Tam Metin (Pdf) - Tasavvuf Akademi

ilâhiyât
Allah’la Var Olmanın Yolu: ZikirAli TENİK - Vahit GÖKTAŞ
ISBN 978-605-4696-36-7
2. Baskı: Ağustos 2014
Sertifika No: 13858
Mizanpaj: Tavoos
Sayfa Düzeni: Tavoos
Kapak: TN İletişim
Baskı: Ankamat Mat.
ilâhiyât
Cinnah Cd. Kırkpınar Sk. 5/4 Çankaya / Ankara
Tel: (0312) 439 01 69 Faks: (0312) 439 01 68
ilâhiyâ[email protected]
ZiKiR
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU
Ali TENİK
Vahit GÖKTAŞ
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ....................................................................................................... 7
BİRİNCİ BÖLÜM
İSLAM DİNİNDE ZİKİR ............................................................................ 11
1. İSLAM DİNİNDE ZİKİR ................................................................ 11
1.1. Allah’ı Anmak Allah’la Hayat Bulmaktır ............................ 11
1.2. Kur’ânı Kerimde Zikir ............................................................. 17
1.3. Hz. Peygamber (s.) Hayatında Zikir ..................................... 20
1.4. Tasavvufta Zikir ........................................................................ 33
1.5. Kalp Zikri- Dil Zikri ................................................................. 45
1.6. Zikrin Sürekliliği ....................................................................... 51
1.7. Zikrin Önemi ............................................................................. 56
2. ZİKRİN BENLİK İNŞASINA ETKİSİ .......................................... 60
2.1. Manevi İlerleyiş Ancak Zikirle Mümkündür ..................... 60
2.2. Zikrin Sosyal Hayat Üzerindeki Etkileri .............................. 67
2.3. Zikrin Kuşatıcılığı ..................................................................... 71
2.4. Zikrin Faydaları ........................................................................ 76
2.5. Zikrin Psikolojik Etkileri ......................................................... 85
3.TEFEKKÜR-ZİKİR BİRLİKTELİĞİ ............................................... 94
3.1. Derûnî Düşünmek .................................................................... 94
3.2. Tefekkürün Sûfî Şahsiyetin Oluşumuna Katkısı ............... 103
3.3. Zikir- Fikir İlişkisi ................................................................... 117
İKİNCİ BÖLÜM
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI ........................................................... 125
2.1. TASAVVUFTA FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI ............ 125
2.1.1. Tevhîd Zikri .......................................................................... 130
2.1.2. Hafi ve cehri zikir ............................................................... 138
2.2. TARÎKATLARDA FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI ....... 151
2.2.1. Kâdirî Tarîkatında Zikir ..................................................... 151
2.2.2. Nâkşîbendî Tarîkatında Zikir ............................................ 153
2.2.3. Rıfâî Tarîkatında Zikir ........................................................ 160
2.2.4. Kübreviyye Tarîkatında Zikir ............................................ 162
2.2.5. Sühreverdiyye Tarîkatında Zikir ...................................... 165
2.2.6. Halvetiyye Tarîkatında Zikir ............................................ 168
2.2.7. Gülşeniyye Tarîkatında Zikir ............................................ 170
2.2.8. Mevlevîlikte Zikir ................................................................ 172
2.2.9. Alevîlik ve Bektaşîlik’te Zikir ............................................ 174
2.2.10. Yesevîlikte Zikir ................................................................. 177
SONUÇ ................................................................................................... 179
KAYNAKÇA ............................................................................................ 183
ÖNSÖZ
Tasavvuf, Allah’ın iradesinin hayatın her aşamasında uygulamasının, yani hâle tam olarak geçirilmesinin yanısıra,
İslâm’ın ihsan boyutu olarak nitelendirilmektedir. Tasavvufun
özü ise, insanın kendini bilmesidir. İnsanın kendini bilmesinin
en önemli ritüeli de zikirdir.
Tasavvufta zikir, kişinin ilkel benliğinden kurtulup, evrensel benlikle var olma yoludur; Allah’a vasıl olma isteğidir.
Kişinin nefsanî arzularından kurtulup, ebedî olana yönelmesidir. Zikir, dirilmek ve hayat bulmaktır. Bu manada fenâ-bekâ
düşüncesi tasavvufta üzerinde çok durulan iki kavramdır.
Fenâ, benlikten, nefisten kurtulma; bekâ ise, kendi bütünlüğünü kazanıp evrensel benlikle bütünleşme olarak değerlendirilmiştir. Zikir bireyin fenâ haline ulaşması için tarîkatların
uyguladığı en önemli metotlardan biridir.
Zikir, aynı zamanda tarîkat uygulamalarının en önemli unsurlarından birisidir. Tarîkatlardaki ilk derstir. Zikrin
“lisanî zikir”, “kalbî zikir”, “toplu zikir”, “semâ”, “hatm-ı
hâce”, “darb-ı esmâ,” “kayamî zikir,” “deverân” gibi şekilleri
tarîkatların oluşum süreciyle birlikte ortaya çıkmış hususlardır. Zikir ve mûsikî arasında da irtibat kurulmuştur. Dinleme,
mûsikî anlamına gelen sema’ Mevlevîlik tarîkatının zikridir.
Ayakta dönerek icra edilir. Buna “Mukabele” de denilir. Bu-
8
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
günkü şekliyle semâ, sonraki asırlarda ortaya çıkan bir uygulamadır. Örneğin,“Hatm-i Hace” Nakşbendî tarîkatında
kişinin şeyhin huzurunda oturarak icrâ ettiği zikirdir. Sessiz
yapılır. “Büyük hatme”, “küçük hatme” diye ayrılır. Rabıta ile
başlar, duâ ile sona erer. Gözler kapalı olarak yapılır. İntisabı
olmayan iştirak edemez. “Darb-ı Esma” ise, Halvetîlerde icrâ
edilen zikirdir. Bunun gibi tarîkatların farklı zikir uygulamaları olsa da hepsi özü itibariye birdir.
Allah, insanın kendisiyle bütünleşme ve varoluş kazanma hakikati olan zikir gerçeğinin önemini “ Siz Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim”ifadesiyle açıklıyor. Mevlânâ,
Mesnevî’sinde bu konuyla ilgili şöyle bir hikâye anlatır: Adamın biri her gece Allah’ı zikreder ve bu zikrinden de zevk
almaktadır. Bir gece Şeytan ona şöyle vesvese verir: -“Bunca
Allah demene karşılık Onun lebbeyk (buyur) demesi nerede?
Böyle ne vakte dek Allah deyip duracaksın?”
Adam bu vesveseden üzülür, eleme düşer, başını yere koyup yatar. Rüyada Hızır (a.s.)’ı yeşiller giymiş olarak görür.
Hızır ona:
-“Niçin zikri bıraktın? Zikretmekten niye vazgeçtin?” der.
-“Lebbeyk” sesi gelmiyor. Kapıdan kovulacağımdan korkuyorum”
-Senin “Allah” demen, sana aynı zamanda “lebbeyk” denilmesidir. Senin o derde düşmen, çareler araman kapıya kabul
edilmendendir. Her Allah demende sana gizlice “Lebbeyk”
(buyur) denilir.”
Dolayısıyla insanın arayış içinde olması, ah u figan etmesi,
ahh çekmesi, zikredebilmesi hep Allah’ın bir lütfudur. İnsan
gidecek başka kapının olmadığını bilerek, bu şuur içinde yaşamını sürdürebilmelidir.
Bu kitapta tasavvufun en önemli konularından biri olan zikir konusu temelde tasavvufî bir bakış açısıyla ele alınmaya
ÖNSÖZ
çalışılmıştır. Kitap; önsöz, iki bölüm ve sonuçta oluşmaktadır.
Birinci bölümde, İslâm’da zikir, Kur’an’da zikir, tasavvufta zikir, zikrin üç hali, zikrin önemi, zikrin sürekliliği, zikrin
benlik inşaşına etkisi, tefekkür zikir birlikteliği, zikrin evrensel
yönü, zikrin sosyal-psikolojik yönü, zikrin kuşatıcılığı, daimi
zikrin önemi ve etkisi, zikrin kişiliğin oluşumuna ve insan-ı
kâmil olmaya katkısı, zikir tefekkür ilişkisi, zikir marifet ilişkisi, zikir vuslat ilişkisi, zikir mekân ilişkisi, zikir şükür ilişkisi,
zikrin diğer ibadetlerle ilişkisi gibi konular işlenmiştir. İkinci
bölümde ise, farklı zikir uygulamaları başlığı altında, hafi zikir, cehri zikir, tevhid zikri gibi konulara değinildikten sonra
tarikatlarda zikir başlığı altında Kâdirî, Nakşî, Rıfâî, Kübrevî,
Sühreverdî, Halvetî, Gülşenî, Mevlevî gibi tarikatlarda zikrin
farklı uygulanış şekilleri ve farklı isimlendirmeler ortaya konulmuştur. Ayrıca tamamlayıcı olması bakımından ve konunun önemine binaen Alevîlik ve Bektaşîlik’teki zikir uygulamasına da değinilmiştir.
Kitabın tasavvuf alanına katkı sağlayabilecek bir çalışma
olmasını ümid ediyoruz.
Ali TENİK-Vahit GÖKTAŞ
9
BİRİNCİ BÖLÜM
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
1. İSLAM DİNİNDE ZİKİR
1.1. Allah’ı Anmak Allah’la Hayat Bulmaktır
Zikir, sözlükte, “bir şeyi ezberleyip korumak, hatırlamak,
şan, şeref, öğüt, namaz, duâ, ilâhî kitaplar ve övme” anlamına
geldiği gibi, “unutulanı hatırlamak, unutmamak için sürekli
anmak” anlamına da gelmektedir.1 Tasavvuf terminolojisinde
zikir, “Allah’ı anmak, hatırdan çıkarmamak ve unutmamak”
şeklinde ifâde edilir.
Zikirden gâye; kalpte saklı olan Allah sevgisini ortaya çıkarmak, kalbin muhabbetle Allah’ı yücelterek, Allah’la beraberliğini, birlikteliğini temin etmektir. Ayrıca zikir, sebebi
değil müsebbibi görmektir. Kalpten gafletin giderilmesidir.
Yaratıcının takdirine razı olmaktır.2 Yine zikirle ulaşılmak istenen asıl gaye; unutulan şeyi hatırlamaktır. Unutmamak için
sürekli anmak ise, insanın zikirle vardığı hedef veya sonuçtur.
Zikrin hedefi, elestte ikrarı/misakta yapılan sözleşmeyi hatırlamaktır. Ve “bezmi eletse” verilen söze geri dönmek, zikrin
esas gayesidir. Allah, bezmi eleste verilen söze ihanet edip,
1
2
Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredatü li-Elfâzı’lKur’ân (tahkik. Savân Adnan Davudî ), 2. baskı, Beyrut, 1998, s. 179; Ahmed
Ziyaüddin Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl, Mısır, 1319, s. 15, 16, 55; Asım Efendi,
Kâmûs Tecümesi, İstanbul, 1305, II, s. 346-347.
Necdet Tosun, Zikir ve Tefekkür, Hacegân Yay., İstanbul 2013, ss. 42-43.
12
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
dünyada gereğini yerine getirmemeyi, kendisiyle yapılan
ahde vefasızlık olarak nitelendirmektedir.3 Sûfîler, ahdi bozmayı, kişinin öz benliğinin, Allah’ı müşahededen bir ân olsun
sapması bile ahdi bozmak olarak telaki etmişlerdir.4 Ve Allah
sürekli insanlardan bezmi eleste verilen sözü hatırlamalarını
istemektedir. Bu ahdi yerine getirmeyenleri de münafık olarak
nitelendirmektedir. Nitekim ayette şöyle hatırlatır: “... o münafıklar, Allah’ı çok az anarlar.”5
Allah ayrıca bütün insanlığı çeşitli yollarla elest ahdine, yani
öz benliklerine dönmeye çağırı yapmaktadır. Bu hatırlatmayı
da, insanın ilk doğumunda başlayarak, ilmî bir perspektifle
yapmaktadır: “İlk yaradılışı bildiniz; ama bu bir gerçek, öğüt alıp
düşünüp, zikretmeyecek misiniz?”6 Zikir kelimesinde ima edilen
“hatırlama” anlamı, dolaylı olarak insanın unutkanlık ve gaflet halini gösterir. İnsan, Allah’taki zaman öncesindeki halini
unutmuştur ve bu asli unutkanlık terkisinde diğer unutkanlık
ve gaflet biçimlerini de taşır.
Zikir, insanın, Allah’tan ayrılışın nedenini bildirip, o bezmi
elesteki saf benliğe ulaşmaya götürecektir. Zira Allah, insanı
hatırlamaya davet ederek, özünü, aslını bilmeyi öğretiyor:
“İnsan hatırlamıyor mu bundan önce onu yarattığımız zaman? Ve o
vakit o hiçbir şey değildi.”7 Bu ilâhî hatırlatmanın mesajı, insanın
misak anını hatırlamaya bir davettir. Yani zikir insanın “şey”
olmadan önceki haline götürüyor, yani onu madde tarafından
kirlenmeden önceki “berrak” benliğine ulaştırmaya gayret etmektedir. İnsana aslında hiçbir şey olmadığı ânı hatırlatarak,
Allah’ı daima anışla “bir şey” olmaya davet ediyor.
3
4
5
6
7
Bk. Bakara, 2/27.
Ebû Kasım Abdülkerîm Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, thk. İbrahim Besyûnî, elHey’etü’l-Mısriyetü’l-Âmme, Kahire 2000, s. 84.
Nisâ, 4/142.
Vâkıa, 56/62.
Zâriyât, 51/55.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Rûh, Allah’ı vahdâniyetinin kemâliyle tanımadığı zaman o
makamda da ortaksız zikirde de bulunamaz. Zira bu, hem kendini hem Allah’ı zikretme hâlidir. Bu şirktir. Ve bu hâl için Allah
şöyle buyuruyor: “Unuttuğunda Rabbini hatırla.”8 Yani benden
başkasını unuttuğunda beni hatırla ki, ortaklık olmasın. Eğer
insan başkasının zikriyle/hayat anlayışıyla zikretmeye/yaşamaya başlarsa Allah’ı tamamen unutmuş demektir. Allah’ta
o kişiyi tamamen unuttur. Zira Allah, “Allah’ı unuttular, O’da
onları unuttu”9 buyuruyor. Fakat Allah başka bir ayette unutmanın karşılığı olan anmayı, Kendisini hatırlatmayı insanlara
salık vermektedir: “Öyleyse Beni ânın Ben de sizi ânayım”10 İşte
bu anma, sadece dilin, kalbin ve diğer organların anması değil, kalbin Allah’ın muhabbeti ve nûruyla aydınlanıp, varlık
sahnesine çıkan her tür nesnenin ilâhî sırları ve hikmetlerini
derûnî, yani dikeyine düşünmekle gerçekleşir. Bu kendini tamamen Hakk’a teslim etmek hâli basiret gözünü öyle açar ki,
her nesne ayna gibi Allah’ın farklı bir isim ve sıfatın tecellîsini
yansıtarak, kişiyi adım adım Zât tecellîsine götürür. Tüm bu
merhalelerin neticesinde artık sâlik bütün zerreleriyle Allah’la
hemhâl olmuş, her şeyini O’nda “hiç”lemiştir.
Sûfîler, zikri kapsamlı bir şekilde ele almışlardır. Sûfîler,
yukarıda da ifade edilen, “Bilin ki her beden/ten de bir kalp
bulunur, her kalpte fuâd (manevî kalp) vardır. Her fuâd da bir
sır bulunur. Her bir sırda bir hafî vardır, her bir hafîde de bir
ahfâ vardır. Ben bu ahfadayım” kutsî hadisini baz alarak kalp
ve zikir birlikteliği üzerinde durmuşlardır. Onlara göre zikir,
Settârın ismiyle sırları örtmek, sağlam itikatta fuâdın beyanı,
gaibî sıfatla kalbin konuşması, zikredilenin kalbe yazılması,
kalbin üzerinde ismin istilâsı, zikredilende zikredenin kapsa8
9
10
Kehf, 18/24.
Tevbe, 9/67.
Bakara, 2/132.
13
14
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
mına girmesi, Allah’ın zuhûru esnasında sırların ıstılâmı gibi
çok geniş bir perspektiften bakmaktadırlar.11
Sûfîler, Allah’ı anmanın birçok yolunun olduğunu ifade
ederler. Her varlığın kendine has bir anma hâli vardır. Sûfîler,
“hayvanların tesbihi,” “akılların tesbihi” diye bazen varlık zikirlerini kategorize etmişlerdir. Tesbih de iki kısma ayrılır; basiretten sadır olan tesbih ve basiretsiz sadır olan tesbih. Basiretten kaynaklanan tesbih makbûl, irfândan soyutlanmış tesbih
ise gayr-i makbûldur.12
Ayrıca zikir, lisan ile bilinçli olarak Allah isminin peş peşe
söylenmesidir. Allahû, zikrin gayrî irâdî olarak yapılmasını “tesbihat” olarak isimlendiriyor. “Göklerde ve yerde olanlar
Allah’ı tesbih ederler. O güçlüdür, Hâkim’dir.”13
“Göklerde olanlar da yerde olanlar da Allah’ı tesbih ederler. O
güçlüdür, Hâkim’dir.”14
“Göklerde olanlar da yerde olanlar da Allah’ı tesbih ederler. O,
güçlüdür, Hâkim’dir.”15
Ayetlerde göklerde ve yerde olan tüm her şeyin Allah’ı tesbih ettiği anlatılırken hem mazî forum ‘Sebbeha’ (tesbih etti),
hem de muzari forum ‘Yüsebbihu’ (tesbih eder) kullanılmıştır. Bu farklı anlatımlar göklerde ve yerde olan tüm her şeyin
her zaman, her yerde ve her hareketlerinde devamlı olarak
Allah’ı tesbih ettiklerini vurgulamaktadır. Yani onlar geçmişte de O’nu tesbih ederler, hâlde de. Onların tesbihi, geçici ve
kesintili değildir.
Aslında gökler ve yerde olanların Allah’ı tesbih ettikleri anlatılırken, evrendeki en şerefli varlık olan insanın Allah’ı tes11
12
13
14
15
Yüksel Göztepe, Abdülkerî Kuşeyrî’de Hâller ve Makâmlar (Basılmamış Doktora
Tezi), Ankara 2006, s. 475.
Kuşeyrî, Letâifü’l-İşarât, II, 616.
Hadid, 57/1.
Haşr, 59/1.
Saf,61/ 1
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
bih etmesi teşvik ve tahrik edilmektedir. Ey insan, yerler gökler Allah’ı tesbih ederken, en değerli varlık olarak senin O’nu
tesbih etmemen, O’nu tanımaman sana yakışır mı? Sen, O’nu
tesbih etmeye, O’nu tanımaya ve O’na göre yaşamaya tüm her
şeyden daha layıksın! İşte, tüm her şeyin Allah’ı tesbih etmesinin sıkça anlatılmasının temel esprisi budur.
Zikirde muhabbetullahı ve ma’rifetullahı tecrübe etmek
için bütün duyular ve organlar kullanılır. Zikir yaparken
sûfîler, aşkın/muteâl tecrübeyi tadabilmek için, nefes almak,
işitmek, hisetmek ve görmek gibi pek çok duyularını kullanırlar. Bunu detaylandıran sûfîler, insanın organlarının her
birinin kendine göre bir zikri olduğunu söylerler. Örneğin
düşkün ve ihtiyaç sahiplerine el uzatmak, Allah için vermek
ve yardımda bulunmak elin zikridir. Ayağın zikri, Allah için
bir yeri, bir Allah dostunu ziyaret etmek ve Allah için seyahate çıkmaktır. Gözün zikri, Allah’ın helâl gördüklerine bakmak
ve Allah’ın âleme koymuş olduğu âyet/işâretlerde Allah’ın
tecellîsini göz vasıtasıyla idrak edebilmektir. Yani eşyada
Allah’ın tecellîsini görmek için eşyaya nazar etmektir. Aynı
şekilde Allah’ın yazılı ve dikili âyetlerine, kısacası ilmine ve
varlığına işâret eden her şeye bakıp, onlardaki ilâhî hikmeti anlayabilmektir. Allah’ın her nesnedeki sanatına bakmak
ve dünya varlıklarının hallerinden ibret almanın önemini ve
gerekliliğine atıfta bulunan birçok emare vardır. Zira bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır: “Göklerde ve yerde bulunan
her şey Allah’ı anmaktadır. O, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet
sahibidir.”16 Kulağın zikri, Allah’ın kitabına göre âmel etmek
için, o kitabı gereği gibi dinlemektir. Yalnızca Allah için olan
sözleri işitmek, onun dışındaki sözlere kulağı kapalı tutmaktır. Kalbin zikri, Allah’a olan muhabbetidir. Allah’a olan işti-
16
Haşr, 59/1.
15
16
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
yakın kendisi kalbin zikridir. Ve bu iştiyak ve şevkten daha
büyük bir şey yoktur. Çünkü “İçinde Allah ve Kur’ân olan kalbe
Allah azap etmez.”17 Dilin zikri, Allah’ın kitabını ve tüm nesnedeki hikmeti ve ilâhî tecellîyi okumaktır. Ve sadece dille
Hakk’ı ve hakîkati söylemektir. Kısacası, insan üzerinde asla
ödemeyeceği Allah’ın bütün nimetlerinin hakkı vardır. İnsana düşen kendi gücü nispetinde bu haklara riayet etmek ve
anmaktır. Zira Allah’ın nimetlerini anarak şükretmek nimetin artmasına sebeptir. Onun için sâlik, Allah’ı tüm benliğiyle
zikretmesi gerekir. O’nun nimetlerinden mahrum olmak insanı ateş gibi yakar.18
Sûfîler için zikir her şeydir. Bazı sûfîler zikri, veliliğin
şahâdetnâmesi olarak görmüşlerdir. Zira bir kimse zikri gereği gibi yerine getirirse, ona velîlik şahâdetnâmesi verilir. Zikirden mahrum bırakılan kimse, velîlikten uzaklaştırılır. Bu anlayışla hareketle sûfîler, zikri velâyetin alâmeti olarak görmüşler. Onlara göre zikir, vuslatın açıklanması, mürîdliğin gerçekleştirilmesidir. Zikir, bidâyetin sıhhatli oluşunun göstergesi,
nihâyetin saflığının delilidir. Onun için zikrin ötesinde hiçbir
şey yoktur. Övülmüş hasletlerin hepsi zikre dayanır; bunların
hepsi zikirden meydana gelir. Ve tüm güzelliklerin kaynağı
zikirdir. Çünkü zikir, Allah tarafında insanın iyiliği için ortaya
konulan o mükemmel yaşamın, yine Allah’ın insanın hâlinde
uygulamasını istediği hayatın kendisidir.19 Allah’a yükselmenin esasıdır. O, Allah’a giden yolda temel esastır. Zikir olmadan Allah’a ulaşmak mümkün değildir. Aynı şekilde tasavvuf
yolunun temel şartı, zikirdir. Zikr-i dâîm olmadan hiçbir hâl
17
18
19
Hâkim, Müstedrek, 4:245.
Ferûdiddîn Âtar, Pendnâme, trc. Yusuf Çetindağ, Etkileşim Yayınları, İstanbul
2013, ss. 151-158, 160-164.
Aynı eser, I, 305.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
ile Allah’a vuslat gerçekleşemez.20 Zira zikir sevgiden doğar,
sevgi ne kadar kuvvetli olursa, kişinin sevdiğinin ismini zikretmesi de o derece yoğun olur.21 Kişinin Allah’ı çokça zikretmesi ancak Allah’ı çok sevmekle gerçekleşir. Buda ancak “Beni
sevin ki Ben de sizi seveyim” ilkesiyle gerçekleşir.22
Sonuçta zikir, tasavvuf ve tarîkat ehli kimselerin belli kelime
ve ibareleri çeşitli miktar ve yerlerde usûlüne uygun bir şekilde
ferdî ya da toplu olarak yerine getirdikleri bir riyâzetten öte;
tasavvufta gerçek anlamda zikir, zikredenin kendisinden geçip,
sadece Allah’ı anması, her şeyi unutmasıdır.23 Zikirle ulaşılmak
istenen hedef, unutulan şeyi hatırlamak ve unutmamak için hatırda tutma çabasıdır. Bunun neticesi de kişinin iç benliğindeki
ilahî bağın ve tecrübenin olgunlaşmasıdır.24 İnsan zikirle iç dünyasını zenginleştirirse, içindekilerle birlikte evrenin Yaratıcısını
sürekli hatırında tutar. Kur’ân’ın da önemle üzerinde durduğu
zikir, kalbe cân/rûh veren fonksiyonların başında gelmektedir.
Çünkü kalbin sükûneti, huzuru zikirle sağlanır.25
1.2. Kur’ânı Kerimde Zikir
Zikir, Kur’ân’ı Kerim’de; Kur’ân,26 namaz,27 ilim,28 kitap
ehli29 ve Allah’ı anmak,30 manalarında da kullanılmıştır.
Bütün bu anlamların yanında, Kur’ân kendini bir bütün
olarak bir zikir olduğunu tanıtıyor: “İşte bu Kur’ân da bizim
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
Kuşeyrî, er-Risâle, s. 221.
Kuşeyrî, Letâifü’l-İşarât, III, 164.
Aynı eser, I, 138.
Kuşeyrî, er-Risâle, ss. 221-226; Gazâlî, İhyâ I, ss. 390-402; Süleyman Uludağ,
“Zikir”, İA, İstanbul, 1993, XIII, s. 561-563.
Yaşar Nuri Öztürk, Din ve Fıtrat, 2. baskı, İstanbul 1992, s. 78-80.
Feth, 48/4.
Hicr, 15/9.
Cuma, 62/9; Ankebût, 29/45.
Enbiya, 21/20.
Enbiya, 21/7.
Bakara, 2/152; Enbiya, 21/20; Ahzâb, 33/35, 41.
17
18
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
indirdiğimiz feyz kaynağı bir zikirdir. Şimdi siz mi bunu inkâr
etmektesiniz.”31 “İşte benimle beraber olanların zikri (kitabı) ve işte
benden önce gelenlerin zikri (kitabı)...”32 “Şüphe yok ki o Kur’ân
senin için de, kavmin için de kesin bir zikirdir. Siz ondan sorumlu tutulacaksınız.”33 Bu âyetlerden yola çıkarak Kur’ân’ın zikir
olarak tanıtılmasının bazı sebeplerinin olduğunu ifade edebiliriz. Allah’a götürecek dolambaçsız en kısa yolun Kur’ân olduğu bir gerçektir. O’nu okuyup üzerinde tefekküre dalmak
en mükemmel zikirdir. Sûfîler, Kur’ân’ın her sâlikin haline
uyan ruhun gıdası bir zikir olduğunu söylemişlerdir. Diğer
bir sebepte, Kur’ân zikir üzere konuşur, onun söz konusu ettiği gerçeklerden anlayabilmek için zikir terbiyesi görmek,
zikirden doğan hakikatleri kabullenip onlarla bütünleşip dost
olmak gerekir. Zira Kur’ân da, insanın herhangi bir problemle
karşılaştığında yönlendirdiği ilk ve tek merci Allah’ın zikriyle
hemhâl olan insanlardır: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun”34
Kur’ân bu “zikir ehli” insanların özelliklerini de saymaktadır.
Ve tanımladığı bu kişilik tam tasavvufun gaye edindiği insan
tipinin vasıflarını göstermektedirler. Bunlar, “ulu’l-erbâb” dır,
yani gönül insanlarıdır. Bunlar, akıl ötesi bir bilgiye ve kavrama gücüne sahip olan, ledün terbiyesiyle yetişmiş Allah dostlarıdır. Allah’ın da, “Sadece gönül (lübb) sahipleri zikir yoluyla
kavrayabilirler”35 diye tanımladığı onlar, “O küfür içinde olan;
ahiret azabından korkarak, Rabbinin rahmetini umarak gece saatlerinde secdeye kapanan, kıyamda durur bir halde taat ve ibadet eden
kimse gibi midir? De ki, bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Zikir
yoluyla kavrayabilenler sadece gönül sahipleridir.”36 dediği üstün
31
32
33
34
35
36
Enbiyâ, 21/51.
Enbiya, 21/24
Zuhruf, 43/44.
Bk. Nahl, 16/43; Enbiya, 21/7.
Ra’d, 13/19
Zümer, 39/9.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
vasıflı kişilerdir. İşte Allah’ın zikrini Allah’ın dilediği şekilde
yerine getiren bu Allah erenleri, Allah’ın kitabını da murad-ı
ilâhî gereğince yapacak olanlar da, ancak bu kitledir.
Ayrıca zikir, kötülüklerden sakınma, adâletli davranma,
dünyaya kanmama, Allah’ın emirlerini daima hatırlama anlamında kullanıldığı gibi,37 hac ve benzer ibâdetler içinde
kullanılmıştır.38 Zikir kelimesi Kur’ân’da müştaklarıyla birlikte iki yüz elli altı yerde geçmektedir. Bu keyfiyet zikir ve ondan türeyen kelimelerin vücûd verdiği kavramların Kur’ân’da
çokça geçmesi, bu kelime ve kavramlarının önem ve tutukları
yerin büyüklüğüne bir kanıttır. İşte Kur’ân’da zikrin; namaz,
tefekkür, fikir, duâ, zekât, hac gibi ibadetlerle birlikte anılmasındaki murad-ı ilâhî, hangi ibadet olursa olsun, o ibadette
mutlak olarak Allah anılmaktadır. Onun için zikir kelimesinin
veya müştak kelimenin geçtiği her âyet, hangi mânâya gelirse
gelsin, buradaki murad, yapılan tüm ibadetlerde, Allah’ı hayatın her alanında sürekli ve fiilî olarak anmaktır.
Sûfîler, her dönemde zikre bakışları şu olmuştur; kendini
Allah’a kul olarak adayan insanın, farz veya mendûb olsun her
vakitte Allah’ı zikretmekle memur kılınmıştır. Yani yukarıda
da ifade edildiği gibi, hayatının her aşamasında Allah’ın dilediği şekilde yaşamasıdır.39 Bu memur/sorumluluk Allah’ın
âyetde de vurguladığı şekilde, her yerde, her mekânda, her
zamanda, her şartta yerine getirilmesi Allah’a âşık olan insanın bir görevidir. Zira “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken, Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı
hakkında tefekkür ederler. 40
37
38
39
40
‘Âraf, 7/205; Kehf, 18/24; Münâfikûn, 63/9; Nûr, 24/37; Râd, 13/28; Tâhâ, 20/24.
Bakara, 2/198-203.
Kuşeyrî, Risâle, s. 223.
Âli İmrân, 3/191
19
20
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
1.3. Hz. Peygamber (s.) Hayatında Zikir
Tasavvuf ilminin oluşmasında temel harç, Allah’ın kelâmı
ve sevgili Peygamber (s)’inin söz ve hâlleridir. Bundan dolayı sûfîlerin söz ve hâllerinden de sürekli olarak Kur’ân’ın ve
sünnetin kokusu yayılır. Sûfîler, bu iki değeri, hayatın her yönünde anlamaya ve yaşamaya çaba göstermektedirler. Onlar,
Kur’ân üzerinde tefekkür ederek, onunla ünsiyet kurarken,
O yüce kelâmın, “Sen yüce bir ahlâk üzerindesin”41 ve Peygamberin en yakınında gelen, “Hz. Peygamberin ahlâki Kur’ân’ dı”42
gibi beyanların, Kitabın bir bütün olarak Hz. Peygamberin
hayatını kuşattığını ve kendilerinin de aynı istikamet üzerinde oldukları iddiasındadırlar.43 Sûfîler, ilk aşamada, Kur’ân’ı,
Peygamber’in okuduğu gibi okuyarak, dinleyerek, yaşayarak
hâllerine geçirmektedirler. Allah’ı yaratıkları sayısınca zikretmelerini, sürekli Allah ile yaşamalarını istemektedir.44 İkinci
aşamada da, sûfî ile Allah arasında oluşan muhabbet ünsiyet ile Allah’tan/Sevgiliden dinler gibi hayatlarına geçirirler.45
Zira sûfîler, “Kur’ân ehli”46 denilince, Kur’ân’ı güzel okuyan ve
bununla yetinen değil, Kur’ân’ı anlayıp, ahkâmını uygulayan,
Peygamber gibi davranan ve ondaki ilâhî edeple süsleneni
kastetmektedirler.47
Sûfîler, Kur’ân’ın Allah’ın insanlara bir çağırısı ve özel bir
hitabı olarak gönül atmosferinden gelen bir bağlılıkla bildiklerinden, Kur’ân âyetlerinin ma’rifet/ilim denizlerinden bir derya
olarak algılamaktadırlar. Aynı şekilde Peygamber’in sözleri41
42
43
44
45
46
47
Kalem, 68/4.
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 188.
Abdülkerîm Cîlî, el- Kemâlâtu’l-İlâhiyye, Kahire 1997, s. 227.
Suyûti, Camiu’s-Sâğir, I, 188.
Serrâc, age., s. 114.
Nesâî, es-Sünenü’l-Kübra, Fedâilü’l-Kur’ân, 26.; İbn Mâce, Mukaddime, 16; Hakîm,
Müstedrek, I, 556.
Mekkî, Ebû Tâlib, Kûtu’l-Kulûb, thk. Nesib Mekârin, Beyrut1995, I, 45-59;
Gazâlî, İhyâ, I, 408-439.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
nin de, O’nun kendi nefsinden kaynaklanan ifadeler olmayıp,
Allah’ın Peygamber’e gelen bir vahyi olduğu bilinciyle yaklaşıp,
can kulağıyla dinleyip onunla amel etmektedirler.48 Allah’ın,
“Şüphesiz bunda, diri bir kalbi olan yahut şâhid olarak kulak
veren kimse için bir ibret ve öğüt vardır.”49 sözü, Kur’ân’ın ve
onu hâllerine en güzel şekilde yansıtan Peygamber’in örnekliği
sûfilerin kılavuzudur. Sûfîler, Kur’ân’ı ancak, gönül dünyası Allah ile beraber olan ve ondan bir ân bile gafil olmayan kişi hakkıyla öğüt alır ve onunla yaşar. Yani onların hayat perspektifinde, Kur’ân okumanın veya onunla hemhâl olmanın amacı, amel
etmek ve hâle yansıtmaktır.50 Bu yaklaşım tasavvuf anlayışının
ana ilkesidir. Zira sûfî anlayışta kâmil/küllî akıl, Allah’tan alıp
anlayan ve bu anlayışla ilahî kelâmın inceliklerine, hakîkatine
ulaşan akıl demektir.51
Her sûfînin/mü’minin kendinden bir önceki mürşidin terbiyesi altında manevî terbiyesini/seyr u sulûkunu tamamlaması ve bu terbiyenin bir silsile şeklinde Hz. Peygamber’e
ulaşması esastır.52 Çünkü Hz. Peygamber’in hayatı/ ahlâkı/
zikri Kur’ân’ın kendisiydi. O, zikri, hayatının her merhalesinde yaşamak olarak telaki ederken, zikir gerçeğini bidayetten
lisanında yeşertmiş daha sonra bütün hücreleri kendiliğinde
Allah ile yaşamanın gerçeğine kavuşmuştur.53 Zira kendisi
“Diliniz Allah’ın zikriyle hep ıslak kalsın” buyurarak bu hakikatin mü’minlerin hayatında bu şekilde gerçekleşmesini istemiştir. O’nun dili, kalbi ve bütün hücreleri Allah’ın zikrine
karşı daima uyanık olmuştur ki hayatı/zikri Kur’ânca, yani
Allah’ça olmuştur.
48
49
50
51
52
53
Sühreverdî, Avarif, Beyrut 1966, ss. 20-21.
Kâf, 50/37.
Sühreverdî, age., ss. 21-22.
Mekkî, age., I, 45.
Sühreverdî, age., s. 96; İbn Haldun, Şifâu’s-Sâil, s. 195.
Tirmizî, Da’vât, 78; İbn Hanbel, Müsned, III, 149.
21
22
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Sûfîler, Allah’ın kendi sevgisinin göstergesini Râsûl’üne uymaya bağlarlar54 ve bunun aksine amelde bulunanların değil
velî, mü’min bile olamayacağı ikazına uyarak,55 Peygamber’i
herkesten daha çok severler. Bu sevgi, sûfî olabilmenin öncelikli şartıdır ve sünnete olan sadakatla gerçekleşir.56 İşte buda
sûfîlerin, kendi sulûklerinin esasını, Râsûl’un sünnetine tam
bir uygunluk üzerine inşâ ettiklerinin göstergesidir.57 Yani
sûfî için Allah’ı sevmenin alameti, O’nun Peygamber’ine tabi
olmaktır. O’na tabi olmanın göstergesi de, dünyada masîvanın
tesirini tüm hayatında, yani hâlinde hiçleyerek zikirle yaşamaktır. Zira Allah bu konuda; “ Ver her kim Allah’a ve Râsûl’une
itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimet verdikleriyle beraberdirler.”58
buyurmaktadır. Allah’ın bu vaadine karşı sûfiler duyarsız
kalmayarak, Yaratıcıyı ve O’nun yeryüzündeki vekilini hâl ve
düşünceleriyle en güzel şekilde içselleştirerek zikri peygamberce yaşamışlardır. Zira onlar, Peygamber’in; “Âmellerin
özü, kendisi Allah’ı anmaktır” gerçeğini içselleştirerek yaşayan kişilerdir.59
Sûfî düşüncede Allah’ın “Kitab”ı, Peygamber (s)’in
“sünnet”i ile ilişkilidir. Sünnet ise, Müslüman’ın her seviyedeki davranışının normunu teşkil eden zikrin kendisidir. Zira
Allah, “Kur’ân’ın temsil ve tebliğini(O’na) farz kılmıştır.”60 Sûfîler,
Hz. Peygamber’i küllî bilgi ile özdeşleştirirken, diğer taraftan
O’nu bir beşer olarak görerek, peygamberlerini tanrılaştıran
dinler ve anlayışlardan farklı bir konuma oturtur. Onlara
54
55
56
57
58
59
60
Âl-i İmrân, 3/31.
Bk. Âl-i İmrân, 3/32.
Bk. Şâtibî, el-İtisam, I, 89-99.
Sülemî, Ebû Abdurrahman, Tabakatü’s-Sûfiyye, thk. Nureddîn Şerîbe, Halep
1986, s. 210; Ebû Nuaym, el-İsbahânî, Hilyetü’l-Evliyâ, Mektebetu’l-Hânci, Kahire 1987, X, 190.
Nisâ, 4/69.
Tirmizî, Daavat,6.
Kasas, 28/85.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
göre, nübûvvet ve velâyet ma’rifeti Hz. Peygamber de sudûr
etmiştir. Onun için O, ay’ın nûru gibidir. Bütün velîler (Allah
dostları) ilimlerini fer’ olarak aslî nûr olan nubüvvet aydınlığından alırlar. Öyle bir nûr ki, ona ebedî olarak herhangi bir
nakıslık, olumsuzluk ulaşamaz. Çünkü O’nun, “ şu iki gözüm
uyur, fakat kalbim uyumaz” hakikati var.61 Ayrıca, “Allah, o Peygambere her zaman rahmetiyle muâmele eder ve O’nu yüceltir; melekleri ise daima O’na duâ ederler.”62 Ve O, “Rabbinin seni övülme
makâmına/makâm-ı mahmûda eriştireceğini umabilirsin”63 övgüsünü kazanmıştır. Peygamber sevgisinin ya da yeryüzündeki
ilâhî tezâhür olarak ma’rifet sevgisinin sırrı da bu hakikatin
içindedir. Bu sırra ulaşmanın, yani Allah’a varmanın hakikati
Peygamber’in diliyle; “Allah’a varmanın en yakın yolu, Allah’ı
açık ve gizli olarak zikretmektir.”64
Sûfî hâlde Hz. Peygamber’i sevmek demek, sünnete tabi olmak ve Allah’ın yegâne beşerî hâl olarak arzuladığı aslî beşerî
fıtrat sahibi olmak demektir. Sûfîler, Peygamber’in bütün insanları ve diğer varlığı kapsayıcı bir görevle gönderildiği65 ve
bu görevinin yalnızca sevgi, mutluluk ve gerçeğe kavuşturmak olduğu düşüncesindedirler.66 Ve öyle bir elçidir ki, sadece
kendisine indirileni duyurmaktadır.67 Bu ulvî görevinden dolayı Allah mü’minleri Hz. Peygamber(s)’in o, eşsiz ve Rabbanî
ahlâkına çağırmaktadır.68 Bu dâvete uyan kişi, Allah’ın sevgisini kazanmanın yolunun, kendi varolma bilincine ulaşmanın,
61
62
63
64
65
66
67
68
Buhârî, Teheccüd, 16; Müslim, Mûsâfirîn, 17; Abû Dâvud, Tahâret, 80; Tirmizî,
Salât, 213.
Ahzâb, 33/56.
İsrâ, 17/79.
Abdulvahhab Şarânî, el-Envârru’l-Kudsiyye fî Ma’rifeti Kavâdi’s-Sûfiyye, Kahire
1987, s. 22.
Â’raf, 7/158.
Şûrâ, 42/52-53.
Cum’a, 62/2.
Ahzâb, 33/21.
23
24
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
“benlik” anlayışına kavuşmanın ve ilâhî iradeyle kaynaşmanın başında Peygamber’e tabi olmanın bilinci gelmektedir.69
Bu anlayışla Peygamber’e sevgi ve bağlılıklarını ortaya koyan
sûfîlerin bir kısmı da, peygamber’in izinde gitmeyi vacip olarak görmüşlerdir.70 Peygamberin izinde yürümekte, O’nu hayatın bütün aşamalarında örnek alarak; yatarken, kalkarken,
çarşıda iş yaparken, evde, sokakta Allah’ı andığı/zikrettiği hâl
üzere takip ederek gerçekleştirir.71
Hz. Peygamber (s) insanlar arasında seçilmiş, övülmüş bir
şahsiyet olmasına karşın, etrafındaki insanlara “Ben de sizin
gibi bir insanım.”72 mesajını vermiştir. Peygamber her fırsatta
insanları sadece Kur’ân ahlâkına çağırır ve kendisiyle insanlar
arasındaki farkı, “Bana (sadece) vahyedilir”73 sözüyle açıklardı.
Bu nedenle muhakkîk sûfîler, Râsûl’u insan türünde bir beşer
gibi telaki etmişler74 ve O’nun asıl vazifesinin, cüzleri külle
bağlayan, yani insanları Allah’a ulaştıran en büyük bağ olarak
görmüşlerdir.75
Sûfî için Peygamber, Yaratıcıya o kadar yakındır ki, O sevgili zât isrâ gecesinde76 Musa (a.) gibi Rabbiyle konuştu. Ve bu
iki sevgili arasındaki yakınlık, “bitişik iki yay kadardı.”77 Sonrada
insanlara onu berrak bir şekilde ulaştıracak olan peygamberine “vahyettiğini vahyetti”78. Sûfîler de, bu beden ve rûh yakınlığından dolayı Peygamber’i bir beşer olarak sadece O’na tahsis
edilen gerçek makâmda görürler. Çünkü O, yaratıcının üstün
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
Âl-i İmrân, 3/31
Serrâc, age., s. 132.
Tirmizî, Daavat, 36.
Kehf, 18/110
Aynı âyet.
Bk. Hicr, 14/10; Mü’minun, 23/24, 34; Kehf, 18/110.
Mevlânâ, Mesnevî, I, 2813; IV, 2978-79.
Bk. İsrâ, 17/1.
Necm, 53/9.
Necm, 53/10.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
kıldığı Râsûllerin başında gelmektedir.79 Zira peygamberlerin
hiçbiri “geceleyin Rabbine yürümedi”80 ve iki yayın birleşmesinden doğan o havayı teneffüs etmektedir. Hz. Peygamber gece
yolculuğunda “Rabbinin en büyük âyetlerini görerek”81 farklı bir
değer olduğu Rabbi tarafından tescillenmiştir. O, nûr saçan bir
kandil olduğu için,82 bütün sûfîler, Peygamber’in nûrundan
istifade etmek için çırpınır. Her konuda olduğu gibi zikirde
de, kendisini takip ederek hayatlarını O’nun hayatlarıyla bütünleştirirler. Onların nazarında Hz Peygamber’in cesedi/bedeni onun ruhunun kandilliğidir. Bu kandil de vahiy ışığının
fânusu vardır. O kendine nazil olan vahyi bir deniz feneri misali etrafına yayarak aydınlatmaktadır. İşte bu nûr gönül kandilliğin fânusuna yayıldığı zaman “nûr üstüne nûr”83 olur.
Heva ve hevesiyle beyanda bulunmayan Peygamber, ancak
Yaratıcının izniyle konuşur. “O, hevâyı nefsânîden konuşmaz.”84
Hayra giden bütün yollar mahlûkata kapalı iken, sadece
Râsûl’un izinden giden, sünnetine uyan, yolunu benimseyen
kişiler müstesna. Bu kişilere de hayrın bütün kapıları açıktır.85
Bu hayra sahip olduklarının iddiasında bulunan sûfîler, düşünce ve hâllerini kitap ve sünnetin terazisinde tartarak, onları
mihenk taşı olarak almışlardır.86 Sûfîler, Peygamber’in zâhirî
ve bâtınî bütün güzel ahlâklarına varis oldukları iddiasında
oldukları için, akıllarıyla sünneti tam anlamaya, kalpleriyle
ona bağlanmayı gaye edinirler.87 Kısacası sûfîler için Peygam-
79
80
81
82
83
84
85
86
87
Bakara, 2/253
İsrâ, 17/1.
Necm, 53/18
Ahzâb, 33/46.
Nûr, 24/35.
Necm, 53/3.
Sülemî, age., s. 159; Ebû Nuaym, age.,, X, 257.
Serrâc, age., s. 146; Sülemî, age, s. 78; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 96; Hâris el- Muhâsibî,
er-Riâye, s. 94.
Sühreverdî, age., s. 47.
25
26
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
ber ve sünneti kendisiyle aydınlanıp, Hakk’a vuslatı gerçekleştirecek tek çıkış yoludur.88
Hz. Peygamber (s), Kur’ân da aldığı epistemolojiyle en üstün
bir ma’rifet ortaya koymuştur. Peygamber, ontolojik ve epistemolojik yönüyle tüm varlığa amaç olduğundan dolayı beşer
türünün en mükemmelidir. Bu sebepledir ki sûfî nazarında,
peygamberlik nûruyla varlığı aydınlatan Hz. Peygamber’in
üstün varoluş hakîkati beşerî varlığın varabileceği uç noktayı,
yani nihaî keyfiyetin ve gerçek taayyünün görünümüdür.
Peygamberin her sözü, her fiili, her hâli sûfî için en iyi örnektir. Onlar, Hz. Peygambere itaati, intibayi, beyatı sıradan
bir bağlanma olarak görmemişlerdir. Aksine onlar için Peygamberin Kur’ânî hayatının bir tasdikin, bir intisabın, bir teslimiyetin, bir huzurun ve neticede insana sunulan en büyük
mutlu yaşamın ilanı olarak görmüşlerdir. Bu nedenle Peygamber sûfî için her şeyin en güzeli ve en mükemmelidir. Sûfînin
Hz. Peygamber’e olan ilâhî sevgi ve duygudan kaynaklanan
bağlılığı her ân en üst seviyede vecd, coşku ve heyecan doludur. Sûfî öncelikle varlığın özü olan Peygamber başta olmak üzere her varlığa sevgi ve saygıyla yaklaşır. Fakat onlar,
Peygamber’i sevmek, O’na özlem duymak, Hakk’ı anmak/zikir, sevmek ve istemekle eşdeğer bulmuşlardır.
Tasavvuf, hâl ve düşüncesinin her aşamasında İslâmî ilkelerin temel referans olarak kabul edildiği, merkeze Allah’ın
ve Hz. Peygamber (s)’in alındığı ve her halükârda İslâm’ın
varlık adına sunduğu tertibe dayanan bir ilimdir. Sûfî için
Peygamber’i takip etmek sadece mükellefiyetlere, şeriata ya da
sosyal ve toplumsal değerlere bağlı olmak değil, kişinin kendini
aşkınlaştırmaya, nefsini/benliğini Rabbin dileği doğrultusunda
dizayn etmeye, beşerî benliği “hiç”leyip fenâ’dan bekâ’ya geçiş
88
Gazâlî, el-Mûnkız, s. 22.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
olan ikici doğumla, yani varlık şuuruna ulaşarak, kendi benlik
farkındalığını yakalayarak gerçek hayatı bulmaktır, yaşamaktır. Bu yaşamda Allah’ı bir bütün olarak; zaman, mekân kaydı
olmadan zikretmektir. Tasavvuf, Kur’ân ve sünnete diğer alanlardan daha anlamlı baktığı iddiasındadır. Çünkü onlar, diğer
İslâmî zümrelere göre Allah’ın “Râsûl’um size neyi verirse onu
alın, sizi neden nehy ettiyse ondan sakının”89 buyruğuna titizlikle uyanlardır. Sûfîye göre, Kur’ân görünümü itibariyle sözden
ibaret ve kâğıt üzerinde yazılı halde okunurken, Hz. Peygamber
bu kitabın fiillî olarak okunan canlı hakikatidir. Zira bu kitap,
Peygamber’in gönül dünyasına inerek, burada Peygamber’i bir
bütün ihata ederek, Rabbanî bir dönüşüme maruz bırakmıştır.90
Onun için O, Kur’ân’ın/zikrin yaşayan en iyi örneği olmuştur.
Sûfîler, Kur’ân’dan ve Peygamber’in hayatından amaçlananın yalnızca muâmele/hâl ilmi olduğu görüşündedirler.
Onlar, kendi tasavvufî/ mükaşefe ilimlerini de sadece muamele ederek ulaşabilecekleri görüşündedirler. Zira sûfîler,
âlimler Peygamber’in varisleridir gerçeğinden hareketle,
Peygamber’in takip ettiği usulden dışarı çıkmamışlardır.91
Sûfî perspektifte, var olanlardan hiçbir nesne yoktur ki varlığı Hz. Peygamber (s)’in varlığına bağlı olmasın. Zira Hakk
ile yaratılmışlar arasında, varlığa Rabbanî cevheri ulaştıran
ve onlara varoluş rûhu veren Peygamberin tavsiye ettiği zikirden başka bir araç yoktur. Sûfîler, hem varlığı hem de tarihi
yorumlarken Peygamber’i merkez noktaya alarak değerlendirirler. O, küllî olsun cuz’î olsun bütün her şeyin bir parçasını
taşıyan evrensel rûhtur. O, küllî akıl, küllî rûh ve küllî cevherdir. Bu evrensel rûh olmasaydı, varlığın varoluş sahnesine
çıkması mümkün olmazdı. Hangi mertebe olursa olsun, her
89
90
91
Haşr, 59/7.
Bk. Şuâra, 26/193-194.
Gazâlî, İhyâ, I, 23-24; İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, Musa Fassı.
27
28
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
eşyânın varlığı bizzat Yaratıcıdan varoluş nûrunu almaya kabiliyetli değildir. Varlık eğer bu feyzi almaya muktedir olsaydı, peygamberlerin gönderilmesine gerek kalmazdı. Bundan
dolayı Hakk, Rahman ve Rahim92sıfatının tecellîsi gereği varlığa olan merhametini ve sevgisini göstermek için insanların
en sevgilisi olanı, en mükemmelini vasıta olarak gönderdi.
Yaratıcı, “Habîb” olarak çağırdığı elçisinin bazı vasıflarını şöyle açıklar: “O Allah ki, sizi karanlıklardan nûra çıkarmak ve nûrda
sabit kılmak için size feyiz ve rahmet indirir, melekleri de sizin için
duâ eder ve istiğfarda bulunurlar.”93 Sûfîler, Peygamber’i gönül
dünyalarında tam içselleştirerek, O’nun söz ve fiillerini her
yönüyle hâllerine yansıtırlar. Peygamber’in en güzel örnek
şahsiyet oluşunu Kur’ân; “Biz, O rûhu bir nûr kıldık ki, onunla
kullarımızdan dilediğimizi hidayete erdiriyoruz. Ve şüphesiz Sen,
her bakımdan doğru bir yola kılavuzluk ediyorsun.”94 şeklinde
izâh etmektedir. Onun içindir ki, onlar Peygamberin gösterdiği gibi Allah’ı hayatlarının her aşamasında içselleştirmek
için; “Allah’ı yarattıklarının sayısı kadarca zikretmişlerdir.”95
Sûfîler için bütün var olan âlemler içerisinde Hz. Peygamber (s)’in manevîyatının müşahedesiyle yolculuk yapmak
mertebelerin/makâmların en büyüğüdür. Sûfîler nazarında
“hakk-ı evvel”, ilk “aklî küllî” demektir. Bu Hakk’ın zâtının
her türlü sıfat ve isimden nispet ve ilgiden münezzeh olan hakikatidir. Bu da Peygamber’in ilâhî rûhudur. Bu rûh Allah’ın
vaad ettiği hayatın/zikrin kendisidir..96
92
93
94
95
96
Sûfîler, “Ey Rabbim ! bize katından hususî bir rahmet ver ve işimizde muvaffakiyet nasip et” (Kehf, 18/10) âyetinden hareketle 1rahmet”le kastedilen şeyin
Allah’ın “Rahîm” isminden kaynaklanan özel bir hikmet, ma’rifet, tevhîd ve
aşk olduğunu söylerler. (Sıfatların anlamı için bk. İbn Manzûr, Lisanu’l- Arab,
IV, 401-402; Asım Efendi, Kâmûs, IV, 1221-1222.)
Ahzâb, 33/43.
Şûrâ, 42/52.
Taberânî, Kebir, I, 197.
İsmail Hakkı Bursevî, Şerh-i Salavât-i İbn Meşîş, haz. Nedim Tan, İz Yayınları,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Sûfî hâlini Kur’ân ve Peygamber’in sünnetine göre şekillendirirken, bu amelin kalb-akıl bütünlüğünü sağlayan ve ona
yön veren düşünceyi de bu hakikat doğrultusunda oluşturur.
Onun için sûfî, epistemolojisini de ilk hakîkat/akıl olan Hz.
Peygamber (s)’den alır.97 Sûfî, bilginin kaynağına ulaşan kişi
olarak, Kitabî bilgi ve Peygamberî hakîkatle aydınlanmıştır.
Zira o, ma’rifet bilgisinin aydınlığına kavuşmakla “Hakikat-i
Muhammedî” gerçeğini içselleştirerek ilâhî bilginin kaynağına ulaşmıştır. Bu “Hakîkat” ile İlâhî bilginin kaynağına ulaşan
kişinin Kur’ân yorumu da “Muhammedî Hakîkat”e en uygun
yaklaşımdır. Peygamber, sahabeyi öylesine zikir/Allah’ın gönderdikleriyle şekillendiriyordu ki, onlara bir çirkinlik ulaşmasın diye ten/bedenlerine bile dokunarak, o çirkinliği onlarda
uzaklaştırıyordu.98
Sûfî perspektifte, Kur’ân ve ilâhî vahiyle yüklü olan Peygamber insanlığı bilgilendirmek için gönderilmiştir: “Sen sadece uyarıcısın ve bütün toplumlar için yol göstericisin.”99 Çünkü O’nun insanları aydınlatmak ve bilgilendirmek için verdikleri “…doğruluğu besbelli gerçeğin tâ kendisi.”100 şeylerdir.
