Sunuş - Google Groups

Sunuş
Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal’i 1914’te kurmay yarbay
rütbesiyle askeri ataşe olarak görevli bulunduğu Sofya’da kaleme aldı.
Kitabın adının kaynağı ve büyük ölçüde de yazılış nedeni, çocukluğundan
beri yakın dostu ve sonradan meslektaşı da olan Nuri Conker’in Zabit ve
Kumandan adlı kitabıydı. Kurmay Binbaşı Nuri Conker, kitabında
Osmanlı ordusunun uzun süredir ve neredeyse art arda yaşadığı
başarısızlıkların sebeplerini tartışıyor; subayların sorumluluk ve görevleri
üzerinden bu duruma çözüm önerileri getiriyordu. Kurmay Yarbay
Mustafa Kemal ise kitabında, yer yer onun kitabına doğrudan
göndermelerle, aynı konuda kendi düşüncelerini, önerilerini dile
getiriyordu.
Kitabın yazıldığı Nisan 1914’te, Balkan ve Trablusgarp savaşlarının
acıları henüz çok tazeydi; Birinci Dünya, Çanakkale ve Kurtuluş
savaşlarını ise henüz kimse ufukta bile göremiyordu. Ne var ki, Hasbihaldeki endişeler haklı çıkmakta gecikmedi, savaş yıl bitmeden patlak
verdi; büyük olasılıkla savaşla ilgili nedenlerden dolayı, kitabın basılması
1919’a kadar gecikti. Anafartalar muharebelerinde, Mustafa Kemal ile
Nuri Conker, kitaplarında gündeme getirdikleri sorunlara yönelik
çözümleri, başarıyla hayata geçirdiler.
Aralık 1918’de Mütareke İstanbulu’nda Mustafa Kemal, Fethi Okyar’la
birlikte Minber gazetesini yayımlarken, beş yıldır bekleyen Zabit ve
Kumandan ile Hasbihal’i bastırdı. Hasbihal’in bu ilk baskısı 1000 adetti.
Mustafa Kemal bunlardan bir kısmını dostlarına dağıtmak üzere alıkoydu,
kalanlar piyasaya verildi. Ancak Mustafa Kemal’in Mayıs 1919’da, kitabın
basımından altı ay kadar sonra Anadolu’ya geçerek İstanbul Hükümeti’yle
ilişiğini kesmesinin ardından; Mütareke ve İtilâf Devletleri’nin İstanbul’u
işgaliyle birlikte anılan Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin emriyle,
piyasadaki bu kitaplar toplanıp imha edildi. Bu yüzden Zabit ve
Kumandan ile Hasbihal’in bu ilk baskısından çok az nüsha günümüze
erişebilmiştir.
1
Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’ün sağlığında, Hasbihal
yeniden basılmadı. Ta ki 1956’da, Haşan Âli Yücel yeni kurulan İş Bankası
Kültür Yayınları’nın ilk kitabı olarak yayımlayana dek. Bu kitabı Ruşen
Eşref Ünaydın sadeleştirerek yayma hazırlamıştı. İş Bankası Kültür
Yayınları Hasbihal’in özgün metnini de, Cumhurbaşkanlığı Özel
Kalemi’nin eski yazıdan çevirisiyle, Atatürk’ün Askerliğe Dair Eserleri
içinde 1959’da yayımladı. Ünaydın’ın edisyonu 1973’te, Cumhuriyet’in 50.
yılında bir kez daha basıldı.
Yayınevimiz Atatürk’ün 125. doğum yıldönümü vesilesiyle, Zabit ve
Kumandan ile Hasbihal’i bu kez hem özgün metni, hem de günümüz
Türkçesine göre sadeleştirilmiş haliyle bir arada sunuyor. Hasbi- hal’in
yazılmasına yol açan Nuri Conker’in Zabit ve Kumandan’ı da yine aynı
biçimde, aslı ve sadeleştirilmişi paralel olarak ve de ilk kez Atatürk’ün
eseriyle bir arada, bu edisyonda yer alıyor.
Ruşen Eşref Ünaydın’ın 1956, Prof. Dr. Afet İnan’ın 1959 edisyonu için
kaleme aldığı ve aşağıda derlenmiş bulunan sunuş yazıları da, hâlâ
tazeliklerini koruyor...
üra-a-
Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal 1914 Mayısında Sofya’da yazılmıştır.
Fakat ilk yaprakta da işaret edildiği üzere Birinci Cihan Savaşı boyunca şu
bu kayıtlar yüzünden 1918’e kadar yayınlanamamıştır. Nihayet, Mustafa
Kemal’in öteden beri yakın arkadaşı ve Sofya’da iken elçisi Ali Fethi
Okyar ile birlikte 1918 mütarekesi başlarında İstanbul’da bir müddet
çıkardıkları Minber gazetesinin matbaasında, her ikisinin de dostu ve
gazete idaresi işlerinde vekili sayın Doktor Rasim Ferit Talay’dan
öğrendiğime göre, Mustafa Kemal Paşa’nın arzusu ve emri üzerine bin
nüsha olarak basılmıştır. Ve her nüshası yedi buçuk kuruş fiyatla satışa
çıkarılmıştır. Bunlardan bir miktarını dostlarına hediye etmek üzere Paşa
almıştır. Geriye kalanı da, Paşa Anadolu’ya geçip Babıâli’ce askerlikle
münasebeti kesildikten sonra, Damat Ferit Hükümeti tarafından
toplattırılarak yok edilmiştir...
Bendeki nüsha Büyük Adam’ın o zaman İstanbul’da iken el yazısı ve
imzası ile bir kat daha kıymetlendirilerek bana vermek lûtfunda
bulunmuş olduğu nüshadır. Bu nüshanın şimdiye kadar elimde kalmasını,
eşim Saliha’nın -Mütareke’de gaalip bir İtilâf Devleti subayına verilmek
üzere bir gün içinde eşyamızla birlikte apartmanımızdan kapı dışarı
edilmek; İnebolu’ya geçerken, Ümit vapuru Anadolu’ya subay ve silâh
2
kaçırmaktadır diye haber verilmesi üzerine Kızkulesi açıklarında İtilâf
kontrolünce dört gün dört gece alıkonarak köşesi bucağı bavul, çuval
aranıp taranmak; Buhârâ’ya sefâret memurluğu ile giderken Batum’dan
öte bırakılmamak gibi sergüzeştlerde yabancı ele geçirtmeden; Anadolu
içindeki taşınmalarımızda ve yurt dışındaki seyahatlerimizde ziyana
uğratmadan sağlamış bulunmasına borçluyum. Kadirbilirliğinden dolayı
kendisine burada bir daha teşekkür ederim.
Mütareke şartları içinde elde kalabilen basit kâğıt üzerine ufak punto
ile basılmış pembe kaplı küçücük bir risâle kılığındaki Zabit ve Kumandan
ile Hasbihal, yıllar yılı kimsenin dikkatini çekmedi. Yanılmıyorsam,
ondan ilk bahseden ben oldum. Geçen sene Ulus'ta yayınladığım
hatıralarda onun önemini belirttikten sonra gerekli ve yetkili kaynakların
onu yeni harflerle bastırarak okurların gözü önüne bir an önce koymasını
dilemiştim. Daha sonra da, ya doğrudan doğruya, ya dostlar yoluyla
ilgilerini çektiğim, -yetkili olabilecek- kaynaklar iyi niyetler belirttiler.
Hattâ tehâlük [büyük istek ve heves] gösterdiler. Bununla beraber,
şimdiye kadar gerçekleştirici bir yürürlükte henüz bulunulmadı.
Başvurduklarım arasında yalnız, dostum Haşan Âli Yücel bununla çok
alâkalandı. Bendeki nüshadan bir kopya çıkarılarak eserin İş Bankası
Yayınları arasında yeni harflerle basılması için teşebbüsünü esirgemedi.
Dileğim üzerine bütün gelirinin Atatürk armağanı olarak Banka’ca bir
hayır işine bağlanmasına çalışmayı o, üzerine aldı. Bu eseri bastırmakla
Büyük Adam’ın hatırasına gösterdiği bağlılıktan ve kültürümüzün
zenginleşmesine ettiği hizmetten dolayı İş Bankası’na çok teşekkür
ederim.
Ruşen Eşref Onaydın
(Zabit ve Kumandan ile Hasbihal'in sadeleştirilmiş ilk baskısı için
yazdığı önsözden)
* * * *
Atatürk, 1893’te (Selanik) girdiği askerî mektebi 1905’te (İstanbul)
kurmay-yüzbaşı rütbesini alarak bitirmişti. M. Kemal’in öğretim
durumunu, Selanik’teki askerî ortaokul, Manastır’da lise (1899) İstanbul’da
Harp Okulu (1902) ve Harp Akademisi olarak sıralamak mümkündür. O,
bu suretle askerî bilgiler için, zamanının bütün normal öğretim
kademelerini başarı ile atlamıştır. Kurmay [Erkânı-harp] sınıflarındaki
okuma devresi kendisine yüksek öğretimin en ileri bilgi ve görgülerini
3
kazandırmıştır. Bunu her vesile ile kendisi daima hatırlardı. O, kurmay
sınıflarında iken memleketin siyasî durumu ile ilgilenmiş, istibdada karşı
hür fikirler yayan gizli neşriyatı okuması ve ar- kadaşlariyle konuşmaları
sayesinde, daha o zamandan memleketin siyasî mukadderatı için meşgul
olmıya başlamıştır. O yıllarda Harp Akademisi’ne ayrılan az sayıda genç
subay talebeler, binlerce Harp Okulu gençlerine hitabeden hür fikirleri
yaymak için çeşitli vasıtalardan faydalanmışlardı. Bu arada tertip ettikleri
gizli gazetelerin yazıları bizzat M. Kemal’in kaleminden çıkmıştır. M.
Kemal okuma devrelerinde anlayışlı, zeki ve çalışkan, hattâ bazen fazla
atılgan bir talebe olarak hocalarının takdirini kazanmış ve dikkat
nazarlarını çekmiştir.
Aynı zamanda M. Kemal, öğretim devresinin her kısmında yazı
yazmıya ve hattâ Manastır’daki okulda iken edebiyat ve şiire merak sarmış
ve hitabet tecrübeleri için hiçbir fırsatı kaçırmamıştır. Ders kitaplarından
gayri ne bulursa okumuş, Harp Akademisi’nde ve devlet merkezindeki
müşahedeleri onda derin izler bırakacak kadar kuvvetli olmuştur. Bu tahsil
çağından sonra 1905’ten 1908’e kadar M. Kemal Suriye’de ve
Makedonya’da vazife görmüştür.
Bu yıllarda M. Kemal, bir taraftan meslekî bilgilerini tatbikî sahada
ilerletirken, bir taraftan da memleket idaresi için İkinci Meşrutiyet’in
ilanından önceki siyasî faaliyetlere katılmıştı. Bu maksatla Şam’da kurduğu
(Ekim 1906) Vatan ve Hürriyet adı altındaki siyasî cemiyetin faaliyetini
Makedonya’ya intikal ettirmiş [aktarmış] bulunuyordu.
İkinci Meşrutiyet’ten önce Makedonya ve bilhassa Selânik, her bakımdan Osmanlı İmparatorluğu’nun en faal merkezlerinden biridir. Siyasi
fikirler orada teşkilâtlanmış ve olgunlaşmış, askerî birliklerin önemli
kısımları orada toplanmıştır. Askerî ve sivil aydınlar zümresinin büyük
faaliyeti bu bölgede merkezileşmiştir.
1907 yılında M. Kemal, kolağası (kıdemli yüzbaşı) rütbesiyle Makedonya Üçüncü Ordu Müfettişliği’nde vazifelidir. Aynı zamanda İttihat
ve Terakki Cemiyeti’nin gizli çalışmalarında yer almaktadır.
Makedonya’da (23 Temmuz 1908) Hürriyet ilân edilince, Osman- lı
İmparatorluğu’nda İkinci Meşrutiyet devri açılmıştır.
M. Kemal bu inkılâptan sonra ordu mensuplarının günlük politika
konularıyla meşgul olmasını istememektedir.
İktidarı ele alan ve siyasî bir parti olarak iş başına geçen İttihat ve
4
Terakki mensupları bu fikri kabul etmek istememektedirler. Çünkü
ihtilâli başarabilmek için ordu mensuplarına dayanılmış olduğu gibi,
iktidarı devam ettirebilmek için de yine onların siyasî faaliyetine ihtiyaç
hissediliyordu.
M. Kemal, ordunun ıslâhını istediği gibi, talim ve terbiye için gerekli
çalışmaların yapılmasına çok önem vermekteydi.
Meşrutiyet’in ilânından sonra, M. Kemal bütün dikkat ve ilgisini askerî
çalışmalar üzerinde toplamıştır. O, subayların yeni esaslara göre mesleki
bilgilerini arttırmak için yayın yapılmasını lüzumlu addediyordu.
Selânik’te Üçüncü Ordu Subay Talimgâhı Komutanlığı’nda iken (1909)
bu işlere daha çok vakit ayırmıştır. Osmanlı ordusunun Alman usulüne
göre ıslâhat hareketini zarûri bulmakla beraber, yine de kendi askerî
hayatımızdan alınmış tecrübelerin bu işte rol oynamasını istemektedir.
M. Kemal imzasıyla 1908-1918 yılları arasında küçük broşürler halinde
yayınlanmış kitapların tarih sıralarına göre isimleri şunlardır:
1) Takımın Muharebe Talimi. General Litzman’dan tercüme, Selânik,
10 Şubat 1324 (64 sayfa)
2) Cumalı Ordugâhı: Süvari, Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları,
Selânik, 1325 (41 sayfa)
3) Beşinci Kolordu Erkânı-Harbiye Tabiye ve Tatbikat Seyahati,
Selânik, 1327 (40 sayfa)
4) Bölüğün Muharebe Talimi, General Litzman’dan tercüme, İstanbul,
1328 (74 sayfa)
5) Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, İstanbul, 1334 (32 sahife).
Atatürk’ün bu küçük broşürlerini üç kısma ayırmak lâzımdır. Birincisi
iki kitap halinde olan General Litzman’dan tercümelerdir. Diğer ikisi
askerî tatbikat esnasında tutulan notların krokiler ilâvesiyle kitap haline
getirilmesidir.
Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal ise arkadaşı M. Nuri’nin (Conker)
Zâbit ve Kumandan adlı eserini okuduktan sonra onunla ‘hasbihal’
şeklinde cevabıdır. [...] Sofya’da Ataşemiliter iken Mayıs 1330’da [1914]
yazdığı bu kitap diğerlerinden tamamen farklı bir karakterdedir.
Arkadaşı Binbaşı M. Nuri’nin (Conker) Zâbit ve Kumandan adlı
kitabını okuduktan sonra kaleme aldığı bu yazılarda, M. Kemal hakikaten
başlığında da belirttiği gibi bu dertleşmede, bir hasbihal havasını
vermektedir.
5
Kitabın tanıtılmasına geçmeden önce bu yazıları yazmıya kendisini
sevk eden M. Nuri Conker’den biraz bilgi vereyim. Esasen bence Atatürk’ün Hasbihal’ini okumadan evvel Zâbit ve Kumandan kitabını okumak
lazımdır. Bu kitabın baş kısmında M. Nuri Conker’in hal tercümesi
okunacaktır. Ancak burada Nuri Conker’in Atatürk’le olan arkadaşlık
derecesine işaret etmek isterim.
11.1.1937’de vefat eden Nuri Conker için Atatürk bana hitaben
Cenevre’ye 16.1.1937’de yazdığı mektupta aynen şöyle demektedir :
“Hatay üzüntüsüne Conker’in ölümü acısı karıştı; bu acının açtığı yaranın
derinliğini tahmin edersin.”
Atatürk hakikaten Nuri Conker’i çok severdi. Onunla şakalaşmaları,
konuşmaları en samimî bir hava içinde geçer ve birbirlerine senli benli
hitap ederlerdi. Bunun sebeplerini şöylece sıralamak mümkündür. Bir
kere M. Kemal, Selânik’te mahalle arkadaşı, sonra Askerî Rüştiye’de,
Manastır İdadisi’nde, İstanbul Harbiye Mektebi’nde, Harp Akademisi’nde
mektep arkadaşlığı etmiş olduğu Nuri Conker ile hayatta da hemen daima
aynı yerlerde vazife görmüşlerdir. Bunlar sırasıyla şöyledir: Selânik’te
Üçüncü Ordu’da, Hareket Ordusu’nda, Arnavutluk Harekâtı’nda,
Afrika’da Trablusgarp ve Bingazi muharebelerinde, Çanakkale Anafartalar
ve Conkbayırı muharebelerinde, doğuda Muş Cephesi’nde, İstiklâl
Harbi’nde ve inkılâplar devrinde; 1937’de Nuri Conker ölünciye kadar
hemen ekseri zamanlar beraber bulunmuşlardır. Atatürk onun
arkadaşlığını daima aramış ve birbirlerine karşılıklı vefalı dost
olmuşlardır.
Hattâ Ankara’ya kısa bir müddet vali ve kumandan vekili oluşunun,
Atatürk, Selânik’te hep beraber konuştukları zamanki vazife taksimi ile
ilgili olduğunu, kendisine daima hatırlatırdı.
1908’in kış aylarından bir gece, Selânik’te Beyazkule karşısında askerî
kulüpte bir konferansı dinleyen bir grup subay aralarında konuşuyorlar.
Atatürk 1937 yılında bu olayı bana şöyle anlatmıştı:
inkılâbı ikmâl etmek [tamamlamak] lâzımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben, bunu
yapacağım. 0 zaman için, düşündüklerimi size kısaca anlatayım: Bugünkü, Osmanlı
imparatorluğu’nun yüksek sayılan kumandanları, benim için yoktur. Ordu kumanda
sicilleri için, ben son limit olarak, binbaşıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük
kumandanları bunlar olmak gerektir. Sicil defterlerinin binbaşıya kadar olanlarını
muhafaza edeceğim, üst tarafını yaktıracağım.”
6
Arkadaşlarından biri, bu söz üzerine buna itiraz ediyor ve bu büyük tasfiye
işinin nasıl yapılabileceğini anlamak istiyor. Mustafa Kemal’in cevabı şudur:
- Evet binbaşıdan yüksek olanlar aybaşında, benim teşkil edeceğim bürolara
gelip maaşlarını istedikleri zaman, büro şefleri defterleri tetkik ettikten sonra, “Efendim
defterde sizin isminiz yoktur, sizi tanımıyorum” diyeceklerdir.
Mustafa Kemal’in arkadaşlarından biri soruyor:
- Bundan sonrası ne olacak?
Mustafa Kemal, tereddüt etmeden, şu cevabı vermiştir:
- Bundan sonra ne olacağını, yapacağımız inkılâp gösterecektir.
Ve sözlerine devam ederek bana kât’i bir ifade ile:
- Evet inkılâp yapacağız. Bugüne kadar yapılan inkılâp, kâfi sayılmaz.
Fazlasını yapacağız. Memleketi binbir akılsızın eline ve keyfine bırakamam. Bu çok
adamların yerine, birkaç kafa ile iktifa edebilirim : Mesela Kâzım (Özalp) Köp- rülü’yü
Harbiye nâzırı yapacağım. Nuri'yi (Conker) Kumandan ve idare şefi yaparım. Fethi’yi
(Okyar) yeni inkılâpçı Türkiye’nin mümessili sıfatıyla Avrupa’ya gönderirim...
Sofrada hazır bulunan öteki arkadaşları, derhal soruyorlar:
-Ya bizleri efendim?
Mustafa Kemal şu cevabı veriyor:
- Sizler de göstereceğiniz değer, faaliyet nisbetinde birer vazife alırsınız.
Sofradaki arkadaşlarından biri, Nuri (Conker), M. Kemal’in istikbali kucaklıyan bu sözlerine, ahenkli bir kahkaha ile gülüyordu. Mustafa Kemal, kahkahasını bir
türlü yenemiyen, bu arkadaşının sükûnet bulmasına intizar etti [bekledi] ve sonra ona
sordu:
- Niçin gülüyorsun?
Gülen arkadaşı cevaben:
- Seni düşünüyorum da, onun için... Bütün bu işler içinde sen ne olacaksın?
Mustafa Kemal, bu suale sarih cevap vermeden, yalnız şu umumî cümle ile
karşılık vermiştir:
- Ben mi? Ben de sizleri o makamlara koyabilen olacağım.1
İşte Nuri Conker’le Atatürk’ün mahalle, okul ve meslek arkadaşlıklarının kısa izahı budur.
Şimdi asıl bu iki kitap üzerinde biraz durmak isterim.
Binbaşı Mehmet Nuri imzasıyla çıkan kitap Zâbit ve Kumandan adını
taşır ve “1329 [1913] senesi kış devresinde Birinci Fırka ümera ve
zâbitanına verilmiş konferansların” toplanması ve genişletilmesi ile
meydana getirilmiştir. İstanbul’da Nisan 1330’da [1914] basılmıştır. 101
7
sahifedir. Harita, kroki ve resim yoktur.
Kitabın gayesi, çeşitli derecelerdeki “Kumanda ve salâhiyet erbabının”
zafer ve galibiyet temin edebilecek surette vazife yapmaları için lüzumlu
olan ilmî hasletlerden ve meziyetlerden başka askerî karakterden
bahsetmektedir.
Nuri Conker kitabın mukaddemesinde “Önümüzde, acılıklarını
gözümüzle gördüğümüz ve kalbimizle hissettiğimiz, felâketle neticelenmiş
bir harp vardır” (s. 5) [bu baskıda s. 29] diyor. Asıl fikir olarak da sulh
zamanında harpte imiş gibi hazırlanmak icabettiğine şu cümlelerle işaret
etmektedir:
“Biz kendimizi daima hal-i harpte bilmeliyiz. Böyle bilirsek bilfiil harp
zuhur ettiği zaman hazırlık devri ile asıl icraat devri arasında çok fark
görmeyiz, şaşırmayız, kaybetmeyiz. En çok prova edilen oyunlar, sahne-i
temâşada en muvaffakiyetle verilir. Bu daha ziyade sene-i ted- risiyedeki
mesai ile hitamındaki imtihana benzer. Harp, vakt-i hazar mesaisinin bir
imtihanıdır.” (s. 10) [bu baskıda s. 32 ]
Kitap, “Maksada başlamazdan evvel” ve mukaddemeden sonra şu
fasılları içine alıyor.
1) İstihkar-ı nefs ve hiss-i fedakârî, s. 17 - 51 [36-56].
2) Zâbitanın, neferlerin celb-ı kulüp ve itimadına mazhariyetleri ve
kuvve-i mâneviyelerini takviye, s. 52 - 67 [57-66].
ı Belleten, Cilt XVIII. Sayı 72, S. 429 - 439, Ankara: 1954.
8
3) Fikr-i taarruz, s. 67 - 78 [67-73].
4) Kendiliğinden iş görme (bidat-ı zâtiye) ve mesuliyeti deruhte etmek. s. 78 - 101 [74-87],
Nuri Conker bu fasıllarda askerî kanunnameler ve çeşitli talimnamelerin maddelerini alarak üzerlerinde durmuş ve onlara dayanarak
açıklamalar yapmıştır.
Bu, Nuri Conker’in hayatında yazdığı tek eser olmakla beraber,
Atatürk’e bir kitap yazdırmaya sebep olduğu için çok değerlidir. Kitap,
açık ifadelerle yazılmış ve her mesele üzerinde hassasiyetle durulmuştur.
Atatürk’ün Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal kitabı Sofya’da 1330 [1914]
yılında yazıldığı halde “Bazı takyidattan dolayı tab'ı bugüne kadar
teehhür etmiştir” diye kaydedilmiştir. Minber matbaasında 1334’te [1918]
İstanbul’da basılan bu kitabın ilk sahifelerin- de sağ köşede M. Kemal’in
madalyon içinde bir asker resmi vardır ve imzası da “Sofya Ataşemiliteri
Erkânıharbiye Kaymakamı M. Kemal” yazılıdır. Diğer köşede
“Erkânıharbiye Binbaşısı Mehmet Nuri Bey’e” ibaresi konmuştur.
Broşür, 32 sahifedir, 6 bölüme ayrılmıştır. İçinde altı tane resim vardır.
İlkinde M. Kemal, Nuri Conker’le sakallı olarak Afrika’da Trablus Garp
muharebesindeki kıyafetleriyledir.
M. Kemal : Derne Kuvvetleri Kumandanı
M. Nuri
: Umumi Bingazi ve Havalisi Kuvvetleri Erkânıharbiye Reisi
Diğer beş resim Derne’de çekilmiş grup halindekilerdir. Atatürk
yazılarına şu cümle ile başlıyor :
“1329 senesi kışında Birinci Fırka zâbit ve arkadaşlarına verdiğin
konferansların tevhidinden vücut olan Zâbit ve Kumandan’ı, bu senenin
Mayısında okuyabildim.” (Nuri Bey’in eseri, kitabın kapağında da
kaydedildiği gibi Nisan ayında basılmıştır.) “Bu güzel ve kıymetli eserini
okumakta birkaç gün geç” kaldığını esefle kaydeden Atatürk, arkadaşının
kitabından çok duygulanmış ve onu beğenmiştir. Sıra ile satır satır, hattâ
aynen cümleler alarak izah ediyor ve kendi fikirlerini ekliyor. Fakat
bazen de tamamen kitabın muhteviyatını bırakarak Nuri Conker’le
beraber takip ettikleri manevralardaki kumandan ve zâbitlerin
durumlarını ve bilgisizliklerini acıklı bir surette tasvir ediyor. Atatürk’te
Balkan Harbi’nin acıları çok derin ve büyüktür. Doğduğu, büyüdüğü
Selânik’in düşmana hibe edildiğini Afrika’da duyduğu vakit ne kadar
9
elemli günler geçirdiğini burada hatırlatıyor. Sonra yine Nuri Conker’in
kitabına dönerek hasbıhaline devamla diyor ki: “Ne garip halet-i
ruhiyedir? Dertli insanlar muhatabının derdini dinlemekten ziyade kendi
cerihalarını açmaktan zevk alıyor. Ben de Nuri, adeta seni dinlemekte
olduğumu unutarak ne derin yaraları karıştırmaya başladım. Fakat merak
etme, işte kitabını bıraktığım noktadan takibe devam ediyorum.” (s. 11)
[bu baskıda s. 8],
Atatürk, Nuri Conker’in kitabının her bölümü üzerinde ayrı ayrı
dururken kendi fikirlerini verdiği misallerle de zenginleştirerek o kadar
güzel yazıyor ki, âdeta bu cümleler istikbalin müjdelerini içinde
barındırmaktadır. Bazı cümlelerin altları da çizilmiştir. Mesela:
“İnsanlar; ancak emelleri, fikirleri teşhis ettirilerek sevk ve idare
olunabilir’’'’ diye yazdığı cümleyi ismini vermediği bir filozofa atfetmektedir. (s. 17) [bu baskıda s. 13],
Bu ifadelerden ve kendisinin sonraları anlattığına göre şu meydana
çıkıyor ki, Atatürk Sofya’da, yeni yeni kitaplar okumakta ve onların
üzerinde durmaktadır. Mesela istikbalin devlet kurucusu ve inkılâpçısı şu
suali yazdığı zaman acaba ne düşünüyordu:
“Şimdi, bizim sevk ve idare edeceğimiz insanların emelleri fikirleri,
ruhlarında meknuz hassaları nedir? Biz, kumanda edeceğimiz insanların
hangi emellerini şahıslarımızda tecelli ve tecessüm ettirerek onların
kalplerini, onların itimatlarını kazanacak ve onlara manevî kuvvetler
ilham vesaitini tâyin edeceğiz?”
Dördüncü başlık Ruh-î Taarruz’dur. Bu kısımda Japonlardan örnek
getirerek bu fasla cevap vermiş oluyor.
Atatürk’ün en çok üzerinde durduğu bölümün İnisiyatif başlığı altındaki yazılardır.
Bu kelimenin izahı “kendiliğinden hareket ve iş görme”dir. Bölüm
başlı başına bir fikir muhassalasıdır.
Mustafa Kemal’in bu kitabının son faslı (6) Sirenayik Harbi ile ilgili
örneklerdir:
“Bizim Sirenayik’te kumanda ettiğimiz kuvvetlerin eczasında, kuvve-ı
mânevîye, fikr-i taarruz ve inisiyatif evsaflarının mevcut olduğundan
bahsedilmiştir” diyor. Fakat buna derhal cevabı Afrikalılarda bu sayılan
vasıfların fiil halinde gösterilebilmesi, Türkiye’den gidenlerin orada başa
geçmeleriyle meydana çıkabilmiştir.
10
Atatürk, bu küçük kitabında okunduğu zaman görüleceği gibi çok
meselelere temas etmiştir. Burada yeni harflerle okuyacak olanlara eski
harflerle basılmış kitabın kısa bir tasvirini yapmış oldum. [...] Fenne, ilme,
insan kudretine büyük değer veren Atatürk’ün bu kitabındaki şu cümlesi
ne kadar çok şey ifade etmektedir:
“İnsanları istediği gibi kullanan kuvvet, fikirler ve bu fikirleri teşhis ve
tamim eden kimselerdir. ”
Bu küçük kitap, XX. asrın milletçe ve dünyaca büyük adam tanıdığı
Atatürk’ün hayatının belirli bir devresinde fikrî çalışmalarını aksettirmesi
bakımından çok önemlidir.
O, okumuş, öğrenmiş ve öğretmek için de yazmıştır.
Prof. Dr. AFETİNAN
27 Mayıs 1959
[Atatürk’ün Askerliğe Dair Eserleri için yazdığı sunuş yazısından.)
11
Yazan :
Sofya Askeri Ataşesi
Kurmay Yarbay M.
Kurmay Binbaşı
Mehmet Nuri Bey’e
KEMAL
SUBAY VE KOMUTAN ile
SÖYLEŞİ
Minber Matbaası İstanbul - Babıâli 1918
12
Bu kitap 1914 yılında yazılmıştır. Bazı bağlayıcı nedenlerle basılması
bugüne kadar gecikmiştir.
M. Kemal
1
Sofya - 1914
1913 kışında Birinci Tümen subay arkadaşlarına verdiğin konferansların
bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan Subay ve Komutan'ı bu yılın ancak
Mayısında okuyabildim.
Bu güzel ve pek değerli eserini okumakta birkaç gün geç kalmış olmakla
gerçekten suçlanmayı hak ettim. Ancak eser elime geçtikten sonra da onu
birkaç defa okumaktan ve hele bazı bölümlerinin içten gelen derin, etkileyici
anlamlarını zihnime yerleştirmekten aldığım zevkin ve edindiğim yararın
değerini, aklıma getirdikleri dolayısıyla da sana teşekkür ederek, takdir
etmeyi borç bildim.
