ilâhiyât Allah’la Var Olmanın Yolu: ZikirAli TENİK - Vahit GÖKTAŞ ISBN 978-605-4696-36-7 2. Baskı: Ağustos 2014 Sertifika No: 13858 Mizanpaj: Tavoos Sayfa Düzeni: Tavoos Kapak: TN İletişim Baskı: Ankamat Mat. ilâhiyât Cinnah Cd. Kırkpınar Sk. 5/4 Çankaya / Ankara Tel: (0312) 439 01 69 Faks: (0312) 439 01 68 ilâhiyâ[email protected] ZiKiR ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU Ali TENİK Vahit GÖKTAŞ İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ ....................................................................................................... 7 BİRİNCİ BÖLÜM İSLAM DİNİNDE ZİKİR ............................................................................ 11 1. İSLAM DİNİNDE ZİKİR ................................................................ 11 1.1. Allah’ı Anmak Allah’la Hayat Bulmaktır ............................ 11 1.2. Kur’ânı Kerimde Zikir ............................................................. 17 1.3. Hz. Peygamber (s.) Hayatında Zikir ..................................... 20 1.4. Tasavvufta Zikir ........................................................................ 33 1.5. Kalp Zikri- Dil Zikri ................................................................. 45 1.6. Zikrin Sürekliliği ....................................................................... 51 1.7. Zikrin Önemi ............................................................................. 56 2. ZİKRİN BENLİK İNŞASINA ETKİSİ .......................................... 60 2.1. Manevi İlerleyiş Ancak Zikirle Mümkündür ..................... 60 2.2. Zikrin Sosyal Hayat Üzerindeki Etkileri .............................. 67 2.3. Zikrin Kuşatıcılığı ..................................................................... 71 2.4. Zikrin Faydaları ........................................................................ 76 2.5. Zikrin Psikolojik Etkileri ......................................................... 85 3.TEFEKKÜR-ZİKİR BİRLİKTELİĞİ ............................................... 94 3.1. Derûnî Düşünmek .................................................................... 94 3.2. Tefekkürün Sûfî Şahsiyetin Oluşumuna Katkısı ............... 103 3.3. Zikir- Fikir İlişkisi ................................................................... 117 İKİNCİ BÖLÜM FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI ........................................................... 125 2.1. TASAVVUFTA FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI ............ 125 2.1.1. Tevhîd Zikri .......................................................................... 130 2.1.2. Hafi ve cehri zikir ............................................................... 138 2.2. TARÎKATLARDA FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI ....... 151 2.2.1. Kâdirî Tarîkatında Zikir ..................................................... 151 2.2.2. Nâkşîbendî Tarîkatında Zikir ............................................ 153 2.2.3. Rıfâî Tarîkatında Zikir ........................................................ 160 2.2.4. Kübreviyye Tarîkatında Zikir ............................................ 162 2.2.5. Sühreverdiyye Tarîkatında Zikir ...................................... 165 2.2.6. Halvetiyye Tarîkatında Zikir ............................................ 168 2.2.7. Gülşeniyye Tarîkatında Zikir ............................................ 170 2.2.8. Mevlevîlikte Zikir ................................................................ 172 2.2.9. Alevîlik ve Bektaşîlik’te Zikir ............................................ 174 2.2.10. Yesevîlikte Zikir ................................................................. 177 SONUÇ ................................................................................................... 179 KAYNAKÇA ............................................................................................ 183 ÖNSÖZ Tasavvuf, Allah’ın iradesinin hayatın her aşamasında uygulamasının, yani hâle tam olarak geçirilmesinin yanısıra, İslâm’ın ihsan boyutu olarak nitelendirilmektedir. Tasavvufun özü ise, insanın kendini bilmesidir. İnsanın kendini bilmesinin en önemli ritüeli de zikirdir. Tasavvufta zikir, kişinin ilkel benliğinden kurtulup, evrensel benlikle var olma yoludur; Allah’a vasıl olma isteğidir. Kişinin nefsanî arzularından kurtulup, ebedî olana yönelmesidir. Zikir, dirilmek ve hayat bulmaktır. Bu manada fenâ-bekâ düşüncesi tasavvufta üzerinde çok durulan iki kavramdır. Fenâ, benlikten, nefisten kurtulma; bekâ ise, kendi bütünlüğünü kazanıp evrensel benlikle bütünleşme olarak değerlendirilmiştir. Zikir bireyin fenâ haline ulaşması için tarîkatların uyguladığı en önemli metotlardan biridir. Zikir, aynı zamanda tarîkat uygulamalarının en önemli unsurlarından birisidir. Tarîkatlardaki ilk derstir. Zikrin “lisanî zikir”, “kalbî zikir”, “toplu zikir”, “semâ”, “hatm-ı hâce”, “darb-ı esmâ,” “kayamî zikir,” “deverân” gibi şekilleri tarîkatların oluşum süreciyle birlikte ortaya çıkmış hususlardır. Zikir ve mûsikî arasında da irtibat kurulmuştur. Dinleme, mûsikî anlamına gelen sema’ Mevlevîlik tarîkatının zikridir. Ayakta dönerek icra edilir. Buna “Mukabele” de denilir. Bu- 8 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR günkü şekliyle semâ, sonraki asırlarda ortaya çıkan bir uygulamadır. Örneğin,“Hatm-i Hace” Nakşbendî tarîkatında kişinin şeyhin huzurunda oturarak icrâ ettiği zikirdir. Sessiz yapılır. “Büyük hatme”, “küçük hatme” diye ayrılır. Rabıta ile başlar, duâ ile sona erer. Gözler kapalı olarak yapılır. İntisabı olmayan iştirak edemez. “Darb-ı Esma” ise, Halvetîlerde icrâ edilen zikirdir. Bunun gibi tarîkatların farklı zikir uygulamaları olsa da hepsi özü itibariye birdir. Allah, insanın kendisiyle bütünleşme ve varoluş kazanma hakikati olan zikir gerçeğinin önemini “ Siz Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim”ifadesiyle açıklıyor. Mevlânâ, Mesnevî’sinde bu konuyla ilgili şöyle bir hikâye anlatır: Adamın biri her gece Allah’ı zikreder ve bu zikrinden de zevk almaktadır. Bir gece Şeytan ona şöyle vesvese verir: -“Bunca Allah demene karşılık Onun lebbeyk (buyur) demesi nerede? Böyle ne vakte dek Allah deyip duracaksın?” Adam bu vesveseden üzülür, eleme düşer, başını yere koyup yatar. Rüyada Hızır (a.s.)’ı yeşiller giymiş olarak görür. Hızır ona: -“Niçin zikri bıraktın? Zikretmekten niye vazgeçtin?” der. -“Lebbeyk” sesi gelmiyor. Kapıdan kovulacağımdan korkuyorum” -Senin “Allah” demen, sana aynı zamanda “lebbeyk” denilmesidir. Senin o derde düşmen, çareler araman kapıya kabul edilmendendir. Her Allah demende sana gizlice “Lebbeyk” (buyur) denilir.” Dolayısıyla insanın arayış içinde olması, ah u figan etmesi, ahh çekmesi, zikredebilmesi hep Allah’ın bir lütfudur. İnsan gidecek başka kapının olmadığını bilerek, bu şuur içinde yaşamını sürdürebilmelidir. Bu kitapta tasavvufun en önemli konularından biri olan zikir konusu temelde tasavvufî bir bakış açısıyla ele alınmaya ÖNSÖZ çalışılmıştır. Kitap; önsöz, iki bölüm ve sonuçta oluşmaktadır. Birinci bölümde, İslâm’da zikir, Kur’an’da zikir, tasavvufta zikir, zikrin üç hali, zikrin önemi, zikrin sürekliliği, zikrin benlik inşaşına etkisi, tefekkür zikir birlikteliği, zikrin evrensel yönü, zikrin sosyal-psikolojik yönü, zikrin kuşatıcılığı, daimi zikrin önemi ve etkisi, zikrin kişiliğin oluşumuna ve insan-ı kâmil olmaya katkısı, zikir tefekkür ilişkisi, zikir marifet ilişkisi, zikir vuslat ilişkisi, zikir mekân ilişkisi, zikir şükür ilişkisi, zikrin diğer ibadetlerle ilişkisi gibi konular işlenmiştir. İkinci bölümde ise, farklı zikir uygulamaları başlığı altında, hafi zikir, cehri zikir, tevhid zikri gibi konulara değinildikten sonra tarikatlarda zikir başlığı altında Kâdirî, Nakşî, Rıfâî, Kübrevî, Sühreverdî, Halvetî, Gülşenî, Mevlevî gibi tarikatlarda zikrin farklı uygulanış şekilleri ve farklı isimlendirmeler ortaya konulmuştur. Ayrıca tamamlayıcı olması bakımından ve konunun önemine binaen Alevîlik ve Bektaşîlik’teki zikir uygulamasına da değinilmiştir. Kitabın tasavvuf alanına katkı sağlayabilecek bir çalışma olmasını ümid ediyoruz. Ali TENİK-Vahit GÖKTAŞ 9 BİRİNCİ BÖLÜM İSLAM DİNİNDE ZİKİR 1. İSLAM DİNİNDE ZİKİR 1.1. Allah’ı Anmak Allah’la Hayat Bulmaktır Zikir, sözlükte, “bir şeyi ezberleyip korumak, hatırlamak, şan, şeref, öğüt, namaz, duâ, ilâhî kitaplar ve övme” anlamına geldiği gibi, “unutulanı hatırlamak, unutmamak için sürekli anmak” anlamına da gelmektedir.1 Tasavvuf terminolojisinde zikir, “Allah’ı anmak, hatırdan çıkarmamak ve unutmamak” şeklinde ifâde edilir. Zikirden gâye; kalpte saklı olan Allah sevgisini ortaya çıkarmak, kalbin muhabbetle Allah’ı yücelterek, Allah’la beraberliğini, birlikteliğini temin etmektir. Ayrıca zikir, sebebi değil müsebbibi görmektir. Kalpten gafletin giderilmesidir. Yaratıcının takdirine razı olmaktır.2 Yine zikirle ulaşılmak istenen asıl gaye; unutulan şeyi hatırlamaktır. Unutmamak için sürekli anmak ise, insanın zikirle vardığı hedef veya sonuçtur. Zikrin hedefi, elestte ikrarı/misakta yapılan sözleşmeyi hatırlamaktır. Ve “bezmi eletse” verilen söze geri dönmek, zikrin esas gayesidir. Allah, bezmi eleste verilen söze ihanet edip, 1 2 Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredatü li-Elfâzı’lKur’ân (tahkik. Savân Adnan Davudî ), 2. baskı, Beyrut, 1998, s. 179; Ahmed Ziyaüddin Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl, Mısır, 1319, s. 15, 16, 55; Asım Efendi, Kâmûs Tecümesi, İstanbul, 1305, II, s. 346-347. Necdet Tosun, Zikir ve Tefekkür, Hacegân Yay., İstanbul 2013, ss. 42-43. 12 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR dünyada gereğini yerine getirmemeyi, kendisiyle yapılan ahde vefasızlık olarak nitelendirmektedir.3 Sûfîler, ahdi bozmayı, kişinin öz benliğinin, Allah’ı müşahededen bir ân olsun sapması bile ahdi bozmak olarak telaki etmişlerdir.4 Ve Allah sürekli insanlardan bezmi eleste verilen sözü hatırlamalarını istemektedir. Bu ahdi yerine getirmeyenleri de münafık olarak nitelendirmektedir. Nitekim ayette şöyle hatırlatır: “... o münafıklar, Allah’ı çok az anarlar.”5 Allah ayrıca bütün insanlığı çeşitli yollarla elest ahdine, yani öz benliklerine dönmeye çağırı yapmaktadır. Bu hatırlatmayı da, insanın ilk doğumunda başlayarak, ilmî bir perspektifle yapmaktadır: “İlk yaradılışı bildiniz; ama bu bir gerçek, öğüt alıp düşünüp, zikretmeyecek misiniz?”6 Zikir kelimesinde ima edilen “hatırlama” anlamı, dolaylı olarak insanın unutkanlık ve gaflet halini gösterir. İnsan, Allah’taki zaman öncesindeki halini unutmuştur ve bu asli unutkanlık terkisinde diğer unutkanlık ve gaflet biçimlerini de taşır. Zikir, insanın, Allah’tan ayrılışın nedenini bildirip, o bezmi elesteki saf benliğe ulaşmaya götürecektir. Zira Allah, insanı hatırlamaya davet ederek, özünü, aslını bilmeyi öğretiyor: “İnsan hatırlamıyor mu bundan önce onu yarattığımız zaman? Ve o vakit o hiçbir şey değildi.”7 Bu ilâhî hatırlatmanın mesajı, insanın misak anını hatırlamaya bir davettir. Yani zikir insanın “şey” olmadan önceki haline götürüyor, yani onu madde tarafından kirlenmeden önceki “berrak” benliğine ulaştırmaya gayret etmektedir. İnsana aslında hiçbir şey olmadığı ânı hatırlatarak, Allah’ı daima anışla “bir şey” olmaya davet ediyor. 3 4 5 6 7 Bk. Bakara, 2/27. Ebû Kasım Abdülkerîm Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, thk. İbrahim Besyûnî, elHey’etü’l-Mısriyetü’l-Âmme, Kahire 2000, s. 84. Nisâ, 4/142. Vâkıa, 56/62. Zâriyât, 51/55. İSLAM DİNİNDE ZİKİR Rûh, Allah’ı vahdâniyetinin kemâliyle tanımadığı zaman o makamda da ortaksız zikirde de bulunamaz. Zira bu, hem kendini hem Allah’ı zikretme hâlidir. Bu şirktir. Ve bu hâl için Allah şöyle buyuruyor: “Unuttuğunda Rabbini hatırla.”8 Yani benden başkasını unuttuğunda beni hatırla ki, ortaklık olmasın. Eğer insan başkasının zikriyle/hayat anlayışıyla zikretmeye/yaşamaya başlarsa Allah’ı tamamen unutmuş demektir. Allah’ta o kişiyi tamamen unuttur. Zira Allah, “Allah’ı unuttular, O’da onları unuttu”9 buyuruyor. Fakat Allah başka bir ayette unutmanın karşılığı olan anmayı, Kendisini hatırlatmayı insanlara salık vermektedir: “Öyleyse Beni ânın Ben de sizi ânayım”10 İşte bu anma, sadece dilin, kalbin ve diğer organların anması değil, kalbin Allah’ın muhabbeti ve nûruyla aydınlanıp, varlık sahnesine çıkan her tür nesnenin ilâhî sırları ve hikmetlerini derûnî, yani dikeyine düşünmekle gerçekleşir. Bu kendini tamamen Hakk’a teslim etmek hâli basiret gözünü öyle açar ki, her nesne ayna gibi Allah’ın farklı bir isim ve sıfatın tecellîsini yansıtarak, kişiyi adım adım Zât tecellîsine götürür. Tüm bu merhalelerin neticesinde artık sâlik bütün zerreleriyle Allah’la hemhâl olmuş, her şeyini O’nda “hiç”lemiştir. Sûfîler, zikri kapsamlı bir şekilde ele almışlardır. Sûfîler, yukarıda da ifade edilen, “Bilin ki her beden/ten de bir kalp bulunur, her kalpte fuâd (manevî kalp) vardır. Her fuâd da bir sır bulunur. Her bir sırda bir hafî vardır, her bir hafîde de bir ahfâ vardır. Ben bu ahfadayım” kutsî hadisini baz alarak kalp ve zikir birlikteliği üzerinde durmuşlardır. Onlara göre zikir, Settârın ismiyle sırları örtmek, sağlam itikatta fuâdın beyanı, gaibî sıfatla kalbin konuşması, zikredilenin kalbe yazılması, kalbin üzerinde ismin istilâsı, zikredilende zikredenin kapsa8 9 10 Kehf, 18/24. Tevbe, 9/67. Bakara, 2/132. 13 14 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR mına girmesi, Allah’ın zuhûru esnasında sırların ıstılâmı gibi çok geniş bir perspektiften bakmaktadırlar.11 Sûfîler, Allah’ı anmanın birçok yolunun olduğunu ifade ederler. Her varlığın kendine has bir anma hâli vardır. Sûfîler, “hayvanların tesbihi,” “akılların tesbihi” diye bazen varlık zikirlerini kategorize etmişlerdir. Tesbih de iki kısma ayrılır; basiretten sadır olan tesbih ve basiretsiz sadır olan tesbih. Basiretten kaynaklanan tesbih makbûl, irfândan soyutlanmış tesbih ise gayr-i makbûldur.12 Ayrıca zikir, lisan ile bilinçli olarak Allah isminin peş peşe söylenmesidir. Allahû, zikrin gayrî irâdî olarak yapılmasını “tesbihat” olarak isimlendiriyor. “Göklerde ve yerde olanlar Allah’ı tesbih ederler. O güçlüdür, Hâkim’dir.”13 “Göklerde olanlar da yerde olanlar da Allah’ı tesbih ederler. O güçlüdür, Hâkim’dir.”14 “Göklerde olanlar da yerde olanlar da Allah’ı tesbih ederler. O, güçlüdür, Hâkim’dir.”15 Ayetlerde göklerde ve yerde olan tüm her şeyin Allah’ı tesbih ettiği anlatılırken hem mazî forum ‘Sebbeha’ (tesbih etti), hem de muzari forum ‘Yüsebbihu’ (tesbih eder) kullanılmıştır. Bu farklı anlatımlar göklerde ve yerde olan tüm her şeyin her zaman, her yerde ve her hareketlerinde devamlı olarak Allah’ı tesbih ettiklerini vurgulamaktadır. Yani onlar geçmişte de O’nu tesbih ederler, hâlde de. Onların tesbihi, geçici ve kesintili değildir. Aslında gökler ve yerde olanların Allah’ı tesbih ettikleri anlatılırken, evrendeki en şerefli varlık olan insanın Allah’ı tes11 12 13 14 15 Yüksel Göztepe, Abdülkerî Kuşeyrî’de Hâller ve Makâmlar (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 2006, s. 475. Kuşeyrî, Letâifü’l-İşarât, II, 616. Hadid, 57/1. Haşr, 59/1. Saf,61/ 1 İSLAM DİNİNDE ZİKİR bih etmesi teşvik ve tahrik edilmektedir. Ey insan, yerler gökler Allah’ı tesbih ederken, en değerli varlık olarak senin O’nu tesbih etmemen, O’nu tanımaman sana yakışır mı? Sen, O’nu tesbih etmeye, O’nu tanımaya ve O’na göre yaşamaya tüm her şeyden daha layıksın! İşte, tüm her şeyin Allah’ı tesbih etmesinin sıkça anlatılmasının temel esprisi budur. Zikirde muhabbetullahı ve ma’rifetullahı tecrübe etmek için bütün duyular ve organlar kullanılır. Zikir yaparken sûfîler, aşkın/muteâl tecrübeyi tadabilmek için, nefes almak, işitmek, hisetmek ve görmek gibi pek çok duyularını kullanırlar. Bunu detaylandıran sûfîler, insanın organlarının her birinin kendine göre bir zikri olduğunu söylerler. Örneğin düşkün ve ihtiyaç sahiplerine el uzatmak, Allah için vermek ve yardımda bulunmak elin zikridir. Ayağın zikri, Allah için bir yeri, bir Allah dostunu ziyaret etmek ve Allah için seyahate çıkmaktır. Gözün zikri, Allah’ın helâl gördüklerine bakmak ve Allah’ın âleme koymuş olduğu âyet/işâretlerde Allah’ın tecellîsini göz vasıtasıyla idrak edebilmektir. Yani eşyada Allah’ın tecellîsini görmek için eşyaya nazar etmektir. Aynı şekilde Allah’ın yazılı ve dikili âyetlerine, kısacası ilmine ve varlığına işâret eden her şeye bakıp, onlardaki ilâhî hikmeti anlayabilmektir. Allah’ın her nesnedeki sanatına bakmak ve dünya varlıklarının hallerinden ibret almanın önemini ve gerekliliğine atıfta bulunan birçok emare vardır. Zira bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır: “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı anmaktadır. O, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.”16 Kulağın zikri, Allah’ın kitabına göre âmel etmek için, o kitabı gereği gibi dinlemektir. Yalnızca Allah için olan sözleri işitmek, onun dışındaki sözlere kulağı kapalı tutmaktır. Kalbin zikri, Allah’a olan muhabbetidir. Allah’a olan işti- 16 Haşr, 59/1. 15 16 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR yakın kendisi kalbin zikridir. Ve bu iştiyak ve şevkten daha büyük bir şey yoktur. Çünkü “İçinde Allah ve Kur’ân olan kalbe Allah azap etmez.”17 Dilin zikri, Allah’ın kitabını ve tüm nesnedeki hikmeti ve ilâhî tecellîyi okumaktır. Ve sadece dille Hakk’ı ve hakîkati söylemektir. Kısacası, insan üzerinde asla ödemeyeceği Allah’ın bütün nimetlerinin hakkı vardır. İnsana düşen kendi gücü nispetinde bu haklara riayet etmek ve anmaktır. Zira Allah’ın nimetlerini anarak şükretmek nimetin artmasına sebeptir. Onun için sâlik, Allah’ı tüm benliğiyle zikretmesi gerekir. O’nun nimetlerinden mahrum olmak insanı ateş gibi yakar.18 Sûfîler için zikir her şeydir. Bazı sûfîler zikri, veliliğin şahâdetnâmesi olarak görmüşlerdir. Zira bir kimse zikri gereği gibi yerine getirirse, ona velîlik şahâdetnâmesi verilir. Zikirden mahrum bırakılan kimse, velîlikten uzaklaştırılır. Bu anlayışla hareketle sûfîler, zikri velâyetin alâmeti olarak görmüşler. Onlara göre zikir, vuslatın açıklanması, mürîdliğin gerçekleştirilmesidir. Zikir, bidâyetin sıhhatli oluşunun göstergesi, nihâyetin saflığının delilidir. Onun için zikrin ötesinde hiçbir şey yoktur. Övülmüş hasletlerin hepsi zikre dayanır; bunların hepsi zikirden meydana gelir. Ve tüm güzelliklerin kaynağı zikirdir. Çünkü zikir, Allah tarafında insanın iyiliği için ortaya konulan o mükemmel yaşamın, yine Allah’ın insanın hâlinde uygulamasını istediği hayatın kendisidir.19 Allah’a yükselmenin esasıdır. O, Allah’a giden yolda temel esastır. Zikir olmadan Allah’a ulaşmak mümkün değildir. Aynı şekilde tasavvuf yolunun temel şartı, zikirdir. Zikr-i dâîm olmadan hiçbir hâl 17 18 19 Hâkim, Müstedrek, 4:245. Ferûdiddîn Âtar, Pendnâme, trc. Yusuf Çetindağ, Etkileşim Yayınları, İstanbul 2013, ss. 151-158, 160-164. Aynı eser, I, 305. İSLAM DİNİNDE ZİKİR ile Allah’a vuslat gerçekleşemez.20 Zira zikir sevgiden doğar, sevgi ne kadar kuvvetli olursa, kişinin sevdiğinin ismini zikretmesi de o derece yoğun olur.21 Kişinin Allah’ı çokça zikretmesi ancak Allah’ı çok sevmekle gerçekleşir. Buda ancak “Beni sevin ki Ben de sizi seveyim” ilkesiyle gerçekleşir.22 Sonuçta zikir, tasavvuf ve tarîkat ehli kimselerin belli kelime ve ibareleri çeşitli miktar ve yerlerde usûlüne uygun bir şekilde ferdî ya da toplu olarak yerine getirdikleri bir riyâzetten öte; tasavvufta gerçek anlamda zikir, zikredenin kendisinden geçip, sadece Allah’ı anması, her şeyi unutmasıdır.23 Zikirle ulaşılmak istenen hedef, unutulan şeyi hatırlamak ve unutmamak için hatırda tutma çabasıdır. Bunun neticesi de kişinin iç benliğindeki ilahî bağın ve tecrübenin olgunlaşmasıdır.24 İnsan zikirle iç dünyasını zenginleştirirse, içindekilerle birlikte evrenin Yaratıcısını sürekli hatırında tutar. Kur’ân’ın da önemle üzerinde durduğu zikir, kalbe cân/rûh veren fonksiyonların başında gelmektedir. Çünkü kalbin sükûneti, huzuru zikirle sağlanır.25 1.2. Kur’ânı Kerimde Zikir Zikir, Kur’ân’ı Kerim’de; Kur’ân,26 namaz,27 ilim,28 kitap ehli29 ve Allah’ı anmak,30 manalarında da kullanılmıştır. Bütün bu anlamların yanında, Kur’ân kendini bir bütün olarak bir zikir olduğunu tanıtıyor: “İşte bu Kur’ân da bizim 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 221. Kuşeyrî, Letâifü’l-İşarât, III, 164. Aynı eser, I, 138. Kuşeyrî, er-Risâle, ss. 221-226; Gazâlî, İhyâ I, ss. 390-402; Süleyman Uludağ, “Zikir”, İA, İstanbul, 1993, XIII, s. 561-563. Yaşar Nuri Öztürk, Din ve Fıtrat, 2. baskı, İstanbul 1992, s. 78-80. Feth, 48/4. Hicr, 15/9. Cuma, 62/9; Ankebût, 29/45. Enbiya, 21/20. Enbiya, 21/7. Bakara, 2/152; Enbiya, 21/20; Ahzâb, 33/35, 41. 17 18 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR indirdiğimiz feyz kaynağı bir zikirdir. Şimdi siz mi bunu inkâr etmektesiniz.”31 “İşte benimle beraber olanların zikri (kitabı) ve işte benden önce gelenlerin zikri (kitabı)...”32 “Şüphe yok ki o Kur’ân senin için de, kavmin için de kesin bir zikirdir. Siz ondan sorumlu tutulacaksınız.”33 Bu âyetlerden yola çıkarak Kur’ân’ın zikir olarak tanıtılmasının bazı sebeplerinin olduğunu ifade edebiliriz. Allah’a götürecek dolambaçsız en kısa yolun Kur’ân olduğu bir gerçektir. O’nu okuyup üzerinde tefekküre dalmak en mükemmel zikirdir. Sûfîler, Kur’ân’ın her sâlikin haline uyan ruhun gıdası bir zikir olduğunu söylemişlerdir. Diğer bir sebepte, Kur’ân zikir üzere konuşur, onun söz konusu ettiği gerçeklerden anlayabilmek için zikir terbiyesi görmek, zikirden doğan hakikatleri kabullenip onlarla bütünleşip dost olmak gerekir. Zira Kur’ân da, insanın herhangi bir problemle karşılaştığında yönlendirdiği ilk ve tek merci Allah’ın zikriyle hemhâl olan insanlardır: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun”34 Kur’ân bu “zikir ehli” insanların özelliklerini de saymaktadır. Ve tanımladığı bu kişilik tam tasavvufun gaye edindiği insan tipinin vasıflarını göstermektedirler. Bunlar, “ulu’l-erbâb” dır, yani gönül insanlarıdır. Bunlar, akıl ötesi bir bilgiye ve kavrama gücüne sahip olan, ledün terbiyesiyle yetişmiş Allah dostlarıdır. Allah’ın da, “Sadece gönül (lübb) sahipleri zikir yoluyla kavrayabilirler”35 diye tanımladığı onlar, “O küfür içinde olan; ahiret azabından korkarak, Rabbinin rahmetini umarak gece saatlerinde secdeye kapanan, kıyamda durur bir halde taat ve ibadet eden kimse gibi midir? De ki, bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Zikir yoluyla kavrayabilenler sadece gönül sahipleridir.”36 dediği üstün 31 32 33 34 35 36 Enbiyâ, 21/51. Enbiya, 21/24 Zuhruf, 43/44. Bk. Nahl, 16/43; Enbiya, 21/7. Ra’d, 13/19 Zümer, 39/9. İSLAM DİNİNDE ZİKİR vasıflı kişilerdir. İşte Allah’ın zikrini Allah’ın dilediği şekilde yerine getiren bu Allah erenleri, Allah’ın kitabını da murad-ı ilâhî gereğince yapacak olanlar da, ancak bu kitledir. Ayrıca zikir, kötülüklerden sakınma, adâletli davranma, dünyaya kanmama, Allah’ın emirlerini daima hatırlama anlamında kullanıldığı gibi,37 hac ve benzer ibâdetler içinde kullanılmıştır.38 Zikir kelimesi Kur’ân’da müştaklarıyla birlikte iki yüz elli altı yerde geçmektedir. Bu keyfiyet zikir ve ondan türeyen kelimelerin vücûd verdiği kavramların Kur’ân’da çokça geçmesi, bu kelime ve kavramlarının önem ve tutukları yerin büyüklüğüne bir kanıttır. İşte Kur’ân’da zikrin; namaz, tefekkür, fikir, duâ, zekât, hac gibi ibadetlerle birlikte anılmasındaki murad-ı ilâhî, hangi ibadet olursa olsun, o ibadette mutlak olarak Allah anılmaktadır. Onun için zikir kelimesinin veya müştak kelimenin geçtiği her âyet, hangi mânâya gelirse gelsin, buradaki murad, yapılan tüm ibadetlerde, Allah’ı hayatın her alanında sürekli ve fiilî olarak anmaktır. Sûfîler, her dönemde zikre bakışları şu olmuştur; kendini Allah’a kul olarak adayan insanın, farz veya mendûb olsun her vakitte Allah’ı zikretmekle memur kılınmıştır. Yani yukarıda da ifade edildiği gibi, hayatının her aşamasında Allah’ın dilediği şekilde yaşamasıdır.39 Bu memur/sorumluluk Allah’ın âyetde de vurguladığı şekilde, her yerde, her mekânda, her zamanda, her şartta yerine getirilmesi Allah’a âşık olan insanın bir görevidir. Zira “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken, Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. 40 37 38 39 40 ‘Âraf, 7/205; Kehf, 18/24; Münâfikûn, 63/9; Nûr, 24/37; Râd, 13/28; Tâhâ, 20/24. Bakara, 2/198-203. Kuşeyrî, Risâle, s. 223. Âli İmrân, 3/191 19 20 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR 1.3. Hz. Peygamber (s.) Hayatında Zikir Tasavvuf ilminin oluşmasında temel harç, Allah’ın kelâmı ve sevgili Peygamber (s)’inin söz ve hâlleridir. Bundan dolayı sûfîlerin söz ve hâllerinden de sürekli olarak Kur’ân’ın ve sünnetin kokusu yayılır. Sûfîler, bu iki değeri, hayatın her yönünde anlamaya ve yaşamaya çaba göstermektedirler. Onlar, Kur’ân üzerinde tefekkür ederek, onunla ünsiyet kurarken, O yüce kelâmın, “Sen yüce bir ahlâk üzerindesin”41 ve Peygamberin en yakınında gelen, “Hz. Peygamberin ahlâki Kur’ân’ dı”42 gibi beyanların, Kitabın bir bütün olarak Hz. Peygamberin hayatını kuşattığını ve kendilerinin de aynı istikamet üzerinde oldukları iddiasındadırlar.43 Sûfîler, ilk aşamada, Kur’ân’ı, Peygamber’in okuduğu gibi okuyarak, dinleyerek, yaşayarak hâllerine geçirmektedirler. Allah’ı yaratıkları sayısınca zikretmelerini, sürekli Allah ile yaşamalarını istemektedir.44 İkinci aşamada da, sûfî ile Allah arasında oluşan muhabbet ünsiyet ile Allah’tan/Sevgiliden dinler gibi hayatlarına geçirirler.45 Zira sûfîler, “Kur’ân ehli”46 denilince, Kur’ân’ı güzel okuyan ve bununla yetinen değil, Kur’ân’ı anlayıp, ahkâmını uygulayan, Peygamber gibi davranan ve ondaki ilâhî edeple süsleneni kastetmektedirler.47 Sûfîler, Kur’ân’ın Allah’ın insanlara bir çağırısı ve özel bir hitabı olarak gönül atmosferinden gelen bir bağlılıkla bildiklerinden, Kur’ân âyetlerinin ma’rifet/ilim denizlerinden bir derya olarak algılamaktadırlar. Aynı şekilde Peygamber’in sözleri41 42 43 44 45 46 47 Kalem, 68/4. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 188. Abdülkerîm Cîlî, el- Kemâlâtu’l-İlâhiyye, Kahire 1997, s. 227. Suyûti, Camiu’s-Sâğir, I, 188. Serrâc, age., s. 114. Nesâî, es-Sünenü’l-Kübra, Fedâilü’l-Kur’ân, 26.; İbn Mâce, Mukaddime, 16; Hakîm, Müstedrek, I, 556. Mekkî, Ebû Tâlib, Kûtu’l-Kulûb, thk. Nesib Mekârin, Beyrut1995, I, 45-59; Gazâlî, İhyâ, I, 408-439. İSLAM DİNİNDE ZİKİR nin de, O’nun kendi nefsinden kaynaklanan ifadeler olmayıp, Allah’ın Peygamber’e gelen bir vahyi olduğu bilinciyle yaklaşıp, can kulağıyla dinleyip onunla amel etmektedirler.48 Allah’ın, “Şüphesiz bunda, diri bir kalbi olan yahut şâhid olarak kulak veren kimse için bir ibret ve öğüt vardır.”49 sözü, Kur’ân’ın ve onu hâllerine en güzel şekilde yansıtan Peygamber’in örnekliği sûfilerin kılavuzudur. Sûfîler, Kur’ân’ı ancak, gönül dünyası Allah ile beraber olan ve ondan bir ân bile gafil olmayan kişi hakkıyla öğüt alır ve onunla yaşar. Yani onların hayat perspektifinde, Kur’ân okumanın veya onunla hemhâl olmanın amacı, amel etmek ve hâle yansıtmaktır.50 Bu yaklaşım tasavvuf anlayışının ana ilkesidir. Zira sûfî anlayışta kâmil/küllî akıl, Allah’tan alıp anlayan ve bu anlayışla ilahî kelâmın inceliklerine, hakîkatine ulaşan akıl demektir.51 Her sûfînin/mü’minin kendinden bir önceki mürşidin terbiyesi altında manevî terbiyesini/seyr u sulûkunu tamamlaması ve bu terbiyenin bir silsile şeklinde Hz. Peygamber’e ulaşması esastır.52 Çünkü Hz. Peygamber’in hayatı/ ahlâkı/ zikri Kur’ân’ın kendisiydi. O, zikri, hayatının her merhalesinde yaşamak olarak telaki ederken, zikir gerçeğini bidayetten lisanında yeşertmiş daha sonra bütün hücreleri kendiliğinde Allah ile yaşamanın gerçeğine kavuşmuştur.53 Zira kendisi “Diliniz Allah’ın zikriyle hep ıslak kalsın” buyurarak bu hakikatin mü’minlerin hayatında bu şekilde gerçekleşmesini istemiştir. O’nun dili, kalbi ve bütün hücreleri Allah’ın zikrine karşı daima uyanık olmuştur ki hayatı/zikri Kur’ânca, yani Allah’ça olmuştur. 48 49 50 51 52 53 Sühreverdî, Avarif, Beyrut 1966, ss. 20-21. Kâf, 50/37. Sühreverdî, age., ss. 21-22. Mekkî, age., I, 45. Sühreverdî, age., s. 96; İbn Haldun, Şifâu’s-Sâil, s. 195. Tirmizî, Da’vât, 78; İbn Hanbel, Müsned, III, 149. 21 22 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Sûfîler, Allah’ın kendi sevgisinin göstergesini Râsûl’üne uymaya bağlarlar54 ve bunun aksine amelde bulunanların değil velî, mü’min bile olamayacağı ikazına uyarak,55 Peygamber’i herkesten daha çok severler. Bu sevgi, sûfî olabilmenin öncelikli şartıdır ve sünnete olan sadakatla gerçekleşir.56 İşte buda sûfîlerin, kendi sulûklerinin esasını, Râsûl’un sünnetine tam bir uygunluk üzerine inşâ ettiklerinin göstergesidir.57 Yani sûfî için Allah’ı sevmenin alameti, O’nun Peygamber’ine tabi olmaktır. O’na tabi olmanın göstergesi de, dünyada masîvanın tesirini tüm hayatında, yani hâlinde hiçleyerek zikirle yaşamaktır. Zira Allah bu konuda; “ Ver her kim Allah’a ve Râsûl’une itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimet verdikleriyle beraberdirler.”58 buyurmaktadır. Allah’ın bu vaadine karşı sûfiler duyarsız kalmayarak, Yaratıcıyı ve O’nun yeryüzündeki vekilini hâl ve düşünceleriyle en güzel şekilde içselleştirerek zikri peygamberce yaşamışlardır. Zira onlar, Peygamber’in; “Âmellerin özü, kendisi Allah’ı anmaktır” gerçeğini içselleştirerek yaşayan kişilerdir.59 Sûfî düşüncede Allah’ın “Kitab”ı, Peygamber (s)’in “sünnet”i ile ilişkilidir. Sünnet ise, Müslüman’ın her seviyedeki davranışının normunu teşkil eden zikrin kendisidir. Zira Allah, “Kur’ân’ın temsil ve tebliğini(O’na) farz kılmıştır.”60 Sûfîler, Hz. Peygamber’i küllî bilgi ile özdeşleştirirken, diğer taraftan O’nu bir beşer olarak görerek, peygamberlerini tanrılaştıran dinler ve anlayışlardan farklı bir konuma oturtur. Onlara 54 55 56 57 58 59 60 Âl-i İmrân, 3/31. Bk. Âl-i İmrân, 3/32. Bk. Şâtibî, el-İtisam, I, 89-99. Sülemî, Ebû Abdurrahman, Tabakatü’s-Sûfiyye, thk. Nureddîn Şerîbe, Halep 1986, s. 210; Ebû Nuaym, el-İsbahânî, Hilyetü’l-Evliyâ, Mektebetu’l-Hânci, Kahire 1987, X, 190. Nisâ, 4/69. Tirmizî, Daavat,6. Kasas, 28/85. İSLAM DİNİNDE ZİKİR göre, nübûvvet ve velâyet ma’rifeti Hz. Peygamber de sudûr etmiştir. Onun için O, ay’ın nûru gibidir. Bütün velîler (Allah dostları) ilimlerini fer’ olarak aslî nûr olan nubüvvet aydınlığından alırlar. Öyle bir nûr ki, ona ebedî olarak herhangi bir nakıslık, olumsuzluk ulaşamaz. Çünkü O’nun, “ şu iki gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz” hakikati var.61 Ayrıca, “Allah, o Peygambere her zaman rahmetiyle muâmele eder ve O’nu yüceltir; melekleri ise daima O’na duâ ederler.”62 Ve O, “Rabbinin seni övülme makâmına/makâm-ı mahmûda eriştireceğini umabilirsin”63 övgüsünü kazanmıştır. Peygamber sevgisinin ya da yeryüzündeki ilâhî tezâhür olarak ma’rifet sevgisinin sırrı da bu hakikatin içindedir. Bu sırra ulaşmanın, yani Allah’a varmanın hakikati Peygamber’in diliyle; “Allah’a varmanın en yakın yolu, Allah’ı açık ve gizli olarak zikretmektir.”64 Sûfî hâlde Hz. Peygamber’i sevmek demek, sünnete tabi olmak ve Allah’ın yegâne beşerî hâl olarak arzuladığı aslî beşerî fıtrat sahibi olmak demektir. Sûfîler, Peygamber’in bütün insanları ve diğer varlığı kapsayıcı bir görevle gönderildiği65 ve bu görevinin yalnızca sevgi, mutluluk ve gerçeğe kavuşturmak olduğu düşüncesindedirler.66 Ve öyle bir elçidir ki, sadece kendisine indirileni duyurmaktadır.67 Bu ulvî görevinden dolayı Allah mü’minleri Hz. Peygamber(s)’in o, eşsiz ve Rabbanî ahlâkına çağırmaktadır.68 Bu dâvete uyan kişi, Allah’ın sevgisini kazanmanın yolunun, kendi varolma bilincine ulaşmanın, 61 62 63 64 65 66 67 68 Buhârî, Teheccüd, 16; Müslim, Mûsâfirîn, 17; Abû Dâvud, Tahâret, 80; Tirmizî, Salât, 213. Ahzâb, 33/56. İsrâ, 17/79. Abdulvahhab Şarânî, el-Envârru’l-Kudsiyye fî Ma’rifeti Kavâdi’s-Sûfiyye, Kahire 1987, s. 22. Â’raf, 7/158. Şûrâ, 42/52-53. Cum’a, 62/2. Ahzâb, 33/21. 