Zira Allah’ın Peygamber üzerindeki ilmi gerçekten çok
özeldir. “Allah’ın senin üzerindeki lütfu ve inayeti gerçekten çok
büyüktür.”101 Çünkü Peygamber, öncekilerin ve sonrakilerin
ilimleriyle kendisine miras bırakılan ve daha nice ilimler öğretilen kişidir.102 Peygamber’in buna benzer özelliklerinden dolayı sûfîler, tasavvuf ilminin Peygamber ilmiyle kenetlendiğini
İstanbul 2010, s. 162.
Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiye, s. 210.
98 Müslim, Fezailu’s-Sahabe, 122
99 Ra’d, 13/7.
100 Neml, 27/79.
101 Nisâ, 4/113.
102 Tirmizî, Tefsir, 39.
97
29
30
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
söylerler.103 Onlar için insan olmanın ve huzura kavuşmanın
yolu, mü’minin irade gücü olan gönül dünyası ve akıl birliğini Kitap ve sünnet ile donatmaktı; buda ilâhî yaşamın kendisi
olan zikirdir.104 İşte bu ma’rifet yüklü donanımla hangi insan
farzı/Kur’ân’ı ve sünnetle amel ederse Allah’ın zikriyle bütünleşip “insan-ı kâmil” derecesini kazanır.105
Aslında tasavvuf, vahdetin gerçek hakîkatine varmak ilmidir. Yalnızca aşkın/mûteâl ve içkin tevhîd fikrinden başlamaz, o zâhir ve bâtın olan Hakîkat-i Muhammedî denilen
cevher/özle yeniden bütünleşmektir. Onun için sûfî perspektifte sünnet sadece emirler manzumesi değil, aynı zamanda
Muhammedî Hakîkattir. Bu sıfat, Peygamberin “en yüksek
ahlâk üzerinde olması,”106 yani Allah’ı hayatının tüm evrelerinde yaşayarak yerine getirdiği zikir gerçeği nedeniyle bu hâl
Rabbinden O’na layık görülmüştür.
Sûfîler, “Hakikat-i Muhammediye”nin ontolojik olarak varlık olması açısından bütün ilâhî sıfatları kendinden taşıdığı gibi,
tarihsel görünüm olarak Hz. Muhammed de bütün beşerî yetkinlikleri kendi zâtında toplar. Aynı zamanda tarihî kişilik olan
Hz. Peygamber varolmanın bütün özelliklerini fiillî olarak yansıtır. Peygamber (s)’in ma’rifeti, manevîyâtı ve varlığın ilk arketipi olma özellikleri Kur’ân’da açık bir şekilde ifade edilmektedir.
Sûfîler bu âyetlerle hareketle Peygamber’in üstün yetkin yanını
ortaya koymuşlardır. Bu yetkinlik, “Allah Âdemi yarattı ve celâl ile
cemâline has bütün isimleriyle onda tecellî etti.”107 ifadesiyle açıklanır. İşte bu isimlerin bilinmesi ve Peygamber (s.) gibi her varlıkta
bu isimlerin algılanması Allah’ı zikretmenin ta kendisidir.
103 Serrâc,
age., s. 144; Kuşeyrî, age., s. 104.
er-Riâye, s. 94.
105 Sülemî, Tabâkât, s. 74.
106 Kalem, 68/4.
107 İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 141; A’râf, 7/12.
104 Muhâsibî,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Peygamber, Hakk’ın kendisidir (tecellî perspektifte), “Size
Rabbinizden Hakk gelmiştir.”108 O, Allah’ın yeryüzündeki vekilidir, “Rasûl’e itaat eden, Allah’a itaat etmiştir.”109, “Sana biat edenler, Allah’a biat etmişlerdir.”110 O Peygamber, “Râuf” ve “Rahîm”
sıfatlarına sahiptir. Bu sıfatlar, Elçinin Yaratıcısında aldığı ilâhî
aşkı tüm varlığa yansıtması anlamına geliyor, çünkü Yüce Allah
şöyle beyan ediyor: “ Mü’minlere karşı Raûf ve Rahîm’dir.”111 Peygamber, insanlığı ma’rifet bilgisiyle aydınlatan ve onları mutluluğa çağıran nûrdur. Bu çağırı ve yönlendirmeyi de, en güzel bir
şekilde ve insanları incitmeden yerine getirir.112 “Allah’tan size
nûr gelmiştir.”113 O, insanlar arasında hakkı ve adaleti gözeten,
herkese adaletli davranan en iyi şâhittir, “Râsûl de üzerinize şâhid
olsun.”114 O, kerem sahibi olarak elinde maddî varlığı tutmayan, eline geçeni insanlarla paylaşan, bu vasfıyla sûfîlerin îsâr115
makâmının pîri ve en iyi örnek şahsiyetidir. O sadece madde ile
değil, insana konuşmasıyla, edebiyle, hâliyle hep sevgi, şefkat
ve güven gibi duyguları en merhametli ve sıcak bir tonda veren
“kerîm” zattır, Peygamber yalnızca insanlara karşı değil, tüm
varlığa bu sevgiyi ve içtenliği göstermiştir. Çünkü, “O, kerîm bir
Râsûl’un sözüdür.”116 Peygamber, “habîr”/bilen sıfatını üzerinde
taşıyarak her şeyi bilen ve varlığı, eşyayı bu bilgiyle tanımlayan
mümtaz bir âriftir. “O, Rahman! Haydi ne dileyeceksen o habîrden
sor.”117 O, âlim bir kuldur. O hem âlim hem de daha önce hiç
108 Yunûs,
10/108.
4/80.
110 Fetih, 48/10.
111 Tevbe, 9/128.
112 Bakara, 2/144.
113 Maide, 5/15.
114 Bakara, 2/143.
115 Îsâr: Sûfî anlayışta, herkesi kendine tercih etmektir. (Bk. Suad Hâkim, elMücemü’s-Sûfiyye, el-Hikmetü fî Hûdûdi’l-Kelime, Beyrut 1981.)
116 Hakka, 69/40
117 Furkan, 25/59.
109 Nisâ,
31
32
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
kimseye gelmeyen bir bilgiye/ma’rifete sahip olduğundan dolayı “ümmî” bir şahsiyettir. Ümmi sıfatıyla, daha önce hiçbir
beşerde mevcut olmayan bir bilgi sahibidir.118 “Bilmediğiniz şeyi
öğretiyor.”119 Peygamber, “Hâdî” sıfatını taşıyan elçidir. Tüm insanlığı mutluluğa ve gerçek bilgiye davet ederek, onların hayatlarını tüm yönünü kuşatıcı bir nûrla aydınlatır. “Sen doğru yola
iletirsin.”120 O, “üsvetü’l-hasane” vasfıyla mü’minler için en iyi
örnektir. Kendisi, önce tüm benliğiyle iman ederek, hâl ve düşüncesiyle tam bir ilâhî terbiyeden geçmiş, ondan sonra insanları bu değişime çağırmıştır. “Râsûl, Rabbinden kendisine indirilen
şeye iman etti.”121 Peygamber, bütün varlık için “Rahmettir”, onun
emsalsiz merhameti ve şefkati var olan her eşya için sonsuzdur.
Çünkü O’nun mürrebisi yüce Yaratıcıdır. “Seni âlemlere rahmet
olarak gönderdik”122 Sûfî perspektifte Hz. Peygamber Kur’ân’da
zikredilen ayrıt edici özellikleriyle beşer arasında azîz/yüce bir
mevkiye layık tek beşerdir. “içinizde azîz olan bir Râsûl geldi.”123
İşte Allah’ın Sevgili Peygamberi için övgüyle söz ettiği bu meziyetlerin tümü zikrin/hayatın gerçek beyanlarıdır.
Kur’ân’da örnek verdiğimiz bu ve benzer âyetler muvacehesinde sûfîler, Hz. Peygamber(s.)’i ma’rifet/bilgi yönünde en
büyük “Pîr”, örnek alınacak en büyük “zâkir” olarak kabul
ederler. Sûfîlerde bilgilerini bu sevgiliden almaktadırlar. Ayrıca Allah’ın bütün isimlerinin başta Hz. Peygamber olmak
üzere bütün varlıkta tecellî ettiğine inanılmaktadır. Sûfîler,
Allah’ın Kitab’ındaki âyetlerle Râsûl’e verilmiş olan makâm
başka bir peygambere verilmemiştir.124 O, insanlık için ni-
118
Mevlânâ, Fihî Mâ Fîh, trc. A. Avni Konuk, İstanbul 1994, s. 132.
Bakara, 2/151.
120 Şûra, 42/52.
121 Bakara, 2/285.
122 Enbiya, 21/107.
123 Tevbe, 9/128.
124 Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, II, 129.
119
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
mettir, ihsandır. Eğer insan bu nimetten faydalanırsa Hakk’a
vuslatını gerçekleştirir.125 Sûfî eğer Peygamber gibi, eşsiz bir
nimetin manevî hayatını kendine rehber seçip, ona göre hâlde
bulunamıyorsa seyr u sulûk’unu tamamlaması mümkün değildir. Çünkü tasavvufî hayatın esasını Hz. Peygamber’in örnek hayatı ve sözleri oluşturur.
Kısacası Peygamber (s.)’da lisan haliyle birçok hadisinde
zikirle ilgili konuşmuş ve ameliyle zikri yaşayarak teşvik etmiştir. Örneğin, “Âmellerinizin en hayırlısı melikiniz/Rabbiniz katında en temizi, derecenizi en çok yükselteni, altın ve
gümüş infak etmekten ve düşmanla boğaz boğaza mücadele ederek sizi düşmanı, düşmanınızın sizi öldürmesinden
daha faziletli olanı nedir, size haber vereyim mi? Bu, Allah’ı
zikretmektir.”126 diye buyurmuştur. Başka bir hadiste; “Allah,
Allah diye zikreden bulundukça kıyamet kopmaz.”127 Yine
Resûlullah, “Cennet bahçelerini gördüğünüzde orada yiyiniz,
içiniz ve istifade ediniz.” buyurur. Cennet bahçeleri nedir?
Sorusuna, “zikir meclisleridir”128 diye cevap verir. Hz. Ali (r.)
Resûlullah’a Allah’a varmanın en yakın yolunu sorduğunda,
Allah’ın Resûlünden şu cevabı alır: “Allah’a varmanın en yakın yolu, Allah’ı açık ve gizli olarak zikretmektir.”129
1.4. Tasavvufta Zikir
Tasavvufun temel anlayışında, Allah’ı en çok kimin sevdiğini anlamak için, o kişinin Allah’ı anmak hâline bakılmıştır.
Allah’ı en çok seven kişiler, O’nu bütün vakitlerinde, oturuş
125 Aynı
eser, II, 127.
Mâce, Edeb, 53; Tirmizi, Da’vât, 6; Malik, Muvatta, Kur’ân, 24; İbn Hanbel,
Müsned, I, 190.
127 Müslim, İman, 66.
128 Tirmizi, Da’vât, 82; ibn Hanbel, Müsned, III, 150.
129 Abdulvahhab Şarânî, el-Envâru’l-Kudsiyye fî Ma’rifeti Kavâidi’s-Sûfiyye, Kahire 1987, s. 22.
126 İbn
33
34
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
ve kalkışlarında, ayakta iken, otururken, yaslanırken, bolluk ve darlık ânlarında, gizli ve açık olarak, vahdet ve kesret
hâlinde, rahatlık ve zorluk ânında, zenginlik ve fakirlik durumunda, ister Hakk’ı zikredenlerin ister gâfillerin yanında
olsun, ister yöneticilerin ister sıradan insanların ve garibanların yanında olsun, onlar daima Allah’ı anarlar.130 Bu kişiler,
münafık/ikiyüzlülerin kınamasından korkmaz ve dünyanın
bütününe sahip olsa dahi, dünya işleri onu Allah’ı zikretmekten alıkoymaz, çünkü bir şeyi sevmek insanı her tür bağdan
kurtararak özgürleştirir.131 Onun kalbinin berraklığını her
iki dünya kaygılarının hiçbiri kirletemez. O kişinin başında
kıyâmet kopsa bile, dilinde Allah’ın zikri, kalbinde de Allah
fikri bulunur.132
Sûfîlere göre, tasavvufta önemli etkinliğe sahip olan zikir,
daha öncede belirttiğimiz gibi, Kur’ân-ı Kerim’de geniş bir şekilde yer almaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de altmışın üzerinde âyet
doğrudan, iki yüz elli altı âyette dolaylı olarak zikrin insanlar
için faydası beyan edilmektedir.133 Kur’an’ın üzerinde çokça
durduğu zikir, insanın derûnî bir faaliyetidir. “Rabbini gönülden (samimi) ve korkarak, içinde hafif bir sesle sabah-akşam zikret;
gafillerden olma.”134 âyeti ile Allah zikrin lisanî, kalbî ve samimi
olarak yerine getirilmesini emretmektedir. Allah’ı devamlı hatırlamak samimi Müslümanların vasfıdır. Sûfîler samimiyetlerinin izharı için daha da ileri giderek cennetin ve cehennemin
kendileri için asıl hedef olmadığını iddia etmişlerdir. Onlar ne
cennete yaklaşma ne de cehennemden uzaklaşma telaşı içindedirler. Onlar sadece Allah’a kavuşma aşkıyla yanıp-tutuşan
130 Kuddûsî,
Hazinetü’l-Esrâr, vr. 235b.
Aynı eser, vr. 239b.
132 Aynı eser, vr. 240a.
133 Muhammed Fuad Abdülbakî, Mu’cemu’l-Mufehres, Kahire, 1983, s. 273-274.
134 A’raf, 7/205.
131
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
kimselerdir.135 Bazı sûfîler de cenneti yalnız Allah’a vuslat ve
O’nu görmek için arzulamışlardır.136
Mutasavvıflar için zikir, kalplerin Allah’ı anmaktan gâfil
kalmamasıdır. Zira Allah’ın “Gâfillerden olma”137 diye buyurması, kişinin bir bütün olarak Allah’ı anması, yani bütün “benlik” ile O’nu hayatın her evresinde yaşamsı, bir ân bile O’ndan
uzak olmaması demektir. Gaflet, manevî, ilâhî güzellikler yerine nefsanî ve hayvanî arzuları takviye eder. İşte zikir, kişide bir
ân bile olsa gaflet/unutkanlığın gelmemesi için ilâhî güzellikleri
sûfînin benliğinin her yerine enjekte eder. Tıpkı şu ilâhî ifade de
olduğu gibi, “Hiç aralıksız gece gündüz zikrederler.”138
Kalb kaynaklı ilâhî nûr, ten ile cân arasında bir birliktelik
oluşturur. Rûh cevherinde meydana gelen her etkileşim aynı
şekilde bedeni de etkiler. Beden ilâhî uyumu sağlayınca bu
defada bedenin Allah’a karşı uyanıklığı kalb vasıtasıyla rûhu
parlatarak ilâhî feyzden daha fazla nemalanmasını sağlar.
Kalp, ten ve rûh birlikteliği ile Allah’ın nûru sâlik üzerinde artar. Her mertebedeki nûrun artmasının bir sınırı olmadığı için,
bu ulvî sülûkta yüce makamlardaki âriflerin yolculuğunun da
bir sınırı ve sonu yoktur. Bu artık sınırı olmayan bir aydınlanma okyanusuna gark olmaktır.
Sûfîlerin iç dünyaları murakâbede istiğrak olmuştur. Onlar, Allah dışındaki her şeyin, Allah’tan sudûr edip, Allah’a
döndüğünü yakîn üzere görünce, ne kendi benliklerinde,
ne de âfakta başka hiçbir hâl müşahede etmezler. Yani her
şeyi Hakk’tan görürler. Onlar, enfüste ve âfakta Allah’ın
şuûnâtını bizzat gözleriyle görürler, yani ayne’l-yakîn bilir-
135 Yunus
Emre, Divân, haz. Abdülbakî Gölpınarlı, İstanbul, 1964, s. 257.
Schimmel,” Müslümanlıkta Mutasavvıfane Duâ ve Niyaz”, AÜİFD,
Ankara, 1953, sy. ΙΙ-ΙΙΙ, s. 211.
137 A’raf, 7/205.
138 Enbiya, 21/20.
136 Annemarie
35
36
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
ler. Bu yakînîlikteki gaye, Allah’ı mutlak sûrette anmaktır. Bu
anış, ister zât yönünde olsun, isterse sıfat ve isimle bir anma
olsun eşittir. Yani ıtlak üzere, her durumda zikretmek kast
edilmiştir.139 Öyle ki, sâlik bütün mahlûkattan kendini soyutlayıp anmak moduna geçmesi gerekir. Gönülde Allah ile tam
bir bütünleşme sağlanmalıdır ki, lafzı tekrar etmekten kurtulup, sadece Allah’ın herhangi bir isim ve sıfatına takılmaktan
sıyrılıp, Allah’ı bir bütün olarak renksiz bir modda anabilsin.
Tasavvuf pratiğinin merkezinde bulunan zikir, önemli bir psikolojik eğitim veya terbiye uygulaması/temrinidir.
Daha önceden de ifade edildiği gibi tasavvuf düşüncesinde zikir, Hakk’ın isim ve sıfatlarını belli bir âhenk içerisinde
tekrarlayarak anmak ya da hatırlatmaktan ziyade, gönülden
gelen bağlılığın hem dil olarak, hem de eylem olarak yerine
getirilmesidir.140 Onun için zikir bütün âşık sûfîlerde, yaşanan
dinîn kilit taşı olarak görülmüştür141. Zira âşık sûfîler, zikrin
önemini142 Hz. Peygamberin (s.) şu hadisine bağlamaktadırlar: “Rabbını zikreden ile zikretmeyenin durumu, diri ile ölünün
durumu gibidir.”143 Tasavvuf ehli zikri, bir canlının yaşamını
sürdürmesi için temel besin maddelerine ihtiyaç duyduğu kadar gerekli görmüşlerdir. Zikir, İslâm tasavvufunda, insana
kendi aslî hâlini hatırlatan tüm farklı vasıtalara verilen genel
bir isimdir. Ve zikrin içindeki vasıta, hatırlanması gerekeni
canlandırmak için kullanılan bir semboldür.144
Onun için şu bir gerçek ki; zikrin, hatta bütün tasavvufî
139 Kuddûsî,
Hazinetü’l-Esrâr, vr. 251a.
Aynı yer.
141 Reynold A. Nicholsan, The Mystics of İslâm, London,1989, s. 45; Ali Tenik,
“Sosyo-Psikolojik Açıdan Zikir ve Şanlıurfa Dergâh Camii Örneği”, Tasavvuf
Dergisi, Ankara 2002, sy. 8, ss. 97-116.
142 Kuudûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 215b.
143 Buharî, Daavât, 66; Müslim, Müsâfirîn, 221.
144 Martin Lings, The Book of Certainty, London 1972, s. 31.
140
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
yaşamın gayesi, sâliki kelimelere bağımlılıktan kurtarmaktır. Zikir, sabır, fakr, tevekkül vb. kelime ve kavramlardan
soyutlamaktır. Ancak bu kurtuluşun sağlanması için verilen
mücadelede değerlerin iyi tespit edilip yerinde kullanılması
gerekmektedir. Ancak bu kurtuluşun sağlanması için ortaya
konulan mücadelede değerlerin iyi tespiti ve ideal biçimde yerine getirilmesi ihmal edilemez bir gerçektir. Sûfîler, asıl olan
kelimelerden kurtulup tam bir müşahedeye ermektir şeklinde
görüş beyan etmişlerdir.145 Unutmamak gerekir ki, kelimeler
ve şekillerden sıyrılmak için elzem olan eğitimi yaparken zikrin bir meditasyon süreci olarak hedefine vardırılması şarttır.
Tasavvuf ve tarîkat etkinliğinin ana amacı, insanda Allah’ı
temsil eden merkez olan gönlü, nefs/şeytan egemenliğinden
korumak, nefsin galebesini önlemektir. Yani Allah’ın emrinde
olan ruhun nefs üzerindeki üstünlüğünü sağlamak, mâsivâ ile
özdeşleşmiş olan nefs üzerinde tam bir üstünlük sağlamaktır.
Zira nefs, tasavvufta, insanın Allah’a vuslatında mevcut olan
perdelerin toplamıdır. Tasavvufun seyr u sülûk mücadelesi,
bu sayısız perdelerin bir daha oluşmamak üzere bir bütün olarak ortadan “yok” etmek mücadelesidir. Çünkü insan doğası,
“nefs” ile “rûh” arasında devamlı olarak süregelen bir mücadele temeline dayanmaktadır. Zikrin bu mücadeledeki hedefi,
insanın fiziksel varlığını ruhsal varlığından ayırarak, bu ruhsal varlığın Allah’a doğru özgürce gitmesini sağlamaktır.
Bazı sûfîler, insan üç merhaleden oluşan zikir aşamalarıyla, zikirde hedeflenen gayeye ulaşır görüşündedirler. Bu
merhaleler; insanın Allah’ı maddî varlığıyla zikretmesi, diğer
varlıkla birlikte zikretmesi ve aslî varlığı olan Allah’la zikirdir.
Birincisi, herhangi bir disiplin altında olmaksızın sadece dil
ile yapılan zikirdir. Bu zikirde yalnızca dilin faaliyeti mevcut-
145
İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, II, 228.
37
38
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
tur. İç benliğin, yani gönlün anışı aranmamaktadır. Bu sülûka
yeni girenlerin zikridir, bir alıştırma safhasıdır. Bidâyet zikri
sayılan bu Allah’ı anış şekli zamanla diğer varlığın insana katılmasıyla ilk zikrin bir üst aşaması haline gelir. Bu aşamada,
varlıkların, Kur’ân tarafından teşbih olarak bildirilen eylemlerinin tümü insan benliğinden hissedilir. Yani insan bir küçük
kâinat olup diğer varlıkların zikirlerini kendi benliğinde hisseder. Bazı sûfiler, Allah ile benliklerini bütünleştiren kişiler,
her varlıkta çıkan bütün seslerin, rüzgârın, suyun yağmurun
Allah’ı zikretmekte olduğunu söylerler. Hatta insanların eğlenmek için kullandıkları enstrümanların her vuruşta Allah’ı
andıklarını ifade ederler.146 Varlıkların insanın zikrine iştiraki
ve insanların beslenme yönünde varlıklardan farklı yönde aldıklarının, yani hayvansal ve bitkisel yolla aldıkları gıdalardan
dolayı, diğer varlıkların insan üzerindeki zikir hakları açısında farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Sûfîler, insanın
aldığı gıdalardan hem hayvanların yapacağı zikrin hakkı hem
de bu gıdalardan alınan bitkilerin insan üzerinde zikir hakkı
mevcuttur. Onun için insanların bu varlıklar adına ve hayata
kalma adına aldıkları gıdanın zikrini de ifâ etmeleri gerekir
demişler.147 Sûfîlere göre, Allah’ı dil ile zikreden, cemâdlar/
donuk varlık, Kalb ile zikreden kevn, rûh ile zikreden Hamelei Arş, sirr ile zikreden Arş ile Allah arasındaki ulvî varlıklar
eşlik ederler.148
Sûfîlerin geneline göre, bidâyetteki sâlikin kendisini gafletten kurtararak zikre tam olarak sarılması zordur. Bu durumda sâlikin, kendisini Allah’ı zikretmede disipline etmesi
büyük önem arz etmektedir. Kimi sâlikler, Allah’ı anmada
146
Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, İstanbul 1979, s. 240
Ali Tenik, Ahmed Kuddûsî ve Tasavvuf Düşüncesi, Bor’lu Ahmed Kuddûsî Vakfı
Yayınları, İstanbul 2012, ss. 225-229
148 Muhammed b. Hasan el-Halvetî, vr. 89, 101.
147
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
gaflete düştüğünden dolayı nefislerini şiddetle cezalandırarak
terbiye altına almaya çalışmışlardır. Bazı sûfilere göre Allah’ı
zikretmek, manevî kılıç konumundadır. İç dünyalarındaki
düşmanlara karşı bu kılıçla cihad ederler. Kendilerine uğrayan belâ ve musibetleri bu vâsıtayla yok ederler.149 Sûfîlerin
bazıları, manevî zevki; namaz, zikir ve Kur’ân okumada bulabileceğimizi tavsiye etmişlerdir. Eğer kişi bu üç ibâdette de
manevî zevk bulamazsa, kalbinin günâhları sebebiyle kapalı
olduğunu belirtmişlerdir. Diğer bazı sûfîler ise, kişi, Allah’ın
zikrinden gafil olmanın sıkıntısını yaşadığı oranda zikirdeki
ünsün tatlılığını bulabileceğine dikkat çekmişlerdir. Sûfîler,
zikirden zevk almak için sadece dil ile yapılan zikrin yeterli
olamayacağını, gerçek mânâda feyz alabilmek için kişinin kalbinin mutlaka devreye girmesi görüşündedirler. Fakat zikrin
hakîkatine ulaşmak ancak sâlikin, zikir esnasında bütün benliğiyle iştirak etmesi gerekmektedir.150
Tasavvuf anlayışına göre, insan emir ve halk âlemlerini
kendinden cem’/toplayan bir varlığa sahiptir. Bu da insanın
vahdâniyet yönünü göstermektedir. Bu vahdânîyet insan dışından başka bir varlıkta bulunmaz. Bu özellik, havsalanın
algılamadığı bir olağanüstülük ve esrarengiz bir birleştiriciliktir. Onun için insandan sudûr eden hamd bütün varlıkların hamdinden kat kat daha fazladır. Bundan da anlaşılıyor
ki, mahlûklar/yaratıklar tabiri insan dışındaki bütün nesneyi
kapsamaktadır. İşte “insan-ı kâmil”in insanla birlikte bütün
varlıkları bir bütün olarak ihata etmesinin sebebini burada
aramak gerekir. “Bütün varlık/evrensel varlık” olmasının sırrı
burada yatmaktadır. Onun için kâmil insan diğer varlıklara
kıyasla kendini “toplayıcı varlık” olarak görür. Yani insan-ı
149
Kuşeyrî, er-Risâle, s. 222.
eser, ss. 224-225.
150 Aynı
39
40
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
kâmilin yaptığı hamd bütün öteki varlıkların ve bütün insanların hamdlerinden de fazladır.151
Zikrin asıl manası, gönülden masîvayı çıkarıp, Mevlâ’yı sevmektir. Allah’ın dışındaki her şeye masîva denir. Zikir nefsi
ezip, yüce Rabbi yüceltmektir. Zikir fikrin meyvesidir. Fikirde
muhabbetin eseridir. Muhabbet ise Allah vergisidir. Sevgisiz
insan yoktur. Her insanın bir şeye muhabbeti vardır. Önemli
olanda bu muhabbeti Allah’a yöneltmektir. Bu da zikir ile olur.
Gazâlî bu konuda şöyle diyor: ‘’Bir müminin, çarşıyı veya
işyerini özlediği kadar, ibadeti ve zikir meclislerini de özlemelidir. Allah’a âşık olan müminlerin eli işte iken kalbi zikirde, aklı ahirette, gözü yeni bir hayır ve hizmettedir. Bir kusur
işlerse hemen tevbe etmelidir. Çarşı pazarda tavsiye edilen
zikirleri çokça söylemelidir. Gafil kimsenin manen ölü, zikredenin ise diri olduğunu bilmelidir.’’
Muaz bin Cebel, Allah’ın Resulü’nden duyduğu son sözün
şu olduğunu anlatıyor: “Allah Resulü’ne sordum: Allah’a hangi amel daha hoş gelir? Dedim. “Dilin, Allah’ı anmakla ıslanmış olarak ölmendir” dedi.152
Abdullah bin Bısr’dan gelen rivayette adamın biri Hz.
Peygamber’e“Şer’i hükümler çoğaldı. Bana sıkı sıkıya sarılacağım birini söyle” dedi. Hz. Peygamber (s.): “Dilinden
Allah’ın zikrini eksik etme, dilin daima onunla yaş olsun”
buyurmuştur.153
Şaranî: ‘’Burada dilin yaş olmasından maksat, gafil olmamaktır. Çünkü kalp gafil olursa dil kurur ve yaş olmaktan
çıkar’’154 diyor.
151
İmâm Rabbânî Ahmed Farûk Serhendî, çev. Abdülkadir Akçiçek, Merve Yayınları, İstanbul, I, 307
152 Münzirî, Et-Terğib ve’t-Terhib, 2, 395; Hakim, Müstedrek.
153 Tirmizî, Deavat, 4; İbn-i Mace, Edeb, 53, (3793)
154 Şaranî, Tabakat, 1, 24
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Fahreddin Razî, “Siz beni anın, ben de sizi anayım. Bana
şükredin, nankörlük etmeyin” 155 âyetini tefsir ederken şöyle
demiştir: Yüce Allah bu âyette zikir ile şükrü bir arada anmıştır. Zikir de şükür gibi üç çeşittir. Bunlar, dil, kalb ve beden ile
yapılan zikirlerdir. Dil ile zikir, Yüce Allah’ı güzel isimleri ile
anmak, Ona hamd etmek, tesbihte bulunmak, Kur’an’ı okumak ve dua etmektir. Kalb ile zikir de, yüce Allah’ı gönülden
anmaktır. Bu bir nevi tefekkürdür. Beden ile zikir ise, vücudun bütün organlarının Allah’ın emirlerini yerine getirmeleri ve yasaklarından sakınmaları ile olur. Bu da kişinin kendi
vücudunun organlarını Allah’ın yolunda bulundurması ile
mümkündür.156
Zira İmam-ı Rabbani, “Zikrin faydalı olması ve tesir edebilmesi için şeriate uymak şarttır. Farzları ve sünnetleri yapmak
ve haramlardan ve şüpheli olan şeylerden sakınmak lazımdır.
Bunları da ehil olan âlimlerden öğrenerek yapmalıdır.”157 demektedir.
Rasulullah (s.) şöyle buyuruyor; “Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o salah bulursa bütün ceset
salah bulur; eğer o bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin
o kalptir.‘’158
Manevî terbiyede ilk olarak kalp ele alınır. Bütün Allah
dostlarının tecrübe ve tespitlerine göre, kalbin temizlenmesi
ve nefsin terbiyesi için en etkili ilaç Allah’ı zikretmektir.
İbadet ve ameller de bir çeşit zikirdir. Fakat kalbe ilaç olacak, nefsi ıslah edecek zikir, hepsinden ayrı özel bir ameldir.
Allah dostları kalbin ilacı olan zikri, günlük yapılan zikir (vird)
haline getirmişlerdir.
155 Bakara
2-152
Mefatihu’l-Gayb, 4, 71
157 İmam Rabbanî, Mektûbât, I, 197.
158 Buhârî, Îmân, 39.
156 Razî,
41
42
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Müminlerden istenen, devamlı zikir içinde olmalarıdır. Bu
hal, zikre devam edilerek zaman içinde elde edilebilir. Arifler,
“zikir kalpte iyice yerleşirse nefes alıp vermek gibi tabii hale gelir. O zaman insan istese de zikirden uzak kalamaz” demişlerdir.
Bu hale ulaşan insan yerken, içerken, gezerken, çalışırken, konuşurken, yatarken, kalkarken kalbiyle devamlı Allah ile bütünleşir, yani O’nu zikreder. Bu, başı ağrıyan bir kimsenin durumu
gibidir. Başı ağrıyan insan hangi işle meşgul olsa başının ağrısını
hisseder, aynı zamanda işine de devam eder. Zikrin kalbe yerleşmesi de böyledir. Allah, bu hale ulaşan kalplerin ticaret ve alışveriş yaparken dahi zikirden kopmayacağını belirtmiştir.
Sûfîler, kalp, zikrin rayıhasıyla ıtırlanır, nuruyla ışıklanır,
ateşiyle yanar, hararetiyle pişer, rengiyle renklenir, sıfatıyla
sıfatlanır ve hakikatiyle gerçekleşirse, bütün beden organları Tûr vadisinde Hz. Musâ’nın yanında Allah’ı zikreden ağaç
gibi, Allah’ı zikrederler.159 Bunu O’nun dışında ne kimse duyar, ne kimse de anlar. Hatta iyi âmellerin yazıcısı melekler
bile bu hâli görmezler, bilmezler. Bu hâl, zikredenle zikredilen
arasında aşk esrarı, yakınlık, bütünleşme ve kucaklaşma olarak gerçekleşir. Seven, sevgilisiyle, kesrette/kalabalıkta yalnızdır. O zaman görünüşteki gözler yaş akıtır, bâtın gözler, pişmanlık hıçkırıklarıyla inler, vücutta bir lezzet, kalpte bir tatlılık oluşarak insanların kalplerine etkileşim başlar. Allah’tan
gelen her şeye baş eğer, rıza gösterir ve yaratılan her mahlûku
mazur görür. Sözlerinde doğruluk, iç dünyasında aşk, dış
görünüşünde iyi ahlâk ile ahlâklanır. Ölüm çırpınışlarında
ilâhî cemâl belirir ve Resûller Resûlunun nûr yüzleri aynen
görünür. Rüyâlar tatlı olur. Allah’ın Resûlunu rüyâda görür.
Vücûdu sıhhatlı, kalbi huzurlu ve mutlu olur.160
159 Bk.
Kısas, 28/30.
160 Abdülhakim Arvâsî, Râbıtaî Şerif, nşr. Necip Fazıl Kısakürek, İstanbul 1979, s. 42.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Zikirde üst merhale ise, Allah ile zikirdir. Yani zikredenin
zikredilende/zâkirin mezkürde “yok” olup kendi varlığından
sıyrıldığı zamanda ortaya çıkan bir keyfiyettir. Bu merhaleye
kadar yapılan zikirler, Allah’ın “Beni zikredin” emrinde açıklanırken, zâkirin, “ben de sizi zikredeyim”161 beyanındaki sırra
denk düşmektedir. Bu hâli anlatan bazı sûfîler, “Ben Allah’ı
zikredince Allah da beni zikreder ve ben bunu derhal fark
ederim.”162 şeklinde beyanda bulunmuşlardır. Sûfîler, “Ve
Allah’ın zikri en büyüktür.”163 âyetini yorumlarken, Allah, kulu,
kulun O’nu zikretmesinden daha çok zikretmektedir şeklinde
bir neticeye varmışlardır.164
Bazı sûfîler, “Beni zikredin Ben de sizi zikredeyim” âyetini
yorumlarken, kişilerin hâllerine göre farklılığın ortaya çıkması olarak yorumlamışlar. Onlara göre, Allah kendisini
zikredene, “Alçak gönüllükle Beni zikredersen, Ben de seni
üstün kılmakla anarım. Kalbi kırık bir şekilde Beni anarsan,
Ben de kalbini saf bir hâle getirmekle seni hatırlarım. Beni
dilinle zikredersen, Ben de cennetlerime girdirmekle zikrederim. Beni kalplerinizle hatırlarsanız, Ben de size istediğiniz hakîkatleri vermekle hatırlarım. Beni hizmet yönünden
kapımda anarsanız, Ben de sizi kurb halısına kabul etmekle ve nimetimi tamamlamakla hatırlarım. Beni sırrınızı saflaştırmakla zikrederseniz, Ben de size ihsânımla yetinme
özelliğini vermek suretiyle hatırlarım beni gayret etme ve
cefâya katlanmak ile zikrederseniz, Ben de sizi cömertlik ve
ihsân ile hatırlarım. Beni selamet sıfatıyla anarsanız, Ben de
sizi pişmanlığın fayda vermediği kıyamet gününde hatırla-
161
Bakara, 2/152
Ebû Nûaym Ahmed b. Abdullah el Isfehânî, Hilyetü’l-Evliyâ, Mısır 1932, II, 324
163 Ankebût, 29/45
164 Râğıb Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed el-Isfahânî, el-Müfredât, Mısır
1961, “Zikir” Maddesi.
162
43
44
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
rım. Beni korkarak zikrederseniz, Ben de sizin arzu ettiğiniz
şeyi gerçekleştirmek suretiyle hatırlarım.” Zikir, zikredilenin şühûdu içerisinde zikreden kimsenin istiğrak/boğulmak
hâlidir. Daha sonra da Allah’ın vücûdunda yok olmasıdır.
Allah, “vücûdumuzda yok olunuz/yok olmak için çaba sarf
ediniz. Ben de sizi fenânızdan sonra anayım.” İbare ehli
olanlar, muvâfakatla Beni zikredin, Ben de kerâmetlerle zikredeyim, işaret ehli olanlar, her türlü zevki terk etmekle Beni
zikredin, Ben de sizi, kendinizin fenânızından sonra, sizde
Hakk’ı ikâme ettirmekle zikredeyim. Lütuf ve ihsânımda
ziyâde benimle yetinerek Beni zikredin, eğer Benim zikrim
daha önce geçmeseydi, sizin zikriniz bana ulaşmazdı. Bütün
ilgi ve alâkaları kesmekle Beni zikredin, Ben de hakîkatin sıfatlarıyla sizi zikredeyim.”165 Sûfîler, kalbin sürekli Allah’ı
anmak hâiyle huzurlu bir şekilde kalmasını birbirlerine tavsiye etmişlerdir. Onlara göre kalb huzur haline geçince O’ndan
başka bir şey düşünemez ve düşünmemesi de gerekir. Çünkü Allah kıskançtır, dâima kendisinin anılmasını ister. Onun
için sûfînin dili sürekli Allah’ın zikriyle ıslak olması gerekir.
Onlar, Allah zikredildiği zaman insandaki enâniyet/bencillik
erir, beşerî istekler yok olur, nefsi engeller ortadan kalkar.
Sonunda Allah ve sevenleriyle beraber olursun.166
Zikirde Allah’ın çizmiş olduğu üst sınıra gelen insan, tabiat
güçlerine hakîm olma seviyesine gelir. Zira o, tabiatı ve tabiatta bulunan bütün nesneleri aşmış, onları kendi benliğinde küçük zerreler haline getirmiştir. Zerrelerin kendini sarmalayan
ilâhî atmosferine hükmetmesi artık mümkün değildir. Tıpkı
şu sözde olduğu gibi, “Yıldırımlar, mü’min gayrı mü’min her-
165 Kuşeyrî,
Letâifü’l-İşârât, I, 137-138.
eş-Şeyh İbrahim es-Samarrâî, es-Seyyid Ahmed er-Rıfâî-Hayatuhû ve
Âsâruhû, Beyrut 1982, s. 27.
166 Yûnus
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
kese isabet eder. Yıldırımların isabet etmediği tek kitle, Allah’ı
zikredenlerdir.167
1.5. Kalp Zikri- Dil Zikri
Zikretmek, zikredenin hayatını bir bütün olarak ihata eden
bir hakikat olduğuna göre, öyleyse kişi nasıl olmalı da her zaman
zikir halinde olmalı ve çok zikredenler zümresinden sayılmalı...
Sûfîler, zikirde önemli olan dilin hareketi değil, kalbin Allah ile beraber harekete geçmesi olduğu görüşündedir. Dil,
sadece Allah’ı anarak, zikrin kalbe yerleşmesini ve kalbin de
zikre katılmasını sağlar168. Zikir, kalbi hâkimiyeti altına aldığı
zaman kişinin bütün duyularını ilâhî nûrla aydınlatır. Allah’ın
“İşte senden perdeyi kaldırdık. Bugün gözün ne kadar keskindir.”169
Övgüsüne layık olur. Bu övgüye mazhar olan kişi, fertlerin
ve toplumun arzuladığı “kâmil-insan” modelini ortaya koyar.
Bu karaktere sahip insanların sayılarının çoğalmasıyla yaşanabilir bir toplum oluşur. Böyle yüksek karakterli insanların
varlığı zikrin, insan psikolojisinin üzerinde önemli bir tesirini
gösterir. Mutasavvıflara göre zikrin yerine getirilmemesi veya
unutulması, kalbin ölümü demektir. Unutmak vasfı, beşer olarak insanoğlunun zaafiyetidir. Bu zaafiyet, Allah’ı anmada da
görünmektedir. Zira Allah unutanların durumunu, “Kalpleri
Allah’ın zikrinden yana katılaşmış olanlara yazıklar olsun”170 âyeti
ile açıklar. Zikirsiz kalan kalpten dolayı ruh da sevgisiz kalır.
Allah sevgisinden uzaklaşan kalp nefsin dostu olur.171
Sûfîler, sadece dil ile yapılan zikrin tamamıyla faydasız
olmadığına işâret etmektedirler. Onlara göre, taklîtçi zâkir,
ölülerin ardından para ile tutulan ağlayıcılara benzer. Ancak
167
el-Isfehânî, Hilye, III, 181.
age., ΙΙ, s. 248.
169 Kaf, 50/24.
170 Zümer, 39/22.
171 İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricu’s Sâlikîn, trc. Heyet, İstanbul, 1994, ΙΙ, s. 331.
168 el-Mekkî,
45
46
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
mukallid zâkir, yaptığı zikirden dolayı, bütünüyle sevaptan
mahrum olmadığını, hesaba gelince yas tutucuya da para verileceğini belirtirler.172 Fakat mukallidin bu zikri hiçbir şekilde
tahkik ehlinin zikriyle mukayese edilemez. Zira taklidî zikir,
riyâdan gelmektedir. Riyâdan beslenen zikrin de sâlik üzerinde
hiçbir tesiri olamaz. Mevlânâ, riyâ ile yapılan zikri, gübrelikte
biten yeşilliğe benzeterek, dışarda görünen lafız güzelliğinin
herhangi bir değerinin olmadığını ifade eder. 173 Zikirde asıl
olan, Allah’ı gönül rikkati ve aşk ile hissetmektir. Bu yüzden
bazı sûfîler, dil ile yapılan zikri, geçici araz olarak nitelendirerek, dil ile yapılan zikrin, zikrin sureti olduğunu söylerler.174
Bu görüşlerini de, “Allah sizin suretlerinize değil, kalblerinize
ve âmellerinize bakar” hadisine dayandırırlar. Bu yüzeysel ve
suret olanın, kişiyi zikrin derûnîliğine inmesine engel teşkil
etmemelidir.175 Zikrin asıl gaye ve mânâsına inen kişi, Allah’ı
anmaktan dilediği ilâhî vergiye ulaşabilmesi için zikri ten düzleminden değil,176gönülden yerine getirmelidir. Bu hâl ile yapılan zikri sûfîler, Allah’ın isimlerini misk kokusuna benzeterek,
bu güzel kokunun, bedene ve dile değil, gönül parlaklığı ve
letâfeti için gönle sürülmesi gerektiğini belirtirler.177
Bu zaafiyetler, bazen tarîkatlarda, riyâzetler yerine getirilirken de görülmektedir. Bazı mürîdlerin, zikir ritüeli esnasında yaptıkları aşırılıklar da kabul edilecek bir durum değildir.
Onun için Allah’ı zikretmek, ne giyim ne de bedenin durumuyla ilgilidir. O’nu anmak kalp ve niyet işidir. Herhangi bir ibadet
ya da ritüelde belli oturuş şekilleri ve belli giysilere bürünmek
172 Mevlânâ,
Mesnevî, II, 496.
Mesnevî, II, 1017.
174 Aynı eser, II, 1759-1761.
175 Aynı eser, II, 1761
176 Osman Nuri Küçük, Mevlânâ’ya Göre Manevî Gelişim, İnsan Yayınları, İstanbul
2009, s. 653.
177 Mevlânâ, Mesnevî, II, 267.
173 Mevlânâ,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Kur’ân’ın rûhuna aykırıdır. Zira Allah’a yapılan diğer ibadetlerde olduğu gibi, zikirde de, boynu büküklük, gizlilik içinde
ve iç dünyamızda seyretmelidir. İşi kelimelere dökmek, kendinden geçerek bağırıp çağırmak gafletin neticesidir.178 Gaflete
düşüp, kalbin katılaşmaması için Allah anılmalıdır. O’nu yâd
etmek, hatırdan çıkarmamak rûh ile beden arasındaki dengeyi
sağlar ve rûhu devamlı diri ve uyanık tutar.179 Kur’ân’da geçen
“Gafillerden olma”180 cümlesi hiçbir zaman Allah’ın unutulmamasını, kalbi zikrin sürekli olmasını gerekli kılar.
Muteber olan zikir, Allah’ı daima ve dikey olarak, sürekli
düşünme eylemidir. Tasavvufî zikrin temel ilkesi, kalbin Allah
ile beraber harekete geçmesidir. Allah da, kuldan derûnîlikle
düşünmeye dayalı gönülden gelen, samimi, içten fışkıran sesle
daim bir anmayı istemektedir.181 Dil sadece kalbin sözcüsüdür,
o zikrin kalbe yerleşmesinde ve gönül dünyasının da zikre katılmasını sağlar.182 Gönülden yapılmayan zikrin ne bir etkisi,
ne de yapana bir faydası vardır.183 İnsan, kendini zikre aşina
kılınca derûnî olarak kendini her şeyden ayırır. İhlâsla gönülden yapılan zikir, kişinin kalbini zerre zerre parçalayarak mahv
hâline götürür.184 Öyle ki ölümde ilâhî olmayan her şeyden ayrılır. Geriye kalan yegâne şey zikirdir. Eğer bu zikre aşinaysa
ondan zevk bulur ve ona yönelen mâniaların bertaraf olmasıyla sevinir, öyle ki, kendisini sanki Ma’şûk’la baş başa bulur.185
Sûfî için zikir, ne pasif bir amel, ne de dilin irade dışı Hakk’ı
anmasıdır. Sûfîlere göre zikir, sâlik’in bütün benliği ile Yara-
178 Aynı
eser, s. 118.
age., VII, s. 458.
180 Ra’d, 13/28
181 Bk. A’râf, 7/205.
182 El-Mekkî, a.g.e., II, 248.
183 Kuddûsî, Dîvân, s.22.
184 Mevlânâ, Mesnevî, II, 507.
185 Gazâlî, İhyâ ‘Ulumid-dîn, I, 403.
179 Elmalılı,
47
48
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
tıcısını devamlı hatırında tutması, anmasıdır. Zikir, sâlikin,
Hakk ile iletişim kurmak amacıyla, O’na yönelerek, kendini
tamamen Allah’a vermesi ve kendini O’nda kaybedecek şekilde bütün alıcılarını ilâhî irâde ve ilâhî vericilere yoğunlaştırmasıdır. Zikir, sâlikin, Allah’la beraberliği kemâl noktasında
yaşadığı, O’ndan bir ân bile uzaklaşmadığı ve bütün ağyârdan
ilişkinin kesildiği andır. Zikir, sevginin, işrâkın ve vecdin en
üst düzeye çıkıp, zâkirin sevgide boğulduğu andır. Hakk,
sâlikin perspektifinde ruhsuz, donuk, sevgiden yoksun abidlerin tesbih tanelerinde sayılara dökülen bir ilâh değildir.186 O,
âşık sâlikin gözünde bütün varlıklarda görünür. Yeter ki, kişi
her gördüğü eşyayı okuyabilsin, o eşyadaki ilâhî tecelliyi fark
edebilip Yaratıcıyı anabilsin. Zikir, ilâhî algılamayı sağlamak
için düşünceyi bir yerde toplamak, tarîkte ilerlemeye yardımcı olacak ruhsal güçleri salıvermek gayesi gütmektedir. Genel
olarak zikir tasavvufta bu perspektiften değerlendirilir.
Dil ile Allah’ı anma, düşünceyle bütünleşip güç harcamaksızın otomatik olarak ağızdan çıkmaya başlayınca, yüksek
zikir aşamasına gelinmiş demektir. Bu da düşünce ve beden
ikileminin aşıldığını göstermektedir.187 Kalp, Allah’ı anmamaktan dolayı paslanıp, İlâhî istikâmetten sapınca onu düzeltecek tek ilaç zikirdir. Bu önemli ilacı âyet-i kerime de şöyle
beyan ediyor: “Rabbini çok an, sabah-akşam tesbih et.”188 Zikir
kalbi cilalar, parlatır, Allah’ın nûruyla parlayan kalp de, “Mutlak varlık”a karşı sevgi kuşatması oluşur. Sâlik Mâ’şukunun
eşsiz güzelliği karşısında kaybolur. Seven kimsenin (âşık) en
büyük arzusu, O eşsiz güzele vuslattır. Bütün arzusu, O’nunla
olmak, O’nunla yaşamaktır. Bu hâl sâlikin kalbinin tamamıyla sevgiyle dolduğunu gösterir. Sevgi onu öyle kuşatmıştır ki,
186 Tenik,
age., s. 254.
Kuudûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 234b.
188 A’râf, 7/205.
187
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
onun kulağı, gözü, irâdesi ve duyuları hâline gelir. Allah dışındaki her şeyi (mâsivâyı) unutarak kalbe sadece Allah aşkını
yerleştiren kişilerle hem ferdî hem de toplumsal çözülmelere
engel olunur.
Kişi, Allah’ı zikretmekle Rabbinin sevgisini gönülden seçtiği
için, gelen her türlü eleştiri ve saldırıya hazır olması gerekir. Şu
da unutulmamalıdır ki, âşık sûfîler için zikir, yemek ve içmekten daha çok üstündür; çünkü onlar, “açlık zâhidlerin, zikir ise
âriflerin taâmıdır” anlayışı ile zikre yaklaşırlar.189 Onlar, Allah
sevgisinin tam anlamıyla gerçekleşmesi için, devamlı olarak
Allah’la hemhâl olmak gerektiği görüşündedirler. Aksi takdirde bu sevginin geçerliğinin bir gerekçesi olamaz.190 Sûfîler,
aşktan ve gönül bağlılığından yoksun olarak tekrarlanan lafız/
kelime ve cümlelerin sûfî üzerinde, istenen olumlu etkiyi göstermeyeceğini söylerler.191 Bu yüzden zikrin, aşk ile içselleştirilmesi gereğini sıklıkla vurgularlar. Sûfîler, Allah ismini, aşk ve
gönül âhı olmadan yalnızca dil ile anmayı, aşk şarabının adını
anmaya benzetirler. Onlar, aşk kadehinden içilip, aşkın etkisi
görülmeden lisân ile yapılan zikrin, kişiyi arzularından kurtaramayacağını söylerler. Bu perspektifle hareket eden sûfîler,
aşksız zikir yapan zâkiri tenkit ederler. Ve Allah’ı zikredenlere
tavsiyeleri, zikir elfâzının derûnunda yatan hakikatin, hikmetin
aşkla aranması hakikatini vurgularlar. Mevlânâ’nın dediği gibi,
O’nun ilâhî şarabı ve cezbesi ile dolmayan kadehi olmadan,
heva ve hevesten kurtulmak mümkün değildir.192 Onun için
sûfî, zikrin sûretini aşarak mânâsına erişmelidir. Yalnızca dil
ile tekrarlanan lafızlar, zikrin sûreti olduğundan; kişi bir sureti
diğer bir suretle aşamaz. Yani dil ile yaptığı zikrin sadece sayı-
189 Kuddûsî,
Hazinetü’l-Esrâr, vr. 217b.
yer.
191 Mevlânâ, Mesnevî, VI, 4038.
192 Aynı eser, I, 3453-56.
190 Aynı
49
50
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
sını artırmakla, ancak sureti artırmış olur. Zâkirin bu yanlıştan
kurtulmasının çâresi de riyâzetini artırmasıdır.193
Zikrin sürekliliği kul ile Allah arasındaki sevginin, aşkın
pekişmesi için en önemli ritüeldir. Sevgilileri, birbirlerini sürekli düşünmeleri, sevenin sevilene bağlanıp, her dileğini yerine getirmesi, gönülde Ma’şûk’a karşı vesveselerin tamamen
yok olması demektir. Sûfîler, kendilerinin zikirden daha sahîh
ve daha açık bir seyr u sülûk yolunun olmadığı görüşündedirler. Zira onlara göre, bir kimse Allah’a, ancak zikre devam
etmek sûretiyle vâsıl olur.194 Çünkü Allah’ın kullarına sürekli
açık olan kapısı zikirdir. İstediği zamanda, istediği mekânda,
bildiği lisanla kulun Allah’la konuşmasıdır. Kur’ân, “Onlar
ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler, göklerin
ve yerin yaratılışını düşünürler.”195 buyurarak, İslâm’ın öngördüğü bu özgür hareket etme hoşgörüsünü ortaya koymuştur.
Eğer insan, Allah’la olan diyalogdan hâlâ haz alamıyorsa muhakkak ki, “kalp ilahî vericilere kapalı” demektir. Zikir ibâdeti,
kalp, dil ve bedenin zamanla kayıtlı olmayan hareketidir.196
Zira zikri yerine getirecek kişinin kalb-dil-beden âhengini
tamamıyla sağlamış olması gerekir. Bir duâ ve yalvarış olan
zikir, dilin kalpteki duyguları bedenle hâle dönüştürmesiyle
gerçekleşir. Dil de, bu hâlin tercümanı olarak kabul edilmektedir. Onun için dil-kalp-hâl uyumu olmadan samimi, ihlâslı
zikrin gerçekleşmesi mümkün değildir. İşte bu tarz anma, kişinin benliğini yanılmalardan, Allah’a karşı yapılacak günâh
ve hatalardan korur. Bu koruma süreci de sûfînin en önemli
ödevlerinden birisidir. Allah sürekli anılırsa, kalp O’nun idaresine geçer ve hataya düşmesi engellenir.
193 Aynı
eser, I, 3458.
Hazinetü’l- Esrâr, vr. 232a.
195 Âl-i İmran, 3/191.
196 İbn Kayyım, age., ІІ, s. 332.
194 Kuddûsî,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Tasavvufî anlayışta üç ritüel/ibâdet, kişinin Hakk’a karşı
sevgisinin artmasına sebep olur. Bu üç önemli ibâdet, tefekkür, zikir ve ma’rifet/bilgi’dir.197 Sûfî için zikir, tarîkatlar da
olduğu gibi198 zaman ve mekânla kayıtlı olmayan bir ritüeldir. Çünkü zikir, zamanı aşmak Mâ’şuk’la ölümsüzleşmek demektir. Sûfînin sevgilisi/Mâ’şuku ile bir eşref saati yoktur. Hz.
Peygamber (s.)’in de belirttiği gibi; “Benim Allah ile öyle bir vaktim vardır ki, o vakit içine ne bir melek-i mukarreb ve ne de nebiyy-i
mürsel girer”199. İşte bu vakit âşık sûfî’nin devamlı içinde bulunduğu “ân” dır, hâldır. O, bu “ân”da derya gibi coşarak Rabbi ile hemhâl olur. Sevgisi öyle taşmıştır ki, o sevgi içinde gark
olmuştur. Çünkü âşık sûfî, gerçek zikrin, mâsivâyı unutarak,
Allah’ı anmak olduğunu ve hakîkat üzere Hakk’ı andığı zaman, yaptığı zikirde Allah’ın dışında her şeyi unuttuğu için,
Allah’ın da kendisini koruyacağının bilincindedir.200
Zikir, kesintisiz ve hiçbir kayıtla sınırlanmayan bir ibâdettir.