Önsözünden önceki ifadende, ‘Askeri yetenek ve karakterden, bilimsel
hasletler ve niteliklerden’ söz edeceğini; ‘subay ruhunun moralini beslemeye
hizmet edecek nokta ve durumların araştırılması ve sınanmasıyla’
uğraşacağını; ‘erlere aşılanacak manevi dersleri’ de konu edineceğini; ‘sıkı bir
otorite kurmanın’ öğrenilmesi ve korunması yöntemlerini göstereceğini
anladığım anda kitabına âşık oldum. Ve hemen sezdim ki, sen on yıllık
askerlik hayatının, içinde yoğrulduğun sıra dışı birçok olayın sana
kazandırdığı acı tatlı deneyimlerini, senin vicdanında ve zihninde tam olarak
olgunlaşan o tertemiz vatansever düşüncelerini ve duygularını; vatandan ayrı
düşmekten doğan kalp yaralarına katarak bizi ağlatmak, bizi utandırmak,
alnımıza sürülen kara lekeleri silmek gayret ve görevine davet etmek
istiyorsun.
13
Ve gerçekten de önsözündeki, “Önümüzde, acılarım gözümüzle
gördüğümüz ve kalbimizle hissettiğimiz, felaketle sonuçlanmış bir savaş
vardır” ifadesiyle düşüncelerimize ve duygularımıza bir demlenme alanı
açıyorsun.
Ben bu düşünsel keder ve vicdani hüzün ile başlangıç bölümünü takip
ederken, savaşın, “Askerlik sanatının öğrenilmesinde yardımcı olan araçların
en gelişmişi, en gerçeği” olduğunu ve Savaş Hizmetleri Yasası’nın özel bir
maddesini de tanık göstererek; çeşitli rütbelerdeki komuta sahiplerinin
iktidar ve yetkinliklerinin artmasına hizmet eden barış zamanının araç ve
fırsatları ile, bizzat savaş ve onun koşulları ile gerektirdikleri arasında
yaptığın karşılaştırmayı ve bulduğun dağlar kadar farkı onayladıktan sonra,
“Ordumuz subaylarının büyük bölümünün savaşta bulunmuş olması
dolayısıyla, bunca ateşleri kalbimizi yakmış olan bu son savaş, bize mesleki
açıdan yarar sağlamaktan geri kalmamıştır” noktasında durdum ve biraz daha
düşündüm.
Senin vardığın bu sonuçlara katılmak ya da katılmamakta, net olmayan bir
yargıya varmanın aczi içinde kaldım.
Zihnim belirsiz hükümlerle kararsızlığını gideremeden, gözlerim daha
sonraki satırlara aktı.
Bir ordunun barışta izlemesi gereken c'iddiyetli çalışma ve bu çalışmayla
pekiştirilen bilimsel birikimin, zamanı gelince, başarı sağlayacak biçimde
uygulanması için şerefli askerlik mesleğini yürütenlerin sahip olmaları
gereken manevi nitelik ve yeteneklere ait sözlerini de müthiş bir darbe takip
ediyor: “Ordumuzun son Balkan Sava- şı’ndaki kederli yenilgisi acı bir
gerçektir. Hayal kırıklığına uğranıldı.”
Evet, pek acı bir gerçektir. Fakat senin de anlattığın gibi bu uğursuz
gerçeğin bilincine varanlar da vardı. Ve bence bilincine varmamak için ya
gafil veya cahil olmak gerekirdi.
Selanik’te, 30 Haziran 1911’de kolordu komutanına sunulan resmi bir
raporun bazı noktalarını -ibret almak, geçmişteki derin uykumuzu şimdi ve
gelecekte sürdürmemek için- hep beraber bir daha gözden geçirelim:
Madde 1: ...Bundan dolayı, acemi eğilimi dönemi, bir sonuç elde edilmeden
kesilmiştir.
2: ...Denetleyeceği eğitim devresinin sonucunun ne olması ve nasıl olması
gerektiğinden haberi yoktur.
14
3: ...Tümen komutanı, birlikler karşısında aldığı seyirci duruşu ile ... orada olmamasının doğuracağından daha zararlı duygular uyandırıyor... Görevini bilmiyor.
4: Alay ve tümen komutanının eleştiri getirme ve teftişlerdeki bilgisizlikleri, subaylarda hayret, gizliden gizliye alay ve güvensizlik duyguları uyandırıyor.
5: Böyle düşünen ve bu kadar bilgiye sahip alay ve tümen komutanlarının bugünkü
askeri gelişmelere uygun olarak yetiştirilmesi zorunlu olan birlikleri yetiştiremeyecekleri
ve onlara emir ve komut veremeyecekleri; gerektiğinde yönetemeyecekleri ve
yönlendiremeyecekleri, kuşku ve duraksama kabul etmez açık gerçeklerdendir.
Bu noktadaki gerçekleri görüp de söylememek ise ordunun işlemezliğine, değersiz
kalmasına, savaşta vatanı kurtarmak için talep edilecek önemli görevleri görememesine
gönül rızası göstermektir ki; bu ihanet olarak adlandırılır.
6: Bu duruma bir an önce çare bulmaya girişmek, her namus ve vicdan sahibinin
görevidir.
Emir ve kumanda yetkisine sahip olmayanların bu konuda yapacakları, gözlem ve
araştırmalarını yürütme yetkisine sahip olanlara sunmaktır.
Uygulama gücüne ve makama sahip olan kişilerin, acıma zayıf kalpliliğine kapılarak
ordunun güçten düşmesine yardım etmeleri...
Bu raporumu sunduğum makamda, o zaman vatanım Selanik’! Yunan
ordusuna savaşmadan teslim eden kuvvetin başında bulunmuş kişiler
oturuyordu.
Raporumuzun bu makam sahibinden ordu müfettişlik makamı sahibine
kadar gittiğini işitmiştik. Fakat ne amaçla? Haddini bilmemenin bir örneğini
göstermek amacıyla...
Ordu Müfettişliği’ne de ulaşmış bir dilekçenin son satırlarını okuyalım:
“...Komutanları adlarını belirttiğim kişilerden ibaret olduktan sonra...
Orduda eğitim ve öğretimden verim beklemek de; emir-komutada, itaat ve
disiplinde iyi şeyler aramak da serapta su aramak gibidir.” Ordumuzda
Goltz’un öğrencisi olmakla ün kazananlardan çoğunun da, onun, “İyi bir ordu
kurulmasına katkısı olan çeşitli etkenlerin en etkilisi, kuşkusuz, doğrudan
başındaki yöneticinin etkisidir” sözünün bilincine varma ve ordular için
açıklanan bu düşüncenin, en küçük birlikler için de geçerli olduğu
konusundaki aymazlıkları görülüyordu.
Meşrutiyet döneminde, Osmanlı ordusunun ilk göz önüne çıktığı Edirne
manevra sahasında hayalen şöyle bir dolaşalım:
Senin ve benim; ve senin ve benim gibi birçok arkadaşın kollarımızda birer
15
beyaz bant vardı. Biz hakemdik. Bizden daha büyük hakemler de vardı.
Ne hüküm verilmişti?
Bunu söylemeden önce ne görülmüş olduğunu hatırlayalım.
Sözgelimi, Mavi Kolordu’nun sağ kanadında hareket eden bir tümen
komutanından, tümenine verdiği emrin ve tümenin bulunduğu durumun
bildirilmesi -sorma yetkisine sahip birisi tarafından- rica edildi.
Tümen komutanı, böyle bir soruya muhatap olmamış gibi, atının üzerinde
suskun ve fazlasıyla sakin ve dilsiz duruyordu.
Biraz bekledikten sonra birinci sorunun cevabından vazgeçilerek, kolordu
komutanından alınan emrin anlamı soruldu; yine cevap yok! Sebep?!..
Sebep, aldığı emrin anlamını kavrayamamıştı.
Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imzaladığı emrin neden ibaret
olduğunu bilmiyordu.
Sebep? Çünkü görünüşe rağmen, o tümene o komuta etmiyordu.
Sebep, edemezdi...
Ya böyle verilen emri anlamadan kabul eden alay komutanları? Evet, bu
merakı gidermek için tümen komutanının yanından ayrılarak, ‘Karıştıran’
yönünde yürüyen alaylara katıldım.
Bir alay komutanına, beni hareketleri hakkında aydınlatmasını rica ettim.
“Şimdi” dedi. Ceplerini karıştırdı. Ceketinin iç cebinden iki buruşuk kâğıt
çıkardı. “İşte, iki yazılı emir,” dedi, “birini gece aldım; birini sabahleyin.
Henüz ilk emrin gereklerini tamamen yerine getiremediğimiz için ikinci
emrin hükümlerini uygulamaya başlamadık...”
Bu emirleri gözden geçirdim. İkincisi, birincinin hükmünü geçersizleştiriyordu. Fakat alay komutanı hâlâ, “Önce birinciyi ve sonra İkinciyi”
diyordu.
Niçin?
Çünkü, alay komutanı, numara sırasıyla uygulamayı düşündüğü emirlerin
ne birincisini ve ne de İkincisini anlamıştı. Oysa alayı gidiyordu. Ama
nereye ve niçin?! Bunu, alay komutanının kendisi de bilmiyor; alayını
izleyen hiç kimse de bilmiyordu.
O halde, nereye gidiliyordu?
Bu gidiş, elbette felakete, utanca doğru bir gidişti...
Hareketlerini sonuna kadar izlediğim bu tümenin, gece olduğu zaman
uğradığı sefaleti, kıtalarından bazılarını kaybederek çektiği ıstırabı, ertesi
günü karşı tarafın topçu ve piyade ateşi altındaki perişanlığını tasvir etmek
16
istemiyorum.
Yalnız, açıklamak isterim ki, bu ve bunun gibi asker yığınlarının o
gidişlerinin mutlaka felakete, mezara doğru bir gidiş olacağına hükmetmek
için, pek keskin akla vurma yeteneğine sahip ve pek fazla uzak görüşlü
olmak gerekmezdi.
Biz, o zaman kararımızı vermiş, vicdanımızın sesini en yüksek perdeden
en büyük kulaklara işittirmek kararlılığında bulunmuş ve, “Bazı noktalara
dikkat çekmeyi ve bu konuda uyanık olmanın sağlanmasını vicdan görevi
sayarız” demiştik.
Ve demiştik ki, “Bir kıta ve özellikle de subaylar kurulu, yalnız iyi örnek
olacak rehberlerle yetiştirilir...”
“İnsanlarda saygı göstermenin, itaat ve boyun eğmenin kendiliğinden maddi anlamda değil, manevi anlamda üstün olanlarda- görülmesi, insan
ruhunun gereklerindendir.”
Ve demiştik ki, “Orduda yaşamanın zorluğu olan ve birçok geleneğe bağlı
olarak gelişip olgunlaşabilen askeri disiplin duygusunu, bugün Osmanlı
ordusu subayları arasında gerçek düzeyiyle görmeyi istemek, insani ruh
hallerini bilmemektir. ”
Ve rica etmiştik ki, “Bugün için girişilecek iş; kayıtsız ve hiçbir şeye göz
yummadan, nitelik ve iktidar sahibi olmak yeteneği gösterenlerden bir
Komuta ve Subay Kurulu oluşturmak olmalıdır.”
Ve açıklamıştık ki, “Ancak bilgili, iktidar sahibi, etkin, girişimci ve yetki
sahibi bir ordu müfettişinin denetimi altında bilgisiz, ordunun talim ve
eğitimindeki amaçtan habersiz kolordu ve tümen komutanları
barınamayacaklan gibi... Böylece, ancak gereken niteliklere sahip kolordu
komutanlarının kolordularında; dinlenmeye muhtaç olan ve zararlı bir
heykel halini almaktan başka orduya iyiliği olmayan tümen ve alay
komutanları, kabul görmez ve bunların tembelliklerine göz yumulmaz...”
Şiddetli gibi görülebilecek olan bu uygulamanın akla gelebilen sakıncalarının birer çaresi de gösterildikten sonra;
“Genel olarak iyi ordularla iyi komutanları birbirinden ayrılmaz şeyler
olarak görmek için vakit kaybetmeye gerek olmadığı gibi, durum da buna
izin vermez” dedik. Ve en sonunda hatırlattık ki, “Ordunun esenliğini
vicdanen düşünen namus ve ahlak sahipleri ikiyüzlülükten uzaktır. Üstün
ahlak sahibi olanlar çoğunlukla barış ve güvenlikte, gönül okşayıcı bakışları
üzerlerine çekmekten çok, bu tür şeyleri önleyecek biçimde konuşurlar.”
17
Sonra ne olduğu sizce de bilinir. Denildi ki, bu yükselen feryadın anlamı
yoktur. Bu aşırı çaba gereksizdir ve belki de bir cinnettir!...
Yok... Yok... O feryat cinnet eseri değildi; o feryat bugünkü felaketi vicdan
ve akıl gözü ile görebilmekten kaynaklanan ıstırapların tepkileriydi. Ve...
Gerçekte, bir gün Sirenayik harekâtının meydanından Balkan yangınına
koşarken...
Bir gün Afrika sahilinden beni vatanıma ulaştıracak yolların kapanmış
olduğunu görürken...
Bir gün, işittim ki, vatanım Selanik ve orada anam, kardeşim, bütün akraba
ve hısımlarım, -içyüzlerini anlattığım için vatanımdan kovulduğum kişiler
tarafından- düşmana bağışlanmıştır.
Ne garip ruh halidir. Dertli insanlar muhatabının derdini dinlemekten çok,
kendi yaralarını açmaktan zevk alıyor. Ben de Nuri; âdeta seni dinlemekte
olduğumu unutarak ne derin yaraları karıştırmaya başladım. Fakat merak
etme, işte kitabını bıraktığım noktadan okumaya devam ediyorum...
“Savaşta bütün işleri, sadece direnişin ve kahramanlığın göreceği fikri
anlaşılmasın” demeyi gereksiz görüyorsun!
Ben, bunu demeyi bizim için gerekli görüyorum. Birlikte tanığı olduğumuz
bir iki manzarayı burada sana hatırlatacak olursam, senin gereksizlikgereklilik sorununu aşarak, bunu yerine getirilmesi gereken yüce bir emir
olarak kabul edeceğinden şüphe etmem.
Sözgelimi; senin yaralandığın bir muharebede, sağ kanat alaylarından
birinin cesur komutanı, düşman topçu ateşi altına girdiği sınırdan, Doğan
Arslan sırtlarında, düşman piyadesinin yoğunlaşan ateşi altında, alayının geri
dönüp kendisini yalnız bıraktığı noktaya kadar daima kılıcı elinde ve kendisi,
avcı hattının önünde bulunmuştu. Bu cesaretin hayranıyım; fakat ne yazık ki
bu cesaret ve kahramanlık, alayın zafere ulaşmasını sağlayamadığı gibi
dağılmasına da engel olamadı.
Ortaya çıkan bu tavır ve hareketlere karşılık, alay topçu ateşi altında,
amaca ve araziye uyumlu olarak açılsa ve daha sonra yayılsay- dı... Ve
ardından kendisine ayrılan cephede taarruz ve hücum edebilse; komşu
kıtalarla bağlantı sevk ve idare edilerek korunsaydı... Ve bunun için elde
kılıç yerine dürbün bulundurulsaydı... Ve gene avcı hattının önünde değil,
alay ihtiyatının yakınında durumu görecek ve ona hâkim olunacak noktada
bulunulsaydı... Ve ancak halin, vaziyetin, sanatın bütün gerekleri ve
önlemleri yerine getirildiğinde sükûnet ve dayanıklılık korunduğu halde
18
aniden beliren uğursuz bir nedenden dolayı alayının yüzgeri ettiğini gördüğü
anda, kılıcını çekip, atını dörtnala sürüp düşmanın şarapnellerini,
mermilerini hiçe sayarak, geri dönen avcı hatlarını çiğneseydi... Ve bu
suretle alayını durdurup tekrar düşmana yöneltseydi... İşte o zaman, bir alay
komutanına yaraşan cesarete yüce bir örnek gösterilmiş ve Osmanlı tarihinin
kahramanlığa dair bölümünde altın bir sayfa yaratılmış olurdu.
İşte böyle bir cesaretin kurbanı olan alay komutanının adına heykel
dikmeye Cenab-ı Peygamber de razı ve ümmeti tarafından “Hel yestevi'llezine ya'lemûne ve'llezine tâ ya'lemûn” [hiç bilenle bilmeyen bir olur
mu?] kavramına fiili bir iman gösterilmiş olmasından, ruhen hoşlanırdı.
Sen “Mertliğe yakışır seçkin huylar ve fedakâr bir ahlak anlayışıyla
taçlanmayacak olan bilimsel birikimin dahi başlı başına amaca ulaşmayı”
sağlayamayacağını iddia ediyorsun. Bu iddianda ne kadar haklısın...
Hatta, ben, senin önermeni tersine çevirerek iddia ederim ki:
Asıl olan mertlik ve özveridir!
Bunlar, yani karakter, bilimsel ve teknik birikim ile desteklenmese bile
büyüklük kaynağıdır. Ancak her zaman emin, ideal sonuçlar vermez.
Talimnamelerin, “Savaşın subaydan istediği ruhsal ve bilimsel yetkinlik
ile nitelikleri” verecek olan kısımlarının ve maddelerinin okullarımızda,
layık oldukları önem derecesinde iyi öğretilmemiş ve aşıla- namamış
oldukları hakkındaki ifadelerine aynen katılırım. Ve fakat, senin burada son
bulan önsözünü, ona birkaç satır daha ekleyerek biraz uzattıktan sonra o
kanıtlarla pek iyi pekiştirilmiş olan kendini hiçe sayma zeminini yoklayıp
inceleyeceğim.
Gerçekte Harbiye’deki öğrenim derecesi subaylığın asli görevlerini
subayın ruhuna sokacak derecede etkili değildi. Fakat, okul sıralarında, bu
konuda daha ciddi ve daha yaygın bir eğitim öğretim devri geçirilmiş olsaydı
dahi, istenilenin yine elde edilememiş olacağı inancındayım.
Çünkü bence, ilerlemeyi sağlayacak asıl okul, birliklerdir.
Bence askerlik sanatını asıl öğrenip uygulayacak gerçek öğretmen ve
eğitmenler, birbirinden yüksek olan komutanlardır.
Çünkü bence, Harp Okulu’ndan alınan diploma genç teğmenin, bölük
komutanı olan subayın eğitimi altına girebileceğim gösteren bir kanıttır.
Genç teğmen, sanatının asıl ruhunu, bağlandığı bölüğün erleri önünde,
bölüğün babası olan yüzbaşı ve daha büyük üstleri tarafından, iş başında
bulunarak öğrenecektir. Önce komutan olacaktır, bir takıma!... Ve sonra
19
komutan olmaya hazırlanacaktır, bir bölüğe! Ve işte böyle öğrenecek ve
sonra öğretecektir...
Ordu denen uygulamalı okulun, ancak böylelikle, makamına layık bölük
komutanları, makamına layık tabur, alay vs. komutanları yetiştirmesi
sayesinde; milletin evlatları bir sürü gibi değil, şanlı, şerefli insanlar olarak
şan ve şerefe yönlendirilebilir.
Buradaki eski bir anımı hatırlatayım: Seyahat için İzmir’den bindiğim
vapur Girit’ten geçerek Katanya’ya gidiyordu.
Girit’te, -orada bulunan Avrupalı kıtalardan birine bağlı- bir teğmen bindi.
Bununla tanıştık, ahbaplık kurduk.
Bir gün sonra -tekrar Girit’e dönecek olan bu teğmenle- Katan- ya’nın bir
gazinosunda buluştuğumuz zaman o, bana orada edinebildiği yeni bir takım
askeri eserleri gösterirken diyordu ki, “Yüzbaşım, son zamanlarda yeni çıkan
askeri eserleri izlemekte beni biraz ihmalkâr gördüğü için, adeta bana
kızmıştı. Mutlu bir tesadüfle, burada edindiğim bu kitapları ve benim onları
okuyacağımı göreceği zaman, kuşkusuz memnun olacak ve bana karşı bu
yüzden doğan kızgınlığı ortadan kalkacaktır.”
Bu teğmenin üstü olan yüzbaşının, subaylarını yetiştirmekte nasıl bir
bölük komutanı olduğu, bu teğmenin gözlerinden pekâlâ okunuyordu.
20
2
Kendini hiçe sayma ve özveri duygusu bölümünde, talimnamelerin derin
anlamlı maddeleri üzerine o yaralı bacağını uzatıp çıkıyor, oradan sözünün
bütün gücüyle hitap ederek diyorsun ki, “Subaylık demek, kendini ve canını
feda etmeyi kesinlikle göze almış olmak demektir.”
“Bir subay, askerlik sanatı adına, hayatına ve varlığına hiç önem
vermeyecektir.”
Subay, “Hayat ve rahatın hiç düşünülmemesi gerektiğinde” rahatını ve
hayatını feda etmeyi şeref bilecektir.
“Namusun gereği” budur.
Ben bu sözlerin zihinlerde ve vicdanlarda yaratacağı derin yankıların
ahengini bozmaktan korkarak, hiçbir söz söylemeksizin onları yalnız büyük bir
huşu ile dinlemiş olmakla yetineceğim.
Çatışmada her atılan kurşunun isabet etmeyeceği hakkında verdiğin güven
doğrultusunda, “Çatışmada yağan kurşun yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri,
ürkenlerden daha az ıslatır” diyeceğim. Ve gerçekte böyle olmasaydı,
Trablusgarp Savaşı’na katılmış bütün arkadaşlarımızın mutlaka Trablus’ta,
Humus’ta, Bingazi’de, Derne’de, Tobruk’ta İtalyan istihkâmları karşısında bugün
kemiklerinin bile kalmamış olmaları gerekirdi. Oysa, o kahraman arkadaşlar,
Balkan Savaşı’nın son devrelerinde de olsa, varlıklarını kanıtlayarak imkân
çerçevesinde kalan ölçüde namusun ve şerefin gereklerini yerine getirmişlerdir.
Kitabının 24. [bu baskıda 36.] sayfasında üstü kapalı olarak sorduğun, “Subay
nedir?” sorusuna, Piyade Talimnamesi maddelerinden birinin verdiği “Subay,
emrindeki erler için en iyi örnektir” cevabının üstünde duran senin, “Subay
komuta ettiği insanların kendi bilgi ve yetkinliğinden yararlanması için,
emrindekilerin dayanıklılık ve yiğitliklerinin bileşkesinden fazla dayanıklılık ve
yiğitliğe sahip olmalıdır” sözünü her subay pek büyük dikkat ve ciddiyetle
okumalı ve onun anlamını belleğine kazımalıdır. Ve bilinmelidir ki, bir milletin
evlatlarının önüne geçip onları ateşe göndermek hak ve yetkisine ancak, -o
21
dediğin- dayamklılık ve cesaretten elde ettiklerini ruhunda bulmuş olan subaylar sahiptir.
22
3
Subay ve Komutan’m ikinci bölümü çok önemlidir. Subay kalp, güven
kazanacak ve arkasına alacağı insanlara moral desteği vere- | cek...
Bu bölümün başından sonuna kadar olan birçok güzel sözleri dinledikten sonra:
“Askerlik, işlerin çekip çevrilmesi değil, insanların yönlendirilmesi ve
yönetilmesi sanatıdır” tanımına geri dönüyorum ve “İnsanlar ! nasıl
yönlendirilir?” diye bir daha kendi kendime soruyorum.
Bu soruya senin açıkladığın cevapları hatırlarken, sanki bir filozofun şu
sözlerini de işitir gibi oluyorum:
İnsanlar ancak, emelleriyle düşüncelerinin ne olduğunun onlara anlatılmasıyla
yönlendirilebilir ve yönetilebilir.
Musa, Mısırlıların kamçılan altında inleyen Yahudilerin, bu baskı ve esaretten
kurtulmaktan başka bir şey olmayan eğilimlerinin ortaya çıkmasına aracı oldu.
İsa, zamanının sonu gelmez sefaletlerini anlayarak ve genel ıstırap- ! 1ar
devrinde dünyada yerleşmeye başlamış olan şefkat gösterme gereğini, din
halinde yorumlayıp anlatmak yolunu bildi.
Napoleon, Avrupa içinde dolaştırdığı milletin, özelliklerinden olan | askerliğin
şanı ülküsünü somutlaştırdı ve kişiliğe büründürdü.
Kısacası, insanları istediği gibi kullanan kuvvet; düşünceler ve bu düşünceleri
onlara anlatıp tanıtan ve toplumun geneline yayan kimselerdir. Düşüncenin
özelliği de hiçbir karşı çıkışın bozamayacağı
I mutlak bir biçimde kendi kendini kabul ettirmektir. Bu ise, düşünce- ■ nin
yavaş yavaş duygularla bütünleşerek inanca dönüşmesiyle müm- I kündür. Ve
böyle olduktan sonradır ki, onu sarsmak için bütün diğer I mantık ve akla vurma
yöntemlerinin hükmü olamaz.
Şimdi, bizim yönlendireceğimiz ve yöneteceğimiz insanların emel- I leri,
düşünceleri, ruhlarında saklı özellikleri nelerdir? Biz komuta I edeceğimiz
insanların hangi emellerini kendimizde ortaya çıkarıp so- I mutlaştırarak onların
kalplerini, onların güvenini kazanacağız? Ve I onlara moral güç kazandırmak için
23
esin kaynağı olacak [hangi] araç- I lan belirleyeceğiz?
Ve insanlardaki, ancak hayal edilen amacın ve idealin bir araya gel- I diği
gözle görünmez özelliklere, görünür araçlarla mı hitap edeceğiz?
Herhalde askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görev ol- I duğu
gibi; öncelikle onlarda bir ruh, bir emel, bir kişilik yaratmak da I Allah’tan ve
Medine-i Münevvere’de yatan Cenabı Peygamber’den I sonra bize düşüyor.
Kuşku yok ki, bizim milletimizin kişiliği de bütün kişilikler gibi I
yükselmeye, istenilen biçime dönüşmeye uygundur. Fakat kendisi ol- I mak
koşuluyla!...
Eğer bizim kişiliğimize dışardan, bizim kişiliğimizden başka kişi- I
tiklerdeki etkenler tarafından bir biçim verilmek istenirse, bundan bi- I linen ve
belirli hiçbir biçim, hiçbir sonuç çıkamaz!..
24
4. Taarruz Ruhu
Ordunun görevi, vatanı çiğnemek isteyen düşmana karşı ayağa kalkmaktır.
Bu kalkış, elbette yerinde durmak için değil, düşmana atılmak için olursa
kalkılmış olduğuna değer.
Subay ve Komutan'm üçüncü bölümü bu konunun temel ilkelerini nasıl
gösteriyor...
Başarı için en emin aracın taarruz olduğunu anlamakta ısrar olunmaz;
ancak taarruz ordusu kuracak milletin, Japonların kyugeki zay- şin
dedikleri taarruz ruhuna sahip olması gerektir.
Bu taarruz ruhu, 1904 yılında,
Bin keder, bin üzüntü; fakat her şeye rağmen ileri!
Başka hiçbir şey düşünmek lazım değil
Cesedimi savaş meydanında gözlef önüne sermek
İşte bu, Cenabıhakk’ın emeli!
şarkısını söyleyerek Kazumaro gemisiyle savaşa giden Albay Kujima’larda;
Bu taarruz ruhu, Sasebo limanından savaşa çıkarken ailesine, “Bu andan
itibaren benden haber beklemeyin! Görevimden başka bir şeyle
ilgilenmeyeceğimden sizden de haber istemem!” diye yazan Amiral
Togo’larda;
Bu taarruz ruhu, Nanşan Muharebesi’nde oğlunun göğsünden vurulduğu
haberi üzerine, ailesine, “Oğlumun külleri Tokyo’ya getirildiği zaman
hemen gömülmesin! Yakında ben ve küçük oğlum da hayatı terk
edeceğimizden, o zaman üçümüzü birden gömersiniz! ” emrim veren
General Nogi’lerde;
Ve bunları izleyenlerin hepsinde bütün aydınlığı, bereketiyle var olduğu
içindir ki, narin Japonlar iri yapılı Ruslara meydan okudular.
25
5. İnisiyatif
Nuri; taarruz ruhu’ndan sonra kitabın son bulacaktır sanıyordum. Derhal
inisiyatifin önüme çıktı ve dedi ki:
“Muharebede zafere ulaşmak ve galibiyet, en küçüğe kadar bütün rütbe
sahiplerinin, bizzat düşünce üreterek durumun gereğine göre kendi
kendine önlemler almaya alışmış olmalarına bağlıdır.”
Gerçekten; eğitim yönetmeliklerimiz, yasalarımız gözden geçirildikçe
askerlik sanatının asıl kuralları, yasaları ve yöntemleri okunur ve
bellenir...
Fakat bu bilgilerin insanı usta asker yaptığı, yapabileceği sonucuna
varmak, elbette aymazlık olur.
Hatta, bu yöntem ve kuralların uygulanmasıyla az çok uğraşmış olmak,
bir ordu için kurtuluş yolu olmaz!
Herhangi bir birliğin küçük bir manevrasını izleyelim. Ve kabul edelim ki
bu birliğin en büyük komutanından erine kadar herkes talimnamelerde
belirtilen ve bildirilen yöntem ve kuralları biliyor ve bu manevra ilk
tatbikatları da değildir.
Sözgelimi, o birliğin komutanı güzel bir yürüyüş emri veriyor. Uç
komutam, teğmene kadar bütün ast komutanlar kurallara uygun
emirlerini veriyorlar ve yürüyüş kolu harekete geçiyor...
Düşmanla temas olduğunda da; aynı şekilde birlik komutanının verdiği
açılma ve sonra yayılma emri, rütbelerine göre sırasıyla üstten asta
tekrarlanarak en küçük birime kadar birliğin, yapacağı iş kararlaştırıyor.
Harekatı son aşamasına kadar iyi yönetilmiş görüyoruz.
0 halde, bu kıtanın muharebede görevini yerine getirebileceği ve urda
zafer sağlayabileceği yargısına varabilecek miyiz?
Bu yargıya varmakta biraz temkinli olmak gerekir. Çünkü bu klanın
muharebede karşılaşacağı durumlar ve koşullar, hep bu gördüğümüz gibi
olmayacaktır.
26
O halde, ne kadar durumla karşılaşmak ihtimali varsa, hepsini anlatalım
ve uygulayalım! Çok güzel, bunu yapmaktan geri durmayalım, fakat,
“Savaşta öyle durumlar ortaya çıkar ki, söz konusu durumlar lakkmda
genel bir öneride bulunmak bile mümkün değildir.”
Talimnamelerimizin bu gibi olağanüstü durumlar için öğüt ver- inesi bir
yana; talimnameler, asıl olarak içerdiği kurallar ve düzenle- inelerle, ancak
savaşta genellikle karşılaşılan basit taktik durumları Kapsayabilir.
Oysa komutanlar her durum ve andaki konuma karşı gereken önlemleri
duraksamadan ve hızla almak zorundadırlar.
Olağanüstü ve ansızın ortaya çıkan durumlara ilk temas eden, bir birliğin
en büyük komutanı değildir.