23 24 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR “benlik” anlayışına kavuşmanın ve ilâhî iradeyle kaynaşmanın başında Peygamber’e tabi olmanın bilinci gelmektedir.69 Bu anlayışla Peygamber’e sevgi ve bağlılıklarını ortaya koyan sûfîlerin bir kısmı da, peygamber’in izinde gitmeyi vacip olarak görmüşlerdir.70 Peygamberin izinde yürümekte, O’nu hayatın bütün aşamalarında örnek alarak; yatarken, kalkarken, çarşıda iş yaparken, evde, sokakta Allah’ı andığı/zikrettiği hâl üzere takip ederek gerçekleştirir.71 Hz. Peygamber (s) insanlar arasında seçilmiş, övülmüş bir şahsiyet olmasına karşın, etrafındaki insanlara “Ben de sizin gibi bir insanım.”72 mesajını vermiştir. Peygamber her fırsatta insanları sadece Kur’ân ahlâkına çağırır ve kendisiyle insanlar arasındaki farkı, “Bana (sadece) vahyedilir”73 sözüyle açıklardı. Bu nedenle muhakkîk sûfîler, Râsûl’u insan türünde bir beşer gibi telaki etmişler74 ve O’nun asıl vazifesinin, cüzleri külle bağlayan, yani insanları Allah’a ulaştıran en büyük bağ olarak görmüşlerdir.75 Sûfî için Peygamber, Yaratıcıya o kadar yakındır ki, O sevgili zât isrâ gecesinde76 Musa (a.) gibi Rabbiyle konuştu. Ve bu iki sevgili arasındaki yakınlık, “bitişik iki yay kadardı.”77 Sonrada insanlara onu berrak bir şekilde ulaştıracak olan peygamberine “vahyettiğini vahyetti”78. Sûfîler de, bu beden ve rûh yakınlığından dolayı Peygamber’i bir beşer olarak sadece O’na tahsis edilen gerçek makâmda görürler. Çünkü O, yaratıcının üstün 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 Âl-i İmrân, 3/31 Serrâc, age., s. 132. Tirmizî, Daavat, 36. Kehf, 18/110 Aynı âyet. Bk. Hicr, 14/10; Mü’minun, 23/24, 34; Kehf, 18/110. Mevlânâ, Mesnevî, I, 2813; IV, 2978-79. Bk. İsrâ, 17/1. Necm, 53/9. Necm, 53/10. İSLAM DİNİNDE ZİKİR kıldığı Râsûllerin başında gelmektedir.79 Zira peygamberlerin hiçbiri “geceleyin Rabbine yürümedi”80 ve iki yayın birleşmesinden doğan o havayı teneffüs etmektedir. Hz. Peygamber gece yolculuğunda “Rabbinin en büyük âyetlerini görerek”81 farklı bir değer olduğu Rabbi tarafından tescillenmiştir. O, nûr saçan bir kandil olduğu için,82 bütün sûfîler, Peygamber’in nûrundan istifade etmek için çırpınır. Her konuda olduğu gibi zikirde de, kendisini takip ederek hayatlarını O’nun hayatlarıyla bütünleştirirler. Onların nazarında Hz Peygamber’in cesedi/bedeni onun ruhunun kandilliğidir. Bu kandil de vahiy ışığının fânusu vardır. O kendine nazil olan vahyi bir deniz feneri misali etrafına yayarak aydınlatmaktadır. İşte bu nûr gönül kandilliğin fânusuna yayıldığı zaman “nûr üstüne nûr”83 olur. Heva ve hevesiyle beyanda bulunmayan Peygamber, ancak Yaratıcının izniyle konuşur. “O, hevâyı nefsânîden konuşmaz.”84 Hayra giden bütün yollar mahlûkata kapalı iken, sadece Râsûl’un izinden giden, sünnetine uyan, yolunu benimseyen kişiler müstesna. Bu kişilere de hayrın bütün kapıları açıktır.85 Bu hayra sahip olduklarının iddiasında bulunan sûfîler, düşünce ve hâllerini kitap ve sünnetin terazisinde tartarak, onları mihenk taşı olarak almışlardır.86 Sûfîler, Peygamber’in zâhirî ve bâtınî bütün güzel ahlâklarına varis oldukları iddiasında oldukları için, akıllarıyla sünneti tam anlamaya, kalpleriyle ona bağlanmayı gaye edinirler.87 Kısacası sûfîler için Peygam- 79 80 81 82 83 84 85 86 87 Bakara, 2/253 İsrâ, 17/1. Necm, 53/18 Ahzâb, 33/46. Nûr, 24/35. Necm, 53/3. Sülemî, age., s. 159; Ebû Nuaym, age.,, X, 257. Serrâc, age., s. 146; Sülemî, age, s. 78; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 96; Hâris el- Muhâsibî, er-Riâye, s. 94. Sühreverdî, age., s. 47. 25 26 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR ber ve sünneti kendisiyle aydınlanıp, Hakk’a vuslatı gerçekleştirecek tek çıkış yoludur.88 Hz. Peygamber (s), Kur’ân da aldığı epistemolojiyle en üstün bir ma’rifet ortaya koymuştur. Peygamber, ontolojik ve epistemolojik yönüyle tüm varlığa amaç olduğundan dolayı beşer türünün en mükemmelidir. Bu sebepledir ki sûfî nazarında, peygamberlik nûruyla varlığı aydınlatan Hz. Peygamber’in üstün varoluş hakîkati beşerî varlığın varabileceği uç noktayı, yani nihaî keyfiyetin ve gerçek taayyünün görünümüdür. Peygamberin her sözü, her fiili, her hâli sûfî için en iyi örnektir. Onlar, Hz. Peygambere itaati, intibayi, beyatı sıradan bir bağlanma olarak görmemişlerdir. Aksine onlar için Peygamberin Kur’ânî hayatının bir tasdikin, bir intisabın, bir teslimiyetin, bir huzurun ve neticede insana sunulan en büyük mutlu yaşamın ilanı olarak görmüşlerdir. Bu nedenle Peygamber sûfî için her şeyin en güzeli ve en mükemmelidir. Sûfînin Hz. Peygamber’e olan ilâhî sevgi ve duygudan kaynaklanan bağlılığı her ân en üst seviyede vecd, coşku ve heyecan doludur. Sûfî öncelikle varlığın özü olan Peygamber başta olmak üzere her varlığa sevgi ve saygıyla yaklaşır. Fakat onlar, Peygamber’i sevmek, O’na özlem duymak, Hakk’ı anmak/zikir, sevmek ve istemekle eşdeğer bulmuşlardır. Tasavvuf, hâl ve düşüncesinin her aşamasında İslâmî ilkelerin temel referans olarak kabul edildiği, merkeze Allah’ın ve Hz. Peygamber (s)’in alındığı ve her halükârda İslâm’ın varlık adına sunduğu tertibe dayanan bir ilimdir. Sûfî için Peygamber’i takip etmek sadece mükellefiyetlere, şeriata ya da sosyal ve toplumsal değerlere bağlı olmak değil, kişinin kendini aşkınlaştırmaya, nefsini/benliğini Rabbin dileği doğrultusunda dizayn etmeye, beşerî benliği “hiç”leyip fenâ’dan bekâ’ya geçiş 88 Gazâlî, el-Mûnkız, s. 22. İSLAM DİNİNDE ZİKİR olan ikici doğumla, yani varlık şuuruna ulaşarak, kendi benlik farkındalığını yakalayarak gerçek hayatı bulmaktır, yaşamaktır. Bu yaşamda Allah’ı bir bütün olarak; zaman, mekân kaydı olmadan zikretmektir. Tasavvuf, Kur’ân ve sünnete diğer alanlardan daha anlamlı baktığı iddiasındadır. Çünkü onlar, diğer İslâmî zümrelere göre Allah’ın “Râsûl’um size neyi verirse onu alın, sizi neden nehy ettiyse ondan sakının”89 buyruğuna titizlikle uyanlardır. Sûfîye göre, Kur’ân görünümü itibariyle sözden ibaret ve kâğıt üzerinde yazılı halde okunurken, Hz. Peygamber bu kitabın fiillî olarak okunan canlı hakikatidir. Zira bu kitap, Peygamber’in gönül dünyasına inerek, burada Peygamber’i bir bütün ihata ederek, Rabbanî bir dönüşüme maruz bırakmıştır.90 Onun için O, Kur’ân’ın/zikrin yaşayan en iyi örneği olmuştur. Sûfîler, Kur’ân’dan ve Peygamber’in hayatından amaçlananın yalnızca muâmele/hâl ilmi olduğu görüşündedirler. Onlar, kendi tasavvufî/ mükaşefe ilimlerini de sadece muamele ederek ulaşabilecekleri görüşündedirler. Zira sûfîler, âlimler Peygamber’in varisleridir gerçeğinden hareketle, Peygamber’in takip ettiği usulden dışarı çıkmamışlardır.91 Sûfî perspektifte, var olanlardan hiçbir nesne yoktur ki varlığı Hz. Peygamber (s)’in varlığına bağlı olmasın. Zira Hakk ile yaratılmışlar arasında, varlığa Rabbanî cevheri ulaştıran ve onlara varoluş rûhu veren Peygamberin tavsiye ettiği zikirden başka bir araç yoktur. Sûfîler, hem varlığı hem de tarihi yorumlarken Peygamber’i merkez noktaya alarak değerlendirirler. O, küllî olsun cuz’î olsun bütün her şeyin bir parçasını taşıyan evrensel rûhtur. O, küllî akıl, küllî rûh ve küllî cevherdir. Bu evrensel rûh olmasaydı, varlığın varoluş sahnesine çıkması mümkün olmazdı. Hangi mertebe olursa olsun, her 89 90 91 Haşr, 59/7. Bk. Şuâra, 26/193-194. Gazâlî, İhyâ, I, 23-24; İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, Musa Fassı. 27 28 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR eşyânın varlığı bizzat Yaratıcıdan varoluş nûrunu almaya kabiliyetli değildir. Varlık eğer bu feyzi almaya muktedir olsaydı, peygamberlerin gönderilmesine gerek kalmazdı. Bundan dolayı Hakk, Rahman ve Rahim92sıfatının tecellîsi gereği varlığa olan merhametini ve sevgisini göstermek için insanların en sevgilisi olanı, en mükemmelini vasıta olarak gönderdi. Yaratıcı, “Habîb” olarak çağırdığı elçisinin bazı vasıflarını şöyle açıklar: “O Allah ki, sizi karanlıklardan nûra çıkarmak ve nûrda sabit kılmak için size feyiz ve rahmet indirir, melekleri de sizin için duâ eder ve istiğfarda bulunurlar.”93 Sûfîler, Peygamber’i gönül dünyalarında tam içselleştirerek, O’nun söz ve fiillerini her yönüyle hâllerine yansıtırlar. Peygamber’in en güzel örnek şahsiyet oluşunu Kur’ân; “Biz, O rûhu bir nûr kıldık ki, onunla kullarımızdan dilediğimizi hidayete erdiriyoruz. Ve şüphesiz Sen, her bakımdan doğru bir yola kılavuzluk ediyorsun.”94 şeklinde izâh etmektedir. Onun içindir ki, onlar Peygamberin gösterdiği gibi Allah’ı hayatlarının her aşamasında içselleştirmek için; “Allah’ı yarattıklarının sayısı kadarca zikretmişlerdir.”95 Sûfîler için bütün var olan âlemler içerisinde Hz. Peygamber (s)’in manevîyatının müşahedesiyle yolculuk yapmak mertebelerin/makâmların en büyüğüdür. Sûfîler nazarında “hakk-ı evvel”, ilk “aklî küllî” demektir. Bu Hakk’ın zâtının her türlü sıfat ve isimden nispet ve ilgiden münezzeh olan hakikatidir. Bu da Peygamber’in ilâhî rûhudur. Bu rûh Allah’ın vaad ettiği hayatın/zikrin kendisidir..96 92 93 94 95 96 Sûfîler, “Ey Rabbim ! bize katından hususî bir rahmet ver ve işimizde muvaffakiyet nasip et” (Kehf, 18/10) âyetinden hareketle 1rahmet”le kastedilen şeyin Allah’ın “Rahîm” isminden kaynaklanan özel bir hikmet, ma’rifet, tevhîd ve aşk olduğunu söylerler. (Sıfatların anlamı için bk. İbn Manzûr, Lisanu’l- Arab, IV, 401-402; Asım Efendi, Kâmûs, IV, 1221-1222.) Ahzâb, 33/43. Şûrâ, 42/52. Taberânî, Kebir, I, 197. İsmail Hakkı Bursevî, Şerh-i Salavât-i İbn Meşîş, haz. Nedim Tan, İz Yayınları, İSLAM DİNİNDE ZİKİR Sûfî hâlini Kur’ân ve Peygamber’in sünnetine göre şekillendirirken, bu amelin kalb-akıl bütünlüğünü sağlayan ve ona yön veren düşünceyi de bu hakikat doğrultusunda oluşturur. Onun için sûfî, epistemolojisini de ilk hakîkat/akıl olan Hz. Peygamber (s)’den alır.97 Sûfî, bilginin kaynağına ulaşan kişi olarak, Kitabî bilgi ve Peygamberî hakîkatle aydınlanmıştır. Zira o, ma’rifet bilgisinin aydınlığına kavuşmakla “Hakikat-i Muhammedî” gerçeğini içselleştirerek ilâhî bilginin kaynağına ulaşmıştır. Bu “Hakîkat” ile İlâhî bilginin kaynağına ulaşan kişinin Kur’ân yorumu da “Muhammedî Hakîkat”e en uygun yaklaşımdır. Peygamber, sahabeyi öylesine zikir/Allah’ın gönderdikleriyle şekillendiriyordu ki, onlara bir çirkinlik ulaşmasın diye ten/bedenlerine bile dokunarak, o çirkinliği onlarda uzaklaştırıyordu.98 Sûfî perspektifte, Kur’ân ve ilâhî vahiyle yüklü olan Peygamber insanlığı bilgilendirmek için gönderilmiştir: “Sen sadece uyarıcısın ve bütün toplumlar için yol göstericisin.”99 Çünkü O’nun insanları aydınlatmak ve bilgilendirmek için verdikleri “…doğruluğu besbelli gerçeğin tâ kendisi.”100 şeylerdir. Zira Allah’ın Peygamber üzerindeki ilmi gerçekten çok özeldir. “Allah’ın senin üzerindeki lütfu ve inayeti gerçekten çok büyüktür.”101 Çünkü Peygamber, öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle kendisine miras bırakılan ve daha nice ilimler öğretilen kişidir.102 Peygamber’in buna benzer özelliklerinden dolayı sûfîler, tasavvuf ilminin Peygamber ilmiyle kenetlendiğini İstanbul 2010, s. 162. Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiye, s. 210. 98 Müslim, Fezailu’s-Sahabe, 122 99 Ra’d, 13/7. 100 Neml, 27/79. 101 Nisâ, 4/113. 102 Tirmizî, Tefsir, 39. 97 29 30 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR söylerler.103 Onlar için insan olmanın ve huzura kavuşmanın yolu, mü’minin irade gücü olan gönül dünyası ve akıl birliğini Kitap ve sünnet ile donatmaktı; buda ilâhî yaşamın kendisi olan zikirdir.104 İşte bu ma’rifet yüklü donanımla hangi insan farzı/Kur’ân’ı ve sünnetle amel ederse Allah’ın zikriyle bütünleşip “insan-ı kâmil” derecesini kazanır.105 Aslında tasavvuf, vahdetin gerçek hakîkatine varmak ilmidir. Yalnızca aşkın/mûteâl ve içkin tevhîd fikrinden başlamaz, o zâhir ve bâtın olan Hakîkat-i Muhammedî denilen cevher/özle yeniden bütünleşmektir. Onun için sûfî perspektifte sünnet sadece emirler manzumesi değil, aynı zamanda Muhammedî Hakîkattir. Bu sıfat, Peygamberin “en yüksek ahlâk üzerinde olması,”106 yani Allah’ı hayatının tüm evrelerinde yaşayarak yerine getirdiği zikir gerçeği nedeniyle bu hâl Rabbinden O’na layık görülmüştür. Sûfîler, “Hakikat-i Muhammediye”nin ontolojik olarak varlık olması açısından bütün ilâhî sıfatları kendinden taşıdığı gibi, tarihsel görünüm olarak Hz. Muhammed de bütün beşerî yetkinlikleri kendi zâtında toplar. Aynı zamanda tarihî kişilik olan Hz. Peygamber varolmanın bütün özelliklerini fiillî olarak yansıtır. Peygamber (s)’in ma’rifeti, manevîyâtı ve varlığın ilk arketipi olma özellikleri Kur’ân’da açık bir şekilde ifade edilmektedir. Sûfîler bu âyetlerle hareketle Peygamber’in üstün yetkin yanını ortaya koymuşlardır. Bu yetkinlik, “Allah Âdemi yarattı ve celâl ile cemâline has bütün isimleriyle onda tecellî etti.”107 ifadesiyle açıklanır. İşte bu isimlerin bilinmesi ve Peygamber (s.) gibi her varlıkta bu isimlerin algılanması Allah’ı zikretmenin ta kendisidir. 103 Serrâc, age., s. 144; Kuşeyrî, age., s. 104. er-Riâye, s. 94. 105 Sülemî, Tabâkât, s. 74. 106 Kalem, 68/4. 107 İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 141; A’râf, 7/12. 104 Muhâsibî, İSLAM DİNİNDE ZİKİR Peygamber, Hakk’ın kendisidir (tecellî perspektifte), “Size Rabbinizden Hakk gelmiştir.”108 O, Allah’ın yeryüzündeki vekilidir, “Rasûl’e itaat eden, Allah’a itaat etmiştir.”109, “Sana biat edenler, Allah’a biat etmişlerdir.”110 O Peygamber, “Râuf” ve “Rahîm” sıfatlarına sahiptir. Bu sıfatlar, Elçinin Yaratıcısında aldığı ilâhî aşkı tüm varlığa yansıtması anlamına geliyor, çünkü Yüce Allah şöyle beyan ediyor: “ Mü’minlere karşı Raûf ve Rahîm’dir.”111 Peygamber, insanlığı ma’rifet bilgisiyle aydınlatan ve onları mutluluğa çağıran nûrdur. Bu çağırı ve yönlendirmeyi de, en güzel bir şekilde ve insanları incitmeden yerine getirir.112 “Allah’tan size nûr gelmiştir.”113 O, insanlar arasında hakkı ve adaleti gözeten, herkese adaletli davranan en iyi şâhittir, “Râsûl de üzerinize şâhid olsun.”114 O, kerem sahibi olarak elinde maddî varlığı tutmayan, eline geçeni insanlarla paylaşan, bu vasfıyla sûfîlerin îsâr115 makâmının pîri ve en iyi örnek şahsiyetidir. O sadece madde ile değil, insana konuşmasıyla, edebiyle, hâliyle hep sevgi, şefkat ve güven gibi duyguları en merhametli ve sıcak bir tonda veren “kerîm” zattır, Peygamber yalnızca insanlara karşı değil, tüm varlığa bu sevgiyi ve içtenliği göstermiştir. Çünkü, “O, kerîm bir Râsûl’un sözüdür.”116 Peygamber, “habîr”/bilen sıfatını üzerinde taşıyarak her şeyi bilen ve varlığı, eşyayı bu bilgiyle tanımlayan mümtaz bir âriftir. “O, Rahman! Haydi ne dileyeceksen o habîrden sor.”117 O, âlim bir kuldur. O hem âlim hem de daha önce hiç 108 Yunûs, 10/108. 4/80. 110 Fetih, 48/10. 111 Tevbe, 9/128. 112 Bakara, 2/144. 113 Maide, 5/15. 114 Bakara, 2/143. 115 Îsâr: Sûfî anlayışta, herkesi kendine tercih etmektir. (Bk. Suad Hâkim, elMücemü’s-Sûfiyye, el-Hikmetü fî Hûdûdi’l-Kelime, Beyrut 1981.) 116 Hakka, 69/40 117 Furkan, 25/59. 109 Nisâ, 31 32 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR kimseye gelmeyen bir bilgiye/ma’rifete sahip olduğundan dolayı “ümmî” bir şahsiyettir. Ümmi sıfatıyla, daha önce hiçbir beşerde mevcut olmayan bir bilgi sahibidir.118 “Bilmediğiniz şeyi öğretiyor.”119 Peygamber, “Hâdî” sıfatını taşıyan elçidir. Tüm insanlığı mutluluğa ve gerçek bilgiye davet ederek, onların hayatlarını tüm yönünü kuşatıcı bir nûrla aydınlatır. “Sen doğru yola iletirsin.”120 O, “üsvetü’l-hasane” vasfıyla mü’minler için en iyi örnektir. Kendisi, önce tüm benliğiyle iman ederek, hâl ve düşüncesiyle tam bir ilâhî terbiyeden geçmiş, ondan sonra insanları bu değişime çağırmıştır. “Râsûl, Rabbinden kendisine indirilen şeye iman etti.”121 Peygamber, bütün varlık için “Rahmettir”, onun emsalsiz merhameti ve şefkati var olan her eşya için sonsuzdur. Çünkü O’nun mürrebisi yüce Yaratıcıdır. “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik”122 Sûfî perspektifte Hz. Peygamber Kur’ân’da zikredilen ayrıt edici özellikleriyle beşer arasında azîz/yüce bir mevkiye layık tek beşerdir. “içinizde azîz olan bir Râsûl geldi.”123 İşte Allah’ın Sevgili Peygamberi için övgüyle söz ettiği bu meziyetlerin tümü zikrin/hayatın gerçek beyanlarıdır. Kur’ân’da örnek verdiğimiz bu ve benzer âyetler muvacehesinde sûfîler, Hz. Peygamber(s.)’i ma’rifet/bilgi yönünde en büyük “Pîr”, örnek alınacak en büyük “zâkir” olarak kabul ederler. Sûfîlerde bilgilerini bu sevgiliden almaktadırlar. Ayrıca Allah’ın bütün isimlerinin başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün varlıkta tecellî ettiğine inanılmaktadır. Sûfîler, Allah’ın Kitab’ındaki âyetlerle Râsûl’e verilmiş olan makâm başka bir peygambere verilmemiştir.124 O, insanlık için ni- 118 Mevlânâ, Fihî Mâ Fîh, trc. A. Avni Konuk, İstanbul 1994, s. 132. Bakara, 2/151. 120 Şûra, 42/52. 121 Bakara, 2/285. 122 Enbiya, 21/107. 123 Tevbe, 9/128. 124 Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, II, 129. 119 İSLAM DİNİNDE ZİKİR mettir, ihsandır. Eğer insan bu nimetten faydalanırsa Hakk’a vuslatını gerçekleştirir.125 Sûfî eğer Peygamber gibi, eşsiz bir nimetin manevî hayatını kendine rehber seçip, ona göre hâlde bulunamıyorsa seyr u sulûk’unu tamamlaması mümkün değildir. Çünkü tasavvufî hayatın esasını Hz. Peygamber’in örnek hayatı ve sözleri oluşturur. Kısacası Peygamber (s.)’da lisan haliyle birçok hadisinde zikirle ilgili konuşmuş ve ameliyle zikri yaşayarak teşvik etmiştir. Örneğin, “Âmellerinizin en hayırlısı melikiniz/Rabbiniz katında en temizi, derecenizi en çok yükselteni, altın ve gümüş infak etmekten ve düşmanla boğaz boğaza mücadele ederek sizi düşmanı, düşmanınızın sizi öldürmesinden daha faziletli olanı nedir, size haber vereyim mi? Bu, Allah’ı zikretmektir.”126 diye buyurmuştur. Başka bir hadiste; “Allah, Allah diye zikreden bulundukça kıyamet kopmaz.”127 Yine Resûlullah, “Cennet bahçelerini gördüğünüzde orada yiyiniz, içiniz ve istifade ediniz.” buyurur. Cennet bahçeleri nedir? Sorusuna, “zikir meclisleridir”128 diye cevap verir. Hz. Ali (r.) Resûlullah’a Allah’a varmanın en yakın yolunu sorduğunda, Allah’ın Resûlünden şu cevabı alır: “Allah’a varmanın en yakın yolu, Allah’ı açık ve gizli olarak zikretmektir.”129 1.4. Tasavvufta Zikir Tasavvufun temel anlayışında, Allah’ı en çok kimin sevdiğini anlamak için, o kişinin Allah’ı anmak hâline bakılmıştır. Allah’ı en çok seven kişiler, O’nu bütün vakitlerinde, oturuş 125 Aynı eser, II, 127. Mâce, Edeb, 53; Tirmizi, Da’vât, 6; Malik, Muvatta, Kur’ân, 24; İbn Hanbel, Müsned, I, 190. 127 Müslim, İman, 66. 128 Tirmizi, Da’vât, 82; ibn Hanbel, Müsned, III, 150. 129 Abdulvahhab Şarânî, el-Envâru’l-Kudsiyye fî Ma’rifeti Kavâidi’s-Sûfiyye, Kahire 1987, s. 22. 126 İbn 33 34 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR ve kalkışlarında, ayakta iken, otururken, yaslanırken, bolluk ve darlık ânlarında, gizli ve açık olarak, vahdet ve kesret hâlinde, rahatlık ve zorluk ânında, zenginlik ve fakirlik durumunda, ister Hakk’ı zikredenlerin ister gâfillerin yanında olsun, ister yöneticilerin ister sıradan insanların ve garibanların yanında olsun, onlar daima Allah’ı anarlar.130 Bu kişiler, münafık/ikiyüzlülerin kınamasından korkmaz ve dünyanın bütününe sahip olsa dahi, dünya işleri onu Allah’ı zikretmekten alıkoymaz, çünkü bir şeyi sevmek insanı her tür bağdan kurtararak özgürleştirir.131 Onun kalbinin berraklığını her iki dünya kaygılarının hiçbiri kirletemez. O kişinin başında kıyâmet kopsa bile, dilinde Allah’ın zikri, kalbinde de Allah fikri bulunur.132 Sûfîlere göre, tasavvufta önemli etkinliğe sahip olan zikir, daha öncede belirttiğimiz gibi, Kur’ân-ı Kerim’de geniş bir şekilde yer almaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de altmışın üzerinde âyet doğrudan, iki yüz elli altı âyette dolaylı olarak zikrin insanlar için faydası beyan edilmektedir.133 Kur’an’ın üzerinde çokça durduğu zikir, insanın derûnî bir faaliyetidir. “Rabbini gönülden (samimi) ve korkarak, içinde hafif bir sesle sabah-akşam zikret; gafillerden olma.”134 âyeti ile Allah zikrin lisanî, kalbî ve samimi olarak yerine getirilmesini emretmektedir. Allah’ı devamlı hatırlamak samimi Müslümanların vasfıdır. Sûfîler samimiyetlerinin izharı için daha da ileri giderek cennetin ve cehennemin kendileri için asıl hedef olmadığını iddia etmişlerdir. Onlar ne cennete yaklaşma ne de cehennemden uzaklaşma telaşı içindedirler. Onlar sadece Allah’a kavuşma aşkıyla yanıp-tutuşan 130 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 235b. Aynı eser, vr. 239b. 132 Aynı eser, vr. 240a. 133 Muhammed Fuad Abdülbakî, Mu’cemu’l-Mufehres, Kahire, 1983, s. 273-274. 134 A’raf, 7/205. 131 İSLAM DİNİNDE ZİKİR kimselerdir.135 Bazı sûfîler de cenneti yalnız Allah’a vuslat ve O’nu görmek için arzulamışlardır.136 Mutasavvıflar için zikir, kalplerin Allah’ı anmaktan gâfil kalmamasıdır. Zira Allah’ın “Gâfillerden olma”137 diye buyurması, kişinin bir bütün olarak Allah’ı anması, yani bütün “benlik” ile O’nu hayatın her evresinde yaşamsı, bir ân bile O’ndan uzak olmaması demektir. Gaflet, manevî, ilâhî güzellikler yerine nefsanî ve hayvanî arzuları takviye eder. İşte zikir, kişide bir ân bile olsa gaflet/unutkanlığın gelmemesi için ilâhî güzellikleri sûfînin benliğinin her yerine enjekte eder. Tıpkı şu ilâhî ifade de olduğu gibi, “Hiç aralıksız gece gündüz zikrederler.”138 Kalb kaynaklı ilâhî nûr, ten ile cân arasında bir birliktelik oluşturur. Rûh cevherinde meydana gelen her etkileşim aynı şekilde bedeni de etkiler. Beden ilâhî uyumu sağlayınca bu defada bedenin Allah’a karşı uyanıklığı kalb vasıtasıyla rûhu parlatarak ilâhî feyzden daha fazla nemalanmasını sağlar. Kalp, ten ve rûh birlikteliği ile Allah’ın nûru sâlik üzerinde artar. Her mertebedeki nûrun artmasının bir sınırı olmadığı için, bu ulvî sülûkta yüce makamlardaki âriflerin yolculuğunun da bir sınırı ve sonu yoktur. Bu artık sınırı olmayan bir aydınlanma okyanusuna gark olmaktır. Sûfîlerin iç dünyaları murakâbede istiğrak olmuştur. Onlar, Allah dışındaki her şeyin, Allah’tan sudûr edip, Allah’a döndüğünü yakîn üzere görünce, ne kendi benliklerinde, ne de âfakta başka hiçbir hâl müşahede etmezler. Yani her şeyi Hakk’tan görürler. Onlar, enfüste ve âfakta Allah’ın şuûnâtını bizzat gözleriyle görürler, yani ayne’l-yakîn bilir- 135 Yunus Emre, Divân, haz. Abdülbakî Gölpınarlı, İstanbul, 1964, s. 257. Schimmel,” Müslümanlıkta Mutasavvıfane Duâ ve Niyaz”, AÜİFD, Ankara, 1953, sy. ΙΙ-ΙΙΙ, s. 211. 137 A’raf, 7/205. 138 Enbiya, 21/20. 136 Annemarie 35 36 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR ler. Bu yakînîlikteki gaye, Allah’ı mutlak sûrette anmaktır. Bu anış, ister zât yönünde olsun, isterse sıfat ve isimle bir anma olsun eşittir. Yani ıtlak üzere, her durumda zikretmek kast edilmiştir.139 Öyle ki, sâlik bütün mahlûkattan kendini soyutlayıp anmak moduna geçmesi gerekir. Gönülde Allah ile tam bir bütünleşme sağlanmalıdır ki, lafzı tekrar etmekten kurtulup, sadece Allah’ın herhangi bir isim ve sıfatına takılmaktan sıyrılıp, Allah’ı bir bütün olarak renksiz bir modda anabilsin. Tasavvuf pratiğinin merkezinde bulunan zikir, önemli bir psikolojik eğitim veya terbiye uygulaması/temrinidir. Daha önceden de ifade edildiği gibi tasavvuf düşüncesinde zikir, Hakk’ın isim ve sıfatlarını belli bir âhenk içerisinde tekrarlayarak anmak ya da hatırlatmaktan ziyade, gönülden gelen bağlılığın hem dil olarak, hem de eylem olarak yerine getirilmesidir.140 Onun için zikir bütün âşık sûfîlerde, yaşanan dinîn kilit taşı olarak görülmüştür141. Zira âşık sûfîler, zikrin önemini142 Hz. Peygamberin (s.) şu hadisine bağlamaktadırlar: “Rabbını zikreden ile zikretmeyenin durumu, diri ile ölünün durumu gibidir.”143 Tasavvuf ehli zikri, bir canlının yaşamını sürdürmesi için temel besin maddelerine ihtiyaç duyduğu kadar gerekli görmüşlerdir. Zikir, İslâm tasavvufunda, insana kendi aslî hâlini hatırlatan tüm farklı vasıtalara verilen genel bir isimdir. Ve zikrin içindeki vasıta, hatırlanması gerekeni canlandırmak için kullanılan bir semboldür.144 Onun için şu bir gerçek ki; zikrin, hatta bütün tasavvufî 139 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 251a. Aynı yer. 141 Reynold A. Nicholsan, The Mystics of İslâm, London,1989, s. 45; Ali Tenik, “Sosyo-Psikolojik Açıdan Zikir ve Şanlıurfa Dergâh Camii Örneği”, Tasavvuf Dergisi, Ankara 2002, sy. 8, ss. 97-116. 142 Kuudûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 215b. 143 Buharî, Daavât, 66; Müslim, Müsâfirîn, 221. 144 Martin Lings, The Book of Certainty, London 1972, s. 31. 140 İSLAM DİNİNDE ZİKİR yaşamın gayesi, sâliki kelimelere bağımlılıktan kurtarmaktır. Zikir, sabır, fakr, tevekkül vb. kelime ve kavramlardan soyutlamaktır. Ancak bu kurtuluşun sağlanması için verilen mücadelede değerlerin iyi tespit edilip yerinde kullanılması gerekmektedir. Ancak bu kurtuluşun sağlanması için ortaya konulan mücadelede değerlerin iyi tespiti ve ideal biçimde yerine getirilmesi ihmal edilemez bir gerçektir. Sûfîler, asıl olan kelimelerden kurtulup tam bir müşahedeye ermektir şeklinde görüş beyan etmişlerdir.145 Unutmamak gerekir ki, kelimeler ve şekillerden sıyrılmak için elzem olan eğitimi yaparken zikrin bir meditasyon süreci olarak hedefine vardırılması şarttır. Tasavvuf ve tarîkat etkinliğinin ana amacı, insanda Allah’ı temsil eden merkez olan gönlü, nefs/şeytan egemenliğinden korumak, nefsin galebesini önlemektir. Yani Allah’ın emrinde olan ruhun nefs üzerindeki üstünlüğünü sağlamak, mâsivâ ile özdeşleşmiş olan nefs üzerinde tam bir üstünlük sağlamaktır. Zira nefs, tasavvufta, insanın Allah’a vuslatında mevcut olan perdelerin toplamıdır. Tasavvufun seyr u sülûk mücadelesi, bu sayısız perdelerin bir daha oluşmamak üzere bir bütün olarak ortadan “yok” etmek mücadelesidir. Çünkü insan doğası, “nefs” ile “rûh” arasında devamlı olarak süregelen bir mücadele temeline dayanmaktadır. Zikrin bu mücadeledeki hedefi, insanın fiziksel varlığını ruhsal varlığından ayırarak, bu ruhsal varlığın Allah’a doğru özgürce gitmesini sağlamaktır. Bazı sûfîler, insan üç merhaleden oluşan zikir aşamalarıyla, zikirde hedeflenen gayeye ulaşır görüşündedirler. Bu merhaleler; insanın Allah’ı maddî varlığıyla zikretmesi, diğer varlıkla birlikte zikretmesi ve aslî varlığı olan Allah’la zikirdir. Birincisi, herhangi bir disiplin altında olmaksızın sadece dil ile yapılan zikirdir. Bu zikirde yalnızca dilin faaliyeti mevcut- 145 İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, II, 228. 37 38 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR tur. İç benliğin, yani gönlün anışı aranmamaktadır. Bu sülûka yeni girenlerin zikridir, bir alıştırma safhasıdır. Bidâyet zikri sayılan bu Allah’ı anış şekli zamanla diğer varlığın insana katılmasıyla ilk zikrin bir üst aşaması haline gelir. Bu aşamada, varlıkların, Kur’ân tarafından teşbih olarak bildirilen eylemlerinin tümü insan benliğinden hissedilir. Yani insan bir küçük kâinat olup diğer varlıkların zikirlerini kendi benliğinde hisseder. Bazı sûfiler, Allah ile benliklerini bütünleştiren kişiler, her varlıkta çıkan bütün seslerin, rüzgârın, suyun yağmurun Allah’ı zikretmekte olduğunu söylerler. Hatta insanların eğlenmek için kullandıkları enstrümanların her vuruşta Allah’ı andıklarını ifade ederler.146 Varlıkların insanın zikrine iştiraki ve insanların beslenme yönünde varlıklardan farklı yönde aldıklarının, yani hayvansal ve bitkisel yolla aldıkları gıdalardan dolayı, diğer varlıkların insan üzerindeki zikir hakları açısında farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Sûfîler, insanın aldığı gıdalardan hem hayvanların yapacağı zikrin hakkı hem de bu gıdalardan alınan bitkilerin insan üzerinde zikir hakkı mevcuttur. Onun için insanların bu varlıklar adına ve hayata kalma adına aldıkları gıdanın zikrini de ifâ etmeleri gerekir demişler.147 Sûfîlere göre, Allah’ı dil ile zikreden, cemâdlar/ donuk varlık, Kalb ile zikreden kevn, rûh ile zikreden Hamelei Arş, sirr ile zikreden Arş ile Allah arasındaki ulvî varlıklar eşlik ederler.148 Sûfîlerin geneline göre, bidâyetteki sâlikin kendisini gafletten kurtararak zikre tam olarak sarılması zordur. Bu durumda sâlikin, kendisini Allah’ı zikretmede disipline etmesi büyük önem arz etmektedir. Kimi sâlikler, Allah’ı anmada 146 Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, İstanbul 1979, s. 240 Ali Tenik, Ahmed Kuddûsî ve Tasavvuf Düşüncesi, Bor’lu Ahmed Kuddûsî Vakfı Yayınları, İstanbul 2012, ss. 225-229 148 Muhammed b. Hasan el-Halvetî, vr. 89, 101. 147 İSLAM DİNİNDE ZİKİR gaflete düştüğünden dolayı nefislerini şiddetle cezalandırarak terbiye altına almaya çalışmışlardır. Bazı sûfilere göre Allah’ı zikretmek, manevî kılıç konumundadır. İç dünyalarındaki düşmanlara karşı bu kılıçla cihad ederler. Kendilerine uğrayan belâ ve musibetleri bu vâsıtayla yok ederler.149 Sûfîlerin bazıları, manevî zevki; namaz, zikir ve Kur’ân okumada bulabileceğimizi tavsiye etmişlerdir. Eğer kişi bu üç ibâdette de manevî zevk bulamazsa, kalbinin günâhları sebebiyle kapalı olduğunu belirtmişlerdir. Diğer bazı sûfîler ise, kişi, Allah’ın zikrinden gafil olmanın sıkıntısını yaşadığı oranda zikirdeki ünsün tatlılığını bulabileceğine dikkat çekmişlerdir. Sûfîler, zikirden zevk almak için sadece dil ile yapılan zikrin yeterli olamayacağını, gerçek mânâda feyz alabilmek için kişinin kalbinin mutlaka devreye girmesi görüşündedirler. Fakat zikrin hakîkatine ulaşmak ancak sâlikin, zikir esnasında bütün benliğiyle iştirak etmesi gerekmektedir.150 Tasavvuf anlayışına göre, insan emir ve halk âlemlerini kendinden cem’/toplayan bir varlığa sahiptir. Bu da insanın vahdâniyet yönünü göstermektedir. Bu vahdânîyet insan dışından başka bir varlıkta bulunmaz. Bu özellik, havsalanın algılamadığı bir olağanüstülük ve esrarengiz bir birleştiriciliktir. Onun için insandan sudûr eden hamd bütün varlıkların hamdinden kat kat daha fazladır. Bundan da anlaşılıyor ki, mahlûklar/yaratıklar tabiri insan dışındaki bütün nesneyi kapsamaktadır. İşte “insan-ı kâmil”in insanla birlikte bütün varlıkları bir bütün olarak ihata etmesinin sebebini burada aramak gerekir. “Bütün varlık/evrensel varlık” olmasının sırrı burada yatmaktadır. Onun için kâmil insan diğer varlıklara kıyasla kendini “toplayıcı varlık” olarak görür. Yani insan-ı 149 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 222. eser, ss. 224-225. 150 Aynı 39 40 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR kâmilin yaptığı hamd bütün öteki varlıkların ve bütün insanların hamdlerinden de fazladır.151 Zikrin asıl manası, gönülden masîvayı çıkarıp, Mevlâ’yı sevmektir. Allah’ın dışındaki her şeye masîva denir. Zikir nefsi ezip, yüce Rabbi yüceltmektir. Zikir fikrin meyvesidir. Fikirde muhabbetin eseridir. Muhabbet ise Allah vergisidir. Sevgisiz insan yoktur. Her insanın bir şeye muhabbeti vardır. Önemli olanda bu muhabbeti Allah’a yöneltmektir. Bu da zikir ile olur. Gazâlî bu konuda şöyle diyor: ‘’Bir müminin, çarşıyı veya işyerini özlediği kadar, ibadeti ve zikir meclislerini de özlemelidir. Allah’a âşık olan müminlerin eli işte iken kalbi zikirde, aklı ahirette, gözü yeni bir hayır ve hizmettedir. Bir kusur işlerse hemen tevbe etmelidir. Çarşı pazarda tavsiye edilen zikirleri çokça söylemelidir. Gafil kimsenin manen ölü, zikredenin ise diri olduğunu bilmelidir.’’ Muaz bin Cebel, Allah’ın Resulü’nden duyduğu son sözün şu olduğunu anlatıyor: “Allah Resulü’ne sordum: Allah’a hangi amel daha hoş gelir? Dedim. “Dilin, Allah’ı anmakla ıslanmış olarak ölmendir” dedi.152 Abdullah bin Bısr’dan gelen rivayette adamın biri Hz. Peygamber’e“Şer’i hükümler çoğaldı. Bana sıkı sıkıya sarılacağım birini söyle” dedi. Hz. Peygamber (s.): “Dilinden Allah’ın zikrini eksik etme, dilin daima onunla yaş olsun” buyurmuştur.153 Şaranî: ‘’Burada dilin yaş olmasından maksat, gafil olmamaktır. Çünkü kalp gafil olursa dil kurur ve yaş olmaktan çıkar’’154 diyor. 151 İmâm Rabbânî Ahmed Farûk Serhendî, çev. Abdülkadir Akçiçek, Merve Yayınları, İstanbul, I, 307 152 Münzirî, Et-Terğib ve’t-Terhib, 2, 395; Hakim, Müstedrek. 