Onun için sûfîler, bütün Müslümanları, tarîkatlı-tarîkatsız herkesi devamlı Allah’ı anmaya davet etmektedir. Birçok muhakkîk
sûfî tarîkat bağlılığını, bağnazlığını aşan bu düşünceyle bütün
Müslümanlara Allah’ı anmaya çağırırlar. Bu anlayış, tasavvufun “cami’u’t- turûk” yaklaşımıyla izah edile bilinir.
1.6. Zikrin Sürekliliği
Müminlerden istenen, devamlı zikir içinde olmalarıdır. Bu
hal, zikre devam edilerek zaman içinde elde edilebilir. Arifler,
“zikir kalpte iyice yerleşirse nefes alıp vermek gibi tabii hale
gelir. O zaman insan istese de zikirden uzak kalamaz” demişlerdir. Bu hale ulaşan insan yerken, içerken, gezerken, çalışır197 Kuddûsî,
Hazinetü’l-Esrâr, vr. 239a.
Ömer Yılmaz, İbrahim Kurânî, İnsan Yay., İstanbul 2005, s.382 vd.; Dilaver
Görür, Abdülkadir Geylânî, İnsan Yay. İstanbul 1999, s. 216-218.
199 Bk. Aclunî, a.g.e. II, 173–174.
200 Kuddûsî, Hazinetü’l- Esrâr, vr. 232a.
198 Bk.
51
52
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
ken, konuşurken, yatarken, kalkarken kalbiyle devamlı Allah’ı
zikreder. Bu, başı ağrıyan bir kimsenin durumu gibidir. Başı
ağrıyan insan hangi işle meşgul olsa başının ağrısını hisseder,
aynı zamanda işine de devam eder. Zikrin kalbe yerleşmesi de
böyledir. Allahu bu hale ulaşan kalplerin ticaret ve alışveriş
yaparken dahi zikirden kopmayacağını belirtmiştir. Bir âyette
yüce Allah, kendisi ile her an beraber olanların halini şöyle
belirtir:’’Onlar öyle erlerdir ki, herhangi bir ticaret ve alışveriş
kendilerini Allah’ı zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekâtı
vermekten alıkoymaz. Onlar, yüreklerin ve gözlerin dehşetten
ters döneceği ahiret gününden korkarlar.’’201
Birçok tasavvuf ehli ayette emredilen daimi zikir haline
ulaşmışlardır. Bu zikre ulaşmayı en büyük gaye edinmişlerdir. Zikir onların kalbinde hiçbir nedenle kesintiye uğramaz.
Öyle ki hiçbir halde zikirden uzak olmazlar.
Zikrin bu derece bütün vücuda yayılmasına arifler zatî zikir, sultanî zikir ve devamlı zikir ismini vermektedirler. Zatî
zikir, insanın bütün zatını, duygularını ve maddi varlığını saran, nefes alıp vermek gibi vücudun tabii hareketi haline gelen
zikirdir.
Dâîmi zikrin iki aşaması vardır. Basit, ibtidâi aşama ve
mütekâmil, nihâi aşama. Birinci aşama, dil ile yapılan iradî zikirdir. Bu aşamada olan zâkirleri, zikre alıştırmak için kendilerine zikredilecek zikir elfâzı görev olarak verilir. Bu anlamda yerine getirilen her ibadet bir zikirdir. Nitekim Allah, “Ve
namazı benim zikrim için kıl.”202 Ve aynı şekilde başka âyetlerde
de, “ Hac esnasında Meş’arı Hârâmın yanında Allah’ı zikredin, O
size nasıl hidâyet verdiyse, siz de O’nu öylece anın.”, “... Allah’ı
daha kuvvetli bir anışla anın”, “sayılı Mina günlerinde Allah’ı
201 Nur
24/37
20/14
202 Tâhâ,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
zikredin.”203 şeklindeki ilâhî ifadelerde de görüldüğü gibi, her
ibadet Allah’ı anmaktır.
“Kişi ölüm anındaki hâl üzere haşr edilir” hadisiyle âmel
eden sûfîler, hayatlarının her anını Allah’ı anmakla geçirmeye
çaba sarf etmişlerdir. Ve tasavvuf terbiyesi alan sâliklere verilen zikir görevi bu çerçevede değerlendirilmiştir.
Sürekli zikrin kemâl derecesine gelince, bu tasavvufta en
ileri zikir aşamasıdır. Zikredenin zikredilenden fâni/yok olduğu hâlin sürekli olmasıdır. Bu hâl için, tayin edilmiş vakitler, belirli günler, tespit edilmiş ilkeler ve usûller aranmaz.
Bu merhalede zikir ferdîdir, topluluklara teklif edilmez. Şu
âyet bu zikrin tanımını vermektedir: “O, gönül gözü sahipleri
öyle insanlardır ki, ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken,
hep Allah’ı anarlar ve göklerle yerin yaradılışı hakkında derin derin
düşünürler.”204 “Öyle erler vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alışveriş Allah’ı zikretmekten alıkoymaz.”205 ve “Ey iman edenler, siz
ne mallarınız, ne de evlatlarınız Allah’ın zikrinden alıkoymasın...”206
İşte bu zikir, duâsıyla coşkunluğunu aynı mana çizgisinde
birleştirebilmiş kişinin zikridir. Bu zikir, kesrette/çoklukta
birlik, kalabalıkta uzlet sırrına ermiş yüce benlik sahibi kişilerin zikridir. Bunlar Allah ve Resûlunu kendine hayat düsturu
edinenlerin zikridir. Zira Allah, “...Allah’ın Resûlunde Allah’ı ve
ahiret gününü umanlarla Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek
vardır.”207 buyurur.
Sûfîler, Hz. Peygamber (s.)’in hayatının celvet içinde geçtiğini, yani insanlarla iç içe bulunduğunu, onun için de Peygamberi örnek alanların, “kesretten uzlet” ilkesine dikkat etmeleri
203 Bakara,
2/198-203.
İmrân, 3/191.
205 Nur, 24/37
206 Münâfikun, 63/9.
207 Ahzâb, 33/21
204 Âl-i
53
54
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
gerektiği görüşündedirler. Zira sûfî kâin ve bâin/beraber ve
ayrı vasfına sahip kişidir. Sûfî görünüşte halk ile beraber,
Allah’tan ayrı ise de hakikatte halktan bâin Hakk ile kâindir.208
Eğer sûfî, devamlı Allah’ı anarsa, kalb, O’nun egemenliğine geçer ve kalbin hataya düşmesi engellenir. Bundan dolayı
hatırlatmada sürekli fayda vardır. Çünkü Allah, “Hatırlat, hatırlatma mü’minlere fayda verir”209 buyuruyor.
Samimi mutasavvıf, ruhunu temizlemek, günâhlarını affettirmek, ezelî ve ebedî olan ilâhın varlığında yok olmak,
ilahî aşkın sevabı ile mest olmak için, sürekli Allah’ı anar.
Allah’ı anmak, önce O’nu ve eserlerini yakînî olarak izlemekle gerçekleşir.210 Allah’ın eserlerini, her olayını dikkatli
ve sürekli müşahede etmek, yani varlık âlemindeki âyetlerini
gözlemlemek murakabedir. Küçük veya büyük her şeyi murakabe ederken, yaratılan şeyleri hiçbir yönden kaçırmamak,
sebeplerine delillerine bakıp uyanık ve dikkatli olmak, ibret
almak, Yaratıcıyı düşünmek, anmak ise zikirdir.211 Fakat bu
anmaktan, hatırlamadan esas gaye, huzuru bulmaktır. Sûfîler,
zikirde ilâhî huzuru duyumsayamamaktan dolayı zikri terk
etmek, O’nun zikrini unutmak zikirde O’nu unutmaktan daha
kötüdür demişlerdir. Neticede Allah insanı, unutkanlığın zikrinden uyanıklığın zikrine, uyanıklığın zikrinden Huzur’un
zikrine, Huzur’un zikrinden içinde zikredilenden başkası olmayana götürür. Zikir, Allah’a doğru yolculuğun ilki, yani olmazsa olmazıdır.212
Tasavvuf tarihinde her mutasavvıfın hayatının ana gayesi,
Allah’a vuslattır. Onlar, her zaman, her mekânda Allah’la olma-
208 İmâm
Rabbânî, Mektûbat, I, 24.
51/55.
210 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 238a
211 Aynı eser, vr. 232b.
212 İbn Ataullah İskenderî, Hikem-i ‘Ataiyye, s. 21.
209 Zariyât,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
yı istemişlerdir. Örneğin sûfîlerce ismi, Allah âşkı ile simgeleşmiş olan Rabiâtü’l Adeviyye’nın son dileği, Allah’la beraber olmak, O’nunla bütünleşmek olmuştur.213 Yunus Emre de, insanî
benliğin kendinden alınmasını ve Allah’ın benliği ile dolmasını
istemektedir.214 Buna benzer birçok sûfî, Allah ile kendi aralarındaki “ben”in kaldırılmasını istemişlerdir. Sûfîler, insanın öldüğünde Allah’tan başka her şeyden ayrı düştüğü kabirde; eş,
çocuk, akraba ve dostlarının yanında bulunmadığı, orada kendisini terk etmeyen tek şeyin, zikir olduğuna inanırlar. Zikir öyle
bir kurtuluş reçetesidir ki, Zâkir’in kendisine hem dünya mutluluğunu yaşatmış hem de ahirette, dünyada sadece kalbinin
çarptığı ve her yerde kendisiyle hemhâl olan sevgilisine kavuşturmuştur. O, bütün zevki ve hazzı zikirle tatmış, zikir sayesinde arzuladığına vâsıl olmuştur. Hiç kimsenin yanında bulunmadığı bir günde öyle bir zatla beraber olmuştur ki, O ’da bütün
insanların o gün Kendisiyle beraber olmayı her şeyden daha çok
istedikleri Allah’tır. Zikri, kulu Allah’a yakınlaştıran en önemli ibadetlerin başında gören sûfîlere göre, zikir, aynı zamanda
ma’rifetin oluşmasını sağlayan en etkili ritüeldir. Devamlı zikir
kalpte Allah’a olan bağlılığın, sevginin artmasına neden olur. Bu
bağlılık, derûnî/dikey bir düşünceyle kişiyi Yaratıcıya ve O’nun
var ettiği varlıkları O’nun dileği doğrultusunda tanımaya en
büyük yardımcıdır. Sûfîler, eğer zikir, devamlı olarak gönülde
yayılıp, tefekkürle desteklenirse, işte o zaman zikir, kişiyi Hakk’ı
bilme bilgisine götürür görüşündedirler.
Zikirde devamlılık esastır. Vücudun zikre alışması, ısınması ve onu nefes alış verişi gibi tabii hale getirmesi için, kişinin
zikre devam etmesi gerekir. Ârifler, işin çözümünü zikre başlamakta ve devam etmekte görmüşlerdir.
213 Margaret
214
Smith, Bir Kadın Sûfî: Rabia, çev. Özlem Eraydın, İstanbul, 1990, s. 110.
Gölpınarlı, age., s. 257.
55
56
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Bazı sûfîler, Allah’ı sadece isim ve sıfatlarıyla anmanın zikir
olmadığını, Allah için yapılan her ibâdet ve Allah rızası gözetlenerek yapılan yardımlar, insanî ilişkiler ve her tür varlığa karşı
takınılan tavır da zikir olarak kabul edilmiştir.215 Zira anma ve
sürekli hatırda tutmak olan zikir, Zâkir’in hayatının her aşamasında kendini göstermelidir ki, bu anmayla Allah’tan almış
olduğu nûr hayatının her yönüne yansımış olsun.
Tasavvufî anlayışta, Allah’ın isim ve sıfatlarının dil vasıtasıyla yerine getirildiği zikir, aslında âşık ile Mâ’şûk arasındaki
sevgiyi alevlendirmektedir.216 İşte gönülde bu sevginin oluşması sayesinde insan sonsuz mutluluğa kavuşur. Bu sevginin
dozunu, Allah şu şekilde ortaya koymaktadır; “Allah’ı çok anın
ki kurtuluşa eresiniz.” 217
Allah, kendisinden gafil olanları “gafillerden olma”218 ifadesi
ile uyarıyor. Gafletin zıddı olan zikir, gafleti yok edemiyorsa,
gerçek anlamda zikir gerçekleşmiyor demektir. Onun için kul ile
Allah arasındaki sevgi karşılıklıdır; çünkü “Beni zikredin ki, ben de
sizi zikredeyim”219 ifadesi bunu en güzel şekilde kanıtlamaktadır.
Bu sebeple sâlik, vakit kaçırmadan devamlı Allah’ı anmalıdır.
Allah’ı anmak, O’nun sohbet meclisine dâhil olmak demektir. Bu
meclis de, en ulvî dost meclisidir. Onun için bütün âmeller, ancak
ve ancak Allah’ı hatırlamak, O’nu unutmamak ve O’nun gayrısına meyletmemek için ortaya konulmuştur. Zira bu konuya en iyi
örnek şu emirdir: “Beni anmak için namaz kıl”220
1.7. Zikrin Önemi
Sâlik, hatırda tutmak/zikirle kendi Rabbine karşı oluşan
215
İmam-ı Rabanî, Mektûbât, no. 338.
Aynı eser, no:92, 359.
217 Enfal, 8/45.
218 Mâ’un, 107/4-5.
219 Bakara, 2/152.
220 Tâhâ, 20/14.
216
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
sadakati neticesinde, zikir kendisini vahdetin veya kesretin
ikilemlerinden kurtarır. Sûfî zikirle, bütün nesnede mevcut
olan isimlerin, Allah’ın ilâhî isminde tezahür ettiğinin bilincini kavrar. Kendi rabbine ancak rabbinin yoluyla ulaşır. O,
zikirle kendi gönül sarayında zuhûr eden ma’rifetle Rabbine
“Lebbeyk/buradayım” der, Rabbi de, “ (İyi) kullarımın arasına
gir”221, senden başka bir şey olmayan o cennete, yani benlikteki saklı ilâhî biçime, içinde O’nun Kendisini sende ve senin
yolunla bildiği gizli ezelî sûrete, yani “kendini bilenin Rabbini
bildiğini” fark etmek için müşahede edilmesi gereken sûrete
girmektir. İşte kendisinde Yaratan ile yaratılanın birliğine zikirle ulaşan ârif için bu en ulvî neşe, diğerlerine yabancı bir
sevinçtir. Burada Hakk ile halkın ikili birliği zuhûr eder. Bu
aşama, Allah’ı hatırda tutmakla ulaşılan ma’rifet bilgisinin
tecellîsi olarak bilinir. Kişi kendi içinde keşfedip kavranmadan bilinemeyeceği ilâhî sıfatların zuhûr ettiği ferdî bir biçim
olarak bilinen nefsin işidir. Bu hatırlama ile Allah’ın mekânına
girildiğinde kendi nefsine girmiş olursun ve kendini başka bir
bilgiyle bilirsin; kendine dair olan bilginle Rabbini bildiğin zamandan farklı bir bilgiyle tanırsın, sonuçta O’nu biliyorsun ve
kendini O’nun yoluyla tanımış olursun. Yani “Ey huzûr içinde
olan nefs! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön”
hakikati gerçekleşmiş olur.222
Zikretmek, ezelî bilkuvve varlığından beri insanın varoluş
biçimini belirleyen bu ibadet aracılığıyla Yaratıcının kendisini
Yaratıcı haline, yani O’nu ibadet edilen olarak belirleyen bu
ibadetin Tanrısı haline nasıl getirildiğini keşfetmektir. İnsan,
Allah’ı kendisi için ibadet edilen tek kudret olduğunu keşfederek, kendisini O’nda yok etmektedir. Zikirle kendi varolu-
221 Fecr,
222 Fecr,
89/29.
89/27, 28.
57
58
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
şunu gerçekleştiren kişi, bilen bir varlık olarak, içinde O’nun
kendini bildiği varlığın ta kendisidir. Artık bu şuurla insan,
“Ene sırrü’l Hakk/Ben Hakk’ın sırrıyım” geçeğine ulaşmıştır.223
Başka bir ifadeyle O’nun ilahlığını insana bağlı kılan aşkın sırrıdır, çünkü gizli “hazine” “bilinmek istedi” ve bilinmesi ve
kendini bilmesi için varlık şart oldu. Bu sırrın bilinmesi için
varlıkları var ederek, ezelî sûreti onlara tanıttı. Gaflet/unutmak ile bu hakikatten uzaklaşan, hatırlamak ile geri dönüşünü gerçekleştirir.
Zikir, bir şeyin talebinden ziyade, bir varlık biçiminin, bir
varolma ve var etme, yani kendini izhar eden Yaratıcının hayatın her alanında ortaya çıkmasını sağlamak, O’nu elbette
özünde değil fakat kendini o sûret ve o sûret aracılığıyla izhar
ederek izhar ettiği sûrette “görme” aracının ifadesidir. Zikirle
hem-dem olma, yaratılış olarak mütecellî hayalden tamamen
uzak olarak, muhayyilemizin “yaratımı” olan bir Yaratıcıyla
bütün varlığımızla bütünleşmektir. Zikir sâlike, kendi içindeki
saf, mutlak özündeki, isimlerinin bilkuvve, zuhur etmemiş bütünlüğündeki Allah’a değil, isimlerinin, mütecellî sûretlerinin
birinde veya diğerinde zuhûr eden hakikattir. Ve bu gerçekle
kişi, nefsine, bu ilâhî ismin somut tezahürünü içinde taşıyan
nefse, bu ismin bahşolunduğu kişiye her an benzersiz, tek parça, kişisel bir ilişkide Rabbe hitap ettiği unutulmamalıdır.
İnsan olmak “fıtrat” ile doğmak demektir. Öyle ki bu
tevhîdin, mistik bir şekilde “elest ahdi” ve “emanet” ile temsil
edilen, doğuştan bir kabulü ve tanınmasıdır. Bu fıtrata ilişkin
herhangi bir değişim göremezsin, yani fazladan ve ilave hiçbir
şey yoktur; bu kesinlikle insanları “insan” yapan şeydir. Ama
fıtrat, yetişme kültürü, insanın iç ve dış etkenlerine göre bulanıklaşmaya yüz tutar ve insanlar “insanlık”larından bir şeyler
223 Ebu
Ala Afîfî, Mystical Philosophy, s. 15
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
kaybetmeye başlarlar. Neticede bu tipler şu tanımın kapsamına girerler; “ onlar sağır, dilsiz ve kördür, hayvanlar gibi, hayır
daha da sapkındırlar.”224 İşte bu durumda “fıtrat”ın gerçekleşmesini imkân dâhiline sokan tek çare zikirdir. Zikir, gaflette
hem Allah’ın merhametli karşılığı, hem de Allah’ın rahmetine
insanî bir karşılıktır. Aslında zikir, insanlara fıtratlarını tevhîde
doğuştan aşinalıklarını hatırlatır. Hatırlatıcıya karşılık verenler, Allah’ı hatırlarlar. Zira “Âdem unutup Allah’a itaatsizlik
ettikten sonra Rabbi onu seçti ve yine ona döndü ve ona hidayet verdi.”225 Fakat sürekli unutanlara da şu hatırlatma yapılır;
“Allah diyecek ki, öyle âyet ve işaretlerimiz sana geldi; ama sen
onları unuttun; aynı şekilde bugün de sen unutuldun.”226
Allah’ın peygamberlerini gönderişinin en önemli gayesi,
Allah’ı insanlara hatırlatmalarıdır. Kur’ân peygamberlerin
hayranlıkla takip edilmesi gereken modeller olduğunu açık bir
şekilde ortaya koyar; “Ey peygamber, şüphesiz Biz seni bir şahit bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle
Allah’a davet edici ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.”227
Bu uyarı, onları örnek almak isteyen insanlara Allah’ı hatırlamalarına bir araçtır; ve bilinmelidir ki hatırlama Allah’ın hatırlatıcısına arzu edilen bir karşılık vermektir. Zaten peygamberlerin bir vasfı da “zikrullah” olmalarıdır. Nitekim Allah bunu
şu şekilde hatırlatır, “Allah’ın resulünde, Allah ve ahiret gününe
kavuşma beklentisi içinde olan ve Allah’ı çokça zikreden için size güzel
bir örnek vardır.”228 Kısacası hatırlamak gerçeği, Allah’ın kendileri de dâhil olmak üzere, her yerde hazır ve nâzır olduğunun
bilincinde olmak ve buna uygun bir hal içinde olmaktır.
224 Bakara
2/18.
20/122.
226 Tâhâ, 20/126.
227 Ahzâb, 33/45-46.
228 Ahzâb, 33/21.
225 Tâhâ,
59
60
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Zikir, insana Allah’a odaklanmayı ve gerçek dışı olan her
şeyi unutma bilincini verir. Bu da insanın kendisine ve diğer
varlıklara bağlanmadan yalnızca Allah’a yönelme hakikatidir.
Allah’ı hatırlamak kişini kemâl noktasına ulaşmasıdır. İnsanın bu hâl üzeri Allah’ın huzurunda amade olması, insanın
Allah’ı sadece mütemadiyen hatırlamakla kalmayıp, aynı şekilde O’nu sürekli hatırda tutmak hakikatine varmasıdır.
2. ZİKRİN BENLİK İNŞASINA ETKİSİ
2.1. Manevi İlerleyiş Ancak Zikirle Mümkündür
Tasavvuf anlayışına göre, sûfînin hiçbir zaman dinmeyen
tek arzusu, Allah’a kavuşmadır. Hakk ile beraber olmak arzusuyla yanıp tutuşan âşık sûfîler, bir an önce Allah’a kavuşmak
isterler. Bu vuslat, ancak O’na duyulan aşk aracılığıyla gerçekleşir. Sevgiliye duyulan aşk, sevgilinin ismi anıldıkça, onun
eserlerine bakıldıkça, bu sevgi Nil nehri gibi taşar ve daha
da artarak deryaya dönüşür. Eğer zikir olmazsa, Allah ile kul
arasında sevgi bağı oluşmaz, o yüce dost meclisi kurulmaz,
Mâ’şuk’la muhabbet derinliğine girmek gerçekleşmez. Fakat
sevgiyle oluşan bu ilişkide, “Allah anıldığı zaman yürekleri oynar ve üzerlerine O’nun âyetleri okunduğunda, imanlarını artırır.”229
Ve artık vuslat gerçekleşmiş demektir. Çünkü insan, Allah’ı sürekli anmanın bereketiyle kısa zamanda O’na vasıl olur. Zikir,
o kişiye sülûku kolaylaştırır ve yakınlaştırır.230 Zira Allah’ın
bu konuda kullarına vaadi vardır: “ Ben, kulumun beni zannı
yanındayım. Beni zikrettiği zaman Ben onunlayım. O, beni kendi
içinde zikrederse, bende onu kendi içimde zikrederim. O, beni bir
toplulukta zikrederse, ben de onu daha hayırlı bir toplulukta zikrederim. O, bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir zira yaklaşırım, o bana
bir zi’râ yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım, o bana yürüyerek
229 Enfal,
8/2.
Hazinetü’l- Esrâr, vr.,215b.
230 Kuddûsî,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
gelirse, ben ona koşarak giderim.”231 Buyurmaktadır. Yine Allah
başka bir hadis-i kudsîde: “Ben, beni zikredenin yanında oturan
dostuyum”232 buyurmaktadır. Kişi ancak birini, ona olan sevgisi derinleştikçe daha iyi anlayabilir233. Zira âşıkın, Mâ’şuk’una
kavuşması için onun sevgisiyle yok olması ne kadar gerekli
ise, kulun da Allah’a vuslatı için, O’nun sevgisinde fâni olması
en az o kadar gereklidir.234
Mutasavvıflar, kişi, Allah’ı şiddetle sevmek ve sevgisinin
hâkimiyeti altında bulunmak şartıyla gafletten uzaklaşarak
müşâhede fezasına çıkılabilir görüşündedirler. Bu sebeple
insan, zikrin hakîkatine erebildiği kadar kendi “benlik”inden
geçip, Allah ile bütünleşme hâlini gerçekleştirebilir.235 Gerçekleşen bu hâl ile sûfîlerin ulaşmak istedikleri kalb huzûru, zikirle kesintisiz devam eder.236 Çünkü “Şüphesiz ki ancak Allah’ı
anmakla kalpler huzûra erer.”237 âyeti bunun en büyük delilidir.
Zikir, kalbi bir iksir gibi öyle yumuşatır ki, ölümsüz bir cevhere çevirir. İksirin bir damlası nasıl bakır maddesini, ateşe konulduğunda değişmeyecek altın madenine çeviriyorsa, ilâhî
iksir olan zikir de kalbe işleyince, onu değişim kabul etmeyen
nûranî bir cevhere dönüştürür.238 Sûfîlere göre, zikirde gaye,
gönülde yaratılışta mevcut bulunan Allah sevgisini ortaya çıkarmak, kalbin sevgi ve tâzimle sürekli Allah ile birlikte olmasını sağlamaktır. Zikir bir ateş gibi, mâsivâ düşüncesini yakıp
yok eder.
231 Müslim,
Zikir, 2.
Keşfü’l- Hafâ, I.,232.
233 Furnandez Saznegelman-İnâyet Han, Jung Psikolojisi ve Tasavvuf, İnsan Yay.,
İstanbul, 1994, s.31.
234 Gazâlî, İhyâ, I, 428.
235 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 222.
236 Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, I, 358.
237 Ra’d, 13/28.
238 Fahruddîn Râzî, Mefatîhu’l-Gayb, Beyrut ts., XXXI, 20.
232 Aclunî,
61
62
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Sûfînin temel gayesi, Allah’ı sürekli olarak kalbde diri tutmak ve dil ile Allah’ı zikretmektir. Bu iki zikir türünde de,
sûfîler için zaman kaydı yoktur. Onlara göre sâlik, dil ile zikri icra edemediği vakit kalb ile zikri ifa etmelidir. Bu “zikr-i
kalbi”dir. Allah’ın kendi dışındakilerden saklayıp yalnız kendi bilgisinde tuttuğu zikirdir.239
Bu zikir, dillerin ve organların katılmadığı, yalnızca gönüllerin farkında olduğu zikirdir. Bu, kalbin Allah’a olan aşkından dolayı, O’nu ulu bilmesi ve yüceltmesine benzer. Bütün
bunlar Allah/Mâ’şuk ile kul/âşıkın bizzat kendisi arasında
olup biten şeylerdir240. Kalbî zikir, tefekkür yapanların bu tecrübeyi, yani tefekkürü ortaya koyması mümkün değildir. Örneğin bazı tarîkatların müntesiplerinin tümüne kalbî zikir verilmektedir. Hâlbuki bu tarîkatlara bağlı olan bütün sâliklerin
sözünü ettiğimiz ileri basamaklara varmış olduklarını göstermemektedir. Tarîkatlardaki zikr-i kalbî özel bir anlam taşıyıp,
bu tarîkatların özel ritüellerinin bir gereğidir. Fakat kast edilen zikr-i kalbî, ilâhî aşk tutkunu sûfîlerin, iç deneyimlerinin
ileri boyutlara ulaşmasından ortaya çıkan bir durumdur.
Eğer Allah insanlardan birini kendine dost kılmak isterse,
ona zikrin kapısını açar. Sûfî zikrin şartlarını yerine getirirse
şüphesiz ki Allah onu tamamıyla zikir atmosferine sokar. Bununla, Allah’ın yardım kapıları sonuna kadar açılır. Her konuda zikirde lezzet bulmanın yolu aşk ve ihlâsla onu yerine
getirmektir. Zikirde lezzet alındı mı artık Allah kurb kapısını
açar. Kurbiyetle zikre devam edilirse bu kez Allah’ın ünsiyet
meclisine yükselme gerçekleşir. Zikir, zâkirin gönlündeki bütün perdeleri yok edip, Allah’tan başka bütün varlık(lar) temizlenir ve bunun neticesinde ”Hakka’l-Yakîn” hâsıl olur. O
239 Kuddûsî,
Hazinetü’l- Esrâr, vr.,215b
Hılyetü’l-Evliyâ, X, 264.
240 el-Isfehanî,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
vakit sâlik tamamıyla, “Ölmeden önce ölünüz” sözüyle fenâya
kavuşur. Ve “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever”241
hakîkati gerçekleşmiş olur. Aynı şekilde sâlik Allah’la hemhâl
olmakla, “Ben o kulumun kulağı, gözü, eli, dili ve kalbi olurum. Benimle işitir, Benimle görür, Benimle tutar, Benimle konuşur, Benimle bilir”242 ilâhî sevgisine kavuşur.
İnsanların dünyadaki nesnelere olan sevgisi, Allah’ın varlığı kendi sevgisinden yaratmasındandır. Sûfî gözünde dünya,
kendi kendine var olan şeylerin bir toplamı olarak görünse
de, gerçek anlamıyla rûh üzerinde herhangi bir etkisi “yoktur”. Sûfînin Allah’a olan sevgisi, som altınla sahte altını birbirine karıştırmamak anlayışına sahip olmak gibidir. Yani her
şeyde O’nun vechini görmek istemektir. İnsan, kurtuluşunu
gerçekte “Mutlak Varlık”ın doluluğu olan fenâda bulmalıdır.
İnsanın Hakk’a karşı haykırışı şu olmalı; “Biz ve var oluşumuz hep yokluktur, ama Sen “Mutlak Vücûd”sun, fenâ olarak görünensin”243. İnsanın bu bilince ulaşması, yani Allah’ı
hakiki olarak bilebilme ve tanıma bilgisine varabilmesi için,
insanoğlunun en ileri sıfatı244 olarak bilinen tefekkürü içselleştirerek gerçekleştirmesi lazımdır. Çünkü tefekkürün gücü,
hakikati yalnızca Yaratıcının bildiği bir sır olup, insana varlık sırlarını açan anahtardır. İşte sûfî bu bilinçle hareket ettiği
zaman tevhîdin gereklerini yerine getirmiş demektir. Sûfînin
aşkın ve ma’rifet/bilginin atmosferine girmesi ancak, me’ad
aklın denetiminde zikretmesiyle gerçekleşir. Allah’ı, O’nun
verdiği cezbenin gücüyle sürekli anmak, kişide ilmin ve sevginin oluşması demektir. Bu sevgi, hem dünya ve nimetlerine,
241 Maide,
5/54.
242 Şıhabuddîn
el-Bağdâdî, Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hîkme, Beyrut 1984, I, 359.
Mesnevi, I, 602.
244 Bk. İbnü’l-Arabî, Futûhat, II, 230.
243 Mevlânâ,
63
64
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
hem de âhiret ve nimetlerine karşı olan eğilimleri silip atmakla gerçekleşir.
İnsanın melekût âlemine ait bir varlık olduğu, Allah’ın
sûretinde yaratıldığı ve evrenin bir mikrokosmozu olduğunu
daha iyi anlayabilmesi için tefekkür-zikir ikilisini tamamıyla
içselleştirmesi gerekir. İnsan, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklandıkça
bu durumu daha iyi algılamaya başlayacaktır. İnsan, ilâhî benlik yükselişinde, yani seyr u sülûk sürecinin sonucunda, yine
insan olarak kalacaktır, yani onun durumunda ontolojik bir
değişme olmayacaktır. Sûfînin Hakk’ın meclisine girip, onunla dost sohbetine oturması, onun beşerî varlığında bir farklılık meydana getirmeyecektir. Sûfînin gönül dünyası âmelinin
yardımıyla ma’rifet kazanır. Ma’rifet ve muhabbet, zikir ve
fikir ikilisi olmadan gönülle yerleşmesi mümkün değildir. Tefekkür ve zikir, âmelle ilim arasında bir köprüdür. Eğer sûfî
mutluluğa ermek istiyorsa, masîvaya yüz çevirmeli ve hayatını “fikru’l-lâzım” ve “zikru’d-dâim” içinde geçirmelidir.245
Ma’rifetin oluşması, tefekkürün tam olarak gerçekleşmesiyle meydana gelir. Hakk’a olan muhabbet/sevgi ve yakınlık/
üns ise O’nu çokça ve devamlı olarak zikretmekle gerçekleşir.
Fikir/tefekkür zikri de kapsadığı için, zikre göre kapsamı daha
geniş ve daha üstündür246. Sürekli zikir, bütün ilâhî güzellikleri kalbe doldurur ve tevhîd zikri de, “lâ”sı ile Allah’ı ananda akrep ve süpürge gibi hiçbir kiri, ağyârı bırakmaz, bütün
günâhları kökten temizler. Onun için, sûfînin âmeli kale, hâlı
ilme, ilmi ise her iyiliğin anahtarı olan tefekküre/fikre dayanır. İşte tevhîd öyle bir ibâdettir ki, insanda “O’nun benzeri gibi
bir şey (bile) yoktur”247 düşüncesini yerleştirir ve Allah’ı hiçbir
245 Gazâlî,
İhyâ, IV, s.394.
yer.
247 Şura, 42/11.
246 Aynı
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
zata benzemeyen ve sıfatlarını nefyedilemez olarak, bilmeyi
öğretir248
Sûfî eğer, “Rabbinin ismini zikret ve O’na gönülden yakar”249
emri gereğince durmadan Yaratıcısını içten gelerek anarsa,
Allah’ı anmayı yerine getirmiş olur. Fakat bu zikir, devamlılık kazanmalıdır. Allah’ın da istediği zikir böyle bir zikirdir.
Zikir, sûfînin yerine getirmesiyle, kendini, varlığı ve Hakk’ı
gereği gibi bilmesidir. Bu biliş, sûfînin gerçek hayatına ışık
tutan bir projektördür. Çünkü bu ibâdetin üstünlüğünü Yüce
Tanrı övmüştür: “Ey Muhammed! Sana indirilen Kur’an’ı oku ve
namazını kıl zira namaz insanı her türlü kötülükten alıkoyar; Allah’ı
anmak/zikrullah daha büyüktür”250
Sûfîler de, bu gerçekten hareketle zikrin bir ekmek bir su
kadar sûfî için gerekli bir ritüel olduğunu söylerler. Nasıl insan, su ve ekmek gibi gıdaları almadan hayatını sürdüremiyorsa, zikr-i daim de olmadan kişinin gerçek sûfî olabilmesi
mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber (s.)’ide buyurduğu
gibi, “Rabbını zikreden ile zikretmeyenin durumu, diri ile ölünün durumu gibidir.”251
Mutasavvıfların zikir üzerinde hassasiyetle durmalarının
bir nedeni de, zikrin, sûfînin seyr u sülûk ve Hakk’a vuslat sürecinde oynadığı önemli rolünden kaynaklanmaktadır. Zikir
üzerinde titizlikle durmayı bütün mutasavvıflar kendilerine
bir görev addetmişlerdir. Onlar, zikri genelde insan ile Allah
arasında yapılan canlı, sıcak, samimi, ihlâslı bir dost sohbeti
olarak görülmüşlerdir. Aynı zamanda zikir, insanın Yaratıcısının katında gerçek değerinin bilinmesinin önemli bir yolu
olarak düşünülmüştür. Zira Allah, kendisini zikredenle bera-
248 Tehanevî,
Keşşâfü Istılâhâti’l Ulûm ve’l-Funûn, I, 1468.
73/8.
250 Ankebût, 29/45.
251 Buhârî, Daavât, 66; Müslim, Müsâfirîn, 221.
249 Müzzemmil,
65
66
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
berdir. Bu, Hakk’ın zâkir tarafından müşahede edildiğinin ifadesidir. Bundan dolayı zâkir, kendisiyle beraber olan Allah’ı
müşahede edemiyorsa, zâkir değildir. Çünkü zikir, kulun bütün zerrelerine sirâyet ederek kendisini sadece Rabbi ile baş
başa bırakır. Eğer zikir sadece dille sınırlı kalırsa, Allah kulun
sadece dilinin sohbet arkadaşı olur.252 Bu hâl, Hakk’ı yakînî
olarak müşahede etmekten tamamıyla uzaktır.
Sûfîler, bu anlayışlarını Hz. Aişe (r.)’den rivâyetle gelen şu
hadîse dayandırarak yorumlamışlardır: “Rasûlullah (s.), her hâl
üzere ve her zaman Allah’ı zikrederdi”253 bundan dolayı sûfîler,
zikrin, tehlil, tesbih ve tekbirden ibaret olmadığını, bilakis,
herhangi bir fiilde Allah’a itaat eden kişinin yaptığı her şey zikirdir. Örneğin, yürümek, oturmak, ayakta durmak, uyumak,
alış-veriş yapmak, yemek içmek, cinsel ilişkide bulunmak ve
vb. davranışlar Allah’a itâat amacıyla yapılırsa, o, zikirdir.
Çünkü o kişi, bu durumlarda Allah’ın hükmünü gözetmiştir.254
Zikirde ana gaye, daima Allah’ı düşünmek, her hareket
ve eylemde O’nunla yaşamaktır. Yani sadece ibâdette değil, dünyevî tüm işlerde mutlak olarak Yaratıcıyla bulunma
hâlidir. Yoksa maddî ve mânevî bütün davranışlarda Hakk’ı
anmamak, sorumsuzca bir davranış içinde yaşam sürdürmek değildir. Bu persektiften zikri değerlendiren sûfîler
zikri, âriflerin taamı, açlığı da, zâhidlerin yiyeceği olarak
değerlendirirler.255
Zikir kalpteki imanı kuvvetlendirir, kalbe mânevî hayat ve
neşe verir. O zaman ibadetler tatlı ve kolay olur. Kul taklitten
kurtulur. Balık için su ne ise, kalp için de zikir odur. Zikirsiz
kalp ölür. Kalbi ölü bir insandan hayırlı ve tatlı işler çıkmaz.
252 İbnü’l-Arabî,
Futühât, II, 168–169.
Âl-i İmran (tefsirinde), 35; Müslim, Müsâfirîn, 139.
254 Kuddûsî, Hazinetü’l- Esrâr, vr. 251b.
255 Aynı eser, 217b.
253 Buhârî,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Zikir, maddî olarak da, insanın sosyal oluşumu üzerinde
de önemli tesiri olan farklı bir taattır. Bu ibâdet, yeniden bir
mânevî oluş ve yepyeni bir hayata başlamaktır. Çünkü zikirde
ilk merhâle, beşerî “benlik” i unutmak, yalnızca her varlıkta,
nesnede, eşyada ilâhî tezâhür ve tecellîsi bulunan Yaratıcıyı
daima, yani her ân her mekânda bütün benliğiyle “Mutlak
Varlık”ı düşünmek, O’nun sıfatlarının tecellîsine mazhar olmaktır. Zikir devam ettikçe sâlik bu seyirden kendini yalnız
Allah ile beraber hisseder. Beşerî hataların, günahların terk
edildiği, kişinin bütün duyularının ilâhî aşk ile dolduğu durumdur. Mürîd o dereceye gelmiştir ki, artık tüm davranışlarının müşahede edildiği hissinden de kurtulmuştur. Kendi
zikrinde yok olarak öyle bir hâl kazanmıştır ki, nefse (benlik)
bir daha geri dönmez.256 Bu durum geleneksel benlikten evrensel benliğe geçiştir.257 O, Allah’ın tecellîsiyle sosyal bir varlık olmaktan öteye evrensel bir vasıf kazanmıştır. Artık bütün
insanları sevgi ve aşk ile kucaklayan, üstün karakter sahibi bir
kişi olmuştur.
2.2. Zikrin Sosyal Hayat Üzerindeki Etkileri
Zikir, bir ritüel olarak, sosyal açıdan insanlar arasında kaynaşmayı sağlayan bir hakikattir. Bu önemli etkinlik, Allah’ı hatırlamakla birlikte beraberinde birçok sosyal gerçeği insanların hayatı üzerinde gerçekleştirir. Örneğin zikir, birleştirici ve
kaynaştırıcı tesiriyle insanlar arasında bozulmuş olan ahlâkî
ve insanî ilişkilere karşı bir moral ve motivasyon sağlar. Bazı
sûfîlere göre zikir, kokuşmuş dünyaya tahammül edebilmektir. Zikir, insanın günlük yaşamında karşılaştığı güçlüklere ve
sorunlara en etkili çaredir. Modern çağda insanın içine düş-
256 Kuddûsî,
Hazinetü’l-Esrâr, vr. 217b.
Rıza Arasteh, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, çev. Bekir Demirkol- İbrahim Özdemir, Ankara, 2000, s. 85
257 A.
67
68
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
tüğü depresyon, sevgisizlik, mutsuzluk ve adaletsizlik gibi
olumsuz durumlara, kopan insan ilişkilerine, sosyal çözülme
ve huzursuzluğuna karşı tek etkili yoldur. Zikir aynı zamanda, insanın zamanını beyhude uğraşlarla geçirmesine engel olmakta ve enerjisini boşa harcamayı önlemektedir. Zikir, salike
hem kendi iç dünyasında hem de toplum içindeki ilişkilerinde
sağlam ve dayanışmaya dayalı bir rûh kazandırır. Zikreden
zikrettiği sözcüklerin taşıdığı ilâhî enerji ile varlığını tanır.
Zâkir, zikirle sonsuz bir zaman ve ebedi bir varoluş içinde
yaşar. Zikirle madde-rûh ilişkilerinin monoton ve günlük gerçekliğinden ve bireysel benlikten kurtulan sâlik, kişisel benliğini aşan ve kendisini bütünüyle kuşatan “Mutlak Varlık” la
mahrem bir ilişkiye girer. Sûfî, terbiye sürecinin, yani seyr u
sülûk merhaleleri olan zikir ve diğer hâl ve makamlarla karşılaşıp, onlarla yaşayınca sosyal ve psikolojik bir değişim ve
dönüşüm yaşar. Zâkir eski alışkanlık ve davranış kalıplarından sıyrılarak hayatına yeni bir pratik kazandırır. Zikir meclisindekilerle gerçekleştirilen temrinler ve riyâzetler kişideki
bu yeni uygulamayı daha sistematik bir şekle sokar. Tasavvuf
anlayışına göre, insanın gönül sarayında konuk olan Allah,
kişinin ilâhî yönünün ortaya çıkmasına sebep olur. Bu ilâhî
aydınlanmayı gerçekleştiren insan için, gönül kırmak, insana
ve diğer varlığa karşı kırıcı olmak, insana ve her tür varlığa
karşı gayri insanî ve gayri Allah’ı bir muamelede bulunmak
Allah’ın ilâhî irâdesine karşı işlenebilecek en büyük suçtur.
Allah’ı anmak neticesinde nûr ile aydınlanmasını tamamlayan
kişi, artık insana ve bütün eşyaya karşı merhametli ve şefkatli
davranmak moduna girmiştir. Bu da zikirle oluşan kalbî bilginin bir sonucudur. İnsan, gönül dünyasını Allah’ı anmakla
doldurursa ya da beslerse, onun için bütün varlığı sevmek ve
saymak, Allah’ı sevmek ve saymakla eşdeğerdir.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Sûfî, Allah’la bütünleşmenin ve hayatının her merhalesinde Allah ile var olmanın hakîkati gereğince bir hâl içindedir.
Davranışı, ahlâkını ve hâlını “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak”
düsturu doğrultusunda şekillendirmiştir. O, zikirle Allah’ı
“hatırlamak” görevini yerine getirmenin yanı sıra, Allah’ın
yaratmış olduğu bütün varlıkla birleşmeyi, bütünleşmeyi ve
kaynaşmayı gerçekleştirme vasfını da kazanmıştır. Artık o,
bireysel varlıktan evrensel varlık aşamasına geçmiştir. O, kazandığı bu birleştirici sosyal yönü dolayısıyla artık toplumum
çimentosu, yani kaynaştırıcı gücü olmuştur. O, zikirde almış
olduğu ilâhî feyizle toplumda yaşayan bütün bireylere ilâhî
aydınlanmanın projektörünü tutmaktadır. O, bireysel mutluluk ve huzûru tamamladığı için kendini artık toplumun
ya da insanların mutluluğu ve huzûru için feda etmektedir.
Zira o, sürekli zikirle, kendini- her ân özgürlük, fedâkârlık ve
cömertlik konusunda insanlara en iyisini Allah için yapmaya
hazır bir şekilde tutmaktadır. O, normal insanların fedakâlık
ve cömertlik özelliklerini de aşarak, Allah’ın zikirle tam bir hâl
yaşayan kâmil insan için öngördüğü “îsâr” anlayışıyla “Allah
erleri”nin en mükemmel ahlâkını yaşar. Yani Allahın yaratmış
olduğu varlık için kendini fedâ eden bir kişilik kazanmıştır. O,
artık kendi “beşerî benlik”ini aşıp “ilâhî benlik” ile insanlarla
bütünleşmiştir.
Zikirden sonra mürîd mânevî olgunlaşmanın, doyumun
en üst noktasındadır. Zikir sadece onların kalplerini, bazı
mânevî duygularını rahmet ve nûrla doyuma ulaştırmamaktadır. Sâlik her ân bu hâli yaşadığından dolayı bütün varlığıyla mutmain olur ve her zerresi rahmet ve nûra gark olduktan
sonra bir ayna gibi bu ilâhî vergileri diğer insan ve varlığa da
yansıtır. Allah zikriyle doyuma ulaşan sûfîlerin ortaya koyduğu duygu, tarif edilemez bir aşamaya gelmiştir; zikirle birlikte
onlar, artık mâsivâ/maddenin boyunduruğundan tamamen
69
70
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
kurtuluş bulmuş, yaşamının her yönüne ilâhî hâkimiyet sahip olmuştur. Zikir onlar için, huzûr ve mânevî atmosferde
hayat sürmektir. Onlar, zikirle sadece Allah’ı anmakta, Allah,
onların hayatlarının her ânına her merhalesine dâhil olmuş ve
yalnızca O’nunla yaşamaktadırlar. Onlar için günün bereketi,
verimi zikirle başlar ve biter. Gecenin rahmeti onları, zikirle
diğer günün faaliyetine hazırlamaktadır. Onlar, zikirle toplumsal birlikteliğin ve kardeşliğin en güzel örneklerini vermektedirler. Onlar, renksizliğin bembeyaz sayfasıyla kendilerine gelen farklı renklerdeki insanları, kendi “renksiz potalarında” eriterek, insanları “Mutlak Bir” in aydınlığına çıkarma
mücadelesini verirler. Onlar, zikirle paylaşmanın, karşılıksız
yardım etmenin bilincini göstermektedirler.258
Zikir, insana Allah’ın mekânlarının/cennetlerinin kapılarını açar. Allah’ı çokça zikreden mümin erkek ve kadınlara
Allah mağfiret/bağış ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. Bu
mükâfat cennet/nimetler ve Allah’ın nûr cemâlidir. Zikir, yani
sürekli Allah ile yaşamanın hâli insana öyle bir haz, lezzet vermektedir ki, ahirette bu ilâhî yaşamının hazını tadan, dünya
hayatında her nefesin Allah için harcanmadığına hayıflanır.
Mü’minin bu hâlini Muaz bin Cebel şöyle ifade eder: “Cennet
ehlinin tek bir hasreti (pişmanlığı) vardır. O da, Allah’ı zikretmeksizin geçirdikleri vakitlerdir.”
Ebu Süleyman Dârânî ise zikrin fazileti hakkında şöyle demektedir:
‘’Cennette bir ova var, kul Allah’ı zikre başladı mı melekler bu sahaya ağaç dikmeye başlarlar. Bazen meleklerden biri
ağaç dikme işine ara verir. Neden duruyorsun? Diye sorulunca, ‘namına ağaç diktiğim şahıs zikre ara verdi, (fütur getirdi)
de ondan, diye cevap verirler. ’’
258 Tenik,
agm, ss. 108-110.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
İşte onun içindir ki, zikir sahibinin zikirle aşamayacağı hiçbir engel yoktur. Hakiki müslümanlar zikir ve duâ sayesinde
nice engelleri aşmışlardır. Sûfîler, imanını görmenin imanın
tadını bulmanın ancak iman sahibinin zikre verdiği değerle olacağını hakke’l-yakîn bilmişlerdir. Eğer bir gönülde, bir
kalbte zikir varsa diridir, diri gibi her şeyi hakkıyla bilir, kalp
gafil zikir yoksa ölü gibidir, çok şeyden haberi yoktur, hakikatleri göremez.
Bazı sûfîlerde bu hususta şöyle demişlerdir: ‘’Kalp, Allah’ın
zikrini yaptığı zaman, bütün vücut da onunla zikir yapar, kalp
ölmüşse vücud ölüdür.‘’
2.3. Zikrin Kuşatıcılığı
Zikir vuslat (Kavuşma) yoludur. Zikir, kulu yüce Yaratıcısına yaklaştıran, kavuşturan ritüellerin başında gelmektedir. Zikir insanın marifetini ve muhabbetini artırır, manevi
derecesini yükseltir. İhlasla yapılan zikir kul ile rabbi arasındaki bütün perdeleri kaldırır, engelleri aştırır. Resulullah
Efendimiz(s.a.v)’in belirttiği gibi, zikirdeki bu özellik hiçbir
amelde yoktur.
Sûfî zikirle sonsuz bir zaman ve ebedî bir varlık içerisinde
yaşar. Sûfî, yolculuğun, yani seyr u sülûk merhâlesi olan zikir ve diğer sûfî terbiye metotları ile beraber başlangıçta kişi,
sosyal ve psikolojik bir değişim yaşar. Mürîd eski alışkanlık
ve davranış kalıplarından sıyrılarak hayatına yeni bir pratik
kazandırır.259 Cemaatla birlikte gerçekleştirilen temrinler ve
riyâzetler kişideki bu yeni uygulamayı daha sistematik bir
şekle sokar. Sûfî düşünceye göre, insanın kalbinde konaklayan Allah, kişinin ilahî yönünün ortaya çıkmasına sebep olur.
Gönül kırmak, kırıcı olmak, insanlara karşı gayri insanî mua-
259 Kuddûsî,
Hazinetü’l-Esrâr, vr. 218a.
71
72
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
melede bulunmak, Allah’a karşı işlenebilecek en büyük suçtur.
İnsanlara karşı merhametli ve şefkatli olmak, kalbi ma’rifet/
bilginin bir neticesidir. Mürîd, kalbini Allah’ı anmakla beslerse, onun için insanı sevmek ve saymak, Allah’ı sevmenin ve
saymanın aynısıdır.260
İşte âşık sûfînin sosyal yaşamı üzerinde etkili olan zikir ritüeli bağlamında nasıl hareket edeceğini, kimlerle, hangi ortamlarda bulunacağını ve günü gününe neler yapabileceğini
açık bir şekilde ortaya koymalıdır.
Sûfî, zikrinde kendini Allah’da yok edecek/kaybedecek şekilde ve bütün yeteneklerini o yöne kanalize ederek, O’nda
yoğunlaşır. Bu yoğunlaşma sonucunda, Yaratıcı hem maddî,
hem de mânevî ihsânını zâkir kuluna yöneltir. Çünkü sâlik
için zikir, Allah ile beraberliğin tam anlamda gerçekleştiği,
Allah’tan gafil kalınmadığı ve ağyâra takılmadığı, bunlardan
uzak durulmaya çalışıldığı bir ân ve hâldir.
Zikir devam ettikçe sâlik, bu seyirden kendini yalnız Allah
ile beraber hisseder. Beşerî hataların, günahların terk edildiği, kişinin bütün duyularının ilahî aşk ile dolduğu durumdur.
Mürîd o dereceye gelmiştir ki, artık tüm davranışlarının müşahede edildiği hissinden de kurtulmuştur. Kendi zikrinde yok
olarak öyle bir hâl kazanmıştır ki, nefse/benlik bir daha eski,
pürselenmiş hayata geri dönmez. Bu hâl, geleneksel benlikten
evrensel benliğe geçiştir.261 O, Allah’ın tecellîsiyle sosyal bir
varlık olmaktan öteye evresel bir vasıf kazanmıştır. Artık bütün insanları sevgi ve aşk ile kucaklayan, üstün karakter sahibi
bir kişi olmuştur.
Sûfî, bütün benliğinde zikredileni hazır ve nâzır etmedikçe zikir moduna girmesi mümkün değildir. Zira Allah,”Ben,
260 Aynı
261
eser, 218b.
A. Rıza Arasteh, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, çev. Bekir Demirkol- İbrahim Özdemir, Ankara, 2000, s. 85
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Beni zikreden kulumun meclis arkadaşıyım.”262 İşte bu anış, insani
karanlıklardan aydınlığa çıkaran ilâhî rahmetin gönüllerden
tene/bedene akışı ve o teni bir bütün olarak Allah’a amade
kılmaktadır. Eğer zâkir zikrettiği Varlık ile bütünleşip zikirde
himmetini toplarsa, Allah her mekânda onunla olur.
Allah, zâkirlerin bâtınlarında o ilâhî kudretini müşâhede
ettirdiği, âfakta ve nefislerinde âyetlerini gösterdiği zaman,
işte o vakit onlara her şeyin Hakk olduğu gerçeği görünür.
Allah, onları Kur’ân’la muhakkîk, yani bilen, anlayan ve yaşayan yaparak Furkân’ı verir. Sâliklerin varlığı zikir üzerine
bina edilmiştir. Onlar zikirsiz/Hakk’sız hiçbir işe başlamazlar.
Zikir, her şeyin süsüdür. Zikirle hayat bulanların ağızlarından
hep güzel kelimeler dökülür ve “Bu sözler âmellerde olduğu
gibi hemen Allah’a yükselir.”263
Sûfîlerin dil ile başlayan zikri, zikir meclislerde, ritimli bir
şekilde söz ve hareketlerle yerine getirilir. Bunların hepsi, sadece âşık ile Mâ’şuk arasındaki tam bütünleşme hâlinin oluşumunu sağlamak için yapılan ön hazırlıklardır. Zâkir, Allah’ın
ismini önce diliyle, sonra dil ve kalbiyle daha sonra da, sadece
kalbiyle yaşamaya geçer; çünkü artık sözcük yoktur ki tekrar
olsun, yalnızca O’nun dost meclisinde mağlup olarak, kendi
varlığından fânî olmuştur. Bu aşamada, o dost meclisinde dilekler yerine gelir. O, tüm yüceliğiyle dostlarına sırların kapısını açar. Bu hâl çakan şimşekler gibi gelip-gidecektir. İnsan bu
hâlin ne kadar sürdüğünü bilemez ve insana normal hayatta
tadamayacağı bir haz verir. Bu zikir meclislerinde bulunmakla
Allah’ın insana baş gözüyle/öküzgözü görünmeyen yardımcı kuvvetleri devreye girer. Hızır (as) ve İlyas (as)’da olduğu
gibi, darda kalan insanlara yardıma gelmeleri, onların zikirle
262 Beyhakî,
263 Bk.
Şuabu’l-îmân, 680.
Fâtır, 35/10.
73
74
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Allah’ın dostluğunu kazanıp, Allah’la meclis arkadaşı olmalarından dolayıdır. Çünkü Allah, peygamberlerine ve velilerine/
dostlarına açtığı kapıyı zâkir kullarına da açar. Sûfîlerin hedefledikleri bu zikir, “fenâ”ya giden yoldur. Allah’ı hakkıyla
zikreden kimse, zikir/O’nu sürekli anma dışında kalan hiçbir
şeye aldırış etmez. İlâhî hukuka bütün şartlarda riâyet eder
ve zikir onun için bütün kayıpların telafisi için yeterli bir kaynaktır264.