Büyük küçük her birliğin içinde, her subay ve her astsubay ve hatta her
er, nasıl hareket edeceğine dair, üstünden hiçbir emir ve hiçbir fikir
almadığı durumlar karşısında kalabilir.
İşte bu nedenledir ki, gerek komutanların ve gerek erlerin, bizzat düşünce
üreterek kendiliklerinden iş görebilecek nitelikte yetiştirilmiş olduklarına
ikna olmadan; bir askeri birliğin, bir ordunun güvenilir ve destek verebilir
bir güç olarak tanınması gaflettir, felakettir.
Bir kuvveti oluşturan insanlar, genel hayatları, düşünceleri, hareket
serbestlikleri ezilmemiş sağlıklı, neşeli erlerden ve subaylardan joluşursa;
böyle bir askeri birlikte düşünce üreterek “kendiliğinden iş görme” özelliği
fazlasıyla ortaya çıkar.
İtalya Muharebesi’nde Derne kuvvetlerine komuta ettiğimiz sürece, her
gün bu gerçeği kanıtlayacak birçok örnek gördük.
Gerçekte Derne kuvvetlerini oluşturan Bedeviler, yukarıda nitelendirdiğim türden insanlar oldukları gibi, onların başlarına geçen subaylar
da -her şeye rağmen- düşüncelerini, hareket serbestliklerini ez- lirmemiş
gençlerdi.
İtalyanların şu veya bu yönde bir hareketleri, bir çıkışları haber ılınır
alınmaz, emir beklemeksizin her savaşçı tüfeğini kaparak toplanma yerine
koşar ve orada, emir verilmesi gecikirse yine kendiliğinden düşman
yönünde yola koyulur ve bu hareketini şöyle bir akıl yürütmeye
dayandırır:
Madem ki düşmanın bir hareketi sezilmiştir, çatışma ihtimali var
demektir. Savaşmak için düşmanı ordugâhımızda beklemek olmaz; onu
uzakta karşılamak daha doğrudur. Düşman az ise yetişebilenlerimiz onu
27
durdurur veya püskürtür. Çok ise bütün savaşçılar yetişince- ye kadar
düşmana ateş ederek onu oyalar ve gerekirse biraz geriye çekiliriz. Fakat
ileri gitmek, beklemekten iyidir. Hiçbir şey yapamazsak düşmanı görür,
kuvvetini anlar, merak etmekten kurtuluruz.
Bunların her biri, ileri veya geri harekette nereden ve nasıl gitmek,
nerede ve nasıl durup ateşe başlamak gerektiğini emir beklemeksizin
kendiliklerinden belirleyip uygularlar. Yeter ki onlara genel yön ve düşünceler, doğru olarak gösterilmiş olsun...
Denilebilir ki -başka yerlerde olduğu gibi- Derne’de de bir yıl İtalyanları
yenen
ve
Derne’nin
üç
kilometre
çevresi
üzerinde
kurdukları
tahkimatlarda onları hapseden güç, Osmanlı kuvvetini oluşturanların
kendiliğinden, İtalya ordusunu oluşturanlardan daha olgun, gelişkin
olmasındadır. Yoksa sayı, top, tüfek, savaş malzemesi ve tekniğin verdiği
üstünlükler dikkate alınırsa, Ortaçağdan kalma bir örnek olan Derne’deki
küçük birliğin, son yüzyıldaki bütün ilerlemelerin sonuçlarından payını
almış olan bir ordunun karşısında bir gün bile durmaması gerektiğini
kabul etmek gerekirdi.
Görülüyor ki, eldeki araç Ortaçağ’dan kalma olsa da; bunu oluşturan
bireyler, görülecek iş için adım başında bir emre, bir uyarıya ihtiyaç
göstermeden kendiliğinden hareket etme olgunluğuna ulaşmış bulunursa,
karşısmdaki bu özellikten yoksun kaldıkça -ilerlemeler dünyasının en
büyük kazanımlarına sahip olsa bile- zafere ulaşamaz!...
Tarih bile diyor ki, ordular, hemen hepsi gönüllü olan sağlam yapılı ve
yetenekli askerlerden oluştuğu zamanlarda, yani eski askerlik yönteminin
geçerli olduğu dönemlerde, ordularda inisiyatif o derece belirgindi ki;
üstler bu özelliğin yokluğundan değil, tersine aşırılığından kaygılanırlardı.
işin doğrusu, bir orduyu oluşturan bireylerin her birinin bizzat her işi
düşünmekte ve kendiliğinden yapıvermekte aşırıya kaçarsa,
28
gerçekten endişeye değer. Çünkü kendiliğinden görülen işler olumlu
olduğu sürece, ne kadar istenir ve beğeniyi hak ederse, amaca uymadığı
durumda da o ölçüde kınanmayı hak eder.
Oysa her hareketin amaca uygunluğu, her türlü durum ve koşullar
içinde amacı açık şekilde görebilmesine bağlıdır ki; bu konuda kolordulara, tümenlere komuta edenlerle bir tabur, bir bölük kadrosu içinde
ve avcı hattı içinde bulunup görüş alanı dar olanların yargılarında ve
kavrayışlarında elbette fark olması gerekir.
Bu nedenle, talimname kendiliğinden harekete bazı sınırlar çizer ve der
ki, “Astların hareket özgürlükleri gelişigüzel eylem halini almamalıdır.
Savaşta büyük başarıların esaslarının birincisi olan bağımsız hareket,
gereken sınırlar içinde olanıdır. ”
Kendiliğinden hareket özelliği ile kendilerine komutanlık etmiş olanları
memnun eden ve düşmanlarını pek ümitsiz düşüren Bedevi savaşçıları da
bu konuda aşırıya kaçtıkça, sonuçlar olumsuz olmuştur.
Her hareketin iyisini ve kötüsünü takdir için, bizzat düşünmeyi ve akla
vurmayı; vardığı sonucu ancak uygun bulduğunda iş görmeyi alışkanlık
edinmek, çoğunlukla kötü olmayabilir. Ancak orduda daha üst makama
yükselenlerin o makam için yaşı, deneyimi ve rütbesi henüz uygun
olmayanlardan genellikle daha geniş, kapsamlı ve bilgili kavrayışa sahip
bulunmaları kabul edilmesi gerektiğinden; astın, üstün emrettiği konuları özüne akıl erdiremese de- uygulamaya zorunlu tutulması, ordunun
disiplin ruhunun asıl gereklerindendir.
İnisiyatifin sınırını bilmeme noktasına varılmış bir orduda herkes kendi
başına buyruk olur. Üst, ast yoktur. O nedenle [emre] itaat ve disiplin bile
sağlanamaz.
Son yüzyılın ordularım oluşturan askerler, eskiden olduğu gibi hemen
hepsi gönüllü askerlik hizmetine girmiş kişilerden olmayıp milletin bütün
bireyleri, askerlik hizmetiyle yükümlüdür. Arzusu olan da, olmayan da
vatani görevini yerine getirmekle yükümlü tutulmuştur ve tutulmalıdır.
Bu yolda kurulmuş günümüz ordularında, eski zamanın ordularında
olduğu gibi, üstler aşırı derecedeki inisiyatifi ılımlı bir noktaya indirmek,
onu
disiplin
ve
yönetim
altında
bulundurmak
düşüncelerinden
kurtulmuştur. Çünkü bugünkü ordularda barış zamanında uzun yıllardır
uygulanan şiddetli disiplin bir çoklarında kendiliğinden hareket etme
yeteneğini boğuyor. Bu nedenle bugünkü üstler, astlarda inisiyatif
29
uyandırmak için, onları uyarmak, özellikle de savaşta şevk ve arzu
uyandırmak zorundadırlar.
Daha düne kadar Osmanlı ordusunun komutanlarında, subaylarında,
erlerinde inisiyatife karşılık düşünce tembelliği görülürdü.
Bilinmektedir ki, bir orduyu oluşturan neredeyse her birey, yaşayan bir
makinanın canlı organları, parçalarıdır. Bu makineyi işleten; her organını,
her parçasını harekete getiren araç; buharla çalışan motorlar değildir.
Orduya hareket veren araç, ordu makinesini oluşturan canlı organların
zihinlerindeki güç ve kanlarındaki ruhtur. Bu zihinlerde ve bu kanlarda
gereken kuvvet ve akım hızı bulunmazsa makine durur ve başka hiçbir
güç onu işletemez.
Böyle bir makinenin çalıştırılması için herhangi bir ya da birkaç
makinistin sanat ustalığı da yeterli olmaz ve bunun yerini tutamaz. Çünkü
bu uyuşuk zihinlerden ve durgun kanlardan oluşmuş yığınlar, taş, demir
ve odun yığınlarından daha eylemsiz ve daha ağırdır.
Taş ve odun yığınları, balya haline konarak küçük bir kaldıraç
yardımıyla kolayca harekete geçirilebilir. Fakat o bütünü oluşturan
büyüklü küçüklü birlik balyaları halinde bulunan durağan kafalı insan
yığınlarının yönlendirilmesi ve hareketlenmesi için gereken gücün,
kaldıracın düşünce ve ruh varlığında kendini göstermesi beklenir. Ve
uygulama noktası zihinde, yürekte aranır...
Görülüyor ki, bir yığına ordu demek için, o yığının belirli biçimlerinden
birinde bölümlere ayrılması ve başında bir ya da birkaç harekete
geçiricinin bulunması yeterli değildir.
Orduda bütün emir sahiplerinin, [kendilerini] orduya komuta eden
kişilere etkin ve fedakâr birer yardımcı kılan bir inisiyatifin bütün
alışkanlıklarını kazanmaları gerekir. Bunun için başvurulacak araçların
aranması gereği, yönlendiği amacın önemiyle kendini göstermektedir.
Gerçi genellikle inisiyatifin gereğini ve yararlarını talimnamelerimizin
ilgili maddelerinde okuyor ve teorik olarak bunların yararları hakkında
pek
çok
övgülerde
bulunuyoruz.
Ancak,
itiraf
olunmalıdır
ki,
kendiliğinden hareket ve iş görmenin yayılmasını genellikle yararlı bir
şekle sokarak onun bir özel görev halinde tanınması için alınması gereken
biçim hakkında Osmanlı ordusunda düşünce üretilmemiş ve bir karara
varılmamıştı.
Oysa komutan, subay, er yetiştirmekte izlenecek esasların, uygulanacak
30
eğitim yöntemlerinin, yapılacak eğitimlerin amacını, kendiliğinden iş
görme özelliğinin oluşmasına yöneltmekte kuşkuya ve duraksamaya yer
yoktur.
31
6
Bizim, Sirenayik’te komuta ettiğimiz kuvvetleri oluşturan unsurlar arasında
moral güç, taarruz kavramı ve inisiyatif niteliklerinin var olduğundan söz
edilmiştir.
Ancak, bu noktada bütün açıklığıyla canlandırılması gereken tek bir gerçek
vardır ki, o da sıcakkanlı Afrika evlatlarında o saydığımız savaşçı niteliklerin
eylem halinde kendilerini göstermeleri, bir takım ateşli ruhların Afrika
göklerinde uçmasıyla başlar.
Aşağıdaki birkaç satırı, Derne ordugâhına ve Kasr-ı Harun, Rabat, Seyit
Abdullah sırtlarına bir yıllık hayatımızı birlikte bağladığımız arkadaşlarıma
ithaf ediyorum.
Subay ve Komutan'm söz ettiği çeşitli konuları ve özellikle hayatı hiçe
sayma, taarruz kavramı ve kendiliğinden hareket gibi yüksek askerlik
niteliklerini okurken ve bunlar için zihnimde somut örnekler ararken Derne
kuvvetleri savaş düzenini şöyle gözümün önünden geçiyordum:
Doğu kolu, Ber-Asa kolu, Dersa kolu, Hase kolu, Ubeydat kolu, Ailet-i
Mensur kolu, Birinci Tabur, İkinci Tabur, Topçu Taburu, makineli tüfek
bölükleri, Timiskit, Suse Müfrezeleri.
Ve bunların başlarında Hacı Emin’ler, Ali’ler, Mümtaz’lar, İsmail Hakkı’lar,
Halim’ler, Şevket’ler, Nurettin’ler, Rüsuhi’ler, Fehmi’ler, Ahmet Hamdi’ler,
Hüseyin’ler, Saffet’ler, Reşit’ler, Eşref’ler, Fuat’lar ve bunların arkadaşları.
Bingazi kuvvetlerinin genel savaş düzenine bakmak istersek, bu
yazılarımız, bütün bu kahramanları taşıyacak çapa ulaşmakta yetersiz kalır.
Şimdi notlarıma bakıyorum ve orada, bu saydığım imzalar üstünde
çeşitli tarihlerde ve savaşın çeşitli dönemlerinde okunmuş, askerlik ruhuna
huzur “katan ve bütün askerler için örnek anılmaya yaraşır olayları içeren
yüzlerce rapor, not buluyorum.
Bunlardan bazılarının bazı cümlelerini o, değerli asker arkadaşların
saygıyla ve yüceltilerek anılmasına vesile olmak üzere aynen aktarıyorum.
32
Muhayyile zaviyesi Bedevileriyle dün gece ileri karakoldaydım.
Bugün, gün doğumuyla beraber Seyit Abdullah yönünden çıkmak isteyen bir
düşman kuvvetine taarruz ettim. Çıkamadılar, iki kişimiz yaralandı. Önem verilecek bir
şey yoktur.
Düşman saat dörtte batı tarafına bir tabur, doğu tarafına bir bölük çıkardı. Yanımdaki ileri karakol kuvveti ile hemen düşmanın taburuna taarruz etmek üzere
yürüdüm. Bunun üzerine düşman taburu geriye, tahkimatlara çekildi; doğudaki
bölüğün de avcı siperlerine döndüğünü gördüm.
Saat 11'de Kireçocağı sırtlarına ilerlemiş olan düşman üzerine Doğu Bedevileri,
Koruma Bölüğü ve Birinci Tabur’dan yanımda bulunan kuvvetle taarruz ettim.
Düşmanın asıl istihkâm hattından beş yüz metre ileride yaptığı avcı siperlerindeki
kuvvetine taarruz ettim. Düşmanı asıl hatlarına kadar izledim.
Tahkimatın önündeki tel örgülerini ve büyük kazıkları söküp attım. Gözetleme kulesi
gündüz rüzgârdan yıkıldığı için onu tahrip etmek nasip olmadı -bu özellikle
emredilmişti. Bununla beraber diğer gözetleme yerleriyle topçu mevzilerinin ve avcı
siperlerinin bir kısmını yıktım.
Düşman bütün gücüyle ilerliyor. Ben, siz gelinceye kadar düşmanı durdurmak için
taarruz ediyorum.
Düşman, dün akşam işgal ettiği sırtlarda tahkimat kurmakla meşgul olmaktadır.
Topçusu yol üzerindedir. Batı tahkimatının önünde üç düşman taburu Timis- kit'e
doğru ilerlemektedir. Ben Vâdi-i Bû Misafir tarafındayım. Taarruza geçmek için
emrinizi bekliyorum.
Makineli tüfeğin ilerisinde, dar geçit yol üzerinde düşmanı kovaladık.
Hacı Emin, Kasım, Saffet efendilerle yeterli sayıda muhafızla bulunuyoruz.
Şimdi makineli tüfeği de ilerletmek üzere geldim. Onlar da ilerliyorlar. Cemil
Efendi’ye emirlerinizi bildirdim. Tekrar görevimizin başına gidiyorum. Birliğimiz, her
kabileden oluşmuştur.
Emirleriniz üzerine dokuz erle batı tahkimatının sekiz yüz metre karşısına geldim.
Teğmen Osman Bey de üç erle Seyit Abdullah tarafından bize doğru geliyor.
Yüzbaşı Hacı Emin Efendi’nin de vadi tarafından taarruz etmek üzere ilerlemekte
olduğunu görüyorum.
Askerî,
Rüsuhi,
Nurettin,
Ethem
yaralandılar.
Fakat
diğer
arkadaşlar
henüz
yaralanmadılar!.. Düşmanı izlemeye devam ediyorlar.
Topun birinin nişangâh yuvası bozulduğundan atış yapması mümkün değil. Birinin de
kama sürgüsü kırılmıştır, elle dolduruluyor. (Zaten iki tane top vardı). Eğer mutlaka gerekir
ise bununla ateşe devam edebilirim.
33
Doğu kuvvetleri ile batı ileri karakol mevzisine geldim. Ne tarafa taarruz edeyim?
Vâdi-i Bû Misafirden ilerleyen düşman, boyun noktasını ele geçirerek geri çekilme
hattımızı kesmek isteyince, Teğmen Kasım Efendi komutasında bulunan yetmiş kişilik Ailet-i
Mensur ve Şellavi savaşçılarını da alıp taarruz ettim. Saat on buçukta düşmanın iki taburu
ile çarpıştık. Düşman geri çekilmeye mecbur edilmiştir.
Yüz kişi kadar savaşçı ve muhafız askeriyle düşmanın Eritre taburuna taarruz ettim. Beş
yüz metreye kadar yaklaştım. Tahkimatlardan üzerimize ateş açıldı.
Sağ kolumdan kurşunla yaralandım. Çok kan kaybediyorsam da askerin moralini
bozmamak için savaş hattından çekilmeyeceğim. Ölürsem, yanımda Remzi Efendi vardır. O
benim de birliğimi idare eder.
34
ZABİT VE KUMANDAN
Nuri Conker
35
Sunuş
Bazı kitaplar vardır: zamanında dikkati çekmemiş, büyük bir okuyucu
topluluğu bulamamış; fakat hem o günlerin önemli olaylarım ve bu olayların
çağdaşlar üzerindeki tesirlerini tarihe bırakmış, hem de ileride tarihî kıymet
kazanacak büyük bir şahsiyete yeni ilhamlar verebilmiş, onun ruhunda
gizlenip birikmiş fikir ve hislerin meydana çıkmasına vesile olmuştur. İşte
rahmetli Nuri Conker’in Zabit ve Kumandan isimli küçük kitabı, bu
bahtiyarlığa eren eserlerdendir. [...]
Okuyucularımız, Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal’ı inceledikleri zaman,
pek tabii olarak, Nuri Conker’in kitabını görmek istiyecekler- dir. Nitekim,
yine bu seri içinde sayın dostum Ruşen Eşref Ünaydın’ın (önsözü ve
günümüz Türkçesine çevrilmiş metnile birinci ve ikinci baskısı yapıldığı
zaman bu arzu, her taraftan açıklanmıştı. Çünki Atatürk, bu eserini, Nuri
Bey’in kitabına bir cevap olarak kaleme almıştır.
Kitabın tahliline geçmeden, Nuri Conker hakkında bilgi vermek yerinde
olur:
I Mehmet Nuri Conker, 30 Eylül 1881 tarihinde Selânik’te doğdu. Babası
Hoca Osman Efendi, annesi Zehra Hanım’dır. Selanik Askerî Rüştiyesi’nden
sonra Manastır Askerî İdadisi’ni bitirdi. 1902 senesinde İstanbul Harbiye
Mektebini ikmâl ile [tamamlayarak] piyade mü- zımevveli [asteğmeni]
olarak yirmibir yaşında kılıç taktı. Harp Akademisinde üç sene okuduktan
sonra 1905’te Mümtaz Yüzbaşı 1 olarak mezun oldu. 1909 tarihinde Hareket
Ordusu’na gönüllü katıldı ve Tabur Komutanlığı görevile Selânik’ten
İstanbul’a geldi. İstanbul’da Mahmut Şevket Paşa’nın yaverliğini yaptı.
Ardından 1910 senesinde Arnavutluk harekâtına iştirak etti. Aynı sene
erkânıharplik imtihanını [kurmaylık sınavını] üç yüz kişi arasında birincilikle
kazanarak Erkânıharp oldu ve Selânik’te yeni teşekkül etmiş olan Küçük
Zâbit [Astsubay] Mektebi Müdür ve Kumandanı tâyin edildi. 1911’de
başlıyan Trablusgarp Harbi’ne yine gönüllü iştirak etti ve Umum Bingazi
Kuvvetleri Erkânıharbiyesine Reis oldu. 1912’de Binbaşılığa terfi etti. Aynı
il 1896-97 senelerinden itibaren Harp Akademisi’ne giren adayların bir kısmı kurmay [ yüzbaşı olarak
okulu bitirirlerdi. Kurmay olarak ayrılanlar yakalarına
36 kurmay armasını, mümtaz olarak kalanlar ise
yakalarına yalnızca bir yıldız takarlardı (s.n.).
sene başlıyan Balkan Harbi’nde, Çanakkale Boğazı Mürettep [Düzenli]
Kuvvetleri Erkânıharbiyesine [Kurmay Başkanlığı’na] tâyin edildi.
Bolayır’da bir Bulgar kurşunu ile dizinden yaralandı. 1913 senesinde Alman
İmparatoru Kayser Wilhelm’in davet ettiği oniki yaralı Türk zâbitinden biri
olarak tedavi için, Wisba- den’e gitti. Aynı sene Osmanlı ve Alman
İmparatorlukları askerî ni- şanlariyle taltif edildi.
Nisan 1330/1914’te Zâbit ve Kumandan isimli kitabını yazdı. Buna
Mustafa Kemal, Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal ismindeki kita- bile cevap
verdi. 1914 senesinde İstanbul’da Birinci Tümen Erkânı- harbiyesine tâyin
olundu. Bilâhara Balıkesir’de 24. Alaya komutan tâyin edildi. Birinci Dünya
Harbi başlangıcında, başında bulunduğu 24’üncü Alay ile Balıkesir’den
Çanakkale’ye gönderildi. 1915’te Ana- fartalar ve Conk Bayırı
muharebelerine iştirak etti. Conk Bayırı’nda ikinci defa olarak sağ
şakağından ağır surette yaralandı. O sırada Yarbaylığa terfi etti ve Conk
Bayırı’ndaki 8’inci Fırkaya kumandan oldu. 10 Ocak 1916’da Almanya
Hükümeti tarafından kendisine Demir Salip [Haç] Nişanı verildi. Aynı
senenin başlarında Fırkasiyle beraber Şarka, Muş Cephesine nakledildi. Yine
1916’da Almanya Hükümetinin Edelruj nişaniyle taltif edildi. Müteakiben
Avusturya-Ma- caristan Devletinin Meziyet-i Askeriye Salip Nişanını aldı.
1917 senesinde Kafkas Muharebelerindeki hizmetlerinden dolayı Osmanlı
İmparatorluğunun Muharebe Gümüş Liyakat madalyasıyla taltif edildi. Aynı
sene Hollanda Hükümeti nezdine Lahey Ataşemiliteri olarak gönderildi.
1918 senesinde Ataşemiliter iken Albaylığa terfi etti ve Hollanda Kraliçesi
tarafından kendisine Komandör [albay] rütbesinin Kılıçlı Oranj Nase nişanı
verildi. 1920’de İstiklâl Harbine iştirak
37
etmek üzere Anadolu’ya geçti. Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü’ne tâyin edildi. Vekâleten Ankara Vali ve Kumandanlığı vazifelerini
gördü. Bilâhara merkezi Pozantı’da olan Adana Vali ve Kumandanlığını
yaptı. 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Almanya’da
temsilcisi olarak Berlin’e siyasî mümessil sıfatıyla gönderildi. Orada iki sene
vazife gördükten sonra 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci
Devresine Kütahya’dan mebus seçildi. 1930’da teşekkül eden Serbest
Fırka’nın Kâtibi Umumisi [genel sekreteri] oldu. 1931 seçimlerinde
Gaziantep’den mebus oldu. 8 Şubat 1935’te Atatürk kendisine Conker
soyadını verdi. Aynı sene Türkiye Büyük Millet Meclisi Reis Vekili oldu.
11 Ocak 1937’de Ankara’da vefat etti. Atatürk’ün arzusu ile Ankara
Şehitliği’ne defnedildi.
Nuri Conker, Atatürk’le Selânik’te aynı mahallede büyümüşler, Selanik
Askerî Rüştiyesinde, Manastır Askerî İdadisinde, İstanbul’da Harbiye
Mektebinde, Harp Akademisinde, Selânik’te 3. Orduda, Hareket Ordusunda,
Arnavutluk Harekâtında, Afrika’da Trablus- garp, Bingazi ve Tobruk
muharebelerinde, Çanakkale’de Anafartalar ve Conk Bayırı muharebelerinde
(Conk Bayırı’nda Mustafa Kemal’in göğsündeki saate kurşun isabet ettiği
anda yanındaydı.) Do- ğu’da Muş Cephesi’nde, İstiklal Harbinde, daima
beraber bulunmuşlar ve arkadaşlıklarını fasılasız [kesintisiz] devam
ettirmişlerdir. Cumhuriyet Devrinde ve inkılâplarda, Çankaya’da,
Dolmabahçe, Yalova ikametlerinde ve bütün yurt gezilerinde her zaman
onun beraberinde bulunmuştur. Atatürk, Nuri. Conker’in arkadaşlığını daima
aramış, kendisini sevmiş ve her iki dost birbirlerine her zaman vefalı
kalmışlardır.
Atatürk, sofrasında her vakit ona özel bir dikkatle yer vermiş, eski
arkadaşı Nuri Conker’le lâtife etmekten [şakalaşmaktan], onunla konuşmaktan zevk almıştır. Bunu Atatürk’ü tanımak ve çevresinde bulunmak
bahtiyarlığına ermiş olanlar pek iyi bilirler. Ayrıca, bugün birer tarihî belge
değeri kazanmış olan mektuplarında da bu duyguların yazılı ifadesini
buluyoruz. 4 Ekim 1327 [1911] tarihinde Rus vapuru ile Trab- lusgarp’a
giderken Urla’dan rahmetli Salih Bozok’a yazdığı mektupta ona iki
yakınından söz ediyor: Biri annesi, İkincisi Nuri Bey’dir. Onun için şöyle
diyor:
“Başka kâğıdım yok. Nuri’ye ayrıca mektup yazamayacağım. İstersen bu
mektubumu aynen gönder veyahut38bahisle bir mektup yaz ve o kıymetli
kardeşimize de ki: Benim için hatırası kalp ve vicdanımdan bir an çıkamayan
bir öz kardeş varsa Nuri’dir. Bu muzlim seferi onunla yapmak isterdim.
Allah nasip ederse saha-i mücadelat- ta birleşiriz, eğer mukadderse ahirette
buluşuruz. ” 2
Şimdi ahirette buluşmuş olan bu iki arkadaş, o zaman Trablus- garp’ta
vatan savunmasında birleşmişlerdi. Bütün mektuplarında ona hitabı ‘azizim
Nuri’, ‘kardeşim Nuri’dir.
Nuri Conker, elli beş yaşında öldüğü zaman, Atatürk’ün bu sevgili
arkadaşını kaybetmekten duyduğu elemi, o sırada Cenevre’de tahsilde
bulunan Prof. Âfet İnan’a yazdığı mektuptan açıkça anlıyoruz: “16/1/1937 Hatay üzüntüsüne, Conker’in ölümü acısı karıştı; bu acının açtığı yaranın
derinliğini tahmin edersin...” diyor.
Doğum yıl ve yeri bile müşterek olan bu iki arkadaşın vatan ve millet
sevgileri, askerlik mesleğine karşı bağlılıkları da birbirine yakındı. Metnini
olduğu gibi verdiğimiz bu küçük kitap, Nuri Conker’in, bize Rumeli’yi
kaybettiren Balkan Bozgununda nasıl derin bir millî eleme düştüğünü, fakat
bu dehşetli olaya ve kayba rağmen —tıpkı Mustafa Kemal gibi- bir an Türk
milletinden ve Türk Ordusundan ümidini kesmediğini gösterir.
Bu kitabın belki meslekî mahiyeti, aradan geçen yarım asra yakın zaman
içinde eskimiştir. Fakat vatan savunması, millete karşı görev duygusu
bakımından kıymetinin bir zerresini kaybetmemiştir. Çünki vatan o vatan,
millet o millet. Kitap, bugün tarih olmuş o acıklı devrenin ordu bakımından
bir tenkididir [eleştirisidir]. O kadar ki, Balkan harbine giren Osmanlı
Ordusunun talim ve terbiye, taarruz ruhu bakımından çok zayıf olduğunu en
sert hükümlere bağlamaktan çekinmemiştir. Siyasî hiçbir işaret
bulunmamakla beraber kitap, okuyucuya millî-siyasî bir ruh aşılama
yönünden çok uyandırıcı ifadesiyle yüksek bir terbiye önemi taşımaktadır.
Dili, hattâ devrine göre bile lû- gatlı [ağır] ve ağdalı olmakla beraber
söylemek istediği fikirleri kesin ve seçik bir üslûpla açıklamaktadır. Balkan
bozgununu takip eden günlerde yazılmış olması, yazarın kalemine hissi bir
titreklik vermiş, şanlı tarihimizden alınmış sahıfaların o günkü acı durumla
mukayesesi, ciddî bir askerin saklamaya muvaffak olduğu hıçkırıkları
2
Başka kağıdım yok. Nuri’ye ayrıca mektup yazamayacağım, istersen bu mektubumu aynen gönder ya da
bundan söz eden bir mektup yaz ve değerli kardeşimizde de ki: Benim için anısı kalp ve vicdanımdan
bir an çıkmayan bir özkardeş varsa Nuri’dir.39
Bu karanlık seferi onunla yapmak isterdim. Allah nasip
ederse savaş alanında birleşiriz, eğer yazgıda varsa ahirette buluşuruz.
satırların arasına gizleyerek okuyucuya intikal ettirmiştir. Fakat bu acı
duygular, onu hiçbir zaman kötümser etmemiştir. Çanakkale harplerindeki
kahramanlıklarını sayın ailesine ve biz vatandaşlarına soyadile miras
bırakmış olan rahmetli Nuri Conker, tıpkı arkadaşı Atatürk gibi milleti tenkid
etmiş, ama her zaman ona inanmış, onun istikbalinden ümitli kalmıştır.
Bu kitap okunduktan sonra, Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal daha iyi
anlaşılacaktır.
1 Temmuz 1959
Haşan Âli Yücel
40
Birinci Tümen Kurmay Başkanı
Binbaşı Mehmet Nuri Nisan 1914
SUBAY VE KOMUTAN
Çeşitli sınıflarların üstleri, subayîarı ile askeri okul öğrencilerimin ve konuyla
ilgili herkesin okuması için; 1913 kış döneminde Birinci Tümen üstleri ve
subaylarına verilmiş konferansların derlenmesi ve genişletilmesiyle
yazılmıştır
İstanbul - Tanin Matbaası 1914
41
Söze Başlamadan Önce
Bu kitap subayın acemi erleri talim ve terbiyesinden, atış kurallarından,
talim ve eğitim programı hazırlanmasından, bölüğün yetiştirilmesinden,
taburun açılmasından, alay ve tabur manevrasından, harita başı
çalışmalarından, taarruz ve savunma yöntemlerinden söz etmeyecektir. Bu
kitap, bir subayın, bu saymış olduğum ve benzeri görevleri savaşta uygulama
ve yerine getirmekle yükümlü olan çeşitli rütbelerdeki komuta ve sorumluluk
sahibi askerlerin, zaferi ve galibiyeti elde edecek biçimde görevlerini
yapmaları için sahip olmaları gerek ve şart olan nitelikler ve ayırıcı
özelliklerinden, askeri yetenek ve karakterden söz edecektir.
