibi bu tarafa gelmiş ve durumu kavrayarak derhal, geriye dönmekte olan erleri etkileyerek durdurmuş ve kısmen de üzerlerine bir süvari bölüğü yollayarak geri çekilişlerini sona erdirmiş ve o anda kaybolan düzeni sağlayarak tugay komutanlığını da işte o vakit binbaşıya devretmiş idi. Bu işlerin yapılmasıyla beraber düşman durdurulmuş, işler bittikten sonra kıtalar ikinci taarruzlarında başarılı olup zafere ulaşmışlardı. İşte tümen komutanının ansızın orada belirmesi, bütün kötüye gidişin önünü almış ve sarsılmış olan morali güçlendirmiş ve desteklemişti. Savaşın yarattığı şiddetli krizden dolayı şaşırmış olan asker durdurulabilir ve bunlar tekrar taarruza geçirilebilir ama, işte bunun uyarısı ve emri, böyle bir tümen komutam tarafından gelmelidir. Ve böyle bir tümen komutanının durdurmak için gönderdiği süvari bölüğü görevini yerine getirebilir. Bu komutana bu hareketi yaptıran gücün ise bilimsel ve teknik güçten çok yiğitlik ve akıl gücü olduğu açıktır. İtalyanlarla bir sene Trablus ve Bingazi harekât alanlarında çarpışan bir avuç asker ve savaşçının olağanüstü işler görmesini etkileyen başlıca nedenlerden biri de, bu çarpışmalarda subayların, kurmay heyetinin ve komutanların erlerle bir sırada, aynı safta savaşmış olmalarıdır. Almanya’da yukarıda belirtilen çarpışmalarda büyük şan ve şerefle hayatlarını ortaya koyan alay komutanlarının ve kıta subaylarının betimlendiği büyük tabloları alay gazinolarının salonlarını süslemekte; bu bahtiyarların kafalarını parçalayan, bedenlerini delen düşman kurşunları ve mermi parçaları da buralarda bulundurularak fedakârlık, yiğitlik ve cesaret müzeleri oluşturulmaktadır. Bu görev kurbanlarının kanlarını akıttıkları çarpışmaların yıldönümlerinde bu salonlar özel törenle açılır ve adı geçenler şükranla anılır, ve bu törenler tekrarlanarak gelecek kuşaklara örnek oluşturur ve onları yüreklendirir. 60 Geçenlerde askerlik teknik ve sanatının ilerlemesi yolunda kahramanca hayatını feda eden havacılarımızın, genç ve muhterem Sadık, Fethi ve Nuri’nin adları ve şanlarının unutulmaması için dikilecek övünç anıtının amacı da bir değerbilirliğin gereği olmasından başka, memleketin şimdiki ve gelecekteki yiğitlerini aynı cesaret ve fedakârlığa yönlendirmek ve özendirmektir... Sona eren İtalya Savaşı’nda Derne’de topçu komutanlığı, komutanlık yaverliği, muhafız bölük komutanlığı yaverliği ve muhafız bölük komutanlığı görevlerini yapan üsteğmen Sadık Efendi, bu kitapta konu edilen fedakârlık özelliğinin bir simgesiydi. Et, kemik ve kandan oluşan ve yürek taşıyan bir insanın, tehlikeyi hiçe sayarak gösterebileceği dayanıklılık ve umursamazlığın varabileceği en uç noktayı gözler önüne sererek, bu konuda gerçekten iyi bir örnek olmuştu. 26 Aralık 1911’de Derne’de İtalyanların çıkışıyla başlayıp birçok savaş ganimeti kazanarak ve düşmana çok sayıda ölü vererek sonuçlanan büyük çatışmada Sadık Efendi, bizim iki toptan oluşan topçumuzun komutanıydı. Düşmanın fazla sayıdaki bataryasına karşı, toplarının ateşini olağanüstü bir kararlılık ve dayanıklılık ile idare edip sürdürerek, zaferin kazanılmasına hizmet eden önemli bir etken olmuştu. Merhum şehidin aynı savaşta, 12-13 Şubat 1912 gecesi Derne’ye karşı girişilen saldırıda düşman kıta ve istihkâmlarının kıyamet ateşleri kopardığı bir kriz anında, ihtiyat kuvvetleri oluşturan iki bölükten birisi olan kendi komutası altındaki seçilmiş genç Araplardan kurulu muhafız bölüğünün başında ateş hattına ilerlerken göstermiş olduğu şiddetli saldırma arzusu ve yiğit halleri hâlâ gözümün önündedir. Yafa’da denize düşerek kazazede olan Prens Celalettin uçağının gözcüsü Yüzbaşı İsmail Hakkı Efendi de, Sadık Efendi’den sonra Derne’de sözü edilen iki topluk topçunun komutanlığını üstlenmişti. Uçak kazasından sağlam çıkan İsmail Hakkı Efendi 3 Mart 1912 ve 16 Nisan 1912 Derne muharebelerinde, topların eski komutanlarını aratmayacak surette, eşi görülmemiş dayanıklılık ve cesaret göstermişti. Bu iki muharebede iki topumuza ateş eden İtalyan topları çeşitli çaplardaydı, sayıları da yirmiden aşağı değildi. 16 Nisan’da, düşman, toplarımızın konumunu iyice keşfe gücü yetmediğinden; aralarındaki oran onda birden ibaret olan iki taraf topçuları arasında çarpışma, âdeta topçu düellosu şeklinde sabahtan akşama kadar devam etmişti. Bizim atışlarımıza karşılık düşmanın dört beş bataryası birden grup ateşiyle cevap veriyordu. Fakat 3 Mart’ta konumu biraz daha açık bulunduğu için İsmail Hakkı Efendi bir top çavuşu ile bir numaralı erini şehit vererek yüzde yirmi kayba uğramıştı. Ve toplarından biri hasar görmüştü. 61 Burada buna benzer tarihsel bir olayı anarak, uçak fedailerimizle beraber bunu da tüm askerlerin durumu kavramaları için örnek kabul etmelerini isterim: Ekim-Kasım 1908’de ünlü isyancılardan İsa Bolatin’in Meşrutiyet Hükümeti’ne ilk başkaldırısında, üzerine bir taburla iki top gönderilmişti. Metroviçe’den sabah karanlığında çıkan bu askeri kol, sisli ve karlı bir tan vaktinin sonunda, kasabaya bir buçuk saat uzaklıkta bulunan Bolatin köyüne hakim taşlı yüksek tepenin yamacında, Bolatin- li’nin çetesi tarafından pusuya düşürülmüştü. İlerdeki bölükler derhal Balkan’a saldırmışlarsa da alacakaranlıktan ve tipiden yararlanan Ar- navutlar, büyük bir kesimi etki altında tutmaktan henüz geri kalmıyorlardı. Elbette ki bu sırada hepimiz düz yol üzerinde, kar içinde yatarak önümüzde düşman mevzisini saptamaya uğraşıyorduk. Hemen birkaç piyade erinin kanı beyaz karı kırmızılaştırdı. Top taşıyan birkaç katır da devrilmişti. Askerdeki şaşkınlığın doğurduğu kriz, pek acıklıydı. Yanımda duran Topçu Komutam Asteğmen Manastırlı Faik Efendi’ye (şimdi 3. Topçu Alayı’nın 7. Bölük Komutanı, yüzbaşı), askerlerimizin moralini korumak ve geri getirmek, asi Ar- navut’unkini de kırmak üzere yüksek nişangâh ile ateşe başlama emri verdim. Faik Efendi hemen ayağa kalkıp erlerini de kaldırarak, yol kenarındaki hendeğe düşmüş olan topu düzlüğe çıkardı. Atışa hazırlanırken erlerden birinin şehit olması üzerine, topçuların topu terk etmelerine karşı subay duruşunu hiç bozmadan, gizlenmeye koyulan askerlere öyle etkili sözler söyledi ki, erler hemen yine topa sarıldılar. Bu kez de top çavuşu gözünden kurşun yiyerek düştü. Ben artık topçunun göreceği bu işten vazgeçmek istiyordum. Ve oradaki tek topçu subayı olması dolayısıyla, varlığı her zamankinden daha önemli hale gelen subayı da kayıp vereceğimden korkuyordum. Fakat Faik Efen- di’nin mertçe çabası işi çözdü. Onun, erlerine gerçekten örnek olan, gerçek subay tavrı ve duruşuyla toplar mermilerini atmaya başladı. Ve biraz sonra ilerdeki bölükler de düşmanla kavraşarak, pusu belasından kurtulmak mümkün olabildi. Kahramanca hareketlerini, kusursuz bir örnek kabul ettiğimiz subayların üçü de topçudan denk geldi. Oysa 3 Mart 1912 Derne Muharebesi’nde düşmanın iki taburu karşısında tam bir sakinlik ve gönül rahatlığı içinde savaşan ve bu üstün düşmana bir karış ilerlemeyi pek pahalıya ödeten asker (Derne’nin tek düzenli kuvveti olan piyade bölüğü) yüzbaşı Manastırlı Halim Efendi’nin bölüğüydü. Aynı zamanda 10 Ekim 1912’de düşmanın Derne’nin batısından, Tümse- kit çevresinden gelen taarruzunda ilerlettiği üç piyade alayı ile üç Erit- re taburu 62 ki, on iki taburluk düşman kuvveti karşısında ilk direniş gösteren kuvvetimiz, Asteğmen Rusuhi ve Ethem efendilerin komutalarındaki piyade askerlerimizle Asteğmen Cemil Hakkı ve Üsteğmen Nurettin efendilerin kumandalarındaki ikişerden dört makineli tüfe- | ğimizdi. Bu çatışmada Cemil Efendi’den başka diğer üçü yaralanmışlardı. Ardından dört dağ topumuzla büyük bölümü cephanesiz beş altı yüz Arap savaşçısının de katılımıyla düşman, kazandığı beş kilometrelik ileri araziyi terk etmeye ve eski yerine dönmeye mecbur edildi ve epeyce ganimet ve esir alındı. Fakat özellikle Cemil Efendi, iki makineli tüfeğiyle eşi az görülür bir cesurlukla düşmanın burnuna kadar sokulmuş, düşmanı gerçekten şaşırtmıştı. Süvari sınıfımızın da bu gibi fedakârlık hikâyeleri vardır: 1912 yılı Balkan Savaşı’nm ilk bölümü sonunda ve birinci büyük mütarekenin ilk günlerinde Bulgarların Yeniköy ve Şarköy’e düzenlediği taarruzlarda Kavak’ta beraberinde bulunan Mürettep Süvari Alayı’na mensup 5. Süvari Aıayı’nın 3. Bölüğü subayları ile, 27. Süvari Ala- yı’nın 5. Bölüğü’nden üsteğmen Fahri Efendi’nin keşif ve çarpışma görevlerinde gösterdikleri cesaret, yiğitlik ve çaba her türlü takdire layıktır. Edirne’nin geri alınmasında düşmanın izini bırakmamak üzere, süvariliğe pek yakışır amansız takip görevi sırasında Süvari Yüzbaşı- sı Reşit Bey merhum, yaşıtlarının gerçekten örnek alması gerekecek yiğitçe fedakârlıklar göstermiştir. Görev ve mesleğinin gerçek âşığı olan bu subay, İtalya Savaşı’nda da Derne’de komutanlık başyaveriyken, hem en sarp ve çetin keşif görevlerini büyük bir istekle yaparak; hem de işini yaparken gösterdiği büyük kavrayış ve özellikle de üstün cesaretle, görevinin ve mesleğinin eri olduğunu hakkıyla kanıtlamıştı. Ordumuzun tüm subayları arasında bu görev aşkı örnek kabul edilmeli ki, kayıplarımızın yerine bununla avunalım. Şimdi komutanların çarpışmalarda harekete geçme yöntemlerine ilişkin Talimname maddelerini dinleyelim: Piyade Talimnamesi, 2. Bölüm, Madde - 277: ileri yürüyüş sırasında düşmanla temas olası ise komutan mümkün olduğu kadar ileride ve kural olarak öncü birliğin de ileri kısımları arasında bulunmalıdır... Bunun için kendisi belli bir bölgede kalmadan aşamalı olarak ilerlemeli... Bu sayede komutan kişisel gözlemleriyle düşmanın ve yakındaki kıtalarının durumuna ve araziye dair bilgiler edinir ki; ne harita, ne rapor ve ne de notların yardımıyla edinilen bilgiler bunun yerini tutamaz... 