Sûfîler, yer ve göklerdeki bütün mahlûkların zikir ile
Hakk’a yaklaştığını vurgularlar. Onlara göre, melekleri “arş-ı
Rahmâna” yükselten, onların Hakk’a olan zikirleridir. Onlar,
Hakk’ın komşusu ve sohbet arkadaşı olduklarını gösterdiklerinde ve gönülleri Allah’tan başka her şeyden ilgiyi kesince, yani her şeyde ve her yerde Allah’ı görmeye başladıklarını ve Allah’la dil ötesi bir konuşmaya ve madde ötesi bir
müşâhedeye ulaştıklarını ifade etmeye çalışırlar. Bu da şu şekilde gerçekleşir; insan ne kadar bilge olursa olsun, kendi çabasıyla doğruya, hakikate ve asıl iyiliğe ulaşamaz. Onun için
özgür bir varlık olmak, insanın kendi doğasında varolan ilâhî
güçle sağlanabilir.265 İnsan ilâhî gücün inayetine ulaşmadığı
sürece, irâdenin iyiye yönelmesiyle aynı anlama gelen özgürlüğe kavuşamaz. Ruhun özgürleşmesi ancak insanın kendini
her yönüyle gerçekleştirebilecek yolla mümkün olur. Gerçek
insanın gerçekleşmesi de Allah’la her halükârda birlikte olmakla olur. Bu birliktelik O’nu anmak/zikr etmektir.
Allah, kendisini daima anan sâliki hem sever hem insanlara
sevdirir. Zira “ Allah, kendini zikreden/anan topluluğu meleklerle
kuşatır, rahmetle çevreler ve onların üzerine ilâhî muştu ve huzur
iner. Allah böyle bir topluluğu yüce katındaki varlıklarla anar.”266
264 Kuşeyrî,
Risâle, s.101.
The City of God, çev. H. Bettenson, Penguin Books 1972, s. 420.
266 Tirmizî, Duâ, 7.
265 Augustinus,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Sâlik için, “İman, Allah ve Resûlün onun için her şeyden daha
değerli olması ve sürekli onun hatırında olması gerekir.”267
Sûfîler, zikir olmazsa, Allah ile kul arasında sevgi bağı
oluşmasının mümkün olamayacağı görüşündedirler. Sevgi
sayesinde Allah şükredilerek kalp huzura kavuşur. Kur’ân-ı
Kerim’de bu huzuru, “Allah anıldığı zaman yürekleri oynar ve
üzerlerine O’nun âyetleri okunduğunda imanlarını arttırır”268 şeklinde açıklamaktadır. Zira sûfîlik yolunda hakîkatler yalnızca âşk ile elde edilir. Şayet aşk ile gerçek anlamda Allah’ı anmak istiyorsanız, O’nun emirlerini yerine getirerek ve O’nu
devamlı hatırınızda tutarak kulluğunuzu gerçekleştirmelisiniz. Kişi ancak birini, ona olan sevgisi derinleştikçe daha iyi
anlayabilir.269 Âşıkın Mâ’şukuna kavuşması için onun sevgisiyle yok olması ne kadar gerekli ise, kulun da Allah’a vuslatı
için O’nun sevgisinde fanî olması en az o kadar gereklidir.270
Zikir, zikredilenden başka her şeyi unutmaktır. Yani Allah’tan
gayri bütün mâsîvayı kendi benliğinden atmaktır. Zikir, âşk
yolunun ilk adımıdır; çünkü biri, diğer birini severse, sürekli
sevdiği ile beraber olmak ve onu anmak ister. İşte Allah’ın her
nesneyi sevgi üzerine yarattığı için Allah’tan gelen sevgiyle
her varlık Allah’ı sever. Sevmenin en büyük emâresi de, sevenin sevdiğini lisan ve hâl diliyle anmasıdır. Bu anış neticesinde Allah aşkıyla dolu olan kalp her an zikrin yuvası olur ve
gerçek mutluluğa kavuşur. Allah bunu şu şekilde izah eder:
“Uyanık olun ki kalpler, Allah’ın zikriyle mutmain olur.”271
Allah’ı anmak, yaratılan varlıklar arsında sadece insana
özel bir ritüel değildir. Zira her varlık sınıfı, kendi bulunduğu
267 Bk.
Neseî, îmân, 2.
8/2.
269 Suzregelman, İnâyet Han, Fernandez, Jung Psikolojisi ve Tasavvuf, İstanbul,
1994, s. 31
270 Gazâlî, age., c.І, s. 428
271 Ra’d, 13/28.
268 Enfal,
75
76
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
evren içinde Allah’ı bilir ve O’nu konuşur, bütünleşir, içselleştirir. O varlık evreninde, o varlığın kendi cinsinde bir uyarıcısı/resûlü vardır. Bu nesne toplulukları, emr olundukları şey
üzerine her dem her zaman Allah’a ibadet ve itaat ederler. Yaratıcıya karşı kötü eylemlerinden dolayı da, insanı ayıplarlar,
kınarlar ve öfkelenerek eziyette bulunurlar.272
2.4. Zikrin Faydaları
Zikir kötülüklere karşı en sağlam bir kaledir, insanı haramlardan kurtarır. Zikirle meşgul olan bir kalp ve dil, gıybet,
yalan, laf taşıma, fitne yayma gibi haram ve boş işlere vakit
bulamaz. Bir çeşit ibadet, hizmet ve zikir ile meşgul olmayan
kimsenin boş işlerden korunması mümkün değildir. Kalbe
gelen günah arzularını zikirle söndürme ve hayra yönlendirme imkânı vardır. Zikir ile desteklenen kalp iyiyi, kötüyü fark
eder.
Zâkirlerin mutluluğu günlerine ve gecelerine yansır. Onlar için geceler, Kur’an’ın ilk indiği, Allah’ın kullarına en fazla
yaklaştığı anlardır. Âşık ile Mâ’şukun en yakınlaştığı gecenin
sevinci, tıpkı otuz günlük nefis mücadelesi sonunda, Ramazan ayının bitimiyle bayram eden mü’minler duyduğu mutluluk gibidir.273
Zikir, kalbin açılmasına, genişlemesine ve devrim geçirmesine neden olur274. Bu devrimin gerçekleşmesi için de, sevgi
lazımdır. Kişi sevdiğini sürekli anmalı ve hatırında tutmalıdır.
Eğer kişi sevdiğini anmazsa, bu kez gam ve kasvet onu psikolojik sorunlarla baş başa bırakır.
Âşık sûfî’nin temel gıdası zikirdir. Zikir, zikredenin elinden tutup, Hakk’a kavuşturan, en yücelere yükseltip, rûhunu
272 Kuddûsî,
Hazinetü’l-Esrâr, vr. 259b.
Dîvân, s.186.
274 Aynı eser, s.29.
273 Kuddûsî,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
aslına döndüren en önemli âmellerden birisidir. Sûfîlere göre,
Mâ’şukuna kavuşmak isteyen sâlik, gece-gündüz sürekli zikirle hemhâl olmalıdır. Zikir, Allah’ı hatırlama olduğu için,
sûfî kendini devamlı mâsîvaya karşı uyanık tutar. Mâ’şuk ile
ünsiyet, ancak O’nu sürekli anmakla gerçekleşir. İlâhî aşkın
şarabıyla kendinden geçen sâlik, insanların; “dîvâne, mecnun,
deli” sözlerini kulak ardı ederek zikrini yerine getirmelidir.
Çünkü sûfî bu aşkla derya gibi coşarak, bülbülün devamlı ötmesi (zikr etmesi) gibi, Rabbini anmalıdır. Eğer âşık, bülbülün
Allah’ı andığı kadar zikirden mahrumsa, aşkın lezzetine varamamış demektir. Allah, hatırlama konusunda sadece bülbülün zikirde devamlılığı yanında diğer bütün varlıklarda (nesneler), bir ân bile O’nu zikretmekten uzak/beri değildir275.
Allah’ı anmakla bütünleşen sûfî için artık zikir, gönlün
eğlencesi olmuştur. Sûfînin zevk aldığı âmel, sürekli Allah’ı
arzulamasıdır ve bu arzunun oluşması için de, devamlı O’nu
anmak gerekir.
Sûfîler, aşk oltasına takılan bütün insanlar, gizli ve âşikâr
olarak, Allah’ı her ân anar görüşündedir. Zikirde devamlılık
sûfî için en büyük sermayedir. Bu sermaye insanı Allah’ın veli
kulları arasında katar. Kimi bu zikri açık olarak yerine getirir,
kimi de gizli olarak yapar.
Eğer sûfî için tek gaye Allah ise, zikri sürekli çoğaltmalıdır.
Allah’ın zâkir kullarına bu konuda müjdesi, onlarla sürekli
aynı meclisde beraber bulunmasıdır. Sûfî, zikir ile mezkûruna
kavuşabilir. Sûfîlerin bazıları, zikir için abdestin de şart olmadığını söylerler, onlara göre, sûfî ister abdestli ister abdestsiz
olsun, sürekli zikretmelidir. İnsanların bu konuda tenkitlerini
de göz önünde bulundurmamalıdır.276
275 Kuddûsî,
276
Dîvân, s. 49–50.
Tenik, age., s. 257.
77
78
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Bazı mutasavvıflar, günlük olarak sâlikin yerine getirmesi gereken asgari bazı zikir lafızlarını tavsiye etmektedir. Örneğin bir sûfî günde en az on kere Hz. Peygamber (s.)’e sâlat
okumalı, günde yüz defa da istiğfar etmelidir. Bunlar sürekli
yapılacak olan virdlerdir.
Bazı sûfîler de, en faziletli zikrin “hû” lafzıyla yapılan zikir
olduğunu ifade etmişlerdir. Çünkü bu lafzın içinde herhangi
bir istek, talep bulunmamaktadır. Bu da sâlikin Allah’tan hiçbir şey istemediği bir övgü ile Allah’ı anmasıdır. Zira insan,
fakr ehli ve muhtaç bir varlıktır. Fakir ve muhtaç olan insan,
hizmette bulunduğu zata, istek ve arzuda bulunmaya uygun
bir edeple hitap ettiğinde, bu isteğe karşılık verilir. Örneğin
muhtaç biri varlıklı birine “ey kerim” dediğinde “ikramda bulun” demek istemektedir. Onun için bu tür zikirler, bir istekte
bulunma anlamına gelmektedir. Fakat insan “ya hû” dediğinde bunun manası, sadece anmaktır. Bu sebeple “hû” en büyük
zikirdir.277
Sûfîlerin bir kesimi zikre o kadar önem verir ki, kendilerini
mânevî yolla bütün insanlara zikir yapmaları için izin vermeye yetkili görür. Sûfîler, zikrin en anlamlısının bir mürşidin
terbiyesi altında yapılan zikir olduğunu,278 fakat insanların
bahaneler arkasına saklanmamaları için de isteyen kişinin zikri mürşidsiz yerine getirebileceğini ifade ederler. Bu anlayış
sûfîlerin tarîkat ve mürşid konularında ısrarlı ve bağnaz olmadığını göstermektedir.279
Sûfîler, zikir konusunda verdikleri icâzetin (iznin) mecâzi
olmadığını, bunu ilâhî bir işaretle verdiklerini belirtirler. Bunu
277 Razî,
age., I, 151
dönem sûfilerinden Esâd Erbilî, zikri ve mürşidin muhabbetini ilaç gibi
görür ve zikrin hangi hastalığa ne kadar kullanılması gerektiğine mürşidin
karar vermesinin önemli olduğunun ve ölçü konusundaki hassasiyetin ehemmiyetine dikkat çeker. Eribli, Mektûbât, s. 70.
279 Bk. Tenik, age., 254.
278 Son
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
da, Hz. Peygamber(s.)’in; “hangi varlık olursa olsun, isterse taş
olsun herkese iyilikle ve hüsn-i zan ile yaklaşın, bir gün o taşın
ummadık bir faydasını bulursunuz. O taş belki de size yol kılavuzluğu yapacaktır.” bu anlayışla hareket eden sûfîler, insanların kurtuluşu, Rabblerini tanımaları ve O’na vasıl olmaları için
zikri tavsiye ederler. Eğer insanlarda bu verilen izinle hareket
edip hüsn-i zan ile bunu yerine getirirlerse, Allah da onları irfân
ehlinden olmak arzu ve isteklerinden mahrum bırakmaz.
Zikir, bir sûfî için hayatın özü, cevheridir. Yani nefes alışverişidir. Eğer bu süreçte tevhîd zikri de sâlik tarafından yerine getirilirse, Allah o sûfî’nin gönül dünyasına oluk oluk feyz
akıtır. Artık o gönül, ağyara (Allah’tan başkasına) kapalı hâle
gelmiş demektir. Şeytan denilen varlığın esamesi artık orada
anılmayacak demektir. Ve samimi kişi (mü’min), hiçbir mazeretin arkasına saklanmadan, bir dem/ân olsa dahi Rabbini
anmaktan gafil/uzak kalması söz konusu olmayacaktır.
Zikir, özenle belirlenmiş bir disiplinle, insanların içlerinde
yoğunlaşan ilâhî vuslat duygusu, onların aşkın varlığı hissetmelerine (Allah’la yaşamalarına) yardımcı olma hâlidir.
Sûfî, bir âşık olarak, bülbül gibi sürekli Mâ’şuk’u zikretmek ister. Onun için Allah’ı zikretmeden geçen her ân hebâ
olmuştur. Ve Allah’ı anamamanın pişmanlığı yüreğini dağlamaktadır. Âşık mü’min, bir ân bile Allah’ı hatırından çıkarmamalıdır. O, gönlündeki kirlerin ancak Allah’ı zat, sıfat ve isimleriyle zikrederek temizlenebileceğini bilir ve bundan dolayı
da, âşık sûfî gözünde zikir yaşam en hayatî gıdasıdır.
Zikirde önemli olan kulun devamlı olarak Yaratıcısı ile birlikte olmasıdır. Bu birliktelik de ancak, O’nu daima hatırda tutmak ile gerçekleşir. Zikir, âşık kulu en kısa ve kestirme yoldan
Allah’a kavuşturmanın aracıdır. Kul sürekli Allah’ı anmaktan
verdiği feyiz ve mânevî destekle tez elden Mâ’şuk’una kavu-
79
80
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
şur280. Zikir, âşık ile Mâ’şuk/Allah ile kul arasındaki mesafeyi kolaylaştırır ve yakınlaştırır. Bu da Allah’ın “Ey inananlar!
Allah’ı çokça zikredinîz”281 emrini yerine getirmekle gerçekleşebilir. Allah zikirdeki dostluğu “Ben, beni zikredenin yanında oturan
dostuyum282” şeklinde açıklar. Çünkü kişi ancak devamlı olarak
sevdiğini diliyle, gönlüyle hatırlayarak dostluğunu gösterebilir.
Hz. Peygamber (s.) zikri, sadakaların en büyüğü283 amellerin en hayırlısı, insanı Allah’ın yanında en sevimli kul hâline
getireni, kişi için Allah uğrunda harcanan en güzel metadan
daha iyi bir ibâdet olduğunu vurgular.284 Zikrin büyüklüğü
ve yüceliği âyette ifade edildiği gibi, “Muhakkak ki, Allah’ı zikretmek en büyüktür”285 şeklindedir.
Allah’ı anmanın, devamlı hatırda tutmanın, bütün uzuvlarla yaşayan kişinin durumu ile Allah’ı hayatında yaşamayanın, günlük meşgûliyetlerden dolayı O’nu unutup hatırlamayan kişinin hâli, “...Rabbini zikreden ile zikretmeyenin durumu, diri ile ölünün durumu gibidir.”286 gerçeğinde anlamını
bulmaktadır.
Âşık hayatı boyunca Allah’ı bir an bile hatırından çıkarmayan, günlük yaşamının koşuşturmaları kendisini Allah’ı
anmaktan alıkoymayan, Allah’ı bütün bedeniyle yaşayan, iyilik yaparken onları kullanan, kötülüğe meylederken, onlar
tarafından ikaz edilen kişidir. Sûfînin hayatı Allah ile öyle bütünleştirmiştir ki, diğer insanların aklı ve hafızaları tarafından
garipsenir. Bir yerde diğerleri tarafında “mecnûn” diye tanım-
280 Kuddûsî,
Hazinetü’l-Esrar, vr. 217b.
33/41.
282 Keşfü’l-Hafâ, I, 232.
283 Terğîb, II, 400; Kenzû’l-Ummâl, h.no: 1804.
284 İbn Mânce, Edeb, 53. Tirmizi, Da’avât, 6. Malik, Muvatta, Kur’an.
285 Ankebût, 29/45.
286 Buhâri, Da’avât, 66; Mislim, Müsâfirîn, 221.
281 Ahzab,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
lanabilir. Çünkü bu hâl konusunda Hz. Peygamber (s.) şu ifadeyi kullanır. “Allah’ı, o kadar çok zikredin ki, tâ ki size mecnûn/
deli desinler”287.
Mutasavvıflara göre, kişinin değeri, Allah’ı zikretmekle ölçülmektedir. Yani insanı ne yemesi, ne içmesi, içinde bulunduğu sosyal sınıf, mevki ve makamı kendisini güçlü ve farklı
göstermez. Onu güçlü kılan, ona insanlık sıfatını kazandıran,
Allah’ı hayatında anmak/zikretmek derecesine bağlıdır.
Bir sâlik için, sûfîlik yolunda en büyük eksiklik, ahde
vefâ göstermemek ve zikri terk etmektir.288 Âşık sûfîlerin en
belirgin özelliği ise zikirdir. Eğer kişi, Allah’ı zikretmiyorsa ve zikrullâhın tadını almıyorsa, o kişinin Allah’ı sevdiğini iddia etmesi mümkün değildir. Aynı şekilde, insanın hem
zikrullâhın tadına varması hem de Allah’tan gayrisiyle meşgûl
olması mümkün değildir.
Sûfîler, Allah’ı devamlı görüyormuşçasına ve O’nu elleri
arasında tutuyomuşçasına zikretmeyi, yani “zikr-i batının”
Allah’ı isimleriyle zikr etmekten “zikr-i zâhir”den daha muteber olduğunu belirtmektedir289.
Zikirden uzak kalmak sûfîde kalbin ölümüne neden olur.
Kalb, sûfî için hayatın kaynağıdır. Eğer kişi gafil zenginlerle
olan sohbetini, Allah için zikreden fakirlerin sohbetine tercih
ederse, Allah da o kimsenin kalbini öldürür290.
Ritüel etkinlik olarak zikir meclisleri “Allah’ı hatırlama”
vesilesi yanında birleştirici kaynaştırıcı ve sosyal yönüyle birçok görev üslenmektedir. Üyelerinin arasında bireysel ve toplumsal etkileşimin sağlandığı ortamlardır
287 İbn-i Adî, Ebu Ahmed Abdullah, el-Kâmil fi Duafâi’r-Ricâl, Beyrut, 1988, Daru’l-
Fil.
288 Kuddûsî,
Hazinetü’l-Esrar, vr. 220b
eser, vr. 257a
290 Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, I, 286.
289 Aynı
81
82
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Muhabbet, tevhîd ve ihlâs sahibini tamamıyla kuşattığı zaman zikir yapılan bütün ameller, ancak ve ancak Allah’ı hatırlamak, O’nu unutmamak ve O’ndan başkasına meyletmemek
için bir vasıta olduğunu göstermektedir.291
Sûfîler için zikrin diğer ibâdetlere üstünlüğü belirgin bir şekilde açık ve nettir. Zira namaz ile zikir kıyaslandığında zikrin
büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Namaz her ne kadar ibâdetlerin
en şereflisi olarak düşünülüyorsa da, bazı özel vakitlerde namaz kılmaz câiz değildir; çünkü namazda yasaklanan bazı durumlar, zikir esnasında yasaklanmamaktadır. Örneğin, Allah,
Kur’an’da insanlardan kendisini anmasını isterken herhangi bir
mekân, zaman ve özel bir hazırlık şartı ileri sürmemektedir. İnsanlardan iki durum dışında devamlı olarak Kendisini anmasını, her mekân ve zamanda, abdestli, abdestsiz, yatarak, oturarak
veya yürüyüş esnasında devamlı insanların Kendisiyle beraber
olmasını emretmektedir. Ona göre, zikrin önem ve sıcaklığını
ancak gafletin korkunçluğunu hisseden kişi anlayabilir. Hiçbir
kaydı ve şartı olmayan yegâne ibâdettir. Yapılan zikrin cehrî
ve hafi olması konusunda ise, kendisinde fark hâli galip gelen
kimse için cehrî zikir, kendisinden cem’ hâlinin galip geldiği
kimsenin de, hafi zikir yapması daha faydalıdır292.
Allah, “Ey inananlar! Allah’ı çok zikredinîz”293 âyetiyle, kullarına sınırsız zikretmeyi emretmektedir. Yani gece-gündüz,
karada-denizde, yolculukta-ikamette, zenginlik-fakirlikte,
hastalıkta-sıhhatte, gizli-açık ve her hâlükârda zikr etmelerini
istemiştir294. Kısacası, mürîdin seyrinde güçlüklerle karşılaşınca düşmanı bertaraf etmek için kılıç gibi sallayacak tek si-
291 Kuddûsî,
Hazinetü’l-Esrâr, vr. 223a.
Hazinetü’l-Esrar, vr. 219a.
293 Ahzab, 33/41.
294 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 223a.
292 Kuddûsî,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
lahı zikirdir.295 Zikir, kimi zaman taşlaşmış olan kalpleri kırıp
tuzla-buz eden demir bir balyozdur. Kimi zaman, en şefkatli, merhametli ve sevgi dolu bir yürekle Yaratandan dolayı
bütün varlık karşısında boyun büküklüktür. Zikir, sûfîlerin
kalplerinin fırçasıdır. Zâkir için Allah, kalbinin besisidir. O
gıdayı da, zikir sayesinde kazanmıştır. Zikir, kalplerin gıdası yanında aynı zamanda Allah’a giden yolda en önemli sütundur. 296 Zikir, onlar için afetlerin def’i, belâların ortadan
kaldırılması,297 zâkirin içinde gülerek, eğlenerek dolaştıkları
cennet bahçesidir. Sözün özü; O’nu anmadan, O’nu yâd etmeden hiç kimse huzûra eremez. Zikir, Allah aşkı için kalpten mâsivayı süpürür, tertemiz hâle getirir. Kalbini şeytanın
saldırılarından korumak isteyen birine yardım edebilecek tek
şey, zikirdir.
Allah’ın kullarından yapmasını istediği her emrin belli bir
ölçüsü ve sınırı vardır. Fakat yukarıdaki âyette olduğu gibi
zikrin belli bir ölçüsü yoktur. Yani Allah zikir ibâdeti için kendisinden yana bir sınır koymamıştır. Şunu diyebiliriz ki, her
insan aklına mağlup olmayana kadar zikretmeyi bırakmamalıdır. Onunla yaşamalıdır. Bir sûfî için zikri terk etmek, Allah’ı
unutmak ve O’nu terk etmek gibidir. Onun için zikir, Allah’a
giden yolların en yakınıdır. Zikir velâyetin fermanıdır. Zikirsiz kimse, Hakk’dan uzak kalmış kimsesiz bir kişidir.298
Kuşeyrî (ö. 1072), bu konuda sanki birçok mutasavvıfa öncülük etmektedir. Ona göre zikir, velâyetin adresi, vuslatın durakları, mürîdliğin tahkikidir. Onun için zikirden başka övüle-
295 Kuşeyrî,
age, s.37.
Kayyım, age., ІІ, s. 331; Schammel,A., Tasavvufun Boyutları, çev. Ender Gürol, İstanbul, 1982, s. 151; Necmüddin Kübra, Tasavvufî Hayat, haz. Mustafa
Kara, İstanbul, 1980, s. 79.
297 Kuşeyrî, age., s. 221.
298 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 217b.
296 İbn
83
84
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
cek bir haslet yoktur. Övülecek bütün özellikler zikre dayanır.
Bundan dolayı zikri övmenin sayısız faziletleri vardır.299
Hz. peygamber (s.)’den gelen bir rivâyette: “Ey Âdemoğlu!
Beni zikrettiğin zaman bana şükretmiş, beni unuttuğun zaman ise
bana küfretmiş (nankörlük etmiş) olursun300” buyrulmaktadır.
Bazı sûfîler, Allah ve Peygamber (s.)’i zikre verdikleri değerle zikri, tefekkürden (düşünmeden) daha önemli bir konuma yükseltmişlerdir düşüncesini taşımaktadırlar.301. Allah’ın:
“Siz beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim”302 emri ile Hz. Peygamber (s)’in “Amellerin en hayırlısı zikrullahtır303” sözü buna
en iyi örnek gösterilebilir.304
Zikrin kul/sûfî üzerindeki kuşatıcılığı çok önemlidir. Eğer
Allah’ı anma bilinci kula galip gelirse, Allah ile kul arasında
muhabbet, aşk oluşur.305
Bazı sûfîler zikri üç şekilde ele alırlar: Lisanla zikir, kalbi
zikir ve rûhî zikir. Lisan zikri, alışkanlık hâline gelen, sûfî olmayan kişilerin (avamın) yapmış olduğu zikirdir. Bu zikrin
insana hiçbir faydası olmadığı gibi zarar verir. Kalbi zikir,
ibâdet amacıyla yapılan zikirdir. Sûfîlerde havâss denilen,
Allah dostlarının yaptığı zikirdir. Kişi bu anmayla, Allah’ın
hoşnutluğunu kazanır. Ruhla yapılan zikir, kişinin bütün organ ve azalarıyla yaptığı zikirdir. Bu ma’rifet ve aşk bilinciyle
yapılan anmadır. Bu zikrin Allah yanındaki değerini tanımlamak imkânsızdır. Zira sûfîlerin bu devamlı olarak hatırlama
hâlı, yaşamak için beslenmek kadar gerekli bir ameldir, çünkü
bu seçkin/havvâsü’l-havâssınların her anını Allah’ı anmak ve
299 Kuşeyrî,
Risâle, s. 221.
III, 343.
301 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, s.131.
302 Bakara, 2/152.
303 İbn Mâce, Edeb, 53.
304 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 260a.
305 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 231a.
300 Tergâib,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
onunla beraber geçirdikleri rûhî zikirdir306. Bu zikir türü kuşatıcı bir zikirdir. Bu zikirde mâsîvayı benlikten tamamen saf
dışı bırakarak Allah’ı anmak vardır. Bu teslimiyetle sûfî zikr
etme şuurunu yakalarsa, Allah’ta onu her türlü olumsuzluktan korur.
Dekkâk (ö. 1014)’a göre, mürîdlerin sülûk konusunda başvurdukları en açık ve en sahih yol zikirdir, çünkü kişi Allah’a
ancak, zikre devam etmek sûretiyle vasıl olur307. Sûfî için zikir,
Allah’a olan bağlılığın işareti, kötülüklerden kurtuluş, şeytani/nefsânî arzulardan koruyuculuk görevi yapan bir kaledir.
Bundan dolayı sûfîler, önceki/geçmiş sûfîlerin görüşlerine de
başvurarak cehrî zikrin önemi üzerinde ehemmiyetle durmuşlardır. Onlara göre, cehrî zikir sebebiyle insanlar kendi dinlerini insanlara anlatmak için fırsat bulurlar. Ve aynı zamanda
zikrin bereketi, zikirde verilmek istenen mesaj dinleyenlere
ulaşır. İnsanların kalplerindeki olumsuzlukların temizlenmesi için cehri zikre başvurulmalıdır. Bu görüşten hareketle bazı
sûfîler, zikri, tebliğin önemli aracı olarak görmüşlerdir.308
2.5. Zikrin Psikolojik Etkileri
Tasavvufî pratiğin merkezinde bulunan zikir, önemli bir
rûhî eğitim temrinidir. Zikir, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını
belli bir âhenk içerisinde tekrarlayarak anmak ya da hatırlatmaktan ziyade, kalbî teslimiyetten gelen bağlılığın, hem benlik olarak, hem de dil ile ifade edilmesidir. Onun içindir ki bütün sûfîler, zikri, yaşanan dinîn kilit taşı olarak görmüşlerdir.
Tasavvuf ve tarîkat etkinliğinin temel gayesi, insanda Allah‘ı
temsil eden ve kalpte yerleşmiş olan rûhun şeytana/nefse galip gelmesidir. Yani ruhun “nefs” üzerindeki üstünlüğünü
306 Aynı
yer.
eser., vr. 232a
308 Tenik, age., s. 295.
307 Aynı
85
86
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
sağlamak, mâsivâ ile özdeşleşmiş olan nefs üzerinde tam bir
üstünlük elde etmektir. Çünkü nefs, tasavvufun ana temalarından birisidir. Tasavvuf mücadelesi, “nefsi Allah’ın dileği
doğrultusunda terbiye etmek” mücadelesidir. İnsan doğası,
“nefs” ile “rûh” arasında devamlı olarak süregelen bir mücadele temeline dayanır. Zikrin bu mücadeledeki hedefi, insanın fiziksel varlığını ruhanî varlığından ayırarak, bu ruhanî
varlığın Allah’a doğru özgürce hareketini sağlamaktır. Zikir,
düşünceyi bir yerde toplamak, seyr u sülük/tarîkte ilerlemeye
yardım edecek ruhsal güçleri salıvermektir. Genel olarak zikir
tasavvufta bu perspektiften değerlendirilir.
Muhakkik sûfîler, zikrin sûfînin psikolojik durumu üzerindeki olumlu etkisinin çok fazla olduğunu her fırsatta dile getirir. Onlar, zikri, hem nefse en zor gelen bir ibâdet, hem de Hakk
tarafında ecri en çok olan bir âmel olarak görürler.309 Zikir, başarının anahtarı, ibâdetin özü, gönüllerin cilası/parlatıcısıdır.
Nefsi/egoyu temizleyen ve yüreği ağyâr ve havâtırdan/kalbe
gelen gayrî ilâhî duygu ve seslerden temizler. Onun için zikr,
sıkıntılardan kurtulmak ve rızkın çoğalmasının nedeni, isteklerin yerine getirilmesi, düşmana karşı maddî mânevî kuvvet,
belaların yok olması, yapılan hataların bağışlanması, ayıpların
örtülmesi, hastalıklara karşı kalkan, yüce kuvvetler kazanmak,
Allah yanında kulluk derecesinin yükselmesi, hataların yok olması, ilham ve kerâmetin gelmesi ve en önemlisi Allah sevgisini
kazanmaktır. Bunların hepsi Allah’ı bütün benlik ve varlığıyla
anmanın hatırlamanın sonucunda kazanılan nimetlerdir.310
Zikrin gereği gibi yerine getirilmesi aynı zamanda duâların
kabul edilmesi demektir. Çünkü âşık ile Mâ’şuk arasında gerçek sevgi köprüsü kurulmuştur. Artık isteklerin geri çevril-
309 Kuddûsî,
310
Hazinetü’l-Esrar, vr. 236b.
Aynı eser, vr. 232b.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
mesi söz konusu değildir. Her iki tarafta artık birbirlerinin isteklerini yerini getirir. Allah, Mâ’şuk olarak, kendini sürekli
ananı sever ve göklerin ve yer ehlinin kalplerine ona olan sevgiyi koyar. Artık ünsiyet ve dostluk oluşmuştur. Artık Mâ’şuk
onu en yücelerde/Mele-i âla anar ve âşık zâkiri kendileri için
hiçbir korkunun ve üzüntünün olmadığı evliya/dostlarının
içine katmıştır. “Siz Beni zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim”311
düsturu gerçekleşmiştir. Bu ayette vurgulanan, zâkir, zikir ve
mezkûrun tekliğidir. Bu ise zikrin sırrıdır. Ve yine bu, insanın
Allah’ı zikrederken ulaşmak durumunda olduğu üst merhaledir. İçinde “bir” olan şey, ilkin kozmik ayrılık “prizması”
yoluyla ayrılmış şeklinde görünür; ancak Allah kendisiyle
O’nu zikreden arasında yukarıdaki ayette “birlik”e sevkeden
“bağ”ı vahyeder.
Zikir, kalbde huzurun oluşmasına da sebeptir. İnsanın kalbinde huzur olmazsa da, kendini zikre alıştırmalıdır; çünkü
bir gün dili ile yaptığı zikir kalbi zikre dönüşebilir. Önemli
olan insanları zikre alıştırabilmektir. İnsanlar bunun bilincinde olmazsa dahi zikretmelidir. Lisan ile yapılan zikir bir gün,
ruh ile kan ile yapılan zikre dönüşür. Çünkü insanoğlunun
dili bedeninin sultanı/yöneticisi olan gönlün tercümanıdır.
Zikir/yâd etmek insan psikolojisinin terapisi/gıdasıdır.
Çünkü nasıl insan teninin besisi bitkisel ve hayvansal gıdalar
ise aynı şekilde insan rûhunun besisi de zikir ve diğer ibadetlerdir. Gıdalar bedenin beslenmesiyken, rûhun beslenme gıdası ise, kalpte Allah sevgisiyle beslenen zikirdir. Çünkü kalbin şifası Allah’ı anmaktır.312
Zikir tasavvufta ibadetin/ritüelin özlü biçimidir. Zira zikir
ile bütünleşen sâlikler öylesine mutlu ve huzurlu insanlardır
311
Bakara, 2/152.
Müstedrek 10, 509.
312 Hakim,
87
88
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
ki, Allah’ı sürekli zikir ile anarak pişip kemâle ulaşırlar. Bu
pişme nicelik bakımından değil, nitelik yönündendir. Zikir,
her türlü bozulma ve Allah ile olan ayrılığı sona erdirir. İnsan
benliğinin dönüşüm süreci olan zikir, insanın gerçek tabiatı
ve kendisiyle aynileştiği gerçeklik haline gelerek son bulmasıdır. Tefekkürle uyum içinde olan zikrin yardımıyla insan her
şeyden önce bütünleşmiş, altın gibi saf ve katıksız bir benlik/
nefs elde eder. Ondan sonra zikirde insan, benliğini en yüce
kurban biçiminde Allah’a sunar. Sonunda Allah’ta fanî olma
ve Allah’tan yeniden varolma/bekâ makamında, insan tâ başından beri Allah’tan asla ayrılmamış olduğunu anlar.
İşte zikrin bu bütünleştirici kudreti, bizzat yapısı sembolik
olarak insanın iç varlığını aksettiren bedene de yansır. Mânevî
hayatın bilincine varışının başlangıcından insan olumsuz ve
tutkulu yönünün baskısı altında görülen bedeninden ayrılmak mecburiyetinde ise de, gelişiminin çok ileri safhalarında
merkez olarak alınan kalp ile birlikte beden/ten içinde, yani
ruhun mabedi olarak olumlu yönün kontrolü altında değerlendirilen tende varlığını sürdürmek olur.313
Sûfîlere göre, mürid mânevî uzletinde, yani halvetinde,
ayak parmakları “Allah” demeye başlayıncaya kadar zikretmek zorundadır. Açıkçası, rûh ve nefsi olduğu kadar bedeni
de kapsayan bu nihaî bütünleşme hâlini gösterir.314 Zikirde
amaç, varlığın bütünlük hâlinin zorunlu olarak iç hâlinde yansıyan şeylerin dış görünüşü üzerinde iz bırakmasıdır. Bu yansıtmayı gerçekleştiren kişi, benin bütün hastalıklarından şifa
bulacaktır. Zikir, Allah’ı dâima yâd etmek, insanın ilâhî olana
doğru bir yöneliş veya bir cezbesi olmaksızın çok sakin bitkisel bir varlığa benzer hâle getiren modern psikanalizin de elde
313
314
Seyyed Hossein Nasr, Sufi Essays, George Allen, 1972, ss 43-52.
Mevlânâ, Mesnevî, IV, 1765.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
etmeye çalıştığı gibi bütün gerilimlerinin ve bilinç dışı eğilimlerinin saf dışı edilmesi anlamında değildir. Bu, insanın aşkın/
muteal olana dair sahip olduğu derin insanî ihtiyaçtan ileri gelen bütün eğilimlerini gerçekleştirerek kazandığı bir hâldir.
Zikirle varolan insan, bölünmüş bir “varoluş” yaşamaz.
Onun düşünceleri ve eylemlerinin hepsini tek bir merkezden
doğar ve değişmez bir ilkeler serisine dayanırlar. O, artık insanlardan pek çoğunun içinde yaşamış olduğu riyâ/ikiyüzlülük gibi hastalıklardan şifa bulmuştur ve insanların büyük
çoğunluğundaki derûnî nuru gizleyen bozulmuşluk perdesi
“yok” olduğu için bulunduğu her yere bir ayna gibi, bir güneş
gibi kendi özgün ilâhî ışığını yansıtır. Zikirle bütünleşen insanda artık ilâhî hâl ve tefekkür yolunun birliği gerçekleşmiş
olacaktır. Onun ilâhî birliği yansıtması ve ilâhî isim ve sıfatların genel bir tezâhürü haline gelme sonucunu ortaya koyuyor
ki, söylediği yaptığı her şeyden mânevî bir koku ve güzellik
fışkırır. Evrene bereket yayar, varlığın yaydığı bereketten nasiplenir. Zikirle hayatını bütünleştiren kişi, nefs/benin bütün
hastalıklarına şifa bulacaktır. Zira o, yaptığı ve söylediği her
şeyden manevî bir koku ve güzellik fışkırdığı gibi, o, bu ilâhî
güzelliği sürekli Allah’la hemhâl durumuyla her tarafa aksettirir. O, evrenin hayat damarlarında akan bereket ve şifa ile bir
bağ halindedir.315
İnsan zikirle Allah ile bütünlüğe kavuşur ve varlık ile birliktelik sağlayarak ilâhî muradı gerçekleştirir. Bu hayatın her
ciheti ile ilgilidir; ister psikolojik, ister sosyolojik, ister ekonomik, istek hukukî, ister ailevî vb. hallerde olsun hiç fark etmemektedir. Zaten tasavvufun her konusu önce insanın kendi
içinde bir bütünlük oluşturmasını ondan sonra toplumda bir
bütünlük hâlinin gerçekleşmesini talep etmektedir. İnsan top-
315
Seyyed Hossein Nasr, Sufi Essays, s. 49.
89
90
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
lumlarını bütünleştirmenin en mükemmel vasıtası da insanın
zikirle bütünleşmesiyle başlar.
Zikir, ölünün unuttuğu gibi mâsîvayı unutmak ve Hakk’ı
hatırlamaktır.316 Sâlik de “Unuttuğun zaman Rabbini zikret”317
emriyle hareket etmelidir. Allah’ı anmakta kullanılan İsm-i
A’zam ve diğer elfâzlar öyle tükenmez birer nûrdurlar ki, huzûr
kaynağı olarak, susuzluğu nisbetince “zâkir”in manevî organı
olan kalbe sürekli akar. İçeriye akış gerçekleştiğinde isim kendisini muhtevaya ya da isimlendirilene ilhâm eder; sonra zâkir
ismin Allah olduğunu bilir; zikir, isimle nihaî ifadesine ulaşınca
zikredenin ve zikredilenin bir olduğunu idrâk eder.
İsm-i A’zam, zikredenle zikredilen arasındaki aracıdır.
İnsan “elçi” gibi Allah’ın insan olmayan elçisidir. Zira ismin
bütünsel ve sürekli idrâkine “zikrullah” denir. Hakîkatte bir
bağlamda insan biçiminde diğer bağlamda bir dil ifadesi olarak sûretler dünyasında izhâr edilen yalnızca bir “elçi” vardır.
Bu iki sûret onların sûret üstü içeriğini gerçekleştiren zikirde
manen birleşirler. “Allah” İsm-i A’zamı, O’nun irâdesini tasdikle zikreden kişi, aynı şeyle Zât’a giden yola sevk etmek için
uygun kişi olan O’nun Resûlünde birleşir.
Sûfîlere göre, sûfînin “Namazı bitirince de, ayakta, otururken ve yanınız üzeri yatarken (daima) Allah’ı zikredin”318 buyruğu gereğince bütün hâllerinde Allah’ı anmaya devam etmesi
gerekir. Çünkü zikir, vakitli bir ibâdetin ötesinde, sâlik için,
devamlı üzerinde taşıdığı elbise gibidir. Onu üzerinden çıkardığı ân uryan kalır.319 Zira bütün hata ve günahların temelinde Allah’ı hayata dâhil etmemek ve unutmak gerçeği
yatmaktadır. İnsan Allah’ı unuttuğu an kendi şahsiyet/kimli-
316
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 241b.
Kehf, 18/24.
318 Nisa, 4/103; Âl-i İmran, 3/191.
319 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 260b.
317
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
ğini kaybeder.320 Allah’ı unutmak “parçalanmış” bir varlık ve
Allah’tan uzak bir yaşam demektir.321
Zikir kişide, kuvvetli ve gerçek bir fikir ve düşüncenin
oluşmasına neden olur. Gönlün zikre olan gereksinimi, tıpkı
cismin süte, bitkinin suya ihtiyaç duyduğu gibi ve onsuz nasıl
gelişemiyorsa, kalbin de kötülüklerden temizlenip olgunluğa
ulaşması için zikre o derece ihtiyaç vardır.322 Eğer zikrin sâlik
üzerinde etkisi bu kadar fazla ise, fikrin insan üzerindeki etkisi zikre oranla mislince fazladır.
Sûfîler, zikrin dil ile yapılan ve ilk basamak olarak yapılan şeklini, kalbin zikir edilenden habersiz olduğu basamak
olarak kabul etmişlerdir. Zikrin son ve etkili olan basamağı
ise, sâlikin artık zikirden ve her şeyden gönlünü paklaştırıp
sadece Hakk ile yaşamasıdır. Zikir insanlara herhangi bir
dille söylenen sözlerden ibaret olarak telakki edilmektedir.
Hâlbuki sülûkun asıl amacı, gönlü mâsîvadan temizlemektir.
Hz. Peygamber (s.)’in “Benim Allah ile öyle bir anım vardır ki o
anda Allah’tan başka ne melek ne de peygamberlik benimle bir arada
bulunmaz” dediği basamaktır. Bu basamak aynı zamanda Allah ile kul arasındaki sevginin en olgun derecesidir.
Bu derece sûfîlerin derecesidir. Hakk, onların kalplerini
öyle kuşatmıştır ki, onların artık Hakk’tan başka hiçbir kimseden ve hiçbir şeyden haberleri olmaz, hatta onların bazen
beş duyu organları, bu basamakta iş göremez hâle gelir. Onlar
yalnız iç dünyaları aracılığıyla Hakk ile yaşarlar323.
Sâlikin bu makâmdan sonra Hakk’tan başka var olan her
şeyi ve herkesi unutması ve onlardan habersiz olması lazımdır
320 Bk.
Haşr, 59/19.
321 Fazlurrahman,
Ana Konularıyla Kur’ân, çev. Alparslan Açıkgenç, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1998, s. 78.
322 Nesefî, Keşf, s.164.
323 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 241a.
91
92
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
ki bu da, tasavvufun fenâ mertebesidir. Sûfîler “ölmeden önce
ölünüz” sözünü, bu mertebe için söylemişlerdir. Bu makâmda
ikilik ve kesret ortadan kalkar ve Allah’ın birliği, sâlike âşikâr
olur.
Sûfî için bütün ibâdetler bir zikirdir, Allah’ı hatırda tutmadır. Onlar için zikrin önemi, bütün ibâdetlerin kulu Allah’a
götürmesinden dolayıdır. Onlar için günlük ibâdetlerin
amacı, Allah’ın her ân insanın kalbinde hatırlanması ya da
yenilenmesi ve her hareketinde Allah hayatına müdahil etmesidir. Sûfî için gerçek zikir, zikredenin Zikredilende yok
olmasıdır324
Tasavvuf düşüncesinde zikir, anahtar ibâdettir. Onun için
zikir ve fikir, tasavvufî düşünce açısından kişinin aydınlanmasını sağlayan önemli birer ritüeldir. Zikrin devamlılığı insana en yüce makâmlar sağlar. Sûfînin sürekli zikretmesi demek, onun devamlı Allah tarafından zikredilmesi demektir.
Eğer aşığın dilinden Mâ’şuğun ismi düşmüyorsa, aynı şekilde
âşık da devamlı mâ’şuğun hatırındadır. Kişinin sürekli Hakk’ı
anması, onun gönlünde irfan nurunun doğması demektir. Zikir sadece ma’rifetin oluşmasına neden olmaz, aynı zamanda
zikrin devamlılığı aşkın doğmasına da neden olur. Kuddûsî
için zikir sadece tarîkatların günlük ve haftalık olarak yerine
getirdiği ritüeller değildir. Onun anlayışına göre zikir, sûfîden
ayrılmayan et-tırnak ya da damar-kan gibi iç içe geçmiştir,
çünkü sûfî Allah’ı her zaman hatırında tutan, bir an bile ondan
ayrılmayan kişidir.
Sûfîler, zikrin devamlı yapılmasının sûfînin gönlünde aşkın doğmasına sebep olduğu görüşündedir. Zikir, insanı aşkların en yücesine çıkarır. Aşkın, sûfîyi kucaklamasıyla evren-
324 Ruzbihan
Matbaası).
Baklî, Meşâhu’l-Ervâh, ed: Nazif H. Hoca, İstanbul, 1974, s.139, (Fak.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
de var olan bütün varlık bir ayna gibi kişiye kendini gösterir.
Sûfîlerin ısrarla üzerinde durduğu konu, insanın ancak zikir
sayesinde Hakka kavuşabileceğidir. Allah’a aşk ile bağlanan
kişi bütün kevn û mekân/varlık olan aşk ile geçebilir.
Zikir, insana gelen bütün olumsuz duyguların (Kin, nefret, dedikodu, kıskançlık gibi) temizleyicisidir. Çünkü zikrin
varlığı, Allah’ın varlığı demektir. Allah’ın hâkim olduğu bir
kişiye, olumsuz duyguların ve fikirlerin hâkim olması mümkün değildir.
Sûfîlere göre, zikir, zikredenlerin rûh yapılarına ve hâllerine
göre farklı tesirler bırakır, zikir zâkir üzerindeki etkisinden
dolayı farklı davranışlar ortaya çıkabilir. Onlara göre, zikir,
kimilerinde, daha önce yapmış olduğu günahlardan ötürü
zikir etmekten men edecek şekilde kabz hâli olarak tezâhür
eder. Ancak zâkir, zikrin hazzını, lezzetini aldığı zaman, zikir,
zikredeni bast/genişlik hâline götürür. Daha sonra, zikreden,
sadece Hakk’a güzel yönelişiyle, O’na bir yakınlık elde ederek,
zikrettiği Hakk’ı müşâhede içinde, mahv/kendi beşerî varlığından soyutlama hâlini yaşar. Sûfîlere göre gerçek manada
zikir, kişinin benliğini Allah’tan yok etmek ve tamamen fenâ/
yok olmak şeklindedir. Gerçek anlamda Allah’ı zikreden kişi,
O’nun zikri yanında her şeyi unutur; Allah onu her şeyden
muhafaza eder, kul için Allah her şeye bedel olur.325 Yani bu
istiğrak hâli, zâkirin kalbinin zikir esnasında, zikre ve kalbe
tamamen açılması, bu hâlde bulunan kul, fenâ hâlinde, ilâhî
himâyeye girdiği için hiçbir şey ona zarar vermez.
Sûfîler, “İman edenlerin kalpleri Allah’ı anmakla huzura
kavuşur”326 âyetinden yola çıkarak bazı tespitlerde bulunmuşlardır. Onlar, Allah’ı anarak huzura kavuşmuş, O’nu anıp
325 Kuşeyrî,
326 Ra’d,
er-Risâle, s. 222.
13/28
93
94
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
hayatın her alanında ve bu alanların her aşamasında, andığı
elfâz ve cümlelerde Allah’ı yaşayarak mutluluğu yakalamışlardır. Onlar, anmak ile huzur bulurken, Allah’ta lütfuyla onları anmış ve özel olarak kalplerine süruru yerleştirmiştir. İşte
onlar, Allah’ın kendilerini andığını hatırladıklarında kalpleri rahatlar, rûhları neşelenir ve bunların neticesinde manevî
âlemleri huzura kavuşur. Onun için Allah’a yönelenlerin gönülleri Allah’ı anmakla hayat buldukları için Allah’ da, “İman
edenlerin kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşur” buyurmaktadır. Aynı şekilde huzur halinde ve zikir ile müşahedenin
hâkimiyeti altında olan kalbin boynu büküktür. “Dediler ki,
‘Ey kendisine zikir indirilen kimse’ Sen mutlaka delisin”327
âyetindeki “zikir” kelimesi Allah’tan insanlara gelen vahyin
bütününü içermektedir. Allah zikri, bilginin bilmenin anahtarı saymıştır. Zira bu âyet ışığında yorumlanırsa zikir ehli,
Allah’ı anlayan ve O’ndan haber verme makâmında olan ilham sahipleri ve Allah’ı gereği gibi anlayıp, Allah ile yaşayıp onları en güzel şekilde anlatan kimselerdir. Onun için
Allah, “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun”328 diyor. Yani zikir,
Allah’ın bütün hükümlerini kapsadığı anlamına gelen, “Size
öyle bir kitap indirdik ki, eğer aklederseniz sizin zikriniz ondadır”329
âyetidir.
3.TEFEKKÜR-ZİKİR BİRLİKTELİĞİ
3.1. Derûnî Düşünmek
Tefekkür, düşünmek, derûnî olarak ve iç dünyaya dalarak
düşünmek, hatırlamak, hatırlatmak, meyl etmek, muhakeme
yapmak, fikr etmek330 anlamına gelen bir kelimedir.
327 Hicr,
15/6.
21/7.
329 Enbiyâ, 21/9.
330 İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, II, 1120; Cürcânî, Ta’rifât, s. 43; Râgıb el-İsfehani,
Müfredât, s. 578; Komisyon, el-Müncid, s.591.
328 Enbiyâ,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Tefekkür, sadece İslâm sûfîlerinin değil, Batılı düşünür ve
psikiyatristlerin de üzerinde durdukları önemli bir derin düşünce eylemidir.
Düşünce tarihinde hemen hemen her din ve her düşünce
ekolü tefekkürü tartışmıştır. Kimi tefekkürün gerekliliğinde,
kimi de tefekkürün pratik yanında, gereksiz kalışı üzerinde
düşüncelerini ortaya koymuştur.331 Tasavvuf İslâmî geleneğinden dolayı tefekküre dâima başat bir konum vermiştir. Tefekkür/düşünceyi ele alırken tasavvuf da bundan, insanın eşyaya
âgâh olma ve bu farkındalığı, kavramlar ve lisan üzerinde ifadeye kavuşturma kabiliyeti kastedilmektedir. Eşyaya doğru bir
yönelme olduğu zaman, doğru tefekkürün, hakikatte sadece
düşüncenin bir hayâleti ve projeksiyonu olan beden âleminden
çok daha büyük bir hakikat arzettiği görülür. Bu da kâinatın
ilâhî ve manevî âlemlerin şuur, idrak, farkındalık ve düşünceden zuhura gelmiş olduğudur. Tefekkürden aklın mantık
yürütme, derinlemesine düşünme, ideleştirme, fikir jimnastiği
veya mantıksal yargılama gibi yüzeysel faaliyetler kastedilmemektedir. Kastedilen, insan mevcudiyetinin aslı olan şuur, farkındalık ve idrâk zindeliği vurgulanmak istenmektedir.
Tefekkürden kastedilen doğru düşünce, insan idrâkinin
özünde yatan ilâhî rûh ile uyum halindedir ve bu idrâkin
kemâli, eşyayı olduğu gibi görmektir. Hâlık’ın, her zerresinde varlığını an-be-an sürdürdüğü eşyayla olan rabıtasına
âgâh olduğunda, eşya olduğu gibi anlaşılabilir. Doğru düşünce, eşyayı ancak Hakk ile olan bağlantısı ışığında görmektir.
Doğru düşünce, Hayy sırrına ermiş akıl veya müşahedenin
diğer bir türüdür. Zira sûfîler, insanlığın gayesinin müşâhede
olduğunu, tenin hiçbir değerinin olmadığını ifade ederler, bu
331 Michel Foucault, Benlik Teknolojileri, (Kendini Bilmek’in içinde), çev. Gül Çağa-
lı Güven, Om Yay., İstanbul 1999, ss.70-71.
95
96
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
müşâhede, sevgili olan Allah’ı her nesnede görebilmektir.332
Tefekkür, sâlik için her zerrede bulunan hakikatleri idrâk etmenin yoludur. Bu sayede sâlikin kalbi aydınlanır, bilgisizliği
ve gururu yok olur ve mutluluğa kavuşur.333
Tasavvufun tefekkür anlayışını açıklamadan önce düşünce
tarihinde önemli izler bırakan düşünürlerin bu kavrama getirdikleri açıklamalara kısaca değinmekte fayda vardır. Aristotales (m.ö.384-322)’ten günümüze kadar birçok filozof tefekkürü mutluluğun anahtarı olarak kabul etmiştir.334 Aristotales’e
göre mutluluğun alamet-i farikaları ne olursa olsun, kişi tefekküre dayalı bir yaşamdan bunların daha fazlasını elde eder.
Çünkü tefekküre dayalı bir eylem, sıradan pratik etkinliklere
göre daha “sürekli” ve daha da “kendine yeterlidir.”335 Aynı
zamanda, Aristoteles, pratik erdemlerle sürdürülen hayatın
mutlu bir yaşam olduğunu söyler. Fakat insan o yaşamı tefekküre işaret eden bir şey olarak yaşamadıkça, doğru bir şekilde
anlayıp, düzgün bir şekilde idrak etmesi mümkün değildir.
Ahlâkî açıdan erdemli olanlarda gerçek mutluluğun tefekkürde olduğunu düşünmektedirler.336 Tefekkürle sürdürülen bir
hayat ideali, o hayatın anlamına yeni bir yön verilmesini içerir.
Ona göre insan, tefekküre dalarken, Tanrı’nın hikmetine katılmış olur; fakat insan tefekküre dalarken yine de Tanrı’ya nazaran eksik kalır.337 Burada verilmek istenen düşünce, yaşama
en derin değerini veren şeyin tefekkür olduğudur.338
332 Mevlânâ,
Mesnevî, I, 1406-7.
Rüsûhî Ankaravî, Mesnevî’nin Sırrı, haz. Semih Ceylan-Mustafa Toptan, Hayy Kitap, İstanbul 2008, s. 69.
334 Jonathan Lear, Mutluluk, Ölüm ve Yasamın Artakalanı, (çev. Banu Büyükkal),
Metis Yayınları, İstanbul 2006, s. 46.
335 Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, (Yun. çev. Saffet Babür), Kebikeç Yayınları, Ankara 2005, 1137b, 111.
336 Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, s. 112.