Bu kitapta tüfek ve top gümbürtülerinin ufku inlettiği, bu gürültülerin
kulakları geçici olarak işitmekten yoksun bıraktığı, gözleri duman kapladığı
ve bu patlayanlardan bir veya bir kaçının isabetiyle olduğu yerde kalmak
olasılığının her an bulunduğu; bununla beraber subayın en fazla görmeye ve
işitmeye -ve düşünmeye ve göstermekle işittirmeye- ve düşündürmeye
zorunlu bulunduğu zamanlarda subay ruhunun moralini beslemeye hizmet
edecek nokta ve durumların araştırılması ve sınanmasıyla uğraşılacaktır.
Yalnız kendi silahının yerinde kullanılma göreviyle savaşa katılacak
askerlerin kararlılık ve cesaretle kavga edebilmeye elverişli bir halde
yetiştirilmeleri için erlere aşılanacak manevi dersler de söz konusu
edilecektir. Ancak astlar üzerinde bu kriz zamanlarında etkide bulunmakla
adına yaraşır düzeyde şiddetli ve gayet sıkı bir otorite kurmak gibi üstün bir
başarının barış zamanında kazanılması ve bunun için gereken önlemlerin
alınma yöntemlerini göstermek de bu kitabın içeriğinde bulunacaktır.
Kısaca bu kitap subay ruh ve kalbinin, subay kurallarının, subay
karakterinin; askerlik sanatı açısından bakıldığında subayın en önemli
yeteneklerinin aynası olmaya çalışacaktır. Bu çerçevede açıklanacak
düşünceler ve yapılacak tartışmalar sonucunda varılacak kararların, savaş
kuralları olan talimname ve yönergelerin
42 hüküm ve metinlerine ve geçmişteki
savaşlara dayanacağı için, kişisel ve keyfi kabul edilmekten daha üst düzeyde
bulunacağı inancı, iyi niyet çerçevesindeki isteklerin hayata geçirilmesine ve
hiçbir zaman hataya düşmeyeceği zannedilmeyen kalemin, kağıt üstünde
gezinmesine cüret ve cesaret /ermiştir. Düşünce ve kültür insanları tarafından
eleştiriye layık bulunursa, büyük takdire kavuşmuş olur. “Ve başarı
Allah’tandır.”
Önsöz
Önümüzde, acılarım gözümüzle gördüğümüz ve kalbimizle hissettiğimiz,
felaketle sonuçlanmış bir savaş vardır. Öyle bir savaş ki, zarara uğrattığı
memleketin evladı olmak itibarıyla, biz askerlerin de payımıza düşen ibret
derslerinin, gözü açıklık ve farkında olma derecelerimizin, aradan zaman
geçtikçe artması gerektiği gibi; tarihi eskidikçe meslek adına bundan
çıkaracağımız yararların da çeşitleneceği ve kuvvet kazanacağı şüphesizdir.
Çünkü savaş deneyimlerinden beklenen gerçek yararların elde edilmesi ve
tam anlamıyla ortaya çıkışı, savaşa ait belge ve bilgilerin sağlıklı şekilde
toplanmasına ve savaşta uygulama yetkisine sahip olanların eylem ve hareket
sahasından ve bu dünyadan çekilmelerine bağlıdır ki, bu da ancak zamanın
geçmesiyle olur. Şu halde, zaman geçtikçe, savaş tarihinin askerlere yarar
sağlama bakımından değerinin artması doğaldır.
Savaş, askerlik sanatının öğrenilmesine yardımcı olacak araçların en
kusursuz, en gerçeğidir. Savaşa hazırlanmaktan ibaret olan ve bu nedenle
askerlerce savaşın ateşsiz olarak devamından başka bir şey gibi
anlaşılmaması gereken barış zamanında, çeşitli rütbelerdeki komuta
sahiplerine savaş iktidar ve yetkinliğini kazandırmak üzere yürütülen; harita
üzerinde askerin konumlanması sorunlarının çözümü, bu amaçla atlı
subayların seyahatleri, savaş oyunları, müfreze tatbikatları, kurmay heyetinin
seyahatleri ve en sonunda büyük manevralar, içerik olarak gerçek savaş
durumuna yaklaşma hedef ve amacını rütbe ve derecelerine göre izlemekte
iseler de, bunların hiçbiri savaşın 43
bi- linen o kendine özgü sıkıntılarını,
özellikle de düşman ve ölüm tehlikesi içermediklerinden; savaşacak kişileri
savaşı bilir hale getirmekte, savaşa katılmış olmak kadar yararlı olmaz.
Bunlar ne kadar olsa nitelik açısından birer savaş taklidi olmaktan ileri
varamazlar.
Sefer Hizmetleri Kanunnamesi - Giriş - Madde 37:
Çok fazla etkili ve önemli olan; ve düşman yenilinceye kadar hesaba katılması
gereken düşmanın kararlılık ve kuvveti, barış zamanındaki talimlerde bulunmayıp
tümüyle varsayımdan ibaret kalır. Bu nedenle savaştaki olayların ve harekâtın genellikle
barış zamanındaki talimlerde rastlanmayan çeşitli durumlar altında oluşacağı asla
dikkatten kaçırılmamalıdır. Savaş, özellikle moralin dayanıklılığını, barış zamanıyla kıyas
götürmez düzeyde şiddetli bir sonuçla karşı karşıya bırakır...
Biz ise şimdi savaş tatbikatının en ciddisi ve gerçeği olan bizzat
kendisini, savaşı uygulamış bulunuyoruz. Bundan dolayı bu savaşta
kazanılmış deneyimlere dayanarak yukarıda yarar ve öneminden az da olsa
söz edilen savaş tarihlerini ve talimnameleri ve savaş sanatına bağlı eserleri
okuduğumuz zaman daha iyi anlayacak; ve yapacağımız simülasyonları
savaştaki durumlara daha uygun ve benzer hale getirme fırsatlarını elde etmiş
bulunacağız. Zamanımızda doğrudan savaşmak, yaşamı boyunca her askere
nasip olmaz. Hele askerlik hizmeti esnasında iki savaşta birden bulunabilmek
fırsatı pek az askere nasip olur. Savaşta hiç bulunmamış olan askerlerin bu
bakımdan elde edecekleri yararlar ise çeşitli savaşların tarihlerini okumakla
sınırlı kalır.
Bir olayın bizzat tanığı ve öznesi olmak ile bunu, olayın ortaya çıkış
şeklini anlatan bir kitaptan okumak arasında bulunan dağlar kadar fark,
savaşa bizzat katılanla savaşı tarihinden okuyan arasında da aynı
olduğundan; ordumuz subaylarının büyük kısmının savaşta bulunmuş olması
dolayısıyla, bunca ateşleri kalbimizi yakmış olan geçirdiğimiz bu son savaşın
bize mesleki açıdan yarar sağlamış olduğu kanıtlanmış olur.
Hatta Almanya ordusunda savaş yeteneğinin canlı tutulması ve
korunması ve yeni bir savaşta, savaş görmüş subay ve komutanlardan yoksun
kalmamak için kırk yılı aşkın bir süredir savaşmamış olan or- duyu
savaştırmak, daha önce savaşanların akıllarını meşgul etmektedir. Çünkü
bundan önceki savaşta (1870) bulunmuş olanlar yavaş yavaş ordudan
çekilerek ordunun tümüyle savaşı 44tanımayan unsurlar elinde kalması ve
çıkacak bir savaşı, savaşta deneyimsiz olanlarla yürütme konusundaki
sakınca göze çarpmaktadır. Hiç unutmam. Kurmay Okulu sınıflarında bir
gün, o zamanlar devlet hizmetinde görevli bulunan Tümgeneral von Dtifort
Paşa ile harp oyunu yaparken, arkadaşlardan biri muharebeyi henüz bitiren
bir bölüğü derhal toplayıp başka tarafa göndermiş ve orada başlamış bulunan
muharebeye katılmaları yönünde karar ve emir vermek istemişti. Paşa buna
karşı, “Bu bölük, sabahtan beri sürdürdüğü yürüyüşün ardından girdiği bu
muharebeden sonra, artık o dediğiniz yere gidemez; çünkü bu erlere, karşı
koyması ve katlanması mümkün olmayan bir hizmet önerisi olur. Ben (1870)
Fransız Seferi’ne bizzat er olarak katılmıştım ve böyle bir hareketin erler
tarafından yapılamayacağını kendim tecrübe ettim” demişti. Paşa’mn savaş
deneyimleri hepimizinkinden kuvvetli ve esaslıydı. Çünkü o, daha sonraları
subaylığa yükselecek olan, erlik rütbesiyle savaşmış. Bu koşul çerçevesinde,
bir savaşa er olarak girmek ile subay olarak girmek arasında; sıkıntıları,
güçlükleri ve savaşın kendine özgü niteliklerini tam anlamıyla kavramışlık
bakımından elbette büyük farklar vardır.
Savaş dahisi olan büyük Napoleon’un savaşlarda birbirini izleyen
başarılarını etkileyen nedenlerden biri de savaşlarını daima art arda birkaç
savaşta bulunmuş deneyimli askerlerle yapmış olmasıdır. Savaş, en iyi,
savaşta öğrenilir. Şimdi her subayın savaştaki yeterliği ve yeteneklerine göre
durumu ve ünü değişmiştir. Balkan Savaşı’ndan askerlik sanatı adına pek
kolay ayırt edemeyeceğimiz ve hissedemeyece- ğimiz yararlı deneyimler
edindiğimize şüphe edilmemelidir. Savaş sonrası demek olan şu günlerde; ve
bundan sonra erlerimizin talim ve eğitiminin, kendi komutanlık sanatımızın
talim ve eğitiminin, kendi komutanlık sanatımızın ilerlemesi yolunda
harcanacak emek ve çabaların daima gerçek savaş koşullarına göre
yönlenmesi ve yönetilmesinin gereği ve önemi buraya kadar anlattıklarımızın
özeti olmuş olur.
Sefer Hizmetleri Kanunnamesi - Giriş - Madde 1:
Askeri kıtaların barış zamanındaki talim ve eğitimi savaşta kendilerinden istenen
görevlere göre yürütülmelidir.
Ve yine - Madde - 26:
Kıtaların sefer hizmetleri sırasında barış zamanda yaptıkları talim ve eğitimleri,
savaşta yerine getirecekleri görevlerin tamamını içermelidir. Adı geçen sınıfların
muharebelerine ilişkin esaslar, çeşitli sınıfların talimnamelerinde bulunmaktadır.
45
Madde 36: Yönerge ve talimnamelerinde belirtilmeyen ve savaşta dahi uygulanması
mümkün olmayan uydurulmuş bir takım talim ve hareketlerini yerleştirmeye çalışarak
askerin talim ve eğitimi güçleştirilmemelidir. Bu gibi uyduruk hareketler seferberliğin ilk
günü ile beraber hükümden düşmüş olur.
Ve, Piyade Talimnamesi - Son Bölüm - Madde 477:
... Bir askeri kıtanın, savaşın gereklerini tamamen yerine getirmeye gücü yetip barış
zamanında öğrendiği konulardan hiçbirini de savaş alanında terk etmeye ve ortadan
kaldırmaya mecbur olmazsa, talim ve eğitimi doğru bir şekilde uygulanmış olur.
Yukarıda barış zamanını, savaş zamanının ateşsiz olarak devamından
ibaret gibi kabul edilmesi gerektiği söylenmişti. Evet, biz kendimizi daima
savaş durumunda bilmeliyiz. Böyle bilirsek gerçekten savaş çıktığı zaman,
hazırlık devri ile asıl uygulama devri arasında çok fark görmeyiz, şaşırmayız,
kaybetmeyiz. En iyi sahnelenen oyunlar, en çok prova edilenlerdir. Bu daha
çok ders yılı içindeki çalışma ile dönem sonu sınavına benzer. Savaş, barış
zamanındaki çalışmanın bir sınavıdır. Eğitim görürken ne kadar çok tartışılır,
ne kadar çok fikir üretilirse sınavda başarıyı yakalama olasılığı o kadar çok
olduğu gibi, barışta da savaş sanatının aralıksız ve tam bir merak ve özen ile
öğrenilmesine devam etmek, savaş sınavında zafere ulaşmak için gayet
gerekli ve vazgeçilmezdir. Günümüzde silahların çoğalması ve bunların
giderek kusursuzlaşması ve ordu mevcutlarının çoğalmasıyla önemi gittikçe
artan savaş teknikleri eğitiminin ve bunun başarıyla uygulanmasının, ara
vermeden çalışmaya ve çalıştırmaya bağlı bulunduğu kuşkusuz ortadadır. Bu
çalışma yöntemiyle, daha çok maddi kuvvetlerin geliştirilmesi çerçevesinde
yer alan askeri bilgiler ve bilimsel birikim çoğaltılabilir ve desteklenebilir.
Fakat bunların yerinde ve zamanı geldiğinde tam bir başarı ile uygulanması
ve yerine getirilmesi; bunların verimli olması ve zaferle sonuçlanabilmesi,
yalnız bu teknik bilgilere sahip olmakla mümkün olmaz. Kutsal askerlik
mesleğini kabul ederek savaş sanatını öğrenecek ve uygulayacak olanlar için
öyle duygu ve yetenekler vardır ki, bunların da bilimsel kudretimizle at başı
beraber olarak ilerletilmesi, güçlendirilmesi zorunludur. Savaş biliminin
felsefi kısmına ait bulunan bu duygu ve yeteneklerden mahrum bir askerlik
bilimi uzmanı, bunlarla hayata geçirilemeyen askeri bilgiler, erlik ve
fedakârlık meydanlarında -savaşın moral dayanıklılığı ağır sonuçlarla
sınadığı zamanlarda (Seferiye - 39)- derhal sıfırlanıp hiçe dönüşeceğinden;
bence, askerlik bilim ve sanatını öğrenmeden
önce -ya da hiç olmazsa bu
46
öğrenimin yanı sıra- kişiliklerini bu askeri duygu ve yetenekleri edinerek
geliştirmek, askerlik sanatını kendisine ekmek kapısı edinmek isteyenler için
zorunlu bir ihtiyaçtır.
Ordumuzun son Balkan Savaşı’ndaki kederli yenilgisi acı bir gerçektir.
Hayal kırıklığına uğranıldı. Komuta heyetinin iktidarını ve askeri
yeteneklerini, kıtaların eğitim ve talim açısından ne durumda olduklarını
bilenlerce, bunun böyle olacağı aslında biliniyordu.
Şu değişmez sonuca karşı yenilginin nedenlerini aramak hepimizin
borcudur. Gerçekte orduda bilim ve sanat deneyimi pek az idi. Fakat,
ordumuzun eğitimi ve talimi uygulama ve sürdürme yöntemleri hakkında,
uzun zaman içinde deneyimlere dayanarak edindiğim gözlem gücü ve çapına
dayanarak şunu iddia edebilirim: Askerliğin dal budak salmış çeşit çeşit
görevlerine ilişkin farklılaşmış uygulamalar arasında; moral ve yüce askerlik
erdemlerine ilişkin düşünce ve eğilimler, orduda hemen hiç ilgi görmez ve
dikkate değer bulunmaz. Bundan, “Savaşta bütün işleri sadece direniş ve
kahramanlığın göreceği fikri anlaşılmasın” demeyi gereksiz görürüm. Esaslı
bir çalışmanın sonucuna ve araştırmaya, ciddi bir bilimsel kavrayışa
dayanmayan cesaret ve fedakârlığın yalnız başına iş görmesi zamanları
çoktan geçmiştir. Kuran’daki “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” hükmü
zaten bu meseleyi çözmüştür. Fakat biz mertliğe yaraşır seçkin huylar ve
fedakârlığa dayalı bir ahlak anlayışıyla taçlanmayacak olan bilimsel birikimin de başlı başına amaca ulaşmayı sağlayamayacağı iddiasındayız.
Bunun için kitabın konusunu hemen sadece bu noktayı açıklama ve
yorumlamaya ayırdık. Buna en parlak ve taze bir örnek olarak İtalya
Savaşı’nı gösterebiliriz. İtalya ordusu askerlerinin, aslında Avusturya ve
Fransa sınırlarında da Bingazi ve Trablus’taki gibi savaşacaklarını
düşünmemeli ve kabul etmemeliyiz. Özel iklim ve arazi koşullarının,
düşmanlarının özel durumlarının kendilerine kazandırdıklarını hesap etmekle
beraber, daima kuvvetçe on beş ve yirmi katı zayıf ve hele malzeme ve savaş
mühimmatı oransız zayıf bir düşmanla çarpışan İtalyanların muharebelerde
gösterdikleri ruh hali, savaşta bilim ve teknikten önce geldiğini iddia ettiğim,
sipahilere yakışır yüksek niteliklere pek de sahip bulunmadıklarını gösterir.
Oysa bu ordunun, bilim ve teknik bakımından savaşa eksiksiz hazırlanmış
ordulardan birisi olduğunu, herkes bilir. Onun için, ben bilim ve teknik
birikimin daha çok maddi kuvvetleri geliştirdiğine inandım.
47
İtalyanların Kuzey Afrika kıyı bölgelerine
yaptıkları sağlam tahkimatlar
ile bilimsel karşılaştırmaya göre nicelik ve nitelikçe pek geri olan düşmanlan
karşısında gayet üstün kuvvetleriyle askerlik sanatı açısından hiçbir şey
yapamamış olmaları da, askerlere manevi değerlerin bilim ve teknik
birikimden önce tanıttırılmasında beni haklı gösterecek açık bir kanıttır. Asıl
olan yüce fedakârlık duygusu ve katıksız kahramanlık hasletidir. Bunun da
en parlak tarihi örneği Plevne’dir. Askerlik tekniği ve sanatı gözüyle
bakıldığında hiç önemli bir konumda görülemeyen, kullanışsız ve
saldıranların dörtte biri kadar az bir savunma gücüne sahip Plevne
ordusunun, Rus başkomutanının daha önceden dikkate almadığı küçük
Romanya ordusunu zora sokan meşhur ezici kuvvetini, adı herkesçe bilinen
Gazi’nin seçkin kişiliği ve orduyu kumanda edişindeki kesinliğin büyüleyici
etkisiyle bütün orduya yaydığı, Allah’ın da övgüsünü kazanan o büyük azmi,
bu orduda Os- manlı sancak-ı şerifinin hayattan, candan, rahattan, her türlü
değerden daha aziz ve sevilmiş olmasına dayanmıştır. Şu tarihi kıyaslama ve
deneyimlere göre, savaşta zafer ve galibiyetin, askerlik sanatına hakim
oluşun ve meziyetin de hesaba katılması koşuluyla, dörtte dört manevi güçle
öğrenilmesi mümkün olacağı kuralını çıkarırsak sorunu teke indirgemiş
oluruz. Sanatımızın ayrıntılarını bize öğreten yönergelerimizin, işte bu
üstünlüğün gerçek dayanağı olan manevi güçlere ve kutsal askerlik sanatının
özüne ait maddelerini araştıralım. Talimnamelerin silah üretimi, dönüşler ve
kutlama törenleri bölümleri arasında bulunamayacak olan bu maddelerin hiç
okunmadığını, en iyi olasılıkla da gayet az okunduğunu itiraf etmek gerekir.
Ne yalan söyleyeyim, biz Piyade Talimnamesi’nin ikinci muharebe
bölümünü üç yıllık Harp Akademisi öğreniminin son aylarında ve birkaç
derste, her öğrenci sırayla ikişer üçer madde okumak üzere, bir okuma kitabı
gibi ele almıştık. Hemen bütün talim ve ders zamanlan birinci bölümün
uygulanması ve anlatılmasıyla sınırlı kalmıştı.
Oysa bu birinci bölüm, daha çok erlerin ve belirli birliklerin savaşa
hazırlanmasına aittir. Subayın subay olarak yetişmesini, asıl subaylık
görevlerini, savaşın subaydan istediği ruhsal ve bilimsel yetkinlik ile
niteliklerini asıl içeren ikinci bölümdü. Hele aynı şekilde subaya moral ve
bilgi veren Sefer Hizmetleri Tüzüğü’nün giriş bölümünü hiç okumamıştık.
Seferiye’den aldığımız ilk ders ‘savaş düzeni ve askerlerin bölümlenmesi’
olmuştu. Oysa bu girişin her bir maddesi, ayrı bir ders olabilecek çapta
anlamlıdır ve önemli kavramları içerir.
48
1. Kendini hiçe sayma ve fedakârlık duygusu
Piyade Talimnamesi - Giriş - Madde 2:
Savaş sıkı bir disiplinin varlığını ve maddi manevi bütün kuvvetlerinin kullanılmasını ve
tüketilmesini gerektirir. Özellikle savaşta zafer ve galibiyete ulaşmak, bütün subay ve erlerin,
vatan ve millet uğruna canlarını şevkle feda etmelerine; ve en küçüğe kadar bütün rütbe
sahiplerinin bizzat düşünce üreterek durumun gereğine göre kendi kendine önlem almaya
alışmış olmalarına; ve erlerin dahi zafere ulaşmak için üstlerin yaralanması ya da şehit
olmaları halinde bile kararlılıklarını yitirmeme özelliklerine sahip bulunmalarına bağlıdır.
Piyade Talimnamesi - İkinci Muharebe Bölümü - Madde 266:
Subay, emrindeki erler için örnektir. İleri atılarak göstereceği örnek davranışla askeri de
kendisiyle birlikte ileriye sürer. Subay, kıtasını sıkı bir disiplin altında tutarak büyük
güçlüklerden ve çok fazla kayıptan sonra bile başarıya ulaştırır.
Subay, askerlerinin neşe, keder ve bütün yoksunluklarına katılan sadık bir yol gösterici
olmalıdır. Askerin tam güveni böyle kazanılır.
Bu kutsal savaş görevleri için subay, daha barış zamanında nefsini eğitme yoluyla
kendini yetiştirerek güçlendirmeli ve hazırlamalıdır.
Süvari Talimnamesi - Giriş - Madde 11:
Süvari sınıfında üstlerin erler üzerinde doğrudan doğruya hakimiyetinin ve etkisinin pek
büyük değeri vardır. Bundan dolayı kendisi olağanüstü bir önem taşır; deneyimli ve cesur bir
süvari komutanını, asker duraksamadan izler.
Süvari Talimnamesi Üçüncü Muharebe Bölümü- Madde - 417:
Atlı birliklerin çarpışmasında toplu ve tam bir şiddetle uygulanan hücum başarıyla
sonuçlanır. Sıra içinde bulunan her er düşmanı çekinmeden çiğnemek ve
çatışmanın hızıyla dürtüp devirmek kararlılığında bulunmalıdır. Subaylar birinci olarak
düşman sıralarına saldırmalıdır.
Topçu Talimnamesi - Bölüm 1- Giriş - Madde 2:
Savaşta sıkı sıkıya disiplin ve olanca gücün harcanması gerekir. Özellikle muharebede, düşünerek hareket eden ve kendiliğinden iş görecek şekilde yetiştirilmiş
komutanlarla1 erlere gerek vardır ki, bu erler düşman ateşi altında bile soğukkanlılıkla ve
salim kafayla top hizmetlerini yenne getirebilmeli ve hayatlarını aziz vatanımıza
49
adayarak bu manevi hissin yönlendirmesiyle düşmanı yenme konusundaki kesin
isteklerini, üstleri şehit olsa bile yine eylemleriyle gösterebilmelidir.
Şimdi bu maddeleri başlık okur gibi şöyle bir okuyup geçiverme- yelim.
Kılıç kuşanan, üniforma taşıyan, ‘subayım’ diye ortaya çıkan, hükümetin
birçok masraflarla donattığı, millet analarının yirmili otuzlu yaşlardaki en işe
yarar evlatlarını arkasına alarak namusu, dini ve devleti korumak üzere
savaşmaya giden bizler, subaylar; bu maddeleri, her şeyden önce bu
maddeleri, çok ve pek çok kereler okumalıyız; okumalıyız da savaşın bizden
istediği görevin biçimini ve içeriğini hakkıyla belirlemeliyiz. Bu maddeler
üzerinde biraz durunca anlaşılır ki, subaylık demek kendini ve canını feda
etmeyi kesinlikle göze almış olmak demektir. Askerlik bizim geçimimizi
temin eden bir sanattır. Biz bu sanattaki görevlerimizi diğer meslek sahipleri
gibi yalnız aklımızla değil, aklımızdan başka can ve başla da yapıyoruz. Gerektiğinde kanımızı da akıtıyoruz. Subaylık zafer kazanmışçasına ve
fedakârca savaşabilmektir. Bizim görevimizde ölüm vardır.
Fakat uygulama biçiminde ve anında, ölüm asla ve hiç düşünülmeyecektir. Hiçbir sanat ve görev sahibi bizim kadar tehlike ve sıkıntıyla karşı
karşıya kalmaz. Barıştaki çalışma ve hazırlıklarımız kapalı ve sıcak yerlerden
çok, dışarıda hava ve arazi koşulları altında ilerlediği gibi, bunların fiili
uygulaması olan savaş, aynı koşulların katlanmasıyla düşman ateşi karşısında
geçecektir. Yirmi iki yaşındaki genç bir teğmenin görevi uğrunda akıtacağı
taze ve sıcak kanın, askeriyenin geçimini sağlamak için verdiği yedi yüz
kuruşluk günlüğün karşılığı olduğunu kabul edecek hiçbir akıl ve bilgi sahibi
bulunamaz. Bu kan,
ı Komutan kelimesinden, top ve arabayı da içeren tüm birlikleri yönetenler ve yönlendirenler
anlaşdmalıdır.
maddi açıdan ölçülebilirliği kat kat aşan bir hissin, vatan ve milleti savunmaya ve mesleğin namusunu korumaya yönelik şerefli gayret hissinin
yönlendirmesi ve yardımıyla akıtılabilir. İşte bu bir fedakârlıktır, edakârlıkla
eş anlamlı olan askerlik mesleği kutsal dinimizin, Os- manlı bağımsızlık ve
saltanatının koruyucusu olarak yücelik ve şeref sahibi olduğu için; askerlik
mesleğini seçen biz askerleri, milletimizin tüm bireyleri içinde özel ve
herkesçe bilinen bir kıyafetle, sırmalı şeritlerle farklılaştırmış ve
donatmışlardır. Bu kıyafetin sahipleri kamu gözünde ayrıcalıklı ve seçkin bir
konuma layık bulunurlar. Bu da herkese nasip değildir. Ancak bu özelliğe
50
sahip olan yüksek fedakârlık 'uygusu ile donanmış nadir kişiler buna ulaşmış
olmakla övünebilir.
Şu halde saygı duyulan subaylık unvanıyla bilinen insanların tabamı,
görevlerinin ve yükümlü tutuldukları işlerin önemine ve büyüklüğüne
uygun bir kişiliğe sahip olmalıdır. Bu önemli görevin en ayırt edici, başta
gelen koşulu yukarıdaki maddelerde yazıldığı üzere fedakâr ve cesur olmak,
kendini ve hayatı hiçe saymaktır. Bir subay, sanatı adına, hayatına ve
varlığına hiç önem vermeyecektir. Gerek kendinin ve gerek yanındakilerin
hayat ve hatta rahatını en iyi biçimde korumaya çalışacak, ancak sanatının
ve işinin gerektirdiği anlarda bunları gözden çıkarmaya ve feda etmeye'hazır
bekleyecektir. Ve bu gibi anlarda bunları hiç düşünmeyecektir. Hayat ve
rahatın hiç düşünülmemesi gerektiğinde, körü körüne atılacaktır. Namusun
gereği bu- dur. Görev bunu istiyor. Din ve millet bunu emrediyor. Vatan ve
millete olan borcumuzu ancak böyle ödeyebiliriz. Kuzey Afrika Sava- şı’nda
İtalyan subaylarının taarruzlarda daima erlerin önlerinde ve geri çekilişlerde
gerilerinde hareket ettikleri; ve erlere sürekli olarak iyi örnek oldukları ve
çeşitli rütbelerdeki komutanların da keza daima komutanlıklarının
gerektirdiği yerlerde bulundukları görüldü.
Muharebede atılan her mermi ve sallanan her süngü insana isabet etmez.
Eğer böyle olsa savaştan hiç kimse sağlam dönmezdi. Barış za- I manında
uygun koşullar altında yapılan atışların sonuçları ortadadır. Bir de savaşlarda
ölüm kaygısı altında yapılan atışları düşünecek I olursak, vurulma
olasılığının ne kadar azalacağı kolayca anlaşılır. Hele tüfek kurşunlan gibi
her biri birer insana nişan alınarak atılmayıp etkisi kırılma noktasından
başlayarak yağacak olan şaşkın misketlerin de, isabetleri fazlasıyla rastlantıya
bağlı olan top atışlarının da, maddi zararından çok gürültülü patlamalarıyla
moralleri sarsmakta oldukları unutulmamalıdır. Trablus ve Bingazi
Savaşlarında, İtalyan- lar hemen bütün topçu depolarındaki mermileri
boşaltacak kadar top cephanesi harcadıkları halde, bizden topla yaralanma ve
şehit düşme pek enderdir. Bulgarların Çatalca savunma hattımıza yaptıkları
hücumlar esnasında Turgut Reis zırhlımız Karadeniz’de, hattın sağ tarafında
bulunuyordu. Bu zırhlının oldukça becerikli nişancıları tarafından
tepelerinde gülle patlatma yoluyla ısrarla dövülen Bulgar avcı hattından hiç
hayır kalmadığı zannedilirken, patlayan mermilerin dumanları sıyrılınca
aynı hattan ateşe yine aynı güçte devam edildiği görülmüştür.
İtalyanların kara muharebelerinde bir yıl boyunca denizden ateş
51
ettirdikleri gemi topçuları, gürültüden başka hiçbir şey yapamamıştır. 8 Şubat
1913 Bolayır Savaşı’nda arazi koşulları uyarınca avcı hattı- mızın pek
yakınında hareket etmekte olan bir ihtiyat taburu erlerinin, düşmanın
patlattığı top mermilerinden değil de pek yakınımızdaki bizim bataryamızın
top seslerinden ürkerek sakınma amacıyla iki kat olduklarını [siper
aldıklarını] gördüm.
Bu askerler, Piyade Talimnamesi, Muharebe Bölümü, 446. madde (Piyade
kendi üzerinden topçunun ateş etmesine alışmalıdır...) gereklerine alışmamış
bulunabilir. Fakat işte manevi gücün sarsıldığını gösteren böyle bir durumda
ortaya çıkacak olanlar, subaylardır. Subay, o sırada başı yukarıda ve göğsü
ileride duruşuyla kendini birlik beraberlik ruhuna tümüyle vererek cesaretini
yitirmeye başlamış olan askerlerini derhal uyarır ve onları kendine getirir.