63 Bu maddede adı geçen komutan, kural olarak en aşağı tümen komutanı ise de; bağımsız hareket eden herhangi bir müfrezenin komutanı ve öncü birlik komutanı gibi daha küçükler de doğal olarak aynı biçimde hareket ederler. Talimnamenin bu sırada komutanlara önerdiği öncü birlik ileri kısımları, öncü ucuna kadar dayanabilir. Kuşkusuz buralarda dolaşmak komutanlar için tehlikesiz değildir. Sözgelimi; yanlarda keşif kolları arasındaki çarpışmalardan, muharebeye tutuşmuş olan uç bölüğünün muharebesinden; ve düşman eğer açılma ve yayılmada erken davranmışsa, düşman topçusunun ateşlerinden varlığı pek değerli olan komutana ve emrindekilere bir iki kurşun isabet etmesi elbette olasılık dışı olamaz. Ancak bu değerli varlıktan beklenen yarar işte bu anda, bu şekliyle görevini yerine getirmekle ortaya çıkacağından ve tersi durumda bu değeri sıfıra indireceğinden {bu sayede komutan kişisel gözlemlen ile... - madde 277) sözünü ettiğimiz tehlike hatıra bile getirilmeyecektir. Duraksamaya yer bırakmayan gerçeklerdendir ki, komutanların esenlik ve sağlığı, ancak muharebe üzerinde ciddi bilgi sahibi olarak ve üstlere yaraşır düzeyde söz geçirerek duruma hakim olmaları ve durumu denetim altına almaları için, önemli ve gereklidir. Şimdi artık keşfe giden bir subayın, düşmandan ateş yediği için ilerlemekte ve keşfi tamamlamakta başarısız olmasını; ve bunu da olanaksızlıklardan kaynaklanan ve özür dileyerek affettirilebilecek bir durum olarak göstermesinin ne derece kabul edilebilir olduğu düşünülmelidir. Komutanlar hakkında Piyade Talimnamesi’nin 279’uncu maddesi de burada belirtilmeye ve anılmaya layıktır: ileri hatlarda bulunan komutanlar etkili düşman ateşi altında atlarından iner ve kaçınılmaz olduğu görülürse, olanakların elverdiği ölçüde doğal veya yapay siperlersen yararlanırlar... Demek oluyor ki, rastlantıyla patlayan bir iki şarapnel veya tek tük gelen birkaç düşman mermisi üzerine komutanların attan inmesini, Talimname kabul etmiyor. Bunu ancak etkili düşman ateşi altında öneriyor. Doğal veya yapay siperlerden yararlanmayı da, durumun kaçınılmaz olduğunun görülmesi koşuluna bağlıyor. Öyle ya! Ere avcılık talim ve eğitiminde, en önemli kurallar olarak, önce etki yaratmanın, sonra gizlemenin düşünüleceğini öğretiyoruz. Bu maddeden anlaşıldığına göre, ancak kaçınılmaz durumlarda doğal ya da yapay siperlerden yararlanan bir komutan veya subayın askeri, düşmana tesirin gizlenmekten önce olduğunu öğrenebilecek ve yerinde uygulayabilecektir. 64 Komutanların emrindekiler üzerinde sahip olmaları gereken söz geçirme ve etki derecesinin ve önemini gösteren şu maddeyi de gözden geçirelim: Piyade Talimnamesi - Madde 424: Aralıksız takip uygulaması için tüm komutanların bütün kuvvetlerini harcaması gerekir. Çünkü zafer kazanmış asker bile muharebenin sıkıntılarıyla yorulmuş ve güçten düşmüş olacağından, muharebenin sonunda gerek büyük ve gerek küçük herkeste dinlenme ihtiyacı kendini hissettirir ve etkisini gösterir. Ancak komutanların kesin kararlılığı, kendi yorgunluğuna üstün gelerek, astlarını da beraberce ileri sürebilir. yaygınlaşıp kök salmamıştır. Erlerin büyük bölümünün içinde bulunduğu açıkça görülen cahillik ve beceriksizliğin bundaki etkisi görmezden gelmemese de, bilim ve eğitim ortamında yetişenlerin de çoğunun silah kuşanmış olarak düşman karşısında savaş ve dövüş işlerine girişmekten çok, daha geride ve tehlikeden arınmış, daha rahat bir durumu talep ve tercih ettikleri büyük bir üzüntüyle görülmüştür. Anlaşılıyor ki, milli ve düşünsel eğitimimizde vatan fedakârlığı, vatan aşkı ve sevgisi ve bu uğurda her şeyin unutulması zorunluluğu gibi yüce duygular, isteklerimizin hedefi olma düzeyine yükselememiş- tir. Oy:a okumayan ve bilmeyenler okumadıkları ve bilmedikleri için vatan sevgisinden yoksun, bunun eğitimini almış olanlar da vatanın gereksinimlerine yaraşır şekilde çalışmaktan kaçınıp eğilimleri huzur ve rahattan yana olursa, bu vatanı kimlerin yaşatacağı ve bu vatanda yaşamak ve buna sahip olmak hakkının ne yüzle iddia edileceği iyice düşünülmelidir. Resimli Şehbal dergisinin 90. sayısında özgeçmişinin ve çalışmalarının yazıldığı Sofya Güzel Sanatlar Okulu Müdürü ressam Mitof makalesini ülkemizin aydınları elbette okumuşlardır. Mitof, fırçasıyla Bulgarlıkta milli uyanışın başlaması ve doğuşu için geceli gündüzlü çalışmaktayken, ülkesinin düşman saldırısına uğradığı 1859 Sırp - Bulgar Savaşı çıkar çıkmaz fırçayı bırakarak silahına sarılmış ve bir de cesaret madalyasıyla onurlandırılmıştı. Son savaşta ise yaşlandığından kendisi savaşa katılamamış ise de, Paris Güzel Sanatlar Akademisi ile Mühendis Okulu’nda öğrenim gören iki oğlunu göndermiştir. Balkan Savaşı’nda Selanik üzerine yürüyen Bulgar kuvvetinin süvari subayları arasında, Bulgaristan’ın Paris’teki büyükelçisi yedeksu- bay olarak görev yapmıştı. Bu savaşta ordunun önünde herkesten önce ulusun namusu adına at oynatan, 65 kılıç sallayan, tüfek atan ve birçok kan akıtan Bulgar bilim ve kültür insanlarının çeşitlerini ve sayılarını, ülkemizin aynı sınıfa bağlı aydınlarından aynı görevi yerine getirenlerin sayısıyla karşılaştırılması, incelenmesi ve araştırılmasının çok önemli bir konu olması gerekir. Talimname ki, harekât kurallarıdır, savaş kanunudur. Bir bahane ile muharebe alanını terk edenleri korkaklık cezasıyla mahkûm ediyor. Demek ki, Talimname’ye göre korkaklık bir cezadır. Öyledir ya!.. Bir erkeğin, özellikle askerin korkak olması demek, kendisinin âdeta uygarlıktan yoksun olmasıyla eşdeğerdir. Çünkü, “Bu adam vatansızdır” demektir. Onun vatanı yoktur. Zira çocuklarından olduğunu iddia ettiği vatanı düşmanların çiğnediği gün o, anasının yardımına koşmamıştır. Ya da koşmuştur da, bu uğurda canla başla çalışmamıştır. Ve zorunlu görevini yapmamıştır. Dayanıklılığını kaybeden erlerin subaylarına bakmalarını Talimname öneriyor. O halde subayın dayanıklılığını kaybetmesi hiçbir durumda kabul edilemez. Hatta bu dayanıklılık o derece korunmalıdır ki, subayın yalnız kendisine yetmekle kalmayıp dayanıklılığa gereksinen erlere de geçmelidir. Artık muharebenin gerisinde işsiz duran ve bu meydanı bahane ile terk eden erler korkaklık cezasıyla mahkûm olursa, tam savaş olacağı zaman sağlık durumunun bozukluğundan söz ederek rapor almak veya bir başka hizmete talip görünmek veya bulunduğu bir başka işi uzatıp muharebeye yetişmekte gecikmek hangi ceza ile mahkûm olacaktır, bilemem. Erlerde cesaret, yoğun çalışma, soğukkanlılık, hızlı karar verme ve dayanıklılığını yitirdiğinde subayına bakma özelliklerini öğretmek ve artırmak için ikinci bölümü okuyalım. 66 2. Subayların, erlerin kalp ve güvenlerini kazanmaları ve morallerini yükseltmeleri Erler, askerlik hizmeti sırasında subayların öz çocukları gibidir. Bir insan kendi çocuğunun yetişmesi için eğitim ve öğretimini, sağlığını, tutum ve davranışlarını nasıl gözetir ve bunların sürekli üstüne düşerse; subay babalar da asker çocuklarının sağlık ve esenliği, görev ve sanatım güzel öğrenmesi, ahlakının düzgünlüğü, kısacası her şeyi için, aynı bağlılık ve özenle çalışacak ve bunları gözetecektir. Birinci bölümde açıklanan ve ölümle pençeleşilen savaş durumlarında ere hakim olabilmek ve emir verebilmek, bunalım anlarında ere hayatı yok saymayı gerektiren şanlı ve başarılı görevlerin üstesinden gelmesini sağlamak için, subayın yapması gereken pek çok şey vardır: Varlığının erin gözünde gayet büyük tanınmış olması, erin bu varlığı tanıdığı dakikadan beri ondan birçok büyüklük ile şefkatin çeşitli sonuçlarını ve büyüklüğe yaraşır davranma isteğini görmüş olması; bundan dolayı bu ruh ve varlığa tapma derecesinde iç dünyasını açabilmesi ve ona tam anlamıyla güvenmesi ilk koşuldur. Aksi halde hiçbir şey yapılamaz. Sefer Hizmetleri Kanunu - Madde 3: Askerin göreceği hizmetlerin gereğince yararlı olması, bunların ancak üstünün istek ve amacına göre yönetilmesi ve uygulanması ile mümkün olabilir. Bu da ancak askeri disiplinle sağlanır. Askeri disiplin, ordunun temeli ve her başarının birinci koşulu olduğundan her durumda tam bir şiddetle kurulmalı ve sürdürülmelidir. Barış zamanında, uzun zaman ve emek harcayarak askeri kıtalarda kurumsallaşmayıp yalnız görünürde kurulan bağlar, savaşın tehlikeli zamanlarında ve beklenmeyen olayların etkisi altında verimsiz kalır. Önce şu noktasını açıklayalım ki, ordunun temeli ve her başarının birinci koşulu olan askeri disiplinin, yani astlara emrin istek ve amacına göre hizmet gördürmek için varlığı esas olan emniyet ve güven kazanma amacıyla burada ufak bir bölümü anlatılan amaca ulaşmanın yolları bölümünün başlığında 67 yazıldığı gibi; yalnız erle subay arasında geçerli olmayıp bütün üstler ve astlar arasında zorunlu olarak uygulanması gerekir. Askeri hizmetlerin şanı, üstlerin istek ve amacı çerçevesinde uygulanması zorunluluğudur. Askerlikte reddetme, itiraz, görüş belirtme, düşünce ekleme, hatta kanun maddelerine dayanarak uygulamadan geri durma hakkı, astlara verilmemiştir. Üstünden emir alan her astın ilk ve yegane cevabı ‘emredersiniz komu- tanım’dan başka bir şey değildir. Haksızlığı ve kanuna uygunsuzluğu açık olan konularda bile ast ancak uygulamadan sonra şikayet hakkım koruyabilir. Şu halde askerlik sınıfında her emir, uygulanmak zorundadır. Kimi zaman despotça görünen ve mutlak itaat denilen şu durum; askerlik için katıksız bir düzen, başarının asıl merkezi ve dayanağıdır. Nedeni de ortadadır. Askerlik, işlerin çekip çevrilmesi değil, insanların yönlendirilmesi ve yönetilmesi sanatıdır. Birçok insanın bir kişinin oy ve emriyle hareket edebilmesi, ancak bu kesinlikle mümkündür. Her kafadan bir itiraz sesi çıkarılmasına bir parça bile izin verildiği takdirde binbaşının bin kişiyi bir noktada toplaması, herhangi bir hedefe yöneltmesi ve hareket ettirmesi, ucunda canını verme gibi sertlikler bulunan görevleri bunlara yaptırması olanaksız olurdu. Çeşitli rütbelerdeki subaylar bunu bilmelidirler ki, askerlik, kendi yetkileri dahilindeki uygulamalarda bile başkasının, üctünün istek ve amacına hizmet zorunludur, gereklidir. Bundan, amirin kişisel çıkarlarına hizmet etmek anlamını