337 Aynı yer.
338 Lear, age., s.47.
333 İsmail
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
İnsanların düşünce yapısı ve dinî inanışları ne olursa olsun,
eylemin temel taşı olarak görülen tefekkür, tarih boyunca her
düşünce ve inanıştaki insanı yönlendiren temel etkenin hamuru
olmuştur. Örneğin, manastır yaşamın ikinci özelliği olan tefekkür, en büyük sevap olarak kabul edilir. Tefekkür kişinin düşüncelerini sürekli olarak Tanrı’nın bulunduğu noktaya yöneltmesi
ve yüreğinin, Tanrı’yı görmesini sağlayacak kadar temiz olmasını sağlaması zorunluluğudur. Amaç sürekli olarak Tanrı’yı düşünmektir. Böyle bir amaç ve inanış ile gelişen “benlik” teknolojisi oldukça berrak bir açılımla o kişiyi mutluluğa taşıyacaktır.339
Aynı şekilde Blaise Pascal (ö.1662)’da, insanın düşünen bir
saz olduğunu, elsiz ayaksız bir insanın düşünülebileceğini;
fakat düşüncesiz bir insanın düşünülemeyeceğini, böyle bir
yaratık düşünülse, bile ancak bir taş ya da yırtıcı bir hayvan
olabileceğini söyler.340
Rene Descartes (ö.1650)’e göre ise, elsiz, ayaksız, bedensiz ve
dünyasız bir insan düşünülebilir, fakat düşüncesiz bir insan düşünmek mümkün değildir. Onun için, bütün özü ve doğası düşünmek olan ve varolmak için hiçbir yere ihtiyacı bulunmayan
ve maddî hiçbir şeye bağlı olmayan bir cevherdir341 Kişi, sürekli olarak düşüncelerini Yaratıcıya yöneltmek zorunda olduğu
için, tefekkür ile düşüncesinin fiilî akışını sürekli irdelemek durumundadır. Dolayısıyla bu irdelemenin hedefi, Yaratıcıya yönelen düşünceler ile onun dışındaki düşünceleri sürekli olarak
birbirinden ayırmaya çalışmaktır. İçinde bulunan ân’a yönelik
bu sürekli ilgi, düşüncesiz eylemden çok farklı bir olgudur.342
339 Foucault,
age, s. 70.
Düşünceler, (çev. İ. Zeki Eyüpoğlu), Say Yayınları, İstanbul 1992, s. 36.
341 Descartes, Metot Üzerine Konuşma, (çev. K. Sahisel), Sosyal Yay., İstanbul 1984,
s. 8, 33.
342 Aynı eser, s. 71.
340 Pascal,
97
98
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Sûfîler, terminolojik anlamda tefekkürü, iyi ve kötü algılamayı yaratan gönüldeki bilinçli aydınlanma, ma’rifet ve
hikmet bilgisini elde etmeye aracılık yapan ışık olarak ele almışlardır. Sûfînin kavuşmak istediği bilgiye ulaşabilmesi için
nesnelerin anlamlarını idrak etmede kalbin faaliyete geçmesi
ve muhakeme içinde bulunmasıdır. Gönül dünyasının derûnî
düşünce üretme ve aydınlanma ameliyesidir343.
Sûfîler, tefekkürü, sürekli yapılması gerekli bir ibâdet şeklinde tanımlamaktadırlar. Kişinin ister kalabalık içerisinde ister yalnız olsun bütün benliğiyle Allah’a yönelmesi ve O’nun
Rabblığı ve İlâhlığı hakkında düşünce üretmesidir344. Ortaya
konulan bu düşünce bir lamba gibi kalbi aydınlatır ve kalbe
gelen İlâhî veriler bu lambanın ışığı aracılığıyla fark edilir. Bu
ışık, kişinin nefsinden kaynaklanan kusurları da ortaya çıkarır
ve terbiye edilmesini sağlar345. Kalbin bilgiyle aydınlanmasını
sağlayan tefekkür bu özelliğinden dolayı Yaratıcıya bağlılığı pekiştiren önemli bir ritüeldir. Fakat tasavvuftaki derûnî tefekkürü tam olarak algılayamayan çağdaş bilim adamı ve araştırmacı
Frans Rosenthâl (ö.2003) “Knowledge Triumphant: The Concept of
Knowledge in Medieval Islam” adlı eserinde, sûfîlerin tefekkürden
ziyade amele önem verdiklerini iddia etmektedir346.
Tefekkür, zikrin en ileri merhâlesidir; çünkü tefekkür gönül cevheriyle birlikte Hakk’a muhabbettir. Tefekkür, sûfî’nin
en ileri sıfatıdır. Onun kudretini, hakikatini yalnız Yaratıcının
bildiği bir sır olup, insanın varlık sırlarını açar.347 Hz. Peygamber (s.)’in hayatını örnek alan ve Kur’ân’ın evreninde yaşayan
343 Gazâlî,
İhyâ, IV, 410.
er-Riâye, s.65.
345 Sülemi, Risâle, s.26.
346 Bk. Franz Rosenthâl, Knowledge Tiumphant, The Concept of Knowledge in Medieval İslam Leiden, Ed: J. Brill, 1970, (Türkçesi, Bilginin Zaferi, Çev: Lami Güngören, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2003.
347 İbnü’l-Arabî, Futühât, II, 238.
344 Muhâsîbî,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Müslümanlar, kâinat ve nefsi ellerinde olmaksızın vahyedilmiş ilâhî isimlerin ışığında tefekkür ederler. Tefekkür kişinin
yaradılış ve kabiliyetleriyle ilgilidir. Diğer taraftan zâkirin, zikir ve düşüncenin tefekkür aşaması onun yetenekleri kadar
bilgisiyle de ilgilidir. Çünkü sonsuz derecelerde merhâleleri
olan zikir ve tefekkür, kişinin bilgisi ve kavrama derecesi ile
orantılı bir durum arz eder.
Tefekkürün önemi öncelikle Kur’ân’da anlamını bulur.
Kur’ân’a göre, tabiatta olup biten her şey ile meşgûl olmak,
onları derinden düşünmek ibâdettir. Kur’ân bir sinek üzerinde
bile düşünmenin sayısız hikmetlerinin olduğunu ifade eder.
Örneğin âyette, “Ey insanlar size bir misal veriliyor; onu dinleyin
şimdi: Sizin Allah’dan başka yalvarıp-yakardığınız bütün o düzmece
varlıklar, hepsi bir araya gelseler dahî, bir sinek bile yaratamazlar!
Başvurup isteyen de, başvurulan ve istenen de ne kadar aciz...”348
şeklinde buyrulmaktadır. Aynı şekilde Allah, arıyı da vahye
lâyık bir varlık olarak takdim ederek, insanları düşünmeye ve
dersler çıkarmaya davet etmektedir.349
Kur’an-ı Kerim, Zikir ve tefekkür arasındaki sıkı bağa dikkat çekerken, aynı zamanda insanları Allah’ın bütün eserleri, nimetleri üzerinde zikir ve tefekküre çağırmaktadır.350 Bu
Allah’ın isim ve sıfatları üzerinde tefekkürdür. Çünkü varlık,
bu isim ve sıfatların birer tecellîsinden ibarettir. Bu tecellîler
üzerindeki tefekkür kişiyi Hakk’ın zâtı hakkında gerekli bilgilerle donatır. Tefekkürden amaç, eserden müessire gitmektir.
Sûfîler, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur”351 âyetini tefekkürün insan için elzem olduğunu düşüncesindedir. Eğer kişi,
Hakk’ın sıfatları üzerinde düşünmezse, düşüncenin derinlik-
348 Hacc,
22/73.
16/68-69.
350 Bk. Maide, 5/11; A’râf, 7/69; İbrahim, 14/6; Zuhruf, 43/13.
351 Şurâ, 42/11.
349 Nahl,
99
100
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
lerine inmezse, bu İlâhî sıfatları algılaması ve en önemlisi kesretde vahdeti görmesi olanaksızdır.352 Kesret de vahdeti yakalamak, eşyâyı görüp onlara kapılmadan hiçbir varlığa benzemeyen varlığa bağlanmaktan mahrum olmamak demektir.353
Her ne kadar sûfî gelenekte, tasavvufî bilgi/ma’rifet cândan
câna bir yansıma ise de, yâni mânevî oluşumun bilgisi kitaplarda değil de, yüce rûhlarda aks ediyorsa, tasavvufda tefekkür ile beraber ma’rifet gönül dünyasında yeşerir. Bundan dolayı, tasavvufî tefekkür, gönülle dilin, aklın ve bütün organların bütünleşmesidir/unity. Aynı zamanda tefekkür okuma
yoluyla tasavvufu tanımak isteyenlere de bir ışıktır.
Tefekkür, sûfînin tevhîde yöneliş anahtarıdır. Çünkü sûfî,
bir anlamda tefekkür vasıtasıyla bilgiyle bütünleşmektedir.
Bilgi/ma’rifet ona aşk aracılığıyla gelmiştir. Onun için aşk
farkındalıktır; kulluk ve “benlik” bilincinin kazanılması anlamına gelmektedir. Tefekkür ise, iç dünyanın derinliklerinde
derûnî olarak düşünmektir. Tefekkür sûfîye derûnîlikle beraber dinamizmde kazandırır. Tefekkür, insanın kendi gerçeğini bulması/keşfini gerçekleştirmesi demektir. Tefekkürle tevhîd ve teslimiyet gerçekleşir. Aynı zamanda tefekkür,
tevhîd perspektifinde eşyâyı değerlendirmektir. Onun için
sûfîler, insanın en büyük faziletini, göklere yere ve bunların içinde bulunan her tür mahlûkâta bakıp tefekkür ederek
Allah’ın âzamet, kudret ve izzetini ayne’l-yakîn bilmek olarak
değerlendirmiştir:354
Sûfîlere göre, eğer insan tefekkür denizine aşk ile dalarsa
orada inci-mercandan oluşan hazinelere kavuşur. Düşünmek,
kendini düşünmek, vücudunu, yaratılışını ve bu yaratılışı gerçekleştiren Yaratıcıyı düşünerek kendini bulmak gerekir. İn352 Kuddûsî,
Pednâme-i Kuddûsî, vr. 33a.
Mektubât, nu: 166.
354 Kuddûsî, Pednâme-i Kuddûsî, vr. 33a.
353 Rabbanî,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
sanın hem kendi vücudundaki âyetlere ve hem de âlemdeki
âyetlere (enfûs ve âfâk) bakarak tefekkür etmesi onu Yaratıcının sevgisine, aşkına götürür
Sâlikin önemli özelliklerinden birisi de, Allah’ın sanatını
tefekkür etmesidir. Bu sanatı düşünmek, afaklara dalmak,
O’nun yüce sanatkârlığını tefekkürle zikretmek, basiret gözünün açılmasına neden olur. Sâlik dilini zikre, kalbini de fikre,
düşünceye açan kişidir355.
Onun için sûfî, evrende mevcut olan bütün varlıkları göz
önünde bulundurarak tefekkür etmelidir. Tefekkür öyle bir
nimettir ki, bir çeşmeye benzer ve insanların kalplerine oluk
oluk rahmet akıtır. Akan bu rahmet pınarıyla sûfî de cezbe-i
aşk coşar. Sûfî ancak bu coşkuyla aşk yoluna devam edebilir. Aksi takdirde yolunu tamamlayamaz. Bundan dolayıdır ki
sâlik evrende var olan bütün eşyâyı, yaratılışı, sanatı, estetiği
açısından tefekkür etmelidir ki, Yüce Rabbinin o eşsiz sanatını
görerek ona olan sevgisi ve kulluğu gün be gün pekişsin.
Şunu biliriz ki, Allah’ı çokça anmak/zikir ve tefekkür/düşünmek insan ruhunun aydınlanması ve iç dünyanın aşkla
dolmasını sağlayan önemli iki ibâdettir.
Âşık Sûfîlerin düşünce ve eylem/hâl dünyaları devamlı
Hakk’a karşı zikir ve her an tefekkürden dolayı aşk ile diri ve
canlıdır. Onların alıcıları Tanrı’nın kutsal bilgisine karşı devamlı açık, ağyâra ve onlardan gelen bilgi kırıntılarına keşfi
karşıda kapalıdır.
Tefekkür insana yol kılavuzluğu yapan bir aydınlık lambadır. Kişinin hayat serüveninin hazırlık planıdır. Tefekkür,
yağmur yağmadan önce şimşeğin çakması gibi, hayat denilen
gerçeğin anahtarıdır.
355 Aynı
eser, s.107.
101
102
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
İnsan, ruhsal yönden Hakk ile beraber olduğu aşk ve zevk
dolu hayattan ayrılması zordur. Bu aşk ve zevk meclisi, “bezm-i
elest”dir. Sanki insan madde hâlinde dünya hayatı yaşamamış,
hâlâ o rûh hâlindeki zevk ve sarhoşluğu sürdürmektedir.
İnsandaki her duygu, heyecan muhakkak ki, mahiyeti bilinmeyen bir hayat insiyâkının şuur altında oluşan tefekkürünün sonucudur. Her duygunun altında hayati bir fikir zarurî
olarak vardır.
İnsan ezelî maddî hayatı kazandığı zaman karşılaştığı her
varlık üzerinde evrendeki ezelî, şaşmayan düzeni karşısında
tefekkür ederek İlâhî büyüklüğü anlar. Ve bu “MutlakVarlık” karşısında sonsuz bir aşk ile sarsılır. İnsanın hayatı boyunca olgulaşan fikri, ruhuna eski bir şarabın sarhoşluğunu
verir. Artık madde evreninden ruh evrenine geçerek “elest
bezmi”ndeki zevk ve aşk içinde yaşar.356
Tefekkür, Descartes’in de dediği gibi, insanın varoluşunun
kendisidir. Tefekkür gönlü aydınlatıp, o dünyayı güzelliklerle
donatan ışıktır. İyi ile kötünün, fayda ile zararın, güzel ile çirkinin kendisiyle bilindiği bir gerçektir. Eşyânın bilinmesi ve
kavranması faaliyetidir. Evrende bulunan bütün varlık, tefekkürle okunan bir kitap hâline gelir. İnsan önce kendini okur
ondan sonra evreni olur. Yine Descartes, insan için, bütün özü
ve doğası düşünmek olan ve var olmak için hiçbir yere ihtiyacı
olmayan ve maddî hiçbir şeye bağlı olmayan bir cevherdir düşüncesiyle, insan tefekkürünün önemini ortaya koymaktadır.357
Tefekkür, ma’rifetin devşirmesidir. İnsan tefekkürle az zamanını senelerce ibâdet etmeye denk bir hâle getirir. Tefekkür,
imanın canlı kalmasının aydınlığıdır.358 Tefekkür, ma’rifete de-
356 Ali
Nihad Tarlan, Edebiyat Meseleleri, Ötüken yay., İstanbul 1981, s.115
Metot Üzerine Konuşmalar, (çev. K. Sahir Sel), Sosyal yayınları, İstanbul 1984, s. 36.
358 Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, I, 310.
357 Descartes,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
rinlik kazandırarak, Allah’ın yaratmış olduğu varlıktan zevk ve
lezzet almasına neden olur. Gâzâli’ye göre tefekkür, bütün iyiliklerin başıdır. Tefekkür öyle bir ibâdettir ki, bütün ibâdetleri
kapsayan ve insanın en derûnî aksiyonu olan zikirden daha
hayırlıdır.359 Çünkü tefekkür de aynı zamanda zikirde bulunmaktadır. Tefekkür sûfîde ma’rifet aydınlığının kuvvetlenmesine ve Hakk ile olan muhabbetin artmasına neden olur.
3.2. Tefekkürün Sûfî Şahsiyetin Oluşumuna Katkısı
Bazı sûfîler, zikir ile tefekkürü bir arada değerlendirirler. Tefekkür, zikrin olgunlaşması için ileri bir aşamadır.360
Sûfîlerin de işaret ettiği gibi, zikrin gerçeği harf ve sesten
uzaktır, zikir gönül cevher ile birleşik Hakk’a duyulan muhabbettir. Kur’an’da zikir yanında tefekküre de çağırı yapılmaktadır. Kur’an, zikir ile tefekkürü ayrılmaz bir bütün olarak, mü’minin en önemli vasfı olarak nitelemektedir. “Göklerin
ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde
gönülleri ve akılları iyi kavrayanlar için birçok belirti ve işaret vardır. Gönül ve akılları iyi kavrayanlar o kimselerdir ki ayakta iken
otururken ve yatarken sürekli Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin
yaratılışı hakkında tefekküre dalarlar ve şöyle derler ‘Ey Rabbimiz
sen bunları boşuna yaratmadın. Sen boş şeyler yaratmaktan münezzehsin. Artık bizi Cehennem azabından koru” 361
Allah’ın bu âyetlerinden anlaşılan, zikirle tefekkür arasında
çok sıkı bir bağ vardır. Yani tefekkürün, zikrin bir üst merhalesi olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber
(s.) de, tefekkürün bir anının diğer bütün ibâdetlerin altmış
senesinden üstün olduğuna işaret etmektedir.362
359 Gazâlî,
İhyâ, IV, 767.
Hazinetü’l-Esrâr, vr. 219a.
361 Âl-i İmran, 3/190-192.
362 Şah Veliyullah Dehlevi, Hüccetullah el-Bâliğa, Kahire, ts, II, 591.
360 Kuddûsî,
103
104
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Sûfîlere göre, zikrin bir üst aşaması olan tefekkürün, kişinin yaradılışı ve yetenekleriyle ilgisi vardır. Zâkirin, zikir için
temel alınan lafız üzerinde düşünmesi genel ilkedir. Zira birçok sûfîde bu lafzın “tevhîd” kelimesi olduğunu sıklıkla belirtir. İşte bu, zikirle tefekkürün birleştiği noktayı vurgulamaktadır. Burada, zâkirin zikir ve tefekkürünün mertebesi onun
yetenekleri kadar bilgisiyle de ilgilidir. Birçok merhaleleri
olan zikir ve tefekkür, sûfî’nin bilgisi ve kavrama kapasitesi
ile orantılı bir durum gösterecektir.363
“Allah’ı zikretmek şüphesiz en büyük ibâdettir”364 âyetinden
hareket eden bazı sûfîler, zikri, namazdan ve tefekkürden
daha muteber kabul etmişlerdir. Çünkü bu âmel, sadece ulvî
ruha sahip kişiler tarafından yerine getirilebilir. Bu konuda
Hz. Peygamber (s.)’de: “Amellerin en iyisi zikrullahtır” şeklinde buyurmaktadır.365 Zikri yerine getirebilecek kişinin kalpdil âhengini tamamıyla sağlamış olması gerekir. Bir yalvarış
olan zikir, dilin kalpteki duyguları ortaya koymasıyla gerçekleşir. Sûfîlerce dil, kalbin tercümanı olarak kabul edilmiştir.366
Onun için dil-kalp uyumu olmadan samimi zikir gerçekleşemez. İçten gelen zikir kişinin benliğini yanılmalardan, Allah’
a karşı hata yapmaktan korur. Bu koruma süreci de sûfînin
en önemli ödevlerinden birisidir. Sûfî, Allah’ı devamlı anmalı
ve hatırında tutmalıdır. O, anılırsa kalp O’nun idaresine geçer ve kalbin hataya düşmesi engellenir. Tasavvuf anlayışında, Allah’ı lisanla zikretmenin güzelliği, kişinin derecelerinin
yükselmesinin sebebidir, Allah’ı kalb ile zikretmenin güzelliği
ise, kişinin Allah’a yakınlığını artırır.367
363 Kuddûsî,
Hazinetü’l-Esrâr, vr. 219a.
29/45.
365 İbn Mâce, Edeb, 53; Tirmizî, Daavât, 6.
366 İbn Kayyım, age., s.332.
367 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 217b.
364 Ankebût,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Allah’ın yazılı âyetleri ve müşahede edilen yol gösterici
işaretleri üzerinde, kişi zikir ve tefekkür ettiği zaman, yani
Allah’ın çağrısına uyarak, eserlerini ve nimetlerini tefekkür
ettiği zaman,368 bu düşünce eylemi Allah’ın isim ve sıfatları
üzerinde yapılan tefekkürdür. Çünkü varlık bu isim ve sıfatların birer tecellîsinden ibarettir. Kişiyi bu tecellîler üzerinde
yaptığı tefekkürdür ki, onu Allah’ın zâtı hakkındaki gerekli
bilgi ile donatır.
Tefekkür olmadan hayat kuru ve cansızdır; o, açılacak bir
gonca gibi henüz açılmamıştır. İnsan ne zaman tefekkür denizine dalarsa o zaman hayat bulacaktır. Her insan düşüncelere
dalar; fakat önemli olan düşüncenin insanın ham olan varlığını
yoğurmasıdır. Eğer tefekkür, kişi üzerinde hakk’ın uyanışını,
gönülde yanışını gerçekleştiremezse bunun gerçek tefekkür
ölçüsünde olduğunu söylemek mümkün değildir. Tefekkür
eğer aşk ile tutuşturulursa o vakit kişi üzerinde Hakk’ın rızası
doğrultusunda bir tesiri olabilir.369
Sûfîler, tefekkürün bir fikir ve düşünce ameliyesi olduğu
düşüncesindedir. Kişi tefekkürle Allah’ın yerde ve göklerde
yarattığı varlıkları ve yaptığı işlerin hikmetlerini düşünmek,
incelemek ve araştırmak gibi konuları kapsamaktadır.370 Bu
konuda Allah “Göklerin ve yerin yaradılışı üzerinde düşünürler”371
buyurmaktadır.
Bazı sûfîler, tefekkür ve zikrin Allah’ın Yüceliğini düşünme ve tetkik etme açısından namazdan da öne geçirerek
ibâdetlerin en üstünü olarak görmüşlerdir.372 Diğer bazı
sûfîler de şu görüştedirler; namaz, Allah’ın azameti hakkında
368 Bk.
Maide, 11; A’râf, 69; Zuhrûf, 13.
Esrar ve Rumuz, s. 99.
370 Kuddûsî, Pednâme-i Kuddûsî, vr. 33a.
371 Al-i İmran, 3/191.
372 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 264b.
369 İkbâl,
105
106
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
tefekkür ve sürekli zikir/zikr-i dâim istisna edilirse, âmellerin
en üstünüdür. Tefekkür ve devamlı zikiri ise, yüce ruha sahip
kişilerin yaptığı bir ibâdet olarak kabul etmişlerdir373. Onların
bu düşüncelerini âyet ile karşılaştırdığımızda hiç de haksız olmayan bir üstünlük olduğu görülmektedir. Zira âyette Allah:
“Akl-ı selim sahipleri ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken
Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaradılışı üzerinde tefekkür
ederler”374 Hz. Peygamber (s.) de: “Tefekküre denk bir ibâdet yoktur. Öyle ise gelin Allah’ın nimet ve kudret eserlerini tefekkür edin.
Ama sakın Allah’ın zatını düşünmeye kalkışmayın; çünkü O, insan
düşüncesini aşan bir konudur375” buyurmaktadır.
Mutasavvıflara göre tefekkür, kalbin en önemli amelidir.
Tefekkür, Peygamber (s)’in de işaret ettiği gibi, insanların ve
cinlerin ibâdetlerinden daha hayırlı bir ibâdettir. Ona göre
tefekkür, tezekkürü gerektirir. Çünkü hem tefekkür, hem de
tezekkür kişide imanın ve ihsânın hakîkatlerini meydana getirirler. Ârif de, tefekkürüyle tezekkürüne, tezekkürüyle tefekkürüne dönmeye devam eder.376
Hikmet, müridlerin kalbinde tefekkür diliyle, âriflerin kalbinde sıdk diliyle konuşur.377 Sûfîlerin büyükleri, tefekkürü
ibâdetin anahtarı olarak görmüşlerdir.378 Mesela büyük sûfî
Hasan el-Basrî (ö. 728), “bir saat tefekkür, bir gece ibâdetten
daha hayırlıdır” demektedir.379
Genel olarak sûfîler, tefekkürün Allah’ı gereği gibi bilmenin
ve onu tanımanın anahtarı olarak kabul etmektedirler. Allah’ı
bilmenin yanında O’nun evrende yarattığı varlıklar eşyâ üze-
373 Dehlevî,
Hüccetullah el-Baliğa, I, 152.
Âl-i İmran, 3/191.
375 Acluni, Keşfu’l-Hafâ, I, 311.
376 Kuddûsî, Hazinetu’l-Esrâr, vr., 264b.
377 Ebu Nuaym, Hilye, II, 198.
378 Kuşeyrî, Risâle, 290.
379 Gazâlî, İhya, IV, 764.
374
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
rinde düşünerek ibret alma aksiyonu olarak görmektedirler.
Onlara göre, tefekkür âleminde dolaşmak, insan için kendisini
düşünce ve gönül açısından bütün varlıklardan ‘uzlet etmek/
uzaklaşmak kadar güzel bir hâl yoktur.380 Onlar, nefsin hastalıklarının veya bunalımlarının tek tedavisinin Allah’ı tefekkür
etmek olduğunu ifade ederler. İnsan kendini Allah dışındakilerden/mâsivâdan uzak tutmadıkça göz neredeyse gönülde
orada olur. Zira kalp, his ve şehâdet âleminde görülen nesneleri düşünmekle uğraşırsa gayb ve melekût âlemin tecellilerinden gafil olur. İşte fikir meydanında dolaşmak isteyen, “bir
saat tefekkür yetmiş senelik ibadetten hayırlıdır” sözünü baz
alarak, kendini Allah dışındaki varlıklardan soyutlamalıdır.
Sûfîler, evrenin ve içindeki eşyânın birer âyet olduğunu ve
bir kitap gibi okunup, ibret alınması gerektiğini söylemektedirler. Allah’ın büyüklüğünün ve eşsiz sanatının anlaşılması,
ancak evrende varolan eşyânın yaratılış nedeninin ve amacının üzerinde kafa yorup düşünmekle mümkün olacağını ifade
etmektedirler. Onlara göre, tefekkür olmadıkça tecelli kapıları
ve müşâhede meydanları açılmaz. Onun için sûfîler, kalbin
nefs/benlik hastalıklarından boşaltılması uzletle; ma’rifet nurları ve Rabbânî tecellilerle dolması da tefekkürle olur düşüncesindedirler. Sûfilere göre, murakabe ve tefekkür, mütefekkirlerin iyiliklerini suçlarından ayrı olarak gösteren bir hakikat
aynasıdır. Evrendeki ilâhî sanatı ve âyetleri tefekkür etmek,
açık lütufları ve gizli nimetleri bilmeye, anlamaya sebep olur.
Zira Hz. İsâ’ya (as) atfedilen şu söz bu konuya çok güzel bir
örnektir: “Sözü zikir, susması fikir ve bakışı ibret olan kimse
ne mutludur. İnsanların en zekisi, daima nefsini hesaba çeken
ve ömründen sonrası için âmel edendir.”381
380 İbn
‘Atâullâh İskenderî, Hikem-i ‘Âtâiyye, s. 11
Seyyid Hafız Ahmed Mahir, Hikem-i Atâiyye Şerhi, haz. Tahir
Galip Seratlı, İstanbul 2010, s. 43.
381 Kastamonulu
107
108
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Bütün bu görüşlerin neticesinde şu çıkarıma gidebiliriz.
Tefekkür, insan hayatının yol göstericisidir. Çünkü tefekkür,
insana planlı hareket etmenin, hayat seyrinin projesini verir.
Tefekkür yağmur yağmadan önce şimşeğin çakması gibidir,
yani öncü kuvvettir. Tefekkür, Dostoyevski’nin dediği gibi, insanı kendine getiren, kalbini sızlatan, acıdan kederden gelen,
bunlarla pişen hayat denilen yolun anahtarıdır.382 Sûfî için tefekkür, Rabbi ile rabıta ve konuşma durumudur.
Tefekkür olmadan sûfînin hayatı kuru ve cansızdır; o hayat
veren bir goncadır. Sûfî ne zaman tefekkür denizine dalarsa
o zaman hayat bulacaktır. Her insan derin düşüncelere dalar.
Fakat önemli olan düşüncenin insanın ham varlığını yoğurup
şekillendirmesidir. Bu şuurda olmayanlar, altında oturduğu
barınağın kenarını aşamayıp, o meşakkatli görevden kaçanlardır. Onlar, evrenin eteğine yapışıp evrende bulunan eşyânın
sırrına vakıf olmak istemeyenlerdir.
Eğer tefekkür, kişi üzerinde Hakkın uyanışını, gönülde yanışını gerçekleştirmiyorsa, kişinin içinde bulunduğu düşüncenin gerçek tefekkür ölçüsünde olduğunu söylemek mümkün
değildir. Tefekkür eğer aşk ile tutuşturulursa o vakit, kişi üzerinde Hakkın rızası doğrultusunda bir etkisi olabilir. Çünkü
Hz. Peygamber (s)’in: “tefekkür gibi bir ibâdet yoktur” sözünü gerçekleştirmenin temel esprisi bu aşka dayanmaktadır.383
Sûfîler, tefekküre o kadar önem verirler ki, çoğunlukla tefekkür dönemlerinde hâlvete çekilmişlerdir.384 Kuddûsî için
de, derûnî bir düşünme ve hayata planlı hazırlanma sûfî için
382 Dostoyevski,
Ev Sahibesi, (çev. H. Kaplan), Antik Dünya Klasikleri, İstanbul
2006, s. 82.
383 Kuddûsî, Pendnâme-i Kuddûsî, vr., 208a.
384 Abdurrahman Câmi, Nefahâtü’l-Üns, Evliya Menkıbeleri, terc ve şerh: Lâmi Çelebi, Haz. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara, 2. Baskı, Ma’rifet Yayınları, İstanbul, 2001, s.472.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
önemli bir aşamadır.385 Ona göre, sûfî, İlâhî güzelliği eşyâda
saklı gördüğü için, bu durum onların tefekkürünün ana teması olmuştur. Onun için, gerçek tevhîde ulaşmak için var olan
dünyanın sınırlarını aşmak gerekir. Bu da insanın İlâhî aşkı
kazanıp tevhîde ulaşmasıyla gerçekleşir. Bunun neticesinde
sûfînin tamamıyla aşka dönüşmesi gerçekleşir. Yâni, âşık ile
Mâ’şuk’un bir olduğu ve Ma’şûk’un âşık vasıtasıyla konuşulduğu bir mertebeye ulaşmaktır.
Tefekkür ve zikir aşamasında, ma’rifet ve aşkın/mahabbanın kalbe yerleşmesi mümkün değildir. Tefekkür ve zikir, kişinin âmeli ile ilmî arasındaki köprüdür. Gazâlî’nin dediği gibi,
eğer insan mutlu-mesut olmak istiyorsa, dünyayı/mâsîvayı
terk etmeli ve yaşamını fikru’l-lâzım ve zikru’d-dâim içinde
geçirmelidir. Ma’rifet, tefekkürden sonra gelir. Muhabbet/aşk
ve üns ise zikrin tezahürleridir. Tefekkür, zikirden üstündür;
çünkü tefekkür, zikri zaten içine alır386. Sûfîler göre insandaki
amellerin kuşatıcılığını sağlayan ilimdir. İlim ise her hayrın
anahtarı olan tefekküre dayanmaktadır.
İbnü’l-Arabî’ye göre tefekkür etmek, kişiyi Allah’ı bilmeye götüren önemli bir ameldir. Evren ve içindeki varlık/eşyâ
konusunda, insan derin düşünceye girmeden, Allah’ı hakkıyla bilmesi mümkün değildir387. Zikir, insanın içindeki kötü
ahlâkı temizler: Ateşin zararlı otları yakması gibi zikir de kötü
huyları yok eder. Ubeydullah Ahrar: “Zikir bir kazmadır ki,
onunla gönüllerdeki yabancı duygu dikenleri temizlenir” buyurmuştur. Zikir ve tefekkür, nefsin arınmasını, olgunlaşmasını, günahların silinmesini ve hasenatın çoğalmasını sağlar.
Çünkü Allah’a yönelmek günahları yok eder ve manevîyatı
güçlendirir. Zikirle mutmain bir kalp, olgun ve tertemiz bir
385 Kuddûsî,
Hazinetu’l-Esrâr, vr., 264b.
İhya, IV, 394.
387 İbnü’l-Arabî, Fusûs, s.81.
386 Gazâlî,
109
110
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
kalp (kalb-i selim) halini alarak şu ayetin sırrına nail olur: “O
gün, ne mal fayda verir ne de evlat! Ancak Allah’a kalb-i selim
(temiz bir kalp) ile gelenler müstesna!”388
Zikir, Allah sevgisini artırır: İnsanoğlu gördüğü güzel şeylere ilgi duyar ve onları sever. Allah ise görülmemektedir.
Ancak O’nun güneş, hava, yağmur ve sıhhat gibi insanlara
bahşettiği nice nimetler açıkça görülmektedir. Allah’ın isim ve
sıfatlarını şuurla ve tefekkürle anan, O’nun nimetlerini, kullarına olan sevgi ve merhametini düşünen insanlarda zamanla
Allah sevgisi artar. Tıpkı hayırsever bir insanı hiç görmediği
halde onun vasıflarını ve menkıbelerini sürekli dinlemek ve
anmak suretiyle ona hayranlık duyan kişiler gibi. Seven, sevdiğini çok andığı gibi, bir şeyi çok anan kişi de bir süre sonra
onu daha fazla sevmeye başlar. Sevginin büyüklüğü ise sevilen uğrunda yapılan fedakârlık ölçüsündedir. İşte seherlerde
uyanıp Hakk’a iltica etmek de bu sevginin en açık misallerinden biridir.
Zikir ve tefekkür sayesinde insan önce muhabbetullaha, sonra bu muhabbet sayesinde marifetullaha ulaşır. Yani
Allah’ın isim ve sıfatlarını daha iyi tanımaya başlar. Bunun
neticesinde, Cenab-ı Hak da onu sever ve kendisine dost edinir. Nitekim bir kudsi hadiste Allah, “Kullarımdan velilerim
ve yarattıklarımdan sevdiklerim beni zikredenlerdir ki zikirlerine karşılık ben de onları anarım” buyurmaktadır.
Zikir, kulu Allah’a yaklaştırır: Kulun Allah’a yaklaşabilmesi için mânevî bir enerjiye, yani feyze ihtiyacı vardır. Allah’dan
kula gelen feyiz, kulun muhabbeti nisbetinde olur. Muhabbeti
oluşturan da zikirdir. Dolayısıyla zikir, muhabbetin oluşmasına, muhabbet feyzin gelmesine, feyiz de kulun Allah’a yaklaşmasına vesile olur.
388 Şuara
26/88-89
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
Tefekkürün/derin düşünmenin insan üzerindeki etkisini
Hz. Peygamber (s.)’in hadisi ışığında değerlendiren sûfîler,
düşüncenin insan üzerinde etkisini, diğer önemli bir ibâdetle
kıyas yaparak, düşüncenin zikre etki oranının yüz defa daha
kuvvetli olduğunu söylemişlerdir. “Bir saat tefekkür etmek, altmış sene ibâdetten daha hayırlıdır.”389
Bazı sûfîler, zikir ve mücâhede ile sûfînin mâsîvanın etkisinden kurtulup, kendini bulamayacağı görüşündedirler.
Her ne zaman sûfî zikrin etkisinden kendini kurtarıp tefekkür
ve fikrin etkisine girerse işte o zaman maddî veya cisimler
âleminden kurtulup ruhlar âlemine geçmiş olur.390
Bazı sûfîlere göre de, yakîn alanından tefekkür-zikir alanına
kadar olan kısım, kalb temizliğinin yapıldığı bölümdür. Yani
kalb, burada, âmel yardımı ile ma’rifete hazırlanır. Ma’rifet ve
muhabbetin, fikir-zikir olmadan kalbe yerleşmesi mümkün
değildir. Fikir-zikir âmelle ilim arasında bir köprüdür.391 Eğer
insan mutlu olmak istiyorsa, dünyayı terk etmeli ve hayatını
fikrü’l-âzim ve zikru’d-daim içinde geçirmelidir. Ma’rifet, fikirden gelir. Muhabbet ve üns ise, zikrin ürünleridir. Onun
için fikir, zikirden üstündür. Çünkü birincisi, ikinciyi zaten
içine alır.392 Bununla beraber sürekli zikir, kula gerekli olan
her şeyi kalbe yerleştirir. Kısacası âmel, kalbin hâline, hâl ilme,
ilim ise her iyiliğin anahtarı olan fikre dayanır.
Tasavvuf düşüncesinde imanın, bilinç ve tefekkür olmadan
gerçekleşmesi mümkün değildir.393 İnanan, sorgulayan ve belki de herkesten daha çok sorgulayan ve soran ve her konuda
hassas ve titiz davranan kişidir. İşte bu sorgulamanın temeli
389 Aclûnî,
Keşfü’l-Hafâ, II, 310.
eser, s.141.
391 Gazâlî, İhyâ, IV., 394.
392 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 264a.
393 Kuddûsî, Pendnâme-i Kuddûsî, vr. 33a.
390 Aynı
111
112
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
tefekkür yâni düşünmek ile başlar. Çünkü tefekkür, bilinçtir,
arayıştır, uyanıştır, teslimiyettir ve tekâmüldür. Tefekkür, bir
bilge tavırdır. Mütefekkir var olan her şey üzerinde düşünür
ve bunu kendi ruhunda hisseder. Çünkü o tefekkürle/derin
düşünmeyle bilgiyi/ma’rifeti yakalamıştır.
Hakk’ın gereği gibi bilinebilmesi için öncelikle insanın
kendini bilip tanımasıyla gerçekleşeceğine inanır. Kendini bilmenin temeli de insanın derin düşünceye/tefekkür dalmasıyla gerçekleşir. Kendi varlığının nedenini analiz etmeden, bir
kimsenin ma’rifetin cevherine ulaşması da mümkün değildir.
İnsanlar, akılla hareket ekmek için çaba sarf ederken,
Allah’ın dostları düşünür, Allah’ın âlem üzerindeki tedbirini
tefekkür ederek, alıcı bir perspektiften hareketle, bilinenden
kalkarak bilinmeyeni bulur. Bunu yapabilmek için kavramları
tefekkür etmek/derin anlamlarına inmek gerekir394. Sûfî tefekkürle zâhir bilgiden bâtının bilgisine geçtikten sonra, ma’rifet
durumuna geçen bu bilgisiyle Allah’ın emrettiklerini yerine
getirmelidir.
Sûfîler nefsten kurtulup, kendilerini bilmek/keşfetmek için
bazı ilkeler ortaya koymuşlardır. Örneğin, neftsen/benlik dönüşün birinci yolu, bütün ilimleri elde etmek; ikincisi, doğru bir
riyâzet ve sağlam bir murâkabe; üçüncüsü ise, tefekkür/derûnî
düşünmedir. Sûfî, öğrendiği bilgiden memnun kaldığı zaman,
tefekkürün şartlarına bağlı kalarak bildiği şeyler hakkında derin düşüncelere dalsa, ona gayb/bilinmeyenin kapısı açılır. Tefekkür eden kimse, sonunda akıllı ve ilham sahibi bir bilgin olarak bilinmeyen âlemden bazı şeyler kalbinde belirir395.
Sûfî, Allah’ı kendi içinde duyup hissederse, bu duyuş ve
hissediş onun Hakk’ı bilmeye çalışması anlamına gelir. Ken-
394 Muhâsîbî,
395 Gazâlî,
er-Riâye, s.444.
er-Risâletü’l-Ledünniye, s.36–37.
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
disine vuslatı hedeflenen varlık, aynı zamanda bilinmeye çalışılan bir varlıktır.
Tefekkür, iç düşünmedir. Sûfî, var olan, duyup gördüğü nesneler üzerinde tefekkür eder. Çevresindeki eşyâ, “bilinen”dir.
Onlar her hâlükarda duyumlanan ve duyumlanmakta olan
objelerdir. Kişinin kendini tanımak, kendisi olmak, kendi kararlarını verebilmek ve kaderinin yükünü kendi üzerine almak, belirsiz ve karanlık bir yolda kendi hedefini bulabilmek,
açık uçlu bir gelecekle kendini belirleme özgürlüğüne sahip
olmak için öncelikle düşünce evrenine tam girmesi lazımdır.
Tasavvufî bilgiyi/ma’rifeti hedefleyen akıl, kalple bütünleşerek derin düşünmeyi gerçekleştirir. Tefekkür, Allah’ın
nuruyla etkinleşir. Akıl artık normal duyu ve saklı yollarla ilgilenip, parçalı ve kavramsal bilgi peşinde değildir. Eşyânın
dışsal formları, tüm çeşitliliği ile kavranarak, Mutlak bilgiye
doğru yönelir. Mutlak Varlık’ı, idrak etmek ve O’nun bilgisine
doğrudan varabilmek için artık tekrar kavramlara geri dönmemektedir. Çünkü “her bir şeyde başka bir şey gören bir sûfî ‘her
şeyle/eşyâda Tanrı’yı görmeye396’ başlamıştır ki bu doğrudan ve
aracısız bilme şeklini almıştır. Nitekim bazı sûfîler, bu bilme
ve bilgiyi zâhirin bilgisinden bâtının bilgisine geçtikten sonra
ma’rifete dönüşmektedir”397 şeklinde yorumlamışlardır.
Zira derin düşünceyle ortaya çıkan ma’rifet, Allah’ın varlığını kalben bilmektir.398 Yani bir yerde, Hakk’ın yine Hakk
ile bilinmesidir. Ma’rifette, gönül, Hakk ile gerçeğe erer, ya da
gerçeklik kazanır. Hakk’ın ma’rifeti de diyebileceğimiz bu gerçekleşme, Allah’ın yarattığı şeyler için isim ve sıfatlarını açığa
vurmasından doğan birliği/vahdaniyetinin bilinmesidir.399
396 Gazâlî,
Kitâbu Mişkâtü’l-Envâr, s.44.
er-Riâye, s.444.
398 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 33a.
399 Serrac, el-Luma’, s. 36.
397 Muhasibî,
113
114
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Allah ancak kendisiyle bilinir. Akıl bile O’nu bilmekten acizdir. Çünkü o da ancak kendisi gibi bir âcize delâlet
edebilir400. Tefekkür/düşünceden ma’rifet doğar; ma’rifetten
Allah’a karşı saygı meydana gelir. Tazimden de sevgi oluşur.
Ma’rifetten doğan muhabbet zikirden oluşan sevgiden daha
kuvvetli ve daha büyüktür.401
Ma’rifet bilgisi/iç tecrübe bilgisi, insanın ilk önce duygularının dış dünyadan kazandığı izlenim ve duyumlardan kalkarak ortaya çıkmaktadır. İç düşünme/tefekkür çevremizdeki
nesneler üzerinde temellenerek gelişir. Mutlak varlığa bakan
insan, bundan tefekküri bilgi/ilmü’l-nazarî’yi çıkarır.402
Sûfînin gayesi, yeryüzünde Allah’ın irâdesini hakîm kılmak ve kendi hayatını Allah’ın bir tecellîgâhı haline getirmekle yükümlüdür. O, birbirinden ayrılmaz bir şekilde hem derin düşüncelerin/tefekkürün adamı, hem de, eylem adamıdır.
Sûfînin aldığı tasavvufî eğitim, ilim ile ameli eşit şekilde kabul
etmek ve kişisel engelleri kaldırmayı hedefler.403 O, doğmatik
şekilcilikten ziyâde, yaşayan, özümsenen yaratıcı bir İslâm anlayışının yaşanması için insanlara hizmet eder.
Sûfî, derin düşünceye dalmadan, ilkin kendini bilmeden, sonra da Hakk’ı derin düşünmeyle anmadan, gönlünde
ma’rifetin ve aşkın oluşmasının mümkün olamayacağını bilmektedir. Gönül dünyasına aşkın ve ma’rifetin doğması da,
cezbeye bağlıdır. Sûfîler, Allah’ın sıfatları konusunda tefekkür için sınır tanımaz iken, Allah’ın zatı konusunda tefekkür etmeyi de Hz. Peygamber (s)’in sözüne dayanarak hoş
karşılamamaktadır. Hz. Peygamber (s) bu konuda: “Allah’ın
400 A.g.e.,
s. 63.
İhyâ, IV, 981.
402 Gazâlî, er-Risâletü’l-Ledunniye, ss. 21–22.
403 Gazâlî, Munkiz, s. 95.
401 Gazâlî,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
zatı hakkında düşünmeyiniz”404 buyurmaktadır. Diğer konulara
herhangi bir sınırlama getirmemektedir. Yani mü’minler derin düşünceye/tefekküre teşvik edilmektedir. Derin düşünce
olmadan, kişinin evreni ve yaratıcını gereği gibi bilmesi mümkün değildir. Günümüzde insanların düşünceden tamamıyla
uzaklaştırılıp, sadece elektronik ve teknik araçlarla baş başa
bırakılması olumsuz neticeler doğurmaktadır. Hakk’ı bilmenin yolu, insanın kendi varlığından başlayarak bütün varlığı
derûnî/detaylı düşünerek kendini gerçekleştirmektir.
Tasavvuf, insanları, hem kendi yaratışları, hem de evrendeki varlığın oluşumu üzerinde çokça düşünmeye çağırmaktadır. Ona göre, tefekkür denizine dalmadan kişinin kendinden
başlayarak diğer varlıkları tanıması mümkün değildir. İnsana
tefekkürden daha önemli bir amelin, zikrin, aşkın ve ma’rifetin
aydınlığını sağlayacak temel bir ibâdet yoktur. Eğer insan, tefekküre tam adapte olursa, deryadaki incileri toplar. Bu inciler
de, aşk ve ma’rifetin dışında, sadece zühd gibi amellerle kazanılmaz. Zira sûfîlere göre, göklere, yere ve mahlûkata bakıp
tefekkür etmenin ve bunun yanında Allah’ın azâmet, kudret
ve izettini ayne’l-yakîn bilmekteki erdemliliğin değerini takdir
etmek mümkün değildir.405
Tefekkür, insan için yol göstericidir; hareket etmenin, hayat serüveninin hazırlık plânıdır. Geceler, sûfîler için zikir ve
tefekkürle beraber aşkın yükselişi, Rabbin yer semâsına iniş
vaktidir. Yâni, bir vuslat vaktidir. Mâsîvanın görüntüsünden
uzaklaşarak, yalnızca Hakk ile başbaşa kalmanın zamanıdır.
Ağyârın hiçbir izi yoktur âşık sûfînin gözünde, yakınında,
çevresinde, konuşmasında, o, sadece Ma’şûk’una kavuşma
ânını gözler. Onun için gündüzler de, mâsîvaya karşı yapıla-
404 Ebu
Nuaym, Hilye, VI, 67.
Pendnâme-i Kuddûsî, vr., 208b.
405 Kuddûsî,
115
116
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
cak mücadelenin hazırlık safhasıdır. Sûfîler, halk arasındaki
yalnızlıktan ancak tefekkür ile kurtulabilirler.406
Buradaki gaye, var olan varlıkların, dış detayları ve tezahürleri bakımından insanların nesnelere ve bu nesnelere olan
mânevî etkilere karşı duyarsızlıklarını canlandırmaktır. İşte
tefekkür gittikçe cılızlaşıp zayıflayan bu derûnî düşünceyi
canlandırmak amacı gütmektedir. Bu derin düşünce sûfî için
sık sık hatırlatılmaktadır. Sûfî tefekkürünün amacı, derûnî düşünceye bağlı hayat ile fiili hayatı birleştirmesine bağlı olarak,
tefekkürün sûfînin karakterinin oluşumu üzerindeki etkisini
artırmalıdır.
Tasavvufî bilgi ma’rifet/derin araştırma ve tahkîk sonucunda meydana gelir. Ma’rifetle Yaratanı hakkıyla bilerek yargıda
bulunan, edindiği bilgi sayesinde daima dik olarak ayaktadır.
Bu bilgiyle Allah’ı hakkıyla tanıyan devamlı olarak tefekkür
hâlindedir407.
Sûfînin, ma’rifetin sırrına ulaşıp, zulmet perdelerini ortadan kaldırması şarttır. Onun için özellikle Allah’ın yeryüzüne diktiği işâret/âyetleri iyi gözlemlenmesi gereklidir. Sûfi bu
gözlemleri yaparken, kesinlikle Hakk’ın zâtı üzerinde düşünmemelidir. Çünkü düşünceyle, akılla bu ilâhî Zât’ın kavranması mümkün değildir. Fakat sûfînin, Yaratıcının yarattığı nesnelerin sırrını kavramak ve Rabbanî feyzlerden faydalanması
için, tefekküre dalarak ilâhî aydınlanma ile gönül dünyasını
aydınlatmalıdır. Allah’ın yeryüzündeki her sa’natı, üzerinde
düşünülmesi gereken önemli bir dikili âyettir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, tasavvuf anlayışında ilâhî
aşkı tatmanın ve ma’rifet aydınlığına kavuşmanın temelinde,
derin düşünme/tefekkürün önemli bir etkinliği vardır. Aynı
406 Kuddûsî,
Dîvân, s. 98.
“Hilyetü’l-Ebdâl”, Resâil, Neşr: Muhammed Şihabeddin el-Arabî,
Dâr-ı Sadr, Beyrut, 1997, s.507.
407 İbnü’l-Arabî,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
zamanda sûfîler, Allah’ı hatırda tutmak/zikir ile tefekkürü
birbirinden ayırmayarak, ikisini de sûfînin olgunlaşmasının
temel taşı olarak görürler. Onlar, tefekkürün engin sularında
dolaşan insanın her türlü isteklerine kavuşacağına inanır. Tefekkür, insanı, evreni ve evren içindeki bütün varlığı anlama
ve keşf etmeye götüren mihenk taşıdır.
3.3. Zikir- Fikir İlişkisi
Bazı sûfîler, “Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa
eresiniz”408 âyetinin hem zikir hem de fikir içerdiğini vurgulamışlardır. Onlara göre, kişi bu âyetin manasının içeriğini
tefekkür etmekle zikir ibadetini yerine getirdiği gibi, Allah’ın
nimetini hatırlama eylemi, ikinci aşamada da fikre dönüşür.
Fikir her ne kadar havf ve recâ dairesine girerse de keyfiyet
bakımından daha da kuvvetlenerek müşahedeye dönüşür.409
Bazı sûfîler, zikri fikirden üstün kabul ederler. Zira onlara göre
Allah, zikirle sıfatlandırılabilir ama fikirle sıfatlandırılamaz.410
Anlaşıldığı gibi, önceki grupta bulunan sûfîler, zikri sadece
belli kelimeleri tekrarlama olarak görmemektedir. Zikirde
asıl olan, keyfiyetli zikir olan müşahedeye ulaşmaktır. Onun
için hakikî zikir, zikir esnasında Allah’tan başkasını unutmaktır. Bu konuda bazı sûfîler, “unuttuğunda Rabbini zikret”411
âyetini, “Allah’tan başkasını unuttuğun zaman O’nu zikretmiş
olursun” şeklinde yorumlarlar. Kelâbâzî’ye göre zikir zikredilenin değil zikredenin sıfatıdır. Yani mezkûr zakirin zikriyle
mezkûr olur. Sıfat zikir ayrımı yaparken bu ifadeleri kullanan
Kelâbâzî, zikir sıfatının aksine mevsuf, vasfedenin vasfı ile
mevsuf değildir, der.
408 A’râf,
7/69
409 Mekârim,
age., s. 20.
Kuşeyrî, 1990:223.
411 Kehf, 18/24.
410
117
118
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Kulun, Allah’ı zikretmesinin gerekliliğini açıkça ifade eden
ilk dönem sufilerinden Kelâbâzî, gerçek zikrin, zikredenin zikredilen dışındakilerini unutması olduğunu söyler. Zikir kişiyi
masivadan uzaklaştırmalıdır. Zikri, Allah’ın ismini dil ile zikir,
Allah’ın takdirini kalb ile zikir şeklinde ikiye ayıran Kelâbâzî;
dünyada Allah’ı zikretmeyi, ahirette Allah’ı nazar etmek gibi
görür.412 Gafleti kalbin uyuması şeklinde tarif eden Kelâbâzî
üç durumdaki gaflete dikkat çeker ve bunları; Allah’ı zikirden
gaflet, fecrin doğumuyla sabah namazı vakti arasından gaflet
ve kişinin dinde kendisinden gafleti şeklinde sıralar. Gaflet ise
bir hastalık ve noksanlıktır.413
Yani dil ile zikri, kalbin zikrinden ibaret bulan bazı sûfîler,
kalbin zikrini zikredileni müşâhede olarak yorumlarlar. Onlara göre, kalbî müşâhedeye ulaşamayan kişi, diliyle zikretse
bile “gafil”dir. Onlar, Allah’ı kalb huzuru, müşâhede ve dil
ile zikreden kişinin fuâdıyla Allah’a baktığını ve dolayısıyla
bu durumdaki kişinin sanki cennet bahçelerinde dolaşmış gibi
olacağını söylerler. Zikrin karşıtı olan gaflet ise dünyaya ve
nefsin şehvetlerine dalmakla olur.414 Dinî emirleri bilmemek,
yapılacak ve terk edilecek hususlarda cahil olmak ve bildiğini unutmak dinde gaflettir. Bazı sûfîler gafleti ikiye ayırır: 1.
Dünya işlerinde gaflet etmek, 2. Ahiret işlerinde gaflet etmek.
Dünya işlerinde gösterilen gaflete “Beleh” ismini veren sûfîler,
dünya işlerinden anlamamayı velîlerin, sıddîklerin ve şehitlerin özelliği olarak görürler. Yani dünya ve şehevî arzulara
dalmak suretiyle emredileni yerine getirememeyi, nehyedilen
şeyleri yapmaktan daha kötü bir gaflet olarak telaki ederler.
Bu sûfîler, dünyaya dalıp Allah’ı unutmayı uğursuzluk olarak değerlendirirler. Onlara göre uğursuzluk dünyaya dal412 Kelâbâzî,
Bahru’l-Fevâid, s. 153.
Bahru’l-Fevâid, s. 153.
414 Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s. 153.
413 Kelâbâzî,
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
mak ve Allah’ı unutmanın neticesidir. Zikrin hakîkati, gafleti
tard etmektir, gaflet ortadan kalktığında sâlik sükût da etse
zikir hâlindedir. Bu konuda Cüneyd-i Bağdâdî (ö.909) şöyle
der: “Seni zikrettim. Fakat bir an bile seni unuttuğumdan değil. Zikrin en kolayı dil ile olanıdır, hâlbuki ben seni kalb ile
zikrediyorum.”415 Hakiki zikir, zikir esnasında mezkûrdan
başkasını unutmaktır.416 Nitekim “Unuttuğun zaman Rabb’ini
zikret”417 buyrulmuştur. Bu âyet ile ilgili sûfîler; “Allah’tan
başkasını unuttuğun zaman, O’nu zikretmiş olursun.” derler.
İlk dönem sûfîlerinden bazıları zikrin temelini, yapılması
gereken şeylerde Allah’a icâbet etmek olarak görmüşlerdir.
Onlara göre zikir iki şekilde yapılır. Birincisi, Allah’ı tesbih etmek ve Kur’ân okumak; ikincisi ise, şartlarına uygun bir tarzda gönlü, Allah’ın esmâ ve sıfatlarını hatırlamakla uyarmak
şeklinde olur. Bu zikir yapanın makamına göre değişiklik arz
eder. Yani tevekkül, murâkabe ve muhabbet ehli olanların her
birinin zikri, içinde bulundukları makâma göre yapılır.418
Cüneyd-i Bağdâdî (ö.909)’nin; “Müşahedeye dayanmadan
“Allah” diyen iftiracıdır.” sözünü Kelâbâzî, “İfadesi müşahedesine dayanmayan kişi yalancı şahittir.”419 ifadeleriyle destekler. Nitekim müşahede makamı zikrin de üstünde bir makamdır. Bu makamda zikir bile Allah’ı görmeye engeldir. Yani
zikir müşahedeye ulaşıncaya kadar yapılır. Kişi, müşahede
hâlini yaşarken zikirle uğraşmaz. Zikir, setr hâlinde yapılır.