Patlayan bir iki düşman mermisi üzerine, kendi toplarının sesinden de
kendisine gelmekte olan atılmış bir taştan sakınır gibi sağa sola ürken bir
askerin kalbi de giderek daha şiddetle çarpmaya başlar. Ve biraz sonra ava
çıkıp da çatışmaya başladığı zaman, bileklerinde tüfeğini kullanacak kuvvet
de kalmaz. Subayın bu esnada görevi büyük ve önemlidir. Subay kendi
ruhunu, bütün erlerinin ruhlarına çok güçlü görünmez bir bağla
bağlamalıdır. Subay işte o zaman kıtasına kışla talimhanelerinde
verildiğinden daha şiddetli ve gözlerinden ateş çıkar gibi ve boğazı
yırtılırcasına komut vererek ve hatta gayet keskin bir iki ‘Silâh omza!’ ve
‘Selâm dur!’ hareketi yaptırmakla,
Muharebe Yönergesi - Giriş - Madde 24:
Yanaşık düzende taiim, askerin ikinci doğası olarak kabul etmesi gereken iç disiplin
ve sıkı bağların kurulması için asıl araç hükmündedir...
ifadesiyle kastedilen bağı güçlendirmiş olur. Hem o sırada bizim topçunun
atışı o taburun üzerine yönelik değildi. Taburla batarya âdeta aynı hizada
bulunuyordu. Talimname, topçunun düz arazide piyadenin en az üç yüz
metre gerisinden atış yapabileceğini yazıyor. Bu mesafede topların gürültüsü
şiddetli olduktan başka, top mermilerinin insanın başı üstünde havayı
yararak geçmesi de bir iştir.
Piyade Talimnamesi’nin 446. maddesinin alışılmasını emrettiği durum,
asıl budur.
Saniyede dört beş yüz metre hızla seyreden kilolarca ağır ince uzun kavun
boyutlarında bir ağırlığın havayı yararak gitmesi, asker kulaklarının
gerçekten alışmaya zorunlu kaldığı bir cayırtı ortaya çıkarır. Dinleyenler pek
52
iyi bilirler. Hele Bingazi İtalya muharebelerine katı- lanlar, bu sesin
kulaklarda yarattığı yansımadan, merminin yükseklik veya alçaklığını ve
düşüş anını aşağı yukarı kestirecek kadar alıştırma yapmış ve bunu alışkanlık
edinmişlerdir. Bu alışkanlığın ve alıştırmaların yararı da büyüktür.
Subay komuta ettiği insanların kendi bilgi ve yetkinliğinden yararlanması
için, emrindekilerin dayanıklılık ve yiğitliklerinin bileşkesinden fazla
dayanıklılık ve yiğitliğe sahip olmalıdır. Ve ancak bu suretle Piyade
Talimnamesi’nin sözü geçen 266. maddesi gereğince emrindeki erlere örnek
olabilir. Ve yine ancak bu şartla Süvari Talimnamesi’nin yine yukarıda
yazılmış 2. maddesi gereğince, erleri üzerinde otorite kurup etkisini
hissettirdiğinde, onlar da hiç çekinmeden subayı takip edebilir. Ve yine subay
o derece metin ve mert ve cesur olmalıdır ki, Piyade Talimnamesi’nin şu
448’inci (... bu amaca dayanarak topçu, düşman topçusunun ateşine asla önem
vermeyip ve hatta topları kaybetmekten dahi çekinmeyip ateşini ilerlemekte
olan düşman piyadesine yöneltmelidir. Süvari ise piyadenin düşmandan
kurtulmasını mümkün kılmak için, fedakârlığının sonucu düşmanı gayet kısa
zaman için bile durdurmaktan ibaret kalacak olsa da, kendisini feda
etmelidir.) ve Topçu Talimnamesi’nin 401’inci (Eğer düşman taarruzunda
başarılı olursa, o halde bütün bataryalar ihtiyat birlikleriyle beraber etki
yaparak; düşmanı mevziden geri atmak için, ateşlerini hücum eden piyade
üzerine yöneltirler. Piyade muharebesine katılmayan bataryalar, düşman
topçusunun ele geçirilen mevziye ilerlemesini engeller. Kesin sonuç
zamanında topçunun son ana kadar sarsılması mümkün olmayan bir
dayanıklılık göstermesi kesinlikle gereklidir. Hatta bu direşkenlik topların
kaybına yol açsa bile gayet yüce bir şan ve şereftir.) maddelerini başarıyla
uygulayabilsin.
Bu son iki maddeden biri geri çekilişin denetimi, diğeri de düşman
taarruzunun son ana kadar gücünün kırılması ve savılması hakkındadır. Ve
topların feda edilmesine ancak bu gibi hallerde göz yumulur, hatta bu
zorunludur; onur ve şeref de bu sayede kazanılır. Çünkü bu kayba ve
fedakârlığa karşılık, büyük yararlar sağlanır. Bu sayede ordunun tamamı
felaketten kurtarılabilir. Veya düşman taarruzu başarısızlığa uğratılarak,
üstünlüğün bize dönme olasılığı belirir ve hiç olmazsa düşmanın başarısının
kısıtlanması ve sınırlandırılması söz konusu olur. Bu topların feda edilmesi
durumu, topçuların vaktinde yakalarını kurtarmaları kaydına ve koşuluna
bağlı değildir. Ve olamaz. Çünkü bu derece direşkenlik ve dayanıklılık ancak
53
topların kullanılması ve onlardan yararlanılmasıyla sonuca ulaşabilir. Bu da
topçuların toplarının başından ayrılmamasıyla olur. Yoksa sahipsiz bırakılan
zavallı toplar yalnız başına elbette direnç ve dayanıklılık göstermezler; böyle
toplar düşmanın büyük bir iştah ve mutlulukla yağmalayacağı mutsuz ve
talihsiz birer silah olur. Direnç ve dayanıklılığın son noktasına kadar savaşa
devam edildikten sonra ise... Eğer düşman püskürtülmemişse, mevziye girmiş
ve ‘boğaz boğaza’ durumu ortaya çıkmış olacağından, topçular için bu sırada
kayışları kesip hayvanlara binerek geriye kaçmak değil, ancak toplarının
başında kahramanca ölmek ve hiçbir topçunun can bedende iken topunu
düşmana teslim etmemesi, namus ve mesleğin gereğidir. Ve topların topçular
üzerinde gayet meşru bir hakkıdır.
İtalya Savaşı’nda 22/23 Aralık 1911 sabahı Tobruk civarında Na- zure
tepesine yönelik taarruzda, adı geçen tepe ele geçirilmiş ve burada bir İtalyan
Musevi makineli tüfek eri, makineli tüfeğinin başında ve elleri tüfeğinin
kabzasında olduğu halde ölü bulunmuştur. Bu tepeye hücum edenler
arasındaki kabile reisi meşhur Şeyh Müberri’nin düşman makineli tüfek
bölüğüne yüz metre uzaklıkta şehit düştüğü kesin olduğundan, bahtiyar
Musevi mitralyözcünün görevini namusuna yaraşır biçimde yaptığı
kuşkusuzdur.
Osmanlı milleti askerlikte doğmuş, askerlikte büyümüş ve bugüne kadar
askerlikle yaşamıştır. Hayatının kalan kısmının devamı ve refahı da, yine
ancak askerlikle mümkün olacaktır. Halkı bilim ve sanattan, ticaret ve
servetten yoksun, fakat doğuştan gelen benzersiz servetiyle çalışkan ve
sermaye ve kuvvet sahibi ulusların hırs duygularını kabartan ülkemiz bu
konumuyla savunmaya, askeri gücünün dayanıklılık ve ağırlığına, başka
ülkelere göre çok daha muhtaçtır. Uygar yönetimler etkinlik ve uygulama
alanlarında hemen birbirine koşut ve aynı yönde yol almaktadırlar. Onların
bu hali, bir diğerlerine karşı denk güçler oluşturmaktadır. Aynı zamanda bu
memleketlerin halkları, hükümetleri çökse de yaşamsal gereksinimleri ve
varlıklarının devamı için gereken doğru karar alma yeteneğini, olgunluğu ve
ülkü birliğini yaratmış olduklarından, kendileri yok edilemez ve ortadan kaldırılamazlar. Fakat Türk milleti, İslam ümmeti böyle değildir. Henüz
katıldığı teke tek hayat kavgasında tutunabilmek için, ağır savunma ve
korumaya muhtaçtır.
Gerileme dönemimizden beri kaybettiğimiz, memleketimizin çok eski
bölümlerinde İslamiyet’in ve Türklüğün adı ve izi bile kalmamıştır. Daha
54
dün elimizden çıkardığımız Makedonyamızda İslam varlığı ile hayatının
uğradığı ve uğramakta bulunduğu şiddetli darbeleri, daima kalp gözümüzün
önünde bulunduralım. Devletimizin resmi dini olan İslamiyet, Hıristiyanlık
dünyasının can düşmanı olduğundan ve Müslümanlar şimdi gelişmemiş
halde bulunduklarından; Allah korusun bundan sonra karşılaşacağımız bir
yenilgi, devletin ve Türk milletinin yok olması ve kökünden yıkılması
demek olur.
Asıl konunun dışında düşünülmemesi gereken bu uyarıların amacı,
subaylarımızı, sayesinde yaşayabileceğimiz kutsal vatanımızın korunması
adına tekrar fedakârlığa davettir.
Subay, özellikle savaşta görevini yerine getirirken bu görevin kendisinden
fedakârlık, kahramanlık beklemekte olduğunu daima göz önünde
bulundurmalı ve düşünmeli ki; kendi vücudunu esirgeyecek olursa, binlerce,
milyonlarca Müslüman’ın, (yurttaşların) hayatlarını yitireceği, onurlarının
kırılacağı, sefaletleri ve göç etmeleri, inançlarının kirleneceği kesindir. Er
geç ölüme mahkûm olan önemsiz ve tek bir hayat, bunlardan daha değerli
midir ki, esirgensin? Savaş meydanlarında isteyerek feda etmekten
çekinmeyeceğimiz can ve hayatımızın az sonra düşmanın ayaklan altında
aşağılama ve hakaretle çiğnenece- ğini düşünmeliyiz. Bu tek bir hayatın
arasına, subayın aile hayatı da dahildir.
Subayın şehitlik rütbesine ulaşmasından sonra, diyelim ki hükümetin
ailesine hiç sahip çıkmayacağı kabul edilse bile, bütün bir memleket halkının
sefaleti yerine yalnız kendi ailesi sefil olmuş olsa ne çıkar? Kaldı ki, subay,
kendi ailesinin sefaletten korunması için bedenini ortaya atmaktan
çekinecek olursa, sonrasında çoluk çocuğunun sefaletini görmekten başka bir
sonuca ulaşamayacağı da apaçıktır. Subay, toplumun yararını düşünen en
büyük varlık olmalıdır. Camilerin kiliseye dönüştürüldüğünü, Müslüman
kızlarımızın ve kız kardeşlerimizin düşman kucaklarında dolaştırıldığını,
yetimlerin ve yaşlıların düşman çizmeleri altında can verdiğini; yüz binlerce
göçmenin aç, çıplak, yağmur ve kar altında yollarda perişan olduğunu
görmek en çok bizi, subayı acı acı düşündürmelidir. Çünkü bunların
olmaması için düşmana gerilecek siper, bizim göğüslerimizdir.
Bunları gören subay, çatışmalarda ölmediğine pişman olsa yeridir. Bu
felaketler, biz hepimiz muharebe alanına serilmeden görülmemeliydi. Ne
kadar gelişkin ve kusursuz silahımız olursa olsun, ne kadar iyi talim görürsek
görelim ve (talim) edersek edelim yüksek derecede fedakârlık duygusuyla
55
donanmazsak bundan sonraki sonuç, bundan öncekinden farklı
olmayacaktır. Zaten canla başla iş görüleceği zaman can derdine düşecek
olursak, barış zamanında öğrendiklerimizi de unutarak silahlarımızdan da
yararlanamayız. Hele emrimiz altındakilere söz geçirmeyi hiç başaramayız.
Bu durumda bütün varlığımız sıfırdan başka bir şey olamaz. Oysa
deneyimlerle kanıtlamıştır ki, muharebede görevleri yerine getirmeye engel
olacak denli aşırı derecede kendini koruma kaygısı, korkulan şeyin başa
gelmesine daha çok yarar. Bir subayın şerefiyle en yakından ilgili olan sorun,
bu abartılı canını koruma kaygısıdır. Çünkü subay, savaşta tek başına bir
birey değildir. Yönettiği insanların varlık ve önemlerine denk bir kuvvettir;
hatta daha büyük kısımlara ve bazen tüm askere yararlı olması olasılığı
dolayısıyla, daha da üstündür. Bundan dolayı kendisinin güçten ve icra
konumundan düşmesi yalnız kendi boyutunda değil, ordu için bundan çok
daha büyük bir yara açmış olur. Balkan Savaşları’nda ileri yürüyüşleri bin
sıkıntı ile yapan askerin geri çekilirken harcanan zamanla oranlanamayacak
derecede mesafeler kat etmesinin nedenleri ve etkilerini, şimdi görev yapan
subaylarımız ellerini alınlarına dayayarak önemle araştırmalı ve analiz
etmelidirler.
Atalarımızın cenk ve gaza meydanlarında kazandıkları şanı, bıraktıkları
namı; bu nam ve şan ile gösterdikleri başarıları, fethettikleri yerleri
düşünelim ve gözümüzün önüne getirelim:
İstanbul’dan kalkıp Balkanlar’ı, Tuna’ları defalarca aşan, Hıristiyan
dünyasının tutucu ve birleşmiş Haçlı ordularını perişan eden ve bunların
savunduğu zamanın en metin kalelerini fetihçi güçleri karşısında boyun
eğdiren, Viyana’ları kuşatan2 Macaristan ovalarını at eğitimi talimhanesine
çeviren koca kahramanların ne fedakâr, ne cesur, ne çalışkan, doğuştan nasıl
dayanıklı insanlar olduklarını ve her millete nasip olamayan bu başarının
ancak bu yüksek nitelikler ile ortaya çıkmasının mümkün bulunduğunu
anlamakta gecikmemeliyiz.
Ne zaman ki ahlakımız bozularak fedakârlık ve mertlik damarlarımızın
gevşedi, fetih düşüncesi söndü, milletin şanını yükseltme amacı yerine kişisel
yarar sağlama ve can derdi belasına düştük; işte bunun üzerine yenilgiden
yenilgiye, felaketten felakete sürüklendik, çeşitli yoksulluk ve yoksunluklara
mahkûm edildik.
Viyana’ları kuşatan, ileri karakollarını Almanya içlerine kadar yürüten
Osmanlı sadrazam ve komutanlarının çadırları, değişik tür ve çaptaki
56
Osmanlı silahları, birçok Osmanlı ve Müslüman sancak ve bayrakları bugün
Viyana’nın müzelerini süslemektedir. Viyaı Eski büyüklerimizin bilim ve tekniğe olan ilgileri ve bağlılıkları da fena değildi. Zaten bunsuz da
olamazdı. Viyana’nm Osmanlılar tarafından kuşatılmasını gösteren ve halen şehrin
muhteşem Belediye Müzesi’nde bulunan harita Osmanlı ordusunda askerliğin ayrıntılarına
hâkimiyet ve uygunluk derecesini gösterir. Bu haritadan kalenin güney tarafında hâlâ daha
bulunan imparatorun kışlık sarayı olan Hofburg Sa- rayı’nı kuşatanlar tarafından saldırı
cephesi seçildiği ve buradaki iki burcun düştüğü görülür.
Aynı şekilde, kuşatma sırasında Osmanlı bataryalarının kurulduğu kuzeybatı yönündeki
tepenin Viyana’yı dövmeye en uygun noktalardan birisi olduğu, görüldüğü zaman anlaşılır.
Avusturyalılar şimdi burasını gayet mükemmel bir park haline dönüştürmüşler ve ismini
Türkenschanz Park koymuşlardır. Park kapısının iki tarafındaki sütunlara birer ay yıldız
resmi yapmışlardır.
na’nın Tophane Müzesi’nde sadrazam ve komutanlara mahsus -her biri
binlerce liralık- iki Türk çadırı, müzenin en ayrıcalıklı yerlerini
doldurmaktadır. Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın kafatası şehrin Belediye
Müzesi’nde saklanmaktadır. Son Viyana yenilgimiz üzerine Viyana’nın
Osmanlılar elinden kesin olarak kurtulmuş olduğuna hatıra olmak üzere
şehrin ortasında yapılmış olan meşhur ve görkemli Stefan Kilisesi’nin
kapısından girilince sol tarafta göze bir heykel çarpar. Bu heykel Viyana’yı
kuşatan Türklerin yenilgisi ve bozgunu için olağanüstü gayret ve
fedakârlıklarla çalışmış olan General von Lothringen’i at üzerinde betimler
ki; köpürmüş olan atının ayakları, yerlere serilmiş olan sarıklı bir
yeniçerinin çıplak göğsüne basmaktadır. Ben bu heykeli gördüğümde,
kilisede kendini ibadete vermiş Hıristiyanların hâlâ bu von Lothringen’e dua
etmekte olduklarını zannettim.
Eski, yüzyıllık kayıplardan başka; dün uğradığımız ve hâlâ Rumeli’deki
dindaşlarımızın çekmekte olduğu türlü türlü elem ve sıkıntılar; hep bizim
gevşekliğimizin, yetkin olmayışımızın, muharebe ve erlik meydanlarında
savaşın gerektirdiği düzeyde zekâ ve kudret göstereme- yişimizin doğal
sonuçlarıdır. Düne kadar hem verdikleri vergilerle karnımızı
doyurduğumuz, hem de hayat ve namuslarını korumakla yükümlü ve
zorunlu bulunduğumuz zavallı Makedonya Müslümanlarının çeşitli
düşmanlar elinde bugün neler çekmekte olduklarını açıklamaya gerek var
mı? Bugün Türkler, yalnız soy ve tarih bakımından bu kahraman ataların
çocukları ve torunları olmakla kalmamalıdır. Bunca övünçle dolu ve bezeli
şanlı geçmişin gerçek mirasçıları olduğumuzu da kanıtlamalıyız ki,
bugünümüzü ve geleceğimizi kurtarmış olalım.
57
Türk milleti eski zamandan çok bugün esirgenmeye ve korunmaya
muhtaçtır. Yaşamsal gerekçeler ve varlığımızın devamının sağlanması önce
bizim, askerlerin üzerine kalmıştır.
Bugünkü askerler eski cengaverlerden çok daha azimli, fedakâr olmalı,
kendini sevmekten kurtulmalıdır ki, asırlardan beri sürüp duran şu sıkıntı ve
bir dizi derin üzüntü artık olduğu yerde kalsın.
Stefan Kilisesi’ndeki düşman generalinin hırslı atının ayağı altında hâlâ
inlemekte olan çaresiz yeniçeriyi kurtaramasak da, bugün Rumeli’de zorla
yurtlarına veda ettirilen masumların imdadına yetişelim. Ve bu kesin
kararımızdan ayrılmayalım ki, aynı felaketleri hiç olmazsa Meriç Nehri’nden
bu tarafa getirmiş olmayalım.
58
Geçen Rus Savaşı yadigârı olarak Küçükçekmece’de Florya mesiresi
civarında dikilip kurulan Rus Zafer Amtı’na' bir kere bakmakla yetinmeyelim,
bunun dikilmesinin nedenini ve anlamını araştıralım ve sorgulayalım. Bu eser
bizim için bir derin düşünme ve yorumlama okulu olmalıdır. Bunu derin derin
yorumlarken, Pomaklarla MakedonyalIların çektikleri haksızlık ve eziyetlerin
ayrıntılarını işitir ve okurken; bundan sonra böyle bir halin tekrarında, şu anda
vatan sınırları içinde kalan bizlerin de yarın nasıl yaşamaya mecbur olacağımızı
ve artık bu memlekette yaşamak için savaşmaya ne kadar önem vermek
gerektiğini kesin olarak saptayalım.
Subay onuru, bunca acı yenilgiye karşı sessiz kalmamalıdır. Savaşta yenilmek
ordunun kabul edemeyeceği bir leke olmalıdır. Öç alma düşüncesi,
hareketlerimizin rehberini oluşturmalıdır. Hep bu düşünceyi besleyecek ve
hayata geçirebilecek yönde çalışmalı ve çalıştırmalıyız. Bizim cesaretsizliğimiz,
ölmeden geri dönme huyumuz, bir kere daha savaşı kaybetmeye sebep
olmamalıdır.
Dayanıklılık ve fedakârlığın savaş kazanmakta ne büyük bir etken olduğunu
gerçekten anlamak üzere; Plevne’nin ünlü savunmacısı Gazi Osman Paşa
Hazretleri’nin fedakârlıkları, bütün komutanlarımıza ve komutan olacak olan
bütün subaylarımıza bir eğitim semineri ve ders çıkartılacak bir örnek kabul
edilmelidir.
Gazi Osman Paşa’nın bir gün kasabanın kenarındaki karargâhında otururken
bir düşman top mermi parçasının, önündeki kahve takımını alıp götürmesine
karşı pek umursamaz bir ifadeyle bakması, kendilerinin hayata ne kadar önem
verdiklerinin kesin kanıtıdır. Asker hayatının, görev tehlikesi karşısında, bundan
fazla önemi olmamalıdır.
1866 Almanya-Avusturya Seferi’nde ikinci Prusya ordusundaki 1.
Kolordu’ya bağlı 2. Piyade Tümeni’nin aynı yıl 27 Haziran’da yaptığı taarruz
muharebesinde Neu Rognitz’e taarruz eden 4. Tu- gay’da tugay komutanıyla her
iki alayın da komutanı ve birçok binbaşılar görevleri uğrunda zafer kazanarak
hayatlarını kaybetmişlerdi. Ve hayatta kalanlardan Yedinci Alay’ın üçüncü taburu komutanına, tugayın komutası verilmiş ve ortadan sonsuza
Uzkmay filme almış; çektiği belgesel (günümüze hiçbir kopyası ulaşmamış olmakla beraber) Türk
sinemasının ilk eseri ve başlangıcı olarak kabul edilmiştir (e.n.).
kadar kaybolan üstlerinin emir ve yönetimleri aksamaksızın taarruz harekâtına
devam edilmişti. Ve muharebe de kazanıldı.
Asıl dikkate değer nokta, tugay komutanlığı vekaletinin en kıdemli subay
59
olan bir binbaşıya devredilmesinin, orada bizzat tümen komutanı tarafından
uygulanmasıdır. “Orada” dediğimiz yeri biraz tarif edelim: Kendilerinden
yüksekte bulunan bir sırttaki düşmana saldıran 7. Prusya Alayı’nın birinci ve
ikinci taburları, saldırı sırasında düşman süvarisinin hücumuna uğradıklarından
ve bundan cesaret alan düşman da karşı taarruzu sürdürdüğünden; saldırıda
başarılı olunamamış ve avcı hatlarında subayların hemen hepsi vurulmuş
olduğundan, erler kendi başına perişan durumda geriye dönmeye başlamışlardı.
Muharebenin sol tarafta (burada) iyi gitmediğini gören veya anlayan tümen
komutanı, bütün muharebe hattının gerisinden atını dört nal sürerek düşman
tüfeklerinin nişan bölgesine ve mermilerin yörüngesine dik bir hat üzerinde
yıldırım gibi bu tarafa gelmiş ve durumu kavrayarak derhal, geriye dönmekte
olan erleri etkileyerek durdurmuş ve kısmen de üzerlerine bir süvari bölüğü yollayarak geri çekilişlerini sona erdirmiş ve o anda kaybolan düzeni sağlayarak
tugay komutanlığını da işte o vakit binbaşıya devretmiş idi. Bu işlerin
yapılmasıyla beraber düşman durdurulmuş, işler bittikten sonra kıtalar ikinci
taarruzlarında başarılı olup zafere ulaşmışlardı. İşte tümen komutanının ansızın
orada belirmesi, bütün kötüye gidişin önünü almış ve sarsılmış olan morali
güçlendirmiş ve desteklemişti.
Savaşın yarattığı şiddetli krizden dolayı şaşırmış olan asker durdurulabilir ve
bunlar tekrar taarruza geçirilebilir ama, işte bunun uyarısı ve emri, böyle bir
tümen komutam tarafından gelmelidir. Ve böyle bir tümen komutanının
durdurmak için gönderdiği süvari bölüğü görevini yerine getirebilir. Bu
komutana bu hareketi yaptıran gücün ise bilimsel ve teknik güçten çok yiğitlik
ve akıl gücü olduğu açıktır.
İtalyanlarla bir sene Trablus ve Bingazi harekât alanlarında çarpışan bir avuç
asker ve savaşçının olağanüstü işler görmesini etkileyen başlıca nedenlerden biri
de, bu çarpışmalarda subayların, kurmay heyetinin ve komutanların erlerle bir
sırada, aynı safta savaşmış olmalarıdır.
Almanya’da yukarıda belirtilen çarpışmalarda büyük şan ve şerefle
hayatlarını ortaya koyan alay komutanlarının ve kıta subaylarının betimlendiği
büyük tabloları alay gazinolarının salonlarını süslemekte; bu bahtiyarların
kafalarını parçalayan, bedenlerini delen düşman kurşunları ve mermi parçaları
da buralarda bulundurularak fedakârlık, yiğitlik ve cesaret müzeleri
oluşturulmaktadır. Bu görev kurbanlarının kanlarını akıttıkları çarpışmaların
yıldönümlerinde bu salonlar özel törenle açılır ve adı geçenler şükranla anılır, ve
bu törenler tekrarlanarak gelecek kuşaklara örnek oluşturur ve onları
yüreklendirir.
60
Geçenlerde askerlik teknik ve sanatının ilerlemesi yolunda kahramanca
hayatını feda eden havacılarımızın, genç ve muhterem Sadık, Fethi ve Nuri’nin
adları ve şanlarının unutulmaması için dikilecek övünç anıtının amacı da bir
değerbilirliğin gereği olmasından başka, memleketin şimdiki ve gelecekteki
yiğitlerini aynı cesaret ve fedakârlığa yönlendirmek ve özendirmektir...
Sona eren İtalya Savaşı’nda Derne’de topçu komutanlığı, komutanlık
yaverliği, muhafız bölük komutanlığı yaverliği ve muhafız bölük komutanlığı
görevlerini yapan üsteğmen Sadık Efendi, bu kitapta konu edilen fedakârlık
özelliğinin bir simgesiydi. Et, kemik ve kandan oluşan ve yürek taşıyan bir
insanın, tehlikeyi hiçe sayarak gösterebileceği dayanıklılık ve umursamazlığın
varabileceği en uç noktayı gözler önüne sererek, bu konuda gerçekten iyi bir
örnek olmuştu. 26 Aralık 1911’de Derne’de İtalyanların çıkışıyla başlayıp
birçok savaş ganimeti kazanarak ve düşmana çok sayıda ölü vererek sonuçlanan
büyük çatışmada Sadık Efendi, bizim iki toptan oluşan topçumuzun
komutanıydı. Düşmanın fazla sayıdaki bataryasına karşı, toplarının ateşini
olağanüstü bir kararlılık ve dayanıklılık ile idare edip sürdürerek, zaferin
kazanılmasına hizmet eden önemli bir etken olmuştu. Merhum şehidin aynı
savaşta, 12-13 Şubat 1912 gecesi Derne’ye karşı girişilen saldırıda düşman kıta
ve istihkâmlarının kıyamet ateşleri kopardığı bir kriz anında, ihtiyat kuvvetleri
oluşturan iki bölükten birisi olan kendi komutası altındaki seçilmiş genç
Araplardan kurulu muhafız bölüğünün başında ateş hattına ilerlerken göstermiş
olduğu şiddetli saldırma arzusu ve yiğit halleri hâlâ gözümün önündedir.
Yafa’da denize düşerek kazazede olan Prens Celalettin uçağının gözcüsü
Yüzbaşı İsmail Hakkı Efendi de, Sadık Efendi’den sonra Derne’de sözü edilen
iki topluk topçunun komutanlığını üstlenmişti. Uçak kazasından sağlam çıkan
İsmail Hakkı Efendi 3 Mart 1912 ve 16 Nisan 1912 Derne muharebelerinde,
topların eski komutanlarını aratmayacak surette, eşi görülmemiş dayanıklılık ve
cesaret göstermişti. Bu iki muharebede iki topumuza ateş eden İtalyan topları
çeşitli çaplardaydı, sayıları da yirmiden aşağı değildi.
16 Nisan’da, düşman, toplarımızın konumunu iyice keşfe gücü
yetmediğinden; aralarındaki oran onda birden ibaret olan iki taraf topçuları
arasında çarpışma, âdeta topçu düellosu şeklinde sabahtan akşama kadar devam
etmişti. Bizim atışlarımıza karşılık düşmanın dört beş bataryası birden grup
ateşiyle cevap veriyordu. Fakat 3 Mart’ta konumu biraz daha açık bulunduğu
için İsmail Hakkı Efendi bir top çavuşu ile bir numaralı erini şehit vererek
yüzde yirmi kayba uğramıştı. Ve toplarından biri hasar görmüştü.
61
Burada buna benzer tarihsel bir olayı anarak, uçak fedailerimizle beraber
bunu da tüm askerlerin durumu kavramaları için örnek kabul etmelerini isterim:
Ekim-Kasım 1908’de ünlü isyancılardan İsa Bolatin’in Meşrutiyet
Hükümeti’ne ilk başkaldırısında, üzerine bir taburla iki top gönderilmişti.
Metroviçe’den sabah karanlığında çıkan bu askeri kol, sisli ve karlı bir tan
vaktinin sonunda, kasabaya bir buçuk saat uzaklıkta bulunan Bolatin köyüne
hakim taşlı yüksek tepenin yamacında, Bolatin- li’nin çetesi tarafından pusuya
düşürülmüştü. İlerdeki bölükler derhal Balkan’a saldırmışlarsa da
alacakaranlıktan ve tipiden yararlanan Ar- navutlar, büyük bir kesimi etki
altında tutmaktan henüz geri kalmıyorlardı. Elbette ki bu sırada hepimiz düz yol
üzerinde, kar içinde yatarak önümüzde düşman mevzisini saptamaya
uğraşıyorduk.
Hemen birkaç piyade erinin kanı beyaz karı kırmızılaştırdı. Top taşıyan
birkaç katır da devrilmişti. Askerdeki şaşkınlığın doğurduğu kriz, pek acıklıydı.
Yanımda duran Topçu Komutam Asteğmen Manastırlı Faik Efendi’ye (şimdi 3.
Topçu Alayı’nın 7. Bölük Komutanı, yüzbaşı), askerlerimizin moralini korumak
ve geri getirmek, asi Ar- navut’unkini de kırmak üzere yüksek nişangâh ile
ateşe başlama emri verdim.