153 Tirmizî, Deavat, 4; İbn-i Mace, Edeb, 53, (3793) 154 Şaranî, Tabakat, 1, 24 İSLAM DİNİNDE ZİKİR Fahreddin Razî, “Siz beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin” 155 âyetini tefsir ederken şöyle demiştir: Yüce Allah bu âyette zikir ile şükrü bir arada anmıştır. Zikir de şükür gibi üç çeşittir. Bunlar, dil, kalb ve beden ile yapılan zikirlerdir. Dil ile zikir, Yüce Allah’ı güzel isimleri ile anmak, Ona hamd etmek, tesbihte bulunmak, Kur’an’ı okumak ve dua etmektir. Kalb ile zikir de, yüce Allah’ı gönülden anmaktır. Bu bir nevi tefekkürdür. Beden ile zikir ise, vücudun bütün organlarının Allah’ın emirlerini yerine getirmeleri ve yasaklarından sakınmaları ile olur. Bu da kişinin kendi vücudunun organlarını Allah’ın yolunda bulundurması ile mümkündür.156 Zira İmam-ı Rabbani, “Zikrin faydalı olması ve tesir edebilmesi için şeriate uymak şarttır. Farzları ve sünnetleri yapmak ve haramlardan ve şüpheli olan şeylerden sakınmak lazımdır. Bunları da ehil olan âlimlerden öğrenerek yapmalıdır.”157 demektedir. Rasulullah (s.) şöyle buyuruyor; “Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o salah bulursa bütün ceset salah bulur; eğer o bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin o kalptir.‘’158 Manevî terbiyede ilk olarak kalp ele alınır. Bütün Allah dostlarının tecrübe ve tespitlerine göre, kalbin temizlenmesi ve nefsin terbiyesi için en etkili ilaç Allah’ı zikretmektir. İbadet ve ameller de bir çeşit zikirdir. Fakat kalbe ilaç olacak, nefsi ıslah edecek zikir, hepsinden ayrı özel bir ameldir. Allah dostları kalbin ilacı olan zikri, günlük yapılan zikir (vird) haline getirmişlerdir. 155 Bakara 2-152 Mefatihu’l-Gayb, 4, 71 157 İmam Rabbanî, Mektûbât, I, 197. 158 Buhârî, Îmân, 39. 156 Razî, 41 42 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Müminlerden istenen, devamlı zikir içinde olmalarıdır. Bu hal, zikre devam edilerek zaman içinde elde edilebilir. Arifler, “zikir kalpte iyice yerleşirse nefes alıp vermek gibi tabii hale gelir. O zaman insan istese de zikirden uzak kalamaz” demişlerdir. Bu hale ulaşan insan yerken, içerken, gezerken, çalışırken, konuşurken, yatarken, kalkarken kalbiyle devamlı Allah ile bütünleşir, yani O’nu zikreder. Bu, başı ağrıyan bir kimsenin durumu gibidir. Başı ağrıyan insan hangi işle meşgul olsa başının ağrısını hisseder, aynı zamanda işine de devam eder. Zikrin kalbe yerleşmesi de böyledir. Allah, bu hale ulaşan kalplerin ticaret ve alışveriş yaparken dahi zikirden kopmayacağını belirtmiştir. Sûfîler, kalp, zikrin rayıhasıyla ıtırlanır, nuruyla ışıklanır, ateşiyle yanar, hararetiyle pişer, rengiyle renklenir, sıfatıyla sıfatlanır ve hakikatiyle gerçekleşirse, bütün beden organları Tûr vadisinde Hz. Musâ’nın yanında Allah’ı zikreden ağaç gibi, Allah’ı zikrederler.159 Bunu O’nun dışında ne kimse duyar, ne kimse de anlar. Hatta iyi âmellerin yazıcısı melekler bile bu hâli görmezler, bilmezler. Bu hâl, zikredenle zikredilen arasında aşk esrarı, yakınlık, bütünleşme ve kucaklaşma olarak gerçekleşir. Seven, sevgilisiyle, kesrette/kalabalıkta yalnızdır. O zaman görünüşteki gözler yaş akıtır, bâtın gözler, pişmanlık hıçkırıklarıyla inler, vücutta bir lezzet, kalpte bir tatlılık oluşarak insanların kalplerine etkileşim başlar. Allah’tan gelen her şeye baş eğer, rıza gösterir ve yaratılan her mahlûku mazur görür. Sözlerinde doğruluk, iç dünyasında aşk, dış görünüşünde iyi ahlâk ile ahlâklanır. Ölüm çırpınışlarında ilâhî cemâl belirir ve Resûller Resûlunun nûr yüzleri aynen görünür. Rüyâlar tatlı olur. Allah’ın Resûlunu rüyâda görür. Vücûdu sıhhatlı, kalbi huzurlu ve mutlu olur.160 159 Bk. Kısas, 28/30. 160 Abdülhakim Arvâsî, Râbıtaî Şerif, nşr. Necip Fazıl Kısakürek, İstanbul 1979, s. 42. İSLAM DİNİNDE ZİKİR Zikirde üst merhale ise, Allah ile zikirdir. Yani zikredenin zikredilende/zâkirin mezkürde “yok” olup kendi varlığından sıyrıldığı zamanda ortaya çıkan bir keyfiyettir. Bu merhaleye kadar yapılan zikirler, Allah’ın “Beni zikredin” emrinde açıklanırken, zâkirin, “ben de sizi zikredeyim”161 beyanındaki sırra denk düşmektedir. Bu hâli anlatan bazı sûfîler, “Ben Allah’ı zikredince Allah da beni zikreder ve ben bunu derhal fark ederim.”162 şeklinde beyanda bulunmuşlardır. Sûfîler, “Ve Allah’ın zikri en büyüktür.”163 âyetini yorumlarken, Allah, kulu, kulun O’nu zikretmesinden daha çok zikretmektedir şeklinde bir neticeye varmışlardır.164 Bazı sûfîler, “Beni zikredin Ben de sizi zikredeyim” âyetini yorumlarken, kişilerin hâllerine göre farklılığın ortaya çıkması olarak yorumlamışlar. Onlara göre, Allah kendisini zikredene, “Alçak gönüllükle Beni zikredersen, Ben de seni üstün kılmakla anarım. Kalbi kırık bir şekilde Beni anarsan, Ben de kalbini saf bir hâle getirmekle seni hatırlarım. Beni dilinle zikredersen, Ben de cennetlerime girdirmekle zikrederim. Beni kalplerinizle hatırlarsanız, Ben de size istediğiniz hakîkatleri vermekle hatırlarım. Beni hizmet yönünden kapımda anarsanız, Ben de sizi kurb halısına kabul etmekle ve nimetimi tamamlamakla hatırlarım. Beni sırrınızı saflaştırmakla zikrederseniz, Ben de size ihsânımla yetinme özelliğini vermek suretiyle hatırlarım beni gayret etme ve cefâya katlanmak ile zikrederseniz, Ben de sizi cömertlik ve ihsân ile hatırlarım. Beni selamet sıfatıyla anarsanız, Ben de sizi pişmanlığın fayda vermediği kıyamet gününde hatırla- 161 Bakara, 2/152 Ebû Nûaym Ahmed b. Abdullah el Isfehânî, Hilyetü’l-Evliyâ, Mısır 1932, II, 324 163 Ankebût, 29/45 164 Râğıb Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed el-Isfahânî, el-Müfredât, Mısır 1961, “Zikir” Maddesi. 162 43 44 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR rım. Beni korkarak zikrederseniz, Ben de sizin arzu ettiğiniz şeyi gerçekleştirmek suretiyle hatırlarım.” Zikir, zikredilenin şühûdu içerisinde zikreden kimsenin istiğrak/boğulmak hâlidir. Daha sonra da Allah’ın vücûdunda yok olmasıdır. Allah, “vücûdumuzda yok olunuz/yok olmak için çaba sarf ediniz. Ben de sizi fenânızdan sonra anayım.” İbare ehli olanlar, muvâfakatla Beni zikredin, Ben de kerâmetlerle zikredeyim, işaret ehli olanlar, her türlü zevki terk etmekle Beni zikredin, Ben de sizi, kendinizin fenânızından sonra, sizde Hakk’ı ikâme ettirmekle zikredeyim. Lütuf ve ihsânımda ziyâde benimle yetinerek Beni zikredin, eğer Benim zikrim daha önce geçmeseydi, sizin zikriniz bana ulaşmazdı. Bütün ilgi ve alâkaları kesmekle Beni zikredin, Ben de hakîkatin sıfatlarıyla sizi zikredeyim.”165 Sûfîler, kalbin sürekli Allah’ı anmak hâiyle huzurlu bir şekilde kalmasını birbirlerine tavsiye etmişlerdir. Onlara göre kalb huzur haline geçince O’ndan başka bir şey düşünemez ve düşünmemesi de gerekir. Çünkü Allah kıskançtır, dâima kendisinin anılmasını ister. Onun için sûfînin dili sürekli Allah’ın zikriyle ıslak olması gerekir. Onlar, Allah zikredildiği zaman insandaki enâniyet/bencillik erir, beşerî istekler yok olur, nefsi engeller ortadan kalkar. Sonunda Allah ve sevenleriyle beraber olursun.166 Zikirde Allah’ın çizmiş olduğu üst sınıra gelen insan, tabiat güçlerine hakîm olma seviyesine gelir. Zira o, tabiatı ve tabiatta bulunan bütün nesneleri aşmış, onları kendi benliğinde küçük zerreler haline getirmiştir. Zerrelerin kendini sarmalayan ilâhî atmosferine hükmetmesi artık mümkün değildir. Tıpkı şu sözde olduğu gibi, “Yıldırımlar, mü’min gayrı mü’min her- 165 Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, I, 137-138. eş-Şeyh İbrahim es-Samarrâî, es-Seyyid Ahmed er-Rıfâî-Hayatuhû ve Âsâruhû, Beyrut 1982, s. 27. 166 Yûnus İSLAM DİNİNDE ZİKİR kese isabet eder. Yıldırımların isabet etmediği tek kitle, Allah’ı zikredenlerdir.167 1.5. Kalp Zikri- Dil Zikri Zikretmek, zikredenin hayatını bir bütün olarak ihata eden bir hakikat olduğuna göre, öyleyse kişi nasıl olmalı da her zaman zikir halinde olmalı ve çok zikredenler zümresinden sayılmalı... Sûfîler, zikirde önemli olan dilin hareketi değil, kalbin Allah ile beraber harekete geçmesi olduğu görüşündedir. Dil, sadece Allah’ı anarak, zikrin kalbe yerleşmesini ve kalbin de zikre katılmasını sağlar168. Zikir, kalbi hâkimiyeti altına aldığı zaman kişinin bütün duyularını ilâhî nûrla aydınlatır. Allah’ın “İşte senden perdeyi kaldırdık. Bugün gözün ne kadar keskindir.”169 Övgüsüne layık olur. Bu övgüye mazhar olan kişi, fertlerin ve toplumun arzuladığı “kâmil-insan” modelini ortaya koyar. Bu karaktere sahip insanların sayılarının çoğalmasıyla yaşanabilir bir toplum oluşur. Böyle yüksek karakterli insanların varlığı zikrin, insan psikolojisinin üzerinde önemli bir tesirini gösterir. Mutasavvıflara göre zikrin yerine getirilmemesi veya unutulması, kalbin ölümü demektir. Unutmak vasfı, beşer olarak insanoğlunun zaafiyetidir. Bu zaafiyet, Allah’ı anmada da görünmektedir. Zira Allah unutanların durumunu, “Kalpleri Allah’ın zikrinden yana katılaşmış olanlara yazıklar olsun”170 âyeti ile açıklar. Zikirsiz kalan kalpten dolayı ruh da sevgisiz kalır. Allah sevgisinden uzaklaşan kalp nefsin dostu olur.171 Sûfîler, sadece dil ile yapılan zikrin tamamıyla faydasız olmadığına işâret etmektedirler. Onlara göre, taklîtçi zâkir, ölülerin ardından para ile tutulan ağlayıcılara benzer. Ancak 167 el-Isfehânî, Hilye, III, 181. age., ΙΙ, s. 248. 169 Kaf, 50/24. 170 Zümer, 39/22. 171 İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricu’s Sâlikîn, trc. Heyet, İstanbul, 1994, ΙΙ, s. 331. 168 el-Mekkî, 45 46 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR mukallid zâkir, yaptığı zikirden dolayı, bütünüyle sevaptan mahrum olmadığını, hesaba gelince yas tutucuya da para verileceğini belirtirler.172 Fakat mukallidin bu zikri hiçbir şekilde tahkik ehlinin zikriyle mukayese edilemez. Zira taklidî zikir, riyâdan gelmektedir. Riyâdan beslenen zikrin de sâlik üzerinde hiçbir tesiri olamaz. Mevlânâ, riyâ ile yapılan zikri, gübrelikte biten yeşilliğe benzeterek, dışarda görünen lafız güzelliğinin herhangi bir değerinin olmadığını ifade eder. 173 Zikirde asıl olan, Allah’ı gönül rikkati ve aşk ile hissetmektir. Bu yüzden bazı sûfîler, dil ile yapılan zikri, geçici araz olarak nitelendirerek, dil ile yapılan zikrin, zikrin sureti olduğunu söylerler.174 Bu görüşlerini de, “Allah sizin suretlerinize değil, kalblerinize ve âmellerinize bakar” hadisine dayandırırlar. Bu yüzeysel ve suret olanın, kişiyi zikrin derûnîliğine inmesine engel teşkil etmemelidir.175 Zikrin asıl gaye ve mânâsına inen kişi, Allah’ı anmaktan dilediği ilâhî vergiye ulaşabilmesi için zikri ten düzleminden değil,176gönülden yerine getirmelidir. Bu hâl ile yapılan zikri sûfîler, Allah’ın isimlerini misk kokusuna benzeterek, bu güzel kokunun, bedene ve dile değil, gönül parlaklığı ve letâfeti için gönle sürülmesi gerektiğini belirtirler.177 Bu zaafiyetler, bazen tarîkatlarda, riyâzetler yerine getirilirken de görülmektedir. Bazı mürîdlerin, zikir ritüeli esnasında yaptıkları aşırılıklar da kabul edilecek bir durum değildir. Onun için Allah’ı zikretmek, ne giyim ne de bedenin durumuyla ilgilidir. O’nu anmak kalp ve niyet işidir. Herhangi bir ibadet ya da ritüelde belli oturuş şekilleri ve belli giysilere bürünmek 172 Mevlânâ, Mesnevî, II, 496. Mesnevî, II, 1017. 174 Aynı eser, II, 1759-1761. 175 Aynı eser, II, 1761 176 Osman Nuri Küçük, Mevlânâ’ya Göre Manevî Gelişim, İnsan Yayınları, İstanbul 2009, s. 653. 177 Mevlânâ, Mesnevî, II, 267. 173 Mevlânâ, İSLAM DİNİNDE ZİKİR Kur’ân’ın rûhuna aykırıdır. Zira Allah’a yapılan diğer ibadetlerde olduğu gibi, zikirde de, boynu büküklük, gizlilik içinde ve iç dünyamızda seyretmelidir. İşi kelimelere dökmek, kendinden geçerek bağırıp çağırmak gafletin neticesidir.178 Gaflete düşüp, kalbin katılaşmaması için Allah anılmalıdır. O’nu yâd etmek, hatırdan çıkarmamak rûh ile beden arasındaki dengeyi sağlar ve rûhu devamlı diri ve uyanık tutar.179 Kur’ân’da geçen “Gafillerden olma”180 cümlesi hiçbir zaman Allah’ın unutulmamasını, kalbi zikrin sürekli olmasını gerekli kılar. Muteber olan zikir, Allah’ı daima ve dikey olarak, sürekli düşünme eylemidir. Tasavvufî zikrin temel ilkesi, kalbin Allah ile beraber harekete geçmesidir. Allah da, kuldan derûnîlikle düşünmeye dayalı gönülden gelen, samimi, içten fışkıran sesle daim bir anmayı istemektedir.181 Dil sadece kalbin sözcüsüdür, o zikrin kalbe yerleşmesinde ve gönül dünyasının da zikre katılmasını sağlar.182 Gönülden yapılmayan zikrin ne bir etkisi, ne de yapana bir faydası vardır.183 İnsan, kendini zikre aşina kılınca derûnî olarak kendini her şeyden ayırır. İhlâsla gönülden yapılan zikir, kişinin kalbini zerre zerre parçalayarak mahv hâline götürür.184 Öyle ki ölümde ilâhî olmayan her şeyden ayrılır. Geriye kalan yegâne şey zikirdir. Eğer bu zikre aşinaysa ondan zevk bulur ve ona yönelen mâniaların bertaraf olmasıyla sevinir, öyle ki, kendisini sanki Ma’şûk’la baş başa bulur.185 Sûfî için zikir, ne pasif bir amel, ne de dilin irade dışı Hakk’ı anmasıdır. Sûfîlere göre zikir, sâlik’in bütün benliği ile Yara- 178 Aynı eser, s. 118. age., VII, s. 458. 180 Ra’d, 13/28 181 Bk. A’râf, 7/205. 182 El-Mekkî, a.g.e., II, 248. 183 Kuddûsî, Dîvân, s.22. 184 Mevlânâ, Mesnevî, II, 507. 185 Gazâlî, İhyâ ‘Ulumid-dîn, I, 403. 179 Elmalılı, 47 48 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR tıcısını devamlı hatırında tutması, anmasıdır. Zikir, sâlikin, Hakk ile iletişim kurmak amacıyla, O’na yönelerek, kendini tamamen Allah’a vermesi ve kendini O’nda kaybedecek şekilde bütün alıcılarını ilâhî irâde ve ilâhî vericilere yoğunlaştırmasıdır. Zikir, sâlikin, Allah’la beraberliği kemâl noktasında yaşadığı, O’ndan bir ân bile uzaklaşmadığı ve bütün ağyârdan ilişkinin kesildiği andır. Zikir, sevginin, işrâkın ve vecdin en üst düzeye çıkıp, zâkirin sevgide boğulduğu andır. Hakk, sâlikin perspektifinde ruhsuz, donuk, sevgiden yoksun abidlerin tesbih tanelerinde sayılara dökülen bir ilâh değildir.186 O, âşık sâlikin gözünde bütün varlıklarda görünür. Yeter ki, kişi her gördüğü eşyayı okuyabilsin, o eşyadaki ilâhî tecelliyi fark edebilip Yaratıcıyı anabilsin. Zikir, ilâhî algılamayı sağlamak için düşünceyi bir yerde toplamak, tarîkte ilerlemeye yardımcı olacak ruhsal güçleri salıvermek gayesi gütmektedir. Genel olarak zikir tasavvufta bu perspektiften değerlendirilir. Dil ile Allah’ı anma, düşünceyle bütünleşip güç harcamaksızın otomatik olarak ağızdan çıkmaya başlayınca, yüksek zikir aşamasına gelinmiş demektir. Bu da düşünce ve beden ikileminin aşıldığını göstermektedir.187 Kalp, Allah’ı anmamaktan dolayı paslanıp, İlâhî istikâmetten sapınca onu düzeltecek tek ilaç zikirdir. Bu önemli ilacı âyet-i kerime de şöyle beyan ediyor: “Rabbini çok an, sabah-akşam tesbih et.”188 Zikir kalbi cilalar, parlatır, Allah’ın nûruyla parlayan kalp de, “Mutlak varlık”a karşı sevgi kuşatması oluşur. Sâlik Mâ’şukunun eşsiz güzelliği karşısında kaybolur. Seven kimsenin (âşık) en büyük arzusu, O eşsiz güzele vuslattır. Bütün arzusu, O’nunla olmak, O’nunla yaşamaktır. Bu hâl sâlikin kalbinin tamamıyla sevgiyle dolduğunu gösterir. Sevgi onu öyle kuşatmıştır ki, 186 Tenik, age., s. 254. Kuudûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 234b. 188 A’râf, 7/205. 187 İSLAM DİNİNDE ZİKİR onun kulağı, gözü, irâdesi ve duyuları hâline gelir. Allah dışındaki her şeyi (mâsivâyı) unutarak kalbe sadece Allah aşkını yerleştiren kişilerle hem ferdî hem de toplumsal çözülmelere engel olunur. Kişi, Allah’ı zikretmekle Rabbinin sevgisini gönülden seçtiği için, gelen her türlü eleştiri ve saldırıya hazır olması gerekir. Şu da unutulmamalıdır ki, âşık sûfîler için zikir, yemek ve içmekten daha çok üstündür; çünkü onlar, “açlık zâhidlerin, zikir ise âriflerin taâmıdır” anlayışı ile zikre yaklaşırlar.189 Onlar, Allah sevgisinin tam anlamıyla gerçekleşmesi için, devamlı olarak Allah’la hemhâl olmak gerektiği görüşündedirler. Aksi takdirde bu sevginin geçerliğinin bir gerekçesi olamaz.190 Sûfîler, aşktan ve gönül bağlılığından yoksun olarak tekrarlanan lafız/ kelime ve cümlelerin sûfî üzerinde, istenen olumlu etkiyi göstermeyeceğini söylerler.191 Bu yüzden zikrin, aşk ile içselleştirilmesi gereğini sıklıkla vurgularlar. Sûfîler, Allah ismini, aşk ve gönül âhı olmadan yalnızca dil ile anmayı, aşk şarabının adını anmaya benzetirler. Onlar, aşk kadehinden içilip, aşkın etkisi görülmeden lisân ile yapılan zikrin, kişiyi arzularından kurtaramayacağını söylerler. Bu perspektifle hareket eden sûfîler, aşksız zikir yapan zâkiri tenkit ederler. Ve Allah’ı zikredenlere tavsiyeleri, zikir elfâzının derûnunda yatan hakikatin, hikmetin aşkla aranması hakikatini vurgularlar. Mevlânâ’nın dediği gibi, O’nun ilâhî şarabı ve cezbesi ile dolmayan kadehi olmadan, heva ve hevesten kurtulmak mümkün değildir.192 Onun için sûfî, zikrin sûretini aşarak mânâsına erişmelidir. Yalnızca dil ile tekrarlanan lafızlar, zikrin sûreti olduğundan; kişi bir sureti diğer bir suretle aşamaz. Yani dil ile yaptığı zikrin sadece sayı- 189 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 217b. yer. 191 Mevlânâ, Mesnevî, VI, 4038. 192 Aynı eser, I, 3453-56. 190 Aynı 49 50 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR sını artırmakla, ancak sureti artırmış olur. Zâkirin bu yanlıştan kurtulmasının çâresi de riyâzetini artırmasıdır.193 Zikrin sürekliliği kul ile Allah arasındaki sevginin, aşkın pekişmesi için en önemli ritüeldir. Sevgilileri, birbirlerini sürekli düşünmeleri, sevenin sevilene bağlanıp, her dileğini yerine getirmesi, gönülde Ma’şûk’a karşı vesveselerin tamamen yok olması demektir. Sûfîler, kendilerinin zikirden daha sahîh ve daha açık bir seyr u sülûk yolunun olmadığı görüşündedirler. Zira onlara göre, bir kimse Allah’a, ancak zikre devam etmek sûretiyle vâsıl olur.194 Çünkü Allah’ın kullarına sürekli açık olan kapısı zikirdir. İstediği zamanda, istediği mekânda, bildiği lisanla kulun Allah’la konuşmasıdır. Kur’ân, “Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler.”195 buyurarak, İslâm’ın öngördüğü bu özgür hareket etme hoşgörüsünü ortaya koymuştur. Eğer insan, Allah’la olan diyalogdan hâlâ haz alamıyorsa muhakkak ki, “kalp ilahî vericilere kapalı” demektir. Zikir ibâdeti, kalp, dil ve bedenin zamanla kayıtlı olmayan hareketidir.196 Zira zikri yerine getirecek kişinin kalb-dil-beden âhengini tamamıyla sağlamış olması gerekir. Bir duâ ve yalvarış olan zikir, dilin kalpteki duyguları bedenle hâle dönüştürmesiyle gerçekleşir. Dil de, bu hâlin tercümanı olarak kabul edilmektedir. Onun için dil-kalp-hâl uyumu olmadan samimi, ihlâslı zikrin gerçekleşmesi mümkün değildir. İşte bu tarz anma, kişinin benliğini yanılmalardan, Allah’a karşı yapılacak günâh ve hatalardan korur. Bu koruma süreci de sûfînin en önemli ödevlerinden birisidir. Allah sürekli anılırsa, kalp O’nun idaresine geçer ve hataya düşmesi engellenir. 193 Aynı eser, I, 3458. Hazinetü’l- Esrâr, vr. 232a. 195 Âl-i İmran, 3/191. 196 İbn Kayyım, age., ІІ, s. 332. 194 Kuddûsî, İSLAM DİNİNDE ZİKİR Tasavvufî anlayışta üç ritüel/ibâdet, kişinin Hakk’a karşı sevgisinin artmasına sebep olur. Bu üç önemli ibâdet, tefekkür, zikir ve ma’rifet/bilgi’dir.197 Sûfî için zikir, tarîkatlar da olduğu gibi198 zaman ve mekânla kayıtlı olmayan bir ritüeldir. Çünkü zikir, zamanı aşmak Mâ’şuk’la ölümsüzleşmek demektir. Sûfînin sevgilisi/Mâ’şuku ile bir eşref saati yoktur. Hz. Peygamber (s.)’in de belirttiği gibi; “Benim Allah ile öyle bir vaktim vardır ki, o vakit içine ne bir melek-i mukarreb ve ne de nebiyy-i mürsel girer”199. İşte bu vakit âşık sûfî’nin devamlı içinde bulunduğu “ân” dır, hâldır. O, bu “ân”da derya gibi coşarak Rabbi ile hemhâl olur. Sevgisi öyle taşmıştır ki, o sevgi içinde gark olmuştur. Çünkü âşık sûfî, gerçek zikrin, mâsivâyı unutarak, Allah’ı anmak olduğunu ve hakîkat üzere Hakk’ı andığı zaman, yaptığı zikirde Allah’ın dışında her şeyi unuttuğu için, Allah’ın da kendisini koruyacağının bilincindedir.200 Zikir, kesintisiz ve hiçbir kayıtla sınırlanmayan bir ibâdettir. Onun için sûfîler, bütün Müslümanları, tarîkatlı-tarîkatsız herkesi devamlı Allah’ı anmaya davet etmektedir. Birçok muhakkîk sûfî tarîkat bağlılığını, bağnazlığını aşan bu düşünceyle bütün Müslümanlara Allah’ı anmaya çağırırlar. Bu anlayış, tasavvufun “cami’u’t- turûk” yaklaşımıyla izah edile bilinir. 1.6. Zikrin Sürekliliği Müminlerden istenen, devamlı zikir içinde olmalarıdır. Bu hal, zikre devam edilerek zaman içinde elde edilebilir. Arifler, “zikir kalpte iyice yerleşirse nefes alıp vermek gibi tabii hale gelir. O zaman insan istese de zikirden uzak kalamaz” demişlerdir. Bu hale ulaşan insan yerken, içerken, gezerken, çalışır197 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 239a. Ömer Yılmaz, İbrahim Kurânî, İnsan Yay., İstanbul 2005, s.382 vd.; Dilaver Görür, Abdülkadir Geylânî, İnsan Yay. İstanbul 1999, s. 216-218. 199 Bk. Aclunî, a.g.e. II, 173–174. 200 Kuddûsî, Hazinetü’l- Esrâr, vr. 232a. 198 Bk. 51 52 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR ken, konuşurken, yatarken, kalkarken kalbiyle devamlı Allah’ı zikreder. Bu, başı ağrıyan bir kimsenin durumu gibidir. Başı ağrıyan insan hangi işle meşgul olsa başının ağrısını hisseder, aynı zamanda işine de devam eder. Zikrin kalbe yerleşmesi de böyledir. Allahu bu hale ulaşan kalplerin ticaret ve alışveriş yaparken dahi zikirden kopmayacağını belirtmiştir. Bir âyette yüce Allah, kendisi ile her an beraber olanların halini şöyle belirtir:’’Onlar öyle erlerdir ki, herhangi bir ticaret ve alışveriş kendilerini Allah’ı zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, yüreklerin ve gözlerin dehşetten ters döneceği ahiret gününden korkarlar.’’201 Birçok tasavvuf ehli ayette emredilen daimi zikir haline ulaşmışlardır. Bu zikre ulaşmayı en büyük gaye edinmişlerdir. Zikir onların kalbinde hiçbir nedenle kesintiye uğramaz. Öyle ki hiçbir halde zikirden uzak olmazlar. Zikrin bu derece bütün vücuda yayılmasına arifler zatî zikir, sultanî zikir ve devamlı zikir ismini vermektedirler. Zatî zikir, insanın bütün zatını, duygularını ve maddi varlığını saran, nefes alıp vermek gibi vücudun tabii hareketi haline gelen zikirdir. Dâîmi zikrin iki aşaması vardır. Basit, ibtidâi aşama ve mütekâmil, nihâi aşama. Birinci aşama, dil ile yapılan iradî zikirdir. Bu aşamada olan zâkirleri, zikre alıştırmak için kendilerine zikredilecek zikir elfâzı görev olarak verilir. Bu anlamda yerine getirilen her ibadet bir zikirdir. Nitekim Allah, “Ve namazı benim zikrim için kıl.”202 Ve aynı şekilde başka âyetlerde de, “ Hac esnasında Meş’arı Hârâmın yanında Allah’ı zikredin, O size nasıl hidâyet verdiyse, siz de O’nu öylece anın.”, “... Allah’ı daha kuvvetli bir anışla anın”, “sayılı Mina günlerinde Allah’ı 201 Nur 24/37 20/14 202 Tâhâ, İSLAM DİNİNDE ZİKİR zikredin.”203 şeklindeki ilâhî ifadelerde de görüldüğü gibi, her ibadet Allah’ı anmaktır. “Kişi ölüm anındaki hâl üzere haşr edilir” hadisiyle âmel eden sûfîler, hayatlarının her anını Allah’ı anmakla geçirmeye çaba sarf etmişlerdir. Ve tasavvuf terbiyesi alan sâliklere verilen zikir görevi bu çerçevede değerlendirilmiştir. Sürekli zikrin kemâl derecesine gelince, bu tasavvufta en ileri zikir aşamasıdır. Zikredenin zikredilenden fâni/yok olduğu hâlin sürekli olmasıdır. Bu hâl için, tayin edilmiş vakitler, belirli günler, tespit edilmiş ilkeler ve usûller aranmaz. Bu merhalede zikir ferdîdir, topluluklara teklif edilmez. Şu âyet bu zikrin tanımını vermektedir: “O, gönül gözü sahipleri öyle insanlardır ki, ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, hep Allah’ı anarlar ve göklerle yerin yaradılışı hakkında derin derin düşünürler.”204 “Öyle erler vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alışveriş Allah’ı zikretmekten alıkoymaz.”205 ve “Ey iman edenler, siz ne mallarınız, ne de evlatlarınız Allah’ın zikrinden alıkoymasın...”206 İşte bu zikir, duâsıyla coşkunluğunu aynı mana çizgisinde birleştirebilmiş kişinin zikridir. Bu zikir, kesrette/çoklukta birlik, kalabalıkta uzlet sırrına ermiş yüce benlik sahibi kişilerin zikridir. Bunlar Allah ve Resûlunu kendine hayat düsturu edinenlerin zikridir. Zira Allah, “...Allah’ın Resûlunde Allah’ı ve ahiret gününü umanlarla Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.”207 buyurur. Sûfîler, Hz. Peygamber (s.)’in hayatının celvet içinde geçtiğini, yani insanlarla iç içe bulunduğunu, onun için de Peygamberi örnek alanların, “kesretten uzlet” ilkesine dikkat etmeleri 203 Bakara, 2/198-203. İmrân, 3/191. 205 Nur, 24/37 206 Münâfikun, 63/9. 207 Ahzâb, 33/21 204 Âl-i 53 54 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR gerektiği görüşündedirler. Zira sûfî kâin ve bâin/beraber ve ayrı vasfına sahip kişidir. Sûfî görünüşte halk ile beraber, Allah’tan ayrı ise de hakikatte halktan bâin Hakk ile kâindir.208 Eğer sûfî, devamlı Allah’ı anarsa, kalb, O’nun egemenliğine geçer ve kalbin hataya düşmesi engellenir. Bundan dolayı hatırlatmada sürekli fayda vardır. Çünkü Allah, “Hatırlat, hatırlatma mü’minlere fayda verir”209 buyuruyor. Samimi mutasavvıf, ruhunu temizlemek, günâhlarını affettirmek, ezelî ve ebedî olan ilâhın varlığında yok olmak, ilahî aşkın sevabı ile mest olmak için, sürekli Allah’ı anar. Allah’ı anmak, önce O’nu ve eserlerini yakînî olarak izlemekle gerçekleşir.210 Allah’ın eserlerini, her olayını dikkatli ve sürekli müşahede etmek, yani varlık âlemindeki âyetlerini gözlemlemek murakabedir. Küçük veya büyük her şeyi murakabe ederken, yaratılan şeyleri hiçbir yönden kaçırmamak, sebeplerine delillerine bakıp uyanık ve dikkatli olmak, ibret almak, Yaratıcıyı düşünmek, anmak ise zikirdir.211 Fakat bu anmaktan, hatırlamadan esas gaye, huzuru bulmaktır. Sûfîler, zikirde ilâhî huzuru duyumsayamamaktan dolayı zikri terk etmek, O’nun zikrini unutmak zikirde O’nu unutmaktan daha kötüdür demişlerdir. Neticede Allah insanı, unutkanlığın zikrinden uyanıklığın zikrine, uyanıklığın zikrinden Huzur’un zikrine, Huzur’un zikrinden içinde zikredilenden başkası olmayana götürür. Zikir, Allah’a doğru yolculuğun ilki, yani olmazsa olmazıdır.212 Tasavvuf tarihinde her mutasavvıfın hayatının ana gayesi, Allah’a vuslattır. Onlar, her zaman, her mekânda Allah’la olma- 208 İmâm Rabbânî, Mektûbat, I, 24. 51/55. 210 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 238a 211 Aynı eser, vr. 232b. 212 İbn Ataullah İskenderî, Hikem-i ‘Ataiyye, s. 21. 209 Zariyât, İSLAM DİNİNDE ZİKİR yı istemişlerdir. Örneğin sûfîlerce ismi, Allah âşkı ile simgeleşmiş olan Rabiâtü’l Adeviyye’nın son dileği, Allah’la beraber olmak, O’nunla bütünleşmek olmuştur.213 Yunus Emre de, insanî benliğin kendinden alınmasını ve Allah’ın benliği ile dolmasını istemektedir.214 Buna benzer birçok sûfî, Allah ile kendi aralarındaki “ben”in kaldırılmasını istemişlerdir. Sûfîler, insanın öldüğünde Allah’tan başka her şeyden ayrı düştüğü kabirde; eş, çocuk, akraba ve dostlarının yanında bulunmadığı, orada kendisini terk etmeyen tek şeyin, zikir olduğuna inanırlar. Zikir öyle bir kurtuluş reçetesidir ki, Zâkir’in kendisine hem dünya mutluluğunu yaşatmış hem de ahirette, dünyada sadece kalbinin çarptığı ve her yerde kendisiyle hemhâl olan sevgilisine kavuşturmuştur. O, bütün zevki ve hazzı zikirle tatmış, zikir sayesinde arzuladığına vâsıl olmuştur. Hiç kimsenin yanında bulunmadığı bir günde öyle bir zatla beraber olmuştur ki, O ’da bütün insanların o gün Kendisiyle beraber olmayı her şeyden daha çok istedikleri Allah’tır. Zikri, kulu Allah’a yakınlaştıran en önemli ibadetlerin başında gören sûfîlere göre, zikir, aynı zamanda ma’rifetin oluşmasını sağlayan en etkili ritüeldir. Devamlı zikir kalpte Allah’a olan bağlılığın, sevginin artmasına neden olur. Bu bağlılık, derûnî/dikey bir düşünceyle kişiyi Yaratıcıya ve O’nun var ettiği varlıkları O’nun dileği doğrultusunda tanımaya en büyük yardımcıdır. Sûfîler, eğer zikir, devamlı olarak gönülde yayılıp, tefekkürle desteklenirse, işte o zaman zikir, kişiyi Hakk’ı bilme bilgisine götürür görüşündedirler. Zikirde devamlılık esastır. Vücudun zikre alışması, ısınması ve onu nefes alış verişi gibi tabii hale getirmesi için, kişinin zikre devam etmesi gerekir. Ârifler, işin çözümünü zikre başlamakta ve devam etmekte görmüşlerdir. 213 Margaret 214 Smith, Bir Kadın Sûfî: Rabia, çev. Özlem Eraydın, İstanbul, 1990, s. 110. Gölpınarlı, age., s. 257. 55 56 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Bazı sûfîler, Allah’ı sadece isim ve sıfatlarıyla anmanın zikir olmadığını, Allah için yapılan her ibâdet ve Allah rızası gözetlenerek yapılan yardımlar, insanî ilişkiler ve her tür varlığa karşı takınılan tavır da zikir olarak kabul edilmiştir.215 Zira anma ve sürekli hatırda tutmak olan zikir, Zâkir’in hayatının her aşamasında kendini göstermelidir ki, bu anmayla Allah’tan almış olduğu nûr hayatının her yönüne yansımış olsun. Tasavvufî anlayışta, Allah’ın isim ve sıfatlarının dil vasıtasıyla yerine getirildiği zikir, aslında âşık ile Mâ’şûk arasındaki sevgiyi alevlendirmektedir.216 İşte gönülde bu sevginin oluşması sayesinde insan sonsuz mutluluğa kavuşur. Bu sevginin dozunu, Allah şu şekilde ortaya koymaktadır; “Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.” 217 Allah, kendisinden gafil olanları “gafillerden olma”218 ifadesi ile uyarıyor. Gafletin zıddı olan zikir, gafleti yok edemiyorsa, gerçek anlamda zikir gerçekleşmiyor demektir. Onun için kul ile Allah arasındaki sevgi karşılıklıdır; çünkü “Beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim”219 ifadesi bunu en güzel şekilde kanıtlamaktadır. Bu sebeple sâlik, vakit kaçırmadan devamlı Allah’ı anmalıdır. Allah’ı anmak, O’nun sohbet meclisine dâhil olmak demektir. Bu meclis de, en ulvî dost meclisidir. Onun için bütün âmeller, ancak ve ancak Allah’ı hatırlamak, O’nu unutmamak ve O’nun gayrısına meyletmemek için ortaya konulmuştur. Zira bu konuya en iyi örnek şu emirdir: “Beni anmak için namaz kıl”220 1.7. Zikrin Önemi Sâlik, hatırda tutmak/zikirle kendi Rabbine karşı oluşan 215 İmam-ı Rabanî, Mektûbât, no. 338. Aynı eser, no:92, 359. 217 Enfal, 8/45. 218 Mâ’un, 107/4-5. 219 Bakara, 2/152. 220 Tâhâ, 20/14. 216 İSLAM DİNİNDE ZİKİR sadakati neticesinde, zikir kendisini vahdetin veya kesretin ikilemlerinden kurtarır. Sûfî zikirle, bütün nesnede mevcut olan isimlerin, Allah’ın ilâhî isminde tezahür ettiğinin bilincini kavrar. Kendi rabbine ancak rabbinin yoluyla ulaşır. O, zikirle kendi gönül sarayında zuhûr eden ma’rifetle Rabbine “Lebbeyk/buradayım” der, Rabbi de, “ (İyi) kullarımın arasına gir”221, senden başka bir şey olmayan o cennete, yani benlikteki saklı ilâhî biçime, içinde O’nun Kendisini sende ve senin yolunla bildiği gizli ezelî sûrete, yani “kendini bilenin Rabbini bildiğini” fark etmek için müşahede edilmesi gereken sûrete girmektir. İşte kendisinde Yaratan ile yaratılanın birliğine zikirle ulaşan ârif için bu en ulvî neşe, diğerlerine yabancı bir sevinçtir. Burada Hakk ile halkın ikili birliği zuhûr eder. Bu aşama, Allah’ı hatırda tutmakla ulaşılan ma’rifet bilgisinin tecellîsi olarak bilinir. Kişi kendi içinde keşfedip kavranmadan bilinemeyeceği ilâhî sıfatların zuhûr ettiği ferdî bir biçim olarak bilinen nefsin işidir. Bu hatırlama ile Allah’ın mekânına girildiğinde kendi nefsine girmiş olursun ve kendini başka bir bilgiyle bilirsin; kendine dair olan bilginle Rabbini bildiğin zamandan farklı bir bilgiyle tanırsın, sonuçta O’nu biliyorsun ve kendini O’nun yoluyla tanımış olursun. Yani “Ey huzûr içinde olan nefs! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön” hakikati gerçekleşmiş olur.222 Zikretmek, ezelî bilkuvve varlığından beri insanın varoluş biçimini belirleyen bu ibadet aracılığıyla Yaratıcının kendisini Yaratıcı haline, yani O’nu ibadet edilen olarak belirleyen bu ibadetin Tanrısı haline nasıl getirildiğini keşfetmektir. İnsan, Allah’ı kendisi için ibadet edilen tek kudret olduğunu keşfederek, kendisini O’nda yok etmektedir. Zikirle kendi varolu- 221 Fecr, 222 Fecr, 89/29. 89/27, 28. 