Keşf ve müşahede hâlinde ise zikir biter.420
Kur’ân’da zikirle alakalı yüzlerce âyetin varlığı düşünüldüğün de, ilk dönem sûfilerin zikre yaklaşımı ve zikre atfettikleri
415
Kelâbâzi, Ta’arruf, s. 103.
Kelâbâzi,Ta’arruf, s. 154.
417 Kehf, 24.
418 Serrâc, Lüma’ s. 223
419 Kelâbâzi, Ta’arruf, s. 103
420 Kelâbâzi, Ta’arruf, s. 103.
416
119
120
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
değer daha iyi anlaşılmaktadır. Nitekim bazı sûfîler, “Allah’ın
nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz”421 gibi âyetlerin hem
zikir hem de fikir içerdiğini vurgulamışlardır. Onlara göre, kişi
bu âyetin manasının içeriğini tefekkür etmekle zikir ibadetini
yerine getirdiği gibi, Allah’ın nimetini hatırlama eylemi, ikinci
aşamada da fikre dönüşür. Fikir her ne kadar havf ve recâ dairesine girerse de keyfiyet bakımından daha da kuvvetlenerek
müşahedeye dönüşür.422 Bazı sûfîler de, zikri, fikirden üstün
kabul ederler. Zira onlara göre Allah, zikirle sıfatlandırılabilir
ama fikirle sıfatlandırılamaz.423 Anlaşıldığı gibi, önceki grupta
bulunan sûfîler, zikri sadece belli kelimeleri tekrarlama olarak görmemektedir. Zikirde asıl olan, keyfiyetli zikir olan müşahedeye ulaşmaktır. Onun için hakikî zikir, zikir esnasında
Allah’tan başkasını unutmaktır. Bu konuda bazı sûfîler, “unuttuğunda Rabbini zikret”424 âyetini, “Allah’tan başkasını unuttuğun zaman O’nu zikretmiş olursun” şeklinde yorumlarlar.425
İlk dönem sûfîlerinden bazıları zikrin temelini, yapılması gereken şeylerde Allah’a icâbet etmek olarak görmüşlerdir. Onlara göre zikir iki şekilde yapılır. Birincisi, Allah’ı tesbih etmek ve Kur’ân okumak, ikincisi ise, şartlarına uygun bir tarzda gönlü, Allah’ın esmâ ve sıfatlarını hatırlamakla uyarmak
şeklinde olur. Bu zikir yapanın makamına göre değişiklik arz
eder. Yani tevekkül, murâkabe ve muhabbet ehli olanların her
birinin zikri, içinde bulundukları makâma göre yapılır.426
İlk dönem sûfîlerinin zikir anlayışları farklılık arz etmektedir. Onlardan bazısı, zikir elfâzı olarak kelime-i tevhidi tercih
ederek, sâdık bir müridin ihlâsla buna devam etmesini istemiş421 A’râf,
7/69
Talib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, thk. Said Nesib Mekârim, Beyrut 1995, I, 20.
423 Kuşeyrî, er-Risâle fî’t-Tasavvuf, Beyrut 1990, s. 223.
424 Kehf, 18/24
425 Ebi Bekr Muhammed b. İshâk el-Kelâbâzî, Ta’arruf, Beyrut 1993, s. 154.
426 Serrâc, el-Luma’, s. 223.
422 Ebû
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
lerdir. Tevhîd kelimesinin insanın iç dünyasını nurlandırdığı
için, gayretlerin bu kelimede yoğunlaştırmasına özel bir önem
göstermişlerdir. Onlar, kelime-i tevhîd tekrar edilince, sonunda bu kelime, nefsin, arzunun karşı çıkmalarını yok ederek
kalpte karar kılar. Tevhîd kelimesi dili istilâ edip yerleştikten
sonra kalbe sirayet eder. Kalbi kuşatan tevhîd cevher haline
gelerek yakîn nûrunu meydana getirir. Bu hâli yaşayan kişinin dilinden ve kalbinden zikir gitse de oluşan bu nûr cevher
olarak devam eder. Bu hâli tadan kişi bundan sonra Allah’ın
‘azametini müşâhede ederek O’nu anmaya başlar. Bu, “Zât-ı
ilâhîye”nin zikri olup, müşâhede ve mükaşefe ile yapılan zikir demektir.427 Sûfîlerin ortak görüşü; gerçek zikrin, kişinin
müşâhede gibi duyularından fenâ bulmadan gerçekleştiremedikleri hâli göstermektedir. Onlara göre zikir, zâkirin Allah’ı
anması ya da O’nunla hemhal olduğu esnada kendinden geçmesidir. Yani zikir, ölüm esnasında olduğu gibi, Allah’tan başka her şeyi unutmaktır. Zikir bütün mâsivâyı bütünüyle “yok”
saymaktır.428 Zira kim gerçek mânâda Allah’ı zikrederse, bu hâl
içinde her şeyi unutur. Allah da her şeyi ona karşı muhâfazaya
alır ve o kişinin her şeyine bedel olur.429 Tıpkı Hz. Peygamber
(s.)’in şu hadisinde vurgulandığı gibi, “Kulum beni andığı zaman Ben onunla beraberim, dudakları Beni anınca Ben, Beni
zikredenlerin yanındayım.”430 Zikir, sanki Rabbin huzûrunda
sohbet etmesini müşâhede ediyormuşçasına yapılan anmadır.
Lisanın zikri ise ancak bu hâle ulaşmak için bir vasıtadır.431 Bu
427 Sühreverdî,
Avârifü’l-Maârif, ss. 272-274.
Tehânevî, Ziyâu’l-Kulûb, trc. Mehmed Es’ad Dede, haz. Adnan
Kaya, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s. 94, 98.
429 İbnü’l-Arabî, el-Kevkebü’d-Düriyye fî Menâkıb-i Zinnûn el- Mısrî, tash. Asım İbrahim el-Kayâlî, Beyrut 2005, s. 67.
430 el-Buhârî, Sahîh-i Buhârî, Tevhîd, 44.
431 Abdulvahhab Şarânî, el- Envâru’l-Kudsiyye fî Ma’rifeti Kavâidi’s-Sûfiyye, Kahire
1987, s. 21.
428 İmdâdullah
121
122
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
hâle ulaşan kişinin artık bütün hayatı zikrullâhtır. Yani bu kişinin Allah’ın kitabında mevcut olan bütün ilâhî buyrukları
hayatın her aşamasında göstermesi demektir.
Sûfîler, zikri, Allah’ın kapısında oturmaya, müşâhedeyi de
Allah ile oturmaya benzetmektedirler. Onlara göre, Allah ile
oturma gerçekleştiği zaman Allah kapısında oturmak sona
erer. Yani zikir müşâhedeye ulaşıncaya kadar yerine getirilir.
Kişi müşâhede hâlini yaşarken zikirle uğraşmaz.432
Kur’ân’da geniş anlamlar içeren zikir kelimesine müfessirler, mutasavvıflardan farklı ve zâhirî bir anlam vermişlerdir.
Müfessirler genel olarak ilgili âyetleri, “Allah’ı hatırda tutmak,
fiillerde O’nun emirlerine riâyet etmek” şeklinde yorumlamışlar; zikri, kalıplaşmış kurallar dâhilinde, bireysel ve toplu olarak
bilinen kelime ve lafızların söylenmesi olarak görmemişlerdir.
Zikri, Allah’ı anmak, namaz, oruç, zekât gibi bütün amellerle
eşdeğerde tutmuşlardır.433 Bunun yanı sıra kişinin elinde fırsat olduğu hâlde kötü bir eylemden kaçınması da zikir olarak
değerlendirilmiştir. Müfessirlere göre, mutluluk, gerçek bir
şekilde namazı yerine getirmekle gerçekleşir. Namaz hakîki
bir şekilde edâ edildiği zaman kişi bütün hayâsızlıklardan
korunur.434 Kişi namaz esnasında Allah’ın huzurunda olduğunu düşünürse Allah’la olan içsel bağını gerçekleştirir. Bu
şekilde hareket etmezse namaz kişinin rûhundan soyutlanmış olur; bu da gaflettir. Gafletin zıddı olan zikir, gafleti yok
edemiyorsa gerçek anlamda zikir gerçekleşmiyor demektir.
Allah gafletle namaz kılanları kınarken435 namazı huşû ile
yerine getirenleri de övmüştür.436 Allah’ı düşünerek namaz
432 Kuşeyrî,
Letâifü’l-İşârât, II, 8-9.
el-Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’ân, İstanbul, 1988, IV,s. 229.
434 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, İstanbul, 1997, VIII,
435 Mâ’ûn, 107/4-5.
436 Mü’minûn, 23/1-2.
433 Ebu’l-A’la
İSLAM DİNİNDE ZİKİR
kılmak rûhu etkiler, namaz kılanı iyiliklere yönelterek, kötülüklerden uzaklaştırır.437
Müfessirlere göre, zikirde kast edilen diğer önemli nokta
da Kur’ân’ın kendisidir. Kalpler ancak Kur’ân okumak, onun
emrettiklerini yerine getirmekle huzûr bulur. İnsan ancak
Allah’ın en büyük zikri olan Kur’ân’a teslim olmakla rûhen ve
bedenen mutluluğu yakalar. Allah’ı zikretmek, her ân O’nu
anmak ve kontrolü altında olmanın idrâki içinde O’na teslim
olmaktır.438
Allah, peygamberleri de zikir olarak tanıtmaktadır: “Ey
gönül erbabı, Allah’tan korkun. Allah size gerçek bir zikir
indirmiştir. O zikir, iman edip de güzel ve temiz âmellerde
bulunanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, Allah’ın
her şeyi açık açık bildiren âyetlerini size okuyup duran bir
resuldür.”439 Peygamber, hem “zikir”dir hem de zikir yoluyla
eğiten, zikir eğitimiyle terbiye edip şekillendiren bir terbiyecidir: “Habibim, sen onlara hiç durmadan zikir yoluyla öğüt
ver. Sen yalnızca bir müzekkir (zikir yoluyla eğiten)sin.440
437 Süleyman
Ateş, Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İstanbul, 1995, IV, s. 1975.
age., V, s. 236.
439 Talâk, 65/10-11.
440 Ğâşiye, 88/21.
438 Mevdûdî,
123
İKİNCİ BÖLÜM
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
2.1. TASAVVUFTA FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
Tasavvufta hedef, kalbi gafletten uyandırıp Yüce Allah’a
bağlayarak ebedî huzuru elde etmektir. Bunun en birinci ve en
kolay yolu, kalbi devamlı zikirle meşgul etmektir. Zikir, kalbi
Yüce Allah’a bağlayan en kısa, en kolay bir yoldur. Zikrin en
büyük fazileti, zikreden kulu, Yüce Allah’ın özel olarak huzurunda zikretmesidir.
Ârifler zikri, veliliğin diploması olarak tarif etmişlerdir.
Zikirsiz, kalb uyanmaz. Zikirsiz kalbin Allah dostluğunu kazanması mümkün değildir. Sûfîler bu konuda şu ortak kanıyı
ortaya koymuşlardır: “Zikir kalbin gıdasıdır; gıdasını almayan
kalp zayıflar, sonra ölür. Kalp ancak zikir ile beslenir, kuvvetlenir,
tatlanır, manen hayat bulur. Haramlar ve işlenen günahlar ise, şeytanın gıdasıdır. İşlenen günahlar, insanın kalbini zayıflatır; onun
düşmanı olan nefsi ve şeytanı kuvvetlendirir. Bu nedenle, insanın
içinde kalp, nefis ve şeytan devamlı mücadele hâlindedir. Nitekim
Allah: “Dikkat edin, uyanık olun; kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur,” buyurmaktadır.
Tarîkat uygulamalarına geçmeden önce, zikrin tarîkatlarda
uygulanması konusunda bazı tespitlerde bulunmak gerekir.
126
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Bazı araştırmacılara göre, ilk sûfîlerin zikirli devrânları Arap
savaşçıların raksına dayandırdıkları rivayet edilir. Daha sonra
Nâkşî tarîkatında olduğu gibi doğudaki tarîkatlar bazı “hathayoga” tekniklerini uyarlamışlar ve böylelikle deverân biçimlerini farklı kılmışlardır. Mevlevîliğin pîri Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî (ö. 1273), kendisini izleyenlerin cemaatle yapılan zikrinin ilhâmını Anadolu’nun yaygın deverân ve müziğinden
almıştır. Eğer dervişlerin deverân ve müziği burada zikrediliyorsa, bunun sebebi, bunların tasavvufun en iyi bilinen toplu
ve daha ziyade tâli yönüne aittirler; birçok mürşîd bunların
genel kullanımlarını telaffuz etmişlerdir. Her hâlükârda bu çeşit uygulamalar aslında hafî/gizli zikir uygulamasının üstüne
çıkmamalıdır.1
Zâkirin zikirde haz alması ve zikrin bedenle bütünleşmesi ve ileriki aşamalarda lâfızların bir bütün olarak kullanılmaması için, yani zikrin tamamen hâl diliyle gerçekleşmesi
açısından ilk merhalelerde zikirde kullanılacak lâfzın seçimi
önemlidir. Bu seçim öncelikle zikredenin manevî yapısı, kabiliyeti, sülûktaki derecesi dikkate alınarak yapılmalıdır. Her
ilâhî ismin ve sıfatın bir tecellisi vardır. Sâlik zikirde bu tecellilerin hangisine muhtaç ise o tecellinin doğuşunu gerçekleştirecek ismi seçmelidir. Eğer birçok ismin tecellisine birden
muhtaç ise veya hangi tecellîye muhtaç olduğunu tam olarak
bilemiyorsa o vakit “Allah” ismini seçmelidir.
Sûfîler toplu olarak yaptıkları zikirlere Hz. Peygamber (s.)
hadislerinin ışığından bakmışlardır. İşin aslına baktığımız da,
ibadet ve zikirde temel esas olan bireysel cehd ve gayrettir.
Fakat bununla beraber zikir gibi yüce bir ritüelin çok önemli sosyal yönleri de vardır. Zira zikir meclislerini öven ve insanları bu meclislerin havasını teneffüs etmeye çağıran birçok
1
Burckhart, age., s. 51.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
hadis mevcuttur. Aynı şekilde bu meclislerin kurumları olan
dergâh, tekke ve zâviyelerin inşasına davette bulunan yine
Hz. Peygamber’in buna benzer sözleri olmuştur. Örneğin:
“Allah’ı zikreden bir topluluğu mutlaka melekler çevreler,
rahmet kuşatır ve onların üzerine ilâhî sükûnet iner ve Allah,
onları yanındaki ulvî varlıklarla över.”2 Ve yine aynı şekilde:
“bir topluluk bir meclis kurup orada Allah’ı zikretmez veya
peygamberlerine salat ve selâm getirmezse üzerlerine mutlaka
hasret ve pişmanlık dökülür”3 gibi hadisler Hz. Peygamber’in
zikir meclislerine verdiği önemi göstermektedir. Hz Peygamber (s.)’in vefatından sonra da zikir meclisleri çok revaç
bulduklarında sûfîler sahabenin ve tâbiîni örnek alarak zikir
meclislerine büyük bir önem atfetmişlerdir.4 Bu anlayışla zikir meclislerine büyük bir değer ve ehemmiyet atfeden sûfiler
için zikir meclisleri, gönüllerin şifa kaynağıdır. Onlara göre,
eğer insanlık Allah’ın zikredilmediği bir zamanda yaşarsa,
toptan yok olurlar. Gafil insanlar arasında Allah’ı zikreden bir
adam, ric’at etmiş bir orduyu tek başına kurtaran bir askere
benzetilir.5
Sûfîler için Allah’ı zikrin belli bir mekân ve zamanı yoktur.
Mesela Ebu Hasan Şâzelî (ö. 1258), mürîdlerine, çarşılarda,
harabelerde, sokakta, terkedilmiş mekânlarda zikir yapmalarını istemiştir. Onlar zikri kendileri için bir şiar olarak görmüşlerdir6 Her ne kadar Allah’ı anmak için İslâm mekan ve
zaman sınırlandırması getirmemiş ise de tarîkatlardaki “resmi” zikrin bir takım hazırlıkların yerine getirilmesinden sonra yapılması gerekmektedir.7 Sûfiler, mürşid, mürîdinîn ruh
2
3
4
5
6
7
Tirmîzî, el-Câmiu’s-Sahîh, VI, 157.
Aynı yer.
Bk.Ebû Nuâym, Hilye, III, 80, 283; IV, 241; II, 233; VI, 157.
Ebû Nuâym, age., IV, 241.
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 257b.
Bk. Abdurrahman Memiş, Hâlîd Bağdâdî ve Anadolu da Hâlidîlik, İstanbul, 2000
127
128
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
mertebesi için hangi zikir türünün uygun olduğu konusunda kendisi karar verir. Sâlikin ruhî durumuna göre, çeşitli
zikir tipleri vardır. Bu zikirler; yalnızca dil ile kalbin herhangi bir katılımı olmadan yapılan “zikr-i lisanî” ya da yalnızca
kalp ile yapılan “zikr-i kalbî” veya her ikisi ile beraber yapılan zikirdir. Bunların yanında sırrın zikri hafinin, zikri ve
ahfânın zikri vardır. Bazı sûfîler bu zikri, “zikr-i rûhî” olarak
tanımlamışlardır.8 Sonuncusu en zor olanıdır. Bu zikri ancak
sülûk yolunda ileri aşamaya varmış olanlar geçekleştirir.9
Mürîdin zikri icradaki görevi, şeyhinin verdiği kaideler çerçevesinde zikri yerine getirmesidir. Mürid, davranışlarını,
ahlâkını onun gösterdiği şekilde düzenleyip, güzelleştirme
çabası içinde olmalıdır.
Bazı tarîkat şeyhlerine göre, her nefsin bir zikri vardır. Örneğin nefs-i emmâre zikri, “lâ ilahe illallah”, nefs-i levvame
zikri, “lâ ilahe illallah”, nefs-i mülhime zikri, “Allah”dır, nefs-i
mutma’inne zikri, “Hû”dur.10
Mürîd için uygun olan zikir şekli “Allah” ismi ise, mürîd bu
ismi sadece “kalb diliyle” zikretmelidir. Aynı şekilde bu ismin
içerdiği, “Mutlak, Kusursuz ve Yüce” gibi manaları da kalbinde bulundurmalıdır. Zikirde ihlâsı korumak ve amacı dâima
akılda tutmak için mürîd, zikrin başında ve her yüz seferde bir
“ilâhî, ente maksûdî ve rızâke matlûbî” ( Allah’ım, maksadım
8
9
10
s. 269-272; Dilaver Gürer, Abdulkadir Geylanî, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İstanbul, 2000 s. 338; Himmet Konur, İbrahim Gülşeni, Hayatı, Eserleri, Tarîkatı, İstanbul, 2000 s. 160; Sadık Vicdanî, Tarîkatlar ve Silsileleri (sad. İrfan Gündüz),
İstanbul, 1996 s. 39; Rahmi Serin, İslâm Tasavvufunda Hâlvetîlik ve Hâlvetîler,
İstanbul, 1984 s. 132; H. Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Celvetiyye
Tarîkatı, İstanbul, 1980, s. 188-197.
Kuddûsî, Hazinetü’l- Esrâr, vr. 232a.
Hacı Muharrem Hilmi Efendi, Kadirî Yolu Sâliklerinin Zikir Makâmları ve
Zâkirlere Hediye (neşr. Süleyman Ateş), İstanbul, 1982, s. 139; Öztürk, Din ve
Fıtrat, s. 92-94, Kur’ân’ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, s. 247, 248.
Eşrefoğlu Rumî, Tarîkatnâme, haz. Esra Keskinkılıç, Gelenek Yayınları, İstanbul 2002, s.48.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
Sensin, ve isteğim Senin rızandır) demelidir. Bu Nâkşî ıstılahında “vukûf-i kalbî” (kalbin bilmesi) olarak bilinir. Kalbin
“Allah” ismini zikrinde sayı açısından bir sınırlama yoktur.
Mürîd en başından itibaren zikri devamlı ve kesintisiz hale getirmeye çalışmalıdır. Kalb kendi iradesiyle zikre katılıp durdurulmayacak hale gelinceye kadar zikre devam etmelidir. Zikir
kalpte sürekli yerleştikten sonra müridin tüm letâifine/ince algı
merkezlerine yayılır ve hatta bedenine nüfuz eder. Böylelikle
mürîd tüm halleri ve tavırlarıyla zikre katılmış olur.11 Tevhîd
zikrini, “Allah” zikrinden ayıran önemli bir takım farklılıklar
vardır. Zikrin nihâî mahalli burada da kalp olmakla beraber,
mürîd nefydeki “Lâ” kelimesini göbeğinden, beynine doğru
genişleyen, isbâttaki “illallah” kelimesinin ise sağ omuzundan
kalbe uzanan bir çizgi olarak hayal etmelidir.12 Bu hayalî çizgilerdeki amaç, zikrin tesirini attırmaktır. Hız arttıkça kurtarıcı ve yıkıcı bir darbe gibi bu etki kalbin dışındaki her şeyi yok
edecektir. Mürîd “lâ ilâhe” derken tüm mahlûkatın varlığını
“hiç” saymalı; “illallah” zikrinde ise hâkimiyeti, ebediyeti ve
samediyeti ile yalnızca Allah’ın varlığını tasdik etmelidir.13 Bu
zikirde de sayı sınırlaması yoktur. Fakat ne kadar yapılırsa yapılsın, zikrin sayısı mutlaka tek olmalıdır; çünkü tek sayı, “lâ
ilâhe illallah” ta ifade edilenilâhî birliği çift sayıdan çok daha
iyi yansıtacaktır.
Sûfîlere göre, kalbî/sırrı zikir, ilâhî nûrların zâkiri tamamen
atmosferine alması demektir. Zikre devam etmenin en doruk/
kemâl noktası ise zikredenin kalbinin tamamıyla ihata edilip,
gönlünün Ma’şûk’un cemâlinde yok olmasıyla gerçekleşir. Bu
da Allah’ın sâlikin kalbine yerleştirdiği sevginin keşf edilmesi ve filizlenmesiyle gerçekleşir. Bu sevgi gerçekleşirse artık
11
12
13
Aynı eser, s. 82.
Aynı eser, s. 83.
Aynı eser, ss. 83-84.
129
130
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
âşık sâlik bir ân bile kendini Ma’şûk’unda beri tutmaz. Bu hâli
yaşayan sâlikin gönlü Ma’şûk’un halvet sarayı olur. Bu mertebe, “seyr ilellah”ın nihayeti, “tevhîd-i vahdâniyetin” evveli ve
“velâyet-i hassa” derecesinin bir mertebesidir.14 Burada zikir,
fikre dönüşüp harfsiz ve kelimesiz olur. Artık sâlik, Allah ile
hem-dem olmuştur. Sâlik, zikirle Allah’tan alıkoyan her şeyi
kalbinde söküp atarsa, Hakk’ı şuhûd etmek için isbât cihetine yönelirse, mâsivâ sevgisi ve ilgisi yerine Allah sevgisi kâim
olur. Yani gönül, beşerî sevilen ve arzulananı bırakıp, beşerî
ilgilerini ve kendi varlığını zikir aydınlığının içinde “yok” etmekle vukûf-ı kalbî vasıtasıyla bütün varlığı fenâ perspektifinde değerlendirip, bekâ görünümle Allah’ı bütün mevcûdâtta
müşâhede eder. Zira sâlikin ruhu ancak “zikr-i dâim” ile mükemmelliği yakalar.
2.1.1. Tevhîd Zikri
Sûfîlerin hassasiyetle üzerinde durduğu konuların başında
tevhîd zikri gelmektedir; çünkü tevhîd, varlıkları, ayne’l-yakin
olarak insana tanıtan kesintisiz bir ibâdettir. Tasavvuf anlayışında, tevhîd zikrinin sürekliliği sûfîyi cem’ ve birlik’e götürür.15
Yakîn, kesinlik demektir. İnanma ve bağlanmada kuşkunun
asla olmamasıdır16. Her türlü bilme şeklinin kesin ve şüpheden
uzak olmasıdır. Yakin mertebesi, her türlü kaygılardan uzak
olarak tam sükûnet ve huzur hâlidir17. Kur’an’ın da andığı18 ve
kesinlik olarak nitelediği bu kavram için, Kuddûsî genellikle
“ayne’l-yakîn” tabirini çok kullanır. Çünkü ayne’l-yakîn keşf ve
ilham yoluyla elde edilen ilmî ifade etmektedir. Bu ilim çeşidi,
14
15
16
17
18
Seyyid Yahya Şirvanî, Şifaü’l-Esrâr, haz. Mehmet Rıhtım, Sufi Kitap, İstanbul
2011, s. 282.
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 260a.
Suad Hâkim, a.g.e. ss.1246–1250.
İbnü’l-Arabî, Fütûhât, III, 308.
Bk. Vâkı’a, 95; Tekâsür, 5-7.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
kulun küllî bir fenâ hâliyle beşerî varlığından çıkarak Hâlık’ı
yine Hakk ile müşahede etmesini ifade eder19. İşte sûfîler bu
yakîni bilgiye ulaşıp varlığı tanıyabilmeyi tevhîd zikrinin devamlı olarak yerine getirme şartına bağlar. Sûfîlere göre bu zikri yerine getirmek, her şeyi ile bütün varlığı “yok” veya “sıfır”
saymak, sadece Allah’ın varlığıyla var olma düşüncesi ve fiilinin hayat bulması demektir. Bu zikir atmosferine giren bütün
sınırları aşmıştır, kendi varlığının “hiç”likine kani olduğundan
dolayı O’nun için ar-namus, utanma duyguları yok olmuştur.
Sûfî de aldatıcı tembellikten uzak kalarak Allah’ın salih kullarından istediği şekilde hiçbir zaman O’nu anmaktan, hatırında
bulundurmaktan gafil olmamalıdır.
Kişinin “benlik” inşâsında en faziletli rolü oynayan tevhîd
zikri, sûfîlerce terbiye yolunu bütün engellerden temizleyen
akrebe benzetir. Allah’tan başka tüm ağyârı, tevhîdin “lâ” kılıcıyla, akrebiyle, süpürgesiyle temizleyip “illallah”a ortamı
hazır hâle getirmektir. Tevhîd’in “lâ”sı Mevlânâ’da süpürge,
diğer bazı sûfîlerde ise akreptir.20 Onun için tevhîd zikri, sûfî
için temel gıdalardan daha elzem görmüştür.
Sûfîler göre, Allah’ı anmadaki en güzel cümle tevhîd cümlesidir. “La ilâhe illâllah” zikri su gibidir. Zira tevhîd ile Allah
arasında hiçbir perde yoktur. “La ilâhe illâllah” zikri, tevhîd
zikri, günahları yok eden en önemli lafızdır. Tevhîd kelimesi,
ihlâs, İslâm, nur, kurtuluş, rahmet, takvâ kavramlarının anlamlarını kapsayan Allah’ın en yüce kelimesidir. Dünyadaki
canlılar için suyun ne derece etkisi varsa bu zikrin de insanlar
için değeri o derece önemlidir. Canlılar nasıl susuz yaşayamıyorsa, susuz hayat nasıl ölüme davetiye çıkarmak ise zikirsiz
geçen bir yaşam da, ölü bir yaşamdır.21
19
20
21
Bk. Sühreverdî, Avârif, s.250; İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil, (Rasâil), 1403.
Kuddûsî, Hazinetü’l- Esrâr, vr. 235a.
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 217b
131
132
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Zikirlerin en faydalısının tevhîd olmasının sebebi, içinde
ismi zât’ın bulunmasındandır. Tevhîdi zikretmek, âşıklar için
bayram yapmak gibidir. Rivâyete göre, Hz. Ali, Peygamber
(s.)’den Allah’a yaklaştıracak zikri sorunca, Hz. Peygamber’in
cevabı; “kelime-i tevhîd” olmuştur. Birçok hadis ve tefsir kitaplarında tevhîd zikrinin faziletinden bahsedilmektedir.
Tevhîd, hem Allah’ın büyüklüğünü takdis etmek, hem de büyüklüğünü bildirip öğretmektir22. Bundan dolayı bütün peygamberlerin zikir ve duâsı da tevhîd olmuştur.
İlâhî güzelliğin varlıkta saklı olması durumu, sûfîlerin
tefekkürünün ana temasını oluşturmuştur. Sûfîler, devamlı
zikirle, gerçek tevhîde ulaşmanın sınırlarını aşmaya çalışırlar. Bu durum insanın İlâhî aşka geçip tevhîde ulaşmasıyla
gerçekleşir. Bunun sonucunda, âşık aracılığı ile konuşulduğu bir mertebeden gelen hâlleri aklın ya da aşkta yoksun bir
gönlün algılaması mümkün değildir. Aşığı Mâ’şuk’a karşı
vecde getiren şey, Sevgilinin artık cân içine işlemesi gerçekleşmiştir. Artık “Allah şah damarınızdan daha yakındır.”
Aşk küreye delilikle girmiştir. Aşk küreye düşmüş, aynası
görülen sevgili artık âşığın içine, canına düşmüştür. Aşk kürede, aşk delileri, gamla dertle yaşarlar. Onların vecde gelip
delilik göstermeleri âlem-i aşkın farkındalığından kaynaklanır. Zikir eden zâkirleri Allah her iki dünyada da sıkıntı
ve azaptan kurtarır. Zikir ile sâliklerin gönül iklimini aşk ve
cezbe hemen kaplar.
Sâliki aşk boyasıyla boyayan, onu Allah’ın meclisine sokan kişinin kalbini temizleyip, Hakk’a dost kılan tevhîdin
zikridir. Zikir ile canlanır kalp, onun için mürîd zikri kendine en faydalı şey olarak seçmiştir. Sûfîlere göre tevhîd,
Allah’ın âlem ve insanda uzaklığına değil, insanın Allah’ın
22
Kuddûsî, Dîvân, s. 185.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
varlığından erimesini ifade ediyor. Cüneyd Bağdâdî (ö. 911)
dediği gibi, tevhîd, “kulun son hâlinin ilk hâline dönmesi
ve olmadan evvel olduğu gibi olmasıdır.”23 Aynı şekilde
tevhîd, kulun son hâlinin ilk hâli/elest hâline dönmesi ve olmadan evvel olduğu gibi görünmesidir.24 Sonuçta mürîd zikirle gerçek hazineye kavuşacaktır. Ve insanlar Hakk’ı ancak
zikirle bulabilecektir.
Tevhîd zikri, Allah’ı sürekli hatırda canlı tutmanın anahtarıdır. “Lâ” ile her şey temizlenip “Allah” yerleştirildiği bir
gönlün, hiçbir anında Hakk’tan uzak kalması mümkün değildir. Zikir, sûfî için teneffüs edilen bir hava gibi yaşamsal bir
gerçektir. Çünkü gerçek âşık Mâ’şukunu devamlı gönlünde
ve zihninde yaşatan kişidir. Öyle ise, sûfî için Allah’ı anmanın hiçbir yönden sınırı yoktur. Onların zikri “zikr-i daim”dir.
Bu sürekli zikirde sûfînin gönlü ve diliyle ifade edeceği en
güzel cümle veya kelime “kelime-i tevhîd” olacaktır. Tevhîd
kelimesi, Allah’ı bütün mecâzî, yâni gölge varlıktan birlemek,
O’nun “bir” ve “tek” oluşu anlamına gelen vahdeti, tasavvufun temel felsefesini açıklar. Sûfîlere göre, tevhîdi, yaratıkların hareket ve sükûnunu, Allah’ın fiili olarak bilmektir.25
Sûfîler, bir mürîdin farzları, sünnetleri ve nafileleri yerine
getirdikten sonra diğer arta kalan zamanında ise tevhîd zikrini sürdürmesini tavsiye eder26.
“Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, nefy ve ispattan terkib edilmiş bir
lafızdır. “Lâ ilâhe” nefyi ile gönül hastalıklarının, ruhu esir alan
kayıtlardan, nefsin güçlenmesinin, nefsin kötü huylar ve şehvani
özelliklerle güçlenmesinin ve iki dünyaya bağlı kalmanın kendisinden kaynaklandığı, bütün kötü özellikler yok olur. “İllâllah”
23
24
25
26
Serrâc, el-Luma’, 49.
Kuşeyrî, er-Risâle, ss. 299-300
Afîfî, Tasavvuf, s.90.
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 237a
133
134
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
ispatı ile de, kalbin sıhhat bulması ve kötü özelliklerden kurtuluşu gerçekleşir. İspat ile insan, asıl mutluluğa ulaşır ve Allah’ın
ihsanıyla karakteri ve hayatı düzelir. Hakk’ı gösteren delillerle
Allah’ın zat ve sıfatları kişi üzerinde tecellî eder. Allah’ın nuruyla yeryüzü aydınlanır ve kötü özelliklerin tümü yok olur27.
Bazı sûfîler, “kelime-i tevhîd” in önemini çok vurgulamalarına rağmen, âşık sâliklerin, “Hû” zikrini yapmalarının daha makbul olacağını söylerler. Zira “Hû” tevhîdin
tefridine/”Tek”liğine işârettir28. Onlara göre, evrende mevcut
olan bütün varlıklar “Hû” zikrini yapmaktadırlar.29
Zikrin çok yapılması Kur’an’ın bir emridir. Zikri çok yapanlar da, Allah’ın sevgili kullarıdır/ahibbâ-i Hûdâ. Allah’ı zikrederken, dile getirilen kelime ve lafızlar içerisinde sırlarla dolu
olanı “tevhîd” kelimesidir.30 Onun için sûfî, devamlı bu zikri yerine getirmelidir. Zira bazı mutasavvıflara göre, “Allah”
ism-i şerifi, zâkire cezbe, coşmak ve farklı bir sıcaklık verebilir,
yakıcıda olabilir. Halim olmaz ve kalbe hâl çabuk dolar, fakat
erken etkisini kaybeder. Fakat hâl, tevhîd ile kalbe geç dolar
ve lakin yok olmaz, kalbde tekrarlanır.31
“lâ” evrenin başlangıcıdır. Bu “lâ” sûfînin ilk menzilidir.
“Lâ”nın bilincine varan her şeyi “hiç” bilip, Allah’tan cem’ olan
sûfî, Allah için koşan ve onu kendisine hedef edinendir.32 Onun
için sûfînin hareket noktası, “lâ” iledir. Evrenin hesabı, bu “lâ”
ve “illâ” ile mümkündür.33 Eğer Sûfî “lâ” ve “illâ”yı idrak edip,
gereğini yerine getirirse, “kevn” sırrını çözer, ağyârın esaretin-
27
28
29
30
31
32
33
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 240b.
Serrac, Luma’, s. 438.
Kuddûsî, Dîvân, s. 37.Hû: Allah’ın mutlak gayb olan hüviyeti künhü, temâşâsı
mümkün olmayan zâtı. (Kâşânî, Târifat).
Kuddûsî, Dîvân, s. 43.
Kuddûsî, İcâzetnâme-i Kuddûsî, vr. 73a.
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 237a.
İkbal, Ey Şark Kavimleri, 63.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
den kurtulmuş olur. Çünkü “lâ” ve “illâ” “kün”deki hikmeti
taşır. “Lâ” deyince hareket başlar, “illâ” deyince evren yerine
oturur. “Lâ ilâh” gereği yerine gelmeyince, Allah dışındakilerle
olan bağın kırılması mümkün değildir.34 Fakat Allah’ın dışındaki bağlar, perdeler yok edilince, evren “Lâ ilâhe illallah” nuru ile
aydınlanır. Onun için tevhîd cümlesi insanı Allah’a yakınlaştıran, O’na dost/veli eden en büyük kelimedir. Gönlü mâsîvadan
temizleyen, bütün dikkat ve düşünce yoğunlaşmasını Allah’ta
toplayan ve ağyârın tüm ilişkisini kesen tek cümledir.
Allah aşkının oluşması ve yoğunlaşması, ancak sürekli olarak Allah’ı gönül ve zihin hafızasında diri tutmakla gerçekleşir. Gönlün, Allah bilgisiyle dolması da aşkın yoğunlaşması
ve tesiri sonucunda gerçekleşir. Ma’rifetin gerçekleşmesi ve
sûfîyi ihata etmesiyle Allah’a vuslat çabuk gerçekleşir. Çünkü
sûfîlere göre, aralarında hiçbir zaman tam bir kopma olmayan aşk ve bilgi gerçek önemini saflıkta, letafette ve güzellikte
bulmaktadır35. Bu güzellik insan ruhundaki katılığı eritir ve
hikmetin meyvesi olan vahdet sırrının zevkini ortaya çıkarır36.
Bilgi, aşk ve güzellik arasındaki ilişki, sûfîlerce çokça zikr edilen “kenz” hadisinde ortaya konulmaktadır.
İlâhî kaynakla ilişkisini kesen her ilim faydasızdır ve tevhîd
dışındadır. Her bilgi de insanı Allah’tan uzaklaştırır. Tevhîde
dayalı her bilgi ve faydalı olan her şey de Allah’dan gelir. İşte
ârif de bu bilgi ile donanır.37 Bundan dolayı sûfî de, zikirtefekkür-aşk ve bilgi bağlarını sıkı dokumalıdır.
34
35
36
37
İhsan Süreyya Sırma, “İkbal’in Düşüncesinde Lâ ve İllâ’nın Analizi”, Muhammed
İkbal Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul, 1995,
s.99–103.
Titus Burchardt, İslâm Tasavvuf Doktrinine Giriş, Çev: Fahrettin Arslan, (Kitabevi Yay.), İstanbul, 1995, s.40.
Seyyid Hüseyin Nasr, Bilgi ve Kutsal, Çev: Yusuf Yazar, İz Yayınları, İstanbul,
2001, s.283.
İbnü’l-Arabî, Fütuhât, III, 101.
135
136
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Muhakkîk sûfîlerin, tarîkat bağlılığına bakmaksızın bütün
Müslümanları sürekli Allah’ı anmaya, hatırda bulundurmaya
ve her ân Allah’la yaşamaya çağrısı, Allah’ın emirleri ve Hz.
Peygamber (s.)’in söz ve fiillerinden kaynaklanır.38 Hz. Peygamber (s.)’in insanlar için en hayırlı amelin Allah’ı anmak
olduğunu, insanın ağzının sürekli bu anışla ıslak olmasını39
ve kişi Allah’ı o derece anmalı ki, insanlardan “deli” lakabını
almalıdır40. Allah’ı çok anmak/zikir, Allah sevgisini kazanmak
demektir.41 Zikir, Allah sevgisinin gereklerinden biridir42.
Onun için zikir demek, Allah sevgisi ve kul sevgisi demektir.
Allah’ı sürekli hatırda tutmak, bir an olsa bile unutmamak, aşkın/muhabbetin işaretidir43. Allah’ı sürekli anmak, nafilelerle
ona yaklaşmak, O’nun sevgisini kazanmak demektir44.
Yine tevhîd zikri konusunda Hz. Peygamber (s.) şöyle buyurmaktadır: “Efdal-ı zikir “Lâ ilâhe illâllâh”tır. Kuddûsî’ye
göre, Allah, bütün Hz. peygamberlerine, ümmetlerine bu zikre dâvet etmelerini emretmiştir.45 “Lâ ilâhe illâllâh” dan daha
ulvî bir kelime inmemiştir. Gökler ve yerler bununla ayaktadır. O, ihlâs kelimesidir, İslâm kelimesidir, takvâ/korunma
kelimesidir, nûr kelimesidir, kurtuluş kelimesidir, rahmet kelimesidir, Allah’ın en yüce kelimesidir. Kim bir defa “Lâ ilâhe
illâllâh” derse, denizlerin köpüğü kadar günahları olsa da,
bağışlanır.”46
Hz. Peygamber (s.)’in bu derece övdüğü gönül köşküne
Yüce Yaratıcının hâkimiyet kurması için, buranın öncelikle
38
39
40
41
42
43
44
45
46
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 260b.
Tirmizi, Da’avât, 4; İbni Hanbel, IV, s.188–190.
İbni Hanbel, III, 68,71.
İbni Hanbel, III, 76.
Tirmizî, Duâ, 128.
Mekkî, a.g.e., II, s.106
Bk. Buharî, Rikâk, 38.
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 236a.
Buhârî, Daavât, 65; Müslim, Zikir, 68.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
“lâ” süpürgesiyle tamamen ağyârdan temizlenmesi gerekir.
Hakk bilgisi de, gönülde karar kılınca, iman insan benliğinin
her tarafını ihata eder. Bu öyle bir hâldir ki sûfî kendinden
ve Hakk dışındaki her şeyden geçerek tamamen bu hâl içinde
yok olur. Hakk dışındaki her varlığı/eşyâyı tamamen yok edip
tükettiği için O’ndan başka hiçbir şey görmez47. İşte mâsîvayı
tamamıyla yok etmeyene kadar, yalnızca Allah o saraya tam
hükümdar olmadığı sürece, Hakk’ın oraya yerleşmesi mümkün değildir. Yani kul Hakk’ı tanıdıkça kendi varlığından
geçer. Çünkü kendi varlığını yok saydığı aşama, Allah’ı tam
anlayabildiği aşamadır.
Sâlikin kalbinde zikrin başlangıcı yeni dikilen ağaç gibidir. Nitekim Allah, “Güzel söz güzel bir ağaç gibidir.”48 Burada
“söz” de kasıt, “Lâ ilâhe illallah”tır. Zâkir bu ağacın yetişmesi
için gerekenleri yerine getirirse onun kökler gönülden bütün organlara ulaşır, kafatasından ayak parmaklarının ucuna
kadar zikir ağacının kökünün ulaşmadığı hiçbir yer kalmaz.
Kök böyle sağlam hale geldiğinde kalb tarlasında zikir ağacı
gönül göğüne doğru dal atmaya başlar. “Kök yerde dalları göktedir.”49 Bu makamda kalb zikri lisandan alır ve açık
bir şekilde “Lâ ilâhe illallah” demeye başlar. Kalb zikretmeye
başladığında dilin zikrini durdurmak gerekir ki kalb zikrin
hakkını verebilsin. Zira dilin zikri kışkırtıcıdır. Ne vakit kalb
zikirden geri kalırsa dil zikrine başlamalıdır ki, sürekli zikir halinde bulunulmuş olsun. Zikir ağacının yetişmesi için
medet eder ve yükselmek ister, ağaç kemâle ulaştığında ağacın dallarında müşâhede tomurcukları oluşmaya başlar, bu
tomurcuklardan zamanla mükâşefe ve ledünnî ilimler mey-
47
48
49
Hücvîrî, Keşfu’l-Mahcûb, s.280–281; Kuşeyrî, Risâle, s.134.
İbrâhîm, 14/24
Aynı âyet.
137
138
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
veleri meydana gelir. Ve “her zaman Rabbinin izniyle meyvesini verir.”50
Sûfî düşüncesinde, gönül pasını silip tertemiz hâle gelmesi
için, aşkın engin denizine dalmak şarttır. Ma’rifet dışında hiçbir ilmin gönüldeki ağyârı temizleyip sadece Yaratıcıya hazır
hâle getirmesi mümkün değildir. Çünkü mârifet, Allah’a dair
bilginin sağlamlığıdır.51 Aynı zamanda ma’rifet, sûfînin zikirle geliştirdiği aşk ile zirveye çıkardığı bütün sûfî faziletlerinin
nihaî icrasıdır52. Zâhirî ilimler, belli bir konu hakkında tam
bir bilgi sahibi olmayı ifade ederken, mârifet, daha ziyade tapınmayı, farkına varmayı, ilk kez idrak etmeyi veya bir şeyin
bilinmesini ifade eder.53 Ma’rifet öyle bir bilgidir ki, fıtraten
akıl verilenler onu hakikatte bilirler. Ona şahid olmayanın
onu bilmesi imkânsızdır; tıpkı âmânın güneş ışığını bilmemesi
gibidir.54
2.1.2. Hafi ve cehri zikir
Birçok sûfînin zikir anlayışında zikri kategorize etmek
yoktur. Onların, bütün insanlara tek çağrısı vardır, bu çağrı
da, Hakk’ı sürekli zikretmektir. Onların çoğu genelde cehrî/
açık ya da gizli/kalbi-sırr’ı zikir ayrımı yapmamaktadırlar.
Onlar, bu sınıflandırmayı yersiz ve abes bulur. Böyle bir
şekilcilik, âşık sûfîlerin tamamen dışında bir konudur. Her
sâlikin kişilik yapısı ve yeteneğine göre bir yol metot tutmayı
tercih etmesi düşüncesine sahiptir. Onların zikir elfazında,
bütün insanlara önerdikleri ve her mü’minin sıkılmadan yerine getireceği “tevhîd” kelimesidir. Şunu da göz ardı etme-
50
51
52
53
54
İbrâhîm, 14/25.
Kuddûsî, Dîvân, s.149.İbni Hanbel, III, 76. Tirmizi, Da’avât, 4; İbni Hanbel, IV,
s.188–190; İbni Hanbel, III, 68,71; Tirmizi, Dua, 128, SülemiTabâkât, 409.
Sülemi, Tabâkât, s. 444.
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 237a.
Bk. el-Mekki, Kût’l-Kulûb, II, 26.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
memiz gerekir ki, belirli bir noktaya gelmiş bir sûfî için çok
verimli olabilen bir zikir usûlu, bir başka noktadaki sûfî için
olumlu netice vermeyebilir. Bundan dolayı cehrî ya da kalbi
zikirlerden birini seçme, sübjektif durumlardan kaynaklanmaktadır.
İnsanların yaradılışı, rûhsal durumları ve kabiliyetleri
farklı farklıdır. Her bireyi kendi psikolojisi içerisinde değerlendirmek gerekir. İç tecrübesini de, bu psikolojinin gerekli
kıldığı usullerle uygun, muteber olan bir hâl oluşturmak bir
zorunluluktur. Mutasavvıflar bu inceliğe çok dikkat etmişler.
Onun için muhakkik sûfilerin mürşidliğini yaptığı tasavvuf
ekollerinin tümünde kati ve muayyen bir zikir ritüeli takip
edilmemiştir. Sülûkta belirli bir merhaleye gelmiş olan sâlik
için çok verimli olan bir usûl ve elfâz, bir başka merhaledeki
sâlik için aynı verimli neticeyi vermeyebilir. Onun için cehrî
veya sırrî zikir, yani dil ile yapılacak veya yapılmayacak zikirden birinin tercih edilmesi sübjektif bir hâldır. Bundan dolayı
sûfîler, cehrî zikir (dil ile ve sesli zikir) başlangıçta olanlar için
faydalıdır. Çünkü onların kalplerine kasvet musallat olur. Bu
kasveti/daralmayı gidermede, cehrî zikir sırrî zikirden daha
etkilidir. Fakat sülûkte ilerlemiş olanlara ise sırrî zikir tavsiye
edilir.55
Sırrı/gizli zikir de iki türlüdür. Birincisi, dil ile sessizce yapılan zikir, ikincisi ise, dili hiç karıştırmadan kalp vasıtasıyla yapılan zikir. Birincisi, başlangıçtakilere göre daha ileride
olanlara telkin edilen zikirdir. İkincisi ise, zikrin yerine getirilmesinde en ileri merhale olup, oldukça ilerlemiş bir mânevî
tecrübeye icra edilen bir zikirdir. Fakat şunu vurgulamakta
fayda vardır, her kalbî zikri yerine getirmek isteyen sâlik son
merhaleye gelmiş demek değildir. Örneğin Nâkşî tarîkatında
55
Öztürk, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, s. 247.
139
140
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
bütün müntesiplere kalbî zikir verilmesine rağmen başlangıçtaki mürîdler, burada söz konusu edilen mertebeye ulaşmış
değiller. Bu tarîkattaki kalbî zikir özel bir anlam taşımakta
olup, tarîkatın karekterist bir özelliğini taşımaktadır. Tasavvuf anlayışında genel olarak kast edilen kalbî zikir ise cehrî
ve sırrî zikrin ilk basamağı aşıldıktan sonra varılan diğer bir
merhalede elde edilir.
Tasavvufta zâkirin her zikrinde, gaye edinen elfâz ile
hemhâl olma durumu cehrî ve sırrî zikrin bütün aşamaları
için geçerlidir. Cehrî zikir ile sırrî zikrin ilk kısmı olan, dil ile
sessiz zikir, esas alınan kelime ve cümlenin ritmik ve şuurlu
tekrarı şeklinde icra edilir.56 Şuurdan amaç, zâkirin zikirde
temel aldığı tâbirin içinde “yok” olması, yani benlik ile bütünleşmesidir. Bu bütünleşme, Allah dışındaki bütün ilgilerden
tümüyle temizlenmek şeklinde olacaktır. Yani benlik, zikirde,
zikredenin bütün varlığıyla icra edilen kelime veya cümlenin
içinde yok olmasıdır.
Sûfîler, kalbî zikrin yerine getirilmesi içinde, sâlikin öncelikle et parçası olan kalbe yönelmesi gerektiğini söylerler. Çünkü
bu et parçası gerçek kalbin yuvası durumundadır. Onun için
sâlik, hiçbir organını hareket ettirmeden, “Allah” kelimesini
kalbinin üzerinde geçirir gibi yapmalıdır. Kalbe tam bir yönelme olmalı ve onun şekli durumu düşünülmemelidir. Zira ona
yönelmekten gaye, onun şeklini düşünmek değildir. Gerekli
olan yalnızca “Allah” lafzının anlamını düşünmektir. Hatta
bu düşünme hâlinde, Allah’ın sıfatları da akla ve kalbe getirilmemelidir. Aksi takdirde Zât makamından sıfat mertebesine
düşülmüş olur. Aynı şekilde Allah’ın hazır ve nâzır olduğunu
bile düşünmemek gerekir.57
56
57
Aynı eser, s. 248.
İmam Rabbânî, age., I, 190
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
Bazı sûfîler, bilindiği gibi tasavvuf tarihi boyunca, mutasavvıfların zaman zaman tartışa geldikleri konulardan olan zikrin
gizli/hafi veya açık/cehrî yapılıp yapılmayacağı hakkında tartışmalara çok fazla girmemişlerdir.58 Onlar, diğer sûfîlerin bu
konuda getirdiği, sâlik sülûkun başında iken, kalbinde var olan
vesveseleri engellemek için veya nefsi sadece zikirle meşgul etmek, başka şeylerle meşgul olmasını engellemek amacıyla cehrî
zikre başvurulmalı ya da sâliklere tavsiye edilmeli gibi gerekçeler de ileri sürmemişlerdir.59 Onların bu konuda bir itirazı da
yoktur. Bazı sûfîlerin ilk dönem sûfîlerin kalbi zikrin faydası
konusunda ortaya koydukları görüşlere itirazının nedeni, âşık
sûfînin psikolojisini bilmeden, onun içinde bulunduğu hâli anlamadan, sûfînin bazı fiillerine gelen eleştirilerdir.60
Cehrî zikrin bazı durumlarda insanlara faydalı olabileceği de söylenmektedir.61 Örneğin, cehrî zikir katı kalbe ulaştığı zaman oradan bir ateş parlar ve orada Rahmanî engelleyici perdeleri yakar, insanların ve cinlerin ameline denk olan
Rabb’in cezbelerinden bir cezbe oluşur. Eğer zikirlerin en güzeli olan, “sultân-ı tevhîd”, insanın bedeninde hâkimiyetini
kurarsa, kişinin kalbinde hiçbir şey kalmaz, kişi böylece ağyâr
kuşkularından tamamen kurtulmuş olur ve ondaki her kötü
sıfat iyi sıfatla yer değiştirir. Bu güzel nitelikler hiçbir ibâdet
ile elde edilecek sıfatlar değildir. Bilakis, Allah, bu güzel vasıfları kendisini devamlı ananlara, sürekli hatırında tutanlara verir. Çünkü bu makâm, mukarrebûnun makâmlarının en
yükseğidir. Bu makâmlara ancak gecelerini uykusuz geçiren,
gündüzleri de, Allah’ı hatırdan çıkarmayanlar ulaşabilir.62
58
59
60
61
62
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 241a.
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 240.b
Aynı yer.
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 241a.
Aynı eser, vr. 235b.
141
142
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Sûfîler, cehrî yapılan zikre karşı çıkanları tenkid eder. Ona
göre, bü tip insanlar, zikir gerçeğini idrâk edip anlamayan,
gerçekleri araştırıp buna bağlı konuşan insanlar değildirler.
Bu karşı çıkanların içinde kendini âlim gören ve insanlarca
saygı duyulan kimselerde vardır. Sûfiler cehrî zikri hoş görmeyenlerin dikkatini asırlardır uygulanan bazı dinî ritüellere
çekmek istemektedirler. Örneğin, Kur’ân tilavetinin cehrî olarak okunması ve bunu da tüm insanların coşkulu bir ruh hâli
içinde dinlemesidir. Diğer taraftan hacıların vakfe’de “lebbeyk” diyerek tekbir getirmeleri ve ayrıca burada haccın süsü
olan telbiyenin cehren yapılmasının mutlaka bir hikmetinin
varolmasıdır. Bu tür hikmetlerin zikrin atmosferini ve rûhunu
bilmeyenlerce idrâk edilmesi mümkün değildir.
Eğer sûfî, Allah’ın aşkı ile cezbeye gelip, vecd ile kendi iradesi dışında, sema ile Hakk’ı cehrî olarak zikrediyorsa, O’nun
bu hâline “caiz değildir” demek yanlıştır. Çünkü vecd hâlideki
sûfî, hüzünle, gönlüne gelen ilâhî lutüfların bolluğuyla, Yaratıcısına duyduğu aşkla ilâhî bilginin gücüyle aradığını iç dünyasında bulmuştur.63 Sûfînin vecd hâli, onun kalbinin işitmesi ve
görmesidir.64 Kalbin bu alıcılarının açık olması ilk yaratılış özüne,
Yaratıcıyı zikretmek aracılığıyla dönüştür.65 Bu da sâlikin Allah’a
kurbiyet kesb ettiği hâldir.66 Sûfînin bu ruh hâlini, ancak donuk,
aşktan, sevgiden anlamayan insanlar inkâr eder. Sûfîler, bunları ağır bir dille, eleştirerek imandan ve dinden nasiplenmeyen
münkir kişiler olarak isimlendirirler.67 Onlara göre, sâliki zikirde
coşku hâline getiren aşkın cazibesidir. Aşkın kuşatıcı gücü kişiyi
63
64
65
66
67
Bk. Isfahânî, Müfredât, ss. 854-855; İbn Manzûr, Lisânü’l-‘Arab, IV, 4769-4770;
Suad Hakîm, Resâil, s. 5; Tahânevî, Keşşâf, II, 1480-1481; Cürcânî, Tâ’rifât, s. 278.
Kelâbâzî, Ta’arruf, s. 169.
Serrâc, el-Luma’, s. 335.
Serrâc, age., s. 293; Kelâbâzî, age., ss. 169-170; Sühreverdî, Avarif, s. 655; Kuşeyrî,
er-Risâle, s. 62.
Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 240b.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
atmosferine alınca, kişi nefs/benlik özgürlüğüne kavuşur ve yaratılan her şey hareket etmeye başlar ve sûfî de, varlığın bu şevke
gelen hareketliliği ile vecd ile hareket etmeye başlar. Sûfîyi vecd
ile harekete geçiren şey, onun Allah’ın yaratılmış her şeye kendi
dilleriyle O’nu tesbih etmelerini ilhâm etmiş olmasıdır. Bundan
dolayı Allah’ın gönüllerini açtığı ve mânevî bir şuur verdiği sâlik,
O’nu tesbih eden sesi her varlıkta duyarak vecde gelir.
İşte sûfîler, vehbî olarak gelen duyguyla sesli olarak Allah’ı
anan kişilere getirilen tenkidi kabul etmezler. Mevlânâ’nın da
dediği gibi, raks eden âşık tefekkür edenden daha yüksektedir; çünkü semâ çağrısı göklerden gelmektedir. Bu çağrıyla
Rabbine maddî mânevî bütün benliğiyle titreyerek cevap veren sûfîyi tenkid etmek mümkün değildir.68 Bu kalbin gayb
âleminde gizli olanı yakîn nurla müşahedesidir. Hz. Ali’ye
“Allah’ı görüyor musun?” diye sorulduğu zaman “O, görmediğimiz varlığa nasıl ibâdet ederiz69” şeklindeki cevabı sûfîyi
vecde getiren duygunun aynısıdır. Gönlün Allah’ı görmesini
sağlayan yakîn nuru, ona bizzat Allah tarafından verilen bir
nurdur ve Allah’ı görmenin başka bir yolu da yoktur.
Sûfîler vecdi, şevk/özlem nedeniyle insanın sırrında meydana gelen bir alev olarak görmüşler. İçine vecd ateşi düşen
kimsenin vücudu sevincinden veya üzüntüsünden sallanmaya başlar.70 İşte o zaman alan dışı kişinin algılayamadığı
hâller meydana gelir. Ve sûfînin akıl tarafından algılanamayan davranışları ağır eleştirilere maruz kalır. Bu hâle geliş iradeye bağlı bir durum değildir. Bir kimsenin Allah’ın celâlini
müşahede etmek ve kalbini ilâhî kudretin tecellîsine vermekle
gerçekleşen bir durumdur71.
68
69
70
71
Mevlânâ, Mesnevi, II, 1943.
Nicholson, age, s.40.
Kelebâzî, Ta’arruf, s.106.
Nicolson, age., s.45.
143
144
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Sûfîlerin, Allah’ın her şekilde tezahür etmeye yönelik inançları bazen aşırı olarak nitelendirilmiştir. Örneğin,
rüzgârın sesi ya da kuşun sesi ile Allah’ın aşkında vecde gelen
sûfîler olmuştur72. Bu, tasavvufta, ferdi nefsin kaybolmasıyla, külli nefse ulaşacağı veya ruhun doğrudan doğruya vecdle, yani Allah’ın sûfîye yakîn gözüyle müşahede eden gerçek
mü’minlere ihsan ettiği İlâhî bir sırdır. Nefs alanında hareket
eden ve aşk ile ortaya çıkan bir alevdir.73
Zikrin cehrî veya sırrî olması tarîkatlarda farklılık arz etmektedir. Fakat bazen aynı tarîkat bünyesinde sâlikin içinde bulunduğu hâle göre, cehrî veya sırrî zikirden birini tercih etmesi
gerekmektedir. Sûfîler, cehrî zikri, daha yeni adım atanlar için
daha faydalı görmüşlerdir. Çünkü onların kalplerine kasvet
musallat olur. Bu daralmayı gidermeden cehrî zikir hafî zikirden daha tesirlidir. Sülûkta ilerleyip belli bir merhaleye gelenler
için de sırrî zikir tafsiye edilir.74 Diğer taraftan sırrî zikir yapan
her sâlik ileri merhaleye gelmemiştir. Bu konuda tarîkatlara bakarsak örneğin Nâkşî tarîkatında bütün müntesiplere, derecelerine bakılmaksızın sırrî zikir verilir. Bu o tarîkatın esas kurallarından biridir. Fakat burada söz konusu edilen sırrî zikir, genel
olarak, sülûkta ilerlemiş sâliklere verilen bir zikirdir.
Bazı sûfîler zikri dört aşamada ele almışlardır. Bu aşamalar şunlardır; birinci aşama, lisân ile yapılan nâsûtî zikirdir.
Bu zikrin lâfzı, “Lâ ilâhe illallah” dır. Bu zikir aynı zamanda,
“zikr-i cismî” diye isimlendirilmiştir. Burada dil ile yapılan
zikir, Allah’ı zikretmeyi kalbe hatırlatır. Bu da zikrin ilk aşamasıdır.
İkinci aşama, kalb ile yapılan melekûtî zikirdir. Bu zikrin
lâfzı, “illallâh”dır. Bu zikri sâlihlerin havâssı ve müteveccihle72
73
74
Serrâc, Luma’, s. 495.
Schemmel, İslâm’ın Mistik Boyutları, s.185.
Mehmet Ali Aynî, Tsavvuf Tarihi, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1995, s. 213.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
rin yaptığı zikirdir. Bu zikir harflerle yapılmadığı için ses duyulmaz. O, ancak his, kalp ve bâtınî hareket ile duyulabilir.
Üçüncü aşama, rûh ile yapılan ceberûtî zikirdir. Lâfzı,
“Allah”dır. Rûhun zikri, sıfatların esmâsına sarılması, yani
Allah’ın güzel isimlerini bâtınî lisân ile anmasıdır. Bu zikrin
neticesinde tecelli eden sıfatların nurlarını müşâhede etmektir. Bu zikir, muvahhidlerden fenâ ehlinin havâssının yaptığı
zikirdir.
Dördüncü aşama ise, zikr-i sırrî diye bilinen bu zikir, lâhûtî
diye isimlendirilmiştir. Bu zikir mütemekkinlerde şuhûd ve
iyân ehlinin zikridir. Sırrın zikri, esrâr-ı ülûhiyeyi mükâşefeyi
murâkabe etmektir.
Sûfîlere göre, “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken, Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında
tefekkür ederler”75 âyetinde Allah’ın seyr u sülükteki mertebeye
göre zikri tefekkürden önceye almıştır. Zira müride, kalb mertebesine geçinceye kadar önce lisân zikri telkin edilir. Daha
sonra da zikir kalbe ve ruha intikal eder. Ruhun zikri ise tefekkürdür. Sonra da sırra intikal eder ki, bu da müşâhede ve
iyândır. İşte bu noktada dil susar ve insan da iyân nurlarında
kaybolur.76
Aynı şekilde, lisân zikrine, zikr-i cismî, fikre, zikr-i nefsî,
murâkabeye, zikr-i kalbî, müşâhedeye, zikr-i rûhî ve muâyene,
zikr-i sırrî denilerek beş derece olarak isimlendirilmiştir.77
Lisân zikrinin galip gelmesinde, nefs-i emmâreden ibâret
olan sıfât-ı zemîme, sıfat-ı hamîde de yok olur. Sıfât-ı hamîde
de kasıt, şeriâtın emirleridir. Zikr-i nefsî veya zikr-i fikrî’nin
galip gelmesiyle,” nefs-i levvâme”den ibâret olan nefsânî
arzûlar, tarîkat hükümleri üzere inşâ olması için, Rabbânî
75
76
77
Âl-i İmrân, 3/191
Mahmut Ay, Kur’ân’ın Tasavvufî Yorumu, İnsan Yayınları, İstanbul 2011, s. 365.
Tehânevî, age., s. 99.
145
146
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
olan arzûlarda mahv ve fanî olarak “nefs-i mülhime” makamı olan mükâşefe gerçekleşir. Kalbî zikrin galip gelmesiyle,
mevcûdâtın sıfatları ve fiilleri, “Mutlak Varlık”ın ef’al ve sıfatlarında fanî olur. Yani her eşya Allah’ın rengine boyanır ve
“nefs-i mutmaine” olan itmi’nân kalb gerçekleşir. Rûhî zikrin
galip gelmesiyle, müşâhede gerçekleşir. Bu mertebe de, kesret/varlık, Allah’ta fanî olur. Burada sâlikin müşâhedesinde
Sevilen “Zât-ı muhabbet” ten başka hiçbir şey kalmaz. Zikr-i
sırrînin galip gelmesiyle, sâlikin kendi zâtı, Mutlak Zât olan
Allah’tan fanî olur. Buna fenâ-i sâlik denir ki, sâlik kendini
asla kendinde bulamaz. Bu aynı zamanda fenânın fenâ bulmasıdır.
Zikrin yerine getirilmesi konusunda tasavvuf ve tarîkatlarda
farklı uygulamalar ortaya konulmuştur. Bu uygulama ve
usûllerin yerine getirilmesi, zâkirin zikrinin doğrultusunda
bir âmel ortaya koymasını sebep olacak, zikir asıl amacına ulaşacaktır. Öncelikle zâkirin zikir için seçeceği lafız veya cümle çok önemlidir. Bu seçim, elbette ki kişinin manevî yapısı,
içinde bulunduğu psikolojik hâl, kabiliyeti, sülûktaki derecesi dikkate alınarak yapılacaktır. Her ilâhî ismin ve sıfatın bir
tecellîsi olduğuna göre, sâlik bu tecellîlerin hangisine daha
çok muhtaç ise, bu tecellîyi doğuracak ismi seçmelidir. Eğer
birkaç ismin tecellîsine birden muhtaç ise veya hangi tecellîye
muhtaç olduğu tam olarak tahmin edilemiyorsa, o zaman “Allah” ismini seçmesi gerekir. Çünkü bu “lafzâ-i celâl”in tecellîsi
kulun ihtiyacına ve lehine olan şeyi verir. Bu “Allah” lafzı, nefsin bütün yönelimlerini yok eden, Allah’ın bütün isimlerini
kendinden toplayan şümûllü bir lafızdır.78
Tasavvuf zikir geleneğinde, zikirde okunacak kelime veya
cümle lâfızları da önem arz etmektedir. Zikirde kelime veya
78
Öztürk, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, s. 249.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
cümle seçimi, tarîkatın esasları yanında mürîdin içinde bulunduğu karakter, hâl ve sülûktaki durumu da belirlemektedir. Mürîdin zikirde okuyacağı cümle ve “esmâu’l-hüsnâ” nın
hangisinin onun rûhsal durumuna uygun olacağına mürşîd
karar verir. Fakat mutasavvıflarca ittifakla her mürîdin hâline
uygun olan bir cümle bir de kelime vardır. “Lâ ilâhe illallah”
cümlesi ve “Allah” kelimesi. Hangi derecede olursa olsun her
mürîd bununla zikrini icrâ edebilir.
Allah’ın isimleriyle zikir, temizlenmiş bir kalple yerini bulur. Yeni zikre başlayan, bir çok mâsîvanın pençesinde kıvranmakta olanlar, Allah’ın esmâsına geçmeden önce temizlenmelidirler. Bu içinde en etkileyici hemen ulaşılabilinen
zikir de, tevhîd zikridir. Çünkü bu temizleyici bir lafızdır.
Önce “lâ”ile Allah dışındaki bütün kir ve pislikleri yok ediyorsun ondan sonra, “illallah” ile hayatın her alanına Allah’ı
yerleştiriyorsun. Allah dışındaki bütün ilahları ve sevgilileri
yok ederek “hiç”liyorsun, yani sadece Allah ile varoluyursun.
Zira “lâ” temizleyicisi ile yolu temizleyip açmadan yürümemiz mümkün değildir. Onun için sûfîler, şeytanı, arzuyu gönülde kovacak tek gücün tevhîd kelimesi olduğunu ısrarla
vurgulamışlardır.79
Genel tasavvuf anlayışında, muhakkik mutasavvıflar
mürîdin zikirde uygulayacağı bazı usûller hakkında açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu mutasavvıflara göre, mürîd
işin başında lisanı ile zikrullahı değiştirmemeli bir tesbihten
diğerine geçmemelidir. Bilakis Allah’ın isimlerinde tek bir
isimle hemhâl olmaya gayret etmeli; ya dâîma “Allah, Allah”
demeli, ya da “ya Rabb” gibi Allah’ın isimlerinden herhangi birini şeyhinin kendisine uygun tespit ettiği zikirle gayret
79
Isfehanî, Hilye, III, 80.
147
148
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
sarf etmesi gerekir.80 Aynı şekilde bütün namaz vakitlerinde
sürekli abdestli bulunur ve lisanının zikrettiği gibi, kalbide
bu zikre eşlik edinceye kadar gayret içinde olur. Kalbinde
Allah hakkında bir bilgisi olmadığından kalbine herhangi bir
hâl gelse de, bu hâle ne karşı koyabilir ne de engelleyebilir,
ona iltifat etmediği gibi onunla meşgul de olamaz. Zira bu
hâlin, kendisini yolundan alıkoyacak bir vasfı da olabilir. Bu
yoğun zikir esnasında kendisinden bir hata meydana gelirse,
hayaller onu kuşatır. İşte bu hâlden kurtulabilmek için o kişinin bu yolda kendisine rehberlik edecek, her ân kendisini
irşâd edebilecek bir üstada sahip olması gerekir.
Zâkirin zikirde seçeceği lafız, cümle veya cümleler çok
önemlidir. Bu seçimde isabet tasavvufî eğitim açısından son
derece anlamlı olmanın yanı sıra, mürşidin terbiye kabiliyetini de göstermektedir. Bilindiği gibi, ilâhî isim ve sıfatların
her birisinin ayrı bir tecellisi vardır. Mürşîd terbiye ettiği ve
eğittiği müridin içinde bulunduğu hâle göre hangi zikrin
uygun geleceğine karar verecek kemâle gelmiş kişidir ve bu
kararı da ondan başka ikinci bir şahıs veremez. Mürîd bazen
birden çok ismin tecellisine muhtaç bir noktada olabilir ve
ona birkaç isimle zikretmesi söylenebilir. Bunu da mürşîdi
karar verecektir. Zira bu konuda sûfîler, “Gönülden dile yol
olduğu gibi, dilden de gönülle yol vardır, Allah’ın sevgisini
de onun azîz olan isimleriyle elde etmek mümkündür.81 demişlerdir. İşte dil ile gönüllün bu etkileşimini, müridin gayesine uygun tarzda yönetmek irşâdın temel unsurlarından
biridir.
Mürîdin ihtiyaç duyduğu üstâd, bulunduğu her hâl içinde ona uygun olanı emreder. Yalnız mürîd de ma’rifetullahını
80
81
Göztepe, age., s. 479.
Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, I, 310.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
yakîn ve burhan ile elde etmeye çalışmalıdır. “Allah hiçbir şeye
benzemez”82 gibi Allah’ı her şeyden tenzih eden âyetleri bilmelidir. Çünkü Allah’a tasavvur, ışık ve nûrlu evhamlar yükselmez. Allah bunların hepsinin ötesinde, berisindedir. O’nun
yakınlığını mesafe ile vasfetmek caiz değildir. Zira Allah’ın
Zâtı, bir şeyle ihâta edilemeyeceği gibi, hiçbir kimse de O’na
ittisal edilemez. Mürîd, her problemli hâlini ârif-i billâh olan
mürşîdine arz etmelidir. Mürîd, kendisini meşgûl eden olayların vaki olduğu her durumda mürşîde müracaat eder. O, zikrini tam anlamıyla gerçekleştirdiği zaman o kadar kısa vakitte
zikredileni müşâhedeye yükselir. Her türlü zorluk ve engeller
şüphesiz onun zikre olan devamı ve yoğunluğuyla yok olur.
Bu hâller kendisine bir haz verdiği zaman, kendisini halvet
ve uzlete sürükler ve çirkin havâtırı defetmede oyunlar kurar, meşgûliyet ve engellerden uzaklaştırarak özgürleştirir.
Mürîdin niyetinin hâlis olması ve azminin sıdk üzere bulunmasının gerekliliğine ve İslâm’ın emirlerine muvâfakat ve ittiba etmesi gerekir.83
Zikri rûhun gıdası sayan sûfîler, Kur’ân’ı Allah’a vuslatta
en erdirici zikir kabul etmektedirler. Zira onlara göre, Kur’ân,
her sâlikin hâline uygun olan bir zikirdir. Çünkü tam oturmamış olan sâlikin hâli zikirde seçeceği kelime ve cümle rûh
hâline uygun olmayabilir ve tehlikeli neticeler verir. Her ismin ve cümlenin bir tecellîsi vardır ve bu tecellînin, kendi
rûhî hâline uygun olup olmadığına sâlik karar veremez. Fakat
Kur’ân, Allah’ın tertibi olduğu için bütün insanların maslahatlarına uygun tecellîlerle tertip edilmiştir. İşte insan, Rabbin
tecellîlerine tereddüt etmeden teslimiyet gösterebilir.84 Bazı
durumlarda ise sâlikin evrâd ve zikirlerle ilgilenmesi de tama82
83
84
Şura, 42/11.
Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, III, 122.
Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrâhim Halvetî, 103.
149
150
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
men yasaklanabilir. En faziletli ve tamamen ilâhî feyizle nâzil
olan Kur’anın da, levh-i mahfûz tertibiyle okunması neticesinde, zâkir üzerinde önemli tesirler bırakacağı muhakkaktır.
Müridin terbiye ve eğitim sürecinde devam etmek zorunda olduğu zikir lafızları ve bunların tertip edilmiş şekli
“vird” veya “hizip” diye adlandırılır. Vird ve hizip, aslında
Kur’ân’dan okunan muayyen miktardaki ayetlere denir. Bu
kelime sonradan sâlikin devam ettiği zikir ve duâ anlamında kullanılmıştır.85 Tasavvuf tarihinde Ebû Hasan Şâzelî gibi,
mutasavvıfların yazmış olduğu evrâd kitapları vardır. Özellikle büyük şeyhlerin virdleri, zamanla hastalara şifa vermek,
dileklerin kabulünü sağlamak gibi konularda kullanılmıştır.
Sûfîler, evrâdın kişinin durumu ve yaşanılan zamanla değiştiğini söylerler. Sûfîler, kendini ibadete vermenin, bilginin,
öğrencinin, yöneticinin, sanatkârın, işçinin vb. meslek gruplarının zikrinden bahsederler. Ve onlara göre, âlimlerin ilimle
iştigal etmesi işlerin en yüce, en ulvî zikrini oluşturmaktadır.
Öğrencinin öğrenmesi, işçinin çalışması, sanatkârın iş üretmesi de onların evradı çerçevesindedir.86 Tarihte sûfîlerin hangi
meslek grubunda olursa olsun her işlerinde Allah’ı zikrederek
iş yapmaları tasavvufî meslek gurubu olan Ahîlerde de gerçekleşmiştir. Onlar teşkilat olarak Allah’ı her işte toplu olarak
zikretmenin zevkini yaşamışlardır.87
Tarîkatlarda zikir tercihen bir halvet esnasında yapılabilir;
ancak eşit olarak her tür hâricî aktiviteyle birleştirilebilir. Bir
mürşîdin iznini gerektirir. Bu izin olmadan derviş, kendisine verilen manevî yardımdan zevk almayacaktır; ayrıca onun tama-
85
86
87
Nazif Şahinoğlu, Vird, İA, MEB Yayınları, İstanbul 1982, XIII, 318-319; Ebu
Nuâym, age., II, 178, 272; V, 79.
Gazâlî, ihyâ, I, 450.
Bk. Ali Tenik, “Ahîliğin Tasavvufî Boyutu ve Şanlıurfa’da Ahîlik İzleri”, Marife Dergisi, sy. 2, Konya 2002, ss.133-160.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
men bireysel insiyatifi kendisini, sembole ait bireysel olmayan
aslî karakterine alenî tenakuzda bulma riskini ortaya çıkaracak
ve bundan da hesapta olmayan psişik tepkiler gösterebilecektir.
Sûfîlere göre, sâlik halvette yalnız olmalıdır. Oturmuş bir
halde derûnunu herhangi bir şeyle meşgul etmeksizin zihnini
Allah’a yoğunlaştırmalıdır. Bununla ilkin Allah ismini diliyle,
dikkatinin dağılmasına müsaade etmeksizin durmadan “Allah, Allah” diye tekrar etmeyi başarmalıdır. Sonuçta herhangi
bir çaba sarf etmeden bu ismi dilinin irticâlî hareketinde hissettiği bir hâl hâsıl olacaktır.88 Bu zikir, “kalbî zikir” icrasıdır.
Sûfîlere göre, zâkir önce et parçası olan kalbe yönelmelidir.
Çünkü bu et parçası gerçek kalp olan fuâdın yuvasıdır. Burada hiçbir organı hareket ettirmeden, “Allah” lafzı kalp üzerinde geçirilir. Bütün benlik ile kalbe yönelip, şekil üzerinde
düşünmemek gerekir. Zâkire gerekli olan kendini tamamen
“Allah” lafzına vermektir. Bu düşünme hâline Allah sıfatlarını
karıştırmadan yapılmalıdır. Yoksa “Zât” makamından “sıfat”
mertebesine geri dönüş olur.89
2.2. TARÎKATLARDA FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
2.2.1. Kâdirî Tarîkatında Zikir
Kâdirî tarikatında cehrî zikir hafî zikirden evla görülmüştür. Onlar, bu uygulamayı da, Hz. Peygamber (s.)‘in gençliğinde Kubeys Dağına gider, orada Allah’ı sesli ve açıkta anardı. Kâdirîler de Peygamber’in bu uygulamasından hareketle
cehrî zikri benimsemişlerdir.90 Bu tarîkat cehrî zikre Kur’ân’ın
sesli olarak okunmasını da delil olarak göstermektedir. Onlar,
cehrî zikir konusunda çok katı bir anlayışa sahiptirler. Zira
onlara göre cehrî zikri tenkid edip, uygulamasını yok saymak
88
89
90
Gazâlî, İhyâ ‘Ulumi’d-dîn, I, 410.
İmam Rabbânî, age., I, 190.
Eşrefoğlu Rûmî, age., s.49.
151
152
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
küfür olarak kabul edilmektedir. Çünkü Allah’ı açıkta anmak
gerekir ki, mü’minler işitip, sevinsin, kâfirler de bu zikri işitip
kahrolsun.91 Zira ihlâslı bir şekilde Allah’ı gönülden cehrî bir
şekilde anan kişinin gönül dünyası huzur bulur, gönül aşk atmosferine hakîm olduğunda zikredenin dilinde dökülen her
kelime, yani “hay, huy” da söylese sonuçta “lâ ilahe illallah”
manasını verir. Eğer insan dürüst ve samimi bir şekilde Allah’ı
aşk ile anarsa, aşk da insanı hakikate ulaştıracağından sâlik
de, sonunda Allah sevgisine kavuşur.92
Bazı şeyhler zikir için bin edepten bahsetmişlerdir. Ancak
bunları yirmi edepte toplamışlardır. Bu yirmi edep aynı zamanda Kâdirîlerin yerine getirdikleri edeplerdir. Bu edeplerin
beşi zikirden önce, on ikisi zikir esnasında, üçü de zikirden
sonradır. Bunların ilki, tevbe-i Nasûh, ikincisi abdest veya gusül almaktır. Üçüncüsü, zikirde sıdkı elde etmek için sükûnet
ve sükûttur. Zikrin öncesine ait olan beş edep şunlardır: 1.
Tevbe, pişman olduktan sonra kişinin söz, fiil ve irâde olarak
mâsivâyı terk etmektir. 2. Gusletmek ve abdest almak. 3. Sükût
ve sükûn. 4. Zikre başlarken, şeyhinden kalbiyle istimdâd beklemek. 5. Şeyhinin istimdâdını Peygamberin istimdâdı bilmek
ve şeyhi onun nâibi kabul etmek.93
Zikrin içinde olan on iki edep de şunlardır: 1. Temiz bir
yerde, kıbleye karşı, teşehhüde oturur gibi oturmak. 2. Ellerini dizlerinin üzerine koymak. 3. Güzel koku sürünmek. Zira
zikir meclisleri meleklerden ve mü’min cinlerden hâlî olmaz.
4. Temiz elbise giymek. 5. Karanlık bir yerde zikir yapmak.
Çünkü böyle bir ortamda zihni dış âlemle irtibatını keser. 6.
Gözleri yummak. Bu zikrin önemli edeplerinden birisidir. 7. (
). 8. talepte sadâkat sahibi olmak. 9. talepte ihlâslı olmak. 10.
91
92
93
Aynı eser, s. 50.
Aynı eser, s. 51.
Şarânî, age., ss. 22-25.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
Zikirde. “Lâ ilâhe illallâh”ı tercih etmek ve onu tâzimle söylemek. 11. Her defasında zikrin anlamını kalp ile düşünmek. 12.
Kalbi Allah’ın dışında her şeyden nefyetmek.
Zikirden sonra yapılması gereken üç edep ise şunlardır:
1. Huşûlu bir şekilde, edeplice susmak. 2. Zamanı daha çok,
kalp ve basîretin ortaya çıkması, hicâbın kalkması ve nefisten
gelecek düşüncelere aldırmamak yolunda geçirmek. 3. Ne zikirden evvel, ne de sonra su içmemek. Zira zikirden sonra içilen su onun nûrunu söndürdüğü gibi, öncesinden içilen su da
kalbe ağırlık verir.94
2.2.2. Nâkşîbendî Tarîkatında Zikir
Nakşibendîlik, bazı istisnâları olmakla birlikte genel prensip olarak hafî/sessiz zikri esas almıştır. Hafî zikir uygulaması
bu tarîkatta, “serdefter, serhalka” ünvanlarını alan ve Hâcegân
kurucusu Abdülhâlik Gucdevânî (ö. 1180) ile başlamıştır.95 Bu
tarîkatta zikrin icrâ şekli gibi zamanı ve mekânı da önem arzetmektedir. Şuurlu bir zikrin yapılabilmesi için Nakşbendîler
gürültüden uzak, tenha ve loş mekânları tercih ederler. Zaman
olarak da, “sabahtan önce” ve “akşamdan sonra” diye iki vakit
tayin etmişler. Fakat Nakşbendîlikte sâlik günün her vaktinde
gönülden Allah’ı hatırlamak ve huzûr-ı ilâhîde olduğu şuurunu taşımalıdır.96 Nakşbendîlikte zikirde en önemli konu, zikir
lâfzını şuurlu bir şekilde ve anlamını düşünerek yapmaktır.
Örneğin “Lâ ilâhe” derken, bütün mahlûkâtın fânî olduğunu
bilincini kazanıp, her eşyayı yok saymak ve bu düşüncelerden
sıyrılıp temizlenmek gerekir. “İllallah” derken de, Allah’ın
94
95
96
Şarânî, age., 25; Dilaver Gürer, Abdülkâdir Geylânî, Hayatı, Eserleri, Görüşleri,
İnsan yayınları, İstanbul 1999, s.385.
Bk. Mevlânâ Ali b. Hüseyin el-Vâiz el-Kâşifî, Tercüme-i Reşehât-ı Ayni’l-Hayat,
M. Ma’rûf Abbâsî, İstanbul 1279, s. 25.
Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, Hayatı, Görüşleri, Tarîkatı, İnsan Yayınları,
İstanbul 2002, s. 305.
153
154
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
kadîm varlığının ebedî olduğunu, sevilip yönelecek tek varlık
olduğunu bilmek gerekir.97
Nâkşîliğin Hâlidî kolunda da asıl unsurların başında hafî
zikir gelmektedir. Nâkşî tarîkatini diğer tarikatlardan ayıran
son derece önemli bir ibadettir. Onlara göre hafî zikir, Hz. Ebû
Bekir kanalıyla Resûlullah’tan tevarüs etmiştir. Bu intikal, hafî
zikre özel bir değer katmaktadır. Ayrıca, cehrî zikir, dille başlayıp yavaş yavaş kalbe sirayet etmeyi hedeflerken, sessiz zikirde
hemen kalbe geçilir; bu sebeple Nâkşîler kendi tarîkatlarının
başının diğer tarîkatların sonu olduğunu söylerler.98 Sessiz
zikrin iki kapsamı vardır; ya özel konumundan dolayı ism-i
celâl, ism-i câmî ve ism-i zât olarak bilinen “Allah” ismi ya
da sûfî uygulamada “nefy ve isbât” olarak bilinen “tevhîd”
cümlesi söylenir. Zikrin içeriği olarak bu iki zikirden hangisinin seçileceğine mürîdin kabiliyetine göre mürşîd karar
verir. Eğer mürîd cezbeye meyyal ise, “Allah” ismini zikretmesine karar verilir. Yok eğer mürîd tamamen sülûka bağlı
ise, tevhîd zikrini yerine getirmesi daha iyi olacaktır.99 Buna
göre Nakşbendilik’te esas olarak iki türlü zikir vardır. İsm-i
zat ve nefy ü isbat. Lafzatullah kalp, ruh, sır, hafi ve ahfâ olarak bilinen letâiflere çekilir. Bunların sayısı mürşid-i kâmilin
yönlendirmesiyle kişiden kişiye değişebilir. Nefy ü isbatta ise
kelime-i tevhid, nefes tutularak üş aşamada okunur. Tutulan
nefes “lâ” denilirken göbek altından başa çekilir. “ilâhe” derken sağ omuza indirilir. “İllallah” derken kalbe vurulur.100
Nakşîbendilikte toplu icra edilen zikre “hatm-i hâcegân”
adı verilir. Önceleri bu zikir meclisi arzu edilen bir şeyin ol-
97
Tosun, age., s. 306.
Bk. Hamid Algar, Nakşibendîlik, İnsan Yayınları, İstanbul 2005, s. 245.
99 Muhammed ibn Süleyman el-Bağdâdî, el-Hâdîkatü’n-Nediyye, Bağdat 1234, s.
83.
100 Necdet Tosun, Zikir ve Tefekkür, Hacegân Yay., İstanbul 2013, ss. 40-41.
98
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
ması veya bir musibetin giderilmesi maksadıyla zaman zaman
yapılırken, daha sonraları hergün veya haftada bir veya iki
defa icra edilir olmuştur. Hatm-i hâce’nin yapılış şekli genellikle şu şekildedir: 7 fatiha, 100 salavat, 79 inşirah sûresi, 1000
veya 1001 ihlas suresi, 7 fatiha, 100 salavat ve dua. Zikre katılan kimselere okunacak sure, salavat ve dualar taksim edilir
ve o şekilde icra edilir.101 Küçük hatme olarak bilinen hatme-i
hace’de yukarıdaki sayılar azalmaktadır.
Sûfîler, kalbin yanı sıra bütün vücûdun zikre iştirâk edebilmesi için önce rûhun derinliklerindeki farklı mertebelerin ve
sâlikin bir bütün olarak zikre katılması gerektiğinin şuurunda
olarak bazı usûller ortaya koymuşlardır. Aşağıdaki bu usûller
genel olarak Nâkşî tarîkatında uygulanmıştır. Abdülhâlik
Gücdüvânî tarafından sekiz esas halinde tespit edilen ve daha
sonra Bahâeddîn Nakşbendî’nin ilave ettiği üç esas ile onbire
yükseltilen ve usûl-i âşere veya kelimât-ı kudsiyye adını alan
bu ana prensipler sadece Nâkşîlikte değil, bütün tarîkatlardaki
incelikleri bir araya getiren esaslardır. Gücdüvânî tarafından
tespit edilen sekiz prensip şunlardır: Hûş Der Dem, Nazar ber
kadem, Sefer der vatan, halvet der encüman, Yâd kerd, Bâz
geşt, Nigâh dâşt. Sonradan eklenen üç prensip de şunlardır:
Vukûfi zamanî, Vukûfi Adedî, Vukûfi kalbî’dir.102
1. Hûş der dem: Kelime anlamı, her ân için uyanık ve dikkatli
olmak. Manası, sûfînin her nefes alıp verişinde, yürürken gaflette olmaması ve uyanık olup, Allah’la beraber olmasıdır. Bu yolda işin temelini nefes üzerine atmak lazım, yani sâlik, himmeti
nefesi korumaya ve her nefesi/ânı Hakk’ın huzûrunda olmaya
hasretmeli. Öyle ki, sûfînin içinde bulunduğu ân onu geçmişi
hatırlamak ve geleceği düşünmekte alıkoymalıdır. Sâlik içinde
101
Tosun, Zikir ve Tefekkür, s. 45.
Mevlânâ Ali b. Hüseyin el-Vâiz el-Kâşifî, Tercüme-i Reşehât-ı Ayni’l-Hayat,
M. Ma’rûf Abbâsî, İstanbul 1279, s. 25
102 Bk.
155
156
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
bulunduğu âna riayet etmelidir. Nefesin iniş ve çıkışında iki nefes arasını öyle korumalı ki, gafletle gidip gelmesin. Hayvanlar
ve diğer varlık âleminde faal olan zikir, onların zarûrî olarak
alıp verdikleri nefeslerdir. Zira nefes girip çıkarken Allah’ın
gaybî zâtına işaret eden “Hû” veya “Hâ” yı söylemiş olur ki,
zaten Allah’ın zâtî ismi de o “Hû”dur. Bu Hâ, Hû her nefeste
zarûrî olarak meydana gelir. O ismin icrâsı olmadan hiçbir şey
hayata kalmaz. Bu hâli herhangi bir ilim ve idrâkın anlaması
mümkün değildir. Onun için Allah mechûli mutlaktır.103
2. Nazar Ber Kadem: kelime anlamı; ayağa bakmaktır. Istılahî
anlamı ise, sâlikin şehirde, kırsalda, sokakta kısacası herhangi
bir yere gidip gelirken, sadece önüne, ayağına bakması anlamındadır. Yani sûfînin yürürken gaflet içinde olmaması, attığı
adımları hayır yolunda atığının bilincinde olması gerekir.104 Sûfî
sülûkta hangi makamda olursa olsun kalbi olarak oraya nazar
etmeli, gaybet hâlinde değil, huzûr ve sahv hâlinde bulunmalıdır ki bu hâle, “fakr ba’de’l-cem’”derler. Kısacası nazar ber kadem, sâlikin ayak ucuna bakarak çevreyi temaşa etmemesidir.
Böyle olunca gönülde mâsivâya herhangi bir ilgi kalmaz.
3. Sefer der vatan: Vatanda sefer anlamına gelmektedir. Beden olduğu yerde durduğu halde, rûhun ilâhî vuslata doğru
yolculuğa çıkması demektir. Yani beşerî sıfatların bırakılması,
ilâhî sıfatlarla donanmak, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktır.
Sûfînin kalben beşerî düşüncelerden mâsivâdan Allah’a doğru
yolculuk yapmasıdır.105 Halk âleminden Hakk âlemine yükselmektir. Tıpkı Hz. İbrahim’in, “Şüphesiz ben Rabbime doğru
gitmekteyim”106 demesi gibidir.
103 Aynı
eser, s. 25-26.
eser, s. 26-27.
105 Aynı eser, s. 27.
106 Saffât, 37/99.
104 Aynı
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
4. Halvet der encüman: Kelime anlamı, kalabalık/kesret
içinde yalnızlıktır. Bu sûfînin bir köşeye veya tenha bir yere
çekilmeden, gönlü sadece Allah’a doğru ve Allah’la olma hâli,
ten olarak halk ile kaynaşmasıdır, yani zâhirde halk, bâtında
Hakk ile olmaktır. Zira bu konuda Allah: “O mü’minler öyle
erlerdir ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah’ın zikrinde
alıkoymaz.”107 Sûfîlere göre, halvet der encümeni gerçekleştiren sâlik öyle bir hâle gelir ki, pazarda halk arasında olduğu vakit, halkın hiçbir ses ve sedâsını duymaz. Çünkü zikir,
gönlün özüne galebe çalmıştır. Yine bazı sûfîler, sâlik öyle bir
mertebe kazanır ki, çeşitli sesler ve halkın birbirleriyle söyleşmesi hep zikir olarak görünür. Hatta kendi sözlerini dahi zikir
olarak işitirler.108 Bu sebeple sûfîler, kâmil insanı, kendisinden
kerâmetler zuhûr eden insan değil, halk ile oyurup kalkan, onlarla alış veriş yapan, onların arasında dolaşan, fakat Allah’tan
bir ân gafil olmayan kişi olarak görmüşlerdir. Bazı sûfîler,
kesretten vahdeti müşâhededen yola çıkarak; “Kulum bana
nâfilelerle yaklaşmaya devam eder, sonunda onu severim.
Onu sevince de işitmesi, görmesi, dili ve eli olurum. Benimle
işitir, Benimle görür.”109 Kudsî hadisinde halvet der encümen
prensibinin olduğunu söylerler. Yukardaki yaklaşımlardan
hareketle halvet iki türlü olarak ele alınmıştır.
a. Zâhirî halvet: bedeni insanlardan uzak tutmak için bir
köşeye hapsolmaktır.
b. Bâtınî-Hakîkî halvet: Bu halvette beden halk ile halk içindedir; fakat gönül Allah’tan bir ân bile ayrılmaz. Bu durum
Anadolu sûfîleri tarafından “El kârda, gönül yârda” şeklinde
ifade edilmiştir.
107 Nûr,
24/37.
age., s. 28.
109 Buhârî, Rikak, 38.
108 el-Kâşifî,
157
158
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
5. Yâd kerd: Kelime anlamı, hatırlamak, hatırda tutmaktır. Terim anlamı ise, sâlikin murakabe mertebesine ulaştıktan
sonra, her gün belli sayıda kelime-i tevhîdi kalbî hâl ile yerine
getirmesidir. Bu prensibin gayesi, Allah’tan gafil olmadan, dil
ve kalb ile, yani tüm benlikle zikre devam etmektir.
6. Bâz geşt: Kelime anlamı, tekrar etmek, geriden almak,
geri dönmektir. Terminolojik olarak, zikirden sonra, hâsıl
olan uyanıklığı sürdürmek için “Rabbim benim gayem sensin. Benim dileğim, yalnız senin rızandır” diyerek kalbi Allah
ile meşgûl etmektir. Bunu yapan sâlikin zikri, hâlis ve samimi
olur, gönlüde mâsivâdan uzak olur. İşte sâlikin bu hâl ile kalbî
olarak Allah’a dönmesi “bâz geşt” diye isimlendirilir.110
7. Nigâh dâşt: korumak, muhâfaza anlamına gelen bu kelime, kalbi, nefsanî düşüncelerden, vesvese veren her şeyden
korumak demektir. Zikredenin, kalbini, nefy ve isbat/kelime-i
tevhîd üzere koruması gerekir ki, hatarât gelmesin. Aksi takdirde zikrin, Allah’ı anmaktan doğan kalb huzûruna taalluk
eden sonuç gerçekleşmez.111
8. Yâd dâşt: hatırda tutmak anlamına gelen bu tabir, tasavvufta, kelimey-itevhîd düşünüldüğü, zikredildiği zaman,
nefsi hapsederek, kalbi Allah’ın huzuru ile ayakta tutmaktır.
Bazı sûfîler bunun, devamlı olarak kalbin Allah ile olması anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bazıları da, yâd dâşt, kalbi,
Zâtı akdesin tecellisini müşâhedede sabit kılmaktır. Nâkşîlere
göre, Nâkşî büyükleri hiç kaybolmayan huzura değer verirler. Böyle devamlı olan huzura “yâd dâşt” demişler. Onlara
göre yâd dâşt, Allah’ın isimleri, sıfatlarıi şuunâtı beraberliğinde olmaksızın yalnız zâtın tecellîsine “tecellî-i Zâtî” denmektedir. Bu tecellîye “berkî”/şimşekimsi demişlerdir. Çün-
110
111
Abdülhakîm Arvâsî, er-Riyâzu’t-Tasavvufiyye, İstanbul 1341, s. 112.
el-Kâşifî, age., s. 31.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
kü çok az sürer. Sonra perdeler araya girerek örtülür. Böyle
olunca da sürekli huzuru düşünmemek gerekir. Bir ân huzur,
sonra hemen yokluk. Fakat Nâkşî büyükleri böyle huzura
kıymet vermemişlerdir. Onlara göre, devamlı olan ve sürüp
giden bir huzur vardır ki, işte o, yâd dâşttır. Yâd dâşt, cezbe tamamlandıktan ve sülük makamları sona erdikten sonra
hâsıl olur.112
9. Vukuf-i zamânî: İçinde bulunan zamanın ve hâlin bilincinde olmak anlamındadır. Sûfîlere göre de, muhasebeden
ibarettir. Sûfîlere göre, her geçen ânı muhasebe ederek, gaflet
ve noksanları tespit etmek gerekmektedir. Eğer eksik varsa,
başa dönerek âmele yeniden başlanmalıdır. Sâlik üzerinde
akıp geçen zamana muttali olmalıdır. O, her ânını, esas maksadı olan Allah’a yönelik geçirmeye büyük gayret sarf etmelidir. Ve sâlik her ân şu âyetlerin içeriğinde geçtiği gibi uyanık
olmalıdır. “Allah gözlerin hain bakışını, gönüllerin gizleyeceği
her şeyi çok iyi bilir.”113 Ve “Sen her hangi bir işte bulunmaya
dur, onun hakkında Kur’ân’dan bir şey okumaya dur ve sizler
de bir iş işlemeye durun ki, onun içine daldığınız zaman biz
başınızda şahidiz. Ne yerde, ne gökte zerre kadar bir şey Rabbinden uzak ve gizli kalmaz. Bundan daha küçüğü, daha büyüğü de hariç olmamak üzere hepsi muhakkak apaçık bir kitapta yazılıdır.”114 ve yine Allah. “Allah sizi bir topraktan sonra da bir meniden yarattı. Sonra da sizi çift çift yaptı. O’nun
ilmi olmaksızın hiçbir dişi gebe kalmaz, doğurmaz da. Ömrü
uzatılana çok ömür verilmesi, kısa ömürlünün ömrünün kısaltılması da hariç olmamak üzere hepsi bir kitapta yazılıdır.
Bütün bunlar Allah için çok kolaydır.”115
112
İmâm Rabbânî, Mektûbât, I, 27.
Mü’min, 40/19.
114 Yûnus, 10/61.
115 Fâtır, 45/11.
113
159
160
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
10. Vukûf-i adedî: Zikirde sayıya riayet etmek anlamındadır. Zikirde sayıya riayet etmek, dağınık olan hatarâtı toplamak
içindir.116 Kelime-i tevhîd ile zikrin adedi günlük en az bin yüz,
“Allah” lafzıyla zikrin sayısı ise günlük en az beş bindir.
Zikirde sayıya riayet etmekle alakalı olarak şu hadis dikkat
çekicidir. Sa’d b. Ebû Vakkas şöyle rivayet etmektedir: Hz. Peygamber (s.)’in yanında bulunuyorduk. Bize: “Sizden biri, her
gün bin sevap kazanmaktan aciz midir?” diye sordu. Yanında
oturanlardan biri: “Bir kimse her gün bin sevabı nasıl kazanır
yâ Rasülallah” deyince Efendimiz şöyle buyurdu: “Yüz defa
sübhânellah diyen kimseye bin iyilik yazılır veya onun bin günahı bağışlanır.”117
11. Vukûf-i kalbî: Kalbi kontrol altında tutmak demektir. İki şekilde olur. Birincisi, sâlikin zikir esnasında Allah’ın
huzurunda olduğunun bilincinde olması, bu yâd dâşt cümlesindedir. İkincisi ise, zâkirin gönle vakıf olmasıdır. Yani zikir
esnasında kalp denilen mâlûm et parçasına yönelik olmalıdır.
118 Sûfîler, “Her nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır.”
âyetini vukuf-i kalbîye delil göstermişlerdir.119
2.2.3. Rıfâî Tarîkatında Zikir
Ahmed er-Rıfâî’ye göre, sâlik kalbini, Rabbine ait zikir ile
devamlı huzurda tutmalıdır. Zira Allah, kendisini çokça anmayı kayıt altına almıştır.120 Bu huzurda, O’nun zikrinin dışında başka bir şeyi düşünmemesi gerekir; çünkü Allah kıskançtır. Sâlikin dili dâima Allah’ın zikriyle ıslak olmalıdır.
Eğer sûfî Allah’ı zikrederse, Allah onun enâniyetini/bencilliğini eritir; arzûlarını yok eder, nefse ait perdeleri ortadan kal116
el-Kâşifî, age., ss. 31-32.
Necdet Tosun, Zikir ve Tefekkür, s. 47.
118 Aynı eser, ss. 32-33.
119 Arvâsî, age., s. 113.
120 Bk. Bakara, 2/152; Buhârî, Ezan, 18; 60.
117
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
dırır. Allah’ın ismini zikreden ve zihninde O’nu eksik etmeyen, hakîkat ehli insanlara yakın olur ve zikir meclisine kabul
edilir.121
Rıfâî tarîkatında zikir, halka şeklinde toplanıp, cehrî bir
şekilde Allah’ı anmakla gerçekleştirilir. Ve bu şekilde gerçekleştirilen zikir tarîkatın temel esaslarından biridir. Zikir halkasını Hz. Peygamber’e salât ve selâm ile başlatmak, diğer
peygamberlere fatihalar okumak, sahabeleri yâd etmek Rıfâî
tarîkatın esaslarındandır. Zikir meclisini cehrî olarak kurmak,
tarîkat mensuplarıyla beraber halka şeklinde tam bir edeb ile
oturarak ve ayakta Allah’ı açık sesle zikir etmeyi gerektirir.122
Zikir halkasında gözlerin kapalı olması, insanın kendi halinde
arınmaya çalışıp Allah’ı zikrederken, Allah’ı düşünmesi zikrin âdâbındandır. Fakat Ahmed er-Rıfâî, cemaat halinde iken
yapılan zikrin cehrî olmasını, yalnız yapılan zikrin ise, hafî
olarak icrâ edilmesini mürîdlerine tavsiye etmiştir.123
Rıfâîlerde zikrin oturarak ve ayakta yapılması diğer bir
ilkedir. Zikir sırasında def vurulması, okuyucuların Hz.
Peygamber’e medhiyeler okunması, ilâhîler okumak, naşideler okumak, rûha verdiği incelikten dolayı gerekli görülmektedir. Rıfâîler, Hz. Peygamber (s.)’in “Allah buyuruyor ki: ‘Ben
kulumun zannı üzereyim. Kulum Beni zikrettikçe Ben kulum
ile beraberim. Eğer beni kendi nefsinde zikrederse, Ben de onu
kendi nefsimde zikrederim. Eğer Beni toplulukta zikrederse
Ben onun Beni zikrettiği topluluktan daha hayırlı bir toplulukta onu zikrederim.”124 gibi hadisleri delil göstererek zikri
toplu ve cehrî yapmayı uygun görmüşlerdir.
121 Yunus
eş-Şeyh İbrahim, es-Samarrâî, es-Seyyid Ahmed er-Rıfâî Hayâtuhû ve
Âsâruhû, Bağdat 1998, s. 42.
122 Muhammed Ebu’l-Hudâ es-Seyyâdî, et-Tarîkatu’r-Rıfâîyye, Bağdat 1971, s. 33.
123 Aynı eser, s. 38.
124 Bk. Buhârî, Zikir, 23.
161
162
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Rıfâîlere göre, Allah’ı zikretmek, ibadetlerin en faziletlisidir. Çünkü Allah diğer ibadetlerin hepsine vakit ve miktar
tayin etmesine rağmen, Allah, zikir için herhangi bir zaman
ve miktar belirtmemiştir. Allah, insana çokça zikretmeyi emretmektedir. Yani Allah’ı her hâlde, her tavırda, her fiilde
zikretmek gerekir. Onlara göre, zikreden sâlik, nimeti bol bir
ganimet elde etmiş, kurtuluşa ermiş, zikrin faziletiyle her türlü güzelliği kazanmış kimsedir. Zikir en büyük nimettir, ganimeti ise ecridir. Kurtuluşu ise, günâhlardan arınmasıdır.125
Rıfâîlere göre, zikrin beş ana özelliği vardır. Bu özellikler insanın Allah yanındaki değerini artırır. Bu vasıflar şunlardır;
1. Zikirde Allah’ın rızası var, 2. Zikirde neftsen korunma var,
3. Zikir kalbi nûrla doldurup, yumuşatır, 4. Allah için yapılan
her ibadette aşkı artırır, 5. Mü’mini ma’siyetten uzaklaştırır.126
2.2.4. Kübreviyye Tarîkatında Zikir
Necmeddîn Kübrâ’ya göre zikir, Allah’tan gayri her şeyi
unutarak sadece O’nu anmak demektir. Nitekim Allah bu konuda, “ Unuttuğun zaman rabbini zikret.”127 diye buyurmaktadır.
Bu “unutmak” kelimesi, Allah dışındaki her şeyi unutmaktır.128
Eğer sâlik, kalbini Allah dışındaki ağyardan boşaltmazsa şu
uyarı ile karşı karşıya kalır: “Kalpleri Allah’ın zikrinden bomboş
ve kaskatı kesilmiş olanların vay hâline.”129
Ona göre zikir, saf, süratli ve yukarıya doğru yükselen bir
nûr/ateştir. Nefsin ateşi ise, bulanık puslu ve ağır hareketlidir. Bu iki ateş ancak hâl ile ayrıt edilebilir. Nefsin ateşi sâlik
üzerinde ağır bir yük bırakır. Bu ağırlıkla kalb daralır. Kalbin
daralmasıyla birlikte bütün organlar taş gibi katılaşır. İşte zik125 es-Seyyâdî,
age., s. 34.
yer.
127 Kehf, 18/24.
128 Necmeddîn Kübrâ, Usûlü’l-Aşere, s. 58.
129 Zümer, 39/22.
126 Aynı
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
rin nûr/ateşi de sâlikin üzerindeki bu yükü, ağırlığı kaldırıp,
onu rahatlatır, huzura kavuşturur. Kalb bu rahatlamayla ilâhî
güzelliği yakalar ve zâkiri yücelere doğru çıkaran saf bir ateş
olur.130 Kübrâ’ya göre zikir ateşi öylesine yakıcıdır ki, her şeyi
yakıp yok eder. Tıpkı, “Ne alıkoyar ne de bırakır”131 bu zikir ateşi girdiği kalpte, “lâ ilâhe illallah” kelimesiyle, “benden başka bir şey yoktur.” Diyecektir. Zikir, kalpte bulunan her şeyi
kendi nuruyla yok eder, bütün karanlıkları nuruyla aydınlatır.
Zâkir ile mezkûr dost olur ve “Nûr üstüne nûr”132 doğar.133 İşte
bu sebeple zikir, gerçeğin sıfatıdır. Hazları yok eder ve öyle
bir ateştir ki, içine düşen her şeyi yakar.
Kübrâ’ya göre, beden, toprak, su, ateş ve hava unsurlarından oluştuğu için, “Karanlıklar üstüne karanlıktır.”134 İnsan bu
dört unsurun hâkimiyeti altındadır. Eğer sâlik bunların boyunduruğunun altından kurtulursa, hiçbir şeye tamah etmez.
Hakkı Hak sahibine ulaştırarak parçayı bütüne ulaştırır. Yani
toprak, topraklığını, su suluğunu, ateş ateşliğini, hava havalığının farkına varır. Bunlardan her biri kendi nasibini aldı mı
bu yükten kurtulur.
Ona göre, aynı anda hem mâsivâyı hem de Allah’ı zikretmek mümkün değildir. Böyle bir zikir zikr-i munkati olur.
Kübrâ, insanın ister dinî, ister sosyal, ister ekonomik olsun her
muamelesi zikir olur.135 Zikirde gaye, kalbin huzûr bulmasıdır.
Yoksa dilin dönmesi değil. Yani asıl amaç, kalbde ve organlarda zikrin devamlılığını sağlamaktır.
130 Kübrâ,
Fevâihu’l-Cemâl ve Fevâtihu’l-Celâl, çev. Mustafa Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul 1980, s. 95.
131 Müddessir, 74/28.
132 Nûr, 24/35.
133 Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl, s. 95.
134 Nûr, 24/40.
135 Necmeddîn Kübrâ, Usûlü’l-Aşere, s. 58.
163
164
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Kübreviyye tarîkatında, dil ile yapılan zikrin sesli/cehrî olmasının büyük bir tesiri vardır. Sesli zikirde gaye, zikri Allah’a
işittirmek değil, sağır olan nefse zikri işittirmektir. Çünkü Allah için sesli-sessiz, uzak-yakın her şey birdir. Bütün eşyada
da tecelli edende O’dur.136
Şeyh Kübrâ, zikri, manevî arınma sürecinin en önemli unsuru olarak kabul etmektedir. Onun içinde, “lâ ilâhe illâllah”
zikri rûhî pisliklerden temizlenmenin en etkili ilacıdır. Bu onlar için en faziletli zikirdir.137 Ona göre halvette farzları yerine
getiren “lâ ilâhe illallah” ın dışında başka bir ibadet ve zikirle
meşgul olmamalıdır. Sâlik, bu kelimeye devam ettikçe onun
feyzi sâlikin bâtınını aydınlatır, himmetini cem’ eder. “lâ ilâhe
illallah” nefy ve isbattan müteşekkil olduğu için “Allah, Allah”
veya “Hû, Hû, Hû” gibi zikirlerden üstün görülmüştür. Çünkü Allah’ın diğer isimlerinde “birlik” vardır. Yani tek yönü
vardır. Nefy ve isbat gibi iki yönlü değildir. İnsan üzerinde
varolan bütün beşerî vasıfları ve rezil alışkanlıkları silip, süpürüp yok edecek olan “lâ” dır.138
Necmeddîn Kübrâ’nın zikirde amacı, “zikr-i dâim” makamına ulaşmaktır. Ona göre, Allah’ı kalbe yerleştirme ve hiç
unutmama anlamına gelen bu zikirde artık harfler ve sesler
ortadan kalkar. Sûfî Rabbine yaklaşır ve benliği daima Allah’la
meşgul olur. Çünkü kalbe ulaşan zikirden bir ateş meydana gelir ve bu ateş, Allah ile kul arasındaki bütün perdeleri
yakar.139 Kübrâ, “Beni zikrediniz, Ben de sizi zikredeyim.”140
âyetinden hareketle, zâkir ile mezkûrun yer değiştiğini söyler. Zâkir, mezkûrda fanî olmakta, mezkûr ise zâkirin yerini
136 Kübrâ,
Fevâihu’l-Cemâl, s. 96.
Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İnsan Yayınları, İstanbul 2010, s. 240.