çıkarmak büyük bir hata ve olumsuz bir yorum olur. Üstlerin istek ve amacı askeri gelişmeyi ve savaşta başarıyı sağlama esasını içeren genel amaçlara dayanır ki, bunların kaynağı da askerlik yasaları ile teknik bilgilerin ve sanatın gerekleridir. Astları üzerinde bu derece serbestçe karar verme ve geniş yetkilere sahip olacak üstler, emirlerini de sınırını bilerek, adalet ve insafın gerektirdiği yönde, durumun ve zamanın gereklerine uygun olarak vermekle yükümlüdür. Fakat bunun araştırılması ve denetimi, o üstün de üstüne ait bir görevdir. Bundan üstlerin sahip olması gereken övgüye değer nitelikler ve askerlik bilimini kavrayış derecesi kolayca anlaşılabilir. Askerlik, komutanlık sanatıdır. Fakat emir verebilmek ve komut edebilmek için bir üstün, astlarının önce eğiticisi ve aynı zamanda uygulatıcısı olması zorunludur. Ancak eğitim, ahlak, deneyim, bilim ve kavrayışta astlarına üstünlük gösteren ve ağır basan bir üst; onlara komutan olabilir. Seferi Hizmetleri Kanunu’nun askeri disiplin maddesinden sonra gelen dördüncü maddesi, 68 Subay, askerlik görevlerinin her bölümünde erlerin eğiticisi ve üstüdür. Bunun için bilgi, deneyim, ciddiyet ve dayanma gücü bakımlarından erlere üstün olmalıdır... Üstler emrindeki subayların yiğitlik duygularını harekete geçirmek ve çoğaltmak için çalışmalıdır. söz konusu durumun, subayla er arasında gereğinde ve emir gereği yerine getirilmesi istendiğinde, bütün komutanlar için rütbeleri oranında geçerli olduğu da kabul edilmiş olur. Zaten bu maddede üstlerin emirlerindeki subayların yiğitlik duygularını harekete geçirmeye ve arttırmaya çalışmaları yazılıdır. Ve bundan önceki üçüncü maddede (askerin göreceği hizmetlerin hakkıyla yararlı olması, ancak üstlerin istek ve amacına göre yönetilmesi ve uygulanmasıyla mümkün olabilir...) ifadesindeki asker ve üst terimlerine göre, bu kural ve zorunluluğun erden mareşale kadar bütün komutan ve subaylar arasında yerleşmiş olması gerekliliği ortaya çıkmış olur. Disiplin ve esasları hakkında bu kadar açıklamayı yeterli görerek karşılıklı güven konusundaki görüşlerimize devam edelim. Üst ile astın, subay ile erin ruhları arasında çok sıkı bir bağ ve yakınlık var olmalıdır. Üstler her durumda astlarına arka çıkan ve şefkat gösteren birer yardımcı ve dayanak olmalıdır. Sefer Hizmetleri Kanunu, Madde 6: Her konuda ara vermeksizin askerlerin iyilikle üstüne düşmek ve onlara özen göstermek subayın güzel ve şerefli, seçkin bir görevidir. Komut vermekle görevli olan tüm subaylar astlarının hizmete karşı şevk ve ilgilerini sürdürmeye çalışmakla sorumludurlar. Görev aşkı, başarıya ulaşmak için en güçlü zamandır. Subaylar bu maddenin kendilerine sunduğu bu zorlu ve seçkin görevi nasıl yerine getireceklerdir? Bizde askerlik hizmeti öteden beri sert, usandırıcı ve soğuk tanınmıştır. Buna neden olan bazı durumlar ve etkenler de yok değildi. Asker ocağına yeni gelen ve bu kötü kabul edilen gelenek ve hizmete karşı doğan çekingenlik ile soğuk duyguların etkisi altında bulunan kişilerin, ilk kabulde düşüncelerini değiştirmek ve psikolojisini yeni girdiği askerlik hayatına ısındırmak için yumuşaklıkla davranılmalıdır. Daha ilk gününden askerlik hizmetinin, dinin ve milletin emirlerini yerine getirmekten, yurdun ve ülkenin bütün kadın, çoluk çocuk ve yaşlılarının namus ve canlarını korumaktan ibaret olduğunu anlatmaya başlayarak; ülkenin, eline alacağı silahla kendi cesaret ve erkekliği sayesinde düşmanın kötülüğünden korunacağı ve bunun da kendisi için ne kadar şerefli ve uğurlu bir iş olacağı ve gece gündüz bizi yok etmek için çalışmakta olan düşmanların 69 hakkından gelmek için silah kullanmayı güzel öğrenmesini ve savaşta düşmanla karşılaşınca bir an önce boğazına atılmak üzere; şimdiden bunları tanımak ve bunlara karşı yüreğinde büyük bir intikam ve hırs beslemesi gibi konularda kısa ve etkileyici konuşmalar yaparak yeni askere, askerliği tanıttırma- ya ve buna karşı kalbinde sevgi ve düşmanlar aleyhinde kin ve düşmanlık yaratmaya başlamalıdır. Hele bizi kuşatan düşmanları, er, isimleriyle daha ilk günlerde öğrenmelidir. Ve er bunları, bütün askerliği süresince daima duymalı ve tekrarlamalıdır. Alaya gelen acemi erler kışlaya girer girmez kışlanın camlan kırık, en karanlık ve en döşenmemiş koğuşuna konulup bıra- kılıvermemeli. İlk görülenin ve öğrenilenin etkisi büyüktür. Bunların geldiği gün alay için bir bayram olmalıdır. Alayın tüm subayları hazır ve hatta tören üniformalarını giyinmiş olmalı. Özel bir tören ile alayın sancağı çıkarılarak bütün acemiler sancağın etrafına dizilir. Sancağın altındaki yeşil çuhalı bir masa üzerine Kuran-ı Kerim de konularak acemiler birer birer bu kitaba el basmak ve alayın sancağını hürmetle öpmek şartıyla din ve millet ve ülke uğrunda gerekirse canlarını feda edeceklerine dair yemin ettirilirler. Alay ve tabur imamları da bu törende elbette ki hazırdırlar. Yemin töreni bir dua ile son bulur. Törenden sonra yeni gelenler eskileriyle beraber sancağın önünde bir geçit töreni yapar. Bu suretle er, askerlik görevine sancağı tanımak, onu yüceltme ve saygı göstermekle başlamış olur. Bu törenin başlangıcında [sancağın] ne olduğu, üzerindeki ay yıldız ve ayetler, ulusal ve askeri renkler ayrıntısıyla açıklanır ve gösterilir. Er bu sırada alayın numarasını ve varsa ismini de beller. Alayın eski erlerinin sancağın şeref ve namusunu korumak üzere hangi çarpışmalarda düşman üzerine nasıl aslanlar gibi atıldıkları ve bu uğurda şehit olarak Tanrı’larına kavuştukları anlatılır. Yeşil masa üzerindeki Kuran’ın da insanlara, askerlere bunu emrettiği ve bu kitabın nitelikleri ve büyüklüğü hakkında birkaç söz eklenir. Almanya’da acemilere bir de eski muharebelerde canını feda eden alay erlerinin isimleri işlenerek avluya dikilmiş sütun da gösterilerek bunların hikâyeleri de sayılıp dökülür. Bu açıklamalardan, her alayın bir tarihinin olmasının gereği ortaya çıkar. Piyade Talimnamesi, Madde 470 (Eskilerinin yaptıkları, talim ve eğitiminin değişmez olması ve tüm subaylarının tek vücut bulunması...) gereğince alay, kurmayları ve diğer bireyleri kaynaşmış ve dost olmuş, saygı dolu bir aile demektir. Savaşlarda savaş tutanakları tutulduğu gibi, alayın ilk 70 kuruluşundan beri geçirdiği evreler ve muharebeler, harekâtlar vs. eklenip kaydedilerek alayda şimdi ve geçmişteki bütün üstlerin ve subayların özgeçmişleri ve resimleri eklenmek üzere pek özen ve emekle hazırlanmış bir deftere alayın bir genel tutanağı, bir tarihi yazılmalıdır. Alay hayatı, alay sevgisi ortaya çıkarılmalı ve canlandırılmalıdır. Bu hayat ne denli canlandırılır, ne denli saygıyla tanıtılırsa, askerler arasında bağlılık ve birbirine sahip çıkma duyguları da o oranda artar. Memleketimizde sancağın önemi ve kutsallığı pek az bilinir ve başka şeylerle çok karıştırılır. Sancağa saygı ve sevgi herkesin boynunun borcudur. Bütün halk daha küçükten bunu tanımalı. Bunu kutsal görmeli ve buna saygı göstermelidir. Bazı alayların sancaklarıyla beraber şehir içinden geçtikleri sırada insanlar buna karşı pek umursamaz ve bundan etkilenmemiş görünmektedir. 71 Sancağın anlamı ve hak ettiği şöhret herkesçe bilinmelidir. Ve herkes sancağın geçerken onu ululayarak ve saygıyla selamlamalıdır. Çünkü, herkes bir gün bu birleştirici kutsal sembolün cesaret vericili- ğinin altında toplanacaktır. Sancak her alayın şan ve şeref sembolüdür. Düşmanın Çatalca kapılarına kadar dayandığı zamanlarda İstanbul hayatının hiç savaş yokmuş gibi devam etmesi, İstanbul’da birçok gencin bu esnada baston sallama ve cüppe uçuşturma gibisinden aymazlık ve gevşeklikler göstermesi, İslam milletinde bir daha görülmemelidir. Vatanı savunma kaygısı herkesin ruhunda büyük bir yer tutmalıdır. Saldırıyı püskürtmek için herkes zamanında hazırlanmalıdır. İşte böylelikle ilk askerlik dersini almış olan erlerle subaylar kesintisiz temas ve ilişkide bulunarak, er için bir şekilden ve bir düşten ibaret olan bu dersin bütün yönleriyle erin zihnine kazınması için emek harcanır ve dil dökülür. Erlerimiz gayet bilgisiz ve basittir. Bu hal subaylarımızın onlara daha çok, gereğinden fazla konuşmalarını gerekli kılar. Sefer Hizmetleri Kanunu - Madde 21: Uygulamalı eğitim ve talim, kuramsal dersleriyle birlikte icra edilmeli ve kuramsal derslere de büyük önem verilmelidir. Kuramsal konuların erlere öğretilmesi daima onların bilgi ve zekâlarıyla orantılı olmalı; ve erlerin bilgilerini artırmalarına, şevk ve heveslerinin çoğalmasına hizmet etmelidir. Kuramsal dersler sırasında üst, astını daha yakından tanıyacağı gibi, onun emniyet ve güvenini kazanır; ve böylece de erin doğası ve duygulan üzerinde etki yaratmaya imkan bulur. Er ne kadar kalın kafalı ve yeteneksiz olursa olsun, madem ki insandır; aklını ve bilinci kaybetmediği sürece, ere bir şey belletmek, erde bir fikir oluşturmak için hiç durmadan harcanan çabalar mutlaka bir sonuca ulaşır. Bunların çeşitlerini gördüm. Ve ilişki kurdum ve uğraştım. Kesin deneyimlerime dayanarak derim ki, istenilen şeyin olanaksızlığından söz etmek; işin basite indirgenmesinden, düzenli olarak ya- pılmamasından, yorulmayı göze almamaktan başka bir şey değildir. Er, subayından ne kadar çok söz ve nasihat duyar ve ders alırsa subayını o kadar tanır. Ve tanıdıkça da gönül bağı artar. Karşılıklı olarak subay da aynı şekilde erin düşünme kapasitesini ve çeşitli yeteneklerini öğrenir. Gerektiğinde de eri ona göre görevlendirir ve iş verir. Erleri tanımak her şeyden önce bölük komutanlarıyla teğmenlerin görevidir. Yüzhaşı ve 72 teğmenler kendi erleri üzerine titremelidir. Erlerin, çoktan beri ailesinden mektup alamama yahut ailesinden birinin kaybı yüzünden üzülmek ya da herhangi bir nedenden bir sıkıntıya kapılmak gibi olası durumları, subayın gözünden kaçmamalıdır. Derhal bu durumun nedenini sorup açıklama istemek ve bunu gidermeye çalışmak gerekir. Er çoktan beri memlekete gitmemişse, böyle bir durum