57 58 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR şunu gerçekleştiren kişi, bilen bir varlık olarak, içinde O’nun kendini bildiği varlığın ta kendisidir. Artık bu şuurla insan, “Ene sırrü’l Hakk/Ben Hakk’ın sırrıyım” geçeğine ulaşmıştır.223 Başka bir ifadeyle O’nun ilahlığını insana bağlı kılan aşkın sırrıdır, çünkü gizli “hazine” “bilinmek istedi” ve bilinmesi ve kendini bilmesi için varlık şart oldu. Bu sırrın bilinmesi için varlıkları var ederek, ezelî sûreti onlara tanıttı. Gaflet/unutmak ile bu hakikatten uzaklaşan, hatırlamak ile geri dönüşünü gerçekleştirir. Zikir, bir şeyin talebinden ziyade, bir varlık biçiminin, bir varolma ve var etme, yani kendini izhar eden Yaratıcının hayatın her alanında ortaya çıkmasını sağlamak, O’nu elbette özünde değil fakat kendini o sûret ve o sûret aracılığıyla izhar ederek izhar ettiği sûrette “görme” aracının ifadesidir. Zikirle hem-dem olma, yaratılış olarak mütecellî hayalden tamamen uzak olarak, muhayyilemizin “yaratımı” olan bir Yaratıcıyla bütün varlığımızla bütünleşmektir. Zikir sâlike, kendi içindeki saf, mutlak özündeki, isimlerinin bilkuvve, zuhur etmemiş bütünlüğündeki Allah’a değil, isimlerinin, mütecellî sûretlerinin birinde veya diğerinde zuhûr eden hakikattir. Ve bu gerçekle kişi, nefsine, bu ilâhî ismin somut tezahürünü içinde taşıyan nefse, bu ismin bahşolunduğu kişiye her an benzersiz, tek parça, kişisel bir ilişkide Rabbe hitap ettiği unutulmamalıdır. İnsan olmak “fıtrat” ile doğmak demektir. Öyle ki bu tevhîdin, mistik bir şekilde “elest ahdi” ve “emanet” ile temsil edilen, doğuştan bir kabulü ve tanınmasıdır. Bu fıtrata ilişkin herhangi bir değişim göremezsin, yani fazladan ve ilave hiçbir şey yoktur; bu kesinlikle insanları “insan” yapan şeydir. Ama fıtrat, yetişme kültürü, insanın iç ve dış etkenlerine göre bulanıklaşmaya yüz tutar ve insanlar “insanlık”larından bir şeyler 223 Ebu Ala Afîfî, Mystical Philosophy, s. 15 İSLAM DİNİNDE ZİKİR kaybetmeye başlarlar. Neticede bu tipler şu tanımın kapsamına girerler; “ onlar sağır, dilsiz ve kördür, hayvanlar gibi, hayır daha da sapkındırlar.”224 İşte bu durumda “fıtrat”ın gerçekleşmesini imkân dâhiline sokan tek çare zikirdir. Zikir, gaflette hem Allah’ın merhametli karşılığı, hem de Allah’ın rahmetine insanî bir karşılıktır. Aslında zikir, insanlara fıtratlarını tevhîde doğuştan aşinalıklarını hatırlatır. Hatırlatıcıya karşılık verenler, Allah’ı hatırlarlar. Zira “Âdem unutup Allah’a itaatsizlik ettikten sonra Rabbi onu seçti ve yine ona döndü ve ona hidayet verdi.”225 Fakat sürekli unutanlara da şu hatırlatma yapılır; “Allah diyecek ki, öyle âyet ve işaretlerimiz sana geldi; ama sen onları unuttun; aynı şekilde bugün de sen unutuldun.”226 Allah’ın peygamberlerini gönderişinin en önemli gayesi, Allah’ı insanlara hatırlatmalarıdır. Kur’ân peygamberlerin hayranlıkla takip edilmesi gereken modeller olduğunu açık bir şekilde ortaya koyar; “Ey peygamber, şüphesiz Biz seni bir şahit bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle Allah’a davet edici ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.”227 Bu uyarı, onları örnek almak isteyen insanlara Allah’ı hatırlamalarına bir araçtır; ve bilinmelidir ki hatırlama Allah’ın hatırlatıcısına arzu edilen bir karşılık vermektir. Zaten peygamberlerin bir vasfı da “zikrullah” olmalarıdır. Nitekim Allah bunu şu şekilde hatırlatır, “Allah’ın resulünde, Allah ve ahiret gününe kavuşma beklentisi içinde olan ve Allah’ı çokça zikreden için size güzel bir örnek vardır.”228 Kısacası hatırlamak gerçeği, Allah’ın kendileri de dâhil olmak üzere, her yerde hazır ve nâzır olduğunun bilincinde olmak ve buna uygun bir hal içinde olmaktır. 224 Bakara 2/18. 20/122. 226 Tâhâ, 20/126. 227 Ahzâb, 33/45-46. 228 Ahzâb, 33/21. 225 Tâhâ, 59 60 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Zikir, insana Allah’a odaklanmayı ve gerçek dışı olan her şeyi unutma bilincini verir. Bu da insanın kendisine ve diğer varlıklara bağlanmadan yalnızca Allah’a yönelme hakikatidir. Allah’ı hatırlamak kişini kemâl noktasına ulaşmasıdır. İnsanın bu hâl üzeri Allah’ın huzurunda amade olması, insanın Allah’ı sadece mütemadiyen hatırlamakla kalmayıp, aynı şekilde O’nu sürekli hatırda tutmak hakikatine varmasıdır. 2. ZİKRİN BENLİK İNŞASINA ETKİSİ 2.1. Manevi İlerleyiş Ancak Zikirle Mümkündür Tasavvuf anlayışına göre, sûfînin hiçbir zaman dinmeyen tek arzusu, Allah’a kavuşmadır. Hakk ile beraber olmak arzusuyla yanıp tutuşan âşık sûfîler, bir an önce Allah’a kavuşmak isterler. Bu vuslat, ancak O’na duyulan aşk aracılığıyla gerçekleşir. Sevgiliye duyulan aşk, sevgilinin ismi anıldıkça, onun eserlerine bakıldıkça, bu sevgi Nil nehri gibi taşar ve daha da artarak deryaya dönüşür. Eğer zikir olmazsa, Allah ile kul arasında sevgi bağı oluşmaz, o yüce dost meclisi kurulmaz, Mâ’şuk’la muhabbet derinliğine girmek gerçekleşmez. Fakat sevgiyle oluşan bu ilişkide, “Allah anıldığı zaman yürekleri oynar ve üzerlerine O’nun âyetleri okunduğunda, imanlarını artırır.”229 Ve artık vuslat gerçekleşmiş demektir. Çünkü insan, Allah’ı sürekli anmanın bereketiyle kısa zamanda O’na vasıl olur. Zikir, o kişiye sülûku kolaylaştırır ve yakınlaştırır.230 Zira Allah’ın bu konuda kullarına vaadi vardır: “ Ben, kulumun beni zannı yanındayım. Beni zikrettiği zaman Ben onunlayım. O, beni kendi içinde zikrederse, bende onu kendi içimde zikrederim. O, beni bir toplulukta zikrederse, ben de onu daha hayırlı bir toplulukta zikrederim. O, bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir zira yaklaşırım, o bana bir zi’râ yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım, o bana yürüyerek 229 Enfal, 8/2. Hazinetü’l- Esrâr, vr.,215b. 230 Kuddûsî, İSLAM DİNİNDE ZİKİR gelirse, ben ona koşarak giderim.”231 Buyurmaktadır. Yine Allah başka bir hadis-i kudsîde: “Ben, beni zikredenin yanında oturan dostuyum”232 buyurmaktadır. Kişi ancak birini, ona olan sevgisi derinleştikçe daha iyi anlayabilir233. Zira âşıkın, Mâ’şuk’una kavuşması için onun sevgisiyle yok olması ne kadar gerekli ise, kulun da Allah’a vuslatı için, O’nun sevgisinde fâni olması en az o kadar gereklidir.234 Mutasavvıflar, kişi, Allah’ı şiddetle sevmek ve sevgisinin hâkimiyeti altında bulunmak şartıyla gafletten uzaklaşarak müşâhede fezasına çıkılabilir görüşündedirler. Bu sebeple insan, zikrin hakîkatine erebildiği kadar kendi “benlik”inden geçip, Allah ile bütünleşme hâlini gerçekleştirebilir.235 Gerçekleşen bu hâl ile sûfîlerin ulaşmak istedikleri kalb huzûru, zikirle kesintisiz devam eder.236 Çünkü “Şüphesiz ki ancak Allah’ı anmakla kalpler huzûra erer.”237 âyeti bunun en büyük delilidir. Zikir, kalbi bir iksir gibi öyle yumuşatır ki, ölümsüz bir cevhere çevirir. İksirin bir damlası nasıl bakır maddesini, ateşe konulduğunda değişmeyecek altın madenine çeviriyorsa, ilâhî iksir olan zikir de kalbe işleyince, onu değişim kabul etmeyen nûranî bir cevhere dönüştürür.238 Sûfîlere göre, zikirde gaye, gönülde yaratılışta mevcut bulunan Allah sevgisini ortaya çıkarmak, kalbin sevgi ve tâzimle sürekli Allah ile birlikte olmasını sağlamaktır. Zikir bir ateş gibi, mâsivâ düşüncesini yakıp yok eder. 231 Müslim, Zikir, 2. Keşfü’l- Hafâ, I.,232. 233 Furnandez Saznegelman-İnâyet Han, Jung Psikolojisi ve Tasavvuf, İnsan Yay., İstanbul, 1994, s.31. 234 Gazâlî, İhyâ, I, 428. 235 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 222. 236 Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, I, 358. 237 Ra’d, 13/28. 238 Fahruddîn Râzî, Mefatîhu’l-Gayb, Beyrut ts., XXXI, 20. 232 Aclunî, 61 62 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Sûfînin temel gayesi, Allah’ı sürekli olarak kalbde diri tutmak ve dil ile Allah’ı zikretmektir. Bu iki zikir türünde de, sûfîler için zaman kaydı yoktur. Onlara göre sâlik, dil ile zikri icra edemediği vakit kalb ile zikri ifa etmelidir. Bu “zikr-i kalbi”dir. Allah’ın kendi dışındakilerden saklayıp yalnız kendi bilgisinde tuttuğu zikirdir.239 Bu zikir, dillerin ve organların katılmadığı, yalnızca gönüllerin farkında olduğu zikirdir. Bu, kalbin Allah’a olan aşkından dolayı, O’nu ulu bilmesi ve yüceltmesine benzer. Bütün bunlar Allah/Mâ’şuk ile kul/âşıkın bizzat kendisi arasında olup biten şeylerdir240. Kalbî zikir, tefekkür yapanların bu tecrübeyi, yani tefekkürü ortaya koyması mümkün değildir. Örneğin bazı tarîkatların müntesiplerinin tümüne kalbî zikir verilmektedir. Hâlbuki bu tarîkatlara bağlı olan bütün sâliklerin sözünü ettiğimiz ileri basamaklara varmış olduklarını göstermemektedir. Tarîkatlardaki zikr-i kalbî özel bir anlam taşıyıp, bu tarîkatların özel ritüellerinin bir gereğidir. Fakat kast edilen zikr-i kalbî, ilâhî aşk tutkunu sûfîlerin, iç deneyimlerinin ileri boyutlara ulaşmasından ortaya çıkan bir durumdur. Eğer Allah insanlardan birini kendine dost kılmak isterse, ona zikrin kapısını açar. Sûfî zikrin şartlarını yerine getirirse şüphesiz ki Allah onu tamamıyla zikir atmosferine sokar. Bununla, Allah’ın yardım kapıları sonuna kadar açılır. Her konuda zikirde lezzet bulmanın yolu aşk ve ihlâsla onu yerine getirmektir. Zikirde lezzet alındı mı artık Allah kurb kapısını açar. Kurbiyetle zikre devam edilirse bu kez Allah’ın ünsiyet meclisine yükselme gerçekleşir. Zikir, zâkirin gönlündeki bütün perdeleri yok edip, Allah’tan başka bütün varlık(lar) temizlenir ve bunun neticesinde ”Hakka’l-Yakîn” hâsıl olur. O 239 Kuddûsî, Hazinetü’l- Esrâr, vr.,215b Hılyetü’l-Evliyâ, X, 264. 240 el-Isfehanî, İSLAM DİNİNDE ZİKİR vakit sâlik tamamıyla, “Ölmeden önce ölünüz” sözüyle fenâya kavuşur. Ve “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever”241 hakîkati gerçekleşmiş olur. Aynı şekilde sâlik Allah’la hemhâl olmakla, “Ben o kulumun kulağı, gözü, eli, dili ve kalbi olurum. Benimle işitir, Benimle görür, Benimle tutar, Benimle konuşur, Benimle bilir”242 ilâhî sevgisine kavuşur. İnsanların dünyadaki nesnelere olan sevgisi, Allah’ın varlığı kendi sevgisinden yaratmasındandır. Sûfî gözünde dünya, kendi kendine var olan şeylerin bir toplamı olarak görünse de, gerçek anlamıyla rûh üzerinde herhangi bir etkisi “yoktur”. Sûfînin Allah’a olan sevgisi, som altınla sahte altını birbirine karıştırmamak anlayışına sahip olmak gibidir. Yani her şeyde O’nun vechini görmek istemektir. İnsan, kurtuluşunu gerçekte “Mutlak Varlık”ın doluluğu olan fenâda bulmalıdır. İnsanın Hakk’a karşı haykırışı şu olmalı; “Biz ve var oluşumuz hep yokluktur, ama Sen “Mutlak Vücûd”sun, fenâ olarak görünensin”243. İnsanın bu bilince ulaşması, yani Allah’ı hakiki olarak bilebilme ve tanıma bilgisine varabilmesi için, insanoğlunun en ileri sıfatı244 olarak bilinen tefekkürü içselleştirerek gerçekleştirmesi lazımdır. Çünkü tefekkürün gücü, hakikati yalnızca Yaratıcının bildiği bir sır olup, insana varlık sırlarını açan anahtardır. İşte sûfî bu bilinçle hareket ettiği zaman tevhîdin gereklerini yerine getirmiş demektir. Sûfînin aşkın ve ma’rifet/bilginin atmosferine girmesi ancak, me’ad aklın denetiminde zikretmesiyle gerçekleşir. Allah’ı, O’nun verdiği cezbenin gücüyle sürekli anmak, kişide ilmin ve sevginin oluşması demektir. Bu sevgi, hem dünya ve nimetlerine, 241 Maide, 5/54. 242 Şıhabuddîn el-Bağdâdî, Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hîkme, Beyrut 1984, I, 359. Mesnevi, I, 602. 244 Bk. İbnü’l-Arabî, Futûhat, II, 230. 243 Mevlânâ, 63 64 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR hem de âhiret ve nimetlerine karşı olan eğilimleri silip atmakla gerçekleşir. İnsanın melekût âlemine ait bir varlık olduğu, Allah’ın sûretinde yaratıldığı ve evrenin bir mikrokosmozu olduğunu daha iyi anlayabilmesi için tefekkür-zikir ikilisini tamamıyla içselleştirmesi gerekir. İnsan, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklandıkça bu durumu daha iyi algılamaya başlayacaktır. İnsan, ilâhî benlik yükselişinde, yani seyr u sülûk sürecinin sonucunda, yine insan olarak kalacaktır, yani onun durumunda ontolojik bir değişme olmayacaktır. Sûfînin Hakk’ın meclisine girip, onunla dost sohbetine oturması, onun beşerî varlığında bir farklılık meydana getirmeyecektir. Sûfînin gönül dünyası âmelinin yardımıyla ma’rifet kazanır. Ma’rifet ve muhabbet, zikir ve fikir ikilisi olmadan gönülle yerleşmesi mümkün değildir. Tefekkür ve zikir, âmelle ilim arasında bir köprüdür. Eğer sûfî mutluluğa ermek istiyorsa, masîvaya yüz çevirmeli ve hayatını “fikru’l-lâzım” ve “zikru’d-dâim” içinde geçirmelidir.245 Ma’rifetin oluşması, tefekkürün tam olarak gerçekleşmesiyle meydana gelir. Hakk’a olan muhabbet/sevgi ve yakınlık/ üns ise O’nu çokça ve devamlı olarak zikretmekle gerçekleşir. Fikir/tefekkür zikri de kapsadığı için, zikre göre kapsamı daha geniş ve daha üstündür246. Sürekli zikir, bütün ilâhî güzellikleri kalbe doldurur ve tevhîd zikri de, “lâ”sı ile Allah’ı ananda akrep ve süpürge gibi hiçbir kiri, ağyârı bırakmaz, bütün günâhları kökten temizler. Onun için, sûfînin âmeli kale, hâlı ilme, ilmi ise her iyiliğin anahtarı olan tefekküre/fikre dayanır. İşte tevhîd öyle bir ibâdettir ki, insanda “O’nun benzeri gibi bir şey (bile) yoktur”247 düşüncesini yerleştirir ve Allah’ı hiçbir 245 Gazâlî, İhyâ, IV, s.394. yer. 247 Şura, 42/11. 246 Aynı İSLAM DİNİNDE ZİKİR zata benzemeyen ve sıfatlarını nefyedilemez olarak, bilmeyi öğretir248 Sûfî eğer, “Rabbinin ismini zikret ve O’na gönülden yakar”249 emri gereğince durmadan Yaratıcısını içten gelerek anarsa, Allah’ı anmayı yerine getirmiş olur. Fakat bu zikir, devamlılık kazanmalıdır. Allah’ın da istediği zikir böyle bir zikirdir. Zikir, sûfînin yerine getirmesiyle, kendini, varlığı ve Hakk’ı gereği gibi bilmesidir. Bu biliş, sûfînin gerçek hayatına ışık tutan bir projektördür. Çünkü bu ibâdetin üstünlüğünü Yüce Tanrı övmüştür: “Ey Muhammed! Sana indirilen Kur’an’ı oku ve namazını kıl zira namaz insanı her türlü kötülükten alıkoyar; Allah’ı anmak/zikrullah daha büyüktür”250 Sûfîler de, bu gerçekten hareketle zikrin bir ekmek bir su kadar sûfî için gerekli bir ritüel olduğunu söylerler. Nasıl insan, su ve ekmek gibi gıdaları almadan hayatını sürdüremiyorsa, zikr-i daim de olmadan kişinin gerçek sûfî olabilmesi mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber (s.)’ide buyurduğu gibi, “Rabbını zikreden ile zikretmeyenin durumu, diri ile ölünün durumu gibidir.”251 Mutasavvıfların zikir üzerinde hassasiyetle durmalarının bir nedeni de, zikrin, sûfînin seyr u sülûk ve Hakk’a vuslat sürecinde oynadığı önemli rolünden kaynaklanmaktadır. Zikir üzerinde titizlikle durmayı bütün mutasavvıflar kendilerine bir görev addetmişlerdir. Onlar, zikri genelde insan ile Allah arasında yapılan canlı, sıcak, samimi, ihlâslı bir dost sohbeti olarak görülmüşlerdir. Aynı zamanda zikir, insanın Yaratıcısının katında gerçek değerinin bilinmesinin önemli bir yolu olarak düşünülmüştür. Zira Allah, kendisini zikredenle bera- 248 Tehanevî, Keşşâfü Istılâhâti’l Ulûm ve’l-Funûn, I, 1468. 73/8. 250 Ankebût, 29/45. 251 Buhârî, Daavât, 66; Müslim, Müsâfirîn, 221. 249 Müzzemmil, 65 66 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR berdir. Bu, Hakk’ın zâkir tarafından müşahede edildiğinin ifadesidir. Bundan dolayı zâkir, kendisiyle beraber olan Allah’ı müşahede edemiyorsa, zâkir değildir. Çünkü zikir, kulun bütün zerrelerine sirâyet ederek kendisini sadece Rabbi ile baş başa bırakır. Eğer zikir sadece dille sınırlı kalırsa, Allah kulun sadece dilinin sohbet arkadaşı olur.252 Bu hâl, Hakk’ı yakînî olarak müşahede etmekten tamamıyla uzaktır. Sûfîler, bu anlayışlarını Hz. Aişe (r.)’den rivâyetle gelen şu hadîse dayandırarak yorumlamışlardır: “Rasûlullah (s.), her hâl üzere ve her zaman Allah’ı zikrederdi”253 bundan dolayı sûfîler, zikrin, tehlil, tesbih ve tekbirden ibaret olmadığını, bilakis, herhangi bir fiilde Allah’a itaat eden kişinin yaptığı her şey zikirdir. Örneğin, yürümek, oturmak, ayakta durmak, uyumak, alış-veriş yapmak, yemek içmek, cinsel ilişkide bulunmak ve vb. davranışlar Allah’a itâat amacıyla yapılırsa, o, zikirdir. Çünkü o kişi, bu durumlarda Allah’ın hükmünü gözetmiştir.254 Zikirde ana gaye, daima Allah’ı düşünmek, her hareket ve eylemde O’nunla yaşamaktır. Yani sadece ibâdette değil, dünyevî tüm işlerde mutlak olarak Yaratıcıyla bulunma hâlidir. Yoksa maddî ve mânevî bütün davranışlarda Hakk’ı anmamak, sorumsuzca bir davranış içinde yaşam sürdürmek değildir. Bu persektiften zikri değerlendiren sûfîler zikri, âriflerin taamı, açlığı da, zâhidlerin yiyeceği olarak değerlendirirler.255 Zikir kalpteki imanı kuvvetlendirir, kalbe mânevî hayat ve neşe verir. O zaman ibadetler tatlı ve kolay olur. Kul taklitten kurtulur. Balık için su ne ise, kalp için de zikir odur. Zikirsiz kalp ölür. Kalbi ölü bir insandan hayırlı ve tatlı işler çıkmaz. 252 İbnü’l-Arabî, Futühât, II, 168–169. Âl-i İmran (tefsirinde), 35; Müslim, Müsâfirîn, 139. 254 Kuddûsî, Hazinetü’l- Esrâr, vr. 251b. 255 Aynı eser, 217b. 253 Buhârî, İSLAM DİNİNDE ZİKİR Zikir, maddî olarak da, insanın sosyal oluşumu üzerinde de önemli tesiri olan farklı bir taattır. Bu ibâdet, yeniden bir mânevî oluş ve yepyeni bir hayata başlamaktır. Çünkü zikirde ilk merhâle, beşerî “benlik” i unutmak, yalnızca her varlıkta, nesnede, eşyada ilâhî tezâhür ve tecellîsi bulunan Yaratıcıyı daima, yani her ân her mekânda bütün benliğiyle “Mutlak Varlık”ı düşünmek, O’nun sıfatlarının tecellîsine mazhar olmaktır. Zikir devam ettikçe sâlik bu seyirden kendini yalnız Allah ile beraber hisseder. Beşerî hataların, günahların terk edildiği, kişinin bütün duyularının ilâhî aşk ile dolduğu durumdur. Mürîd o dereceye gelmiştir ki, artık tüm davranışlarının müşahede edildiği hissinden de kurtulmuştur. Kendi zikrinde yok olarak öyle bir hâl kazanmıştır ki, nefse (benlik) bir daha geri dönmez.256 Bu durum geleneksel benlikten evrensel benliğe geçiştir.257 O, Allah’ın tecellîsiyle sosyal bir varlık olmaktan öteye evrensel bir vasıf kazanmıştır. Artık bütün insanları sevgi ve aşk ile kucaklayan, üstün karakter sahibi bir kişi olmuştur. 2.2. Zikrin Sosyal Hayat Üzerindeki Etkileri Zikir, bir ritüel olarak, sosyal açıdan insanlar arasında kaynaşmayı sağlayan bir hakikattir. Bu önemli etkinlik, Allah’ı hatırlamakla birlikte beraberinde birçok sosyal gerçeği insanların hayatı üzerinde gerçekleştirir. Örneğin zikir, birleştirici ve kaynaştırıcı tesiriyle insanlar arasında bozulmuş olan ahlâkî ve insanî ilişkilere karşı bir moral ve motivasyon sağlar. Bazı sûfîlere göre zikir, kokuşmuş dünyaya tahammül edebilmektir. Zikir, insanın günlük yaşamında karşılaştığı güçlüklere ve sorunlara en etkili çaredir. Modern çağda insanın içine düş- 256 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 217b. Rıza Arasteh, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, çev. Bekir Demirkol- İbrahim Özdemir, Ankara, 2000, s. 85 257 A. 67 68 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR tüğü depresyon, sevgisizlik, mutsuzluk ve adaletsizlik gibi olumsuz durumlara, kopan insan ilişkilerine, sosyal çözülme ve huzursuzluğuna karşı tek etkili yoldur. Zikir aynı zamanda, insanın zamanını beyhude uğraşlarla geçirmesine engel olmakta ve enerjisini boşa harcamayı önlemektedir. Zikir, salike hem kendi iç dünyasında hem de toplum içindeki ilişkilerinde sağlam ve dayanışmaya dayalı bir rûh kazandırır. Zikreden zikrettiği sözcüklerin taşıdığı ilâhî enerji ile varlığını tanır. Zâkir, zikirle sonsuz bir zaman ve ebedi bir varoluş içinde yaşar. Zikirle madde-rûh ilişkilerinin monoton ve günlük gerçekliğinden ve bireysel benlikten kurtulan sâlik, kişisel benliğini aşan ve kendisini bütünüyle kuşatan “Mutlak Varlık” la mahrem bir ilişkiye girer. Sûfî, terbiye sürecinin, yani seyr u sülûk merhaleleri olan zikir ve diğer hâl ve makamlarla karşılaşıp, onlarla yaşayınca sosyal ve psikolojik bir değişim ve dönüşüm yaşar. Zâkir eski alışkanlık ve davranış kalıplarından sıyrılarak hayatına yeni bir pratik kazandırır. Zikir meclisindekilerle gerçekleştirilen temrinler ve riyâzetler kişideki bu yeni uygulamayı daha sistematik bir şekle sokar. Tasavvuf anlayışına göre, insanın gönül sarayında konuk olan Allah, kişinin ilâhî yönünün ortaya çıkmasına sebep olur. Bu ilâhî aydınlanmayı gerçekleştiren insan için, gönül kırmak, insana ve diğer varlığa karşı kırıcı olmak, insana ve her tür varlığa karşı gayri insanî ve gayri Allah’ı bir muamelede bulunmak Allah’ın ilâhî irâdesine karşı işlenebilecek en büyük suçtur. Allah’ı anmak neticesinde nûr ile aydınlanmasını tamamlayan kişi, artık insana ve bütün eşyaya karşı merhametli ve şefkatli davranmak moduna girmiştir. Bu da zikirle oluşan kalbî bilginin bir sonucudur. İnsan, gönül dünyasını Allah’ı anmakla doldurursa ya da beslerse, onun için bütün varlığı sevmek ve saymak, Allah’ı sevmek ve saymakla eşdeğerdir. İSLAM DİNİNDE ZİKİR Sûfî, Allah’la bütünleşmenin ve hayatının her merhalesinde Allah ile var olmanın hakîkati gereğince bir hâl içindedir. Davranışı, ahlâkını ve hâlını “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak” düsturu doğrultusunda şekillendirmiştir. O, zikirle Allah’ı “hatırlamak” görevini yerine getirmenin yanı sıra, Allah’ın yaratmış olduğu bütün varlıkla birleşmeyi, bütünleşmeyi ve kaynaşmayı gerçekleştirme vasfını da kazanmıştır. Artık o, bireysel varlıktan evrensel varlık aşamasına geçmiştir. O, kazandığı bu birleştirici sosyal yönü dolayısıyla artık toplumum çimentosu, yani kaynaştırıcı gücü olmuştur. O, zikirde almış olduğu ilâhî feyizle toplumda yaşayan bütün bireylere ilâhî aydınlanmanın projektörünü tutmaktadır. O, bireysel mutluluk ve huzûru tamamladığı için kendini artık toplumun ya da insanların mutluluğu ve huzûru için feda etmektedir. Zira o, sürekli zikirle, kendini- her ân özgürlük, fedâkârlık ve cömertlik konusunda insanlara en iyisini Allah için yapmaya hazır bir şekilde tutmaktadır. O, normal insanların fedakâlık ve cömertlik özelliklerini de aşarak, Allah’ın zikirle tam bir hâl yaşayan kâmil insan için öngördüğü “îsâr” anlayışıyla “Allah erleri”nin en mükemmel ahlâkını yaşar. Yani Allahın yaratmış olduğu varlık için kendini fedâ eden bir kişilik kazanmıştır. O, artık kendi “beşerî benlik”ini aşıp “ilâhî benlik” ile insanlarla bütünleşmiştir. Zikirden sonra mürîd mânevî olgunlaşmanın, doyumun en üst noktasındadır. Zikir sadece onların kalplerini, bazı mânevî duygularını rahmet ve nûrla doyuma ulaştırmamaktadır. Sâlik her ân bu hâli yaşadığından dolayı bütün varlığıyla mutmain olur ve her zerresi rahmet ve nûra gark olduktan sonra bir ayna gibi bu ilâhî vergileri diğer insan ve varlığa da yansıtır. Allah zikriyle doyuma ulaşan sûfîlerin ortaya koyduğu duygu, tarif edilemez bir aşamaya gelmiştir; zikirle birlikte onlar, artık mâsivâ/maddenin boyunduruğundan tamamen 69 70 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR kurtuluş bulmuş, yaşamının her yönüne ilâhî hâkimiyet sahip olmuştur. Zikir onlar için, huzûr ve mânevî atmosferde hayat sürmektir. Onlar, zikirle sadece Allah’ı anmakta, Allah, onların hayatlarının her ânına her merhalesine dâhil olmuş ve yalnızca O’nunla yaşamaktadırlar. Onlar için günün bereketi, verimi zikirle başlar ve biter. Gecenin rahmeti onları, zikirle diğer günün faaliyetine hazırlamaktadır. Onlar, zikirle toplumsal birlikteliğin ve kardeşliğin en güzel örneklerini vermektedirler. Onlar, renksizliğin bembeyaz sayfasıyla kendilerine gelen farklı renklerdeki insanları, kendi “renksiz potalarında” eriterek, insanları “Mutlak Bir” in aydınlığına çıkarma mücadelesini verirler. Onlar, zikirle paylaşmanın, karşılıksız yardım etmenin bilincini göstermektedirler.258 Zikir, insana Allah’ın mekânlarının/cennetlerinin kapılarını açar. Allah’ı çokça zikreden mümin erkek ve kadınlara Allah mağfiret/bağış ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. Bu mükâfat cennet/nimetler ve Allah’ın nûr cemâlidir. Zikir, yani sürekli Allah ile yaşamanın hâli insana öyle bir haz, lezzet vermektedir ki, ahirette bu ilâhî yaşamının hazını tadan, dünya hayatında her nefesin Allah için harcanmadığına hayıflanır. Mü’minin bu hâlini Muaz bin Cebel şöyle ifade eder: “Cennet ehlinin tek bir hasreti (pişmanlığı) vardır. O da, Allah’ı zikretmeksizin geçirdikleri vakitlerdir.” Ebu Süleyman Dârânî ise zikrin fazileti hakkında şöyle demektedir: ‘’Cennette bir ova var, kul Allah’ı zikre başladı mı melekler bu sahaya ağaç dikmeye başlarlar. Bazen meleklerden biri ağaç dikme işine ara verir. Neden duruyorsun? Diye sorulunca, ‘namına ağaç diktiğim şahıs zikre ara verdi, (fütur getirdi) de ondan, diye cevap verirler. ’’ 258 Tenik, agm, ss. 108-110. İSLAM DİNİNDE ZİKİR İşte onun içindir ki, zikir sahibinin zikirle aşamayacağı hiçbir engel yoktur. Hakiki müslümanlar zikir ve duâ sayesinde nice engelleri aşmışlardır. Sûfîler, imanını görmenin imanın tadını bulmanın ancak iman sahibinin zikre verdiği değerle olacağını hakke’l-yakîn bilmişlerdir. Eğer bir gönülde, bir kalbte zikir varsa diridir, diri gibi her şeyi hakkıyla bilir, kalp gafil zikir yoksa ölü gibidir, çok şeyden haberi yoktur, hakikatleri göremez. Bazı sûfîlerde bu hususta şöyle demişlerdir: ‘’Kalp, Allah’ın zikrini yaptığı zaman, bütün vücut da onunla zikir yapar, kalp ölmüşse vücud ölüdür.‘’ 2.3. Zikrin Kuşatıcılığı Zikir vuslat (Kavuşma) yoludur. Zikir, kulu yüce Yaratıcısına yaklaştıran, kavuşturan ritüellerin başında gelmektedir. Zikir insanın marifetini ve muhabbetini artırır, manevi derecesini yükseltir. İhlasla yapılan zikir kul ile rabbi arasındaki bütün perdeleri kaldırır, engelleri aştırır. Resulullah Efendimiz(s.a.v)’in belirttiği gibi, zikirdeki bu özellik hiçbir amelde yoktur. Sûfî zikirle sonsuz bir zaman ve ebedî bir varlık içerisinde yaşar. Sûfî, yolculuğun, yani seyr u sülûk merhâlesi olan zikir ve diğer sûfî terbiye metotları ile beraber başlangıçta kişi, sosyal ve psikolojik bir değişim yaşar. Mürîd eski alışkanlık ve davranış kalıplarından sıyrılarak hayatına yeni bir pratik kazandırır.259 Cemaatla birlikte gerçekleştirilen temrinler ve riyâzetler kişideki bu yeni uygulamayı daha sistematik bir şekle sokar. Sûfî düşünceye göre, insanın kalbinde konaklayan Allah, kişinin ilahî yönünün ortaya çıkmasına sebep olur. Gönül kırmak, kırıcı olmak, insanlara karşı gayri insanî mua- 259 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 218a. 71 72 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR melede bulunmak, Allah’a karşı işlenebilecek en büyük suçtur. İnsanlara karşı merhametli ve şefkatli olmak, kalbi ma’rifet/ bilginin bir neticesidir. Mürîd, kalbini Allah’ı anmakla beslerse, onun için insanı sevmek ve saymak, Allah’ı sevmenin ve saymanın aynısıdır.260 İşte âşık sûfînin sosyal yaşamı üzerinde etkili olan zikir ritüeli bağlamında nasıl hareket edeceğini, kimlerle, hangi ortamlarda bulunacağını ve günü gününe neler yapabileceğini açık bir şekilde ortaya koymalıdır. Sûfî, zikrinde kendini Allah’da yok edecek/kaybedecek şekilde ve bütün yeteneklerini o yöne kanalize ederek, O’nda yoğunlaşır. Bu yoğunlaşma sonucunda, Yaratıcı hem maddî, hem de mânevî ihsânını zâkir kuluna yöneltir. Çünkü sâlik için zikir, Allah ile beraberliğin tam anlamda gerçekleştiği, Allah’tan gafil kalınmadığı ve ağyâra takılmadığı, bunlardan uzak durulmaya çalışıldığı bir ân ve hâldir. Zikir devam ettikçe sâlik, bu seyirden kendini yalnız Allah ile beraber hisseder. Beşerî hataların, günahların terk edildiği, kişinin bütün duyularının ilahî aşk ile dolduğu durumdur. Mürîd o dereceye gelmiştir ki, artık tüm davranışlarının müşahede edildiği hissinden de kurtulmuştur. Kendi zikrinde yok olarak öyle bir hâl kazanmıştır ki, nefse/benlik bir daha eski, pürselenmiş hayata geri dönmez. Bu hâl, geleneksel benlikten evrensel benliğe geçiştir.261 O, Allah’ın tecellîsiyle sosyal bir varlık olmaktan öteye evresel bir vasıf kazanmıştır. Artık bütün insanları sevgi ve aşk ile kucaklayan, üstün karakter sahibi bir kişi olmuştur. Sûfî, bütün benliğinde zikredileni hazır ve nâzır etmedikçe zikir moduna girmesi mümkün değildir. Zira Allah,”Ben, 260 Aynı 261 eser, 218b. A. Rıza Arasteh, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, çev. Bekir Demirkol- İbrahim Özdemir, Ankara, 2000, s. 85 İSLAM DİNİNDE ZİKİR Beni zikreden kulumun meclis arkadaşıyım.”262 İşte bu anış, insani karanlıklardan aydınlığa çıkaran ilâhî rahmetin gönüllerden tene/bedene akışı ve o teni bir bütün olarak Allah’a amade kılmaktadır. Eğer zâkir zikrettiği Varlık ile bütünleşip zikirde himmetini toplarsa, Allah her mekânda onunla olur. Allah, zâkirlerin bâtınlarında o ilâhî kudretini müşâhede ettirdiği, âfakta ve nefislerinde âyetlerini gösterdiği zaman, işte o vakit onlara her şeyin Hakk olduğu gerçeği görünür. Allah, onları Kur’ân’la muhakkîk, yani bilen, anlayan ve yaşayan yaparak Furkân’ı verir. Sâliklerin varlığı zikir üzerine bina edilmiştir. Onlar zikirsiz/Hakk’sız hiçbir işe başlamazlar. Zikir, her şeyin süsüdür. Zikirle hayat bulanların ağızlarından hep güzel kelimeler dökülür ve “Bu sözler âmellerde olduğu gibi hemen Allah’a yükselir.”263 Sûfîlerin dil ile başlayan zikri, zikir meclislerde, ritimli bir şekilde söz ve hareketlerle yerine getirilir. Bunların hepsi, sadece âşık ile Mâ’şuk arasındaki tam bütünleşme hâlinin oluşumunu sağlamak için yapılan ön hazırlıklardır. Zâkir, Allah’ın ismini önce diliyle, sonra dil ve kalbiyle daha sonra da, sadece kalbiyle yaşamaya geçer; çünkü artık sözcük yoktur ki tekrar olsun, yalnızca O’nun dost meclisinde mağlup olarak, kendi varlığından fânî olmuştur. Bu aşamada, o dost meclisinde dilekler yerine gelir. O, tüm yüceliğiyle dostlarına sırların kapısını açar. Bu hâl çakan şimşekler gibi gelip-gidecektir. İnsan bu hâlin ne kadar sürdüğünü bilemez ve insana normal hayatta tadamayacağı bir haz verir. Bu zikir meclislerinde bulunmakla Allah’ın insana baş gözüyle/öküzgözü görünmeyen yardımcı kuvvetleri devreye girer. Hızır (as) ve İlyas (as)’da olduğu gibi, darda kalan insanlara yardıma gelmeleri, onların zikirle 262 Beyhakî, 263 Bk. Şuabu’l-îmân, 680. Fâtır, 35/10. 73 74 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Allah’ın dostluğunu kazanıp, Allah’la meclis arkadaşı olmalarından dolayıdır. Çünkü Allah, peygamberlerine ve velilerine/ dostlarına açtığı kapıyı zâkir kullarına da açar. Sûfîlerin hedefledikleri bu zikir, “fenâ”ya giden yoldur. Allah’ı hakkıyla zikreden kimse, zikir/O’nu sürekli anma dışında kalan hiçbir şeye aldırış etmez. İlâhî hukuka bütün şartlarda riâyet eder ve zikir onun için bütün kayıpların telafisi için yeterli bir kaynaktır264. Sûfîler, yer ve göklerdeki bütün mahlûkların zikir ile Hakk’a yaklaştığını vurgularlar. Onlara göre, melekleri “arş-ı Rahmâna” yükselten, onların Hakk’a olan zikirleridir. Onlar, Hakk’ın komşusu ve sohbet arkadaşı olduklarını gösterdiklerinde ve gönülleri Allah’tan başka her şeyden ilgiyi kesince, yani her şeyde ve her yerde Allah’ı görmeye başladıklarını ve Allah’la dil ötesi bir konuşmaya ve madde ötesi bir müşâhedeye ulaştıklarını ifade etmeye çalışırlar. Bu da şu şekilde gerçekleşir; insan ne kadar bilge olursa olsun, kendi çabasıyla doğruya, hakikate ve asıl iyiliğe ulaşamaz. Onun için özgür bir varlık olmak, insanın kendi doğasında varolan ilâhî güçle sağlanabilir.265 İnsan ilâhî gücün inayetine ulaşmadığı sürece, irâdenin iyiye yönelmesiyle aynı anlama gelen özgürlüğe kavuşamaz. Ruhun özgürleşmesi ancak insanın kendini her yönüyle gerçekleştirebilecek yolla mümkün olur. Gerçek insanın gerçekleşmesi de Allah’la her halükârda birlikte olmakla olur. Bu birliktelik O’nu anmak/zikr etmektir. Allah, kendisini daima anan sâliki hem sever hem insanlara sevdirir. Zira “ Allah, kendini zikreden/anan topluluğu meleklerle kuşatır, rahmetle çevreler ve onların üzerine ilâhî muştu ve huzur iner. Allah böyle bir topluluğu yüce katındaki varlıklarla anar.”266 264 Kuşeyrî, Risâle, s.101. The City of God, çev. H. Bettenson, Penguin Books 1972, s. 420. 266 Tirmizî, Duâ, 7. 