Faik Efendi hemen ayağa kalkıp erlerini de kaldırarak, yol kenarındaki
hendeğe düşmüş olan topu düzlüğe çıkardı. Atışa hazırlanırken erlerden birinin
şehit olması üzerine, topçuların topu terk etmelerine karşı subay duruşunu hiç
bozmadan, gizlenmeye koyulan askerlere öyle etkili sözler söyledi ki, erler
hemen yine topa sarıldılar. Bu kez de top çavuşu gözünden kurşun yiyerek
düştü. Ben artık topçunun göreceği bu işten vazgeçmek istiyordum. Ve oradaki
tek topçu subayı olması dolayısıyla, varlığı her zamankinden daha önemli hale
gelen subayı da kayıp vereceğimden korkuyordum. Fakat Faik Efen- di’nin
mertçe çabası işi çözdü. Onun, erlerine gerçekten örnek olan, gerçek subay tavrı
ve duruşuyla toplar mermilerini atmaya başladı. Ve biraz sonra ilerdeki bölükler
de düşmanla kavraşarak, pusu belasından kurtulmak mümkün olabildi.
Kahramanca hareketlerini, kusursuz bir örnek kabul ettiğimiz subayların üçü
de topçudan denk geldi. Oysa 3 Mart 1912 Derne Muharebesi’nde düşmanın iki
taburu karşısında tam bir sakinlik ve gönül rahatlığı içinde savaşan ve bu üstün
düşmana bir karış ilerlemeyi pek pahalıya ödeten asker (Derne’nin tek düzenli
kuvveti olan piyade bölüğü) yüzbaşı Manastırlı Halim Efendi’nin bölüğüydü.
Aynı zamanda 10 Ekim 1912’de düşmanın Derne’nin batısından, Tümse- kit
çevresinden gelen taarruzunda ilerlettiği üç piyade alayı ile üç Erit- re taburu
62
ki, on iki taburluk düşman kuvveti karşısında ilk direniş gösteren kuvvetimiz,
Asteğmen Rusuhi ve Ethem efendilerin komutalarındaki piyade askerlerimizle
Asteğmen Cemil Hakkı ve Üsteğmen Nurettin efendilerin kumandalarındaki
ikişerden dört makineli tüfe- | ğimizdi. Bu çatışmada Cemil Efendi’den başka
diğer üçü yaralanmışlardı. Ardından dört dağ topumuzla büyük bölümü
cephanesiz beş altı yüz Arap savaşçısının de katılımıyla düşman, kazandığı beş
kilometrelik ileri araziyi terk etmeye ve eski yerine dönmeye mecbur edildi ve
epeyce ganimet ve esir alındı. Fakat özellikle Cemil Efendi, iki makineli
tüfeğiyle eşi az görülür bir cesurlukla düşmanın burnuna kadar sokulmuş,
düşmanı gerçekten şaşırtmıştı.
Süvari sınıfımızın da bu gibi fedakârlık hikâyeleri vardır: 1912 yılı Balkan
Savaşı’nm ilk bölümü sonunda ve birinci büyük mütarekenin ilk günlerinde
Bulgarların Yeniköy ve Şarköy’e düzenlediği taarruzlarda Kavak’ta
beraberinde bulunan Mürettep Süvari Alayı’na mensup 5. Süvari Aıayı’nın 3.
Bölüğü subayları ile, 27. Süvari Ala- yı’nın 5. Bölüğü’nden üsteğmen Fahri
Efendi’nin keşif ve çarpışma görevlerinde gösterdikleri cesaret, yiğitlik ve çaba
her türlü takdire layıktır. Edirne’nin geri alınmasında düşmanın izini
bırakmamak üzere, süvariliğe pek yakışır amansız takip görevi sırasında Süvari
Yüzbaşı- sı Reşit Bey merhum, yaşıtlarının gerçekten örnek alması gerekecek
yiğitçe fedakârlıklar göstermiştir.
Görev ve mesleğinin gerçek âşığı olan bu subay, İtalya Savaşı’nda da
Derne’de komutanlık başyaveriyken, hem en sarp ve çetin keşif görevlerini
büyük bir istekle yaparak; hem de işini yaparken gösterdiği büyük kavrayış ve
özellikle de üstün cesaretle, görevinin ve mesleğinin eri olduğunu hakkıyla
kanıtlamıştı.
Ordumuzun tüm subayları arasında bu görev aşkı örnek kabul edilmeli ki,
kayıplarımızın yerine bununla avunalım.
Şimdi komutanların çarpışmalarda harekete geçme yöntemlerine ilişkin
Talimname maddelerini dinleyelim:
Piyade Talimnamesi, 2. Bölüm, Madde - 277:
ileri yürüyüş sırasında düşmanla temas olası ise komutan mümkün olduğu kadar
ileride ve kural olarak öncü birliğin de ileri kısımları arasında bulunmalıdır... Bunun için
kendisi belli bir bölgede kalmadan aşamalı olarak ilerlemeli... Bu sayede komutan kişisel
gözlemleriyle düşmanın ve yakındaki kıtalarının durumuna ve araziye dair bilgiler edinir
ki; ne harita, ne rapor ve ne de notların yardımıyla edinilen bilgiler bunun yerini tutamaz...
63
Bu maddede adı geçen komutan, kural olarak en aşağı tümen komutanı ise de;
bağımsız hareket eden herhangi bir müfrezenin komutanı ve öncü birlik
komutanı gibi daha küçükler de doğal olarak aynı biçimde hareket ederler.
Talimnamenin bu sırada komutanlara önerdiği öncü birlik ileri kısımları,
öncü ucuna kadar dayanabilir. Kuşkusuz buralarda dolaşmak komutanlar için
tehlikesiz değildir. Sözgelimi; yanlarda keşif kolları arasındaki çarpışmalardan,
muharebeye tutuşmuş olan uç bölüğünün muharebesinden; ve düşman eğer
açılma ve yayılmada erken davranmışsa, düşman topçusunun ateşlerinden
varlığı pek değerli olan komutana ve emrindekilere bir iki kurşun isabet etmesi
elbette olasılık dışı olamaz. Ancak bu değerli varlıktan beklenen yarar işte bu
anda, bu şekliyle görevini yerine getirmekle ortaya çıkacağından ve tersi durumda bu değeri sıfıra indireceğinden {bu sayede komutan kişisel gözlemlen
ile... - madde 277) sözünü ettiğimiz tehlike hatıra bile getirilmeyecektir.
Duraksamaya yer bırakmayan gerçeklerdendir ki, komutanların esenlik ve
sağlığı, ancak muharebe üzerinde ciddi bilgi sahibi olarak ve üstlere yaraşır
düzeyde söz geçirerek duruma hakim olmaları ve durumu denetim altına
almaları için, önemli ve gereklidir. Şimdi artık keşfe giden bir subayın,
düşmandan ateş yediği için ilerlemekte ve keşfi tamamlamakta başarısız
olmasını; ve bunu da olanaksızlıklardan kaynaklanan ve özür dileyerek
affettirilebilecek bir durum olarak göstermesinin ne derece kabul edilebilir
olduğu düşünülmelidir.
Komutanlar hakkında Piyade Talimnamesi’nin 279’uncu maddesi de burada
belirtilmeye ve anılmaya layıktır:
ileri hatlarda bulunan komutanlar etkili düşman ateşi altında atlarından iner ve
kaçınılmaz olduğu görülürse, olanakların elverdiği ölçüde doğal veya yapay siperlersen
yararlanırlar...
Demek oluyor ki, rastlantıyla patlayan bir iki şarapnel veya tek tük gelen
birkaç düşman mermisi üzerine komutanların attan inmesini, Talimname kabul
etmiyor. Bunu ancak etkili düşman ateşi altında öneriyor. Doğal veya yapay
siperlerden yararlanmayı da, durumun kaçınılmaz olduğunun görülmesi
koşuluna bağlıyor. Öyle ya! Ere avcılık talim ve eğitiminde, en önemli kurallar
olarak, önce etki yaratmanın, sonra gizlemenin düşünüleceğini öğretiyoruz. Bu
maddeden anlaşıldığına göre, ancak kaçınılmaz durumlarda doğal ya da yapay
siperlerden yararlanan bir komutan veya subayın askeri, düşmana tesirin gizlenmekten önce olduğunu öğrenebilecek ve yerinde uygulayabilecektir.
64
Komutanların emrindekiler üzerinde sahip olmaları gereken söz geçirme ve
etki derecesinin ve önemini gösteren şu maddeyi de gözden geçirelim:
Piyade Talimnamesi - Madde 424:
Aralıksız takip uygulaması için tüm komutanların bütün kuvvetlerini harcaması
gerekir. Çünkü zafer kazanmış asker bile muharebenin sıkıntılarıyla yorulmuş ve güçten
düşmüş olacağından, muharebenin sonunda gerek büyük ve gerek küçük herkeste
dinlenme ihtiyacı kendini hissettirir ve etkisini gösterir. Ancak komutanların kesin
kararlılığı, kendi yorgunluğuna üstün gelerek, astlarını da beraberce ileri sürebilir.
yaygınlaşıp kök salmamıştır. Erlerin büyük bölümünün içinde bulunduğu açıkça
görülen cahillik ve beceriksizliğin bundaki etkisi görmezden gelmemese de,
bilim ve eğitim ortamında yetişenlerin de çoğunun silah kuşanmış olarak
düşman karşısında savaş ve dövüş işlerine girişmekten çok, daha geride ve
tehlikeden arınmış, daha rahat bir durumu talep ve tercih ettikleri büyük bir
üzüntüyle görülmüştür.
Anlaşılıyor ki, milli ve düşünsel eğitimimizde vatan fedakârlığı, vatan aşkı
ve sevgisi ve bu uğurda her şeyin unutulması zorunluluğu gibi yüce duygular,
isteklerimizin hedefi olma düzeyine yükselememiş- tir. Oy:a okumayan ve
bilmeyenler okumadıkları ve bilmedikleri için vatan sevgisinden yoksun, bunun
eğitimini almış olanlar da vatanın gereksinimlerine yaraşır şekilde çalışmaktan
kaçınıp eğilimleri huzur ve rahattan yana olursa, bu vatanı kimlerin yaşatacağı
ve bu vatanda yaşamak ve buna sahip olmak hakkının ne yüzle iddia edileceği
iyice düşünülmelidir.
Resimli Şehbal dergisinin 90. sayısında özgeçmişinin ve çalışmalarının
yazıldığı Sofya Güzel Sanatlar Okulu Müdürü ressam Mitof makalesini
ülkemizin aydınları elbette okumuşlardır. Mitof, fırçasıyla Bulgarlıkta milli
uyanışın başlaması ve doğuşu için geceli gündüzlü çalışmaktayken, ülkesinin
düşman saldırısına uğradığı 1859 Sırp - Bulgar Savaşı çıkar çıkmaz fırçayı
bırakarak silahına sarılmış ve bir de cesaret madalyasıyla onurlandırılmıştı. Son
savaşta ise yaşlandığından kendisi savaşa katılamamış ise de, Paris Güzel
Sanatlar Akademisi ile Mühendis Okulu’nda öğrenim gören iki oğlunu
göndermiştir.
Balkan Savaşı’nda Selanik üzerine yürüyen Bulgar kuvvetinin süvari
subayları arasında, Bulgaristan’ın Paris’teki büyükelçisi yedeksu- bay olarak
görev yapmıştı.
Bu savaşta ordunun önünde herkesten önce ulusun namusu adına at oynatan,
65
kılıç sallayan, tüfek atan ve birçok kan akıtan Bulgar bilim ve kültür insanlarının
çeşitlerini ve sayılarını, ülkemizin aynı sınıfa bağlı aydınlarından aynı görevi
yerine getirenlerin sayısıyla karşılaştırılması, incelenmesi ve araştırılmasının
çok önemli bir konu olması gerekir.
Talimname ki, harekât kurallarıdır, savaş kanunudur. Bir bahane ile
muharebe alanını terk edenleri korkaklık cezasıyla mahkûm ediyor. Demek ki,
Talimname’ye göre korkaklık bir cezadır. Öyledir ya!.. Bir erkeğin, özellikle
askerin korkak olması demek, kendisinin âdeta uygarlıktan yoksun olmasıyla
eşdeğerdir. Çünkü, “Bu adam vatansızdır” demektir. Onun vatanı yoktur. Zira
çocuklarından olduğunu iddia ettiği vatanı düşmanların çiğnediği gün o,
anasının yardımına koşmamıştır. Ya da koşmuştur da, bu uğurda canla başla
çalışmamıştır. Ve zorunlu görevini yapmamıştır.
Dayanıklılığını kaybeden erlerin subaylarına bakmalarını Talimname
öneriyor. O halde subayın dayanıklılığını kaybetmesi hiçbir durumda kabul
edilemez. Hatta bu dayanıklılık o derece korunmalıdır ki, subayın yalnız
kendisine yetmekle kalmayıp dayanıklılığa gereksinen erlere de geçmelidir.
Artık muharebenin gerisinde işsiz duran ve bu meydanı bahane ile terk eden
erler korkaklık cezasıyla mahkûm olursa, tam savaş olacağı zaman sağlık
durumunun bozukluğundan söz ederek rapor almak veya bir başka hizmete talip
görünmek veya bulunduğu bir başka işi uzatıp muharebeye yetişmekte
gecikmek hangi ceza ile mahkûm olacaktır, bilemem.
Erlerde cesaret, yoğun çalışma, soğukkanlılık, hızlı karar verme ve
dayanıklılığını yitirdiğinde subayına bakma özelliklerini öğretmek ve artırmak
için ikinci bölümü okuyalım.
66
2. Subayların, erlerin kalp ve güvenlerini
kazanmaları ve morallerini yükseltmeleri
Erler, askerlik hizmeti sırasında subayların öz çocukları gibidir. Bir insan
kendi çocuğunun yetişmesi için eğitim ve öğretimini, sağlığını, tutum ve
davranışlarını nasıl gözetir ve bunların sürekli üstüne düşerse; subay babalar
da asker çocuklarının sağlık ve esenliği, görev ve sanatım güzel öğrenmesi,
ahlakının düzgünlüğü, kısacası her şeyi için, aynı bağlılık ve özenle çalışacak
ve bunları gözetecektir. Birinci bölümde açıklanan ve ölümle pençeleşilen
savaş durumlarında ere hakim olabilmek ve emir verebilmek, bunalım
anlarında ere hayatı yok saymayı gerektiren şanlı ve başarılı görevlerin
üstesinden gelmesini sağlamak için, subayın yapması gereken pek çok şey
vardır: Varlığının erin gözünde gayet büyük tanınmış olması, erin bu varlığı
tanıdığı dakikadan beri ondan birçok büyüklük ile şefkatin çeşitli sonuçlarını
ve büyüklüğe yaraşır davranma isteğini görmüş olması; bundan dolayı bu ruh
ve varlığa tapma derecesinde iç dünyasını açabilmesi ve ona tam anlamıyla
güvenmesi ilk koşuldur. Aksi halde hiçbir şey yapılamaz.
Sefer Hizmetleri Kanunu - Madde 3: Askerin göreceği hizmetlerin gereğince yararlı
olması, bunların ancak üstünün istek ve amacına göre yönetilmesi ve uygulanması ile
mümkün olabilir. Bu da ancak askeri disiplinle sağlanır. Askeri disiplin, ordunun temeli ve
her başarının birinci koşulu olduğundan her durumda tam bir şiddetle kurulmalı ve
sürdürülmelidir. Barış zamanında, uzun zaman ve emek harcayarak askeri kıtalarda
kurumsallaşmayıp yalnız görünürde kurulan bağlar, savaşın tehlikeli zamanlarında ve
beklenmeyen olayların etkisi altında verimsiz kalır.
Önce şu noktasını açıklayalım ki, ordunun temeli ve her başarının birinci
koşulu olan askeri disiplinin, yani astlara emrin istek ve amacına göre hizmet
gördürmek için varlığı esas olan emniyet ve güven kazanma amacıyla burada
ufak bir bölümü anlatılan amaca ulaşmanın yolları bölümünün başlığında
67
yazıldığı gibi; yalnız erle subay arasında geçerli olmayıp bütün üstler ve astlar
arasında zorunlu olarak uygulanması gerekir. Askeri hizmetlerin şanı, üstlerin
istek ve amacı çerçevesinde uygulanması zorunluluğudur. Askerlikte reddetme, itiraz, görüş belirtme, düşünce ekleme, hatta kanun maddelerine
dayanarak uygulamadan geri durma hakkı, astlara verilmemiştir. Üstünden
emir alan her astın ilk ve yegane cevabı ‘emredersiniz komu- tanım’dan başka
bir şey değildir. Haksızlığı ve kanuna uygunsuzluğu açık olan konularda bile
ast ancak uygulamadan sonra şikayet hakkım koruyabilir.
Şu halde askerlik sınıfında her emir, uygulanmak zorundadır. Kimi zaman
despotça görünen ve mutlak itaat denilen şu durum; askerlik için katıksız bir
düzen, başarının asıl merkezi ve dayanağıdır. Nedeni de ortadadır. Askerlik,
işlerin çekip çevrilmesi değil, insanların yönlendirilmesi ve yönetilmesi
sanatıdır. Birçok insanın bir kişinin oy ve emriyle hareket edebilmesi, ancak
bu kesinlikle mümkündür. Her kafadan bir itiraz sesi çıkarılmasına bir parça
bile izin verildiği takdirde binbaşının bin kişiyi bir noktada toplaması,
herhangi bir hedefe yöneltmesi ve hareket ettirmesi, ucunda canını verme
gibi sertlikler bulunan görevleri bunlara yaptırması olanaksız olurdu.
Çeşitli rütbelerdeki subaylar bunu bilmelidirler ki, askerlik, kendi yetkileri
dahilindeki uygulamalarda bile başkasının, üctünün istek ve amacına hizmet
zorunludur, gereklidir. Bundan, amirin kişisel çıkarlarına hizmet etmek
anlamını çıkarmak büyük bir hata ve olumsuz bir yorum olur. Üstlerin istek
ve amacı askeri gelişmeyi ve savaşta başarıyı sağlama esasını içeren genel
amaçlara dayanır ki, bunların kaynağı da askerlik yasaları ile teknik bilgilerin
ve sanatın gerekleridir.
Astları üzerinde bu derece serbestçe karar verme ve geniş yetkilere sahip
olacak üstler, emirlerini de sınırını bilerek, adalet ve insafın gerektirdiği
yönde, durumun ve zamanın gereklerine uygun olarak vermekle yükümlüdür.
Fakat bunun araştırılması ve denetimi, o üstün de üstüne ait bir görevdir.
Bundan üstlerin sahip olması gereken övgüye değer nitelikler ve askerlik
bilimini kavrayış derecesi kolayca anlaşılabilir. Askerlik, komutanlık sanatıdır.
Fakat emir verebilmek ve komut edebilmek için bir üstün, astlarının önce
eğiticisi ve aynı zamanda uygulatıcısı olması zorunludur. Ancak eğitim, ahlak,
deneyim, bilim ve kavrayışta astlarına üstünlük gösteren ve ağır basan bir üst;
onlara komutan olabilir. Seferi Hizmetleri Kanunu’nun askeri disiplin
maddesinden sonra gelen dördüncü maddesi,
68
Subay, askerlik görevlerinin her bölümünde erlerin eğiticisi ve üstüdür. Bunun için
bilgi, deneyim, ciddiyet ve dayanma gücü bakımlarından erlere üstün olmalıdır... Üstler
emrindeki subayların yiğitlik duygularını harekete geçirmek ve çoğaltmak için çalışmalıdır.
söz konusu durumun, subayla er arasında gereğinde ve emir gereği yerine
getirilmesi istendiğinde, bütün komutanlar için rütbeleri oranında geçerli
olduğu da kabul edilmiş olur. Zaten bu maddede üstlerin emirlerindeki
subayların yiğitlik duygularını harekete geçirmeye ve arttırmaya çalışmaları
yazılıdır. Ve bundan önceki üçüncü maddede (askerin göreceği hizmetlerin
hakkıyla yararlı olması, ancak üstlerin istek ve amacına göre yönetilmesi ve
uygulanmasıyla mümkün olabilir...) ifadesindeki asker ve üst terimlerine göre,
bu kural ve zorunluluğun erden mareşale kadar bütün komutan ve subaylar
arasında yerleşmiş olması gerekliliği ortaya çıkmış olur.
Disiplin ve esasları hakkında bu kadar açıklamayı yeterli görerek karşılıklı
güven konusundaki görüşlerimize devam edelim.
Üst ile astın, subay ile erin ruhları arasında çok sıkı bir bağ ve yakınlık var
olmalıdır. Üstler her durumda astlarına arka çıkan ve şefkat gösteren birer
yardımcı ve dayanak olmalıdır.
Sefer Hizmetleri Kanunu, Madde 6:
Her konuda ara vermeksizin askerlerin iyilikle üstüne düşmek ve onlara özen
göstermek subayın güzel ve şerefli, seçkin bir görevidir. Komut vermekle görevli olan tüm
subaylar astlarının hizmete karşı şevk ve ilgilerini sürdürmeye çalışmakla sorumludurlar.
Görev aşkı, başarıya ulaşmak için en güçlü zamandır.
Subaylar bu maddenin kendilerine sunduğu bu zorlu ve seçkin görevi nasıl
yerine getireceklerdir? Bizde askerlik hizmeti öteden beri sert, usandırıcı ve
soğuk tanınmıştır. Buna neden olan bazı durumlar ve etkenler de yok değildi.
Asker ocağına yeni gelen ve bu kötü kabul edilen gelenek ve hizmete karşı
doğan çekingenlik ile soğuk duyguların etkisi altında bulunan kişilerin, ilk
kabulde düşüncelerini değiştirmek ve psikolojisini yeni girdiği askerlik
hayatına ısındırmak için yumuşaklıkla davranılmalıdır.
Daha ilk gününden askerlik hizmetinin, dinin ve milletin emirlerini yerine
getirmekten, yurdun ve ülkenin bütün kadın, çoluk çocuk ve yaşlılarının
namus ve canlarını korumaktan ibaret olduğunu anlatmaya başlayarak;
ülkenin, eline alacağı silahla kendi cesaret ve erkekliği sayesinde düşmanın
kötülüğünden korunacağı ve bunun da kendisi için ne kadar şerefli ve uğurlu
bir iş olacağı ve gece gündüz bizi yok etmek için çalışmakta olan düşmanların
69
hakkından gelmek için silah kullanmayı güzel öğrenmesini ve savaşta
düşmanla karşılaşınca bir an önce boğazına atılmak üzere; şimdiden bunları
tanımak ve bunlara karşı yüreğinde büyük bir intikam ve hırs beslemesi gibi
konularda kısa ve etkileyici konuşmalar yaparak yeni askere, askerliği
tanıttırma- ya ve buna karşı kalbinde sevgi ve düşmanlar aleyhinde kin ve
düşmanlık yaratmaya başlamalıdır.
Hele bizi kuşatan düşmanları, er, isimleriyle daha ilk günlerde öğrenmelidir. Ve er bunları, bütün askerliği süresince daima duymalı ve
tekrarlamalıdır. Alaya gelen acemi erler kışlaya girer girmez kışlanın camlan
kırık, en karanlık ve en döşenmemiş koğuşuna konulup bıra- kılıvermemeli.
İlk görülenin ve öğrenilenin etkisi büyüktür. Bunların geldiği gün alay için
bir bayram olmalıdır. Alayın tüm subayları hazır ve hatta tören
üniformalarını giyinmiş olmalı. Özel bir tören ile alayın sancağı çıkarılarak
bütün acemiler sancağın etrafına dizilir. Sancağın altındaki yeşil çuhalı bir
masa üzerine Kuran-ı Kerim de konularak acemiler birer birer bu kitaba el
basmak ve alayın sancağını hürmetle öpmek şartıyla din ve millet ve ülke
uğrunda gerekirse canlarını feda edeceklerine dair yemin ettirilirler.
Alay ve tabur imamları da bu törende elbette ki hazırdırlar. Yemin töreni
bir dua ile son bulur. Törenden sonra yeni gelenler eskileriyle beraber
sancağın önünde bir geçit töreni yapar. Bu suretle er, askerlik görevine
sancağı tanımak, onu yüceltme ve saygı göstermekle başlamış olur. Bu törenin
başlangıcında [sancağın] ne olduğu, üzerindeki ay yıldız ve ayetler, ulusal ve
askeri renkler ayrıntısıyla açıklanır ve gösterilir. Er bu sırada alayın
numarasını ve varsa ismini de beller. Alayın eski erlerinin sancağın şeref ve
namusunu korumak üzere hangi çarpışmalarda düşman üzerine nasıl aslanlar
gibi atıldıkları ve bu uğurda şehit olarak Tanrı’larına kavuştukları anlatılır.
Yeşil masa üzerindeki Kuran’ın da insanlara, askerlere bunu emrettiği ve bu
kitabın nitelikleri ve büyüklüğü hakkında birkaç söz eklenir.
Almanya’da acemilere bir de eski muharebelerde canını feda eden alay
erlerinin isimleri işlenerek avluya dikilmiş sütun da gösterilerek bunların
hikâyeleri de sayılıp dökülür. Bu açıklamalardan, her alayın bir tarihinin
olmasının gereği ortaya çıkar.
Piyade Talimnamesi, Madde 470 (Eskilerinin yaptıkları, talim ve eğitiminin değişmez olması ve tüm subaylarının tek vücut bulunması...) gereğince alay, kurmayları ve diğer bireyleri kaynaşmış ve dost olmuş, saygı
dolu bir aile demektir. Savaşlarda savaş tutanakları tutulduğu gibi, alayın ilk
70
kuruluşundan beri geçirdiği evreler ve muharebeler, harekâtlar vs. eklenip
kaydedilerek alayda şimdi ve geçmişteki bütün üstlerin ve subayların
özgeçmişleri ve resimleri eklenmek üzere pek özen ve emekle hazırlanmış bir
deftere alayın bir genel tutanağı, bir tarihi yazılmalıdır. Alay hayatı, alay
sevgisi ortaya çıkarılmalı ve canlandırılmalıdır.
Bu hayat ne denli canlandırılır, ne denli saygıyla tanıtılırsa, askerler
arasında bağlılık ve birbirine sahip çıkma duyguları da o oranda artar.
Memleketimizde sancağın önemi ve kutsallığı pek az bilinir ve başka
şeylerle çok karıştırılır. Sancağa saygı ve sevgi herkesin boynunun borcudur.
Bütün halk daha küçükten bunu tanımalı. Bunu kutsal görmeli ve buna saygı
göstermelidir. Bazı alayların sancaklarıyla beraber şehir içinden geçtikleri
sırada insanlar buna karşı pek umursamaz ve bundan etkilenmemiş
görünmektedir.
71
Sancağın anlamı ve hak ettiği şöhret herkesçe bilinmelidir. Ve herkes
sancağın geçerken onu ululayarak ve saygıyla selamlamalıdır. Çünkü, herkes
bir gün bu birleştirici kutsal sembolün cesaret vericili- ğinin altında
toplanacaktır. Sancak her alayın şan ve şeref sembolüdür.
Düşmanın Çatalca kapılarına kadar dayandığı zamanlarda İstanbul
hayatının hiç savaş yokmuş gibi devam etmesi, İstanbul’da birçok gencin bu
esnada baston sallama ve cüppe uçuşturma gibisinden aymazlık ve
gevşeklikler göstermesi, İslam milletinde bir daha görülmemelidir. Vatanı
savunma kaygısı herkesin ruhunda büyük bir yer tutmalıdır. Saldırıyı
püskürtmek için herkes zamanında hazırlanmalıdır.
İşte böylelikle ilk askerlik dersini almış olan erlerle subaylar kesintisiz
temas ve ilişkide bulunarak, er için bir şekilden ve bir düşten ibaret olan bu
dersin bütün yönleriyle erin zihnine kazınması için emek harcanır ve dil
dökülür. Erlerimiz gayet bilgisiz ve basittir. Bu hal subaylarımızın onlara daha
çok, gereğinden fazla konuşmalarını gerekli kılar.
Sefer Hizmetleri Kanunu - Madde 21:
Uygulamalı eğitim ve talim, kuramsal dersleriyle birlikte icra edilmeli ve kuramsal
derslere de büyük önem verilmelidir. Kuramsal konuların erlere öğretilmesi daima onların
bilgi ve zekâlarıyla orantılı olmalı; ve erlerin bilgilerini artırmalarına, şevk ve heveslerinin
çoğalmasına hizmet etmelidir. Kuramsal dersler sırasında üst, astını daha yakından
tanıyacağı gibi, onun emniyet ve güvenini kazanır; ve böylece de erin doğası ve duygulan
üzerinde etki yaratmaya imkan bulur.
Er ne kadar kalın kafalı ve yeteneksiz olursa olsun, madem ki insandır;
aklını ve bilinci kaybetmediği sürece, ere bir şey belletmek, erde bir fikir
oluşturmak için hiç durmadan harcanan çabalar mutlaka bir sonuca ulaşır.
Bunların çeşitlerini gördüm. Ve ilişki kurdum ve uğraştım. Kesin
deneyimlerime dayanarak derim ki, istenilen şeyin olanaksızlığından söz
etmek; işin basite indirgenmesinden, düzenli olarak ya- pılmamasından,
yorulmayı göze almamaktan başka bir şey değildir.
Er, subayından ne kadar çok söz ve nasihat duyar ve ders alırsa subayını o
kadar tanır. Ve tanıdıkça da gönül bağı artar. Karşılıklı olarak subay da aynı
şekilde erin düşünme kapasitesini ve çeşitli yeteneklerini öğrenir.
Gerektiğinde de eri ona göre görevlendirir ve iş verir. Erleri tanımak her
şeyden önce bölük komutanlarıyla teğmenlerin görevidir. Yüzhaşı ve
72
teğmenler kendi erleri üzerine titremelidir.
Erlerin, çoktan beri ailesinden mektup alamama yahut ailesinden birinin
kaybı yüzünden üzülmek ya da herhangi bir nedenden bir sıkıntıya kapılmak
gibi olası durumları, subayın gözünden kaçmamalıdır. Derhal bu durumun
nedenini sorup açıklama istemek ve bunu gidermeye çalışmak gerekir. Er
çoktan beri memlekete gitmemişse, böyle bir durum karşısında, kendisi
istemeden üç beş gün izin verilir.
Gözü kanlanmış, benzi sararmış, dili paslanmış erlerle derhal tıpkı babaları
gibi konuşulmalı, bu durumun nedenleri aranmalıdır. Subay, erleri her sabah
bu suretle bir kere yoklamaya mecburdur. Hastalığını saklayan veya ona
önem vermeyen erler bulunur. Bunlar derhal hastaneye gönderilir. Bu gibi
durumlar diğerlerine ders olur. Hastanelere gönderilen erler orada
unutulmaz. Her hafta bir onbaşı veya çavuş ve bir iki er, hastanedeki erlerin
yüzbaşı adına hatırını sorar ve yüzbaşının selamını bunlara götürür.