karşısında, kendisi istemeden üç beş gün izin verilir. Gözü kanlanmış, benzi sararmış, dili paslanmış erlerle derhal tıpkı babaları gibi konuşulmalı, bu durumun nedenleri aranmalıdır. Subay, erleri her sabah bu suretle bir kere yoklamaya mecburdur. Hastalığını saklayan veya ona önem vermeyen erler bulunur. Bunlar derhal hastaneye gönderilir. Bu gibi durumlar diğerlerine ders olur. Hastanelere gönderilen erler orada unutulmaz. Her hafta bir onbaşı veya çavuş ve bir iki er, hastanedeki erlerin yüzbaşı adına hatırını sorar ve yüzbaşının selamını bunlara götürür. Hastanede yatışı uzayan erler varsa, ara sıra subaylardan biri veya bizzat yüzbaşı da gider ve gitmelidir. Bu sırada bir iki portakalcık veya bir paket tütüncük de götürülürse, erlerin dağlar kadar gönlü olur. Subaya olan bağlılığı çok güçlenir. Subay erin yemeğine yatağına, arkadaşlarıyla geçinmesine, çokça parası geliyorsa ne yolda harcadığına ve dışarıda kimlerle görüştüğüne, memleketteki işine ve ekmek kapısına, aile üyelerine, çamaşırına, temizliğine, saçına, tırnağına; kısacası her şeyine, her türlü haline bakacak, gerekenler hakkında öğütler verecek, yol gösterecek ve onları düzeltecektir. Subayın ere karşı davranışları da erde insani onuru ve kişisel şerefini uyandıracak yolda olmalıdır. Bu yönteme, en ince noktalarına uymak koşuluyla devam edilir ve bunda ısrar edilecek olursa; en kaba duygulu olanlar üzerinde bile etkili olunur ve sonuç alınır. Hakaretten ve aşağılamadan bütünüyle sakınılmalıdır. Azarlama da seyrek olmalıdır ki, etkisini kaybetmesin. Erleri hor ve aşağı görmemelidir. Öncelikle er, bir insandır. İkincisi bu millete olan kan vergisini vermek için eğitiminize ve talimimize emanet edilmiş bir yurttaş ve bir hemşehridir. Onun da onuru büyüktür. Belki bunlar içinde gelecekte dok 73 tor, mühendis, öğretmen, vali, büyük tacir ve belki bakan olacaklar vardır. Üstlerin emir ve nüfuzlarının erler üzerinde oluşturacağı durumu gösteren aşağıdaki diğer bir Seferiye maddesini tartışarak bu bölümü de bitirmiş olalım: Seferi Hizmetleri Kanunu - Madde 5: Subayların tavır ve hareketlerinin asker üzerinde pek büyük etkisi ve önemi vardır. Çünkü, ön saflarda bulunan subayın soğukkanlılığı ve dayanıklılığı erleri etkileyeceğinden, onlar da buna uyarlar. Yalnız emir vermek, hatta doğru emir vermek bile yeterli olmayıp emrin verilme biçiminin ve gereken kararlılıkta verilmesinin, ast üzerinde etkileyici gücü vardır. Subayın tavır ve hareketi ve göstereceği iyi örnek, kuşatmalarda ve gereksinildiği zamanlarda askeri disiplinin en önemli dayanağı olan emniyet ve güveni güçlendirerek, askeri cesaret isteyen işlerin uygulanmasına yöneltir. Bilindiği gibi gevşek verilen komutlar, yerine gevşek biçimde getirilir. Sert ve keskin komutlar da keskin ve seri hareketler yaptırır. Emirler de böyledir. Emir veren subayın ağzından çıkan sözler, subayın o işin mutlaka yapılması kararlılığında olduğu etkisini, emri alanlarda yaratmalıdır. Yavaş ve kesik ifadelerle ve havadan sudan konuşulur gibi verilen emirler ast üzerinde ‘yapılsa da olur yapılmasa da olur’ gibi bir anlam yaratabilir. Ve astta dikkat uyandırmaz. Yalnız bu da yeterli değil, emrin verilmesinde de askerlik ciddiyeti bulunmalı. Emir veren subay, emrini gergin bir vücut ve dik bir kafayla ve kusursuz bir durumda vermelidir. Her halde eller cepte veya bacak bacak üstünde kahve içerken veya elindeki bir şeyle oynayarak veya açık baş veya açık elbise ile; ve emri alan bir kıta ise kıtanın burnuna sokularak yalnız birkaç er işitecek kadar baştan savarcasına verilen emirler, çoğunlukla verilmiş olmaktan fazla bir sonuç doğurmazlar. Emir veren subay bir kez tavır ve duruşuyla emri vermeden önce kıtanın veya astın dikkatini çekmeli; hepsinin gözlerini kendi gözüne çekmeli; onları emir almaya hazır, dikkatli duruma getirmeli; ondan sonra söze başlamalıdır. Nitekim komut verirken de bu konu her zaman göz önüne alınmalıdır. Bazı erler burnunu veya terini siler. Veya bir teçhizatını düzeltirken verilecek komut uygulanamaz. Çünkü kıta henüz o komutu uygulamaya hazır değildir ve dikkati çekilmemiştir. Subay kıtasına avucu içinde imiş gibi sahip ve hâkim olmalıdır. Ağır hava 74 koşulları ve savaş sıkıntıları anlarında ise subayın tavır ve duruşundaki ciddiyeti, dayanıklılık ve soğukkanlılıkla da perçinlenecektir. Bu sırada subay daha etkin ve daha ciddi ve daha sert olacaktır ki, bu olağanüstü durumun astlar üzerinde yaratacağı kötü etkiler ortadan kalksın ve kıta elden çıkmasın. Şu yolla bu maddenin kendisinden istediği örneğe ulaşmak, subay için pek gerekli; ve emniyet ve güven sağlamak için pek etkilidir. Buna dair Piyade Talimnamesi’nin 266’ncı {...subay askerlerinin sevinç ve keder ve bütün yoksunluklarına katılan sadık bir yol gösterici olmalıdır. Askerin tam olarak güveni bu yolla kazanılır. Bu kutsal ve yüce görevleri için subay daha barış zamanında kendisini eğiterek güçlendirmeli ve hazırlamalıdır.) maddesi büyük bir dikkatle okunmaya gerçekten layıktır. Örnek olarak erlerin sırf ekmekten ibaret olan gıdası geç kalmış veya gelmemiş olabilir. Biz o sırada onların karınlarını doyurmaya koyulmadan önce, yine onlara taşıttırdığımız katıklı ekmeğimizi gözleri önünde yemeye koyulur veya yine onlara, etraftan bulmak üzere yemek ısmarlamaya kalkışırsak; aynı biçimde yorgun yorgun bir köye veya ordugâha varıldığında, öncelikle kendi dinlenmemiz için hazırlıklara girişirsek; aynı biçimde şiddetli bir yağmura yakalanıldığında onları açıkta bırakıp da kendimizi yakınlardaki bir sığınağa atar veya bir sığınak aramaya hız verirsek; aynı biçimde soğuktan etkilenerek kaputumuzun yakasını kaldırarak, kulak ve burnumuzu sararak, ellerimizi cebimize sokarak onların karşısında büzüşecek ve tahammülsüzlük gösterecek olursak; ve barışta ve seferde ya da benzer durumlara denk geldiğimizde kendimizi onlardan daha üstün tutar ve öne çıkarırsak emin olmalıyız ki, erlerimizin kalplerini kazanamayız. Kendimizi onlara sevdirmiş olamayız. Gizliden onları bir dinleyecek olursak, hakkımızda neler söylemekte olduklarını duyarız. Aramızdaki bağ, göstermelik olmaktan ve hızla çözülmekten kurtulamaz. Kalp kazanmak, kalbe girmek kolay değildir. Talimnamelerde iki üç satırla emredilen ve anlatılan bu psikolojik konuların uygulama ve öğretilmesi yöntemine çok emek harcamak ve önem vermek gerekir. Başka şekilde bir insan kütlesi yönledirilemez ve yönetilemez. Sıkıntılı ve tehlikeli görevlere sokulamaz; çabucak elden çıkar, biz de yapacağımızı ne kadar iyi bilsek, yaptıracak kimse bulamayız. 75 3. Taarruz Kavramı Savaş demek taarruz demektir. Savaşın bir bilim ve sanat olarak tanınması yalnız taarruz uygulamasıyla olmuştur. Savaştan verim ve sonuç da ancak taarruzla elde edilebilir. Taarruz eden veya hiç olmazsa bu düşünceyi koruyarak fırsat bulduğunda uygulamaya girişen, daima kazanır. Savunma olumsuzdur. Savunmanın en büyük yararı olsa olsa kaybetmemek olur. Fakat bu da geçicidir. Savaştan amaç ise düşmanı imha etmek ve dağıtmaktır ki, bu da yalnız taarruzla olur. Taarruz, düşmana boyun eğdirir, hareket serbestliğini daima elinde bulundurur, savaşanların morallerini, istek ve çabalarını yüksek tutar, en sonunda düşmanı ezmek veya ona aman diletmek başarısına ulaşarak savaşı sonuca ulaştırır. Savunma düşmanın irade ve isteğine boyun eğmeye zorunlu, başarısızlığa mahkûm ve hareket serbestliğinden yoksundur; askere daima korku ve umutsuzluk getirir. En büyük kârı, ne kâr etmektir ne zarar. Fakat genellikle de düşmanın kazanmasını sağlamaya yarar. Taarruz savaşçılıktır, savaş yeteneklerine sahip olmaktır, asıl askerliktir. Savunma hareketsizliktir, güçsüzlük ve yavaş davranmaktır, manevra gücünün yokluğudur. Taarruz eden savunmayı zaten sağlamıştır. Fakat savunmada kalan, taarruza geçenin amansız darbesinden yakayı güç kurtarır ve çoğunlukla yalnız bununla yetinir. Ama taarruza geçen başarılı olmasa bile, zararı yalnız budur. Ordu, taarruz ordusu olmalıdır. Savunmayı savaş biçimleri arasından çıkararak yalnızca bir savaş yöntemini, taarruzu tanımalıdır. Taarruz ordusunun bazen savunmada kalma zorunluluğu, kural dışı ve belli sürelerle sınırlı olmalı; savunma, taarruzu etkili bir şekilde yürütme olanağını sağlama hedefi taşımamalıdır. Ordunun her türlü çalışması ve hazırlığı, uygulamalarının amaç ve hedefi taarruza yönelik olmalıdır. Böyle ordular nadiren taarruza mecbur kalacakları gibi, taarruzdan da uzak kalarak silahlı barışı sağlarlar. ‘Hazır ol cenge eğer ister 76 isen sulh ü salâh’ sözünün uygulaması böyle olur. Taarruz kavramından nasibini almamış ve hazırlıklarını buna göre düzenlememiş olan ordular taarruz edemeyecekleri için, düşmanların taarruz hırslarını kendi üzerine çekerek ülkelerini tehlikeye atarlar. Altı yüz küsur yıllık tarihimizin yükseliş ve refah dönemleri, eski taarruz anlayışımızın yükselmesinin sonucudur. İslamiyeti yayma düşüncesinin birçok yerlerde boşlukta kuru bir yankı bırakarak sönmesi de, bu anlayıştan uzaklaşmamızın kötü sonuçlarındandır. Yaşamak için bu anlayış ruhumuzun, düşünce varlığımızın, çalışmalarımızın en birinci niteliği, en vazgeçilmez gıdası, en önemli dayanağı olmalıdır. Savaşın meyvelerini toplama mutluluğuna ulaşan taarruz harekâtlarının hayata geçirilmesi elbette ki zordur. Esaslı ve ciddi bir anlayış ve kavrayış, sürekli ve düzenli bir çalışma gerektirir. Ordumuzun son Balkan Savaşı’ndaki harekâtına bir bakacak olursak yalnız İşkodra ve Yanya kaleleriyle, Çatalca ordumuzun ve Edirne’yi savunanların bizi avutacak hareketleri görülür. Oysa savaşın buralarda sadece savunma şeklinde geliştiği ve ancak manevra ve hareket güç ve yeteneğiyle kazanılabilecek olan Kırkkilise (Kırklareli) Lüleburgaz, Komanova... meydan muharebeleri gibi açık ovalarda hareket eden ordumuzun büyük bölümünün hiçbir iş göremedikleri bilinir. Geçen Rus Savaşı’nda da yalnız Plevne’deki savunma ordumuz, taarruzlara karşı kendini koruyarak verdiği o meşhur savunma harekâtıyla yüzümüzü güldürmüş; öbür yanda asıl ordu amaç ve hedefini bilemeyerek pusulasız gemi gibi hareketsiz ve eylemsiz kalmıştı. İşte özellikle bu son savaşlardaki örnekler, ordumuzun taarruzdaki eski sindirici gücüyle görkemini geri kazanabilmesi için nasıl bir hareket hattı, ne şekilde bir çalışma ve çaba izlemek gerektiğini kolayca belirler. Bu konuda talimnamelerin şu maddeleri daima bize yol göstermelidir: Piyade Talimnamesi - Madde 265: Piyade sınıfı karakterinin bir parçası olan taarruz eğilimi, daima beslenmelidir. Ne pahasına olursa olsun düşmanın üzerine atılmak düşüncesi bütün eylem ve davranışlarına hâkim olmalıdır. Bu konu yüksek manevi erdemlere bağlı olduğundan, moralin yerine getirilmesi ve yükseltilmesi, barış zamanındaki eğitimin başlıca görevlerinden biridir. Talimi ve eğitimi kusursuz olan ve işin aslına uygun olarak yönlendirilen ve yönetilen metin piyade askeri, zor durumlarda bile ve hatta sayıca üstün düşmana karşı, başarıya ulaşacağından emin olmalıdır. Süvari Talimnamesi - Madde 12: 77 Süvari görevini daima taarruz edecek gibi uygulamaya çaba göstermeli ve yalnız yaralayıcı silahlarla bir iş göremeyeceği zamanda filintaya başvurmalıdır. Her bölük taarruza uğrayıncaya kadar beklemeyip tam tersine ilk önce kendisi düşmana taarruz etmelidir. 