138 Necmeddîn Kübrâ, Usûlü’l-Aşere, s. 59.
139 Aynı eser, s. 247.
140 Bakara, 2/152.
137 Süleyman
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
alarak bâkî kalmaktadır.141 Bu hâlin en iyi tanımı, “Allah’ın,
kulun gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı” olmasıyla ilgili
sözüdür.142 İşte Kübrâ buna, “sırrın zikri” diyor.143
Kübreviyye’de seyr u sülûkun en önemli unsuru olan zikir,
sabah namazından sonra okunan “Evrâd-ı Fethiyye”dir. Fakat
asıl olan sâlikin zikirde yok olmasıdır. Çünkü varlık perdeleri
ancak zikirle ortadan kalkabilir. Sâlik bu perdelerden sıyrılınca, kendisini her cihetten kuşatan bir nûr atmosferi içinde
bulur. İşte sâlik bu hâlin galebe gelmesiyle secdeye kapanır,
tevbe eder ve Allah’a teslim olur. Bu hâl zikir sürdükçe devam
eder.144
2.2.5. Sühreverdiyye Tarîkatında Zikir
Sühreverdî tarîkat silsilesinde, neredeyse hayatın bütün
yönlerini içine alan adaba güçlü bir vurgu vardır. Şihâbuddîn
Ömer Sühreverdî, adab üzerinde ısrarla durmuştur. Ona göre,
sâlik için her vakit, hâl ve makama dair bir edep vardır.145 Bu
edeplerden biri de, mürîdin rûhen olgunlaşması ve şeyhten
ilk elden terbiye alacakları zikir ritüelleridir. Mürîd zikre hazırlıklı gelmelidir. Yani abdestli olmalı, giyimi Peygamberin
sünnetine uygun olmalı, kendisine ayrılmış yerde namazdaki
gibi oturmalı, zikir esnasında ellerini dizlerinin üstüne koymalı, kalbini kötü fikirlerden temizlemeli ve gözlerini kapalı
tutmalıdır. Şeyhin ardından “lâ ilâhe illallah” sözünü tekrar
etmelidir.146 Ve bunun üzerinde yoğunlaşmalıdır. Bu yoğunlaşma mürîdi kendisi için Allah’tan başka Tanrı’nın olmadı141
Necmeddîn Kübrâ, Usûlü’l-Aşere, s. 62.
Buhârî, Tevhîd, 15; Müslim, Zikir, 20, 21, 22.
143 Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl, s. 110.
144 Aynı yer.
145 Ebû Hafs Ömer İbn Muhammed Şihâbuddîn Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif,
Kahire 1973, s. 55.
146 Kamer-ul Huda, Şihabeddin Ömer Sühreverdî, çev. Tahir Uluç, İnsan Yayınları,
İstanbul 2004, s. 138.
142 Bk.
165
166
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
ğını hakikî şekilde anlamaya ve bütün sevgisinin “illâllâh”a
yönlendirmesinin gereğini kavratır. Bu kalbe Allah sevgisini
yerleştirir. Bu aşamada zihin, kalp, beden ve rûh Allah’la birleşir ve sâlik küllî sevgi içinde gark olur.
Diğer tarîkatlarda olduğu gibi, Sühreverdî şeyhleri de,
Peygamber’in esmâ-i şeriflerini zikredene bereket getireceğine inanmaktadırlar. Peygamberin doksan dokuz ismini sayanın O’nun sıfatlarıyla hemhâl olunacağına inanılır. Ayrıca
kudsî hadisi yâd etmek, naat şiirleri, salât u selâmı, hâtmü’nnübüvveti ve doksan dokuz ismi okumak ve selâm zikrini
icra etmek Peygamber’i hâzır ve nâzır kılmakla alakalıdır.
Bunlar sâliki farklı bir rûh dünyasına götürür ve orada “Nur-i
Muhammedî”nin ezelî yaratılışına ulaşılır.147
Sühreverdiyye tarîkatında zikir, sâliklerin belli rûhî derslere önem vermeleri için bir yoldur. Mürîd, Allah’ı sabah namazından sonra tesbih ve tâzîm eden ve bir dizi kelimeyi tekrar
etmek suretiyle bu tilavetin bütün mânâlarının gücü üzerinde
dikkatini toplamalı, öğrenmelidir. Bu sözlerin devamlı tekrar
edilmesi anlamsız bir dinî pratik değil, sûfînin kalp tasfiyesini
gerçekleştirmesidir. Onlara göre zikir; dil, ses ve rûhun birbirleriyle olan karşılıklı ilişkisinin derinden anlaşılmasıdır. Zikirle mürîd, murakabe ve muhasebeyi tahkîk için Hakk’ın kalbine
girişine engel olan bütün perdeleri kaldırmalıdır. Nefsi kontrol etmek için, Kur’ân âyetlerini kalbe tevcih etmek ve “esmâ-i
Hüsnâ”yı okumak gibi özel zikir teknikleri kalbi gerçek bir aşkla olgunlaştırır. Kur’ân zikri, yani Kur’ân’da âyetler okumak,
kalbe kelâm-ı ilâhî varidatlarının gelmesi için davet olarak
işitmesini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda bu tekrar edilen
Kur’ân lafızları gerçek bir ilimle kalpte iz bırakır. Kalp, kendisine nakşedilen bu Kur’ân âyetlerinin koruyucusudur. Kalp tas-
147
Aynı eser, s. 142.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
fiyesi ve mâsivâ kirlerinden korumasından sorumludur.148 Bu
tarîkata göre, kalbi gıdalamanın yolu, dünya zevklerinden yüz
çevirmek ve sadece muhabbetullah ve ilâhî rahmet önünde
secde etmektir. Buna da ancak Kur’ân zikrini içine alan günlük
evrâd ve ezkârı aksatmadan yapmakla ulaşılabilir.
Sühreverdiyye tarîkatının yerine getirdiği bazı zikirler: Namaz zikri, Allah, beş vakit namazı mahlûkatın kendisine ibadet etmesi, madde ve mânâ âlemi arasındaki münasebeti anlaması için farz kılmıştır. Sühreverdiyye, namazda mürîdlerine
“âyete’l-kürsî” diye şöhret bulan bakara suresinin 255. âyetni
okumalarını öğütler. Bu âyetin okunması, mürîdin iki namaz
vakti arasında Ku’ân âyetleri üzerindeki yoğunlaşmasını devam ettirmesine yardımcı olur. Mürîd bu âyeti okumakla ilâhî
kelâmın gücü, Allah’ın bütün âlemler üzerindeki arşı ve bu
âyetin kalp tasfiyesi üzerindeki etkisi hakkında derûnî bir tefekküre dalar.
Gece namazı zikri; Sühreverdiyye tarîkatına göre, mürîd
yatısı namazı ile teheccüd namazları arasındaki sürede Kur’ân
okuyarak zikre devam etmelidir. Bu namaz zikrinde iki rekatlık bir namaz kılınır. Bu namazda sâlik, fatiha suresini okur
ve ardından Bakara suresine geçer. Bu surenin ilk on âyetini
okumak yeterlidir. Kur’ân zikriyle mürîd, kalbini tamamen
Allah’a açmalıdır. Zira Kur’ân zikri, kalbi ifsat eden habis tabakaların yok edilmesi sürecidir.149 Bu Kur’ân zikri, örnekliği
Peygamber’den alan bir zikirdir.
Şaban ayı zikri; Hz. Peygamber (s.)’in, “Ramazan, Allah’ın
ayıdır; Şaban ise benimdir” hadisine atfen tarîkat ramazan
ayına hazırlık gayesiyle bu ay için bazı virdler yapmaktadır.
Şaban ayının ilk gecesinde Fatiha ve İhlâs surelerinin okundu-
148
149
Aynı eser, s. 200.
Aynı eser, s. 204.
167
168
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
ğu iki rekâtlık bir namaz kılınır. Bu iki sure, hayır ve bereket
için beş vakit namaz arasında çokça okunmaya çalışılır.150
Berat gecesi zikri, Şeyh Sühreverdî bu gecede mürîdlerin
de, Fatiha suresi ve “âyete’l-kürsi” nin birer kez, İhlâs suresinin ise beş yüz kez okunduğu iki yüz rekâtlık namaz kılmalarını tavsiye etmiştir.
Ramazan zikri, Sühreverdiyye şeyhleri, bu ayın tamamen
zikir ayı olduğunu ifade ederler. Ve Sühreverdî sâliklerin,
mümkünse çalışmayı ve uyumayı keserek sadece Kur’ân okumaları ve Kur’ân zikri yapmaları tavsiye edilmiştir. Bu ay,
onlar için bir hediye ayıdır. Sûfîler, günlük beş vakit namaza
ilave olarak, teravih, teheccüd ve sabah namazlarına da iştirak etmelidirler. Bu namazların her birinde, mümkün olduğunca çok Kur’ân okunmalıdır. Bu ayda, namaz kılmak, oruç
tutmak, infak ve zikir diğer zamanlarda yapılan ibadetlerden
farlklıdır. Onun için sûfî, vuslatı gerçekten anlamak istiyorsa
bu ayda elden geldiğince zikir ve ibadetle uğraşmalıdır.
2.2.6. Halvetiyye Tarîkatında Zikir
Halvetiyye tarîkatında zikir, esmâ-i seb’a/yedi isimle yapılmaktadır. Fakat bu isimlerden hangisinin ne kadar okunacağı
ya da tekrarlanacağına mürşîd karar verir. Şayet sâlik bu isimlerle zikretmek zararlı bulunursa, bu esmâ yerine genel zikir
ve duâlarla meşgûl olması tasfiye edilir. Nefsin yedi mertebesinin aşılması, sülûkun esası olduğundan bu yedi mertebenin her birinde kullanılacak bir ilâhî isim seçilmiş ve “Esmâ-i
Seb’a-i Halvetiyye ortaya çıkmıştır. Bu isimler nefsin mertebelerine göre şöyledir:
1. Nefs-i emmâre, zikri, “lâ ilâhe illallah,”
2. Nefs-i Levvâme, zikri, “”Allah,”
150 Aynı
eser, s. 206.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
3. Nefs-i Mülhime, zikri, “Hû,”
4. Nefs-i Mutmaine, zikri, “Hakk,”
5. Nefs-i Râzıye, zikri, “Hayy,”
6. nefs-i Marzıye, zikri, “Kayyûm,”
7. Nefs-i Kâmile, zikri, “Kahhâr” dır.
Bu zikirlerin başında da Kur’ân okumak gelir. Halvetîler
zikre istiğfâr ile başlarlar; emredilen müddet kadar istiğfardan sonra salât ve selâma geçilir ve nihayet mürşîdin beyanı ile zikir icrâ edilir.151 Dede Ömer Rûşenî, bu yedi esmâ’ya
Vehhâb, Fettâh, Vâhid, Ahad, Samed isimlerini ekleyerek bu
sayıyı on ikiye çıkarmıştır.152
Halvetîler, yedi ismin her biriyle, Allah ile kul arasındaki
yetmiş bin perdenin on bininin kalkacağına inanırlar. Onlar
bu anlayışlarını, Hz. Peygamber’in, “Allah ile kul arasında ışık
ve karanlıktan meydana gelen yetmiş bin perde vardır.” sözüne atfederler. Mürîdin zikrine esas aldığı isimlerin her biri bu
perdelerin on binini ortadan kaldırır. Son on bin perde ortadan kalktığında kul, Allah’a tam varır.
Halvetî sülûkuna giren mürîd, kıbleye karşı diz çöküp
oturur. Bir süre içine dönerek yalnızca Allah’ı tefekkür edip,
Allah dışındaki her şeyden kendini arındırır. Bundan sonra,
başını sağ tarafa çevirip, “lâ ilâhe” der, hem ardından başı sol
meme üstüne çevirip şiddetli bir edâ ile “illallah” der. Sâlik bu
zikri, mürşîdin verdiği say kadar yapar. Mürîd, tevh3id kelimesi ve “Allah” lafzının zikrini normal yerine getirir. Yedi
isimden hangisine devam edeceği ise mürşîdin işaretine bağlıdır. Yalnız mürîd zikir için, her oturuşta, önce istiğfar edip
salât ve selâm getirmek şarttır. Halvetî zikrinin toplu yapıla-
151
152
Öztürk, Kuşadalı İbrâhim Halvetî, s. 103.
Sâdık Vicdânî, Tomâr-ı Turûk-ı ‘Aliyye, haz. İrfan Gündüz, Enderun Kitabevi,
İstanbul 1995, s. 186.
169
170
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
nına deverân denir. Deverân, idaresinde ayakta ve kısmen de
oturarak yapılan zikirdir.153
2.2.7. Gülşeniyye Tarîkatında Zikir
Halvetiyye tarîkatının Gülşeniyye kolunda zikirde en çok
okunan ilâhî isimlerin başında, lâ ilâhe illâllâh, Allah, Hû, Hakk,
Hayy, Kayyûm, Kahhâr, Vehhâb, fettâh, Vâhid, Ehad ve Samed
gelmektedir.154 Halvetiyye tarîkatında zikir esmâ-ı seb’a ile
yapılır. Bu esmâ daha sonra on ikiye çıkarılmıştır. Mürîd, “
lâ ilâhe illâllâh” tan başlamak üzere sonuncu isme kadar belirli sayılarda bu isimlerin zikri ile meşgul olur. Her bir isim
mürîdin manevî tekâmül safhalarından birini ifade eder. İbrahim Gülşenî müntesiplerine “lâ ilâhe illâllâh” zikrini tamamlayıp tekâmül yolunda ilerlemelerini öğütlemektedir. İbrahim
Gülşenî zikri, bir ölüm-kalım, iman-küfür meselesi olarak
görmektedir.155
Gülşeniyye zikir âyîni, kırmızı renkli makam postu karşısında halka kurarak oturan dervişlerin, Fatiha suresinden sonra
şeyh efendinin işaretiyle “kelime-i tevhîd” çekmeleriyle başlar.
Daha sonra ayakta “Hû” ve “Hayy” isimleriyle devam edilir. Bu
esnada zâkirler, Gülşenîliğe özgü sâlâvatlar okurlar. Bu sırada
saz çalınmaz. Zikrin temposu hızlandığında ilâhîlere başlanır
ve kudüm, mazhar, bendir, halîle gibi vurmalı sazlar çalınır. Bu
hızlanma sırasında dervişler, el ele tutuşarak sağdan sola doğru
yürümeye başlarlar. Sol ayaklarını “kutuphâne” denilen zikir
halkasının merkezine, sağ ayaklarını da ters yöne doğru atarken, sol ayakla beraber bedenlerini öne doğru eğer, sağ ayakla
doğrulurlar. Bu hareket yukarıdan bakıldığında, bir gül gon153 Yaşar
Nuri Öztürk, Tasvvufun Ruhu ve Tarîkatlar, YeniBoyut Yayınları, 5. Baskı,
İstanbul 1988, ss. 278-279.
154 Harirîzâde Kemaleddîn, Efendi, Tıbyânu Vesâili’l-Hakâik, III, 89a.
155 Himmet Konur, İbrahim Gülşenî, Hayatı, Eserleri, Tarîkatı, İnsan Yayınları, İstanbul 2000, s. 208.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
casının açılıp kapanmasına benzer. Gülşeniyye tâcının pembe
renkli ve yeşil destarlı olması bu görünümü daha da estetik hale
getirir. Zikir deverânının sonunda okunan Kur’ân ve yapılan
duânın arkasında şeyh efendinin fatihasıyla sona erer.156
Tarîkatların bazıları hafî zikri tercih ederken, bazıları da
cehrî zikri tercih etmişlerdir. Gülşeniyye tarîkatı da, cehri
zikri benimseyen tarîkatlardandır. Evliya çelebi Gülşeniyye
tarîkatı zikri hakkında şu bilgileri vermektedir. “Kahire’deki
merkez tekkeye her Cuma akşamı, ibrişim kumaşlar döşenir.
Yatsı namazından sonra Mülk suresi okunur. Bütün âşıkların
iştirakıyla, evrâd ve ezkâr tamamlandıktan sonra, “tevhîd-i
sultâniyye” başlanır. Âşıklar el ele ve kol kola olup deverân
ederek semâ’-ı safâ edip “tevhîd-i erre” ile meşgûl olurlar.
Hâkî dede, fukarânın da yardımıyla, hoş kokulu tütsüler yakar, ziyaretçilerin yüzüne gülsuyu serper ve bütün âşıklara şeker şerbeti dağıtır. Yedi-sekiz saat süren bu tevhîd-i sultâniye
icrâsı esnasında, zâkirler makam ve usûl üzere ilâhîler; Fuzûlî,
Usûlî, Örfî ve Hayyâm’dan beyitler okuyarak fukarânın kendinden geçmesini sağlarlar.”157
Gülşenîliğin farz namazlardan önce kâmetten sonra kırkar
kere tekrarladıkları “evrâd-ı tahiyye” ve “evrâd-ı kahriyye”leri
bulunmaktadır. Evrâd-ı tahiyye, Allahümme yâ Lâtif, yâ
Hâfız, yâ Dâfi’, yâ Mâni’, yâ Râfi’, yâ Fettâh; evrâd-ı kahriyye ise, Kâdir, Muktedir, Kavî, Kâim, Kayyûm, Kuddûs, Kadîr,
Kâhir Kâtil’ elfâzlardan oluşmaktadır.158 Gülşeniyye’de her
namazdan sonra belli ritüeller yerine getirilir. Sabah namazından sonra, Yasin sûresi ve bir miktar Kur’ân okunup cehrî olarak tevhîd getirilir. Ardından yapılan duâ ve senadan sonra,
156 Ömer
Tuğrul İnançer, “Gülşenîlik, Zikir Usûlü ve Mûsikî”, Dünden Bugüne
İstanbul Anisklopedisi, İstanbul 1994, III, 444.
157 Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002, X, 244.
158 Vassâf, age., III, 126 vd.
171
172
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
dervişler hücrelerine çekilip, işrâk namazı kılarlar. Öğle namazından sonra, Mülk sûresi okunur ve tevhîd getirilir. İkindi namazından sonra, Nebe sûresi okunur ve tevhîd getirilir.
Akşam namazından sonra, Evvâbîn namazı edâ edilir. Akşam
ve yatsı arasında bazı dervişler nafile namazdan başka duâ ve
niyazda bulunur. Yatsı namazında da Mülk sûresi ve tevhîd
okunur.159
2.2.8. Mevlevîlikte Zikir
Mevlevîlik deyince ilk akla gelen semâ; lugatta işitmek manasındadır. Terim olarak mûsikî namelerini dinlerken yahut
aşk, zikir ve vecde gelip harekete geçerek dönmektir. Sufiler
Müslümanlığın ilk devirlerinden itibaren Sema’ı; vecde gelip
dönmeyi uygun görmüşlerdir. Cüneyd-i Bağdadi, Maruf-i
Kerhi, Necmeddin-i Kübra buna örnek verilebilir.
Semâ, Mevlânâ (ö. 1273) zamanında geliştirilerek devam
etmiş ancak Mevlânâ belli bir nizama bağlı kalmaksızın dini
ve tasavvufi bir coşkunluk vesilesiyle semâ ve zikri icra etmiştir. Daha sonraları Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled ve onun
oğlu Ulu Arif Çelebi zamanından başlanarak Pir Adil Çelebi
zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış sıkı bir nizama
bağlanmış icrası öğrenilir ve öğretilir olmuştur.
Semâ, sembolik anlatım olarak manevi bir yolculuğu (Miraç) insanın “Kâmil İnsan” olma serüvenini, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Allah’a aşk ile niyaz edip kulluğunu idrak etmesini ve kudret ve kuvvet sahibi olan rabbi
karşısında acziyetini kavramasını temsili olarak anlatır.
Kâinatta var olmanın esası dönme (hareket) ile başlar. Yaratılmışlar arasındaki ortak özellik zerreden kürreye, her birinin yapısını teşkil eden hücrenin hareket etmesi, içerisinde
159 Ahmet
Şemlelizâde, Şîve-i Tarîkat-i Gülşeniyye, haz. Tahsin Yazıcı, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara 1982,
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
bulunan atomlardaki elektronların, protonların dönmesi, vücuttaki kanın dönmesi, insanın topraktan yaratılıp yine toprağa dönmesi kâinatın tüm hareketliliği ile yaratan rabbini
anmasıdır.
İşte sema insanın kulluğunu idrak edip Allah’a yönelerek
kendisini diğer varlıklardan üstün kılan aklı ile aşkını zikirle
yoğurarak nefsi ile mücadele edip rabbine vasıl oluşunu ve
onda yok olup kâmil bir insan olarak tekrar kulluğa dönmesini anlatır.
Semazen dönmeden önce hırkasını çıkararak manen ebedi
âleme yani hakikate doğar. Sırtında bulunan siyah hırka “Kabri”, başındaki sikkesi “Mezar Taşı”, üstündeki beyaz renkli
tennuresi “Kefen”i simgeler. Semazen kollarını çapraz bağlayarak görünüşte “bir” rakamını temsil eder. Yani Allah’ın
birliğini ve tevhidi tasdik eder. Sema ederken kollarını açıp
sağ eli rabbine dua edercesine göğe, hak gözüyle baktığı sol
eli yere dönüktür. Bu hareket “Biz bir vasıtayız, Allah’tan aldığımız ihsanı kula saçarız” anlamını ifade eder. Sağdan sola
kalbin etrafında zikrederek bütün yaratılmış olanları ilahi aşk
ile kucaklar.
Mûsikî şeklinde ayakta dönerek icra edilen bu zikre Sema’
veya mukabele denir. Zikir esnasında dervişler hareketleriyle
çeşitli dini tasavvufi temaları sembolize ederler.160 Mevlânâ
zamanında belli bir düzene bağlı kalmadan coşkunluk vesilesi olarak icra edilen sema’ daha sonraki devirlerde yani Sultan
Veled ve Ulu Arif Çelebi zamanından Pîr Adil Çelebi zamanına kadar geçen süre içinde belli bir nizam dâhilinde yapılır
160 Mustafa Aşkar, Tarikatların Müşterek Unsurları (Tasavvuf Tarihi Kitabının İçin-
de), Editör: Ethem Cebecioğlu, Ankara üniversitesi Uzaktan Eğitim Merkezi
Yayınları, Ankara 2013, s. 169.
173
174
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
olmuştur. Yani bugünkü haliyle semâ’ Mevlânâ zamanında
değil daha sonraki zamanlarda oluşmuştur.161
Sema’nın yapıldığı alana semahâne denir. Semahânenin
dairevi şekilde oluşu, sema’ anındaki hareketler, sema yapılırken giyilen kıyafetin hepsinin ayrı bir anlamı vardır.
Sema’ ile musiki arasında önemli bir irtibat vardır. Sema’
Buhurizâde Mustafa Efendi’nin bestelediği “Nat-ı Şerif” ile
başlar. Bu Nât’ın akabinde kudüm devreye girer. Ney sesi ile
derviş kendini musiki nağmelerinin içine bırakır. Ney taksiminden sonra peşrev başlar, semazenler bununla sema’ meydanından sağa sola doğru müziğin temposuyla dairevi yürüyüşe başlarlar. Semâ meydanı üç kez dolaşılır buna devr-i
veledi denilir. Üçüncü devrin sonunda şeyhin posttaki yerini
almasıyla Devr-i veledî tamamlanır. Kudümzenbaşının devr-i
veledî’nin bittiğini ikaz eden vuruşuyla semazenler sessize
yerlerine çekilirler ve başlarını önlerine eğerek beklemeye
başlarlar. Neyzenbaşı kısa bir taksim yapar ve ayin çalınmaya başlar. Bundan sonra tek tek ve sıra ile şeyh efendi’nin eli
öpülerek sema’a başlanır. Semâ her birine “selam” adı verilen
dört bölümden oluşur. Şeyhin posttaki yerini almasıyla son
taksim de nihayet bulur. Kur’an-ı Kerim’den aşr-ı şerif okunarak, dua edilir, Hu nidası ile son selamlaşmalarla sema’ töreni
sona erer. 162
2.2.9. Alevîlik ve Bektaşîlik’te Zikir
Alevî âyin-i cemleri, en az ikibin yıllık geçmişi olan ve
İslâmî rengi yansıtan dinî toplantılardır. Bu toplantılarda, kolektif şuur ve mensûbiyet duygusunun çok güçlü olduğu ve
sağlam bir inançla yapıldığı ayinlerdir. Halk arasında, haksız
bir şekilde yanlış anlaşılan ve değerlendirilen âyin-i cemler,
161
162
Kadir Özköse, Dervişin Günlüğü, Ensar Yayıncılık, Konya 2008, s. 183.
Özköse, Dervişin Günlüğü, ss. 184-187.
FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI
tanıtıldığının aksine, iffetli, hürmetli, dayanışma ve kaynaşma
tavır ve ruhu içinde cereyan eden bir “Hak meydanı”dır. Bu
yanlış anlayışlardan biriside bu cemde içki içilmesi konusudur.
Fakat Alevîlerin ‘ayn-ı cemlerinden kesinlikle içki içilmez.163
Sanıldığı gibi, bir işret ve ahlâksızlık meclisi değildir. Tam aksine, ilâhî hakikatin doğduğuna, katılanların manevî açıdan
yüceldiğine inanılan bir ibadet ve zikir meclisidir. Niyaz meclisidir. Tamamen geleneğe bağlı yürütülen bu cemlerin, aslında, Alevî-Bektâşî zümrelerinin dirlik ve düzenliğinin, birlik ve
dayanışmasının esas olduğu; din ve dünya işlerinin bu toplantılarda çözüme kavuşturulduğu meclislerdir. Cem’ ritüelinin
belli bir zamanı yoktur, her günde yapılabilir.164
Cem; toplamak, topluluk, toplantı, cemiyet anlamına gelmektedir. Âyin-i cemler, toplantı töresi, cem âdeti, cem töreni
bir araya gelme yolu anlamına gelir. Zira tasavvufta cem, yaratılmışları görmeyerek Hakk’ı görmek, “birlik”; ‘ayn ise, öz,
asıl anlamına geldiğinde, ‘aynu’l-cem’, “birliğin özü” anlamına gelmektedir.165 Aynı şekilde tasavvufta cem’ tefrika veya
fırkanın zıddı olarak, kulun Allah ile birlik haline ulaşmasını
ve Yaratan-yaratılan ayrımı yapmayacak noktaya gelmesini
ifade eder. Cem’in daha ileri merhalelerde adı Cem’ul-Cem’
veya Aynü’l Cem’dir.
Bektâşîlikte ve Alevîlikte, seyr u sülûkün yerine, ıkrar,
inâbe ve aşkı koyan bir tarîkat zikri izlenir. Hz. Muhammed
(s.)’den Murtaza Ali’ye telkin olunan zikir, şüphesiz kelime-i
tevhîd ile yapılır. Hırka giyme bile âlemlerin efendisi Hz.
Peygamber’den Ali’ye ve ondan da büyük şeyhlere ulaşarak
163 Mehmet
Ersöz, Türkiye’de Alevîlik-Bektâşîlik, Otağ Matbaacılık, İstanbul 1977, s.
96.
164 Ethem Rûhi Fiğlalı, Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik, Selçuk Yayınları, İstanbul
1991, s. 371.
165 Abdülbakî Gölpınarlı, Tasavvuf’tan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkılab Yayınları, İstanbul 1977, s. 68-69; Ersöz, age., s. 96-98.
175
176
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
gelmiştir. Zamanımıza gelinceye kadar, belirlenen tarz üzere
mürîdler şeyhlerden zikir öğrenir hırka ve taç giyerler. Bunlarla ilgili merasimler dahi Muhammedî sünnettir. Bektâşîlikte
hırka ve taç giymek âdeti geçerli olduğu gibi, zikir telkîni dahi
câridir. Bu zikir, Hâcegân tabir olunan hafî zikir erbabından
Abdülhalik Gücdüvânî’nin şeyhi Yusuf Hemedânî’den Ahmet
Yesevî’ye, ondan da Hünkâr Hacı Bektaş Velî’ye ulaşmıştır.
Bektâşîlerin telkin ettikleri “Tevella” ve “Teberra” (ehl-i beyt
dostlarına dostluk, düşmanlarına kin) dan esas gaye, tevhîd
zikri ve mücahede ile bütün mâsivâdan uzak durmaktır; zikri
terk etmek değildir.166
Bektaşîye dervişleri gizli zikir/kalbî zikir ashabından olduklarından bu tarîkatın şeyhleri halifelerini posta oturturken
veya onlara hilâfet verirken öteki şeyhleri davet etme ve toplantılar yapma yönüne gitmemişlerdir.167
Alevî-Bektâşîlerde zikir, Dedenin gözetiminde ve hizmet
sahiplerine verdiği dua ile başlar. Alevîlikte her dedenin verdiği duadan sonra farklı “dâra”lar vardır. Yeni bir dâra geçişte, Dede farklı dualarda bulunur ondan sonra “samahcılar”
ve sazcılar farklı elfazlarla zikrederler. Duadan sonra hizmet
sahipleri hizmetlerinin başına giderler. Her hizmette hizmetçi farklı dilekte bulunur, Dede farklı duada bulunur. Cemde
söylenen nefesler ve düvaz, bölgelere veya zâkirin (âşık, ozan)
bilgisine göre değişir.168
Alevî-Bektâşîlerde, Dedenin duasından sonra zikir olarak
okunan elfazlar şunlardır: “Allah, Allah”, “Allah u Ekber, Allah u Ekber, Lâ İlâhe İllâllahu Vallâhu Ekber, Allah u Ekber ve
Lillâh’il-hamd” bu cümle üç kez tekrarlanır. Zikirde şu salâvat
166 Yaşar
Nuri Öztürk, Tarih Boyunca Bektaşilik,Yeni Boyut Yayınları, İstanbul
1997, s. 216-217.
167 Aynı eser, s. 217.
168 Fiğlalı, age., s. 349
okunur: “Allahümme Salli alâ Seyyidina Muhammed Mustafa, Aliyye’l-Murtaza, Hasanü’l-Müctebâ, Huseyn-i Kerbelâ,
Zeyne’l Abâ, Bâkır Bahâ, Cafer Rehnûmâ, Kâzım Mûsâ, Ali
Sultan Rızâ, Muhammed Takî, Ali Nakî, Hasan Askerî, Muhammed Mehdî.”169 Okunan diğer salâvat şöyledir: “Allahümme Salli alâ Seyyidina Muhammed ve ‘alâ Al-i Muhammed.”170
Tevhîd zikrine gelince, yani Allah’ın birliği zikredilen
tevhîdde, taçlama düvazının bir kıt’a arasında, cemaatın tümü
tempo tutarak “Lâ İlâhe İllallah” derler ve tempoya uyarak
iki tarafa vecd ve hûşu içinde dalgalanırlar. Tevhîd, AlevîBektâşî ritüelinin temel kurallarındandır. Zâkirler, Dedenin
yaptığı her duadan sonra farklı sayılarda nefes, mirâclama,
gülbenk ve düvaz söylerler. Miraclama esnasında samaha kalkılır. Bu nefes ve düvazlardan sonra “Allah, Allah” ism-i şerifi
tekrarlanır.171
2.2.10. Yesevîlikte Zikir
Yesevîlik tarîkatının kurucu pîri Ahmet Yesevi’nin müridleri tarafından uygulanan “zik-i erre” yani “testere zikri” olarak da nitelendirilen bu zikir, zikredilen esmâ kaybolup sadece boğazdan testere sesine benzer bir ses çıktığından dolayı
bu şekilde isimlendirilmiştir. Bu zikir usûlünün Hz. Zekeriyya
(a.s) zamanından kalma bir gelenek olduğuna dair ve yine Hızır (a.s.) tarafından Ahmet Yesevi Hazretlerine telkin edildiğine dair ve Türkistan bölge insanının cehri zikre yatkın olması
dolayısıyla Ahmet Yesevî’nin bu zikri telkin ettiğine dair farklı
rivayetler bulunmaktadır. Hızır (a.s.)’ın bu zikri telkin ettiği
ile ilgili rivayet şu şekildedir: Bir gün Hızır (a.s) Ahmet Yesevî
ile sohbet etmeye gelir, Yesevî’nin gönlünün sıkıntı içinde ol-
169
Aynı eser, s. 350.
eser, s. 356
171 Aynı eser, s. 354
170 Aynı
178
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
duğunu görür. Sebebini sorar, Hoca Ahmet Yesevi’de cevaben
“müridlerinin gönlünü kesafet kapladığını bundan dolayı da
kendisinin üzüntülü olduğunu söyler. Bunun üzerine Hızır
(a.s.) “ah, ah” diye zikre başlar, bu zikrin tesiriyle müridlerin ve Ahmet Yesevî Hazrelerinin gönlündeki sıkıntı giderilir.
“Zikr-i Erre”de bu sûretle Yesevi dervişlerinin uyguladığı bir
metot olur.172
Bu zikir ağız kapalı, damak ile zikre devam edilerek ve
bunun neticesinde boğazdan testere hırıltısına benzer bir ses
gelerek yapılır. Bu zikir yüzyıllarca devam etmiş uygulanmıştır. Ancak günümüzde Yesevilik’le ilgili bu zikir usûlünü bilip
uygulayan çok fazla kimsenin olmadığı bilinmektedir.173
172 Necdet
173 Tosun,
Tosun, Zikir ve Tefekkür, Hacegan Yay, İstanbul, 2013, ss. 48-49.
Zikir ve Tefekkür, s. 48.
SONUÇ
Tasavvuf anlayışında hatırlamak/zikir, ilâhî rûhla yaşamanın ilkesidir. Bu ilke olmadan insan hayatının her yönünde
Yaratıcıyı hatırda tutması mümkün değildir. Hatırda tutmak,
O’nun dileğini hayatın her aşamasında yerine getirmek demektir. Zikir, rûhun derinliklerinde, yani fıtratta varolan ilâhî
murad gereği Allah ile hayat sürmektir. Bu insanın özüne dönüşü ve kendini tanıma hakikatidir. Eğer insan Allah’ın kendisindeki merkezi olan kalbi, Allah’ın dileği doğrultusunda
aydınlatıp, O’nun aşkının cezbesiyle parlatıp cilalarsa, o vakit
Allah’ın nûru bütün zerrelerini aydınlatır. Aydınlanan insan
sürekli Allah ile yaşar ve O’nun ile bütünleşir. Yeter ki, insan
kendinde saklı olan o defineye ulaşılabilsin. O, ilâhî hazineye
ulaşıldığı zaman, artık o kişinin hayatının her aşamasında, bedenin her zerresinde Allah’a adanmış bir benlik vardır.
Zâkir, Allah’ın ebedî olarak kendisinde saklı kıldığı ilâhî
nefhasıyla Allah’ı daima hatırlama hakikatiyle karşı karşıya
kalmaktadır. Zira Allah’ı hatırlamak, O’nunla varolmak demektir. Allah’ı hatırlamak, aşkla, ma’rifetle Yaratıcıya bağlanmak, Allah ile hayat sürmektir. İnsan, Allah’ı hatırda tutmakla
O’na doğru yükselmek seyrini gerçekleştirir. İnsan bu ulvîlikle
sadece Allah’a olan urucunu gerçekleştirmez aynı zamanda
180
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Allah’ın nûruyla aydınlanmasını gerçekleştirmeyenlere ayna
olup, onları Allah’tan aldığı nûrla aydınlatır.
Allah’ı anmadan atılan her adım, adım atan kişi için bir sorumluluk getirir. Zâkir, Allah’ın buyurduğu gibi, Allah’ı her
eyleminde anmalıdır ki, Allah ile kendisi arasında muhabbet
oluşsun ve Allah’ın ilmine kavuşmayı gerçekleştirsin. Allah’ı
anan erler öyle bir aşka ulaşır ki tıpkı Mevlânâ gibi, bu coşkulu sevgi neticesinde, ilâhî aşkın taşmasıyla sıradan insanların
algılayamadığı hareketlerde bulunurlar. Aynı şekilde Eyyûb
peygamberin çektiği ıstırabın, acının sabra ve muhabbete dönüştüğünün bir göstergesidir. Onlar, her halukârda Allah’ı
anmakla ilâhî feyzin kuşatıcılığıyla huzûr bulurlar, kalpleri ve
tenleri de bu nûrla aydınlanır.
Her şeyin pasını giderip temizleyen bir cilası vardır ve kalbin cilası da, Allah’ı çokça anmak, yani daima hatırda tutmaktır. Tasavvuf insanın olma ve olgunlaşma sürecinde insanın
bütün hücrelerine inerek Allah ile dokur. Bu işlem ancak zikir hakikatiyle gerçekleşir. Zira zikir sâliki, hallacın pamuğu
devşirdiği gibi benliğini devşirerek, kendisini Allah’a amede
bir şahsiyet haline dönüştürür. Zikir, kişiyi sürekli Allah ile
kıyam eden bir kişiliğe büründürür. Allah’ın; “Allah sözün en
güzelini âyetleri ve hakikatleri tekrarlanan bir kitap halinde
indirdi. Rablerinden korkanların derileri ondan ürperir! Sonra derileri de kapleri de Allah’ın zikrine yumuşar.” (Zümer,
39/23) buyurduğu gerçekte açıklandığı gibi.
Sûfînin Allah’ı hatırda tutmakla edindiği bilgi, Allah’ın
zât’ı, sıfatları ve isimleri olunca bu bilgi şüphe götürmeyen bir
bilgidir. Bu ma’rifet, Allah’ın yakîn olarak tanınıp bilinmesi ve
O’nunla hayat yaşama gerçeğini ortaya koyar. Zikir, Allah’ı
tam rubûbiyyetle tanımak, benliği kul olarak bilmek, Allah’ın
her varlığın ilki olduğunu, sonunda da her şeyin O’na döndürüleceğini bilmektir.
SONUÇ
Allah’ı hatırlamak, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımak, her
fiilinde Allah’a sadakat göstermek, her türlü beşerî ahlâktan
ve bu ahlâkın getirmiş olduğu kötü afetlerden kaçınmaktır.
Sâlik zikirle Allah’ı unutturan her şeyi bir kenara bırakıp, şevk
ve muhabbet denizinde kendi benliğinden kurtulur. Hatırlamak sevgiye, sevgi ise bilgiye götüren en önemli metoddur.
Ma’rifet sevginin semeresi, sevgi de, Allah zikretmenin semeresidir. Ârif sûfînin kişiliği hatırlama neticesinde, ilâhî sevgi
ile ilâhî bilginin birleşmesinde oluşur. Sûfîyi rabbanî ve kozmik hakikatleri keşfetme merhalesine ulaştıran kalbin nûr aydınlığında yansıyan gerçeklerdir.
Kişi Allah’ı hatırda tutmakla, O’nun güzelliğinin kaynağı
olan kafûr pınarından kana kana içer. İçilen bu şarap onun kalbinde ilim ve hikmet deryasını oluşturur. Hiçbir beşerî bilginin veremediği zevk ve lezzet mertebesine çıkarır. Sûfî Allah’ı
hatırlamakla, kendisini Allah’a götüren delilin yine Allah olduğunu hatırlatıyor. Zikrin insana hatırlattığı şey, her iki dünyayı da gül bahçesine çevirme bilincini vermesidir. Allah ile
her ânını geçiren muhakîk sûfî, yaratıcılığı ve sanatkârlığıyla
toplumda yaşayan bireyin hayatını kolaylaştıran kişidir.
Zikir, Allah dışındaki ağyardan geçip, gönül sarayını
O’na arş yapmak için tertemiz hale getirdikten sonra mutlu
ve huzûrlu bir hâl yaşamanın yolunu gösteriyor. Hatırlamak,
yaratılan varlıktan bir bütün arınıp Allah ile beraber yaşamanın mutluluk reçetesini sunmaktadır. Bu reçeteyle psikolojik
ve sosyal değerlerin en üst seviyesinde olan “insan-ı kâmil”
prototipinin portesini ortaya koymaktadır. Zikir, tasavvufî hâl
ile donanan insanların bireyin ve toplumun sosyo-psikolojik
yaralarını nasıl onardığının gerçeğini dillendirip, bireyin ve
toplumun çıkmazına, travmalarına fiiliyle çözüm yollarını
göstererek, bireysel ve toplumsal huzûra yeni bir hayat arz
etmektedir.
181
182
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Hatırlama/zikir, kişinin irfân ilmiyle önce kendini, sonra
diğer varlığı tanıyıp, en sonunda da, Yaratıcıyla hemhâl olma
gerçeğini öğretmektedir. İnsana öze dönüş ilminin yöntemini
öğreterek, gerçek ilmin “benlik” keşfini gerçekleştirmek olduğunun yolunu göstermektedir. Yani en büyük hazinenin insanın kendisi olduğu, insanın da kendinde saklı olan bu defineyi
keşfederse en büyük servete kavuşacağını vurgulamaktadır.
Neticede tasavvufî bir perspektifle kaleme aldığımız bu mütevazi çalışma, ümit ederiz ki çalışmanın asıl gayesi olan insana
Allah’ı hatırlamakta bir kılavuzluk görevini yerine getirir.
KAYNAKÇA
Abdülbakî, Muhammed Fuad, Mu’cemu’l-Mufehres, Kahire
1983
Afîfî, Ebu’l Alâ, Fusûsü’l-Hikem Okumaları, çev. Ekrem Demirli,
İz Yayıncılık, İstanbul 2000.
Algar, Hamid, Nakşibendîlik, İnsan Yayınları, İstanbul 2005
Ankaravî, İsmail Rüsûhî, Mesnevî’nin Sırrı, haz. Semih CeylanMustafa Toptan, Hayy Kitap, İstanbul 2008
_____, Mevlevîler Yolu, haz. Mehmet Kanar, Şule Yayınları, İstanbul 2012
Arasteh, A. Rıza, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, çev. Bekir
Demirkol- İbrahim Özdemir, Ankara 2000
Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, (Yun. çev. Saffet Babür), Kebikeç Yayınları, Ankara 2005
Arvâsî, Abdülhakim, Râbıtaî Şerif, nşr. Necip Fazıl Kısa Kürek,
İstanbul 1979
Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi, İstanbul, 1305, II, s. 346-347
Aşkar, Mustafa, Tarikatların Müşterek Unsurları (Tasavvuf Tarihi Kitabının İçinde), Editör: Ethem Cebecioğlu, Ankara
üniversitesi Uzaktan Eğitim Merkezi Yayınları, Ankara
2013.
Ateş, Süleyman, Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İstanbul 1995
184
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Âttar, Ferûdiddîn, Pendnâme, trc. Yusuf Çetindağ, Etkileşim
Yayınları, İstanbul 2013
Augustinus, The City of God, çev. H. Bettenson, Penguin Books
1972
Ay, Mahmut, Kur’ân’ın Tasavvufî Yorumu, İnsan Yayınları, İstanbul 2011
Aynî, Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi, Kitabevi Yayınları, İstanbul
1995
el-Bağdâdî, Muhammed ibn Süleyman, el-Hâdîkatü’n-Nediyye,
Bağdat 1234
el-Bağdâdî, Şıhabuddîn, Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hîkme, Beyrut
1984
Baklî, Ruzbihan, Meşâhu’l-Ervâh, ed: Nazif H. Hoca, İstanbul,
1974
Bayhan, Ali Rıza, Sûfi İle Terapist, Etkileşim Yay., İstanbul
2013
Burckhart, Titus, An Introduction to Sufi Doctrine, trans. D. M.
Mathesan, Lahore 1963
Câmi, Abdurrahman, Nefahâtü’l-Üns, Evliya Menkıbeleri, terc
ve şerh: Lâmi Çelebi, Haz. Süleyman Uludağ-Mustafa
Kara, 2. Baskı, Ma’rifet Yayınları, İstanbul, 2001
Cebecioğlu Ethem, “Nokta-i Süveydâ 2”, Altınoluk Dergisi, Haziran 2014, sayı: 340.
el-Cevziyye, İbn Kayyım, Medâricu’s Sâlikîn, trc. Heyet, İnsan
Yayınları, İstanbul 1994
Dehlevi, Şah Veliyullah, Hüccetullah el-Bâliğa, Kahire, ts
Descartes, Metot Üzerine Konuşma, çev. K. Sahisel, Sosyal Yay.,
İstanbul 1984
Dostoyevski, Ev Sahibesi, çev. H. Kaplan, Antik Dünya Klasikleri, İstanbul 2006
Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, çev. Tahsin Yazıcı, MEB Yayınları, İstanbul 1964.
KAYNAKÇA
Eroli, Muhammed Saki, Aile Saadeti, Semerkand Yayınları,
1975.
Eşrefoğlu Rumî, Tarîkatnâme, haz. Esra Keskinkılıç, Gelenek
Yayınları, İstanbul 2002
Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’ân, çev. Alparslan Açıkgenç, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1998
Fiğlalı, Ethem Ruhi, Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik, Selçuk Yayınları, İstanbul 1991, s. 371.
Foucault, Michel, Benlik Teknolojileri, (Kendini Bilmek’in içinde), çev. Gül Çağalı Güven, Om Yay., İstanbul 1999,
Gazâlî, Ebû Hamid Muhammed, İhyâu ‘Ulûmiddîn, thr.
Abdurrahîm b. Hüseyin el-Irakî, Beyrut 1983.
_____, er-Risâletü’l-Ledünniye (Resâil içinde), Beyrut 1992.
_____, Kitâbu Mişkâtü’l-Envâr (Resâil içinde), Beyrut 1992.
_____, Kitabu’l-Ezkâr ve’d-Da’avât, Blak, 1979
Gilsenan, M., Saint and Sufi in Modern Egypt, Oxford 1973, Oxford Universty Press
Gökbulut, Süleyman, Necmeddîn-i Kübrâ, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İnsan Yayınları, İstanbul 2010
Göktaş,Vahit,Tenik,Ali, “Esad Erbili’nin Zikirle İlgili Görüşleri”, Toplum Bilimleri Dergisi, Temmuz-Aralık 7/14,
2013, s. 261.
Gölpınarlı, Abdülbaki, Tasavvuf’tan Dilimize Geçen Deyimler ve
Atasözleri, İnkılab Yayınları, İstanbul 1977
Göztepe, Yüksel, Abdülkerî Kuşeyrî’de Hâller ve Makâmlar (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 2006.
Gümüşhânevî, Ahmed Ziyaüddin, Câmiu’l-Usûl, Mısır, 1319
Gürer, Dilaver, Abdülkadir Geylânî, Hayatı, Eserleri, Tarîkatı,
İnsan Yayınları İstanbul 1999
Hacı Muharrem Hilmi Efendi, Kadirî Yolu Sâliklerinin Zikir
Makâmları ve Zâkirlere Hediye neşr. Süleyman Ateş, İstanbul, 1982
185
186
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Hâkim, Suad, el- Mucemü’s-Sûfî, Hudûdi’l-Kelime, Beyrut 1981.
Haznevi, Ahmed, Mektubat,13-14(Sey-Tac Yayınları-2003)
Hücvîrî, Ali b. Osman, Keşfu’l-Mahcûb, thk. İbrahim Desûkî,
Kahire 1974.
el-Isfahânî, Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed Râgıb, elMüfredatü li-Elfâzı’l-Kur’ân (tahkik. Savân Adnan Davudî
), 2. baskı, Beyrut, 1998.
el- Isfehânî, Ebû Nûaym Ahmed b. Abdullah, Hilyetü’l-Evliyâ,
Mısır 1932
İbn-i Adî, Ebu Ahmed Abdullah, el-Kâmil fi Duafâi’r-Ricâl, Beyrut, 1988
İbnü’l-Arabî, Muhyiddîn, el-Kevkebü’d-Düriyye fî Menâkıb-i
Zinnûn el- Mısrî, tash. Asım İbrahim el-Kayâlî, Beyrut
2005
_____, Fütûhât-ı Mekkiyye, Beyrut 1998.
_____, “Hilyetü’l-Ebdâl”, Resâil, Neşr: Muhammed Şihabeddin
el-Arabî, Dâr-ı Sadr, Beyrut, 1997
_____, Fusûsü’l-Hîkem, thk. Ebû ‘Alâ el-Afîfî, Beyrut 1992.
İskenderî, İbn Ataullah, Hikem-i ‘Ataiyye, Kahire 1960.
Karagöz, İsmail, Kur’an’da Zikir Kavramı ve Allah’ı Zikir, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2012.
el-Kâşifî, Mevlânâ Ali b. Hüseyin el-Vâiz, Tercüme-i Reşehât-ı
Ayni’l-Hayat, M. Ma’rûf Abbâsî, İstanbul 1279.
el-Kelâbâzî, Ebi Bekr Muhammed b. İshâk, Ta’arruf, Beyrut
1993.
Kerimoğlu, Yusuf, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Yay. 2004.
Kılıç, M. Erol, Ezoterik, Bahar, 2006, s.46. “Padişah-ı Âlem Olmak Bir Kuru Gavga İmiş”, Mahmud Erol Kılıç ile Söyleşi,
A. Sait Aykut, E. Efe Çakmak, İstanbul, 2006.
Kılıç, Sadık, Benliğin İnşası, İnsan Yay., İstanbul 2000.
Kınacı, Selahattin, Gavs-ı Bilvanisi Hayatı, Sey-Tac Yayınları,
1975.
KAYNAKÇA
Konur, Himmet, İbrahim Gülşeni, Hayatı, Eserleri, Tarîkatı, İstanbul, 2000
Kuddûsî, Ahmed, Hazinetü’l-Esrâr, (Kuddûsî Külliyâtı içinde),
Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi, No: 2444.
_____, Pendnâme-i Kuddûsî, KMM Ktp. (Külliyât içinde)
Kuşeyrî, Ebû Kasım Abdülkerîm, Letâifü’l-İşârât, thk. İbrahim
Besyûnî, el-Hey’etü’l-Mısriyetü’l-Âmme, Kahire 2000.
_____, er-Risâle fî’t-Tasavvuf, Beyrut 1992.
Kübra, Necmüddin, Tasavvufî Hayat, haz. Mustafa Kara, İstanbul, 1980
_____, Usûlü’l-Aşere Risâle ile’l-Hâim
_____, Fevâihu’l-Cemâl ve Fevâtihu’l-Celâl, thk. Yusuf Zeydan,
Kahire 1980.
Küçük, Osman Nuri, Mevlânâ’ya Göre Manevî Gelişim, İnsan Yayınları, İstanbul 2009
Jonathan Lear, Mutluluk, Ölüm ve Yasamın Artakalanı, (çev.
Banu Büyükkal), Metis Yayınları, İstanbul 2006
Lings, Martin, The Book of Certainty, London 1972
Mahir, Kastamonulu Seyyid Hafız Ahmed, Hikem-i Atâiyye
Şerhi, haz. Tahir Galip Seratlı, İstanbul 2010
Memiş, Abdurrahman, Hâlîd Bağdâdî ve Anadolu da Hâlidîlik, İz
Yayıncılık, İstanbul 2000
Mevlânâ, Celâleddîn er-Rûmî, Mesnevî, çev. Veled İzbulak,
Konya Büyükşehir Beledeiyesi Yayınları, Konya 2004.
_____, Dîvân-ı Kebîr, haz. Abdülbâki Gölpınarlı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000
_____, Fîhı Mâ Fîh, trc. Ahmed Avni Konuk, İz Yayıncılık, İstanbul 1994
el-Mekkî, Ebû Talib, Kûtu’l-Kulûb, thk. Said Nesib Mekârim,
Beyrut 1995
el-Mevdûdî, Ebu’l-A’la, Tefhimu’l-Kur’ân, İz Yayıncılık, İstanbul, 1988
187
188
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Morris, B., Anthropolocigal Studes of Religion-An Introductory
Text, Cambridge 1990, Cambridge Universty Press
el-Muhâsîbî, Haris b. Esed, er-Riâye li Hukukillah, Kahire 1962.
Nasr, Seyyed Hossein, Sufi Essays, George Allen, 1972
_____, Bilgi ve Kutsal, Çev: Yusuf Yazar, İz Yayınları, İstanbul,
2001
Nicholsan, Reynold A., The Mystics of İslâm, London 1989
Öztürk, Yaşar Nuri, Din ve Fıtrat, 2. baskı, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 1992
_____, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, İstanbul 1979
_____, Kuşadalı İbrâhim Halvetî, İstanbul 1982.
_____, Tasavvufun Ruhu Ve Tarikatlar, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 1988.
_____, Tarih Boyunca Bektaşilik, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul
1997.
Özköse, Kadir, Dervişin Günlüğü, Ensar Yayıncılık, Konya
2008.
Pascal, Düşünceler, (çev. İ. Zeki Eyüpoğlu), Say Yayınları, İstanbul 1992
Râzî, Fahruddîn, Mefatîhu’l-Gayb, Beyrut ts
Rosenthal, Franz, Knowledge Tiumphant, The Concept of Knowledge in Medieval İslam Leiden, Ed: J. Brill, 1970,
es-Samarrâî, Yûnus eş-Şeyh İbrahim, es-Seyyid Ahmed er-RıfâîHayatuhû ve Âsâruhû, Beyrut 1982.
Saznegelman, Furnandez -İnâyet Han, Jung Psikolojisi ve Tasavvuf, İnsan Yay., İstanbul, 1994,
Sırma, İhsan Süreyya, “İkbal’in Düşüncesinde Lâ ve İllâ’nın
Analizi”, Muhammed İkbal Kitabı, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul, 1995
Sihrindî, Ahmed Farûk, Mektûbât-ı Rabbânî, çev. Abdülkadir
Akçiçek, Merve Yayınları, İstanbul ts.
KAYNAKÇA
Schimmel, Annemarie, ”Müslümanlıkta Mutasavvıfane Duâ
ve Niyaz”, AÜİFD, Ankara 1953, sy. ΙΙ-ΙΙΙ
_____, İslâmın Mistik Boyutları, çev. Ender Gürol, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2001.
Smith, Margaret, Bir Kadın Sûfî: Rabia, çev. Özlem Eraydın, İnsan Yayınları, İstanbul, 1990
Sühreverdî, Abdülkâhir b. Abdullah, Avârifü’l-Maârif, Beyrut
1986.
Şarânî, Abdulvahhab, el-Envâru’l-Kudsiyye fî Ma’rifeti Kavâidi’sSûfiyye, Kahire 1987
Şemlelizâde, Ahmet, Şîve-i Tarîkat-i Gülşeniyye, haz. Tahsin Yazıcı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1982
Şirvanî, Seyyid Yahya, Şifaü’l-Esrâr, haz. Mehmet Rıhtım, Sufi
Kitap, İstanbul 2011
Tarlan, Ali Nihad, Edebiyat Meseleleri, Ötüken Yayınları, İstanbul 1981
Tehânevî, İmdâdullah, Ziyâu’l-Kulûb, trc. Mehmed Es’ad Dede,
haz. Adnan Kaya, İnsan Yayınları, İstanbul 2007
Tenik Ali, Göktaş Vahit, “Importance and Effects of Remembrance (Dhikr) in Socio Psikolological Terms”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 49/2, 2008, s. 219.
Tenik, Ali, “Sosyo-Psikolojik Açıdan Zikir ve Şanlıurfa Dergâh Camii Örneği”, Tasavvuf Dergisi, Ankara 2002, sy. 8
_____, Ahmed Kuddûsî ve Tasavvuf Düşüncesi, Bor’lu Ahmed
Kuddûsî Vakfı Yayınları, İstanbul 2012
_____, Ahîliğin Tasavvufî Boyutu ve Şanlıurfa’da Ahîlik İzleri, Marife Dergisi, sy. 2, Konya 2002
Tosun, Necdet, Bahâeddîn Nakşbend, Hayatı, Görüşleri, Tarîkatı,
İnsan Yayınları, İstanbul 2002.
Tosuni Necdet, Zikir ve Tefekkür, Hacegan Yay, İstanbul, 2013.
Uludağ, Süleyman, “Zikir”, İA, İstanbul, 1993
189
190
ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR
Vassâf, Osmanzâde Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, Haz. Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz, Kitabevi, İstanbul 2006.
Vicdanî, Sadık, Tarîkatlar ve Silsileleri (sad. İrfan Gündüz), İstanbul, 1996
Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dîni Kur’ân Dili, İstanbul 1997
Yıldırım, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları, 1991.
Yılmaz, Ömer, İbrahim Kurânî, İnsan Yayınları, İstanbul 2005
Yunus Emre, Divân, haz. Abdülbakî Gölpınarlı, İstanbul 1964.