265 Augustinus, İSLAM DİNİNDE ZİKİR Sâlik için, “İman, Allah ve Resûlün onun için her şeyden daha değerli olması ve sürekli onun hatırında olması gerekir.”267 Sûfîler, zikir olmazsa, Allah ile kul arasında sevgi bağı oluşmasının mümkün olamayacağı görüşündedirler. Sevgi sayesinde Allah şükredilerek kalp huzura kavuşur. Kur’ân-ı Kerim’de bu huzuru, “Allah anıldığı zaman yürekleri oynar ve üzerlerine O’nun âyetleri okunduğunda imanlarını arttırır”268 şeklinde açıklamaktadır. Zira sûfîlik yolunda hakîkatler yalnızca âşk ile elde edilir. Şayet aşk ile gerçek anlamda Allah’ı anmak istiyorsanız, O’nun emirlerini yerine getirerek ve O’nu devamlı hatırınızda tutarak kulluğunuzu gerçekleştirmelisiniz. Kişi ancak birini, ona olan sevgisi derinleştikçe daha iyi anlayabilir.269 Âşıkın Mâ’şukuna kavuşması için onun sevgisiyle yok olması ne kadar gerekli ise, kulun da Allah’a vuslatı için O’nun sevgisinde fanî olması en az o kadar gereklidir.270 Zikir, zikredilenden başka her şeyi unutmaktır. Yani Allah’tan gayri bütün mâsîvayı kendi benliğinden atmaktır. Zikir, âşk yolunun ilk adımıdır; çünkü biri, diğer birini severse, sürekli sevdiği ile beraber olmak ve onu anmak ister. İşte Allah’ın her nesneyi sevgi üzerine yarattığı için Allah’tan gelen sevgiyle her varlık Allah’ı sever. Sevmenin en büyük emâresi de, sevenin sevdiğini lisan ve hâl diliyle anmasıdır. Bu anış neticesinde Allah aşkıyla dolu olan kalp her an zikrin yuvası olur ve gerçek mutluluğa kavuşur. Allah bunu şu şekilde izah eder: “Uyanık olun ki kalpler, Allah’ın zikriyle mutmain olur.”271 Allah’ı anmak, yaratılan varlıklar arsında sadece insana özel bir ritüel değildir. Zira her varlık sınıfı, kendi bulunduğu 267 Bk. Neseî, îmân, 2. 8/2. 269 Suzregelman, İnâyet Han, Fernandez, Jung Psikolojisi ve Tasavvuf, İstanbul, 1994, s. 31 270 Gazâlî, age., c.І, s. 428 271 Ra’d, 13/28. 268 Enfal, 75 76 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR evren içinde Allah’ı bilir ve O’nu konuşur, bütünleşir, içselleştirir. O varlık evreninde, o varlığın kendi cinsinde bir uyarıcısı/resûlü vardır. Bu nesne toplulukları, emr olundukları şey üzerine her dem her zaman Allah’a ibadet ve itaat ederler. Yaratıcıya karşı kötü eylemlerinden dolayı da, insanı ayıplarlar, kınarlar ve öfkelenerek eziyette bulunurlar.272 2.4. Zikrin Faydaları Zikir kötülüklere karşı en sağlam bir kaledir, insanı haramlardan kurtarır. Zikirle meşgul olan bir kalp ve dil, gıybet, yalan, laf taşıma, fitne yayma gibi haram ve boş işlere vakit bulamaz. Bir çeşit ibadet, hizmet ve zikir ile meşgul olmayan kimsenin boş işlerden korunması mümkün değildir. Kalbe gelen günah arzularını zikirle söndürme ve hayra yönlendirme imkânı vardır. Zikir ile desteklenen kalp iyiyi, kötüyü fark eder. Zâkirlerin mutluluğu günlerine ve gecelerine yansır. Onlar için geceler, Kur’an’ın ilk indiği, Allah’ın kullarına en fazla yaklaştığı anlardır. Âşık ile Mâ’şukun en yakınlaştığı gecenin sevinci, tıpkı otuz günlük nefis mücadelesi sonunda, Ramazan ayının bitimiyle bayram eden mü’minler duyduğu mutluluk gibidir.273 Zikir, kalbin açılmasına, genişlemesine ve devrim geçirmesine neden olur274. Bu devrimin gerçekleşmesi için de, sevgi lazımdır. Kişi sevdiğini sürekli anmalı ve hatırında tutmalıdır. Eğer kişi sevdiğini anmazsa, bu kez gam ve kasvet onu psikolojik sorunlarla baş başa bırakır. Âşık sûfî’nin temel gıdası zikirdir. Zikir, zikredenin elinden tutup, Hakk’a kavuşturan, en yücelere yükseltip, rûhunu 272 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 259b. Dîvân, s.186. 274 Aynı eser, s.29. 273 Kuddûsî, İSLAM DİNİNDE ZİKİR aslına döndüren en önemli âmellerden birisidir. Sûfîlere göre, Mâ’şukuna kavuşmak isteyen sâlik, gece-gündüz sürekli zikirle hemhâl olmalıdır. Zikir, Allah’ı hatırlama olduğu için, sûfî kendini devamlı mâsîvaya karşı uyanık tutar. Mâ’şuk ile ünsiyet, ancak O’nu sürekli anmakla gerçekleşir. İlâhî aşkın şarabıyla kendinden geçen sâlik, insanların; “dîvâne, mecnun, deli” sözlerini kulak ardı ederek zikrini yerine getirmelidir. Çünkü sûfî bu aşkla derya gibi coşarak, bülbülün devamlı ötmesi (zikr etmesi) gibi, Rabbini anmalıdır. Eğer âşık, bülbülün Allah’ı andığı kadar zikirden mahrumsa, aşkın lezzetine varamamış demektir. Allah, hatırlama konusunda sadece bülbülün zikirde devamlılığı yanında diğer bütün varlıklarda (nesneler), bir ân bile O’nu zikretmekten uzak/beri değildir275. Allah’ı anmakla bütünleşen sûfî için artık zikir, gönlün eğlencesi olmuştur. Sûfînin zevk aldığı âmel, sürekli Allah’ı arzulamasıdır ve bu arzunun oluşması için de, devamlı O’nu anmak gerekir. Sûfîler, aşk oltasına takılan bütün insanlar, gizli ve âşikâr olarak, Allah’ı her ân anar görüşündedir. Zikirde devamlılık sûfî için en büyük sermayedir. Bu sermaye insanı Allah’ın veli kulları arasında katar. Kimi bu zikri açık olarak yerine getirir, kimi de gizli olarak yapar. Eğer sûfî için tek gaye Allah ise, zikri sürekli çoğaltmalıdır. Allah’ın zâkir kullarına bu konuda müjdesi, onlarla sürekli aynı meclisde beraber bulunmasıdır. Sûfî, zikir ile mezkûruna kavuşabilir. Sûfîlerin bazıları, zikir için abdestin de şart olmadığını söylerler, onlara göre, sûfî ister abdestli ister abdestsiz olsun, sürekli zikretmelidir. İnsanların bu konuda tenkitlerini de göz önünde bulundurmamalıdır.276 275 Kuddûsî, 276 Dîvân, s. 49–50. Tenik, age., s. 257. 77 78 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Bazı mutasavvıflar, günlük olarak sâlikin yerine getirmesi gereken asgari bazı zikir lafızlarını tavsiye etmektedir. Örneğin bir sûfî günde en az on kere Hz. Peygamber (s.)’e sâlat okumalı, günde yüz defa da istiğfar etmelidir. Bunlar sürekli yapılacak olan virdlerdir. Bazı sûfîler de, en faziletli zikrin “hû” lafzıyla yapılan zikir olduğunu ifade etmişlerdir. Çünkü bu lafzın içinde herhangi bir istek, talep bulunmamaktadır. Bu da sâlikin Allah’tan hiçbir şey istemediği bir övgü ile Allah’ı anmasıdır. Zira insan, fakr ehli ve muhtaç bir varlıktır. Fakir ve muhtaç olan insan, hizmette bulunduğu zata, istek ve arzuda bulunmaya uygun bir edeple hitap ettiğinde, bu isteğe karşılık verilir. Örneğin muhtaç biri varlıklı birine “ey kerim” dediğinde “ikramda bulun” demek istemektedir. Onun için bu tür zikirler, bir istekte bulunma anlamına gelmektedir. Fakat insan “ya hû” dediğinde bunun manası, sadece anmaktır. Bu sebeple “hû” en büyük zikirdir.277 Sûfîlerin bir kesimi zikre o kadar önem verir ki, kendilerini mânevî yolla bütün insanlara zikir yapmaları için izin vermeye yetkili görür. Sûfîler, zikrin en anlamlısının bir mürşidin terbiyesi altında yapılan zikir olduğunu,278 fakat insanların bahaneler arkasına saklanmamaları için de isteyen kişinin zikri mürşidsiz yerine getirebileceğini ifade ederler. Bu anlayış sûfîlerin tarîkat ve mürşid konularında ısrarlı ve bağnaz olmadığını göstermektedir.279 Sûfîler, zikir konusunda verdikleri icâzetin (iznin) mecâzi olmadığını, bunu ilâhî bir işaretle verdiklerini belirtirler. Bunu 277 Razî, age., I, 151 dönem sûfilerinden Esâd Erbilî, zikri ve mürşidin muhabbetini ilaç gibi görür ve zikrin hangi hastalığa ne kadar kullanılması gerektiğine mürşidin karar vermesinin önemli olduğunun ve ölçü konusundaki hassasiyetin ehemmiyetine dikkat çeker. Eribli, Mektûbât, s. 70. 279 Bk. Tenik, age., 254. 278 Son İSLAM DİNİNDE ZİKİR da, Hz. Peygamber(s.)’in; “hangi varlık olursa olsun, isterse taş olsun herkese iyilikle ve hüsn-i zan ile yaklaşın, bir gün o taşın ummadık bir faydasını bulursunuz. O taş belki de size yol kılavuzluğu yapacaktır.” bu anlayışla hareket eden sûfîler, insanların kurtuluşu, Rabblerini tanımaları ve O’na vasıl olmaları için zikri tavsiye ederler. Eğer insanlarda bu verilen izinle hareket edip hüsn-i zan ile bunu yerine getirirlerse, Allah da onları irfân ehlinden olmak arzu ve isteklerinden mahrum bırakmaz. Zikir, bir sûfî için hayatın özü, cevheridir. Yani nefes alışverişidir. Eğer bu süreçte tevhîd zikri de sâlik tarafından yerine getirilirse, Allah o sûfî’nin gönül dünyasına oluk oluk feyz akıtır. Artık o gönül, ağyara (Allah’tan başkasına) kapalı hâle gelmiş demektir. Şeytan denilen varlığın esamesi artık orada anılmayacak demektir. Ve samimi kişi (mü’min), hiçbir mazeretin arkasına saklanmadan, bir dem/ân olsa dahi Rabbini anmaktan gafil/uzak kalması söz konusu olmayacaktır. Zikir, özenle belirlenmiş bir disiplinle, insanların içlerinde yoğunlaşan ilâhî vuslat duygusu, onların aşkın varlığı hissetmelerine (Allah’la yaşamalarına) yardımcı olma hâlidir. Sûfî, bir âşık olarak, bülbül gibi sürekli Mâ’şuk’u zikretmek ister. Onun için Allah’ı zikretmeden geçen her ân hebâ olmuştur. Ve Allah’ı anamamanın pişmanlığı yüreğini dağlamaktadır. Âşık mü’min, bir ân bile Allah’ı hatırından çıkarmamalıdır. O, gönlündeki kirlerin ancak Allah’ı zat, sıfat ve isimleriyle zikrederek temizlenebileceğini bilir ve bundan dolayı da, âşık sûfî gözünde zikir yaşam en hayatî gıdasıdır. Zikirde önemli olan kulun devamlı olarak Yaratıcısı ile birlikte olmasıdır. Bu birliktelik de ancak, O’nu daima hatırda tutmak ile gerçekleşir. Zikir, âşık kulu en kısa ve kestirme yoldan Allah’a kavuşturmanın aracıdır. Kul sürekli Allah’ı anmaktan verdiği feyiz ve mânevî destekle tez elden Mâ’şuk’una kavu- 79 80 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR şur280. Zikir, âşık ile Mâ’şuk/Allah ile kul arasındaki mesafeyi kolaylaştırır ve yakınlaştırır. Bu da Allah’ın “Ey inananlar! Allah’ı çokça zikredinîz”281 emrini yerine getirmekle gerçekleşebilir. Allah zikirdeki dostluğu “Ben, beni zikredenin yanında oturan dostuyum282” şeklinde açıklar. Çünkü kişi ancak devamlı olarak sevdiğini diliyle, gönlüyle hatırlayarak dostluğunu gösterebilir. Hz. Peygamber (s.) zikri, sadakaların en büyüğü283 amellerin en hayırlısı, insanı Allah’ın yanında en sevimli kul hâline getireni, kişi için Allah uğrunda harcanan en güzel metadan daha iyi bir ibâdet olduğunu vurgular.284 Zikrin büyüklüğü ve yüceliği âyette ifade edildiği gibi, “Muhakkak ki, Allah’ı zikretmek en büyüktür”285 şeklindedir. Allah’ı anmanın, devamlı hatırda tutmanın, bütün uzuvlarla yaşayan kişinin durumu ile Allah’ı hayatında yaşamayanın, günlük meşgûliyetlerden dolayı O’nu unutup hatırlamayan kişinin hâli, “...Rabbini zikreden ile zikretmeyenin durumu, diri ile ölünün durumu gibidir.”286 gerçeğinde anlamını bulmaktadır. Âşık hayatı boyunca Allah’ı bir an bile hatırından çıkarmayan, günlük yaşamının koşuşturmaları kendisini Allah’ı anmaktan alıkoymayan, Allah’ı bütün bedeniyle yaşayan, iyilik yaparken onları kullanan, kötülüğe meylederken, onlar tarafından ikaz edilen kişidir. Sûfînin hayatı Allah ile öyle bütünleştirmiştir ki, diğer insanların aklı ve hafızaları tarafından garipsenir. Bir yerde diğerleri tarafında “mecnûn” diye tanım- 280 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 217b. 33/41. 282 Keşfü’l-Hafâ, I, 232. 283 Terğîb, II, 400; Kenzû’l-Ummâl, h.no: 1804. 284 İbn Mânce, Edeb, 53. Tirmizi, Da’avât, 6. Malik, Muvatta, Kur’an. 285 Ankebût, 29/45. 286 Buhâri, Da’avât, 66; Mislim, Müsâfirîn, 221. 281 Ahzab, İSLAM DİNİNDE ZİKİR lanabilir. Çünkü bu hâl konusunda Hz. Peygamber (s.) şu ifadeyi kullanır. “Allah’ı, o kadar çok zikredin ki, tâ ki size mecnûn/ deli desinler”287. Mutasavvıflara göre, kişinin değeri, Allah’ı zikretmekle ölçülmektedir. Yani insanı ne yemesi, ne içmesi, içinde bulunduğu sosyal sınıf, mevki ve makamı kendisini güçlü ve farklı göstermez. Onu güçlü kılan, ona insanlık sıfatını kazandıran, Allah’ı hayatında anmak/zikretmek derecesine bağlıdır. Bir sâlik için, sûfîlik yolunda en büyük eksiklik, ahde vefâ göstermemek ve zikri terk etmektir.288 Âşık sûfîlerin en belirgin özelliği ise zikirdir. Eğer kişi, Allah’ı zikretmiyorsa ve zikrullâhın tadını almıyorsa, o kişinin Allah’ı sevdiğini iddia etmesi mümkün değildir. Aynı şekilde, insanın hem zikrullâhın tadına varması hem de Allah’tan gayrisiyle meşgûl olması mümkün değildir. Sûfîler, Allah’ı devamlı görüyormuşçasına ve O’nu elleri arasında tutuyomuşçasına zikretmeyi, yani “zikr-i batının” Allah’ı isimleriyle zikr etmekten “zikr-i zâhir”den daha muteber olduğunu belirtmektedir289. Zikirden uzak kalmak sûfîde kalbin ölümüne neden olur. Kalb, sûfî için hayatın kaynağıdır. Eğer kişi gafil zenginlerle olan sohbetini, Allah için zikreden fakirlerin sohbetine tercih ederse, Allah da o kimsenin kalbini öldürür290. Ritüel etkinlik olarak zikir meclisleri “Allah’ı hatırlama” vesilesi yanında birleştirici kaynaştırıcı ve sosyal yönüyle birçok görev üslenmektedir. Üyelerinin arasında bireysel ve toplumsal etkileşimin sağlandığı ortamlardır 287 İbn-i Adî, Ebu Ahmed Abdullah, el-Kâmil fi Duafâi’r-Ricâl, Beyrut, 1988, Daru’l- Fil. 288 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 220b eser, vr. 257a 290 Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, I, 286. 289 Aynı 81 82 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Muhabbet, tevhîd ve ihlâs sahibini tamamıyla kuşattığı zaman zikir yapılan bütün ameller, ancak ve ancak Allah’ı hatırlamak, O’nu unutmamak ve O’ndan başkasına meyletmemek için bir vasıta olduğunu göstermektedir.291 Sûfîler için zikrin diğer ibâdetlere üstünlüğü belirgin bir şekilde açık ve nettir. Zira namaz ile zikir kıyaslandığında zikrin büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Namaz her ne kadar ibâdetlerin en şereflisi olarak düşünülüyorsa da, bazı özel vakitlerde namaz kılmaz câiz değildir; çünkü namazda yasaklanan bazı durumlar, zikir esnasında yasaklanmamaktadır. Örneğin, Allah, Kur’an’da insanlardan kendisini anmasını isterken herhangi bir mekân, zaman ve özel bir hazırlık şartı ileri sürmemektedir. İnsanlardan iki durum dışında devamlı olarak Kendisini anmasını, her mekân ve zamanda, abdestli, abdestsiz, yatarak, oturarak veya yürüyüş esnasında devamlı insanların Kendisiyle beraber olmasını emretmektedir. Ona göre, zikrin önem ve sıcaklığını ancak gafletin korkunçluğunu hisseden kişi anlayabilir. Hiçbir kaydı ve şartı olmayan yegâne ibâdettir. Yapılan zikrin cehrî ve hafi olması konusunda ise, kendisinde fark hâli galip gelen kimse için cehrî zikir, kendisinden cem’ hâlinin galip geldiği kimsenin de, hafi zikir yapması daha faydalıdır292. Allah, “Ey inananlar! Allah’ı çok zikredinîz”293 âyetiyle, kullarına sınırsız zikretmeyi emretmektedir. Yani gece-gündüz, karada-denizde, yolculukta-ikamette, zenginlik-fakirlikte, hastalıkta-sıhhatte, gizli-açık ve her hâlükârda zikr etmelerini istemiştir294. Kısacası, mürîdin seyrinde güçlüklerle karşılaşınca düşmanı bertaraf etmek için kılıç gibi sallayacak tek si- 291 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 223a. Hazinetü’l-Esrar, vr. 219a. 293 Ahzab, 33/41. 294 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 223a. 292 Kuddûsî, İSLAM DİNİNDE ZİKİR lahı zikirdir.295 Zikir, kimi zaman taşlaşmış olan kalpleri kırıp tuzla-buz eden demir bir balyozdur. Kimi zaman, en şefkatli, merhametli ve sevgi dolu bir yürekle Yaratandan dolayı bütün varlık karşısında boyun büküklüktür. Zikir, sûfîlerin kalplerinin fırçasıdır. Zâkir için Allah, kalbinin besisidir. O gıdayı da, zikir sayesinde kazanmıştır. Zikir, kalplerin gıdası yanında aynı zamanda Allah’a giden yolda en önemli sütundur. 296 Zikir, onlar için afetlerin def’i, belâların ortadan kaldırılması,297 zâkirin içinde gülerek, eğlenerek dolaştıkları cennet bahçesidir. Sözün özü; O’nu anmadan, O’nu yâd etmeden hiç kimse huzûra eremez. Zikir, Allah aşkı için kalpten mâsivayı süpürür, tertemiz hâle getirir. Kalbini şeytanın saldırılarından korumak isteyen birine yardım edebilecek tek şey, zikirdir. Allah’ın kullarından yapmasını istediği her emrin belli bir ölçüsü ve sınırı vardır. Fakat yukarıdaki âyette olduğu gibi zikrin belli bir ölçüsü yoktur. Yani Allah zikir ibâdeti için kendisinden yana bir sınır koymamıştır. Şunu diyebiliriz ki, her insan aklına mağlup olmayana kadar zikretmeyi bırakmamalıdır. Onunla yaşamalıdır. Bir sûfî için zikri terk etmek, Allah’ı unutmak ve O’nu terk etmek gibidir. Onun için zikir, Allah’a giden yolların en yakınıdır. Zikir velâyetin fermanıdır. Zikirsiz kimse, Hakk’dan uzak kalmış kimsesiz bir kişidir.298 Kuşeyrî (ö. 1072), bu konuda sanki birçok mutasavvıfa öncülük etmektedir. Ona göre zikir, velâyetin adresi, vuslatın durakları, mürîdliğin tahkikidir. Onun için zikirden başka övüle- 295 Kuşeyrî, age, s.37. Kayyım, age., ІІ, s. 331; Schammel,A., Tasavvufun Boyutları, çev. Ender Gürol, İstanbul, 1982, s. 151; Necmüddin Kübra, Tasavvufî Hayat, haz. Mustafa Kara, İstanbul, 1980, s. 79. 297 Kuşeyrî, age., s. 221. 298 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 217b. 296 İbn 83 84 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR cek bir haslet yoktur. Övülecek bütün özellikler zikre dayanır. Bundan dolayı zikri övmenin sayısız faziletleri vardır.299 Hz. peygamber (s.)’den gelen bir rivâyette: “Ey Âdemoğlu! Beni zikrettiğin zaman bana şükretmiş, beni unuttuğun zaman ise bana küfretmiş (nankörlük etmiş) olursun300” buyrulmaktadır. Bazı sûfîler, Allah ve Peygamber (s.)’i zikre verdikleri değerle zikri, tefekkürden (düşünmeden) daha önemli bir konuma yükseltmişlerdir düşüncesini taşımaktadırlar.301. Allah’ın: “Siz beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim”302 emri ile Hz. Peygamber (s)’in “Amellerin en hayırlısı zikrullahtır303” sözü buna en iyi örnek gösterilebilir.304 Zikrin kul/sûfî üzerindeki kuşatıcılığı çok önemlidir. Eğer Allah’ı anma bilinci kula galip gelirse, Allah ile kul arasında muhabbet, aşk oluşur.305 Bazı sûfîler zikri üç şekilde ele alırlar: Lisanla zikir, kalbi zikir ve rûhî zikir. Lisan zikri, alışkanlık hâline gelen, sûfî olmayan kişilerin (avamın) yapmış olduğu zikirdir. Bu zikrin insana hiçbir faydası olmadığı gibi zarar verir. Kalbi zikir, ibâdet amacıyla yapılan zikirdir. Sûfîlerde havâss denilen, Allah dostlarının yaptığı zikirdir. Kişi bu anmayla, Allah’ın hoşnutluğunu kazanır. Ruhla yapılan zikir, kişinin bütün organ ve azalarıyla yaptığı zikirdir. Bu ma’rifet ve aşk bilinciyle yapılan anmadır. Bu zikrin Allah yanındaki değerini tanımlamak imkânsızdır. Zira sûfîlerin bu devamlı olarak hatırlama hâlı, yaşamak için beslenmek kadar gerekli bir ameldir, çünkü bu seçkin/havvâsü’l-havâssınların her anını Allah’ı anmak ve 299 Kuşeyrî, Risâle, s. 221. III, 343. 301 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, s.131. 302 Bakara, 2/152. 303 İbn Mâce, Edeb, 53. 304 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 260a. 305 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 231a. 300 Tergâib, İSLAM DİNİNDE ZİKİR onunla beraber geçirdikleri rûhî zikirdir306. Bu zikir türü kuşatıcı bir zikirdir. Bu zikirde mâsîvayı benlikten tamamen saf dışı bırakarak Allah’ı anmak vardır. Bu teslimiyetle sûfî zikr etme şuurunu yakalarsa, Allah’ta onu her türlü olumsuzluktan korur. Dekkâk (ö. 1014)’a göre, mürîdlerin sülûk konusunda başvurdukları en açık ve en sahih yol zikirdir, çünkü kişi Allah’a ancak, zikre devam etmek sûretiyle vasıl olur307. Sûfî için zikir, Allah’a olan bağlılığın işareti, kötülüklerden kurtuluş, şeytani/nefsânî arzulardan koruyuculuk görevi yapan bir kaledir. Bundan dolayı sûfîler, önceki/geçmiş sûfîlerin görüşlerine de başvurarak cehrî zikrin önemi üzerinde ehemmiyetle durmuşlardır. Onlara göre, cehrî zikir sebebiyle insanlar kendi dinlerini insanlara anlatmak için fırsat bulurlar. Ve aynı zamanda zikrin bereketi, zikirde verilmek istenen mesaj dinleyenlere ulaşır. İnsanların kalplerindeki olumsuzlukların temizlenmesi için cehri zikre başvurulmalıdır. Bu görüşten hareketle bazı sûfîler, zikri, tebliğin önemli aracı olarak görmüşlerdir.308 2.5. Zikrin Psikolojik Etkileri Tasavvufî pratiğin merkezinde bulunan zikir, önemli bir rûhî eğitim temrinidir. Zikir, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını belli bir âhenk içerisinde tekrarlayarak anmak ya da hatırlatmaktan ziyade, kalbî teslimiyetten gelen bağlılığın, hem benlik olarak, hem de dil ile ifade edilmesidir. Onun içindir ki bütün sûfîler, zikri, yaşanan dinîn kilit taşı olarak görmüşlerdir. Tasavvuf ve tarîkat etkinliğinin temel gayesi, insanda Allah‘ı temsil eden ve kalpte yerleşmiş olan rûhun şeytana/nefse galip gelmesidir. Yani ruhun “nefs” üzerindeki üstünlüğünü 306 Aynı yer. eser., vr. 232a 308 Tenik, age., s. 295. 307 Aynı 85 86 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR sağlamak, mâsivâ ile özdeşleşmiş olan nefs üzerinde tam bir üstünlük elde etmektir. Çünkü nefs, tasavvufun ana temalarından birisidir. Tasavvuf mücadelesi, “nefsi Allah’ın dileği doğrultusunda terbiye etmek” mücadelesidir. İnsan doğası, “nefs” ile “rûh” arasında devamlı olarak süregelen bir mücadele temeline dayanır. Zikrin bu mücadeledeki hedefi, insanın fiziksel varlığını ruhanî varlığından ayırarak, bu ruhanî varlığın Allah’a doğru özgürce hareketini sağlamaktır. Zikir, düşünceyi bir yerde toplamak, seyr u sülük/tarîkte ilerlemeye yardım edecek ruhsal güçleri salıvermektir. Genel olarak zikir tasavvufta bu perspektiften değerlendirilir. Muhakkik sûfîler, zikrin sûfînin psikolojik durumu üzerindeki olumlu etkisinin çok fazla olduğunu her fırsatta dile getirir. Onlar, zikri, hem nefse en zor gelen bir ibâdet, hem de Hakk tarafında ecri en çok olan bir âmel olarak görürler.309 Zikir, başarının anahtarı, ibâdetin özü, gönüllerin cilası/parlatıcısıdır. Nefsi/egoyu temizleyen ve yüreği ağyâr ve havâtırdan/kalbe gelen gayrî ilâhî duygu ve seslerden temizler. Onun için zikr, sıkıntılardan kurtulmak ve rızkın çoğalmasının nedeni, isteklerin yerine getirilmesi, düşmana karşı maddî mânevî kuvvet, belaların yok olması, yapılan hataların bağışlanması, ayıpların örtülmesi, hastalıklara karşı kalkan, yüce kuvvetler kazanmak, Allah yanında kulluk derecesinin yükselmesi, hataların yok olması, ilham ve kerâmetin gelmesi ve en önemlisi Allah sevgisini kazanmaktır. Bunların hepsi Allah’ı bütün benlik ve varlığıyla anmanın hatırlamanın sonucunda kazanılan nimetlerdir.310 Zikrin gereği gibi yerine getirilmesi aynı zamanda duâların kabul edilmesi demektir. Çünkü âşık ile Mâ’şuk arasında gerçek sevgi köprüsü kurulmuştur. Artık isteklerin geri çevril- 309 Kuddûsî, 310 Hazinetü’l-Esrar, vr. 236b. Aynı eser, vr. 232b. İSLAM DİNİNDE ZİKİR mesi söz konusu değildir. Her iki tarafta artık birbirlerinin isteklerini yerini getirir. Allah, Mâ’şuk olarak, kendini sürekli ananı sever ve göklerin ve yer ehlinin kalplerine ona olan sevgiyi koyar. Artık ünsiyet ve dostluk oluşmuştur. Artık Mâ’şuk onu en yücelerde/Mele-i âla anar ve âşık zâkiri kendileri için hiçbir korkunun ve üzüntünün olmadığı evliya/dostlarının içine katmıştır. “Siz Beni zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim”311 düsturu gerçekleşmiştir. Bu ayette vurgulanan, zâkir, zikir ve mezkûrun tekliğidir. Bu ise zikrin sırrıdır. Ve yine bu, insanın Allah’ı zikrederken ulaşmak durumunda olduğu üst merhaledir. İçinde “bir” olan şey, ilkin kozmik ayrılık “prizması” yoluyla ayrılmış şeklinde görünür; ancak Allah kendisiyle O’nu zikreden arasında yukarıdaki ayette “birlik”e sevkeden “bağ”ı vahyeder. Zikir, kalbde huzurun oluşmasına da sebeptir. İnsanın kalbinde huzur olmazsa da, kendini zikre alıştırmalıdır; çünkü bir gün dili ile yaptığı zikir kalbi zikre dönüşebilir. Önemli olan insanları zikre alıştırabilmektir. İnsanlar bunun bilincinde olmazsa dahi zikretmelidir. Lisan ile yapılan zikir bir gün, ruh ile kan ile yapılan zikre dönüşür. Çünkü insanoğlunun dili bedeninin sultanı/yöneticisi olan gönlün tercümanıdır. Zikir/yâd etmek insan psikolojisinin terapisi/gıdasıdır. Çünkü nasıl insan teninin besisi bitkisel ve hayvansal gıdalar ise aynı şekilde insan rûhunun besisi de zikir ve diğer ibadetlerdir. Gıdalar bedenin beslenmesiyken, rûhun beslenme gıdası ise, kalpte Allah sevgisiyle beslenen zikirdir. Çünkü kalbin şifası Allah’ı anmaktır.312 Zikir tasavvufta ibadetin/ritüelin özlü biçimidir. Zira zikir ile bütünleşen sâlikler öylesine mutlu ve huzurlu insanlardır 311 Bakara, 2/152. Müstedrek 10, 509. 312 Hakim, 87 88 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR ki, Allah’ı sürekli zikir ile anarak pişip kemâle ulaşırlar. Bu pişme nicelik bakımından değil, nitelik yönündendir. Zikir, her türlü bozulma ve Allah ile olan ayrılığı sona erdirir. İnsan benliğinin dönüşüm süreci olan zikir, insanın gerçek tabiatı ve kendisiyle aynileştiği gerçeklik haline gelerek son bulmasıdır. Tefekkürle uyum içinde olan zikrin yardımıyla insan her şeyden önce bütünleşmiş, altın gibi saf ve katıksız bir benlik/ nefs elde eder. Ondan sonra zikirde insan, benliğini en yüce kurban biçiminde Allah’a sunar. Sonunda Allah’ta fanî olma ve Allah’tan yeniden varolma/bekâ makamında, insan tâ başından beri Allah’tan asla ayrılmamış olduğunu anlar. İşte zikrin bu bütünleştirici kudreti, bizzat yapısı sembolik olarak insanın iç varlığını aksettiren bedene de yansır. Mânevî hayatın bilincine varışının başlangıcından insan olumsuz ve tutkulu yönünün baskısı altında görülen bedeninden ayrılmak mecburiyetinde ise de, gelişiminin çok ileri safhalarında merkez olarak alınan kalp ile birlikte beden/ten içinde, yani ruhun mabedi olarak olumlu yönün kontrolü altında değerlendirilen tende varlığını sürdürmek olur.313 Sûfîlere göre, mürid mânevî uzletinde, yani halvetinde, ayak parmakları “Allah” demeye başlayıncaya kadar zikretmek zorundadır. Açıkçası, rûh ve nefsi olduğu kadar bedeni de kapsayan bu nihaî bütünleşme hâlini gösterir.314 Zikirde amaç, varlığın bütünlük hâlinin zorunlu olarak iç hâlinde yansıyan şeylerin dış görünüşü üzerinde iz bırakmasıdır. Bu yansıtmayı gerçekleştiren kişi, benin bütün hastalıklarından şifa bulacaktır. Zikir, Allah’ı dâima yâd etmek, insanın ilâhî olana doğru bir yöneliş veya bir cezbesi olmaksızın çok sakin bitkisel bir varlığa benzer hâle getiren modern psikanalizin de elde 313 314 Seyyed Hossein Nasr, Sufi Essays, George Allen, 1972, ss 43-52. Mevlânâ, Mesnevî, IV, 1765. İSLAM DİNİNDE ZİKİR etmeye çalıştığı gibi bütün gerilimlerinin ve bilinç dışı eğilimlerinin saf dışı edilmesi anlamında değildir. Bu, insanın aşkın/ muteal olana dair sahip olduğu derin insanî ihtiyaçtan ileri gelen bütün eğilimlerini gerçekleştirerek kazandığı bir hâldir. Zikirle varolan insan, bölünmüş bir “varoluş” yaşamaz. Onun düşünceleri ve eylemlerinin hepsini tek bir merkezden doğar ve değişmez bir ilkeler serisine dayanırlar. O, artık insanlardan pek çoğunun içinde yaşamış olduğu riyâ/ikiyüzlülük gibi hastalıklardan şifa bulmuştur ve insanların büyük çoğunluğundaki derûnî nuru gizleyen bozulmuşluk perdesi “yok” olduğu için bulunduğu her yere bir ayna gibi, bir güneş gibi kendi özgün ilâhî ışığını yansıtır. Zikirle bütünleşen insanda artık ilâhî hâl ve tefekkür yolunun birliği gerçekleşmiş olacaktır. Onun ilâhî birliği yansıtması ve ilâhî isim ve sıfatların genel bir tezâhürü haline gelme sonucunu ortaya koyuyor ki, söylediği yaptığı her şeyden mânevî bir koku ve güzellik fışkırır. Evrene bereket yayar, varlığın yaydığı bereketten nasiplenir. Zikirle hayatını bütünleştiren kişi, nefs/benin bütün hastalıklarına şifa bulacaktır. Zira o, yaptığı ve söylediği her şeyden manevî bir koku ve güzellik fışkırdığı gibi, o, bu ilâhî güzelliği sürekli Allah’la hemhâl durumuyla her tarafa aksettirir. O, evrenin hayat damarlarında akan bereket ve şifa ile bir bağ halindedir.315 İnsan zikirle Allah ile bütünlüğe kavuşur ve varlık ile birliktelik sağlayarak ilâhî muradı gerçekleştirir. Bu hayatın her ciheti ile ilgilidir; ister psikolojik, ister sosyolojik, ister ekonomik, istek hukukî, ister ailevî vb. hallerde olsun hiç fark etmemektedir. Zaten tasavvufun her konusu önce insanın kendi içinde bir bütünlük oluşturmasını ondan sonra toplumda bir bütünlük hâlinin gerçekleşmesini talep etmektedir. İnsan top- 315 Seyyed Hossein Nasr, Sufi Essays, s. 49. 89 90 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR lumlarını bütünleştirmenin en mükemmel vasıtası da insanın zikirle bütünleşmesiyle başlar. Zikir, ölünün unuttuğu gibi mâsîvayı unutmak ve Hakk’ı hatırlamaktır.316 Sâlik de “Unuttuğun zaman Rabbini zikret”317 emriyle hareket etmelidir. Allah’ı anmakta kullanılan İsm-i A’zam ve diğer elfâzlar öyle tükenmez birer nûrdurlar ki, huzûr kaynağı olarak, susuzluğu nisbetince “zâkir”in manevî organı olan kalbe sürekli akar. İçeriye akış gerçekleştiğinde isim kendisini muhtevaya ya da isimlendirilene ilhâm eder; sonra zâkir ismin Allah olduğunu bilir; zikir, isimle nihaî ifadesine ulaşınca zikredenin ve zikredilenin bir olduğunu idrâk eder. İsm-i A’zam, zikredenle zikredilen arasındaki aracıdır. İnsan “elçi” gibi Allah’ın insan olmayan elçisidir. Zira ismin bütünsel ve sürekli idrâkine “zikrullah” denir. Hakîkatte bir bağlamda insan biçiminde diğer bağlamda bir dil ifadesi olarak sûretler dünyasında izhâr edilen yalnızca bir “elçi” vardır. Bu iki sûret onların sûret üstü içeriğini gerçekleştiren zikirde manen birleşirler. “Allah” İsm-i A’zamı, O’nun irâdesini tasdikle zikreden kişi, aynı şeyle Zât’a giden yola sevk etmek için uygun kişi olan O’nun Resûlünde birleşir. Sûfîlere göre, sûfînin “Namazı bitirince de, ayakta, otururken ve yanınız üzeri yatarken (daima) Allah’ı zikredin”318 buyruğu gereğince bütün hâllerinde Allah’ı anmaya devam etmesi gerekir. Çünkü zikir, vakitli bir ibâdetin ötesinde, sâlik için, devamlı üzerinde taşıdığı elbise gibidir. Onu üzerinden çıkardığı ân uryan kalır.319 Zira bütün hata ve günahların temelinde Allah’ı hayata dâhil etmemek ve unutmak gerçeği yatmaktadır. İnsan Allah’ı unuttuğu an kendi şahsiyet/kimli- 316 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 241b. Kehf, 18/24. 318 Nisa, 4/103; Âl-i İmran, 3/191. 319 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 260b. 317 İSLAM DİNİNDE ZİKİR ğini kaybeder.320 Allah’ı unutmak “parçalanmış” bir varlık ve Allah’tan uzak bir yaşam demektir.321 Zikir kişide, kuvvetli ve gerçek bir fikir ve düşüncenin oluşmasına neden olur. Gönlün zikre olan gereksinimi, tıpkı cismin süte, bitkinin suya ihtiyaç duyduğu gibi ve onsuz nasıl gelişemiyorsa, kalbin de kötülüklerden temizlenip olgunluğa ulaşması için zikre o derece ihtiyaç vardır.322 Eğer zikrin sâlik üzerinde etkisi bu kadar fazla ise, fikrin insan üzerindeki etkisi zikre oranla mislince fazladır. Sûfîler, zikrin dil ile yapılan ve ilk basamak olarak yapılan şeklini, kalbin zikir edilenden habersiz olduğu basamak olarak kabul etmişlerdir. Zikrin son ve etkili olan basamağı ise, sâlikin artık zikirden ve her şeyden gönlünü paklaştırıp sadece Hakk ile yaşamasıdır. Zikir insanlara herhangi bir dille söylenen sözlerden ibaret olarak telakki edilmektedir. Hâlbuki sülûkun asıl amacı, gönlü mâsîvadan temizlemektir. Hz. Peygamber (s.)’in “Benim Allah ile öyle bir anım vardır ki o anda Allah’tan başka ne melek ne de peygamberlik benimle bir arada bulunmaz” dediği basamaktır. Bu basamak aynı zamanda Allah ile kul arasındaki sevginin en olgun derecesidir. Bu derece sûfîlerin derecesidir. Hakk, onların kalplerini öyle kuşatmıştır ki, onların artık Hakk’tan başka hiçbir kimseden ve hiçbir şeyden haberleri olmaz, hatta onların bazen beş duyu organları, bu basamakta iş göremez hâle gelir. Onlar yalnız iç dünyaları aracılığıyla Hakk ile yaşarlar323. Sâlikin bu makâmdan sonra Hakk’tan başka var olan her şeyi ve herkesi unutması ve onlardan habersiz olması lazımdır 320 Bk. Haşr, 59/19. 321 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’ân, çev. Alparslan Açıkgenç, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1998, s. 78. 322 Nesefî, Keşf, s.164. 