1870 Alman - Fransız Seferi’nde Fransızlar ordularını savaşa sokmadan, barıştaki mevcuduyla sınıra koşmuş ve Almanlar böyle sonucu bilinmez, aceleci bir harekete girişmeyip sınırın çok gerisinde hazırlanmış olduklarından, ilk zamanlarda Fransızların büyük kuvvetinin karşısına çıkan küçük Alman sınır müfrezelerinin düşmanlarına karşı aldıkları vaziyetle gördükleri büyük işlerin burada örnek olarak aktarılması uygundur: Fransa’nın 2. Frossard kolordusunun karşısında ve sınırı oluşturan Saar Nehri üzerinde bulunan Saarbrücken kasabasında bir tabur piyade ve üç süvari bölüğünden ibaret bir Alman sınır müfrezesi bulunuyordu. Büyük düşman kuvvetleri karşısında yalnız kalan bu küçük kuvvetin savaşın ilk günlerinde acıklı bir felaketle karşı karşıya kalarak bütün orduyu olumsuz etkileyecek kötü bir durumun ortaya çıkmasını engellemek üzere, bu kuvvetin yalnız süvarileri yerinde bırakılarak 7 kilometre kadar geriye çekilmesi Berlin’den emredilmişti. Oysa bu sırada 8. Kolordu’dan üç tabur piyade ile üç süvari bölüğü ve iki bataryanın Saarbrücken’e 6-7 kilometre yaklaşmaları üzerine adı geçen küçük müfrezenin komutanı, o zamana kadar olduğu gibi müfrezesinin eski yerinde bırakılmasını rica etti. Yerine getirilen rica, düşük rütbeli komutanların kendiliğinden iş görmelerini destekleme düşüncesiyle kabul edilerek, müfreze yine Saarbrücken’de kaldı. Fransız- lar 2 Ağustos 1870’te bu müfreze üzerine ikinci Frossard kolordularını sağdan, soldan daha bir takım müfrezelerle destekleyerek kararlı bir kuvvetle yürüdüler. Alman müfrezesi bunların karşısına çıkmaktan çekinmedi. Muharebe başladı. Ve bir saatten fazla sürdü. Küçük Alman müfrezesi, Almanların kinaye yollu ‘yokken var kabul edilen düşmana karşı tatbikat’ dedikleri bu muharebeden başarıyla sıyrıldı. Ve savaşın sonucu her iki taraftan seksener kişilik kayıptan ibaret oldu. Zaten Talimname’nin yukarıda belirtilen 265. maddesinde, ne pahasına olursa olsun düşmanın üzerine atılmak düşüncesi, bütün eylem ve davranışlarına egemen olmalıdır, diye emrediyor. Bunun ortaya çıkması yüksek manevi erdemlere bağlı olduğundan, moralin yerine getirilmesi ve yükseltilmesinin barış zamanındaki eğitimin başlıca görevlerinden biri olduğu yazılı olduğuna göre, şimdiye kadar izlediğimiz çalışma programlarımızın ne kadar yanlış ve amaçtan 78 uzak bulunduğunu; ve bunları hangi bakış açısından ve nasıl düzenlememiz ve uygulamamız gerektiğini artık anlamak ve dakika geçirmeden buna göre hareket etmek gereklidir. Bu nedenle yine birinci bölümde belirtilenlere geri dönmemek mümkün değildir. Ne pahasına olursa olsun düşman üzerine atılmak, zor durumlarda bile sayıca üstün düşmana karşı yürümek, taarruzla karşılaşıncaya kadar beklemeyip hücumda düşmandan önce davranmak... Bunların, her şeyden önce de asker ruhunun geniş ölçüde fedakârlık ve ataklık duygularıyla donatılması ve eğitilmesi gereğinin inkârı mümkün değildir. Bunun için de askerin eğitmen ve komutanları olan subayların bu yüce nitelikleri kendilerine huy ve ülkü edinmiş ve erlerine de edindirmiş olmaları denen ağır iş, özellikle tekrar anılmaya ve açıklanmaya değer bir gerçektir. Bilelim ve askerimize bildirelim ki, elimizdeki silah kendimizi düşmandan korumak için değil, belki düşmanı bizden korunmaya zorlamak. içindir. Yalnız kendimizi savunma koşuluyla çalışırsak buna ulaşmak belki mümkün olur. Fakat askerden istenilen görev ve ordunun varlığından beklenen amaç, askerin kendisini sakınması olmayıp bütün vatan ve milletin korunmasıdır. Ordu, düşmanın kötülüğünü önlemek ve sınırlamak için değil, tam tersine düşmanı belaya ve hasara uğratmak için savaşacaktır. Bu 79 nun için de düşmanın harekâtına meydan ve aman vermemek, ona daima taarruz etmek yoluyla hem saldırı önlenmiş hem de düşman bir daha taarruz edemeyecek hale getirilmiş olur. Asıl amaç İkincisidir. Taarruz güç ve yeteneğini kazandığımız ve çoğalttığımız sırada Talimname’nin aşağıdaki maddelerini okumak yararlıdır: Piyade Talimnamesi - Madde 326: ...Talim ve eğitimi mükemmel piyade askerinden, sütresi olmayan arazide bile ateşe ancak belirli bir mesafede başlaması beklenir. Piyade Talimnamesi - Madde 327: Ara vermeden ilerlemek eğilimi ve hevesi ve bu yönde komşu kıtalara öncü olmak gayreti, taarruz birliklerinin bütün unsurlarında bulunmalıdır... Piyade Talimnamesi - Madde 345: Avcı hattı kesin sonucun yaklaştığını hissederse, hücuma kalkmaktan çekinmemeli ve bu kararını işaret ile geriye bildirmelidir. Gerideki kıtalar ise derhal harekete geçerek kayıplara önem vermeden en kısa yoldan oraya yetişmelidirler. Piyade Talimnamesi - Madde 347: ... Ateş hattının henüz geride kalan kısımları olabilecek en hızlı biçimde düşmana en yakın mesafeye kadar sokulmaya çalışırlar ve geride bulunan destek kıtalarının tamamı ileriye doğru atılırlar. Piyade Talimnamesi - Madde 348: Avcı hattı hücuma kalkacağı zaman borazan ve trampetler aralıksız hücum borusu çalmaya başlayınca bütün bölümler büyük bir kararlılıkla düşman üzerine atılır. Düşman mevzisine girmeden önce arkadaki yedek kuvvetlerin yetişmesine meydan bırakmayacak şekilde avcıların sürat ve şiddetle hareket etmeleri şeref ve namusun gereğidir. Düşman önü yakınında süngüye davranılarak ‘Allah Allah’ zafer nidalarıyla düşman mevzisine girilir. Savunmada bulunanlar kendilerine taarruz edenlere karşı daha uzak mesafelerden ateş edeceklerdir. Zira savunmanın amacı taarruz edenleri olabildiğince uzakta tutmak, kendine yaklaştırmamak, onu yormak ve ona zaman kaybettirmek; böylece zaman kazanmak, düşmanın taarruzunu başarısız bırakmaktır. Taarruz edenler etkisi pek az olan bu uzak mesafe ateşlerine önem vererek, savunmada kalanın arzusuna uyarlar. Ve çatışmaya başlarlarsa yukarıda bildirilen 326. 80 maddeye ters hareket etmiş olurlar. Çünkü hemen boş yere cephane harcanacağı gibi zaman yitirilir. Ve asker yorgun düşürülür. Talimname, onun için ancak düşmana yaklaştıktan sonra ateşe başlamayı, talim ve eğitimi eksiksiz olan piyade askerlerinden bekliyor. Fakat talim ve eğitimi mükemmel olan bu piyade askerinin ruhu, eğer 327. madde gereğince ara vermeden ilerlemek eğilim ve hevesi ile ve komşu kıtalara öncü olmak gayretiyle beslenmeyecek olursa; ve 348. maddeye göre avcıların düşman mevzisine girmeden önce yedek kuvvetlerin kendilerine yetişmelerine meydan vermeyecek şekilde seri ve şiddetli hareket etmelerinin şeref ve namusun gereği olduğu piyade askerine verilmemişse; acaba ortalama silah menziline kadar ateşsiz olarak taarruz edilebilir mi? 345. madde gereğince gerideki kıtalar derhal harekete geçerek kayıplara önem vermeden oraya en kısa yoldan yetişebilir mi? Ve yine aynı maddede yazılı olarak belirtildiği gibi, avcı hattı istenilen sonucun yaklaştığını hissedince hücuma kalkmaktan sakınabilir mi? Elbette hayır! O halde bu askerin talim ve eğitimi mükemmel değilmiş, savaşın zirvesi olan hücum eylemini bu maddelerin talep ve arzu ettiği şekilde uygulamak için, yine bu maddelerde önerilen eksiksiz eğitimi alabilecek biçimde eğitim ve talim görmeye zorunluymuş. Şimdiye kadar talim ve eğitime harcadığımız emek ve çabaların verdiği sonuçlar son çarpışmalarda görülmüştür. Bunu ayrıntılandırmaya gerek görmem. Yalnız daha önceki çabalarımın amaca ulaşmaktan ne kadar uzak ve isabetsiz olduğunu söylemekle yetineceğim. İtiraf etmeliyiz ki, bu çaba askerimize bazı teknik hareketlerin talim ve tekrar ettirilmesinden ibaret kalmıştır. Böyle çalışmanın sonucu da doğal olarak böyle olur. Oysa 322, 345 ve 348. maddelerin istediği gibi bir asker yetiştirebilmek için askerin öncelikle moral eğitim ve güçlendirmesinden işe başlamak, yani eğitimi talimden Öne çıkarmak ve ona tercih etmekle olacağı, bu maddelerin yorumlanmasından kolaylıkla çıkarılmaktadır. Bu bölümü bitirirken bunu da söyleyelim ki, her çarpışma ilk anından itibaren mutlaka taarruzla yürütülmek [zorunda değildir], Mev- zilenmiş kuvvetin hakimiyetinden yararlanmak üzere veya gereken kuvvetin henüz toplanmamasından dolayı çarpışmaya girmeden önce taarruza karşı savunma konumu alınabilir. Fakat bunda da sonucun yine taarruzla taçlanması, gözden kaçırılmamalı ve unutulmamalıdır. Asıl amaç ve hedef taarruz olmalıdır. Yani bu geçici savunma, mutlak savunma olmayıp mutlaka saldırganca olmalıdır. Çünkü, düşmana darbe indirmek 81 ona taarruzdan başka araç ile olamaz. Bu ise askerin elindeki en gerekli şey, savaşın asıl ülküsüdür. Bazen böyle uygun mevzilerin kuvvet hakimiyetini kendi kuvvetine aktararak ve ekleyerek yerinde duran savunmanın; güçlü mevzileri de düşmanın kuvvetini kırmaya yarayan muharebeden sonra daha da üstün gelmeye ve kuvvetçe düşmanın gerisinde ise üstünlük kazanmanın getireceği taarruz yeteneği ve fırsatından hemen yararlanmaya hız vermelidir. Bu da savaşı yine taarruz şeklinde yönetmek demek olur. Kısacası taarruz kavramı hiçbir zaman subayın ve komutanın öngördüğü yol haritasının dışında kalmamalıdır. 