Hastanede yatışı uzayan erler varsa, ara sıra subaylardan biri veya bizzat
yüzbaşı da gider ve gitmelidir. Bu sırada bir iki portakalcık veya bir paket
tütüncük de götürülürse, erlerin dağlar kadar gönlü olur. Subaya olan bağlılığı
çok güçlenir. Subay erin yemeğine yatağına, arkadaşlarıyla geçinmesine, çokça parası geliyorsa ne yolda harcadığına ve dışarıda kimlerle görüştüğüne,
memleketteki işine ve ekmek kapısına, aile üyelerine, çamaşırına, temizliğine,
saçına, tırnağına; kısacası her şeyine, her türlü haline bakacak, gerekenler
hakkında öğütler verecek, yol gösterecek ve onları düzeltecektir.
Subayın ere karşı davranışları da erde insani onuru ve kişisel şerefini
uyandıracak yolda olmalıdır. Bu yönteme, en ince noktalarına uymak
koşuluyla devam edilir ve bunda ısrar edilecek olursa; en kaba duygulu
olanlar üzerinde bile etkili olunur ve sonuç alınır. Hakaretten ve
aşağılamadan bütünüyle sakınılmalıdır. Azarlama da seyrek olmalıdır ki,
etkisini kaybetmesin. Erleri hor ve aşağı görmemelidir. Öncelikle er, bir
insandır. İkincisi bu millete olan kan vergisini vermek için eğitiminize ve
talimimize emanet edilmiş bir yurttaş ve bir hemşehridir. Onun da onuru
büyüktür. Belki bunlar içinde gelecekte dok
73
tor, mühendis, öğretmen, vali, büyük tacir ve belki bakan olacaklar vardır.
Üstlerin emir ve nüfuzlarının erler üzerinde oluşturacağı durumu
gösteren aşağıdaki diğer bir Seferiye maddesini tartışarak bu bölümü de
bitirmiş olalım:
Seferi Hizmetleri Kanunu - Madde 5:
Subayların tavır ve hareketlerinin asker üzerinde pek büyük etkisi ve önemi vardır.
Çünkü,
ön
saflarda
bulunan
subayın
soğukkanlılığı
ve
dayanıklılığı
erleri
etkileyeceğinden, onlar da buna uyarlar. Yalnız emir vermek, hatta doğru emir vermek
bile yeterli olmayıp emrin verilme biçiminin ve gereken kararlılıkta verilmesinin, ast
üzerinde etkileyici gücü vardır. Subayın tavır ve hareketi ve göstereceği iyi örnek,
kuşatmalarda ve gereksinildiği zamanlarda askeri disiplinin en önemli dayanağı olan
emniyet ve güveni güçlendirerek, askeri cesaret isteyen işlerin uygulanmasına yöneltir.
Bilindiği gibi gevşek verilen komutlar, yerine gevşek biçimde getirilir.
Sert ve keskin komutlar da keskin ve seri hareketler yaptırır. Emirler de
böyledir.
Emir veren subayın ağzından çıkan sözler, subayın o işin mutlaka
yapılması kararlılığında olduğu etkisini, emri alanlarda yaratmalıdır. Yavaş ve
kesik ifadelerle ve havadan sudan konuşulur gibi verilen emirler ast üzerinde
‘yapılsa da olur yapılmasa da olur’ gibi bir anlam yaratabilir. Ve astta dikkat
uyandırmaz.
Yalnız bu da yeterli değil, emrin verilmesinde de askerlik ciddiyeti
bulunmalı. Emir veren subay, emrini gergin bir vücut ve dik bir kafayla ve
kusursuz bir durumda vermelidir. Her halde eller cepte veya bacak bacak
üstünde kahve içerken veya elindeki bir şeyle oynayarak veya açık baş veya
açık elbise ile; ve emri alan bir kıta ise kıtanın burnuna sokularak yalnız
birkaç er işitecek kadar baştan savarcasına verilen emirler, çoğunlukla
verilmiş olmaktan fazla bir sonuç doğurmazlar. Emir veren subay bir kez tavır
ve duruşuyla emri vermeden önce kıtanın veya astın dikkatini çekmeli;
hepsinin gözlerini kendi gözüne çekmeli; onları emir almaya hazır, dikkatli
duruma getirmeli; ondan sonra söze başlamalıdır. Nitekim komut verirken de
bu konu her zaman göz önüne alınmalıdır. Bazı erler burnunu veya terini
siler. Veya bir teçhizatını düzeltirken verilecek komut uygulanamaz. Çünkü
kıta henüz o komutu uygulamaya hazır değildir ve dikkati çekilmemiştir.
Subay kıtasına avucu içinde imiş gibi sahip ve hâkim olmalıdır. Ağır hava
74
koşulları ve savaş sıkıntıları anlarında ise subayın tavır ve duruşundaki
ciddiyeti, dayanıklılık ve soğukkanlılıkla da perçinlenecektir. Bu sırada subay
daha etkin ve daha ciddi ve daha sert olacaktır ki, bu olağanüstü durumun
astlar üzerinde yaratacağı kötü etkiler ortadan kalksın ve kıta elden çıkmasın.
Şu yolla bu maddenin kendisinden istediği örneğe ulaşmak, subay için pek gerekli; ve emniyet ve güven sağlamak için pek etkilidir. Buna dair Piyade
Talimnamesi’nin 266’ncı {...subay askerlerinin sevinç ve keder ve bütün
yoksunluklarına katılan sadık bir yol gösterici olmalıdır. Askerin tam olarak
güveni bu yolla kazanılır. Bu kutsal ve yüce görevleri için subay daha barış
zamanında kendisini eğiterek güçlendirmeli ve hazırlamalıdır.) maddesi
büyük bir dikkatle okunmaya gerçekten layıktır.
Örnek olarak erlerin sırf ekmekten ibaret olan gıdası geç kalmış veya
gelmemiş olabilir. Biz o sırada onların karınlarını doyurmaya koyulmadan
önce, yine onlara taşıttırdığımız katıklı ekmeğimizi gözleri önünde yemeye
koyulur veya yine onlara, etraftan bulmak üzere yemek ısmarlamaya
kalkışırsak;
aynı biçimde yorgun yorgun bir köye veya ordugâha varıldığında,
öncelikle kendi dinlenmemiz için hazırlıklara girişirsek;
aynı biçimde şiddetli bir yağmura yakalanıldığında onları açıkta bırakıp da
kendimizi yakınlardaki bir sığınağa atar veya bir sığınak aramaya hız verirsek;
aynı biçimde soğuktan etkilenerek kaputumuzun yakasını kaldırarak,
kulak ve burnumuzu sararak, ellerimizi cebimize sokarak onların karşısında
büzüşecek ve tahammülsüzlük gösterecek olursak; ve barışta ve seferde ya da
benzer durumlara denk geldiğimizde kendimizi onlardan daha üstün tutar ve
öne çıkarırsak emin olmalıyız ki, erlerimizin kalplerini kazanamayız.
Kendimizi onlara sevdirmiş olamayız. Gizliden onları bir dinleyecek olursak,
hakkımızda neler söylemekte olduklarını duyarız. Aramızdaki bağ,
göstermelik olmaktan ve hızla çözülmekten kurtulamaz. Kalp kazanmak,
kalbe girmek kolay değildir. Talimnamelerde iki üç satırla emredilen ve
anlatılan bu psikolojik konuların uygulama ve öğretilmesi yöntemine çok
emek harcamak ve önem vermek gerekir. Başka şekilde bir insan kütlesi
yönledirilemez ve yönetilemez. Sıkıntılı ve tehlikeli görevlere sokulamaz;
çabucak elden çıkar, biz de yapacağımızı ne kadar iyi bilsek, yaptıracak kimse
bulamayız.
75
3. Taarruz Kavramı
Savaş demek taarruz demektir. Savaşın bir bilim ve sanat olarak tanınması
yalnız taarruz uygulamasıyla olmuştur. Savaştan verim ve sonuç da ancak
taarruzla elde edilebilir. Taarruz eden veya hiç olmazsa bu düşünceyi koruyarak
fırsat bulduğunda uygulamaya girişen, daima kazanır. Savunma olumsuzdur.
Savunmanın en büyük yararı olsa olsa kaybetmemek olur. Fakat bu da geçicidir.
Savaştan amaç ise düşmanı imha etmek ve dağıtmaktır ki, bu da yalnız taarruzla
olur.
Taarruz, düşmana boyun eğdirir, hareket serbestliğini daima elinde
bulundurur, savaşanların morallerini, istek ve çabalarını yüksek tutar, en sonunda
düşmanı ezmek veya ona aman diletmek başarısına ulaşarak savaşı sonuca
ulaştırır.
Savunma düşmanın irade ve isteğine boyun eğmeye zorunlu, başarısızlığa
mahkûm ve hareket serbestliğinden yoksundur; askere daima korku ve
umutsuzluk getirir. En büyük kârı, ne kâr etmektir ne zarar. Fakat genellikle de
düşmanın kazanmasını sağlamaya yarar.
Taarruz savaşçılıktır, savaş yeteneklerine sahip olmaktır, asıl askerliktir.
Savunma hareketsizliktir, güçsüzlük ve yavaş davranmaktır, manevra
gücünün yokluğudur.
Taarruz eden savunmayı zaten sağlamıştır. Fakat savunmada kalan, taarruza
geçenin amansız darbesinden yakayı güç kurtarır ve çoğunlukla yalnız bununla
yetinir. Ama taarruza geçen başarılı olmasa bile, zararı yalnız budur. Ordu,
taarruz ordusu olmalıdır. Savunmayı savaş biçimleri arasından çıkararak yalnızca
bir savaş yöntemini, taarruzu tanımalıdır. Taarruz ordusunun bazen savunmada
kalma zorunluluğu, kural dışı ve belli sürelerle sınırlı olmalı; savunma, taarruzu
etkili bir şekilde yürütme olanağını sağlama hedefi taşımamalıdır.
Ordunun her türlü çalışması ve hazırlığı, uygulamalarının amaç ve hedefi
taarruza yönelik olmalıdır. Böyle ordular nadiren taarruza mecbur kalacakları
gibi, taarruzdan da uzak kalarak silahlı barışı sağlarlar. ‘Hazır ol cenge eğer ister
76
isen sulh ü salâh’ sözünün uygulaması böyle olur. Taarruz kavramından nasibini
almamış ve hazırlıklarını buna göre düzenlememiş olan ordular taarruz
edemeyecekleri için, düşmanların taarruz hırslarını kendi üzerine çekerek
ülkelerini tehlikeye atarlar. Altı yüz küsur yıllık tarihimizin yükseliş ve refah
dönemleri, eski taarruz anlayışımızın yükselmesinin sonucudur. İslamiyeti yayma
düşüncesinin birçok yerlerde boşlukta kuru bir yankı bırakarak sönmesi de, bu
anlayıştan uzaklaşmamızın kötü sonuçlarındandır. Yaşamak için bu anlayış
ruhumuzun, düşünce varlığımızın, çalışmalarımızın en birinci niteliği, en
vazgeçilmez gıdası, en önemli dayanağı olmalıdır. Savaşın meyvelerini toplama
mutluluğuna ulaşan taarruz harekâtlarının hayata geçirilmesi elbette ki zordur.
Esaslı ve ciddi bir anlayış ve kavrayış, sürekli ve düzenli bir çalışma gerektirir.
Ordumuzun son Balkan Savaşı’ndaki harekâtına bir bakacak olursak yalnız
İşkodra ve Yanya kaleleriyle, Çatalca ordumuzun ve Edirne’yi savunanların bizi
avutacak hareketleri görülür. Oysa savaşın buralarda sadece savunma şeklinde
geliştiği ve ancak manevra ve hareket güç ve yeteneğiyle kazanılabilecek olan
Kırkkilise (Kırklareli) Lüleburgaz, Komanova... meydan muharebeleri gibi açık
ovalarda hareket eden ordumuzun büyük bölümünün hiçbir iş göremedikleri bilinir. Geçen Rus Savaşı’nda da yalnız Plevne’deki savunma ordumuz, taarruzlara
karşı kendini koruyarak verdiği o meşhur savunma harekâtıyla yüzümüzü
güldürmüş; öbür yanda asıl ordu amaç ve hedefini bilemeyerek pusulasız gemi
gibi hareketsiz ve eylemsiz kalmıştı.
İşte özellikle bu son savaşlardaki örnekler, ordumuzun taarruzdaki eski
sindirici gücüyle görkemini geri kazanabilmesi için nasıl bir hareket hattı, ne
şekilde bir çalışma ve çaba izlemek gerektiğini kolayca belirler. Bu konuda
talimnamelerin şu maddeleri daima bize yol göstermelidir:
Piyade Talimnamesi - Madde 265:
Piyade sınıfı karakterinin bir parçası olan taarruz eğilimi, daima beslenmelidir. Ne
pahasına olursa olsun düşmanın üzerine atılmak düşüncesi bütün eylem ve
davranışlarına hâkim olmalıdır. Bu konu yüksek manevi erdemlere bağlı olduğundan,
moralin yerine getirilmesi ve yükseltilmesi, barış zamanındaki eğitimin başlıca
görevlerinden biridir.
Talimi ve eğitimi kusursuz olan ve işin aslına uygun olarak yönlendirilen ve
yönetilen metin piyade askeri, zor durumlarda bile ve hatta sayıca üstün düşmana
karşı, başarıya ulaşacağından emin olmalıdır.
Süvari Talimnamesi - Madde 12:
77
Süvari görevini daima taarruz edecek gibi uygulamaya çaba göstermeli ve yalnız
yaralayıcı silahlarla bir iş göremeyeceği zamanda filintaya başvurmalıdır. Her bölük
taarruza uğrayıncaya kadar beklemeyip tam tersine ilk önce kendisi düşmana taarruz
etmelidir.
1870 Alman - Fransız Seferi’nde Fransızlar ordularını savaşa sokmadan,
barıştaki mevcuduyla sınıra koşmuş ve Almanlar böyle sonucu bilinmez, aceleci
bir harekete girişmeyip sınırın çok gerisinde hazırlanmış olduklarından, ilk
zamanlarda Fransızların büyük kuvvetinin karşısına çıkan küçük Alman sınır
müfrezelerinin düşmanlarına karşı aldıkları vaziyetle gördükleri büyük işlerin
burada örnek olarak aktarılması uygundur:
Fransa’nın 2. Frossard kolordusunun karşısında ve sınırı oluşturan Saar
Nehri üzerinde bulunan Saarbrücken kasabasında bir tabur piyade ve üç süvari
bölüğünden ibaret bir Alman sınır müfrezesi bulunuyordu. Büyük düşman
kuvvetleri karşısında yalnız kalan bu küçük kuvvetin savaşın ilk günlerinde
acıklı bir felaketle karşı karşıya kalarak bütün orduyu olumsuz etkileyecek kötü
bir durumun ortaya çıkmasını engellemek üzere, bu kuvvetin yalnız süvarileri
yerinde bırakılarak 7 kilometre kadar geriye çekilmesi Berlin’den emredilmişti.
Oysa bu sırada 8. Kolordu’dan üç tabur piyade ile üç süvari bölüğü ve iki
bataryanın Saarbrücken’e 6-7 kilometre yaklaşmaları üzerine adı geçen küçük
müfrezenin komutanı, o zamana kadar olduğu gibi müfrezesinin eski yerinde
bırakılmasını rica etti. Yerine getirilen rica, düşük rütbeli komutanların
kendiliğinden iş görmelerini destekleme düşüncesiyle kabul edilerek, müfreze
yine Saarbrücken’de kaldı. Fransız- lar 2 Ağustos 1870’te bu müfreze üzerine
ikinci Frossard kolordularını sağdan, soldan daha bir takım müfrezelerle
destekleyerek kararlı bir kuvvetle yürüdüler. Alman müfrezesi bunların karşısına
çıkmaktan çekinmedi. Muharebe başladı. Ve bir saatten fazla sürdü. Küçük Alman müfrezesi, Almanların kinaye yollu ‘yokken var kabul edilen düşmana karşı
tatbikat’ dedikleri bu muharebeden başarıyla sıyrıldı. Ve savaşın sonucu her iki
taraftan seksener kişilik kayıptan ibaret oldu.
Zaten Talimname’nin yukarıda belirtilen 265. maddesinde, ne pahasına
olursa olsun düşmanın üzerine atılmak düşüncesi, bütün eylem ve davranışlarına
egemen olmalıdır, diye emrediyor. Bunun ortaya çıkması yüksek manevi
erdemlere bağlı olduğundan, moralin yerine getirilmesi ve yükseltilmesinin barış
zamanındaki eğitimin başlıca görevlerinden biri olduğu yazılı olduğuna göre,
şimdiye kadar izlediğimiz çalışma programlarımızın ne kadar yanlış ve amaçtan
78
uzak bulunduğunu; ve bunları hangi bakış açısından ve nasıl düzenlememiz ve
uygulamamız gerektiğini artık anlamak ve dakika geçirmeden buna göre hareket
etmek gereklidir. Bu nedenle yine birinci bölümde belirtilenlere geri dönmemek
mümkün değildir. Ne pahasına olursa olsun düşman üzerine atılmak, zor
durumlarda bile sayıca üstün düşmana karşı yürümek, taarruzla karşılaşıncaya
kadar beklemeyip hücumda düşmandan önce davranmak... Bunların, her şeyden
önce de asker ruhunun geniş ölçüde fedakârlık ve ataklık duygularıyla
donatılması ve eğitilmesi gereğinin inkârı mümkün değildir. Bunun için de
askerin eğitmen ve komutanları olan subayların bu yüce nitelikleri kendilerine
huy ve ülkü edinmiş ve erlerine de edindirmiş olmaları denen ağır iş, özellikle
tekrar anılmaya ve açıklanmaya değer bir gerçektir.
Bilelim ve askerimize bildirelim ki, elimizdeki silah kendimizi düşmandan
korumak için değil, belki düşmanı bizden korunmaya zorlamak. içindir. Yalnız
kendimizi savunma koşuluyla çalışırsak buna ulaşmak belki mümkün olur. Fakat
askerden istenilen görev ve ordunun varlığından beklenen amaç, askerin
kendisini sakınması olmayıp bütün vatan ve milletin korunmasıdır.
Ordu, düşmanın kötülüğünü önlemek ve sınırlamak için değil, tam tersine
düşmanı belaya ve hasara uğratmak için savaşacaktır. Bu
79
nun için de düşmanın harekâtına meydan ve aman vermemek, ona daima
taarruz etmek yoluyla hem saldırı önlenmiş hem de düşman bir daha taarruz
edemeyecek hale getirilmiş olur. Asıl amaç İkincisidir.
Taarruz güç ve yeteneğini kazandığımız ve çoğalttığımız sırada Talimname’nin aşağıdaki maddelerini okumak yararlıdır:
Piyade Talimnamesi - Madde 326:
...Talim ve eğitimi mükemmel piyade askerinden, sütresi olmayan arazide bile
ateşe ancak belirli bir mesafede başlaması beklenir.
Piyade Talimnamesi - Madde 327:
Ara vermeden ilerlemek eğilimi ve hevesi ve bu yönde komşu kıtalara öncü olmak
gayreti, taarruz birliklerinin bütün unsurlarında bulunmalıdır...
Piyade Talimnamesi - Madde 345:
Avcı hattı kesin sonucun yaklaştığını hissederse, hücuma kalkmaktan çekinmemeli
ve bu kararını işaret ile geriye bildirmelidir.
Gerideki kıtalar ise derhal harekete geçerek kayıplara önem vermeden en kısa
yoldan oraya yetişmelidirler.
Piyade Talimnamesi - Madde 347:
... Ateş hattının henüz geride kalan kısımları olabilecek en hızlı biçimde düşmana
en yakın mesafeye kadar sokulmaya çalışırlar ve geride bulunan destek kıtalarının
tamamı ileriye doğru atılırlar.
Piyade Talimnamesi - Madde 348:
Avcı hattı hücuma kalkacağı zaman borazan ve trampetler aralıksız hücum borusu
çalmaya başlayınca bütün bölümler büyük bir kararlılıkla düşman üzerine atılır. Düşman
mevzisine
girmeden
önce
arkadaki
yedek
kuvvetlerin
yetişmesine
meydan
bırakmayacak şekilde avcıların sürat ve şiddetle hareket etmeleri şeref ve namusun
gereğidir. Düşman önü yakınında süngüye davranılarak ‘Allah Allah’ zafer nidalarıyla
düşman mevzisine girilir.
Savunmada bulunanlar kendilerine taarruz edenlere karşı daha uzak
mesafelerden ateş edeceklerdir. Zira savunmanın amacı taarruz edenleri
olabildiğince uzakta tutmak, kendine yaklaştırmamak, onu yormak ve ona zaman
kaybettirmek; böylece zaman kazanmak, düşmanın taarruzunu başarısız
bırakmaktır. Taarruz edenler etkisi pek az olan bu uzak mesafe ateşlerine önem
vererek, savunmada kalanın arzusuna uyarlar. Ve çatışmaya başlarlarsa yukarıda
bildirilen 326.
80
maddeye ters hareket etmiş olurlar. Çünkü hemen boş yere cephane harcanacağı
gibi zaman yitirilir. Ve asker yorgun düşürülür. Talimname, onun için ancak
düşmana yaklaştıktan sonra ateşe başlamayı, talim ve eğitimi eksiksiz olan
piyade askerlerinden bekliyor. Fakat talim ve eğitimi mükemmel olan bu piyade
askerinin ruhu, eğer 327. madde gereğince ara vermeden ilerlemek eğilim ve
hevesi ile ve komşu kıtalara öncü olmak gayretiyle beslenmeyecek olursa; ve
348. maddeye göre avcıların düşman mevzisine girmeden önce yedek kuvvetlerin kendilerine yetişmelerine meydan vermeyecek şekilde seri ve şiddetli
hareket etmelerinin şeref ve namusun gereği olduğu piyade askerine
verilmemişse; acaba ortalama silah menziline kadar ateşsiz olarak taarruz
edilebilir mi?
345. madde gereğince gerideki kıtalar derhal harekete geçerek kayıplara
önem vermeden oraya en kısa yoldan yetişebilir mi?
Ve yine aynı maddede yazılı olarak belirtildiği gibi, avcı hattı istenilen
sonucun yaklaştığını hissedince hücuma kalkmaktan sakınabilir mi?
Elbette hayır! O halde bu askerin talim ve eğitimi mükemmel değilmiş,
savaşın zirvesi olan hücum eylemini bu maddelerin talep ve arzu ettiği şekilde
uygulamak için, yine bu maddelerde önerilen eksiksiz eğitimi alabilecek biçimde
eğitim ve talim görmeye zorunluymuş. Şimdiye kadar talim ve eğitime
harcadığımız emek ve çabaların verdiği sonuçlar son çarpışmalarda görülmüştür.
Bunu ayrıntılandırmaya gerek görmem. Yalnız daha önceki çabalarımın amaca
ulaşmaktan ne kadar uzak ve isabetsiz olduğunu söylemekle yetineceğim. İtiraf
etmeliyiz ki, bu çaba askerimize bazı teknik hareketlerin talim ve tekrar ettirilmesinden ibaret kalmıştır. Böyle çalışmanın sonucu da doğal olarak böyle
olur. Oysa 322, 345 ve 348. maddelerin istediği gibi bir asker yetiştirebilmek için
askerin öncelikle moral eğitim ve güçlendirmesinden işe başlamak, yani eğitimi
talimden Öne çıkarmak ve ona tercih etmekle olacağı, bu maddelerin
yorumlanmasından kolaylıkla çıkarılmaktadır.
Bu bölümü bitirirken bunu da söyleyelim ki, her çarpışma ilk anından
itibaren mutlaka taarruzla yürütülmek [zorunda değildir], Mev- zilenmiş
kuvvetin hakimiyetinden yararlanmak üzere veya gereken kuvvetin henüz
toplanmamasından dolayı çarpışmaya girmeden önce taarruza karşı savunma
konumu alınabilir. Fakat bunda da sonucun yine taarruzla taçlanması, gözden
kaçırılmamalı ve unutulmamalıdır.
Asıl amaç ve hedef taarruz olmalıdır. Yani bu geçici savunma, mutlak
savunma olmayıp mutlaka saldırganca olmalıdır. Çünkü, düşmana darbe indirmek
81
ona taarruzdan başka araç ile olamaz. Bu ise askerin elindeki en gerekli şey,
savaşın asıl ülküsüdür. Bazen böyle uygun mevzilerin kuvvet hakimiyetini kendi
kuvvetine aktararak ve ekleyerek yerinde duran savunmanın; güçlü mevzileri de
düşmanın kuvvetini kırmaya yarayan muharebeden sonra daha da üstün gelmeye
ve kuvvetçe düşmanın gerisinde ise üstünlük kazanmanın getireceği taarruz
yeteneği ve fırsatından hemen yararlanmaya hız vermelidir. Bu da savaşı yine
taarruz şeklinde yönetmek demek olur.
Kısacası taarruz kavramı hiçbir zaman subayın ve komutanın öngördüğü yol
haritasının dışında kalmamalıdır.
82
4. Kendiliğinden iş
görmek ve sorumluluk
üstlenmek
Bir subayı diğerlerinden üstün kılan en büyük niteliği; bilimde ve eyleme
geçmedeki yetkinliği, kendi kendine iş görmeye hevesli ve tutkun olmasıdır.
Kendiliğinden iş görme ve eyleme geçme yetkisi; inisiyatif denilen bu
nitelik, subay ve komutanın başkalarından farklılaşmak ve kendini
göstermek için en ayırıcı özelliği ve en büyük övünç kaynağıdır. Ordunun
esenliği ve mutluluğu da ancak komuta heyetinin bu yüce davranışa
fazlasıyla sahip olmasıyla mümkündür. Ordu, görevini yerine getirirken
mutlaka emir beklemeyen üstler, subaylar ve kurmaylara büyük bir şiddetle
ihtiyaç duymaktadır. Çeşitli rütbelerdeki komuta kurmayları, amaca ulaşma
konusunda ne kadar kendiliklerinden işe girişmek, kendi karar ve
düşünceleriyle iş yapmak beceri ve yeteneğine sahip bulunursa, ordunun
çevikliği ve etkinliği o kadar artar.
Ordunun zafere ve galibiyete ulaşması için en küçükten en büyüğe kadar
bütün komutanların kişisel girişimleriyle uygulamaya geçmeye alışmış
bulunmaları en büyük ve öncelikli şarttır. Bunun için komuta heyetinin ortak
amaca ulaşmayı bu bakımdan araştıracak, bu konu üzerinde düşünecek ve
bunun bilincine varacak şekilde yetkinliğe ve bilgiye sahip bulunmasının da
önemli payı varsa da; kendi başına karar vererek harekete geçmek;
sorumluluk denen, sonuca yönelik endişeden tamamen kurtulmuş olmak;
başlı başına var olmak ve bağımsız olmakla kendini gösterir. Ve askerliğin
böyle bilinmesi gereken bu doğası, özel biçimde öğretilecek ve aşılanacak
derecede büyük öneme sahiptir.
Uygulamada atak ve özgür davranmayan bir komutan, bir subay; sanatına
ilişkin ne kadar bilgili, sanatının inceliklerine ne kadar egemen olsa bile, bu
birikiminden yarar sağlayacak ve ordusuna yararlı olacak hemen bütün
fırsatları kaçırır, zarar eder.
83
Kendiliğinden iş görmek, subayın bütün bilgi birikimine, bütün
deneyimine üstün ve egemendir.
1870 yılında Fransız ordusunun esaret getiren sarsıcı bir yenilgiye
uğraması ve başkent Paris’in işgaliyle Fransız milletini mahkûm ve perişan
eden parlak Alman galibiyeti; Alman askeri talim ve eğitiminin bilim ve
teknikteki olgunluğundan çok, bunların arasında en yüksek, en ayrıcalıklı
şerefli konum olarak kabul edilen bağımsızlık ve hareket özgürlüğüne kesin
bir şekilde dayanmıştır.
Alman alt rütbeli komutanları düşmanı yenmek ortak hedefinde
başkomutanları ile o kadar geniş ölçüde el ve fikir birliği göstermişlerdi ki,
birçok yerlerde üstlerinin emirlerini almadan o anki durumun gerektirdiği
girişimi kendiliklerinden üstlenip harekete geçerek üstlerine yardım
etmişlerdi. Ve çoğu kez üstlerinin hatalarını bile örterek, kendileri için uygun
olmayan çeşitli koşullarla dolu çarpışmalarda, ordularının zafere
ulaşmalarında gerçek etkileri olmuştur.
Doğrusu geniş bir arazi üzerinde hareket eden ordu kısımlarına ve bu
kısımların içinde bulunduğu yere, duruma ve karşılarında bulunan düşmana
göre başkomutanlık makamından işin gereğine uygun emirler vermek ve
ordunun hareketlerinin esenliğini yalnız bu emirlerin uygulanmasından
beklemek, düşünülecek olursa, mümkün değildir.
Orduların ve savaş usullerinin bugünkü mevcut haline göre, düşmanı
yenme mutluluğuna ulaşması yine bu yüce sıfata, ortak hedef dahilindeki
uygulamalar için kendiliğinden harekete geçmeye bağlıdır. İşin doğrusu, türlü
Talimnameler ile Seferiye Kanunnamesi’nin bu konuya ilişkin maddelerini
teğmenden mareşale kadar bütün komutanların her şeyden çok önem vererek
araştırmaları, üzerinde düşünmeleri ve bunun gereğine uygun hareket
edebilme yetkinliğinin barış varken edinilmesini ve pekiştirilmesini kesin bir
zorunluluk olarak kabul etmeleri sanatlarının en birinci gereğidir.
Piyade Talimnamesi - Madde 304:
Sorumluluğu üstlenmekten çekinmemek, bir komutanın edinmesi gereken yüksek
bir niteliktir...
Piyade Talimnamesi - Madde 251:
Talim ve eğitimin genelinde, gerek komutanların ve gerek tek tek avcı erlerinin
kendiliklerinden iş görmeleri konusu için sonuç verici çalışmalarda bulunulmalıdır...
Piyade Talimnamesi - Madde 2:
Savaş, sıkı bir inzibatın vücudunu, bütün maddi ve manevi kuvvetlerini tüketmeyi ve
84
kullanmayı gerektirir. Özellikle muharebede zafere ulaşmak ve galibiyet, bütün subay
ve askerlerin vatan ve millet uğrunda büyük bir istekle canlarını feda etmelerine; ve en
küçüğe kadar bütün rütbe sahiplerinin bizzat düşünce üreterek durumun gereğine göre
kendi kendine önlemler almaya alışmış olmalarına; ve erlerin dahi zafer kazanmaya
yönelik kesin kararlılığa sahip; ve üstlerinin yaralanmaları veya şehit olmaları halinde
bile, bu kararlılığı bozmama nitelikleriyle donanmış olmalarıyla uyum içinde yürür.
Seferiye Kanunnamesi - Madde 4:
... her bir subay tüm durumlarda -hatta olağanüstü durumlarda bile- sorumluluktan
çekinmeyerek olanca maddi ve manevi gücünü harcamak ve kullanmakla yükümlüdür...