323 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 241a. 91 92 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR ki bu da, tasavvufun fenâ mertebesidir. Sûfîler “ölmeden önce ölünüz” sözünü, bu mertebe için söylemişlerdir. Bu makâmda ikilik ve kesret ortadan kalkar ve Allah’ın birliği, sâlike âşikâr olur. Sûfî için bütün ibâdetler bir zikirdir, Allah’ı hatırda tutmadır. Onlar için zikrin önemi, bütün ibâdetlerin kulu Allah’a götürmesinden dolayıdır. Onlar için günlük ibâdetlerin amacı, Allah’ın her ân insanın kalbinde hatırlanması ya da yenilenmesi ve her hareketinde Allah hayatına müdahil etmesidir. Sûfî için gerçek zikir, zikredenin Zikredilende yok olmasıdır324 Tasavvuf düşüncesinde zikir, anahtar ibâdettir. Onun için zikir ve fikir, tasavvufî düşünce açısından kişinin aydınlanmasını sağlayan önemli birer ritüeldir. Zikrin devamlılığı insana en yüce makâmlar sağlar. Sûfînin sürekli zikretmesi demek, onun devamlı Allah tarafından zikredilmesi demektir. Eğer aşığın dilinden Mâ’şuğun ismi düşmüyorsa, aynı şekilde âşık da devamlı mâ’şuğun hatırındadır. Kişinin sürekli Hakk’ı anması, onun gönlünde irfan nurunun doğması demektir. Zikir sadece ma’rifetin oluşmasına neden olmaz, aynı zamanda zikrin devamlılığı aşkın doğmasına da neden olur. Kuddûsî için zikir sadece tarîkatların günlük ve haftalık olarak yerine getirdiği ritüeller değildir. Onun anlayışına göre zikir, sûfîden ayrılmayan et-tırnak ya da damar-kan gibi iç içe geçmiştir, çünkü sûfî Allah’ı her zaman hatırında tutan, bir an bile ondan ayrılmayan kişidir. Sûfîler, zikrin devamlı yapılmasının sûfînin gönlünde aşkın doğmasına sebep olduğu görüşündedir. Zikir, insanı aşkların en yücesine çıkarır. Aşkın, sûfîyi kucaklamasıyla evren- 324 Ruzbihan Matbaası). Baklî, Meşâhu’l-Ervâh, ed: Nazif H. Hoca, İstanbul, 1974, s.139, (Fak. İSLAM DİNİNDE ZİKİR de var olan bütün varlık bir ayna gibi kişiye kendini gösterir. Sûfîlerin ısrarla üzerinde durduğu konu, insanın ancak zikir sayesinde Hakka kavuşabileceğidir. Allah’a aşk ile bağlanan kişi bütün kevn û mekân/varlık olan aşk ile geçebilir. Zikir, insana gelen bütün olumsuz duyguların (Kin, nefret, dedikodu, kıskançlık gibi) temizleyicisidir. Çünkü zikrin varlığı, Allah’ın varlığı demektir. Allah’ın hâkim olduğu bir kişiye, olumsuz duyguların ve fikirlerin hâkim olması mümkün değildir. Sûfîlere göre, zikir, zikredenlerin rûh yapılarına ve hâllerine göre farklı tesirler bırakır, zikir zâkir üzerindeki etkisinden dolayı farklı davranışlar ortaya çıkabilir. Onlara göre, zikir, kimilerinde, daha önce yapmış olduğu günahlardan ötürü zikir etmekten men edecek şekilde kabz hâli olarak tezâhür eder. Ancak zâkir, zikrin hazzını, lezzetini aldığı zaman, zikir, zikredeni bast/genişlik hâline götürür. Daha sonra, zikreden, sadece Hakk’a güzel yönelişiyle, O’na bir yakınlık elde ederek, zikrettiği Hakk’ı müşâhede içinde, mahv/kendi beşerî varlığından soyutlama hâlini yaşar. Sûfîlere göre gerçek manada zikir, kişinin benliğini Allah’tan yok etmek ve tamamen fenâ/ yok olmak şeklindedir. Gerçek anlamda Allah’ı zikreden kişi, O’nun zikri yanında her şeyi unutur; Allah onu her şeyden muhafaza eder, kul için Allah her şeye bedel olur.325 Yani bu istiğrak hâli, zâkirin kalbinin zikir esnasında, zikre ve kalbe tamamen açılması, bu hâlde bulunan kul, fenâ hâlinde, ilâhî himâyeye girdiği için hiçbir şey ona zarar vermez. Sûfîler, “İman edenlerin kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşur”326 âyetinden yola çıkarak bazı tespitlerde bulunmuşlardır. Onlar, Allah’ı anarak huzura kavuşmuş, O’nu anıp 325 Kuşeyrî, 326 Ra’d, er-Risâle, s. 222. 13/28 93 94 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR hayatın her alanında ve bu alanların her aşamasında, andığı elfâz ve cümlelerde Allah’ı yaşayarak mutluluğu yakalamışlardır. Onlar, anmak ile huzur bulurken, Allah’ta lütfuyla onları anmış ve özel olarak kalplerine süruru yerleştirmiştir. İşte onlar, Allah’ın kendilerini andığını hatırladıklarında kalpleri rahatlar, rûhları neşelenir ve bunların neticesinde manevî âlemleri huzura kavuşur. Onun için Allah’a yönelenlerin gönülleri Allah’ı anmakla hayat buldukları için Allah’ da, “İman edenlerin kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşur” buyurmaktadır. Aynı şekilde huzur halinde ve zikir ile müşahedenin hâkimiyeti altında olan kalbin boynu büküktür. “Dediler ki, ‘Ey kendisine zikir indirilen kimse’ Sen mutlaka delisin”327 âyetindeki “zikir” kelimesi Allah’tan insanlara gelen vahyin bütününü içermektedir. Allah zikri, bilginin bilmenin anahtarı saymıştır. Zira bu âyet ışığında yorumlanırsa zikir ehli, Allah’ı anlayan ve O’ndan haber verme makâmında olan ilham sahipleri ve Allah’ı gereği gibi anlayıp, Allah ile yaşayıp onları en güzel şekilde anlatan kimselerdir. Onun için Allah, “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun”328 diyor. Yani zikir, Allah’ın bütün hükümlerini kapsadığı anlamına gelen, “Size öyle bir kitap indirdik ki, eğer aklederseniz sizin zikriniz ondadır”329 âyetidir. 3.TEFEKKÜR-ZİKİR BİRLİKTELİĞİ 3.1. Derûnî Düşünmek Tefekkür, düşünmek, derûnî olarak ve iç dünyaya dalarak düşünmek, hatırlamak, hatırlatmak, meyl etmek, muhakeme yapmak, fikr etmek330 anlamına gelen bir kelimedir. 327 Hicr, 15/6. 21/7. 329 Enbiyâ, 21/9. 330 İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, II, 1120; Cürcânî, Ta’rifât, s. 43; Râgıb el-İsfehani, Müfredât, s. 578; Komisyon, el-Müncid, s.591. 328 Enbiyâ, İSLAM DİNİNDE ZİKİR Tefekkür, sadece İslâm sûfîlerinin değil, Batılı düşünür ve psikiyatristlerin de üzerinde durdukları önemli bir derin düşünce eylemidir. Düşünce tarihinde hemen hemen her din ve her düşünce ekolü tefekkürü tartışmıştır. Kimi tefekkürün gerekliliğinde, kimi de tefekkürün pratik yanında, gereksiz kalışı üzerinde düşüncelerini ortaya koymuştur.331 Tasavvuf İslâmî geleneğinden dolayı tefekküre dâima başat bir konum vermiştir. Tefekkür/düşünceyi ele alırken tasavvuf da bundan, insanın eşyaya âgâh olma ve bu farkındalığı, kavramlar ve lisan üzerinde ifadeye kavuşturma kabiliyeti kastedilmektedir. Eşyaya doğru bir yönelme olduğu zaman, doğru tefekkürün, hakikatte sadece düşüncenin bir hayâleti ve projeksiyonu olan beden âleminden çok daha büyük bir hakikat arzettiği görülür. Bu da kâinatın ilâhî ve manevî âlemlerin şuur, idrak, farkındalık ve düşünceden zuhura gelmiş olduğudur. Tefekkürden aklın mantık yürütme, derinlemesine düşünme, ideleştirme, fikir jimnastiği veya mantıksal yargılama gibi yüzeysel faaliyetler kastedilmemektedir. Kastedilen, insan mevcudiyetinin aslı olan şuur, farkındalık ve idrâk zindeliği vurgulanmak istenmektedir. Tefekkürden kastedilen doğru düşünce, insan idrâkinin özünde yatan ilâhî rûh ile uyum halindedir ve bu idrâkin kemâli, eşyayı olduğu gibi görmektir. Hâlık’ın, her zerresinde varlığını an-be-an sürdürdüğü eşyayla olan rabıtasına âgâh olduğunda, eşya olduğu gibi anlaşılabilir. Doğru düşünce, eşyayı ancak Hakk ile olan bağlantısı ışığında görmektir. Doğru düşünce, Hayy sırrına ermiş akıl veya müşahedenin diğer bir türüdür. Zira sûfîler, insanlığın gayesinin müşâhede olduğunu, tenin hiçbir değerinin olmadığını ifade ederler, bu 331 Michel Foucault, Benlik Teknolojileri, (Kendini Bilmek’in içinde), çev. Gül Çağa- lı Güven, Om Yay., İstanbul 1999, ss.70-71. 95 96 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR müşâhede, sevgili olan Allah’ı her nesnede görebilmektir.332 Tefekkür, sâlik için her zerrede bulunan hakikatleri idrâk etmenin yoludur. Bu sayede sâlikin kalbi aydınlanır, bilgisizliği ve gururu yok olur ve mutluluğa kavuşur.333 Tasavvufun tefekkür anlayışını açıklamadan önce düşünce tarihinde önemli izler bırakan düşünürlerin bu kavrama getirdikleri açıklamalara kısaca değinmekte fayda vardır. Aristotales (m.ö.384-322)’ten günümüze kadar birçok filozof tefekkürü mutluluğun anahtarı olarak kabul etmiştir.334 Aristotales’e göre mutluluğun alamet-i farikaları ne olursa olsun, kişi tefekküre dayalı bir yaşamdan bunların daha fazlasını elde eder. Çünkü tefekküre dayalı bir eylem, sıradan pratik etkinliklere göre daha “sürekli” ve daha da “kendine yeterlidir.”335 Aynı zamanda, Aristoteles, pratik erdemlerle sürdürülen hayatın mutlu bir yaşam olduğunu söyler. Fakat insan o yaşamı tefekküre işaret eden bir şey olarak yaşamadıkça, doğru bir şekilde anlayıp, düzgün bir şekilde idrak etmesi mümkün değildir. Ahlâkî açıdan erdemli olanlarda gerçek mutluluğun tefekkürde olduğunu düşünmektedirler.336 Tefekkürle sürdürülen bir hayat ideali, o hayatın anlamına yeni bir yön verilmesini içerir. Ona göre insan, tefekküre dalarken, Tanrı’nın hikmetine katılmış olur; fakat insan tefekküre dalarken yine de Tanrı’ya nazaran eksik kalır.337 Burada verilmek istenen düşünce, yaşama en derin değerini veren şeyin tefekkür olduğudur.338 332 Mevlânâ, Mesnevî, I, 1406-7. Rüsûhî Ankaravî, Mesnevî’nin Sırrı, haz. Semih Ceylan-Mustafa Toptan, Hayy Kitap, İstanbul 2008, s. 69. 334 Jonathan Lear, Mutluluk, Ölüm ve Yasamın Artakalanı, (çev. Banu Büyükkal), Metis Yayınları, İstanbul 2006, s. 46. 335 Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, (Yun. çev. Saffet Babür), Kebikeç Yayınları, Ankara 2005, 1137b, 111. 336 Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, s. 112. 337 Aynı yer. 338 Lear, age., s.47. 333 İsmail İSLAM DİNİNDE ZİKİR İnsanların düşünce yapısı ve dinî inanışları ne olursa olsun, eylemin temel taşı olarak görülen tefekkür, tarih boyunca her düşünce ve inanıştaki insanı yönlendiren temel etkenin hamuru olmuştur. Örneğin, manastır yaşamın ikinci özelliği olan tefekkür, en büyük sevap olarak kabul edilir. Tefekkür kişinin düşüncelerini sürekli olarak Tanrı’nın bulunduğu noktaya yöneltmesi ve yüreğinin, Tanrı’yı görmesini sağlayacak kadar temiz olmasını sağlaması zorunluluğudur. Amaç sürekli olarak Tanrı’yı düşünmektir. Böyle bir amaç ve inanış ile gelişen “benlik” teknolojisi oldukça berrak bir açılımla o kişiyi mutluluğa taşıyacaktır.339 Aynı şekilde Blaise Pascal (ö.1662)’da, insanın düşünen bir saz olduğunu, elsiz ayaksız bir insanın düşünülebileceğini; fakat düşüncesiz bir insanın düşünülemeyeceğini, böyle bir yaratık düşünülse, bile ancak bir taş ya da yırtıcı bir hayvan olabileceğini söyler.340 Rene Descartes (ö.1650)’e göre ise, elsiz, ayaksız, bedensiz ve dünyasız bir insan düşünülebilir, fakat düşüncesiz bir insan düşünmek mümkün değildir. Onun için, bütün özü ve doğası düşünmek olan ve varolmak için hiçbir yere ihtiyacı bulunmayan ve maddî hiçbir şeye bağlı olmayan bir cevherdir341 Kişi, sürekli olarak düşüncelerini Yaratıcıya yöneltmek zorunda olduğu için, tefekkür ile düşüncesinin fiilî akışını sürekli irdelemek durumundadır. Dolayısıyla bu irdelemenin hedefi, Yaratıcıya yönelen düşünceler ile onun dışındaki düşünceleri sürekli olarak birbirinden ayırmaya çalışmaktır. İçinde bulunan ân’a yönelik bu sürekli ilgi, düşüncesiz eylemden çok farklı bir olgudur.342 339 Foucault, age, s. 70. Düşünceler, (çev. İ. Zeki Eyüpoğlu), Say Yayınları, İstanbul 1992, s. 36. 341 Descartes, Metot Üzerine Konuşma, (çev. K. Sahisel), Sosyal Yay., İstanbul 1984, s. 8, 33. 342 Aynı eser, s. 71. 340 Pascal, 97 98 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Sûfîler, terminolojik anlamda tefekkürü, iyi ve kötü algılamayı yaratan gönüldeki bilinçli aydınlanma, ma’rifet ve hikmet bilgisini elde etmeye aracılık yapan ışık olarak ele almışlardır. Sûfînin kavuşmak istediği bilgiye ulaşabilmesi için nesnelerin anlamlarını idrak etmede kalbin faaliyete geçmesi ve muhakeme içinde bulunmasıdır. Gönül dünyasının derûnî düşünce üretme ve aydınlanma ameliyesidir343. Sûfîler, tefekkürü, sürekli yapılması gerekli bir ibâdet şeklinde tanımlamaktadırlar. Kişinin ister kalabalık içerisinde ister yalnız olsun bütün benliğiyle Allah’a yönelmesi ve O’nun Rabblığı ve İlâhlığı hakkında düşünce üretmesidir344. Ortaya konulan bu düşünce bir lamba gibi kalbi aydınlatır ve kalbe gelen İlâhî veriler bu lambanın ışığı aracılığıyla fark edilir. Bu ışık, kişinin nefsinden kaynaklanan kusurları da ortaya çıkarır ve terbiye edilmesini sağlar345. Kalbin bilgiyle aydınlanmasını sağlayan tefekkür bu özelliğinden dolayı Yaratıcıya bağlılığı pekiştiren önemli bir ritüeldir. Fakat tasavvuftaki derûnî tefekkürü tam olarak algılayamayan çağdaş bilim adamı ve araştırmacı Frans Rosenthâl (ö.2003) “Knowledge Triumphant: The Concept of Knowledge in Medieval Islam” adlı eserinde, sûfîlerin tefekkürden ziyade amele önem verdiklerini iddia etmektedir346. Tefekkür, zikrin en ileri merhâlesidir; çünkü tefekkür gönül cevheriyle birlikte Hakk’a muhabbettir. Tefekkür, sûfî’nin en ileri sıfatıdır. Onun kudretini, hakikatini yalnız Yaratıcının bildiği bir sır olup, insanın varlık sırlarını açar.347 Hz. Peygamber (s.)’in hayatını örnek alan ve Kur’ân’ın evreninde yaşayan 343 Gazâlî, İhyâ, IV, 410. er-Riâye, s.65. 345 Sülemi, Risâle, s.26. 346 Bk. Franz Rosenthâl, Knowledge Tiumphant, The Concept of Knowledge in Medieval İslam Leiden, Ed: J. Brill, 1970, (Türkçesi, Bilginin Zaferi, Çev: Lami Güngören, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2003. 347 İbnü’l-Arabî, Futühât, II, 238. 344 Muhâsîbî, İSLAM DİNİNDE ZİKİR Müslümanlar, kâinat ve nefsi ellerinde olmaksızın vahyedilmiş ilâhî isimlerin ışığında tefekkür ederler. Tefekkür kişinin yaradılış ve kabiliyetleriyle ilgilidir. Diğer taraftan zâkirin, zikir ve düşüncenin tefekkür aşaması onun yetenekleri kadar bilgisiyle de ilgilidir. Çünkü sonsuz derecelerde merhâleleri olan zikir ve tefekkür, kişinin bilgisi ve kavrama derecesi ile orantılı bir durum arz eder. Tefekkürün önemi öncelikle Kur’ân’da anlamını bulur. Kur’ân’a göre, tabiatta olup biten her şey ile meşgûl olmak, onları derinden düşünmek ibâdettir. Kur’ân bir sinek üzerinde bile düşünmenin sayısız hikmetlerinin olduğunu ifade eder. Örneğin âyette, “Ey insanlar size bir misal veriliyor; onu dinleyin şimdi: Sizin Allah’dan başka yalvarıp-yakardığınız bütün o düzmece varlıklar, hepsi bir araya gelseler dahî, bir sinek bile yaratamazlar! Başvurup isteyen de, başvurulan ve istenen de ne kadar aciz...”348 şeklinde buyrulmaktadır. Aynı şekilde Allah, arıyı da vahye lâyık bir varlık olarak takdim ederek, insanları düşünmeye ve dersler çıkarmaya davet etmektedir.349 Kur’an-ı Kerim, Zikir ve tefekkür arasındaki sıkı bağa dikkat çekerken, aynı zamanda insanları Allah’ın bütün eserleri, nimetleri üzerinde zikir ve tefekküre çağırmaktadır.350 Bu Allah’ın isim ve sıfatları üzerinde tefekkürdür. Çünkü varlık, bu isim ve sıfatların birer tecellîsinden ibarettir. Bu tecellîler üzerindeki tefekkür kişiyi Hakk’ın zâtı hakkında gerekli bilgilerle donatır. Tefekkürden amaç, eserden müessire gitmektir. Sûfîler, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur”351 âyetini tefekkürün insan için elzem olduğunu düşüncesindedir. Eğer kişi, Hakk’ın sıfatları üzerinde düşünmezse, düşüncenin derinlik- 348 Hacc, 22/73. 16/68-69. 350 Bk. Maide, 5/11; A’râf, 7/69; İbrahim, 14/6; Zuhruf, 43/13. 351 Şurâ, 42/11. 349 Nahl, 99 100 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR lerine inmezse, bu İlâhî sıfatları algılaması ve en önemlisi kesretde vahdeti görmesi olanaksızdır.352 Kesret de vahdeti yakalamak, eşyâyı görüp onlara kapılmadan hiçbir varlığa benzemeyen varlığa bağlanmaktan mahrum olmamak demektir.353 Her ne kadar sûfî gelenekte, tasavvufî bilgi/ma’rifet cândan câna bir yansıma ise de, yâni mânevî oluşumun bilgisi kitaplarda değil de, yüce rûhlarda aks ediyorsa, tasavvufda tefekkür ile beraber ma’rifet gönül dünyasında yeşerir. Bundan dolayı, tasavvufî tefekkür, gönülle dilin, aklın ve bütün organların bütünleşmesidir/unity. Aynı zamanda tefekkür okuma yoluyla tasavvufu tanımak isteyenlere de bir ışıktır. Tefekkür, sûfînin tevhîde yöneliş anahtarıdır. Çünkü sûfî, bir anlamda tefekkür vasıtasıyla bilgiyle bütünleşmektedir. Bilgi/ma’rifet ona aşk aracılığıyla gelmiştir. Onun için aşk farkındalıktır; kulluk ve “benlik” bilincinin kazanılması anlamına gelmektedir. Tefekkür ise, iç dünyanın derinliklerinde derûnî olarak düşünmektir. Tefekkür sûfîye derûnîlikle beraber dinamizmde kazandırır. Tefekkür, insanın kendi gerçeğini bulması/keşfini gerçekleştirmesi demektir. Tefekkürle tevhîd ve teslimiyet gerçekleşir. Aynı zamanda tefekkür, tevhîd perspektifinde eşyâyı değerlendirmektir. Onun için sûfîler, insanın en büyük faziletini, göklere yere ve bunların içinde bulunan her tür mahlûkâta bakıp tefekkür ederek Allah’ın âzamet, kudret ve izzetini ayne’l-yakîn bilmek olarak değerlendirmiştir:354 Sûfîlere göre, eğer insan tefekkür denizine aşk ile dalarsa orada inci-mercandan oluşan hazinelere kavuşur. Düşünmek, kendini düşünmek, vücudunu, yaratılışını ve bu yaratılışı gerçekleştiren Yaratıcıyı düşünerek kendini bulmak gerekir. İn352 Kuddûsî, Pednâme-i Kuddûsî, vr. 33a. Mektubât, nu: 166. 354 Kuddûsî, Pednâme-i Kuddûsî, vr. 33a. 353 Rabbanî, İSLAM DİNİNDE ZİKİR sanın hem kendi vücudundaki âyetlere ve hem de âlemdeki âyetlere (enfûs ve âfâk) bakarak tefekkür etmesi onu Yaratıcının sevgisine, aşkına götürür Sâlikin önemli özelliklerinden birisi de, Allah’ın sanatını tefekkür etmesidir. Bu sanatı düşünmek, afaklara dalmak, O’nun yüce sanatkârlığını tefekkürle zikretmek, basiret gözünün açılmasına neden olur. Sâlik dilini zikre, kalbini de fikre, düşünceye açan kişidir355. Onun için sûfî, evrende mevcut olan bütün varlıkları göz önünde bulundurarak tefekkür etmelidir. Tefekkür öyle bir nimettir ki, bir çeşmeye benzer ve insanların kalplerine oluk oluk rahmet akıtır. Akan bu rahmet pınarıyla sûfî de cezbe-i aşk coşar. Sûfî ancak bu coşkuyla aşk yoluna devam edebilir. Aksi takdirde yolunu tamamlayamaz. Bundan dolayıdır ki sâlik evrende var olan bütün eşyâyı, yaratılışı, sanatı, estetiği açısından tefekkür etmelidir ki, Yüce Rabbinin o eşsiz sanatını görerek ona olan sevgisi ve kulluğu gün be gün pekişsin. Şunu biliriz ki, Allah’ı çokça anmak/zikir ve tefekkür/düşünmek insan ruhunun aydınlanması ve iç dünyanın aşkla dolmasını sağlayan önemli iki ibâdettir. Âşık Sûfîlerin düşünce ve eylem/hâl dünyaları devamlı Hakk’a karşı zikir ve her an tefekkürden dolayı aşk ile diri ve canlıdır. Onların alıcıları Tanrı’nın kutsal bilgisine karşı devamlı açık, ağyâra ve onlardan gelen bilgi kırıntılarına keşfi karşıda kapalıdır. Tefekkür insana yol kılavuzluğu yapan bir aydınlık lambadır. Kişinin hayat serüveninin hazırlık planıdır. Tefekkür, yağmur yağmadan önce şimşeğin çakması gibi, hayat denilen gerçeğin anahtarıdır. 355 Aynı eser, s.107. 101 102 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR İnsan, ruhsal yönden Hakk ile beraber olduğu aşk ve zevk dolu hayattan ayrılması zordur. Bu aşk ve zevk meclisi, “bezm-i elest”dir. Sanki insan madde hâlinde dünya hayatı yaşamamış, hâlâ o rûh hâlindeki zevk ve sarhoşluğu sürdürmektedir. İnsandaki her duygu, heyecan muhakkak ki, mahiyeti bilinmeyen bir hayat insiyâkının şuur altında oluşan tefekkürünün sonucudur. Her duygunun altında hayati bir fikir zarurî olarak vardır. İnsan ezelî maddî hayatı kazandığı zaman karşılaştığı her varlık üzerinde evrendeki ezelî, şaşmayan düzeni karşısında tefekkür ederek İlâhî büyüklüğü anlar. Ve bu “MutlakVarlık” karşısında sonsuz bir aşk ile sarsılır. İnsanın hayatı boyunca olgulaşan fikri, ruhuna eski bir şarabın sarhoşluğunu verir. Artık madde evreninden ruh evrenine geçerek “elest bezmi”ndeki zevk ve aşk içinde yaşar.356 Tefekkür, Descartes’in de dediği gibi, insanın varoluşunun kendisidir. Tefekkür gönlü aydınlatıp, o dünyayı güzelliklerle donatan ışıktır. İyi ile kötünün, fayda ile zararın, güzel ile çirkinin kendisiyle bilindiği bir gerçektir. Eşyânın bilinmesi ve kavranması faaliyetidir. Evrende bulunan bütün varlık, tefekkürle okunan bir kitap hâline gelir. İnsan önce kendini okur ondan sonra evreni olur. Yine Descartes, insan için, bütün özü ve doğası düşünmek olan ve var olmak için hiçbir yere ihtiyacı olmayan ve maddî hiçbir şeye bağlı olmayan bir cevherdir düşüncesiyle, insan tefekkürünün önemini ortaya koymaktadır.357 Tefekkür, ma’rifetin devşirmesidir. İnsan tefekkürle az zamanını senelerce ibâdet etmeye denk bir hâle getirir. Tefekkür, imanın canlı kalmasının aydınlığıdır.358 Tefekkür, ma’rifete de- 356 Ali Nihad Tarlan, Edebiyat Meseleleri, Ötüken yay., İstanbul 1981, s.115 Metot Üzerine Konuşmalar, (çev. K. Sahir Sel), Sosyal yayınları, İstanbul 1984, s. 36. 358 Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, I, 310. 357 Descartes, İSLAM DİNİNDE ZİKİR rinlik kazandırarak, Allah’ın yaratmış olduğu varlıktan zevk ve lezzet almasına neden olur. Gâzâli’ye göre tefekkür, bütün iyiliklerin başıdır. Tefekkür öyle bir ibâdettir ki, bütün ibâdetleri kapsayan ve insanın en derûnî aksiyonu olan zikirden daha hayırlıdır.359 Çünkü tefekkür de aynı zamanda zikirde bulunmaktadır. Tefekkür sûfîde ma’rifet aydınlığının kuvvetlenmesine ve Hakk ile olan muhabbetin artmasına neden olur. 3.2. Tefekkürün Sûfî Şahsiyetin Oluşumuna Katkısı Bazı sûfîler, zikir ile tefekkürü bir arada değerlendirirler. Tefekkür, zikrin olgunlaşması için ileri bir aşamadır.360 Sûfîlerin de işaret ettiği gibi, zikrin gerçeği harf ve sesten uzaktır, zikir gönül cevher ile birleşik Hakk’a duyulan muhabbettir. Kur’an’da zikir yanında tefekküre de çağırı yapılmaktadır. Kur’an, zikir ile tefekkürü ayrılmaz bir bütün olarak, mü’minin en önemli vasfı olarak nitelemektedir. “Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde gönülleri ve akılları iyi kavrayanlar için birçok belirti ve işaret vardır. Gönül ve akılları iyi kavrayanlar o kimselerdir ki ayakta iken otururken ve yatarken sürekli Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekküre dalarlar ve şöyle derler ‘Ey Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın. Sen boş şeyler yaratmaktan münezzehsin. Artık bizi Cehennem azabından koru” 361 Allah’ın bu âyetlerinden anlaşılan, zikirle tefekkür arasında çok sıkı bir bağ vardır. Yani tefekkürün, zikrin bir üst merhalesi olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.) de, tefekkürün bir anının diğer bütün ibâdetlerin altmış senesinden üstün olduğuna işaret etmektedir.362 359 Gazâlî, İhyâ, IV, 767. Hazinetü’l-Esrâr, vr. 219a. 361 Âl-i İmran, 3/190-192. 362 Şah Veliyullah Dehlevi, Hüccetullah el-Bâliğa, Kahire, ts, II, 591. 360 Kuddûsî, 103 104 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Sûfîlere göre, zikrin bir üst aşaması olan tefekkürün, kişinin yaradılışı ve yetenekleriyle ilgisi vardır. Zâkirin, zikir için temel alınan lafız üzerinde düşünmesi genel ilkedir. Zira birçok sûfîde bu lafzın “tevhîd” kelimesi olduğunu sıklıkla belirtir. İşte bu, zikirle tefekkürün birleştiği noktayı vurgulamaktadır. Burada, zâkirin zikir ve tefekkürünün mertebesi onun yetenekleri kadar bilgisiyle de ilgilidir. Birçok merhaleleri olan zikir ve tefekkür, sûfî’nin bilgisi ve kavrama kapasitesi ile orantılı bir durum gösterecektir.363 “Allah’ı zikretmek şüphesiz en büyük ibâdettir”364 âyetinden hareket eden bazı sûfîler, zikri, namazdan ve tefekkürden daha muteber kabul etmişlerdir. Çünkü bu âmel, sadece ulvî ruha sahip kişiler tarafından yerine getirilebilir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.)’de: “Amellerin en iyisi zikrullahtır” şeklinde buyurmaktadır.365 Zikri yerine getirebilecek kişinin kalpdil âhengini tamamıyla sağlamış olması gerekir. Bir yalvarış olan zikir, dilin kalpteki duyguları ortaya koymasıyla gerçekleşir. Sûfîlerce dil, kalbin tercümanı olarak kabul edilmiştir.366 Onun için dil-kalp uyumu olmadan samimi zikir gerçekleşemez. İçten gelen zikir kişinin benliğini yanılmalardan, Allah’ a karşı hata yapmaktan korur. Bu koruma süreci de sûfînin en önemli ödevlerinden birisidir. Sûfî, Allah’ı devamlı anmalı ve hatırında tutmalıdır. O, anılırsa kalp O’nun idaresine geçer ve kalbin hataya düşmesi engellenir. Tasavvuf anlayışında, Allah’ı lisanla zikretmenin güzelliği, kişinin derecelerinin yükselmesinin sebebidir, Allah’ı kalb ile zikretmenin güzelliği ise, kişinin Allah’a yakınlığını artırır.367 363 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 219a. 29/45. 365 İbn Mâce, Edeb, 53; Tirmizî, Daavât, 6. 366 İbn Kayyım, age., s.332. 367 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 217b. 364 Ankebût, İSLAM DİNİNDE ZİKİR Allah’ın yazılı âyetleri ve müşahede edilen yol gösterici işaretleri üzerinde, kişi zikir ve tefekkür ettiği zaman, yani Allah’ın çağrısına uyarak, eserlerini ve nimetlerini tefekkür ettiği zaman,368 bu düşünce eylemi Allah’ın isim ve sıfatları üzerinde yapılan tefekkürdür. Çünkü varlık bu isim ve sıfatların birer tecellîsinden ibarettir. Kişiyi bu tecellîler üzerinde yaptığı tefekkürdür ki, onu Allah’ın zâtı hakkındaki gerekli bilgi ile donatır. Tefekkür olmadan hayat kuru ve cansızdır; o, açılacak bir gonca gibi henüz açılmamıştır. İnsan ne zaman tefekkür denizine dalarsa o zaman hayat bulacaktır. Her insan düşüncelere dalar; fakat önemli olan düşüncenin insanın ham olan varlığını yoğurmasıdır. Eğer tefekkür, kişi üzerinde hakk’ın uyanışını, gönülde yanışını gerçekleştiremezse bunun gerçek tefekkür ölçüsünde olduğunu söylemek mümkün değildir. Tefekkür eğer aşk ile tutuşturulursa o vakit kişi üzerinde Hakk’ın rızası doğrultusunda bir tesiri olabilir.369 Sûfîler, tefekkürün bir fikir ve düşünce ameliyesi olduğu düşüncesindedir. Kişi tefekkürle Allah’ın yerde ve göklerde yarattığı varlıkları ve yaptığı işlerin hikmetlerini düşünmek, incelemek ve araştırmak gibi konuları kapsamaktadır.370 Bu konuda Allah “Göklerin ve yerin yaradılışı üzerinde düşünürler”371 buyurmaktadır. Bazı sûfîler, tefekkür ve zikrin Allah’ın Yüceliğini düşünme ve tetkik etme açısından namazdan da öne geçirerek ibâdetlerin en üstünü olarak görmüşlerdir.372 Diğer bazı sûfîler de şu görüştedirler; namaz, Allah’ın azameti hakkında 368 Bk. Maide, 11; A’râf, 69; Zuhrûf, 13. Esrar ve Rumuz, s. 99. 370 Kuddûsî, Pednâme-i Kuddûsî, vr. 33a. 371 Al-i İmran, 3/191. 372 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 264b. 369 İkbâl, 105 106 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR tefekkür ve sürekli zikir/zikr-i dâim istisna edilirse, âmellerin en üstünüdür. Tefekkür ve devamlı zikiri ise, yüce ruha sahip kişilerin yaptığı bir ibâdet olarak kabul etmişlerdir373. Onların bu düşüncelerini âyet ile karşılaştırdığımızda hiç de haksız olmayan bir üstünlük olduğu görülmektedir. Zira âyette Allah: “Akl-ı selim sahipleri ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaradılışı üzerinde tefekkür ederler”374 Hz. Peygamber (s.) de: “Tefekküre denk bir ibâdet yoktur. Öyle ise gelin Allah’ın nimet ve kudret eserlerini tefekkür edin. Ama sakın Allah’ın zatını düşünmeye kalkışmayın; çünkü O, insan düşüncesini aşan bir konudur375” buyurmaktadır. Mutasavvıflara göre tefekkür, kalbin en önemli amelidir. Tefekkür, Peygamber (s)’in de işaret ettiği gibi, insanların ve cinlerin ibâdetlerinden daha hayırlı bir ibâdettir. Ona göre tefekkür, tezekkürü gerektirir. Çünkü hem tefekkür, hem de tezekkür kişide imanın ve ihsânın hakîkatlerini meydana getirirler. Ârif de, tefekkürüyle tezekkürüne, tezekkürüyle tefekkürüne dönmeye devam eder.376 Hikmet, müridlerin kalbinde tefekkür diliyle, âriflerin kalbinde sıdk diliyle konuşur.377 Sûfîlerin büyükleri, tefekkürü ibâdetin anahtarı olarak görmüşlerdir.378 Mesela büyük sûfî Hasan el-Basrî (ö. 728), “bir saat tefekkür, bir gece ibâdetten daha hayırlıdır” demektedir.379 Genel olarak sûfîler, tefekkürün Allah’ı gereği gibi bilmenin ve onu tanımanın anahtarı olarak kabul etmektedirler. Allah’ı bilmenin yanında O’nun evrende yarattığı varlıklar eşyâ üze- 373 Dehlevî, Hüccetullah el-Baliğa, I, 152. Âl-i İmran, 3/191. 375 Acluni, Keşfu’l-Hafâ, I, 311. 376 Kuddûsî, Hazinetu’l-Esrâr, vr., 264b. 377 Ebu Nuaym, Hilye, II, 198. 378 Kuşeyrî, Risâle, 290. 379 Gazâlî, İhya, IV, 764. 374 İSLAM DİNİNDE ZİKİR rinde düşünerek ibret alma aksiyonu olarak görmektedirler. Onlara göre, tefekkür âleminde dolaşmak, insan için kendisini düşünce ve gönül açısından bütün varlıklardan ‘uzlet etmek/ uzaklaşmak kadar güzel bir hâl yoktur.380 Onlar, nefsin hastalıklarının veya bunalımlarının tek tedavisinin Allah’ı tefekkür etmek olduğunu ifade ederler. İnsan kendini Allah dışındakilerden/mâsivâdan uzak tutmadıkça göz neredeyse gönülde orada olur. Zira kalp, his ve şehâdet âleminde görülen nesneleri düşünmekle uğraşırsa gayb ve melekût âlemin tecellilerinden gafil olur. İşte fikir meydanında dolaşmak isteyen, “bir saat tefekkür yetmiş senelik ibadetten hayırlıdır” sözünü baz alarak, kendini Allah dışındaki varlıklardan soyutlamalıdır. Sûfîler, evrenin ve içindeki eşyânın birer âyet olduğunu ve bir kitap gibi okunup, ibret alınması gerektiğini söylemektedirler. Allah’ın büyüklüğünün ve eşsiz sanatının anlaşılması, ancak evrende varolan eşyânın yaratılış nedeninin ve amacının üzerinde kafa yorup düşünmekle mümkün olacağını ifade etmektedirler. Onlara göre, tefekkür olmadıkça tecelli kapıları ve müşâhede meydanları açılmaz. Onun için sûfîler, kalbin nefs/benlik hastalıklarından boşaltılması uzletle; ma’rifet nurları ve Rabbânî tecellilerle dolması da tefekkürle olur düşüncesindedirler. Sûfilere göre, murakabe ve tefekkür, mütefekkirlerin iyiliklerini suçlarından ayrı olarak gösteren bir hakikat aynasıdır. Evrendeki ilâhî sanatı ve âyetleri tefekkür etmek, açık lütufları ve gizli nimetleri bilmeye, anlamaya sebep olur. Zira Hz. İsâ’ya (as) atfedilen şu söz bu konuya çok güzel bir örnektir: “Sözü zikir, susması fikir ve bakışı ibret olan kimse ne mutludur. İnsanların en zekisi, daima nefsini hesaba çeken ve ömründen sonrası için âmel edendir.”381 380 İbn ‘Atâullâh İskenderî, Hikem-i ‘Âtâiyye, s. 11 Seyyid Hafız Ahmed Mahir, Hikem-i Atâiyye Şerhi, haz. Tahir Galip Seratlı, İstanbul 2010, s. 43. 381 Kastamonulu 107 108 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Bütün bu görüşlerin neticesinde şu çıkarıma gidebiliriz. Tefekkür, insan hayatının yol göstericisidir. Çünkü tefekkür, insana planlı hareket etmenin, hayat seyrinin projesini verir. Tefekkür yağmur yağmadan önce şimşeğin çakması gibidir, yani öncü kuvvettir. Tefekkür, Dostoyevski’nin dediği gibi, insanı kendine getiren, kalbini sızlatan, acıdan kederden gelen, bunlarla pişen hayat denilen yolun anahtarıdır.382 Sûfî için tefekkür, Rabbi ile rabıta ve konuşma durumudur. Tefekkür olmadan sûfînin hayatı kuru ve cansızdır; o hayat veren bir goncadır. Sûfî ne zaman tefekkür denizine dalarsa o zaman hayat bulacaktır. Her insan derin düşüncelere dalar. Fakat önemli olan düşüncenin insanın ham varlığını yoğurup şekillendirmesidir. Bu şuurda olmayanlar, altında oturduğu barınağın kenarını aşamayıp, o meşakkatli görevden kaçanlardır. Onlar, evrenin eteğine yapışıp evrende bulunan eşyânın sırrına vakıf olmak istemeyenlerdir. Eğer tefekkür, kişi üzerinde Hakkın uyanışını, gönülde yanışını gerçekleştirmiyorsa, kişinin içinde bulunduğu düşüncenin gerçek tefekkür ölçüsünde olduğunu söylemek mümkün değildir. Tefekkür eğer aşk ile tutuşturulursa o vakit, kişi üzerinde Hakkın rızası doğrultusunda bir etkisi olabilir. Çünkü Hz. Peygamber (s)’in: “tefekkür gibi bir ibâdet yoktur” sözünü gerçekleştirmenin temel esprisi bu aşka dayanmaktadır.383 Sûfîler, tefekküre o kadar önem verirler ki, çoğunlukla tefekkür dönemlerinde hâlvete çekilmişlerdir.384 Kuddûsî için de, derûnî bir düşünme ve hayata planlı hazırlanma sûfî için 382 Dostoyevski, Ev Sahibesi, (çev. H. Kaplan), Antik Dünya Klasikleri, İstanbul 2006, s. 82. 383 Kuddûsî, Pendnâme-i Kuddûsî, vr., 208a. 384 Abdurrahman Câmi, Nefahâtü’l-Üns, Evliya Menkıbeleri, terc ve şerh: Lâmi Çelebi, Haz. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara, 2. Baskı, Ma’rifet Yayınları, İstanbul, 2001, s.472. İSLAM DİNİNDE ZİKİR önemli bir aşamadır.385 Ona göre, sûfî, İlâhî güzelliği eşyâda saklı gördüğü için, bu durum onların tefekkürünün ana teması olmuştur. Onun için, gerçek tevhîde ulaşmak için var olan dünyanın sınırlarını aşmak gerekir. Bu da insanın İlâhî aşkı kazanıp tevhîde ulaşmasıyla gerçekleşir. Bunun neticesinde sûfînin tamamıyla aşka dönüşmesi gerçekleşir. Yâni, âşık ile Mâ’şuk’un bir olduğu ve Ma’şûk’un âşık vasıtasıyla konuşulduğu bir mertebeye ulaşmaktır. Tefekkür ve zikir aşamasında, ma’rifet ve aşkın/mahabbanın kalbe yerleşmesi mümkün değildir. Tefekkür ve zikir, kişinin âmeli ile ilmî arasındaki köprüdür. Gazâlî’nin dediği gibi, eğer insan mutlu-mesut olmak istiyorsa, dünyayı/mâsîvayı terk etmeli ve yaşamını fikru’l-lâzım ve zikru’d-dâim içinde geçirmelidir. Ma’rifet, tefekkürden sonra gelir. Muhabbet/aşk ve üns ise zikrin tezahürleridir. Tefekkür, zikirden üstündür; çünkü tefekkür, zikri zaten içine alır386. Sûfîler göre insandaki amellerin kuşatıcılığını sağlayan ilimdir. İlim ise her hayrın anahtarı olan tefekküre dayanmaktadır. İbnü’l-Arabî’ye göre tefekkür etmek, kişiyi Allah’ı bilmeye götüren önemli bir ameldir. Evren ve içindeki varlık/eşyâ konusunda, insan derin düşünceye girmeden, Allah’ı hakkıyla bilmesi mümkün değildir387. Zikir, insanın içindeki kötü ahlâkı temizler: Ateşin zararlı otları yakması gibi zikir de kötü huyları yok eder. Ubeydullah Ahrar: “Zikir bir kazmadır ki, onunla gönüllerdeki yabancı duygu dikenleri temizlenir” buyurmuştur. Zikir ve tefekkür, nefsin arınmasını, olgunlaşmasını, günahların silinmesini ve hasenatın çoğalmasını sağlar. Çünkü Allah’a yönelmek günahları yok eder ve manevîyatı güçlendirir. Zikirle mutmain bir kalp, olgun ve tertemiz bir 385 Kuddûsî, Hazinetu’l-Esrâr, vr., 264b. İhya, IV, 394. 