82 4. Kendiliğinden iş görmek ve sorumluluk üstlenmek Bir subayı diğerlerinden üstün kılan en büyük niteliği; bilimde ve eyleme geçmedeki yetkinliği, kendi kendine iş görmeye hevesli ve tutkun olmasıdır. Kendiliğinden iş görme ve eyleme geçme yetkisi; inisiyatif denilen bu nitelik, subay ve komutanın başkalarından farklılaşmak ve kendini göstermek için en ayırıcı özelliği ve en büyük övünç kaynağıdır. Ordunun esenliği ve mutluluğu da ancak komuta heyetinin bu yüce davranışa fazlasıyla sahip olmasıyla mümkündür. Ordu, görevini yerine getirirken mutlaka emir beklemeyen üstler, subaylar ve kurmaylara büyük bir şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Çeşitli rütbelerdeki komuta kurmayları, amaca ulaşma konusunda ne kadar kendiliklerinden işe girişmek, kendi karar ve düşünceleriyle iş yapmak beceri ve yeteneğine sahip bulunursa, ordunun çevikliği ve etkinliği o kadar artar. Ordunun zafere ve galibiyete ulaşması için en küçükten en büyüğe kadar bütün komutanların kişisel girişimleriyle uygulamaya geçmeye alışmış bulunmaları en büyük ve öncelikli şarttır. Bunun için komuta heyetinin ortak amaca ulaşmayı bu bakımdan araştıracak, bu konu üzerinde düşünecek ve bunun bilincine varacak şekilde yetkinliğe ve bilgiye sahip bulunmasının da önemli payı varsa da; kendi başına karar vererek harekete geçmek; sorumluluk denen, sonuca yönelik endişeden tamamen kurtulmuş olmak; başlı başına var olmak ve bağımsız olmakla kendini gösterir. Ve askerliğin böyle bilinmesi gereken bu doğası, özel biçimde öğretilecek ve aşılanacak derecede büyük öneme sahiptir. Uygulamada atak ve özgür davranmayan bir komutan, bir subay; sanatına ilişkin ne kadar bilgili, sanatının inceliklerine ne kadar egemen olsa bile, bu birikiminden yarar sağlayacak ve ordusuna yararlı olacak hemen bütün fırsatları kaçırır, zarar eder. 83 Kendiliğinden iş görmek, subayın bütün bilgi birikimine, bütün deneyimine üstün ve egemendir. 1870 yılında Fransız ordusunun esaret getiren sarsıcı bir yenilgiye uğraması ve başkent Paris’in işgaliyle Fransız milletini mahkûm ve perişan eden parlak Alman galibiyeti; Alman askeri talim ve eğitiminin bilim ve teknikteki olgunluğundan çok, bunların arasında en yüksek, en ayrıcalıklı şerefli konum olarak kabul edilen bağımsızlık ve hareket özgürlüğüne kesin bir şekilde dayanmıştır. Alman alt rütbeli komutanları düşmanı yenmek ortak hedefinde başkomutanları ile o kadar geniş ölçüde el ve fikir birliği göstermişlerdi ki, birçok yerlerde üstlerinin emirlerini almadan o anki durumun gerektirdiği girişimi kendiliklerinden üstlenip harekete geçerek üstlerine yardım etmişlerdi. Ve çoğu kez üstlerinin hatalarını bile örterek, kendileri için uygun olmayan çeşitli koşullarla dolu çarpışmalarda, ordularının zafere ulaşmalarında gerçek etkileri olmuştur. Doğrusu geniş bir arazi üzerinde hareket eden ordu kısımlarına ve bu kısımların içinde bulunduğu yere, duruma ve karşılarında bulunan düşmana göre başkomutanlık makamından işin gereğine uygun emirler vermek ve ordunun hareketlerinin esenliğini yalnız bu emirlerin uygulanmasından beklemek, düşünülecek olursa, mümkün değildir. Orduların ve savaş usullerinin bugünkü mevcut haline göre, düşmanı yenme mutluluğuna ulaşması yine bu yüce sıfata, ortak hedef dahilindeki uygulamalar için kendiliğinden harekete geçmeye bağlıdır. İşin doğrusu, türlü Talimnameler ile Seferiye Kanunnamesi’nin bu konuya ilişkin maddelerini teğmenden mareşale kadar bütün komutanların her şeyden çok önem vererek araştırmaları, üzerinde düşünmeleri ve bunun gereğine uygun hareket edebilme yetkinliğinin barış varken edinilmesini ve pekiştirilmesini kesin bir zorunluluk olarak kabul etmeleri sanatlarının en birinci gereğidir. Piyade Talimnamesi - Madde 304: Sorumluluğu üstlenmekten çekinmemek, bir komutanın edinmesi gereken yüksek bir niteliktir... Piyade Talimnamesi - Madde 251: Talim ve eğitimin genelinde, gerek komutanların ve gerek tek tek avcı erlerinin kendiliklerinden iş görmeleri konusu için sonuç verici çalışmalarda bulunulmalıdır... Piyade Talimnamesi - Madde 2: Savaş, sıkı bir inzibatın vücudunu, bütün maddi ve manevi kuvvetlerini tüketmeyi ve 84 kullanmayı gerektirir. Özellikle muharebede zafere ulaşmak ve galibiyet, bütün subay ve askerlerin vatan ve millet uğrunda büyük bir istekle canlarını feda etmelerine; ve en küçüğe kadar bütün rütbe sahiplerinin bizzat düşünce üreterek durumun gereğine göre kendi kendine önlemler almaya alışmış olmalarına; ve erlerin dahi zafer kazanmaya yönelik kesin kararlılığa sahip; ve üstlerinin yaralanmaları veya şehit olmaları halinde bile, bu kararlılığı bozmama nitelikleriyle donanmış olmalarıyla uyum içinde yürür. Seferiye Kanunnamesi - Madde 4: ... her bir subay tüm durumlarda -hatta olağanüstü durumlarda bile- sorumluluktan çekinmeyerek olanca maddi ve manevi gücünü harcamak ve kullanmakla yükümlüdür... Süvari Talimnamesi - Madde 47: Kendiliğinden iş görmek, komutanlık için en ayırıcı nitelik olup kuvvetlerin toplu halde bulundurulması da zaferin en kesin aracıdır. Süvari Talimnamesi - Madde 409: Muharebeden önce ve muharebe sırasında bütün araçlara başvurarak düşmanın durumu hakkında bilgi toplamaya ve düşmanın hareket ve önlemlerinden daima haberdar olmaya çaba gösterilmelidir. Koşullara göre yaya keşif kolları gönderilmesi de gözden uzak tutulmamalıdır. Düşman hakkında elde edilen yeterli bilgi, verilecek kararı kolaylaştıracağı gibi, amaca uygun önlemler almakta esas teşkil eder. ‘‘Düşman hakkındaki eksik bilgi hiçbir zaman kendiliğinden iş görmekten caymaya yol açmamalıdır. ” Topçu Talimnamesi - Madde 275: Komutanlığın en yüksek niteliği sorumluluk alma aşkıdır... Çeşitli sınıfların talimnamelerinin, muharebe bölümlerinin ve Sefer Hizmetleri Kanunnamesinin, yukarıda aktarılan önemli maddelerini okurken bizim şimdiye kadar bunların hükümlerine ne derece uyduğumuzu bir düşünelim... Bir savaşı iyi yönetmek ve yürütebilmek için savaş kurallarının komuta sahiplerinden ısrarla ve büyük önem vererek istediği bu özellik, ordumuzda henüz tanınmamış ve bu nedenle bununla bilinen ve donanmış hemen hemen hiçbir komutan ve subay yetişmemiş olduğunu iddia edersem; bu düşüncemde ve kararımda insafsızlıkla suçlanmayacağım sanırım. Ülkemizde altı yıl öncesine kadar sözü geçen o bilinen yönetimin, özellikle ordudaki kişisel yetki duygu ve düşüncesini geçersiz kılarak yok etmiş, hiç kimsede kendi verdiği karara göre hareket özgürlüğü bırakmamış olmasının; en ufak ve önemsizine varıncaya kadar her şeyi, o zamanın politikasına göre gerek görülen, üstlerden izne bağlamak gibi hastalıklı ve sakat bir yöntemi 85 koyması ve bunu pekiştirmesinin, bunda zorlayıcı etken gibi olduğunu kabul etmek lazımdır. Zaten ancak bilimsel birikim ve yetkinlikle kaynaşabilen kendiliğinden iş görebilme yeteneğinin, görev aşkı ve sorumluluğunun; o zamanın cahil ve aciz yüksek askeri makam sahiplerinin çoğu tarafından terk edilmiş ve unutulmuş olacağı pek doğaldır. Ve o zamanın sorumlulukları da bilindiği gibi büsbütün başka şeylere harcanıyordu. Mesleğinin gerçek görevlerini yerine getiremediğinden veya kötü yerine getirdiğinden dolayı sorumlu tutulmuş hemen hiçbir kimse gösterilemezdi. Fakat şimdi görev ve sorumluluğun hakkıyla yapılmaya ve uygulanmaya, çalışmanın hararetle devam etmeye ve her rütbe sahibine ait sorumluluğun serbestçe yürütülmesine başladığı çalışma devresine girdiğimizden; ordumuzun esenliğine karşı en büyük verimsizlik ve zarar kaynağı olan şu ‘yetkinin sınırlandırılması’ndan kurtulmak için hiçbir engel kalmamıştır. Elverir ki, ilerlememiz için en büyük eksik ve engelin bu olduğunu keşfedebilelim, bunun bilincine varabilelim. Geçmişe ait zararlı alışkanlıklardan olmak üzere, kendi kendimize yapacağımız birçok işler için hâlâ üstlerden izin istediğimizi ve nasıl davranılacağı hakkında üstlerin yazılı emrine gereksinim duyduğumuzu bilir ve itiraf edersek ve bunun da savaşta ne büyük zararlara ve başarısızlıklara neden olduğunu ve olacağını düşünürsek; artık bu beceriksizlik ve düşkünlüğe mahkûm olmaktan kendimizi kurtarma zamanının çoktan gelmiş olduğunu kolayca anlarız. Her rütbe sahibine kendi yetki ve sorumluluk sınırları dahilinde davranma özgürlüğü tanınmıştır. Piyade Talimnamesi - Madde 454: ... Fakat bölüğe varıncaya kadar her birliğin, belirlenen görev ve sınırları çerçevesinde kalmak şartıyla, yetki ve sorumluluğu büyüktür... Bir ordunun savaştaki hareket kabiliyeti, barış zamanında görevlerin uygulama biçimlerine ve çalışmaların sonuçlarına göre belli olur. Barış zamanı, savaş zamanının aynasıdır. Onun için biz barış zamanını savaşın ateşsiz olarak devamı şeklinde tanımlamıştık. Bundan dolayı yukarıdaki 454. maddenin anlamı yalnız savaşa özgüymüş gibi yorumlanmamalıdır. Savaşı yapacak olanlar, savaş için barışta çalışmış olanlardır. Savaştan önce nasıl çalışırsak ve neler biriktirirsek, savaşta ortaya koyacağımız şeyler bunların ürünlerinden başka bir şey değildir. 