Süvari Talimnamesi - Madde 47:
Kendiliğinden iş görmek, komutanlık için en ayırıcı nitelik olup kuvvetlerin toplu
halde bulundurulması da zaferin en kesin aracıdır.
Süvari Talimnamesi - Madde 409:
Muharebeden önce ve muharebe sırasında bütün araçlara başvurarak düşmanın
durumu hakkında bilgi toplamaya ve düşmanın hareket ve önlemlerinden daima
haberdar olmaya çaba gösterilmelidir. Koşullara göre yaya keşif kolları gönderilmesi de
gözden uzak tutulmamalıdır. Düşman hakkında elde edilen yeterli bilgi, verilecek kararı
kolaylaştıracağı gibi, amaca uygun önlemler almakta esas teşkil eder.
‘‘Düşman hakkındaki eksik bilgi hiçbir zaman kendiliğinden iş görmekten caymaya yol
açmamalıdır. ”
Topçu Talimnamesi - Madde 275:
Komutanlığın en yüksek niteliği sorumluluk alma aşkıdır...
Çeşitli sınıfların talimnamelerinin, muharebe bölümlerinin ve Sefer
Hizmetleri Kanunnamesinin, yukarıda aktarılan önemli maddelerini okurken
bizim şimdiye kadar bunların hükümlerine ne derece uyduğumuzu bir
düşünelim... Bir savaşı iyi yönetmek ve yürütebilmek için savaş kurallarının
komuta sahiplerinden ısrarla ve büyük önem vererek istediği bu özellik,
ordumuzda henüz tanınmamış ve bu nedenle bununla bilinen ve donanmış
hemen hemen hiçbir komutan ve subay yetişmemiş olduğunu iddia edersem;
bu düşüncemde ve kararımda insafsızlıkla suçlanmayacağım sanırım.
Ülkemizde altı yıl öncesine kadar sözü geçen o bilinen yönetimin, özellikle
ordudaki kişisel yetki duygu ve düşüncesini geçersiz kılarak yok etmiş, hiç
kimsede kendi verdiği karara göre hareket özgürlüğü bırakmamış olmasının;
en ufak ve önemsizine varıncaya kadar her şeyi, o zamanın politikasına göre
gerek görülen, üstlerden izne bağlamak gibi hastalıklı ve sakat bir yöntemi
85
koyması ve bunu pekiştirmesinin, bunda zorlayıcı etken gibi olduğunu kabul
etmek lazımdır.
Zaten ancak bilimsel birikim ve yetkinlikle kaynaşabilen kendiliğinden iş
görebilme yeteneğinin, görev aşkı ve sorumluluğunun; o zamanın cahil ve
aciz yüksek askeri makam sahiplerinin çoğu tarafından terk edilmiş ve
unutulmuş olacağı pek doğaldır. Ve o zamanın sorumlulukları da bilindiği
gibi büsbütün başka şeylere harcanıyordu.
Mesleğinin gerçek görevlerini yerine getiremediğinden veya kötü yerine
getirdiğinden dolayı sorumlu tutulmuş hemen hiçbir kimse gösterilemezdi.
Fakat şimdi görev ve sorumluluğun hakkıyla yapılmaya ve uygulanmaya,
çalışmanın hararetle devam etmeye ve her rütbe sahibine ait sorumluluğun
serbestçe yürütülmesine başladığı çalışma devresine girdiğimizden;
ordumuzun esenliğine karşı en büyük verimsizlik ve zarar kaynağı olan şu
‘yetkinin sınırlandırılması’ndan kurtulmak için hiçbir engel kalmamıştır.
Elverir ki, ilerlememiz için en büyük eksik ve engelin bu olduğunu
keşfedebilelim, bunun bilincine varabilelim.
Geçmişe ait zararlı alışkanlıklardan olmak üzere, kendi kendimize
yapacağımız birçok işler için hâlâ üstlerden izin istediğimizi ve nasıl davranılacağı hakkında üstlerin yazılı emrine gereksinim duyduğumuzu bilir ve
itiraf edersek ve bunun da savaşta ne büyük zararlara ve başarısızlıklara
neden olduğunu ve olacağını düşünürsek; artık bu beceriksizlik ve
düşkünlüğe mahkûm olmaktan kendimizi kurtarma zamanının çoktan gelmiş
olduğunu kolayca anlarız. Her rütbe sahibine kendi yetki ve sorumluluk
sınırları dahilinde davranma özgürlüğü tanınmıştır.
Piyade Talimnamesi - Madde 454:
... Fakat bölüğe varıncaya kadar her birliğin, belirlenen görev ve sınırları çerçevesinde kalmak şartıyla, yetki ve sorumluluğu büyüktür...
Bir ordunun savaştaki hareket kabiliyeti, barış zamanında görevlerin
uygulama biçimlerine ve çalışmaların sonuçlarına göre belli olur.
Barış zamanı, savaş zamanının aynasıdır. Onun için biz barış zamanını
savaşın ateşsiz olarak devamı şeklinde tanımlamıştık. Bundan dolayı
yukarıdaki 454. maddenin anlamı yalnız savaşa özgüymüş gibi
yorumlanmamalıdır. Savaşı yapacak olanlar, savaş için barışta çalışmış
olanlardır. Savaştan önce nasıl çalışırsak ve neler biriktirirsek, savaşta ortaya
koyacağımız şeyler bunların ürünlerinden başka bir şey değildir.
86
O halde her görevi, her davranışı savaş durumuna göre, savaşta yapmaya
zorunlu olacağımız şekle benzeterek yapmalıyız.
Sözgelimi savaşta çoğu zaman her konu hakkında üstlerden emir almak
mümkün olmayacaktır. Yine savaşta çoğu zaman emirler öncelikle sözlü
olarak verilecek veya gönderilecektir. Bunun için barış zamanında da her
şeyi üstlerden sormayalım. Ve herhangi bir şeyin yapılması için daima
üstlerden emir gelmesini beklemeyelim.
Birçok şeyler vardır ki, yapılmaları kendi rütbelerimizin sınır ve yetkileri
çerçevesinde kalır. Ve bunlar yapacağımız işlerin çoğunluğunu oluşturur.
Üstlere danışılacak şeyler pek azdır. Ve bunların daha azaltılması bizim
elimizdedir. Biz kendi başımıza harekete ne kadar eğilimli olur ve bununla
ne kadar övünürsek, yetki alanımızı o kadar genişletebiliriz.
Her yapılacak işin, öncelikle ve mutlaka kendi karar ve emrimizle
yapılabilmesini sağlamaya çalışmalıyız. Üzerinde düşündükten sonra üstlere
danışma zorunluluğu kesinlikle ortaya çıkmadıkça, kendi kararımızdan ve
yaptıklarımızdan dönmemeliyiz.
Böylece hem savaş için pek gerekli üstün bir özelliği kazanmış ve hem de
işlerimizi çabuk görmüş, üstleri de boş yere oyalamamış oluruz.
Bizde kökleşen batıl inanışlardan biri de sözlü emirlere değer vermemek
ve güvenmemektir. Bir emrin emir olmasının koşulu mutlaka yazılı olması
değildir. Emirlerin savaşta yazılı olması gerekliliği, daha çok emirleri yerine
getirecek olanların doğru anlamalarını ve savaş tutanaklarına kaydedilmek
üzere içeriğinin kayıtlı olmasını sağlamak içindir. Ancak bu, bizde başka
biçimde algılanmaktadır. Bunlardansa emirlerin uygulanmasından doğacak
zararlardan sakınmak ve korunmak, ve söz edilen zararın emri verene ait
bulunduğunu somut olarak kanıtlamak üzere elde bir senet bulunsun diye
merak ediliyor. Oysa bundan, uygulanan emrin sonucu zarara yol açtığında,
verdiği emri yadsıyacağı veya değiştireceği endişesiyle üstler hakkında
güvensizlik beslenmiş olduğu anlaşılır.
Üstlere karşı bu tarzda düşünmek kesinlikle kabul edilemez. Yalnızca
alınan sözlü emrin doğru anlaşıldığının görülmesi için emirler, elbette alınır
alınmaz amirin yüzüne karşı tekrar edilmelidir.
Ordumuzda bu, emir tekrar etme durumu yalnız yavaş yavaş erlerden
istenmeye başlamıştır. Oysa bunu sözgelimi, bir tümgeneral bile bir
korgenerale karşı yerine getirmelidir. Ve bu, bir alışkanlık şeklini almalıdır.
Üstler de her durumda verdiği emrin tekrarını istemelidir.
Bundan, emri alanın emri anlamaktan aciz ya da yeteneksiz olduğu
87
düşüncesine varmak yanlış bir yorumdur. Amaç, emrin esenlik ve sağlıkla
yerine getirilmesini sağlamaktır. Böyle olduğuna göre hiç kimsenin onuruna
dokunmaz. Ve üstle ast ne kadar büyük rütbeli olursa olsun, emri verenin
yanlış verebilmesi veya alanın yanlış anlayabilmesi her zaman olanaksız
olmadığından, işte bu tekrar sayesinde emrin verilmesi ve anlaşılması, kuşku
ve tereddütten kurtulmuş olur.
Uzunca emirler unutulmamak üzere kısaca kaydolunabilir. Fakat hiçbir
zaman üstün imza veya mührüyle sonlanması koşulu yoktur. Üstler de bu
konuda astlarına emniyet ve güven vermeyi boşlamama- lıdır.
Sözgelimi sözlü emirle yapılmış ve sonucunda sorumluluğunun üstlenilmesi gereği doğmuş herhangi bir iş üzerine, verdiği emirden bilgisi
olmadığını söyleyerek bunu değiştirmekte acele etmek şöyle dursun; sorumlu
bulunmasını gerektiren o sonucun aslında emrin ast tarafından bizzat
değiştirilmiş olarak ortaya çıkmış olması durumunda bile; üste yakışan, o
sorumluluğu üstlenerek astının güvenini kazanmak ve onu yatıştırmaktır.
Böylelikle astlar sorumluluk üstlenmeyi gerektiren işlere girişmek özelliğini
edinmeye fırsat ve güç bulmuş olurlar.
Üstlerinin sorumluluk almayı amaçladıklarına ve hatta astların sorumluluklarını bile kısmen kendi üzerine almakta olduğunu gören astlar da,
bu imrenilecek cesurluğu örnek alır ve üstlerine daha büyük bir boyun eğme
ve saygı duygusuyla bağlanırlar. Böyle üstler, astlarını etkileyerek kazanmış
olurlar.
Zaten herhangi bir sorumlulukla bâş etmek, asttan çok üstler için kolay
ve mümkündür.
Sorumluluk denen şey öyle bir durumdur ki, ondan kaçtıkça o insana
yaklaşır. Ve insan onun üzerine yürüdükçe onu kendisinden uzaklaşmış
görür. Diyelim ki sorumlu tutulma kaygısıyla herhangi bir iş yapmaktan
kaçman ve bu kararsızlıkla düşüne düşüne hiçbir iş yapamayıp kendini
başarısızlığa mahkûm eden ve fırsatları kaçıran bir kimse; yağmurdan
kaçanın doluya tutulması gibi, kendini en büyük sorumluluğun eline bırakmış
olur.
Sefer Hizmetleri Kanunu - Madde 38:
Sonuçta savaşta kesin bir kararlılıkla hareket ilk koşuldur. En küçük rütbeli erden en büyük rütbeli komutana kadar her bir asker, göz yummanın ve savsaklamanın, önlemler alınırken doğabilecek yanlışlıklar ve hatalarınkinden çok daha
ağır sorumluluklar üstlenmek gerektireceğini her zaman hatırda tutmalıdır.
88
Süvari Talimnamesi - Madde 399:
Başkomutanın niyet ve amacına uygun biçimde hareket edebilmek için süvari
komutanına, kendi askerinin kullanabileceği biçimde hareket özgürlüğü tanınmalıdır.
Süvari Komutanı hiçbir zaman emir beklemeyip sorumluluğu her an üstlenmeye hazır olarak, işe el atmak için fırsattan yararlanmalıdır.
Şüpheli durumlarda 'en cüretli girişim çoğunlukla en iyi girişimdir’ kuralını hareketlerde yol gösterici kabul etmek gerekir. Hareketsiz bulunmanın ve fırsatları
boşa harcamanın; önlemler ve uygulamalardaki hatalardan daha büyük bir hata
olduğundan hiçbir komutan şüphe etmemeli ve emrindekileri de buna ikna etmeleri
gerekir.
Piyade Talimnamesi - Madde 304:
...Savsaklama ve görmezden gelmenin, yöntem ve araç seçiminde düşülen
hatadan daha büyük suç olacağını bütün komutanların daima düşünmeleri ve bunu daha düşük rütbeli komutanlarının da zihinlerine yerleştirmeleri gerektir.
İşte bu maddeler üzerine düşündüğümüzde kesinlikle anlaşılır ki, hiçbir
şey yapmamaktansa hatalı bir iş yapmak daha kârlı ve daha makbuldür.
Çünkü, eylemsiz ve hareketsiz durmak kesinlikle zararlıdır. Ve bundan
dolayı sorumluluk gerektirir. Ve sonucu her ne kadar bilinmese de, girişilen
herhangi bir iş büyük olasılıkla başarıyla sonuçlanır. Ve böyle etkin
davrandıkça alışkanlıkların ve yeteneklerin kazanılmasında daima ileri
gidileceği için, hataya düşme olasılığı da gittikçe azalır.
O halde ne pahasına olursa olsun, çok düşünmeyip mutlak biçimde ve
hızla karar vererek uygulamaya çaba harcamak gereklidir.
1866 Prusya-Avusturya Seferi’nde 27 Haziran günü AvusturyalIlara
taarruz eden ikinci Prusya Tümeni’ne bağlı 7. Alay’ın taarruzu başarısız
olmuştu. Bu alayın birinci ve ikinci taburları perişan biçimde geri
çekilmekteydi. Düşman karşı taarruza geçmeye hazırlanırken bu hali gören
ve sözü edilen yedekteki alayın 3. Tabur Komutanı, hiçbir emir almadan ve
emir almayı beklemeden taburunun üç bölüğünü birden derhal savaş hatlarına
gönderip sokarak düşmanı durdurmuş ve geri çekilen diğer taburların yeniden
taarruza girişmelerini sağlamış ve tümenin sol kanadının büyük bir
yenilgiden kurtulmasına yardımcı olmuştu.
Piyade Talimnamesi - Madde 350:
Hücumda başarıya ulaşıp düşman uzaklaştırılırsa ele geçirilen mevziye gere-
89
ğinden fazla asker yığmak hatadır.
Geride kalan birlikler, başka şekillerde kullanmak için zamanında durdurulmalıdır. Burada bu birliklerin komutanları çoğu zaman kendi başlarına uygulamaya
geçmeye zorunlu olurlar.
Hücumda başarıya ulaşmak, geride kalan birliklerin komutanlarına
Talimname’nin önerdiği hareket özgürlüğü, başarıya ulaşılamadığı zaman
elbette daha sıkı bir biçimde gereklidir ki; bu önemli görevi yerine getirme
konusunda istenilen niteliklere sahip olan Alman binbaşısı, tam zamanında
işe girişmekle tümenin sol kanadını yok olmaktan kurtarmıştır.
Eğer bu binbaşı harekete geçmek için mutlaka üstünden bir emir
gelmesini bekleseydi ya da kendisini, yedekte duruyor diye, savaşın genel
gidişi hakkında düşünce ve görüş sahibi olmaktan geri bırakarak, böyle bir
harekete girişme zamanı gelmiş olduğunu anlamasaydı; kısa süre sonra kendi
taburu da düşman karşısında geriye çekilen taburlara katılmak zorunda
kalacaktı. Ve bu yolla kendisi de, ancak emir ve işaretle harekete geçen ve
kendi yetkisinin sınırını kavrayamayan, başarısız bir varlık olup kalırdı.
Oysa o, savaşın geçirdiği durumları araştırmaktan ve izlemekten bir
başkomutan kadar geri durmamış; ve kendisine acaba ne zaman ve ne gibi bir
fırsat belirdiğinde işe karışmak zamanı geleceğini saptamak için bedensel
olduğu gibi düşünsel olarak da her an hazır beklediğini işte bu hareketiyle
kanıtlamıştır.
Balkan seferimizin ikinci savaşının başlarında, yedekte bulunan bazı
tabur komutanlarımızın hal ve tavırlarını bu binbaşının hareketiyle
kıyaslayınca, aradaki farkın Almanların o zamanki başarılarıyla bizim bu
seferki yenilgimiz kadar veya bunlar arasındaki fark kadar büyük olduğu gün
gibi görülür.
Bizim tabur komutanları yedekte bulunan taburların başında, taburun
sıradan bir bireyi gibi hiçbir izleme zorunluluğuna ve hiç kafa yormaya gerek
yokmuşçasına; olup bitecekleri ve kendilerine verilecek emri gözleyerek ve
kaderine razı bir halde bekliyorlardı. Cephane götürenler, geri dönenler ve
diğerleri ara vermeden gidip gelmekteydi. Bunlardan savaşın nasıl
ilerlediğine ilişkin bilgiler alınabildiği gibi, bizzat dürbünle gözlemek veya
uygun noktalarda gözcü subaylar görevlendirmek yoluyla da çarpışma
hakkında dakikası dakikasına bilgi edinmeye zorunluydular.
Yukarıda sözü edilen Alman binbaşısı emrin gelmesini bekleseydi, zaten
90
emir alacağı yoktu. Çünkü, kendisine emir verecek olan alay ve tugay
komutanlarının her ikisi de az önce vurulmuştu. Vurulmasalar- dı da o sırada
kimbilir nerede bulunacaklardı. Büyük olasılıkla mücadele alanına adı geçen
taburdan daha yakın bulunmayacaklardı.
O halde bu taburun harekete geçmesinin gereğine ilişkin haberin önce
geriye ve ardından buradan tekrar tabura emredilip bildirilmesi anma kadar
ne kadar zaman geçeceği ve ne büyük fırsatın elden kaçırılacağı
düşünülmelidir.
Piyade Talimnamesi - Madde 455:
Geriden emir gelinceye kadar durum kolayca değişebilir. Tam vaktinde eyleme geçmek, genellikle ancak kendiliğinden bir karar almakla mümkündür. Bununla
birlikte muharebe görevlerini başkomutanın düşüncesi çerçevesinde yerine getirmeleri gerekeceğini bütün birliklerin astları hatırdan çıkarmamalıdır.
Zamanımızın savaşları madem ki geniş bir cephede ve dağınık bir
düzende yapılıyor, bu geniş savaş bölgesinin her noktasını görebilmek
üstlerce mümkün değildir. Herkes kendi görüş alanı ve uygulamaları
çerçevesinde görmeye ve gördüğüne göre kendi başına çekinmeden harekete
zorunludur. Bu da el birliği ve eylem ve hareket ortaklığı yaratır. Başarı da
böyle kazanılır, fırsatlar böylece kaçırılma- mış olur.
Bu uygulama özgürlüğü yanlış hareketlere yol açabilir. Fakat bundan
doğacak zararın, hiç hareket göstermemenin yanında önemsiz olduğunu ve
bundan kaynaklanacak sorumluluğun eylemsiz ve hareketsiz kalmaya göre
pek hafif olduğunu, yukarıya yazdığımız maddeler açıkça ispat ediyor.
Bir komutan, bir subay, emirsiz ve bağımsız hareket yüzünden sorgulanıp azarlanmakla övünmelidir. Bağımsız harekette hata edilmiş olabilir.
Ve bunun da sorumluluk doğurması pek doğaldır.
Astları kendiliklerinden hareket edebilmeye alıştırmak için her yaptığını
hoş görmek de elbette ki kabul edilemez. Ast, bu sorumluluk kaygısıyla bağlı
bulunacak ki, yanlış hareketten kaçınması mümkün olabilsin. Ve, zaten bu
sorumluluk kaygısı mevcut olmazsa bu türlü hareketin bir onuru ve erdemi de
kalmaz ki!
Astların hareket serbestliklerinin uygulama biçimleri ve sınırları aşağıda
açıklanacaktır.
Şimdiki savaşlar, değil subay ve komutanlardan, hatta erlerden bile
hareket özgürlüğü istemektedir. Bu konuda şimdiye kadar aktarılan
91
maddelerde işaretler bulunduğu gibi:
Sefer Hizmetleri Kanunu - Madde 25:
Erlerin kendiliklerinden düşünüp hareket etmeye alıştırılmaları da çok önemlidir. Kendiliğinden hareket yeteneği ve göreve bağlılığı sayesinde erler, üstlerinin
gözleri kendi üzerlerinde olmadığı durumlarda bile görevlerini en iyi şekilde yerine
getirmeyi başarırlar.
Savaşanlar arasında erden bile bu kadar kişisel önlem beklenirse,
teğmenden mareşale kadar her rütbedeki subayların düşünmeye ve bunun
sonucunda verilecek karara göre kendi kendine harekete ne kadar zorunlu
bulundukları anlaşılmış olur. Düşünülecek şey ise düşmanı yenebilmek için
nasıl hareket etmek gerektiğini saptamaktan başka bir şey değildir. Genel
harekâtta astların bağımsız ve özgür davranmaları zorunlu olmakla beraber,
üstlerin emirleri de büsbütün göz ardı edilemeyeceğinden bu bağımsızlık ve
özgürlüğün üstlerin emri ve isteğiyle uyumlu ve eşgüdümlü olması çok
önemlidir.
Elbette astların kendiliklerinden hareket etmekteki kişisel kararlarının da
bir sınırı olacaktır. Bunu da saptamak gereklidir. Bunun için öncelikle
emirler hakkındaki maddeleri inceleyelim:
Seferi Hizmetleri Kanunu - Madde 49:
Emirlerin, astın amaca ulaşmak için kendiliğinden hareket edebilmek üzere
bilmesi gereken maddelerin tümünü kapsaması, ancak bundan başka bir şey
içermemesi genel bir kuraldır.
Piyade Talimnamesi - Madde 275:
Büyük komutanlar kendileri tarafından emredilmesi gereken konulardan fazla
şeyleri emretmemelidir. Ayrıntılara girmekten kaçınıp uygulama için önlemler alma
konusunu düşük rütbeli komutanlara terk etmelidir...
Aynı konuya ilişkin olup birbirini açıklayarak yorumlayan şu iki
maddeden anlaşılıyor ki, nasıl hareket edeceği hakkında üstten emir almış
olmak bile astı hareket serbestliğinden, işi nasıl ve hangi araçlarla yapacağını
belirlemekten alıkoyamaz. Çünkü üst, asta kendisinin yapacağı bütün işlerin
nasıl yapılacağını ayrıntılı bir şekilde anlatmayacaktır.
İşin yapılış tarzlarının ve araçlarının belirlenmesi ve ne yönde hareket
edileceği hususunda astın görüşü saklı kalacaktır. Büyük komutanların
emirleri hakkında yazılmış olan şu maddeler daha küçük ko- mutanlarınkiler
92
hakkında da aynıdır. Yalnız ölçeği küçülür. Sözgelimi:
Piyade Talimnamesi - Madde 456
Muharebede bütün kıtaların aynı kuralları uygulamalarına hiçbir değer ve
önem verilmemelidir. Her komutan sorumluluğu üstlenerek uygun ve elverişli kuralı
doğrudan kendisi seçmelidir.
sözü, bölük komutanının bile tabur komutanından emir aldıktan sonra
önlemler alma konusunda durumun gereğine göre serbest bulunması
anlamına gelir.
Şimdi gerek üstünden emir alan ve gerekse duruma göre kendiliğinden
harekete geçen astların hareketlerinin üstlerin istek ve amaçlarına uygun
düşmesi ve bu hareketlerinin genel duruma aykırı düşmemesi gibi önemli
konular kalıyor.
Bundan dolayı, içinde bulunulan duruma ve genel amaca dair düşük
rütbeli komutanların yeterli bilgilerinin olması gerekir ki; bunun gereklilik
derecesi üst makamlardan bildirilirse de; üstlerin yeterli olmayan bu
bilgilerine dayanarak genel durumu anlayıp kavrama konusunda asta
rehberlik edecek esas, kendi yorumlama ve karar verme yeteneğidir. Bundan
dolayı emir alan veya almayan her kıta komutanı kendi üzerine düşen veya
düşebilecek görevleri belirlemek ve incelemek üzere, akıl yürütmek ve
öneriler getirmek için kendisine gereken bilgileri sürekli olarak toplamaya
zorunludur ki, zamanı geldiğinde daha önceden olabilirliğini düşündüğü
uygulama biçimini, aynen veya değiştirerek hayata geçirmekte başarılı
olabilsin.
işte bu akıl yürütmeler sırasında ve bunun sonucunda girişeceği eylem
sırasında astın en fazla düşüneceği şey, kendi hareketinin, genel hareketi
sekteye uğratmayacak bir sonuç vermemesi ve bu hareketten yarar yerine
zarar doğurmamasıdır.
Bu noktada yanılmaması, astı sorumluluktan kurtaracağı gibi ayrıca
orduya yararlı olur ve kendisine de şeref kazandırır.
Bunun için şu maddeler de bize bunun sınırlarını belirlemekte temel
oluştururlar:
Piyade Talimnamesi - Madde 276:
Düşük rütbeli komutanların hareket özgürlükleri keyfi davranış rengini almamalıdır. Her komutanın gerekli sınırlar içinde kalan bağımsız eylemleri, savaşta
93
büyük başarıların temelidir.
Piyade Talimnamesi - Madde 304:
...Ancak bu üstün nitelik, geneli göz önünde bulundurmayarak keyfi kararlar
almak, verilen emirlere tam anlamıyla uymamak ve itaat yerine bilgiçlik taslamak
şeklinde kabul edilmemelidir.
Yine de üstlerin, araçlarının azlığından veya uygulama alanında bulunamamaktan dolayı, durumu yeteri kadar anlayamamış olduğuna astlar inanır ve çekinmeden muharebeye katılmaktan sakınmaz, korkmaz; ya da herhangi bir emrin
uygulamasından önce durum değişirse alınan emirleri ya hiç uygulamamak ya da
gereken değişikliklerle uygulamak ve üste de bu konuyu haber vermek, astın görevleri arasındadır.
Emrin uygulanmamasındaki sorumluluk, tamamen asta aittir. Sorumluluktan
çekinmemek niteliğine sahip bir komutan muharebenin sonucundan kuşkulandığı
yerde bile kıtasını duraksamadan savaşa sokmaktan çekinmez.
Topçu Talimnamesi - Madde 275:
...Ancak bu özellik, genel durumu dikkate almaksızın kişisel kararlar almakta
ya da büyük bir dikkatle verilmiş emirlere tam anlamıyla uymamakta ve bilgiçliği,
buyruğa uyma yerine koymakta aranılırsa yanlış anlaşılmış olur. Ancak ast, görevi
veren amirin durumu iyice anlayamadığına ya da verilen emrin uygulanmasının,
durumun değişmesinden dolayı mümkün olmadığına inanırsa; o halde aldığı
emirleri uygulamamak ve durumu üste haber vermek astın görevidir. Emri uygulamamaktan doğacak sorumluluk tamamen asta aittir. Sorumluluğu seven bir komutan kıtasını çarpışma sonucunun şüpheli olduğu yerde de...
Görülüyor ki, ast aldığı emri körü körüne, noktası noktasına yapacak
değildir. Bu konuda astlara verilen yetki pek büyüktür. Ast, her işte üstlerin
her emrini olduğu gibi ve başka hiçbir şey düşünmeksizin uygulayacak
olursa, başarının temeli olan kendiliğinden iş görmek ortadan kalkmış ve
ortak amaca hizmet düşüncesi ihmal edilmiş olur. Ast, üstün verdiği emirden
onun amacının ne olduğunu ve emir aynen uygulanacak olursa istenilenin
elde edilip edilmeyeceğini düşünecektir. Yani ast, bir kolun kaldırılıp
indirilmesiyle harekete geçen bir makine değildir. Kendi kendine
düşünebilmelidir. Fakat bunda da bilgiçlik taslanmayacaktır.
Talimname, asta bazı durumlarda üstlerin emrinin uygulanmaması ya da
değiştirerek uygulanması yetkisini bile veriyor. Ve hatta bunu görevleri
arasında sayıyor.
94
Bu noktada, yaptığı değişikliğin sonucunun iyi ya da kötü olmasından,
astın kendisi sorumlu olacağından; o da bunu dikkatle ve çekinerek
uygulamalıdır. Buradaki hareket sınırı kesinlikle belirlenemez. Bunu içinde
bulunulan hal ve durum gösterecektir ki, bu da sayılamayacak derecede
çeşitlidir. Yalnız her komutan ve subay şu önemli konuları bilmelidir. Böyle
durumlarda hatasız hareket ve buna yönelik geçerli ve kabul görmüş bir
alışkanlık, pek çok uygulama ve deneyimle kazanılır. Üstlerin bu noktadaki
etkileri pek büyüktür.
Her emri aynen uygulamak gibi mantıksız bir yola sapmış olanlara, ortaya
çıkan örneklerin incelenmesi ve tartışılması ile yanlış kanıları düzelttirilmeli;
ve aynı biçimde kendi düşüncesini daima öne çıkaranların aşırıya kaçan
hareketleri de ılımlı bir düzeye çekilmelidir. Bunun için barış zamanında
birçok fırsatlar ortaya çıkacaktır.
Hele kendiliğinden iş görmeyi ileri götürenlerin birden bire önünü
kesmek hiç doğru değildir. Astlarla üstler arasında bu sorun her zaman bir
sınanma ve çalışma fırsatı olmalıdır. Bu konular üzerinde çok çalışmalıdır.
Bu maddelerin incelenmesiyle ortaya çıkan diğer bir konu da, durumun
değişmesinden dolayı verilen emrin uygulanmaz hale gelmesidir. İşte bu
durum astların emir beklemeden harekete geçmesini zorunlu kılar. Çünkü
emrin verildiği an, durumun henüz değişmediği andı. Ve o anda yapılacak iş,
emirden beklenenden ibaret olduğuna göre emrin ulaştığı dakikaya kadar
olan değişiklikten dolayı uygulanmaması zorunluluğunun doğması, fırsat ve
başarıyı kaçırmaktan başka bir şey olmaz.
Ama ast, emrin yazıldığı saatteki durumu kavrayarak, durum daha
değişmeden, üstlerin vereceği emrin biçimini de iyice anlayarak hemen
uygulayacak olursa; emrin daha sonra başarısızlıkla sonuçlanma tehlikesi de
ortadan kalkmış olur.
Ast bunda hata etmiş olsa bile bu, bekleyip de sonunda uygulama olanağı
ortadan kalkmış emirler almasından ve sonuç olarak hiçbir şey
yapamamasından yararlı ve iyidir.
Bu bölümün asıl amacı da her komutanda, işte bu kendiliğinden iş
görmek erdeminin edinilmesinin zorunluluğu konusudur.
95