86 O halde her görevi, her davranışı savaş durumuna göre, savaşta yapmaya zorunlu olacağımız şekle benzeterek yapmalıyız. Sözgelimi savaşta çoğu zaman her konu hakkında üstlerden emir almak mümkün olmayacaktır. Yine savaşta çoğu zaman emirler öncelikle sözlü olarak verilecek veya gönderilecektir. Bunun için barış zamanında da her şeyi üstlerden sormayalım. Ve herhangi bir şeyin yapılması için daima üstlerden emir gelmesini beklemeyelim. Birçok şeyler vardır ki, yapılmaları kendi rütbelerimizin sınır ve yetkileri çerçevesinde kalır. Ve bunlar yapacağımız işlerin çoğunluğunu oluşturur. Üstlere danışılacak şeyler pek azdır. Ve bunların daha azaltılması bizim elimizdedir. Biz kendi başımıza harekete ne kadar eğilimli olur ve bununla ne kadar övünürsek, yetki alanımızı o kadar genişletebiliriz. Her yapılacak işin, öncelikle ve mutlaka kendi karar ve emrimizle yapılabilmesini sağlamaya çalışmalıyız. Üzerinde düşündükten sonra üstlere danışma zorunluluğu kesinlikle ortaya çıkmadıkça, kendi kararımızdan ve yaptıklarımızdan dönmemeliyiz. Böylece hem savaş için pek gerekli üstün bir özelliği kazanmış ve hem de işlerimizi çabuk görmüş, üstleri de boş yere oyalamamış oluruz. Bizde kökleşen batıl inanışlardan biri de sözlü emirlere değer vermemek ve güvenmemektir. Bir emrin emir olmasının koşulu mutlaka yazılı olması değildir. Emirlerin savaşta yazılı olması gerekliliği, daha çok emirleri yerine getirecek olanların doğru anlamalarını ve savaş tutanaklarına kaydedilmek üzere içeriğinin kayıtlı olmasını sağlamak içindir. Ancak bu, bizde başka biçimde algılanmaktadır. Bunlardansa emirlerin uygulanmasından doğacak zararlardan sakınmak ve korunmak, ve söz edilen zararın emri verene ait bulunduğunu somut olarak kanıtlamak üzere elde bir senet bulunsun diye merak ediliyor. Oysa bundan, uygulanan emrin sonucu zarara yol açtığında, verdiği emri yadsıyacağı veya değiştireceği endişesiyle üstler hakkında güvensizlik beslenmiş olduğu anlaşılır. Üstlere karşı bu tarzda düşünmek kesinlikle kabul edilemez. Yalnızca alınan sözlü emrin doğru anlaşıldığının görülmesi için emirler, elbette alınır alınmaz amirin yüzüne karşı tekrar edilmelidir. Ordumuzda bu, emir tekrar etme durumu yalnız yavaş yavaş erlerden istenmeye başlamıştır. Oysa bunu sözgelimi, bir tümgeneral bile bir korgenerale karşı yerine getirmelidir. Ve bu, bir alışkanlık şeklini almalıdır. Üstler de her durumda verdiği emrin tekrarını istemelidir. Bundan, emri alanın emri anlamaktan aciz ya da yeteneksiz olduğu 87 düşüncesine varmak yanlış bir yorumdur. Amaç, emrin esenlik ve sağlıkla yerine getirilmesini sağlamaktır. Böyle olduğuna göre hiç kimsenin onuruna dokunmaz. Ve üstle ast ne kadar büyük rütbeli olursa olsun, emri verenin yanlış verebilmesi veya alanın yanlış anlayabilmesi her zaman olanaksız olmadığından, işte bu tekrar sayesinde emrin verilmesi ve anlaşılması, kuşku ve tereddütten kurtulmuş olur. Uzunca emirler unutulmamak üzere kısaca kaydolunabilir. Fakat hiçbir zaman üstün imza veya mührüyle sonlanması koşulu yoktur. Üstler de bu konuda astlarına emniyet ve güven vermeyi boşlamama- lıdır. Sözgelimi sözlü emirle yapılmış ve sonucunda sorumluluğunun üstlenilmesi gereği doğmuş herhangi bir iş üzerine, verdiği emirden bilgisi olmadığını söyleyerek bunu değiştirmekte acele etmek şöyle dursun; sorumlu bulunmasını gerektiren o sonucun aslında emrin ast tarafından bizzat değiştirilmiş olarak ortaya çıkmış olması durumunda bile; üste yakışan, o sorumluluğu üstlenerek astının güvenini kazanmak ve onu yatıştırmaktır. Böylelikle astlar sorumluluk üstlenmeyi gerektiren işlere girişmek özelliğini edinmeye fırsat ve güç bulmuş olurlar. Üstlerinin sorumluluk almayı amaçladıklarına ve hatta astların sorumluluklarını bile kısmen kendi üzerine almakta olduğunu gören astlar da, bu imrenilecek cesurluğu örnek alır ve üstlerine daha büyük bir boyun eğme ve saygı duygusuyla bağlanırlar. Böyle üstler, astlarını etkileyerek kazanmış olurlar. Zaten herhangi bir sorumlulukla bâş etmek, asttan çok üstler için kolay ve mümkündür. Sorumluluk denen şey öyle bir durumdur ki, ondan kaçtıkça o insana yaklaşır. Ve insan onun üzerine yürüdükçe onu kendisinden uzaklaşmış görür. Diyelim ki sorumlu tutulma kaygısıyla herhangi bir iş yapmaktan kaçman ve bu kararsızlıkla düşüne düşüne hiçbir iş yapamayıp kendini başarısızlığa mahkûm eden ve fırsatları kaçıran bir kimse; yağmurdan kaçanın doluya tutulması gibi, kendini en büyük sorumluluğun eline bırakmış olur. Sefer Hizmetleri Kanunu - Madde 38: Sonuçta savaşta kesin bir kararlılıkla hareket ilk koşuldur. En küçük rütbeli erden en büyük rütbeli komutana kadar her bir asker, göz yummanın ve savsaklamanın, önlemler alınırken doğabilecek yanlışlıklar ve hatalarınkinden çok daha ağır sorumluluklar üstlenmek gerektireceğini her zaman hatırda tutmalıdır. 88 Süvari Talimnamesi - Madde 399: Başkomutanın niyet ve amacına uygun biçimde hareket edebilmek için süvari komutanına, kendi askerinin kullanabileceği biçimde hareket özgürlüğü tanınmalıdır. Süvari Komutanı hiçbir zaman emir beklemeyip sorumluluğu her an üstlenmeye hazır olarak, işe el atmak için fırsattan yararlanmalıdır. Şüpheli durumlarda 'en cüretli girişim çoğunlukla en iyi girişimdir’ kuralını hareketlerde yol gösterici kabul etmek gerekir. Hareketsiz bulunmanın ve fırsatları boşa harcamanın; önlemler ve uygulamalardaki hatalardan daha büyük bir hata olduğundan hiçbir komutan şüphe etmemeli ve emrindekileri de buna ikna etmeleri gerekir. Piyade Talimnamesi - Madde 304: ...Savsaklama ve görmezden gelmenin, yöntem ve araç seçiminde düşülen hatadan daha büyük suç olacağını bütün komutanların daima düşünmeleri ve bunu daha düşük rütbeli komutanlarının da zihinlerine yerleştirmeleri gerektir. İşte bu maddeler üzerine düşündüğümüzde kesinlikle anlaşılır ki, hiçbir şey yapmamaktansa hatalı bir iş yapmak daha kârlı ve daha makbuldür. Çünkü, eylemsiz ve hareketsiz durmak kesinlikle zararlıdır. Ve bundan dolayı sorumluluk gerektirir. Ve sonucu her ne kadar bilinmese de, girişilen herhangi bir iş büyük olasılıkla başarıyla sonuçlanır. Ve böyle etkin davrandıkça alışkanlıkların ve yeteneklerin kazanılmasında daima ileri gidileceği için, hataya düşme olasılığı da gittikçe azalır. O halde ne pahasına olursa olsun, çok düşünmeyip mutlak biçimde ve hızla karar vererek uygulamaya çaba harcamak gereklidir. 1866 Prusya-Avusturya Seferi’nde 27 Haziran günü AvusturyalIlara taarruz eden ikinci Prusya Tümeni’ne bağlı 7. Alay’ın taarruzu başarısız olmuştu. Bu alayın birinci ve ikinci taburları perişan biçimde geri çekilmekteydi. Düşman karşı taarruza geçmeye hazırlanırken bu hali gören ve sözü edilen yedekteki alayın 3. Tabur Komutanı, hiçbir emir almadan ve emir almayı beklemeden taburunun üç bölüğünü birden derhal savaş hatlarına gönderip sokarak düşmanı durdurmuş ve geri çekilen diğer taburların yeniden taarruza girişmelerini sağlamış ve tümenin sol kanadının büyük bir yenilgiden kurtulmasına yardımcı olmuştu. Piyade Talimnamesi - Madde 350: Hücumda başarıya ulaşıp düşman uzaklaştırılırsa ele geçirilen mevziye gere- 89 ğinden fazla asker yığmak hatadır. Geride kalan birlikler, başka şekillerde kullanmak için zamanında durdurulmalıdır. Burada bu birliklerin komutanları çoğu zaman kendi başlarına uygulamaya geçmeye zorunlu olurlar. Hücumda başarıya ulaşmak, geride kalan birliklerin komutanlarına Talimname’nin önerdiği hareket özgürlüğü, başarıya ulaşılamadığı zaman elbette daha sıkı bir biçimde gereklidir ki; bu önemli görevi yerine getirme konusunda istenilen niteliklere sahip olan Alman binbaşısı, tam zamanında işe girişmekle tümenin sol kanadını yok olmaktan kurtarmıştır. Eğer bu binbaşı harekete geçmek için mutlaka üstünden bir emir gelmesini bekleseydi ya da kendisini, yedekte duruyor diye, savaşın genel gidişi hakkında düşünce ve görüş sahibi olmaktan geri bırakarak, böyle bir harekete girişme zamanı gelmiş olduğunu anlamasaydı; kısa süre sonra kendi taburu da düşman karşısında geriye çekilen taburlara katılmak zorunda kalacaktı. Ve bu yolla kendisi de, ancak emir ve işaretle harekete geçen ve kendi yetkisinin sınırını kavrayamayan, başarısız bir varlık olup kalırdı. Oysa o, savaşın geçirdiği durumları araştırmaktan ve izlemekten bir başkomutan kadar geri durmamış; ve kendisine acaba ne zaman ve ne gibi bir fırsat belirdiğinde işe karışmak zamanı geleceğini saptamak için bedensel olduğu gibi düşünsel olarak da her an hazır beklediğini işte bu hareketiyle kanıtlamıştır. Balkan seferimizin ikinci savaşının başlarında, yedekte bulunan bazı tabur komutanlarımızın hal ve tavırlarını bu binbaşının hareketiyle kıyaslayınca, aradaki farkın Almanların o zamanki başarılarıyla bizim bu seferki yenilgimiz kadar veya bunlar arasındaki fark kadar büyük olduğu gün gibi görülür. Bizim tabur komutanları yedekte bulunan taburların başında, taburun sıradan bir bireyi gibi hiçbir izleme zorunluluğuna ve hiç kafa yormaya gerek yokmuşçasına; olup bitecekleri ve kendilerine verilecek emri gözleyerek ve kaderine razı bir halde bekliyorlardı. Cephane götürenler, geri dönenler ve diğerleri ara vermeden gidip gelmekteydi. Bunlardan savaşın nasıl ilerlediğine ilişkin bilgiler alınabildiği gibi, bizzat dürbünle gözlemek veya uygun noktalarda gözcü subaylar görevlendirmek yoluyla da çarpışma hakkında dakikası dakikasına bilgi edinmeye zorunluydular. Yukarıda sözü edilen Alman binbaşısı emrin gelmesini bekleseydi, zaten 90 emir alacağı yoktu. Çünkü, kendisine emir verecek olan alay ve tugay komutanlarının her ikisi de az önce vurulmuştu. Vurulmasalar- dı da o sırada kimbilir nerede bulunacaklardı. Büyük olasılıkla mücadele alanına adı geçen taburdan daha yakın bulunmayacaklardı. O halde bu taburun harekete geçmesinin gereğine ilişkin haberin önce geriye ve ardından buradan tekrar tabura emredilip bildirilmesi anma kadar ne kadar zaman geçeceği ve ne büyük fırsatın elden kaçırılacağı düşünülmelidir. Piyade Talimnamesi - Madde 455: Geriden emir gelinceye kadar durum kolayca değişebilir. Tam vaktinde eyleme geçmek, genellikle ancak kendiliğinden bir karar almakla mümkündür. Bununla birlikte muharebe görevlerini başkomutanın düşüncesi çerçevesinde yerine getirmeleri gerekeceğini bütün birliklerin astları hatırdan çıkarmamalıdır. Zamanımızın savaşları madem ki geniş bir cephede ve dağınık bir düzende yapılıyor, bu geniş savaş bölgesinin her noktasını görebilmek üstlerce mümkün değildir. Herkes kendi görüş alanı ve uygulamaları çerçevesinde görmeye ve gördüğüne göre kendi başına çekinmeden harekete zorunludur. Bu da el birliği ve eylem ve hareket ortaklığı yaratır. Başarı da böyle kazanılır, fırsatlar böylece kaçırılma- mış olur. Bu uygulama özgürlüğü yanlış hareketlere yol açabilir. Fakat bundan doğacak zararın, hiç hareket göstermemenin yanında önemsiz olduğunu ve bundan kaynaklanacak sorumluluğun eylemsiz ve hareketsiz kalmaya göre pek hafif olduğunu, yukarıya yazdığımız maddeler açıkça ispat ediyor. Bir komutan, bir subay, emirsiz ve bağımsız hareket yüzünden sorgulanıp azarlanmakla övünmelidir. Bağımsız harekette hata edilmiş olabilir. Ve bunun da sorumluluk doğurması pek doğaldır. Astları kendiliklerinden hareket edebilmeye alıştırmak için her yaptığını hoş görmek de elbette ki kabul edilemez. Ast, bu sorumluluk kaygısıyla bağlı bulunacak ki, yanlış hareketten kaçınması mümkün olabilsin. Ve, zaten bu sorumluluk kaygısı mevcut olmazsa bu türlü hareketin bir onuru ve erdemi de kalmaz ki! Astların hareket serbestliklerinin uygulama biçimleri ve sınırları aşağıda açıklanacaktır. Şimdiki savaşlar, değil subay ve komutanlardan, hatta erlerden bile hareket özgürlüğü istemektedir. Bu konuda şimdiye kadar aktarılan 91 maddelerde işaretler bulunduğu gibi: Sefer Hizmetleri Kanunu - Madde 25: Erlerin kendiliklerinden düşünüp hareket etmeye alıştırılmaları da çok önemlidir. Kendiliğinden hareket yeteneği ve göreve bağlılığı sayesinde erler, üstlerinin gözleri kendi üzerlerinde olmadığı durumlarda bile görevlerini en iyi şekilde yerine getirmeyi başarırlar. Savaşanlar arasında erden bile bu kadar kişisel önlem beklenirse, teğmenden mareşale kadar her rütbedeki subayların düşünmeye ve bunun sonucunda verilecek karara göre kendi kendine harekete ne kadar zorunlu bulundukları anlaşılmış olur. Düşünülecek şey ise düşmanı yenebilmek için nasıl hareket etmek gerektiğini saptamaktan başka bir şey değildir. Genel harekâtta astların bağımsız ve özgür davranmaları zorunlu olmakla beraber, üstlerin emirleri de büsbütün göz ardı edilemeyeceğinden bu bağımsızlık ve özgürlüğün üstlerin emri ve isteğiyle uyumlu ve eşgüdümlü olması çok önemlidir. Elbette astların kendiliklerinden hareket etmekteki kişisel kararlarının da bir sınırı olacaktır. Bunu da saptamak gereklidir. Bunun için öncelikle emirler hakkındaki maddeleri inceleyelim: Seferi Hizmetleri Kanunu - Madde 49: Emirlerin, astın amaca ulaşmak için kendiliğinden hareket edebilmek üzere bilmesi gereken maddelerin tümünü kapsaması, ancak bundan başka bir şey içermemesi genel bir kuraldır. Piyade Talimnamesi - Madde 275: Büyük komutanlar kendileri tarafından emredilmesi gereken konulardan fazla şeyleri emretmemelidir. Ayrıntılara girmekten kaçınıp uygulama için önlemler alma konusunu düşük rütbeli komutanlara terk etmelidir... Aynı konuya ilişkin olup birbirini açıklayarak yorumlayan şu iki maddeden anlaşılıyor ki, nasıl hareket edeceği hakkında üstten emir almış olmak bile astı hareket serbestliğinden, işi nasıl ve hangi araçlarla yapacağını belirlemekten alıkoyamaz. Çünkü üst, asta kendisinin yapacağı bütün işlerin nasıl yapılacağını ayrıntılı bir şekilde anlatmayacaktır. İşin yapılış tarzlarının ve araçlarının belirlenmesi ve ne yönde hareket edileceği hususunda astın görüşü saklı kalacaktır. Büyük komutanların emirleri hakkında yazılmış olan şu maddeler daha küçük ko- mutanlarınkiler 92 hakkında da aynıdır. Yalnız ölçeği küçülür. Sözgelimi: Piyade Talimnamesi - Madde 456 Muharebede bütün kıtaların aynı kuralları uygulamalarına hiçbir değer ve önem verilmemelidir. Her komutan sorumluluğu üstlenerek uygun ve elverişli kuralı doğrudan kendisi seçmelidir. sözü, bölük komutanının bile tabur komutanından emir aldıktan sonra önlemler alma konusunda durumun gereğine göre serbest bulunması anlamına gelir. Şimdi gerek üstünden emir alan ve gerekse duruma göre kendiliğinden harekete geçen astların hareketlerinin üstlerin istek ve amaçlarına uygun düşmesi ve bu hareketlerinin genel duruma aykırı düşmemesi gibi önemli konular kalıyor. Bundan dolayı, içinde bulunulan duruma ve genel amaca dair düşük rütbeli komutanların yeterli bilgilerinin olması gerekir ki; bunun gereklilik derecesi üst makamlardan bildirilirse de; üstlerin yeterli olmayan bu bilgilerine dayanarak genel durumu anlayıp kavrama konusunda asta rehberlik edecek esas, kendi yorumlama ve karar verme yeteneğidir. Bundan dolayı emir alan veya almayan her kıta komutanı kendi üzerine düşen veya düşebilecek görevleri belirlemek ve incelemek üzere, akıl yürütmek ve öneriler getirmek için kendisine gereken bilgileri sürekli olarak toplamaya zorunludur ki, zamanı geldiğinde daha önceden olabilirliğini düşündüğü uygulama biçimini, aynen veya değiştirerek hayata geçirmekte başarılı olabilsin. işte bu akıl yürütmeler sırasında ve bunun sonucunda girişeceği eylem sırasında astın en fazla düşüneceği şey, kendi hareketinin, genel hareketi sekteye uğratmayacak bir sonuç vermemesi ve bu hareketten yarar yerine zarar doğurmamasıdır. Bu noktada yanılmaması, astı sorumluluktan kurtaracağı gibi ayrıca orduya yararlı olur ve kendisine de şeref kazandırır. Bunun için şu maddeler de bize bunun sınırlarını belirlemekte temel oluştururlar: Piyade Talimnamesi - Madde 276: Düşük rütbeli komutanların hareket özgürlükleri keyfi davranış rengini almamalıdır. Her komutanın gerekli sınırlar içinde kalan bağımsız eylemleri, savaşta 93 büyük başarıların temelidir. Piyade Talimnamesi - Madde 304: ...Ancak bu üstün nitelik, geneli göz önünde bulundurmayarak keyfi kararlar almak, verilen emirlere tam anlamıyla uymamak ve itaat yerine bilgiçlik taslamak şeklinde kabul edilmemelidir. Yine de üstlerin, araçlarının azlığından veya uygulama alanında bulunamamaktan dolayı, durumu yeteri kadar anlayamamış olduğuna astlar inanır ve çekinmeden muharebeye katılmaktan sakınmaz, korkmaz; ya da herhangi bir emrin uygulamasından önce durum değişirse alınan emirleri ya hiç uygulamamak ya da gereken değişikliklerle uygulamak ve üste de bu konuyu haber vermek, astın görevleri arasındadır. Emrin uygulanmamasındaki sorumluluk, tamamen asta aittir. Sorumluluktan çekinmemek niteliğine sahip bir komutan muharebenin sonucundan kuşkulandığı yerde bile kıtasını duraksamadan savaşa sokmaktan çekinmez. Topçu Talimnamesi - Madde 275: ...Ancak bu özellik, genel durumu dikkate almaksızın kişisel kararlar almakta ya da büyük bir dikkatle verilmiş emirlere tam anlamıyla uymamakta ve bilgiçliği, buyruğa uyma yerine koymakta aranılırsa yanlış anlaşılmış olur. Ancak ast, görevi veren amirin durumu iyice anlayamadığına ya da verilen emrin uygulanmasının, durumun değişmesinden dolayı mümkün olmadığına inanırsa; o halde aldığı emirleri uygulamamak ve durumu üste haber vermek astın görevidir. Emri uygulamamaktan doğacak sorumluluk tamamen asta aittir. Sorumluluğu seven bir komutan kıtasını çarpışma sonucunun şüpheli olduğu yerde de... Görülüyor ki, ast aldığı emri körü körüne, noktası noktasına yapacak değildir. Bu konuda astlara verilen yetki pek büyüktür. Ast, her işte üstlerin her emrini olduğu gibi ve başka hiçbir şey düşünmeksizin uygulayacak olursa, başarının temeli olan kendiliğinden iş görmek ortadan kalkmış ve ortak amaca hizmet düşüncesi ihmal edilmiş olur. Ast, üstün verdiği emirden onun amacının ne olduğunu ve emir aynen uygulanacak olursa istenilenin elde edilip edilmeyeceğini düşünecektir. Yani ast, bir kolun kaldırılıp indirilmesiyle harekete geçen bir makine değildir. Kendi kendine düşünebilmelidir. Fakat bunda da bilgiçlik taslanmayacaktır. Talimname, asta bazı durumlarda üstlerin emrinin uygulanmaması ya da değiştirerek uygulanması yetkisini bile veriyor. Ve hatta bunu görevleri arasında sayıyor. 94 Bu noktada, yaptığı değişikliğin sonucunun iyi ya da kötü olmasından, astın kendisi sorumlu olacağından; o da bunu dikkatle ve çekinerek uygulamalıdır. Buradaki hareket sınırı kesinlikle belirlenemez. Bunu içinde bulunulan hal ve durum gösterecektir ki, bu da sayılamayacak derecede çeşitlidir. Yalnız her komutan ve subay şu önemli konuları bilmelidir. Böyle durumlarda hatasız hareket ve buna yönelik geçerli ve kabul görmüş bir alışkanlık, pek çok uygulama ve deneyimle kazanılır. Üstlerin bu noktadaki etkileri pek büyüktür. Her emri aynen uygulamak gibi mantıksız bir yola sapmış olanlara, ortaya çıkan örneklerin incelenmesi ve tartışılması ile yanlış kanıları düzelttirilmeli; ve aynı biçimde kendi düşüncesini daima öne çıkaranların aşırıya kaçan hareketleri de ılımlı bir düzeye çekilmelidir. Bunun için barış zamanında birçok fırsatlar ortaya çıkacaktır. Hele kendiliğinden iş görmeyi ileri götürenlerin birden bire önünü kesmek hiç doğru değildir. Astlarla üstler arasında bu sorun her zaman bir sınanma ve çalışma fırsatı olmalıdır. Bu konular üzerinde çok çalışmalıdır. Bu maddelerin incelenmesiyle ortaya çıkan diğer bir konu da, durumun değişmesinden dolayı verilen emrin uygulanmaz hale gelmesidir. İşte bu durum astların emir beklemeden harekete geçmesini zorunlu kılar. Çünkü emrin verildiği an, durumun henüz değişmediği andı. Ve o anda yapılacak iş, emirden beklenenden ibaret olduğuna göre emrin ulaştığı dakikaya kadar olan değişiklikten dolayı uygulanmaması zorunluluğunun doğması, fırsat ve başarıyı kaçırmaktan başka bir şey olmaz. Ama ast, emrin yazıldığı saatteki durumu kavrayarak, durum daha değişmeden, üstlerin vereceği emrin biçimini de iyice anlayarak hemen uygulayacak olursa; emrin daha sonra başarısızlıkla sonuçlanma tehlikesi de ortadan kalkmış olur. Ast bunda hata etmiş olsa bile bu, bekleyip de sonunda uygulama olanağı ortadan kalkmış emirler almasından ve sonuç olarak hiçbir şey yapamamasından yararlı ve iyidir. Bu bölümün asıl amacı da her komutanda, işte bu kendiliğinden iş görmek erdeminin edinilmesinin zorunluluğu konusudur. 95
© Copyright 2024 Paperzz