387 İbnü’l-Arabî, Fusûs, s.81. 386 Gazâlî, 109 110 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR kalp (kalb-i selim) halini alarak şu ayetin sırrına nail olur: “O gün, ne mal fayda verir ne de evlat! Ancak Allah’a kalb-i selim (temiz bir kalp) ile gelenler müstesna!”388 Zikir, Allah sevgisini artırır: İnsanoğlu gördüğü güzel şeylere ilgi duyar ve onları sever. Allah ise görülmemektedir. Ancak O’nun güneş, hava, yağmur ve sıhhat gibi insanlara bahşettiği nice nimetler açıkça görülmektedir. Allah’ın isim ve sıfatlarını şuurla ve tefekkürle anan, O’nun nimetlerini, kullarına olan sevgi ve merhametini düşünen insanlarda zamanla Allah sevgisi artar. Tıpkı hayırsever bir insanı hiç görmediği halde onun vasıflarını ve menkıbelerini sürekli dinlemek ve anmak suretiyle ona hayranlık duyan kişiler gibi. Seven, sevdiğini çok andığı gibi, bir şeyi çok anan kişi de bir süre sonra onu daha fazla sevmeye başlar. Sevginin büyüklüğü ise sevilen uğrunda yapılan fedakârlık ölçüsündedir. İşte seherlerde uyanıp Hakk’a iltica etmek de bu sevginin en açık misallerinden biridir. Zikir ve tefekkür sayesinde insan önce muhabbetullaha, sonra bu muhabbet sayesinde marifetullaha ulaşır. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarını daha iyi tanımaya başlar. Bunun neticesinde, Cenab-ı Hak da onu sever ve kendisine dost edinir. Nitekim bir kudsi hadiste Allah, “Kullarımdan velilerim ve yarattıklarımdan sevdiklerim beni zikredenlerdir ki zikirlerine karşılık ben de onları anarım” buyurmaktadır. Zikir, kulu Allah’a yaklaştırır: Kulun Allah’a yaklaşabilmesi için mânevî bir enerjiye, yani feyze ihtiyacı vardır. Allah’dan kula gelen feyiz, kulun muhabbeti nisbetinde olur. Muhabbeti oluşturan da zikirdir. Dolayısıyla zikir, muhabbetin oluşmasına, muhabbet feyzin gelmesine, feyiz de kulun Allah’a yaklaşmasına vesile olur. 388 Şuara 26/88-89 İSLAM DİNİNDE ZİKİR Tefekkürün/derin düşünmenin insan üzerindeki etkisini Hz. Peygamber (s.)’in hadisi ışığında değerlendiren sûfîler, düşüncenin insan üzerinde etkisini, diğer önemli bir ibâdetle kıyas yaparak, düşüncenin zikre etki oranının yüz defa daha kuvvetli olduğunu söylemişlerdir. “Bir saat tefekkür etmek, altmış sene ibâdetten daha hayırlıdır.”389 Bazı sûfîler, zikir ve mücâhede ile sûfînin mâsîvanın etkisinden kurtulup, kendini bulamayacağı görüşündedirler. Her ne zaman sûfî zikrin etkisinden kendini kurtarıp tefekkür ve fikrin etkisine girerse işte o zaman maddî veya cisimler âleminden kurtulup ruhlar âlemine geçmiş olur.390 Bazı sûfîlere göre de, yakîn alanından tefekkür-zikir alanına kadar olan kısım, kalb temizliğinin yapıldığı bölümdür. Yani kalb, burada, âmel yardımı ile ma’rifete hazırlanır. Ma’rifet ve muhabbetin, fikir-zikir olmadan kalbe yerleşmesi mümkün değildir. Fikir-zikir âmelle ilim arasında bir köprüdür.391 Eğer insan mutlu olmak istiyorsa, dünyayı terk etmeli ve hayatını fikrü’l-âzim ve zikru’d-daim içinde geçirmelidir. Ma’rifet, fikirden gelir. Muhabbet ve üns ise, zikrin ürünleridir. Onun için fikir, zikirden üstündür. Çünkü birincisi, ikinciyi zaten içine alır.392 Bununla beraber sürekli zikir, kula gerekli olan her şeyi kalbe yerleştirir. Kısacası âmel, kalbin hâline, hâl ilme, ilim ise her iyiliğin anahtarı olan fikre dayanır. Tasavvuf düşüncesinde imanın, bilinç ve tefekkür olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir.393 İnanan, sorgulayan ve belki de herkesten daha çok sorgulayan ve soran ve her konuda hassas ve titiz davranan kişidir. İşte bu sorgulamanın temeli 389 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 310. eser, s.141. 391 Gazâlî, İhyâ, IV., 394. 392 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 264a. 393 Kuddûsî, Pendnâme-i Kuddûsî, vr. 33a. 390 Aynı 111 112 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR tefekkür yâni düşünmek ile başlar. Çünkü tefekkür, bilinçtir, arayıştır, uyanıştır, teslimiyettir ve tekâmüldür. Tefekkür, bir bilge tavırdır. Mütefekkir var olan her şey üzerinde düşünür ve bunu kendi ruhunda hisseder. Çünkü o tefekkürle/derin düşünmeyle bilgiyi/ma’rifeti yakalamıştır. Hakk’ın gereği gibi bilinebilmesi için öncelikle insanın kendini bilip tanımasıyla gerçekleşeceğine inanır. Kendini bilmenin temeli de insanın derin düşünceye/tefekkür dalmasıyla gerçekleşir. Kendi varlığının nedenini analiz etmeden, bir kimsenin ma’rifetin cevherine ulaşması da mümkün değildir. İnsanlar, akılla hareket ekmek için çaba sarf ederken, Allah’ın dostları düşünür, Allah’ın âlem üzerindeki tedbirini tefekkür ederek, alıcı bir perspektiften hareketle, bilinenden kalkarak bilinmeyeni bulur. Bunu yapabilmek için kavramları tefekkür etmek/derin anlamlarına inmek gerekir394. Sûfî tefekkürle zâhir bilgiden bâtının bilgisine geçtikten sonra, ma’rifet durumuna geçen bu bilgisiyle Allah’ın emrettiklerini yerine getirmelidir. Sûfîler nefsten kurtulup, kendilerini bilmek/keşfetmek için bazı ilkeler ortaya koymuşlardır. Örneğin, neftsen/benlik dönüşün birinci yolu, bütün ilimleri elde etmek; ikincisi, doğru bir riyâzet ve sağlam bir murâkabe; üçüncüsü ise, tefekkür/derûnî düşünmedir. Sûfî, öğrendiği bilgiden memnun kaldığı zaman, tefekkürün şartlarına bağlı kalarak bildiği şeyler hakkında derin düşüncelere dalsa, ona gayb/bilinmeyenin kapısı açılır. Tefekkür eden kimse, sonunda akıllı ve ilham sahibi bir bilgin olarak bilinmeyen âlemden bazı şeyler kalbinde belirir395. Sûfî, Allah’ı kendi içinde duyup hissederse, bu duyuş ve hissediş onun Hakk’ı bilmeye çalışması anlamına gelir. Ken- 394 Muhâsîbî, 395 Gazâlî, er-Riâye, s.444. er-Risâletü’l-Ledünniye, s.36–37. İSLAM DİNİNDE ZİKİR disine vuslatı hedeflenen varlık, aynı zamanda bilinmeye çalışılan bir varlıktır. Tefekkür, iç düşünmedir. Sûfî, var olan, duyup gördüğü nesneler üzerinde tefekkür eder. Çevresindeki eşyâ, “bilinen”dir. Onlar her hâlükarda duyumlanan ve duyumlanmakta olan objelerdir. Kişinin kendini tanımak, kendisi olmak, kendi kararlarını verebilmek ve kaderinin yükünü kendi üzerine almak, belirsiz ve karanlık bir yolda kendi hedefini bulabilmek, açık uçlu bir gelecekle kendini belirleme özgürlüğüne sahip olmak için öncelikle düşünce evrenine tam girmesi lazımdır. Tasavvufî bilgiyi/ma’rifeti hedefleyen akıl, kalple bütünleşerek derin düşünmeyi gerçekleştirir. Tefekkür, Allah’ın nuruyla etkinleşir. Akıl artık normal duyu ve saklı yollarla ilgilenip, parçalı ve kavramsal bilgi peşinde değildir. Eşyânın dışsal formları, tüm çeşitliliği ile kavranarak, Mutlak bilgiye doğru yönelir. Mutlak Varlık’ı, idrak etmek ve O’nun bilgisine doğrudan varabilmek için artık tekrar kavramlara geri dönmemektedir. Çünkü “her bir şeyde başka bir şey gören bir sûfî ‘her şeyle/eşyâda Tanrı’yı görmeye396’ başlamıştır ki bu doğrudan ve aracısız bilme şeklini almıştır. Nitekim bazı sûfîler, bu bilme ve bilgiyi zâhirin bilgisinden bâtının bilgisine geçtikten sonra ma’rifete dönüşmektedir”397 şeklinde yorumlamışlardır. Zira derin düşünceyle ortaya çıkan ma’rifet, Allah’ın varlığını kalben bilmektir.398 Yani bir yerde, Hakk’ın yine Hakk ile bilinmesidir. Ma’rifette, gönül, Hakk ile gerçeğe erer, ya da gerçeklik kazanır. Hakk’ın ma’rifeti de diyebileceğimiz bu gerçekleşme, Allah’ın yarattığı şeyler için isim ve sıfatlarını açığa vurmasından doğan birliği/vahdaniyetinin bilinmesidir.399 396 Gazâlî, Kitâbu Mişkâtü’l-Envâr, s.44. er-Riâye, s.444. 398 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 33a. 399 Serrac, el-Luma’, s. 36. 397 Muhasibî, 113 114 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Allah ancak kendisiyle bilinir. Akıl bile O’nu bilmekten acizdir. Çünkü o da ancak kendisi gibi bir âcize delâlet edebilir400. Tefekkür/düşünceden ma’rifet doğar; ma’rifetten Allah’a karşı saygı meydana gelir. Tazimden de sevgi oluşur. Ma’rifetten doğan muhabbet zikirden oluşan sevgiden daha kuvvetli ve daha büyüktür.401 Ma’rifet bilgisi/iç tecrübe bilgisi, insanın ilk önce duygularının dış dünyadan kazandığı izlenim ve duyumlardan kalkarak ortaya çıkmaktadır. İç düşünme/tefekkür çevremizdeki nesneler üzerinde temellenerek gelişir. Mutlak varlığa bakan insan, bundan tefekküri bilgi/ilmü’l-nazarî’yi çıkarır.402 Sûfînin gayesi, yeryüzünde Allah’ın irâdesini hakîm kılmak ve kendi hayatını Allah’ın bir tecellîgâhı haline getirmekle yükümlüdür. O, birbirinden ayrılmaz bir şekilde hem derin düşüncelerin/tefekkürün adamı, hem de, eylem adamıdır. Sûfînin aldığı tasavvufî eğitim, ilim ile ameli eşit şekilde kabul etmek ve kişisel engelleri kaldırmayı hedefler.403 O, doğmatik şekilcilikten ziyâde, yaşayan, özümsenen yaratıcı bir İslâm anlayışının yaşanması için insanlara hizmet eder. Sûfî, derin düşünceye dalmadan, ilkin kendini bilmeden, sonra da Hakk’ı derin düşünmeyle anmadan, gönlünde ma’rifetin ve aşkın oluşmasının mümkün olamayacağını bilmektedir. Gönül dünyasına aşkın ve ma’rifetin doğması da, cezbeye bağlıdır. Sûfîler, Allah’ın sıfatları konusunda tefekkür için sınır tanımaz iken, Allah’ın zatı konusunda tefekkür etmeyi de Hz. Peygamber (s)’in sözüne dayanarak hoş karşılamamaktadır. Hz. Peygamber (s) bu konuda: “Allah’ın 400 A.g.e., s. 63. İhyâ, IV, 981. 402 Gazâlî, er-Risâletü’l-Ledunniye, ss. 21–22. 403 Gazâlî, Munkiz, s. 95. 401 Gazâlî, İSLAM DİNİNDE ZİKİR zatı hakkında düşünmeyiniz”404 buyurmaktadır. Diğer konulara herhangi bir sınırlama getirmemektedir. Yani mü’minler derin düşünceye/tefekküre teşvik edilmektedir. Derin düşünce olmadan, kişinin evreni ve yaratıcını gereği gibi bilmesi mümkün değildir. Günümüzde insanların düşünceden tamamıyla uzaklaştırılıp, sadece elektronik ve teknik araçlarla baş başa bırakılması olumsuz neticeler doğurmaktadır. Hakk’ı bilmenin yolu, insanın kendi varlığından başlayarak bütün varlığı derûnî/detaylı düşünerek kendini gerçekleştirmektir. Tasavvuf, insanları, hem kendi yaratışları, hem de evrendeki varlığın oluşumu üzerinde çokça düşünmeye çağırmaktadır. Ona göre, tefekkür denizine dalmadan kişinin kendinden başlayarak diğer varlıkları tanıması mümkün değildir. İnsana tefekkürden daha önemli bir amelin, zikrin, aşkın ve ma’rifetin aydınlığını sağlayacak temel bir ibâdet yoktur. Eğer insan, tefekküre tam adapte olursa, deryadaki incileri toplar. Bu inciler de, aşk ve ma’rifetin dışında, sadece zühd gibi amellerle kazanılmaz. Zira sûfîlere göre, göklere, yere ve mahlûkata bakıp tefekkür etmenin ve bunun yanında Allah’ın azâmet, kudret ve izettini ayne’l-yakîn bilmekteki erdemliliğin değerini takdir etmek mümkün değildir.405 Tefekkür, insan için yol göstericidir; hareket etmenin, hayat serüveninin hazırlık plânıdır. Geceler, sûfîler için zikir ve tefekkürle beraber aşkın yükselişi, Rabbin yer semâsına iniş vaktidir. Yâni, bir vuslat vaktidir. Mâsîvanın görüntüsünden uzaklaşarak, yalnızca Hakk ile başbaşa kalmanın zamanıdır. Ağyârın hiçbir izi yoktur âşık sûfînin gözünde, yakınında, çevresinde, konuşmasında, o, sadece Ma’şûk’una kavuşma ânını gözler. Onun için gündüzler de, mâsîvaya karşı yapıla- 404 Ebu Nuaym, Hilye, VI, 67. Pendnâme-i Kuddûsî, vr., 208b. 405 Kuddûsî, 115 116 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR cak mücadelenin hazırlık safhasıdır. Sûfîler, halk arasındaki yalnızlıktan ancak tefekkür ile kurtulabilirler.406 Buradaki gaye, var olan varlıkların, dış detayları ve tezahürleri bakımından insanların nesnelere ve bu nesnelere olan mânevî etkilere karşı duyarsızlıklarını canlandırmaktır. İşte tefekkür gittikçe cılızlaşıp zayıflayan bu derûnî düşünceyi canlandırmak amacı gütmektedir. Bu derin düşünce sûfî için sık sık hatırlatılmaktadır. Sûfî tefekkürünün amacı, derûnî düşünceye bağlı hayat ile fiili hayatı birleştirmesine bağlı olarak, tefekkürün sûfînin karakterinin oluşumu üzerindeki etkisini artırmalıdır. Tasavvufî bilgi ma’rifet/derin araştırma ve tahkîk sonucunda meydana gelir. Ma’rifetle Yaratanı hakkıyla bilerek yargıda bulunan, edindiği bilgi sayesinde daima dik olarak ayaktadır. Bu bilgiyle Allah’ı hakkıyla tanıyan devamlı olarak tefekkür hâlindedir407. Sûfînin, ma’rifetin sırrına ulaşıp, zulmet perdelerini ortadan kaldırması şarttır. Onun için özellikle Allah’ın yeryüzüne diktiği işâret/âyetleri iyi gözlemlenmesi gereklidir. Sûfi bu gözlemleri yaparken, kesinlikle Hakk’ın zâtı üzerinde düşünmemelidir. Çünkü düşünceyle, akılla bu ilâhî Zât’ın kavranması mümkün değildir. Fakat sûfînin, Yaratıcının yarattığı nesnelerin sırrını kavramak ve Rabbanî feyzlerden faydalanması için, tefekküre dalarak ilâhî aydınlanma ile gönül dünyasını aydınlatmalıdır. Allah’ın yeryüzündeki her sa’natı, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir dikili âyettir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, tasavvuf anlayışında ilâhî aşkı tatmanın ve ma’rifet aydınlığına kavuşmanın temelinde, derin düşünme/tefekkürün önemli bir etkinliği vardır. Aynı 406 Kuddûsî, Dîvân, s. 98. “Hilyetü’l-Ebdâl”, Resâil, Neşr: Muhammed Şihabeddin el-Arabî, Dâr-ı Sadr, Beyrut, 1997, s.507. 407 İbnü’l-Arabî, İSLAM DİNİNDE ZİKİR zamanda sûfîler, Allah’ı hatırda tutmak/zikir ile tefekkürü birbirinden ayırmayarak, ikisini de sûfînin olgunlaşmasının temel taşı olarak görürler. Onlar, tefekkürün engin sularında dolaşan insanın her türlü isteklerine kavuşacağına inanır. Tefekkür, insanı, evreni ve evren içindeki bütün varlığı anlama ve keşf etmeye götüren mihenk taşıdır. 3.3. Zikir- Fikir İlişkisi Bazı sûfîler, “Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz”408 âyetinin hem zikir hem de fikir içerdiğini vurgulamışlardır. Onlara göre, kişi bu âyetin manasının içeriğini tefekkür etmekle zikir ibadetini yerine getirdiği gibi, Allah’ın nimetini hatırlama eylemi, ikinci aşamada da fikre dönüşür. Fikir her ne kadar havf ve recâ dairesine girerse de keyfiyet bakımından daha da kuvvetlenerek müşahedeye dönüşür.409 Bazı sûfîler, zikri fikirden üstün kabul ederler. Zira onlara göre Allah, zikirle sıfatlandırılabilir ama fikirle sıfatlandırılamaz.410 Anlaşıldığı gibi, önceki grupta bulunan sûfîler, zikri sadece belli kelimeleri tekrarlama olarak görmemektedir. Zikirde asıl olan, keyfiyetli zikir olan müşahedeye ulaşmaktır. Onun için hakikî zikir, zikir esnasında Allah’tan başkasını unutmaktır. Bu konuda bazı sûfîler, “unuttuğunda Rabbini zikret”411 âyetini, “Allah’tan başkasını unuttuğun zaman O’nu zikretmiş olursun” şeklinde yorumlarlar. Kelâbâzî’ye göre zikir zikredilenin değil zikredenin sıfatıdır. Yani mezkûr zakirin zikriyle mezkûr olur. Sıfat zikir ayrımı yaparken bu ifadeleri kullanan Kelâbâzî, zikir sıfatının aksine mevsuf, vasfedenin vasfı ile mevsuf değildir, der. 408 A’râf, 7/69 409 Mekârim, age., s. 20. Kuşeyrî, 1990:223. 411 Kehf, 18/24. 410 117 118 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Kulun, Allah’ı zikretmesinin gerekliliğini açıkça ifade eden ilk dönem sufilerinden Kelâbâzî, gerçek zikrin, zikredenin zikredilen dışındakilerini unutması olduğunu söyler. Zikir kişiyi masivadan uzaklaştırmalıdır. Zikri, Allah’ın ismini dil ile zikir, Allah’ın takdirini kalb ile zikir şeklinde ikiye ayıran Kelâbâzî; dünyada Allah’ı zikretmeyi, ahirette Allah’ı nazar etmek gibi görür.412 Gafleti kalbin uyuması şeklinde tarif eden Kelâbâzî üç durumdaki gaflete dikkat çeker ve bunları; Allah’ı zikirden gaflet, fecrin doğumuyla sabah namazı vakti arasından gaflet ve kişinin dinde kendisinden gafleti şeklinde sıralar. Gaflet ise bir hastalık ve noksanlıktır.413 Yani dil ile zikri, kalbin zikrinden ibaret bulan bazı sûfîler, kalbin zikrini zikredileni müşâhede olarak yorumlarlar. Onlara göre, kalbî müşâhedeye ulaşamayan kişi, diliyle zikretse bile “gafil”dir. Onlar, Allah’ı kalb huzuru, müşâhede ve dil ile zikreden kişinin fuâdıyla Allah’a baktığını ve dolayısıyla bu durumdaki kişinin sanki cennet bahçelerinde dolaşmış gibi olacağını söylerler. Zikrin karşıtı olan gaflet ise dünyaya ve nefsin şehvetlerine dalmakla olur.414 Dinî emirleri bilmemek, yapılacak ve terk edilecek hususlarda cahil olmak ve bildiğini unutmak dinde gaflettir. Bazı sûfîler gafleti ikiye ayırır: 1. Dünya işlerinde gaflet etmek, 2. Ahiret işlerinde gaflet etmek. Dünya işlerinde gösterilen gaflete “Beleh” ismini veren sûfîler, dünya işlerinden anlamamayı velîlerin, sıddîklerin ve şehitlerin özelliği olarak görürler. Yani dünya ve şehevî arzulara dalmak suretiyle emredileni yerine getirememeyi, nehyedilen şeyleri yapmaktan daha kötü bir gaflet olarak telaki ederler. Bu sûfîler, dünyaya dalıp Allah’ı unutmayı uğursuzluk olarak değerlendirirler. Onlara göre uğursuzluk dünyaya dal412 Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s. 153. Bahru’l-Fevâid, s. 153. 414 Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s. 153. 413 Kelâbâzî, İSLAM DİNİNDE ZİKİR mak ve Allah’ı unutmanın neticesidir. Zikrin hakîkati, gafleti tard etmektir, gaflet ortadan kalktığında sâlik sükût da etse zikir hâlindedir. Bu konuda Cüneyd-i Bağdâdî (ö.909) şöyle der: “Seni zikrettim. Fakat bir an bile seni unuttuğumdan değil. Zikrin en kolayı dil ile olanıdır, hâlbuki ben seni kalb ile zikrediyorum.”415 Hakiki zikir, zikir esnasında mezkûrdan başkasını unutmaktır.416 Nitekim “Unuttuğun zaman Rabb’ini zikret”417 buyrulmuştur. Bu âyet ile ilgili sûfîler; “Allah’tan başkasını unuttuğun zaman, O’nu zikretmiş olursun.” derler. İlk dönem sûfîlerinden bazıları zikrin temelini, yapılması gereken şeylerde Allah’a icâbet etmek olarak görmüşlerdir. Onlara göre zikir iki şekilde yapılır. Birincisi, Allah’ı tesbih etmek ve Kur’ân okumak; ikincisi ise, şartlarına uygun bir tarzda gönlü, Allah’ın esmâ ve sıfatlarını hatırlamakla uyarmak şeklinde olur. Bu zikir yapanın makamına göre değişiklik arz eder. Yani tevekkül, murâkabe ve muhabbet ehli olanların her birinin zikri, içinde bulundukları makâma göre yapılır.418 Cüneyd-i Bağdâdî (ö.909)’nin; “Müşahedeye dayanmadan “Allah” diyen iftiracıdır.” sözünü Kelâbâzî, “İfadesi müşahedesine dayanmayan kişi yalancı şahittir.”419 ifadeleriyle destekler. Nitekim müşahede makamı zikrin de üstünde bir makamdır. Bu makamda zikir bile Allah’ı görmeye engeldir. Yani zikir müşahedeye ulaşıncaya kadar yapılır. Kişi, müşahede hâlini yaşarken zikirle uğraşmaz. Zikir, setr hâlinde yapılır. Keşf ve müşahede hâlinde ise zikir biter.420 Kur’ân’da zikirle alakalı yüzlerce âyetin varlığı düşünüldüğün de, ilk dönem sûfilerin zikre yaklaşımı ve zikre atfettikleri 415 Kelâbâzi, Ta’arruf, s. 103. Kelâbâzi,Ta’arruf, s. 154. 417 Kehf, 24. 418 Serrâc, Lüma’ s. 223 419 Kelâbâzi, Ta’arruf, s. 103 420 Kelâbâzi, Ta’arruf, s. 103. 416 119 120 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR değer daha iyi anlaşılmaktadır. Nitekim bazı sûfîler, “Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz”421 gibi âyetlerin hem zikir hem de fikir içerdiğini vurgulamışlardır. Onlara göre, kişi bu âyetin manasının içeriğini tefekkür etmekle zikir ibadetini yerine getirdiği gibi, Allah’ın nimetini hatırlama eylemi, ikinci aşamada da fikre dönüşür. Fikir her ne kadar havf ve recâ dairesine girerse de keyfiyet bakımından daha da kuvvetlenerek müşahedeye dönüşür.422 Bazı sûfîler de, zikri, fikirden üstün kabul ederler. Zira onlara göre Allah, zikirle sıfatlandırılabilir ama fikirle sıfatlandırılamaz.423 Anlaşıldığı gibi, önceki grupta bulunan sûfîler, zikri sadece belli kelimeleri tekrarlama olarak görmemektedir. Zikirde asıl olan, keyfiyetli zikir olan müşahedeye ulaşmaktır. Onun için hakikî zikir, zikir esnasında Allah’tan başkasını unutmaktır. Bu konuda bazı sûfîler, “unuttuğunda Rabbini zikret”424 âyetini, “Allah’tan başkasını unuttuğun zaman O’nu zikretmiş olursun” şeklinde yorumlarlar.425 İlk dönem sûfîlerinden bazıları zikrin temelini, yapılması gereken şeylerde Allah’a icâbet etmek olarak görmüşlerdir. Onlara göre zikir iki şekilde yapılır. Birincisi, Allah’ı tesbih etmek ve Kur’ân okumak, ikincisi ise, şartlarına uygun bir tarzda gönlü, Allah’ın esmâ ve sıfatlarını hatırlamakla uyarmak şeklinde olur. Bu zikir yapanın makamına göre değişiklik arz eder. Yani tevekkül, murâkabe ve muhabbet ehli olanların her birinin zikri, içinde bulundukları makâma göre yapılır.426 İlk dönem sûfîlerinin zikir anlayışları farklılık arz etmektedir. Onlardan bazısı, zikir elfâzı olarak kelime-i tevhidi tercih ederek, sâdık bir müridin ihlâsla buna devam etmesini istemiş421 A’râf, 7/69 Talib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, thk. Said Nesib Mekârim, Beyrut 1995, I, 20. 423 Kuşeyrî, er-Risâle fî’t-Tasavvuf, Beyrut 1990, s. 223. 424 Kehf, 18/24 425 Ebi Bekr Muhammed b. İshâk el-Kelâbâzî, Ta’arruf, Beyrut 1993, s. 154. 426 Serrâc, el-Luma’, s. 223. 422 Ebû İSLAM DİNİNDE ZİKİR lerdir. Tevhîd kelimesinin insanın iç dünyasını nurlandırdığı için, gayretlerin bu kelimede yoğunlaştırmasına özel bir önem göstermişlerdir. Onlar, kelime-i tevhîd tekrar edilince, sonunda bu kelime, nefsin, arzunun karşı çıkmalarını yok ederek kalpte karar kılar. Tevhîd kelimesi dili istilâ edip yerleştikten sonra kalbe sirayet eder. Kalbi kuşatan tevhîd cevher haline gelerek yakîn nûrunu meydana getirir. Bu hâli yaşayan kişinin dilinden ve kalbinden zikir gitse de oluşan bu nûr cevher olarak devam eder. Bu hâli tadan kişi bundan sonra Allah’ın ‘azametini müşâhede ederek O’nu anmaya başlar. Bu, “Zât-ı ilâhîye”nin zikri olup, müşâhede ve mükaşefe ile yapılan zikir demektir.427 Sûfîlerin ortak görüşü; gerçek zikrin, kişinin müşâhede gibi duyularından fenâ bulmadan gerçekleştiremedikleri hâli göstermektedir. Onlara göre zikir, zâkirin Allah’ı anması ya da O’nunla hemhal olduğu esnada kendinden geçmesidir. Yani zikir, ölüm esnasında olduğu gibi, Allah’tan başka her şeyi unutmaktır. Zikir bütün mâsivâyı bütünüyle “yok” saymaktır.428 Zira kim gerçek mânâda Allah’ı zikrederse, bu hâl içinde her şeyi unutur. Allah da her şeyi ona karşı muhâfazaya alır ve o kişinin her şeyine bedel olur.429 Tıpkı Hz. Peygamber (s.)’in şu hadisinde vurgulandığı gibi, “Kulum beni andığı zaman Ben onunla beraberim, dudakları Beni anınca Ben, Beni zikredenlerin yanındayım.”430 Zikir, sanki Rabbin huzûrunda sohbet etmesini müşâhede ediyormuşçasına yapılan anmadır. Lisanın zikri ise ancak bu hâle ulaşmak için bir vasıtadır.431 Bu 427 Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif, ss. 272-274. Tehânevî, Ziyâu’l-Kulûb, trc. Mehmed Es’ad Dede, haz. Adnan Kaya, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s. 94, 98. 429 İbnü’l-Arabî, el-Kevkebü’d-Düriyye fî Menâkıb-i Zinnûn el- Mısrî, tash. Asım İbrahim el-Kayâlî, Beyrut 2005, s. 67. 430 el-Buhârî, Sahîh-i Buhârî, Tevhîd, 44. 431 Abdulvahhab Şarânî, el- Envâru’l-Kudsiyye fî Ma’rifeti Kavâidi’s-Sûfiyye, Kahire 1987, s. 21. 428 İmdâdullah 121 122 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR hâle ulaşan kişinin artık bütün hayatı zikrullâhtır. Yani bu kişinin Allah’ın kitabında mevcut olan bütün ilâhî buyrukları hayatın her aşamasında göstermesi demektir. Sûfîler, zikri, Allah’ın kapısında oturmaya, müşâhedeyi de Allah ile oturmaya benzetmektedirler. Onlara göre, Allah ile oturma gerçekleştiği zaman Allah kapısında oturmak sona erer. Yani zikir müşâhedeye ulaşıncaya kadar yerine getirilir. Kişi müşâhede hâlini yaşarken zikirle uğraşmaz.432 Kur’ân’da geniş anlamlar içeren zikir kelimesine müfessirler, mutasavvıflardan farklı ve zâhirî bir anlam vermişlerdir. Müfessirler genel olarak ilgili âyetleri, “Allah’ı hatırda tutmak, fiillerde O’nun emirlerine riâyet etmek” şeklinde yorumlamışlar; zikri, kalıplaşmış kurallar dâhilinde, bireysel ve toplu olarak bilinen kelime ve lafızların söylenmesi olarak görmemişlerdir. Zikri, Allah’ı anmak, namaz, oruç, zekât gibi bütün amellerle eşdeğerde tutmuşlardır.433 Bunun yanı sıra kişinin elinde fırsat olduğu hâlde kötü bir eylemden kaçınması da zikir olarak değerlendirilmiştir. Müfessirlere göre, mutluluk, gerçek bir şekilde namazı yerine getirmekle gerçekleşir. Namaz hakîki bir şekilde edâ edildiği zaman kişi bütün hayâsızlıklardan korunur.434 Kişi namaz esnasında Allah’ın huzurunda olduğunu düşünürse Allah’la olan içsel bağını gerçekleştirir. Bu şekilde hareket etmezse namaz kişinin rûhundan soyutlanmış olur; bu da gaflettir. Gafletin zıddı olan zikir, gafleti yok edemiyorsa gerçek anlamda zikir gerçekleşmiyor demektir. Allah gafletle namaz kılanları kınarken435 namazı huşû ile yerine getirenleri de övmüştür.436 Allah’ı düşünerek namaz 432 Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 8-9. el-Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’ân, İstanbul, 1988, IV,s. 229. 434 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, İstanbul, 1997, VIII, 435 Mâ’ûn, 107/4-5. 436 Mü’minûn, 23/1-2. 433 Ebu’l-A’la İSLAM DİNİNDE ZİKİR kılmak rûhu etkiler, namaz kılanı iyiliklere yönelterek, kötülüklerden uzaklaştırır.437 Müfessirlere göre, zikirde kast edilen diğer önemli nokta da Kur’ân’ın kendisidir. Kalpler ancak Kur’ân okumak, onun emrettiklerini yerine getirmekle huzûr bulur. İnsan ancak Allah’ın en büyük zikri olan Kur’ân’a teslim olmakla rûhen ve bedenen mutluluğu yakalar. Allah’ı zikretmek, her ân O’nu anmak ve kontrolü altında olmanın idrâki içinde O’na teslim olmaktır.438 Allah, peygamberleri de zikir olarak tanıtmaktadır: “Ey gönül erbabı, Allah’tan korkun. Allah size gerçek bir zikir indirmiştir. O zikir, iman edip de güzel ve temiz âmellerde bulunanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, Allah’ın her şeyi açık açık bildiren âyetlerini size okuyup duran bir resuldür.”439 Peygamber, hem “zikir”dir hem de zikir yoluyla eğiten, zikir eğitimiyle terbiye edip şekillendiren bir terbiyecidir: “Habibim, sen onlara hiç durmadan zikir yoluyla öğüt ver. Sen yalnızca bir müzekkir (zikir yoluyla eğiten)sin.440 437 Süleyman Ateş, Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İstanbul, 1995, IV, s. 1975. age., V, s. 236. 439 Talâk, 65/10-11. 440 Ğâşiye, 88/21. 438 Mevdûdî, 123 İKİNCİ BÖLÜM FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI 2.1. TASAVVUFTA FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI Tasavvufta hedef, kalbi gafletten uyandırıp Yüce Allah’a bağlayarak ebedî huzuru elde etmektir. Bunun en birinci ve en kolay yolu, kalbi devamlı zikirle meşgul etmektir. Zikir, kalbi Yüce Allah’a bağlayan en kısa, en kolay bir yoldur. Zikrin en büyük fazileti, zikreden kulu, Yüce Allah’ın özel olarak huzurunda zikretmesidir. Ârifler zikri, veliliğin diploması olarak tarif etmişlerdir. Zikirsiz, kalb uyanmaz. Zikirsiz kalbin Allah dostluğunu kazanması mümkün değildir. Sûfîler bu konuda şu ortak kanıyı ortaya koymuşlardır: “Zikir kalbin gıdasıdır; gıdasını almayan kalp zayıflar, sonra ölür. Kalp ancak zikir ile beslenir, kuvvetlenir, tatlanır, manen hayat bulur. Haramlar ve işlenen günahlar ise, şeytanın gıdasıdır. İşlenen günahlar, insanın kalbini zayıflatır; onun düşmanı olan nefsi ve şeytanı kuvvetlendirir. Bu nedenle, insanın içinde kalp, nefis ve şeytan devamlı mücadele hâlindedir. Nitekim Allah: “Dikkat edin, uyanık olun; kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur,” buyurmaktadır. Tarîkat uygulamalarına geçmeden önce, zikrin tarîkatlarda uygulanması konusunda bazı tespitlerde bulunmak gerekir. 126 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Bazı araştırmacılara göre, ilk sûfîlerin zikirli devrânları Arap savaşçıların raksına dayandırdıkları rivayet edilir. Daha sonra Nâkşî tarîkatında olduğu gibi doğudaki tarîkatlar bazı “hathayoga” tekniklerini uyarlamışlar ve böylelikle deverân biçimlerini farklı kılmışlardır. Mevlevîliğin pîri Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 1273), kendisini izleyenlerin cemaatle yapılan zikrinin ilhâmını Anadolu’nun yaygın deverân ve müziğinden almıştır. Eğer dervişlerin deverân ve müziği burada zikrediliyorsa, bunun sebebi, bunların tasavvufun en iyi bilinen toplu ve daha ziyade tâli yönüne aittirler; birçok mürşîd bunların genel kullanımlarını telaffuz etmişlerdir. Her hâlükârda bu çeşit uygulamalar aslında hafî/gizli zikir uygulamasının üstüne çıkmamalıdır.1 Zâkirin zikirde haz alması ve zikrin bedenle bütünleşmesi ve ileriki aşamalarda lâfızların bir bütün olarak kullanılmaması için, yani zikrin tamamen hâl diliyle gerçekleşmesi açısından ilk merhalelerde zikirde kullanılacak lâfzın seçimi önemlidir. Bu seçim öncelikle zikredenin manevî yapısı, kabiliyeti, sülûktaki derecesi dikkate alınarak yapılmalıdır. Her ilâhî ismin ve sıfatın bir tecellisi vardır. Sâlik zikirde bu tecellilerin hangisine muhtaç ise o tecellinin doğuşunu gerçekleştirecek ismi seçmelidir. Eğer birçok ismin tecellisine birden muhtaç ise veya hangi tecellîye muhtaç olduğunu tam olarak bilemiyorsa o vakit “Allah” ismini seçmelidir. Sûfîler toplu olarak yaptıkları zikirlere Hz. Peygamber (s.) hadislerinin ışığından bakmışlardır. İşin aslına baktığımız da, ibadet ve zikirde temel esas olan bireysel cehd ve gayrettir. Fakat bununla beraber zikir gibi yüce bir ritüelin çok önemli sosyal yönleri de vardır. Zira zikir meclislerini öven ve insanları bu meclislerin havasını teneffüs etmeye çağıran birçok 1 Burckhart, age., s. 51. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI hadis mevcuttur. Aynı şekilde bu meclislerin kurumları olan dergâh, tekke ve zâviyelerin inşasına davette bulunan yine Hz. Peygamber’in buna benzer sözleri olmuştur. Örneğin: “Allah’ı zikreden bir topluluğu mutlaka melekler çevreler, rahmet kuşatır ve onların üzerine ilâhî sükûnet iner ve Allah, onları yanındaki ulvî varlıklarla över.”2 Ve yine aynı şekilde: “bir topluluk bir meclis kurup orada Allah’ı zikretmez veya peygamberlerine salat ve selâm getirmezse üzerlerine mutlaka hasret ve pişmanlık dökülür”3 gibi hadisler Hz. Peygamber’in zikir meclislerine verdiği önemi göstermektedir. Hz Peygamber (s.)’in vefatından sonra da zikir meclisleri çok revaç bulduklarında sûfîler sahabenin ve tâbiîni örnek alarak zikir meclislerine büyük bir önem atfetmişlerdir.4 Bu anlayışla zikir meclislerine büyük bir değer ve ehemmiyet atfeden sûfiler için zikir meclisleri, gönüllerin şifa kaynağıdır. Onlara göre, eğer insanlık Allah’ın zikredilmediği bir zamanda yaşarsa, toptan yok olurlar. Gafil insanlar arasında Allah’ı zikreden bir adam, ric’at etmiş bir orduyu tek başına kurtaran bir askere benzetilir.5 Sûfîler için Allah’ı zikrin belli bir mekân ve zamanı yoktur. Mesela Ebu Hasan Şâzelî (ö. 1258), mürîdlerine, çarşılarda, harabelerde, sokakta, terkedilmiş mekânlarda zikir yapmalarını istemiştir. Onlar zikri kendileri için bir şiar olarak görmüşlerdir6 Her ne kadar Allah’ı anmak için İslâm mekan ve zaman sınırlandırması getirmemiş ise de tarîkatlardaki “resmi” zikrin bir takım hazırlıkların yerine getirilmesinden sonra yapılması gerekmektedir.7 Sûfiler, mürşid, mürîdinîn ruh 2 3 4 5 6 7 Tirmîzî, el-Câmiu’s-Sahîh, VI, 157. Aynı yer. Bk.Ebû Nuâym, Hilye, III, 80, 283; IV, 241; II, 233; VI, 157. Ebû Nuâym, age., IV, 241. Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 257b. Bk. Abdurrahman Memiş, Hâlîd Bağdâdî ve Anadolu da Hâlidîlik, İstanbul, 2000 127 128 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR mertebesi için hangi zikir türünün uygun olduğu konusunda kendisi karar verir. Sâlikin ruhî durumuna göre, çeşitli zikir tipleri vardır. Bu zikirler; yalnızca dil ile kalbin herhangi bir katılımı olmadan yapılan “zikr-i lisanî” ya da yalnızca kalp ile yapılan “zikr-i kalbî” veya her ikisi ile beraber yapılan zikirdir. Bunların yanında sırrın zikri hafinin, zikri ve ahfânın zikri vardır. Bazı sûfîler bu zikri, “zikr-i rûhî” olarak tanımlamışlardır.8 Sonuncusu en zor olanıdır. Bu zikri ancak sülûk yolunda ileri aşamaya varmış olanlar geçekleştirir.9 Mürîdin zikri icradaki görevi, şeyhinin verdiği kaideler çerçevesinde zikri yerine getirmesidir. Mürid, davranışlarını, ahlâkını onun gösterdiği şekilde düzenleyip, güzelleştirme çabası içinde olmalıdır. Bazı tarîkat şeyhlerine göre, her nefsin bir zikri vardır. Örneğin nefs-i emmâre zikri, “lâ ilahe illallah”, nefs-i levvame zikri, “lâ ilahe illallah”, nefs-i mülhime zikri, “Allah”dır, nefs-i mutma’inne zikri, “Hû”dur.10 Mürîd için uygun olan zikir şekli “Allah” ismi ise, mürîd bu ismi sadece “kalb diliyle” zikretmelidir. Aynı şekilde bu ismin içerdiği, “Mutlak, Kusursuz ve Yüce” gibi manaları da kalbinde bulundurmalıdır. Zikirde ihlâsı korumak ve amacı dâima akılda tutmak için mürîd, zikrin başında ve her yüz seferde bir “ilâhî, ente maksûdî ve rızâke matlûbî” ( Allah’ım, maksadım 8 9 10 s. 269-272; Dilaver Gürer, Abdulkadir Geylanî, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İstanbul, 2000 s. 338; Himmet Konur, İbrahim Gülşeni, Hayatı, Eserleri, Tarîkatı, İstanbul, 2000 s. 160; Sadık Vicdanî, Tarîkatlar ve Silsileleri (sad. İrfan Gündüz), İstanbul, 1996 s. 39; Rahmi Serin, İslâm Tasavvufunda Hâlvetîlik ve Hâlvetîler, İstanbul, 1984 s. 132; H. Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, İstanbul, 1980, s. 188-197. Kuddûsî, Hazinetü’l- Esrâr, vr. 232a. Hacı Muharrem Hilmi Efendi, Kadirî Yolu Sâliklerinin Zikir Makâmları ve Zâkirlere Hediye (neşr. Süleyman Ateş), İstanbul, 1982, s. 139; Öztürk, Din ve Fıtrat, s. 92-94, Kur’ân’ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, s. 247, 248. Eşrefoğlu Rumî, Tarîkatnâme, haz. Esra Keskinkılıç, Gelenek Yayınları, İstanbul 2002, s.48. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI Sensin, ve isteğim Senin rızandır) demelidir. Bu Nâkşî ıstılahında “vukûf-i kalbî” (kalbin bilmesi) olarak bilinir. Kalbin “Allah” ismini zikrinde sayı açısından bir sınırlama yoktur. Mürîd en başından itibaren zikri devamlı ve kesintisiz hale getirmeye çalışmalıdır. Kalb kendi iradesiyle zikre katılıp durdurulmayacak hale gelinceye kadar zikre devam etmelidir. Zikir kalpte sürekli yerleştikten sonra müridin tüm letâifine/ince algı merkezlerine yayılır ve hatta bedenine nüfuz eder. Böylelikle mürîd tüm halleri ve tavırlarıyla zikre katılmış olur.11 Tevhîd zikrini, “Allah” zikrinden ayıran önemli bir takım farklılıklar vardır. Zikrin nihâî mahalli burada da kalp olmakla beraber, mürîd nefydeki “Lâ” kelimesini göbeğinden, beynine doğru genişleyen, isbâttaki “illallah” kelimesinin ise sağ omuzundan kalbe uzanan bir çizgi olarak hayal etmelidir.12 Bu hayalî çizgilerdeki amaç, zikrin tesirini attırmaktır. Hız arttıkça kurtarıcı ve yıkıcı bir darbe gibi bu etki kalbin dışındaki her şeyi yok edecektir. Mürîd “lâ ilâhe” derken tüm mahlûkatın varlığını “hiç” saymalı; “illallah” zikrinde ise hâkimiyeti, ebediyeti ve samediyeti ile yalnızca Allah’ın varlığını tasdik etmelidir.13 Bu zikirde de sayı sınırlaması yoktur. Fakat ne kadar yapılırsa yapılsın, zikrin sayısı mutlaka tek olmalıdır; çünkü tek sayı, “lâ ilâhe illallah” ta ifade edilenilâhî birliği çift sayıdan çok daha iyi yansıtacaktır. Sûfîlere göre, kalbî/sırrı zikir, ilâhî nûrların zâkiri tamamen atmosferine alması demektir. Zikre devam etmenin en doruk/ kemâl noktası ise zikredenin kalbinin tamamıyla ihata edilip, gönlünün Ma’şûk’un cemâlinde yok olmasıyla gerçekleşir. Bu da Allah’ın sâlikin kalbine yerleştirdiği sevginin keşf edilmesi ve filizlenmesiyle gerçekleşir. Bu sevgi gerçekleşirse artık 11 12 13 Aynı eser, s. 82. Aynı eser, s. 83. Aynı eser, ss. 83-84. 129 130 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR âşık sâlik bir ân bile kendini Ma’şûk’unda beri tutmaz. Bu hâli yaşayan sâlikin gönlü Ma’şûk’un halvet sarayı olur. Bu mertebe, “seyr ilellah”ın nihayeti, “tevhîd-i vahdâniyetin” evveli ve “velâyet-i hassa” derecesinin bir mertebesidir.14 Burada zikir, fikre dönüşüp harfsiz ve kelimesiz olur. Artık sâlik, Allah ile hem-dem olmuştur. Sâlik, zikirle Allah’tan alıkoyan her şeyi kalbinde söküp atarsa, Hakk’ı şuhûd etmek için isbât cihetine yönelirse, mâsivâ sevgisi ve ilgisi yerine Allah sevgisi kâim olur. Yani gönül, beşerî sevilen ve arzulananı bırakıp, beşerî ilgilerini ve kendi varlığını zikir aydınlığının içinde “yok” etmekle vukûf-ı kalbî vasıtasıyla bütün varlığı fenâ perspektifinde değerlendirip, bekâ görünümle Allah’ı bütün mevcûdâtta müşâhede eder. Zira sâlikin ruhu ancak “zikr-i dâim” ile mükemmelliği yakalar. 2.1.1. Tevhîd Zikri Sûfîlerin hassasiyetle üzerinde durduğu konuların başında tevhîd zikri gelmektedir; çünkü tevhîd, varlıkları, ayne’l-yakin olarak insana tanıtan kesintisiz bir ibâdettir. Tasavvuf anlayışında, tevhîd zikrinin sürekliliği sûfîyi cem’ ve birlik’e götürür.15 Yakîn, kesinlik demektir. İnanma ve bağlanmada kuşkunun asla olmamasıdır16. Her türlü bilme şeklinin kesin ve şüpheden uzak olmasıdır. Yakin mertebesi, her türlü kaygılardan uzak olarak tam sükûnet ve huzur hâlidir17. Kur’an’ın da andığı18 ve kesinlik olarak nitelediği bu kavram için, Kuddûsî genellikle “ayne’l-yakîn” tabirini çok kullanır. Çünkü ayne’l-yakîn keşf ve ilham yoluyla elde edilen ilmî ifade etmektedir. Bu ilim çeşidi, 14 15 16 17 18 Seyyid Yahya Şirvanî, Şifaü’l-Esrâr, haz. Mehmet Rıhtım, Sufi Kitap, İstanbul 2011, s. 282. Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 260a. Suad Hâkim, a.g.e. ss.1246–1250. İbnü’l-Arabî, Fütûhât, III, 308. Bk. Vâkı’a, 95; Tekâsür, 5-7. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI kulun küllî bir fenâ hâliyle beşerî varlığından çıkarak Hâlık’ı yine Hakk ile müşahede etmesini ifade eder19. İşte sûfîler bu yakîni bilgiye ulaşıp varlığı tanıyabilmeyi tevhîd zikrinin devamlı olarak yerine getirme şartına bağlar. Sûfîlere göre bu zikri yerine getirmek, her şeyi ile bütün varlığı “yok” veya “sıfır” saymak, sadece Allah’ın varlığıyla var olma düşüncesi ve fiilinin hayat bulması demektir. Bu zikir atmosferine giren bütün sınırları aşmıştır, kendi varlığının “hiç”likine kani olduğundan dolayı O’nun için ar-namus, utanma duyguları yok olmuştur. Sûfî de aldatıcı tembellikten uzak kalarak Allah’ın salih kullarından istediği şekilde hiçbir zaman O’nu anmaktan, hatırında bulundurmaktan gafil olmamalıdır. Kişinin “benlik” inşâsında en faziletli rolü oynayan tevhîd zikri, sûfîlerce terbiye yolunu bütün engellerden temizleyen akrebe benzetir. Allah’tan başka tüm ağyârı, tevhîdin “lâ” kılıcıyla, akrebiyle, süpürgesiyle temizleyip “illallah”a ortamı hazır hâle getirmektir. Tevhîd’in “lâ”sı Mevlânâ’da süpürge, diğer bazı sûfîlerde ise akreptir.20 Onun için tevhîd zikri, sûfî için temel gıdalardan daha elzem görmüştür. Sûfîler göre, Allah’ı anmadaki en güzel cümle tevhîd cümlesidir. “La ilâhe illâllah” zikri su gibidir. Zira tevhîd ile Allah arasında hiçbir perde yoktur. “La ilâhe illâllah” zikri, tevhîd zikri, günahları yok eden en önemli lafızdır. Tevhîd kelimesi, ihlâs, İslâm, nur, kurtuluş, rahmet, takvâ kavramlarının anlamlarını kapsayan Allah’ın en yüce kelimesidir. Dünyadaki canlılar için suyun ne derece etkisi varsa bu zikrin de insanlar için değeri o derece önemlidir. Canlılar nasıl susuz yaşayamıyorsa, susuz hayat nasıl ölüme davetiye çıkarmak ise zikirsiz geçen bir yaşam da, ölü bir yaşamdır.21 19 20 21 Bk. Sühreverdî, Avârif, s.250; İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Mesâil, (Rasâil), 1403. Kuddûsî, Hazinetü’l- Esrâr, vr. 235a. Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 217b 131 132 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Zikirlerin en faydalısının tevhîd olmasının sebebi, içinde ismi zât’ın bulunmasındandır. Tevhîdi zikretmek, âşıklar için bayram yapmak gibidir. Rivâyete göre, Hz. Ali, Peygamber (s.)’den Allah’a yaklaştıracak zikri sorunca, Hz. Peygamber’in cevabı; “kelime-i tevhîd” olmuştur. Birçok hadis ve tefsir kitaplarında tevhîd zikrinin faziletinden bahsedilmektedir. Tevhîd, hem Allah’ın büyüklüğünü takdis etmek, hem de büyüklüğünü bildirip öğretmektir22. Bundan dolayı bütün peygamberlerin zikir ve duâsı da tevhîd olmuştur. İlâhî güzelliğin varlıkta saklı olması durumu, sûfîlerin tefekkürünün ana temasını oluşturmuştur. Sûfîler, devamlı zikirle, gerçek tevhîde ulaşmanın sınırlarını aşmaya çalışırlar. Bu durum insanın İlâhî aşka geçip tevhîde ulaşmasıyla gerçekleşir. Bunun sonucunda, âşık aracılığı ile konuşulduğu bir mertebeden gelen hâlleri aklın ya da aşkta yoksun bir gönlün algılaması mümkün değildir. Aşığı Mâ’şuk’a karşı vecde getiren şey, Sevgilinin artık cân içine işlemesi gerçekleşmiştir. Artık “Allah şah damarınızdan daha yakındır.” Aşk küreye delilikle girmiştir. Aşk küreye düşmüş, aynası görülen sevgili artık âşığın içine, canına düşmüştür. Aşk kürede, aşk delileri, gamla dertle yaşarlar. Onların vecde gelip delilik göstermeleri âlem-i aşkın farkındalığından kaynaklanır. Zikir eden zâkirleri Allah her iki dünyada da sıkıntı ve azaptan kurtarır. Zikir ile sâliklerin gönül iklimini aşk ve cezbe hemen kaplar. Sâliki aşk boyasıyla boyayan, onu Allah’ın meclisine sokan kişinin kalbini temizleyip, Hakk’a dost kılan tevhîdin zikridir. Zikir ile canlanır kalp, onun için mürîd zikri kendine en faydalı şey olarak seçmiştir. Sûfîlere göre tevhîd, Allah’ın âlem ve insanda uzaklığına değil, insanın Allah’ın 22 Kuddûsî, Dîvân, s. 185. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI varlığından erimesini ifade ediyor. Cüneyd Bağdâdî (ö. 911) dediği gibi, tevhîd, “kulun son hâlinin ilk hâline dönmesi ve olmadan evvel olduğu gibi olmasıdır.”23 Aynı şekilde tevhîd, kulun son hâlinin ilk hâli/elest hâline dönmesi ve olmadan evvel olduğu gibi görünmesidir.24 Sonuçta mürîd zikirle gerçek hazineye kavuşacaktır. Ve insanlar Hakk’ı ancak zikirle bulabilecektir. Tevhîd zikri, Allah’ı sürekli hatırda canlı tutmanın anahtarıdır. “Lâ” ile her şey temizlenip “Allah” yerleştirildiği bir gönlün, hiçbir anında Hakk’tan uzak kalması mümkün değildir. Zikir, sûfî için teneffüs edilen bir hava gibi yaşamsal bir gerçektir. Çünkü gerçek âşık Mâ’şukunu devamlı gönlünde ve zihninde yaşatan kişidir. Öyle ise, sûfî için Allah’ı anmanın hiçbir yönden sınırı yoktur. Onların zikri “zikr-i daim”dir. Bu sürekli zikirde sûfînin gönlü ve diliyle ifade edeceği en güzel cümle veya kelime “kelime-i tevhîd” olacaktır. Tevhîd kelimesi, Allah’ı bütün mecâzî, yâni gölge varlıktan birlemek, O’nun “bir” ve “tek” oluşu anlamına gelen vahdeti, tasavvufun temel felsefesini açıklar. Sûfîlere göre, tevhîdi, yaratıkların hareket ve sükûnunu, Allah’ın fiili olarak bilmektir.25 Sûfîler, bir mürîdin farzları, sünnetleri ve nafileleri yerine getirdikten sonra diğer arta kalan zamanında ise tevhîd zikrini sürdürmesini tavsiye eder26. “Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, nefy ve ispattan terkib edilmiş bir lafızdır. “Lâ ilâhe” nefyi ile gönül hastalıklarının, ruhu esir alan kayıtlardan, nefsin güçlenmesinin, nefsin kötü huylar ve şehvani özelliklerle güçlenmesinin ve iki dünyaya bağlı kalmanın kendisinden kaynaklandığı, bütün kötü özellikler yok olur. “İllâllah” 23 24 25 26 Serrâc, el-Luma’, 49. Kuşeyrî, er-Risâle, ss. 299-300 Afîfî, Tasavvuf, s.90. Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 237a 133 134 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR ispatı ile de, kalbin sıhhat bulması ve kötü özelliklerden kurtuluşu gerçekleşir. İspat ile insan, asıl mutluluğa ulaşır ve Allah’ın ihsanıyla karakteri ve hayatı düzelir. Hakk’ı gösteren delillerle Allah’ın zat ve sıfatları kişi üzerinde tecellî eder. Allah’ın nuruyla yeryüzü aydınlanır ve kötü özelliklerin tümü yok olur27. Bazı sûfîler, “kelime-i tevhîd” in önemini çok vurgulamalarına rağmen, âşık sâliklerin, “Hû” zikrini yapmalarının daha makbul olacağını söylerler. Zira “Hû” tevhîdin tefridine/”Tek”liğine işârettir28. Onlara göre, evrende mevcut olan bütün varlıklar “Hû” zikrini yapmaktadırlar.29 Zikrin çok yapılması Kur’an’ın bir emridir. Zikri çok yapanlar da, Allah’ın sevgili kullarıdır/ahibbâ-i Hûdâ. Allah’ı zikrederken, dile getirilen kelime ve lafızlar içerisinde sırlarla dolu olanı “tevhîd” kelimesidir.30 Onun için sûfî, devamlı bu zikri yerine getirmelidir. Zira bazı mutasavvıflara göre, “Allah” ism-i şerifi, zâkire cezbe, coşmak ve farklı bir sıcaklık verebilir, yakıcıda olabilir. Halim olmaz ve kalbe hâl çabuk dolar, fakat erken etkisini kaybeder. Fakat hâl, tevhîd ile kalbe geç dolar ve lakin yok olmaz, kalbde tekrarlanır.31 “lâ” evrenin başlangıcıdır. Bu “lâ” sûfînin ilk menzilidir. “Lâ”nın bilincine varan her şeyi “hiç” bilip, Allah’tan cem’ olan sûfî, Allah için koşan ve onu kendisine hedef edinendir.32 Onun için sûfînin hareket noktası, “lâ” iledir. Evrenin hesabı, bu “lâ” ve “illâ” ile mümkündür.33 Eğer Sûfî “lâ” ve “illâ”yı idrak edip, gereğini yerine getirirse, “kevn” sırrını çözer, ağyârın esaretin- 27 28 29 30 31 32 33 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 240b. Serrac, Luma’, s. 438. Kuddûsî, Dîvân, s. 37.Hû: Allah’ın mutlak gayb olan hüviyeti künhü, temâşâsı mümkün olmayan zâtı. (Kâşânî, Târifat). Kuddûsî, Dîvân, s. 43. Kuddûsî, İcâzetnâme-i Kuddûsî, vr. 73a. Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 237a. İkbal, Ey Şark Kavimleri, 63. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI den kurtulmuş olur. Çünkü “lâ” ve “illâ” “kün”deki hikmeti taşır. “Lâ” deyince hareket başlar, “illâ” deyince evren yerine oturur. “Lâ ilâh” gereği yerine gelmeyince, Allah dışındakilerle olan bağın kırılması mümkün değildir.34 Fakat Allah’ın dışındaki bağlar, perdeler yok edilince, evren “Lâ ilâhe illallah” nuru ile aydınlanır. Onun için tevhîd cümlesi insanı Allah’a yakınlaştıran, O’na dost/veli eden en büyük kelimedir. Gönlü mâsîvadan temizleyen, bütün dikkat ve düşünce yoğunlaşmasını Allah’ta toplayan ve ağyârın tüm ilişkisini kesen tek cümledir. Allah aşkının oluşması ve yoğunlaşması, ancak sürekli olarak Allah’ı gönül ve zihin hafızasında diri tutmakla gerçekleşir. Gönlün, Allah bilgisiyle dolması da aşkın yoğunlaşması ve tesiri sonucunda gerçekleşir. Ma’rifetin gerçekleşmesi ve sûfîyi ihata etmesiyle Allah’a vuslat çabuk gerçekleşir. Çünkü sûfîlere göre, aralarında hiçbir zaman tam bir kopma olmayan aşk ve bilgi gerçek önemini saflıkta, letafette ve güzellikte bulmaktadır35. Bu güzellik insan ruhundaki katılığı eritir ve hikmetin meyvesi olan vahdet sırrının zevkini ortaya çıkarır36. Bilgi, aşk ve güzellik arasındaki ilişki, sûfîlerce çokça zikr edilen “kenz” hadisinde ortaya konulmaktadır. İlâhî kaynakla ilişkisini kesen her ilim faydasızdır ve tevhîd dışındadır. Her bilgi de insanı Allah’tan uzaklaştırır. Tevhîde dayalı her bilgi ve faydalı olan her şey de Allah’dan gelir. İşte ârif de bu bilgi ile donanır.37 Bundan dolayı sûfî de, zikirtefekkür-aşk ve bilgi bağlarını sıkı dokumalıdır. 34 35 36 37 İhsan Süreyya Sırma, “İkbal’in Düşüncesinde Lâ ve İllâ’nın Analizi”, Muhammed İkbal Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul, 1995, s.99–103. Titus Burchardt, İslâm Tasavvuf Doktrinine Giriş, Çev: Fahrettin Arslan, (Kitabevi Yay.), İstanbul, 1995, s.40. Seyyid Hüseyin Nasr, Bilgi ve Kutsal, Çev: Yusuf Yazar, İz Yayınları, İstanbul, 2001, s.283. İbnü’l-Arabî, Fütuhât, III, 101. 135 136 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Muhakkîk sûfîlerin, tarîkat bağlılığına bakmaksızın bütün Müslümanları sürekli Allah’ı anmaya, hatırda bulundurmaya ve her ân Allah’la yaşamaya çağrısı, Allah’ın emirleri ve Hz. Peygamber (s.)’in söz ve fiillerinden kaynaklanır.38 Hz. Peygamber (s.)’in insanlar için en hayırlı amelin Allah’ı anmak olduğunu, insanın ağzının sürekli bu anışla ıslak olmasını39 ve kişi Allah’ı o derece anmalı ki, insanlardan “deli” lakabını almalıdır40. Allah’ı çok anmak/zikir, Allah sevgisini kazanmak demektir.41 Zikir, Allah sevgisinin gereklerinden biridir42. Onun için zikir demek, Allah sevgisi ve kul sevgisi demektir. Allah’ı sürekli hatırda tutmak, bir an olsa bile unutmamak, aşkın/muhabbetin işaretidir43. Allah’ı sürekli anmak, nafilelerle ona yaklaşmak, O’nun sevgisini kazanmak demektir44. Yine tevhîd zikri konusunda Hz. Peygamber (s.) şöyle buyurmaktadır: “Efdal-ı zikir “Lâ ilâhe illâllâh”tır. Kuddûsî’ye göre, Allah, bütün Hz. peygamberlerine, ümmetlerine bu zikre dâvet etmelerini emretmiştir.45 “Lâ ilâhe illâllâh” dan daha ulvî bir kelime inmemiştir. Gökler ve yerler bununla ayaktadır. O, ihlâs kelimesidir, İslâm kelimesidir, takvâ/korunma kelimesidir, nûr kelimesidir, kurtuluş kelimesidir, rahmet kelimesidir, Allah’ın en yüce kelimesidir. Kim bir defa “Lâ ilâhe illâllâh” derse, denizlerin köpüğü kadar günahları olsa da, bağışlanır.”46 Hz. Peygamber (s.)’in bu derece övdüğü gönül köşküne Yüce Yaratıcının hâkimiyet kurması için, buranın öncelikle 38 39 40 41 42 43 44 45 46 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 260b. Tirmizi, Da’avât, 4; İbni Hanbel, IV, s.188–190. İbni Hanbel, III, 68,71. İbni Hanbel, III, 76. Tirmizî, Duâ, 128. Mekkî, a.g.e., II, s.106 Bk. Buharî, Rikâk, 38. Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 236a. Buhârî, Daavât, 65; Müslim, Zikir, 68. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI “lâ” süpürgesiyle tamamen ağyârdan temizlenmesi gerekir. Hakk bilgisi de, gönülde karar kılınca, iman insan benliğinin her tarafını ihata eder. Bu öyle bir hâldir ki sûfî kendinden ve Hakk dışındaki her şeyden geçerek tamamen bu hâl içinde yok olur. Hakk dışındaki her varlığı/eşyâyı tamamen yok edip tükettiği için O’ndan başka hiçbir şey görmez47. İşte mâsîvayı tamamıyla yok etmeyene kadar, yalnızca Allah o saraya tam hükümdar olmadığı sürece, Hakk’ın oraya yerleşmesi mümkün değildir. Yani kul Hakk’ı tanıdıkça kendi varlığından geçer. Çünkü kendi varlığını yok saydığı aşama, Allah’ı tam anlayabildiği aşamadır. Sâlikin kalbinde zikrin başlangıcı yeni dikilen ağaç gibidir. Nitekim Allah, “Güzel söz güzel bir ağaç gibidir.”48 Burada “söz” de kasıt, “Lâ ilâhe illallah”tır. Zâkir bu ağacın yetişmesi için gerekenleri yerine getirirse onun kökler gönülden bütün organlara ulaşır, kafatasından ayak parmaklarının ucuna kadar zikir ağacının kökünün ulaşmadığı hiçbir yer kalmaz. Kök böyle sağlam hale geldiğinde kalb tarlasında zikir ağacı gönül göğüne doğru dal atmaya başlar. “Kök yerde dalları göktedir.”49 Bu makamda kalb zikri lisandan alır ve açık bir şekilde “Lâ ilâhe illallah” demeye başlar. Kalb zikretmeye başladığında dilin zikrini durdurmak gerekir ki kalb zikrin hakkını verebilsin. Zira dilin zikri kışkırtıcıdır. Ne vakit kalb zikirden geri kalırsa dil zikrine başlamalıdır ki, sürekli zikir halinde bulunulmuş olsun. Zikir ağacının yetişmesi için medet eder ve yükselmek ister, ağaç kemâle ulaştığında ağacın dallarında müşâhede tomurcukları oluşmaya başlar, bu tomurcuklardan zamanla mükâşefe ve ledünnî ilimler mey- 47 48 49 Hücvîrî, Keşfu’l-Mahcûb, s.280–281; Kuşeyrî, Risâle, s.134. İbrâhîm, 14/24 Aynı âyet. 137 138 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR veleri meydana gelir. Ve “her zaman Rabbinin izniyle meyvesini verir.”50 Sûfî düşüncesinde, gönül pasını silip tertemiz hâle gelmesi için, aşkın engin denizine dalmak şarttır. Ma’rifet dışında hiçbir ilmin gönüldeki ağyârı temizleyip sadece Yaratıcıya hazır hâle getirmesi mümkün değildir. Çünkü mârifet, Allah’a dair bilginin sağlamlığıdır.51 Aynı zamanda ma’rifet, sûfînin zikirle geliştirdiği aşk ile zirveye çıkardığı bütün sûfî faziletlerinin nihaî icrasıdır52. Zâhirî ilimler, belli bir konu hakkında tam bir bilgi sahibi olmayı ifade ederken, mârifet, daha ziyade tapınmayı, farkına varmayı, ilk kez idrak etmeyi veya bir şeyin bilinmesini ifade eder.53 Ma’rifet öyle bir bilgidir ki, fıtraten akıl verilenler onu hakikatte bilirler. Ona şahid olmayanın onu bilmesi imkânsızdır; tıpkı âmânın güneş ışığını bilmemesi gibidir.54 2.1.2. Hafi ve cehri zikir Birçok sûfînin zikir anlayışında zikri kategorize etmek yoktur. Onların, bütün insanlara tek çağrısı vardır, bu çağrı da, Hakk’ı sürekli zikretmektir. Onların çoğu genelde cehrî/ açık ya da gizli/kalbi-sırr’ı zikir ayrımı yapmamaktadırlar. Onlar, bu sınıflandırmayı yersiz ve abes bulur. Böyle bir şekilcilik, âşık sûfîlerin tamamen dışında bir konudur. Her sâlikin kişilik yapısı ve yeteneğine göre bir yol metot tutmayı tercih etmesi düşüncesine sahiptir. Onların zikir elfazında, bütün insanlara önerdikleri ve her mü’minin sıkılmadan yerine getireceği “tevhîd” kelimesidir. Şunu da göz ardı etme- 50 51 52 53 54 İbrâhîm, 14/25. Kuddûsî, Dîvân, s.149.İbni Hanbel, III, 76. Tirmizi, Da’avât, 4; İbni Hanbel, IV, s.188–190; İbni Hanbel, III, 68,71; Tirmizi, Dua, 128, SülemiTabâkât, 409. Sülemi, Tabâkât, s. 444. Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 237a. Bk. el-Mekki, Kût’l-Kulûb, II, 26. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI memiz gerekir ki, belirli bir noktaya gelmiş bir sûfî için çok verimli olabilen bir zikir usûlu, bir başka noktadaki sûfî için olumlu netice vermeyebilir. Bundan dolayı cehrî ya da kalbi zikirlerden birini seçme, sübjektif durumlardan kaynaklanmaktadır. İnsanların yaradılışı, rûhsal durumları ve kabiliyetleri farklı farklıdır. Her bireyi kendi psikolojisi içerisinde değerlendirmek gerekir. İç tecrübesini de, bu psikolojinin gerekli kıldığı usullerle uygun, muteber olan bir hâl oluşturmak bir zorunluluktur. Mutasavvıflar bu inceliğe çok dikkat etmişler. Onun için muhakkik sûfilerin mürşidliğini yaptığı tasavvuf ekollerinin tümünde kati ve muayyen bir zikir ritüeli takip edilmemiştir. Sülûkta belirli bir merhaleye gelmiş olan sâlik için çok verimli olan bir usûl ve elfâz, bir başka merhaledeki sâlik için aynı verimli neticeyi vermeyebilir. Onun için cehrî veya sırrî zikir, yani dil ile yapılacak veya yapılmayacak zikirden birinin tercih edilmesi sübjektif bir hâldır. Bundan dolayı sûfîler, cehrî zikir (dil ile ve sesli zikir) başlangıçta olanlar için faydalıdır. Çünkü onların kalplerine kasvet musallat olur. Bu kasveti/daralmayı gidermede, cehrî zikir sırrî zikirden daha etkilidir. Fakat sülûkte ilerlemiş olanlara ise sırrî zikir tavsiye edilir.55 Sırrı/gizli zikir de iki türlüdür. Birincisi, dil ile sessizce yapılan zikir, ikincisi ise, dili hiç karıştırmadan kalp vasıtasıyla yapılan zikir. Birincisi, başlangıçtakilere göre daha ileride olanlara telkin edilen zikirdir. İkincisi ise, zikrin yerine getirilmesinde en ileri merhale olup, oldukça ilerlemiş bir mânevî tecrübeye icra edilen bir zikirdir. Fakat şunu vurgulamakta fayda vardır, her kalbî zikri yerine getirmek isteyen sâlik son merhaleye gelmiş demek değildir. Örneğin Nâkşî tarîkatında 55 Öztürk, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, s. 247. 139 140 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR bütün müntesiplere kalbî zikir verilmesine rağmen başlangıçtaki mürîdler, burada söz konusu edilen mertebeye ulaşmış değiller. Bu tarîkattaki kalbî zikir özel bir anlam taşımakta olup, tarîkatın karekterist bir özelliğini taşımaktadır. Tasavvuf anlayışında genel olarak kast edilen kalbî zikir ise cehrî ve sırrî zikrin ilk basamağı aşıldıktan sonra varılan diğer bir merhalede elde edilir. Tasavvufta zâkirin her zikrinde, gaye edinen elfâz ile hemhâl olma durumu cehrî ve sırrî zikrin bütün aşamaları için geçerlidir. Cehrî zikir ile sırrî zikrin ilk kısmı olan, dil ile sessiz zikir, esas alınan kelime ve cümlenin ritmik ve şuurlu tekrarı şeklinde icra edilir.56 Şuurdan amaç, zâkirin zikirde temel aldığı tâbirin içinde “yok” olması, yani benlik ile bütünleşmesidir. Bu bütünleşme, Allah dışındaki bütün ilgilerden tümüyle temizlenmek şeklinde olacaktır. Yani benlik, zikirde, zikredenin bütün varlığıyla icra edilen kelime veya cümlenin içinde yok olmasıdır. Sûfîler, kalbî zikrin yerine getirilmesi içinde, sâlikin öncelikle et parçası olan kalbe yönelmesi gerektiğini söylerler. Çünkü bu et parçası gerçek kalbin yuvası durumundadır. Onun için sâlik, hiçbir organını hareket ettirmeden, “Allah” kelimesini kalbinin üzerinde geçirir gibi yapmalıdır. Kalbe tam bir yönelme olmalı ve onun şekli durumu düşünülmemelidir. Zira ona yönelmekten gaye, onun şeklini düşünmek değildir. Gerekli olan yalnızca “Allah” lafzının anlamını düşünmektir. Hatta bu düşünme hâlinde, Allah’ın sıfatları da akla ve kalbe getirilmemelidir. Aksi takdirde Zât makamından sıfat mertebesine düşülmüş olur. Aynı şekilde Allah’ın hazır ve nâzır olduğunu bile düşünmemek gerekir.57 56 57 Aynı eser, s. 248. İmam Rabbânî, age., I, 190 FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI Bazı sûfîler, bilindiği gibi tasavvuf tarihi boyunca, mutasavvıfların zaman zaman tartışa geldikleri konulardan olan zikrin gizli/hafi veya açık/cehrî yapılıp yapılmayacağı hakkında tartışmalara çok fazla girmemişlerdir.58 Onlar, diğer sûfîlerin bu konuda getirdiği, sâlik sülûkun başında iken, kalbinde var olan vesveseleri engellemek için veya nefsi sadece zikirle meşgul etmek, başka şeylerle meşgul olmasını engellemek amacıyla cehrî zikre başvurulmalı ya da sâliklere tavsiye edilmeli gibi gerekçeler de ileri sürmemişlerdir.59 Onların bu konuda bir itirazı da yoktur. Bazı sûfîlerin ilk dönem sûfîlerin kalbi zikrin faydası konusunda ortaya koydukları görüşlere itirazının nedeni, âşık sûfînin psikolojisini bilmeden, onun içinde bulunduğu hâli anlamadan, sûfînin bazı fiillerine gelen eleştirilerdir.60 Cehrî zikrin bazı durumlarda insanlara faydalı olabileceği de söylenmektedir.61 Örneğin, cehrî zikir katı kalbe ulaştığı zaman oradan bir ateş parlar ve orada Rahmanî engelleyici perdeleri yakar, insanların ve cinlerin ameline denk olan Rabb’in cezbelerinden bir cezbe oluşur. Eğer zikirlerin en güzeli olan, “sultân-ı tevhîd”, insanın bedeninde hâkimiyetini kurarsa, kişinin kalbinde hiçbir şey kalmaz, kişi böylece ağyâr kuşkularından tamamen kurtulmuş olur ve ondaki her kötü sıfat iyi sıfatla yer değiştirir. Bu güzel nitelikler hiçbir ibâdet ile elde edilecek sıfatlar değildir. Bilakis, Allah, bu güzel vasıfları kendisini devamlı ananlara, sürekli hatırında tutanlara verir. Çünkü bu makâm, mukarrebûnun makâmlarının en yükseğidir. Bu makâmlara ancak gecelerini uykusuz geçiren, gündüzleri de, Allah’ı hatırdan çıkarmayanlar ulaşabilir.62 58 59 60 61 62 Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 241a. Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 240.b Aynı yer. Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrar, vr. 241a. Aynı eser, vr. 235b. 141 142 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Sûfîler, cehrî yapılan zikre karşı çıkanları tenkid eder. Ona göre, bü tip insanlar, zikir gerçeğini idrâk edip anlamayan, gerçekleri araştırıp buna bağlı konuşan insanlar değildirler. Bu karşı çıkanların içinde kendini âlim gören ve insanlarca saygı duyulan kimselerde vardır. Sûfiler cehrî zikri hoş görmeyenlerin dikkatini asırlardır uygulanan bazı dinî ritüellere çekmek istemektedirler. Örneğin, Kur’ân tilavetinin cehrî olarak okunması ve bunu da tüm insanların coşkulu bir ruh hâli içinde dinlemesidir. Diğer taraftan hacıların vakfe’de “lebbeyk” diyerek tekbir getirmeleri ve ayrıca burada haccın süsü olan telbiyenin cehren yapılmasının mutlaka bir hikmetinin varolmasıdır. Bu tür hikmetlerin zikrin atmosferini ve rûhunu bilmeyenlerce idrâk edilmesi mümkün değildir. Eğer sûfî, Allah’ın aşkı ile cezbeye gelip, vecd ile kendi iradesi dışında, sema ile Hakk’ı cehrî olarak zikrediyorsa, O’nun bu hâline “caiz değildir” demek yanlıştır. Çünkü vecd hâlideki sûfî, hüzünle, gönlüne gelen ilâhî lutüfların bolluğuyla, Yaratıcısına duyduğu aşkla ilâhî bilginin gücüyle aradığını iç dünyasında bulmuştur.63 Sûfînin vecd hâli, onun kalbinin işitmesi ve görmesidir.64 Kalbin bu alıcılarının açık olması ilk yaratılış özüne, Yaratıcıyı zikretmek aracılığıyla dönüştür.65 Bu da sâlikin Allah’a kurbiyet kesb ettiği hâldir.66 Sûfînin bu ruh hâlini, ancak donuk, aşktan, sevgiden anlamayan insanlar inkâr eder. Sûfîler, bunları ağır bir dille, eleştirerek imandan ve dinden nasiplenmeyen münkir kişiler olarak isimlendirirler.67 Onlara göre, sâliki zikirde coşku hâline getiren aşkın cazibesidir. Aşkın kuşatıcı gücü kişiyi 63 64 65 66 67 Bk. Isfahânî, Müfredât, ss. 854-855; İbn Manzûr, Lisânü’l-‘Arab, IV, 4769-4770; Suad Hakîm, Resâil, s. 5; Tahânevî, Keşşâf, II, 1480-1481; Cürcânî, Tâ’rifât, s. 278. Kelâbâzî, Ta’arruf, s. 169. Serrâc, el-Luma’, s. 335. Serrâc, age., s. 293; Kelâbâzî, age., ss. 169-170; Sühreverdî, Avarif, s. 655; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 62. Kuddûsî, Hazinetü’l-Esrâr, vr. 240b. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI atmosferine alınca, kişi nefs/benlik özgürlüğüne kavuşur ve yaratılan her şey hareket etmeye başlar ve sûfî de, varlığın bu şevke gelen hareketliliği ile vecd ile hareket etmeye başlar. Sûfîyi vecd ile harekete geçiren şey, onun Allah’ın yaratılmış her şeye kendi dilleriyle O’nu tesbih etmelerini ilhâm etmiş olmasıdır. Bundan dolayı Allah’ın gönüllerini açtığı ve mânevî bir şuur verdiği sâlik, O’nu tesbih eden sesi her varlıkta duyarak vecde gelir. İşte sûfîler, vehbî olarak gelen duyguyla sesli olarak Allah’ı anan kişilere getirilen tenkidi kabul etmezler. Mevlânâ’nın da dediği gibi, raks eden âşık tefekkür edenden daha yüksektedir; çünkü semâ çağrısı göklerden gelmektedir. Bu çağrıyla Rabbine maddî mânevî bütün benliğiyle titreyerek cevap veren sûfîyi tenkid etmek mümkün değildir.68 Bu kalbin gayb âleminde gizli olanı yakîn nurla müşahedesidir. Hz. Ali’ye “Allah’ı görüyor musun?” diye sorulduğu zaman “O, görmediğimiz varlığa nasıl ibâdet ederiz69” şeklindeki cevabı sûfîyi vecde getiren duygunun aynısıdır. Gönlün Allah’ı görmesini sağlayan yakîn nuru, ona bizzat Allah tarafından verilen bir nurdur ve Allah’ı görmenin başka bir yolu da yoktur. Sûfîler vecdi, şevk/özlem nedeniyle insanın sırrında meydana gelen bir alev olarak görmüşler. İçine vecd ateşi düşen kimsenin vücudu sevincinden veya üzüntüsünden sallanmaya başlar.70 İşte o zaman alan dışı kişinin algılayamadığı hâller meydana gelir. Ve sûfînin akıl tarafından algılanamayan davranışları ağır eleştirilere maruz kalır. Bu hâle geliş iradeye bağlı bir durum değildir. Bir kimsenin Allah’ın celâlini müşahede etmek ve kalbini ilâhî kudretin tecellîsine vermekle gerçekleşen bir durumdur71. 68 69 70 71 Mevlânâ, Mesnevi, II, 1943. Nicholson, age, s.40. Kelebâzî, Ta’arruf, s.106. Nicolson, age., s.45. 143 144 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Sûfîlerin, Allah’ın her şekilde tezahür etmeye yönelik inançları bazen aşırı olarak nitelendirilmiştir. Örneğin, rüzgârın sesi ya da kuşun sesi ile Allah’ın aşkında vecde gelen sûfîler olmuştur72. Bu, tasavvufta, ferdi nefsin kaybolmasıyla, külli nefse ulaşacağı veya ruhun doğrudan doğruya vecdle, yani Allah’ın sûfîye yakîn gözüyle müşahede eden gerçek mü’minlere ihsan ettiği İlâhî bir sırdır. Nefs alanında hareket eden ve aşk ile ortaya çıkan bir alevdir.73 Zikrin cehrî veya sırrî olması tarîkatlarda farklılık arz etmektedir. Fakat bazen aynı tarîkat bünyesinde sâlikin içinde bulunduğu hâle göre, cehrî veya sırrî zikirden birini tercih etmesi gerekmektedir. Sûfîler, cehrî zikri, daha yeni adım atanlar için daha faydalı görmüşlerdir. Çünkü onların kalplerine kasvet musallat olur. Bu daralmayı gidermeden cehrî zikir hafî zikirden daha tesirlidir. Sülûkta ilerleyip belli bir merhaleye gelenler için de sırrî zikir tafsiye edilir.74 Diğer taraftan sırrî zikir yapan her sâlik ileri merhaleye gelmemiştir. Bu konuda tarîkatlara bakarsak örneğin Nâkşî tarîkatında bütün müntesiplere, derecelerine bakılmaksızın sırrî zikir verilir. Bu o tarîkatın esas kurallarından biridir. Fakat burada söz konusu edilen sırrî zikir, genel olarak, sülûkta ilerlemiş sâliklere verilen bir zikirdir. Bazı sûfîler zikri dört aşamada ele almışlardır. Bu aşamalar şunlardır; birinci aşama, lisân ile yapılan nâsûtî zikirdir. Bu zikrin lâfzı, “Lâ ilâhe illallah” dır. Bu zikir aynı zamanda, “zikr-i cismî” diye isimlendirilmiştir. Burada dil ile yapılan zikir, Allah’ı zikretmeyi kalbe hatırlatır. Bu da zikrin ilk aşamasıdır. İkinci aşama, kalb ile yapılan melekûtî zikirdir. Bu zikrin lâfzı, “illallâh”dır. Bu zikri sâlihlerin havâssı ve müteveccihle72 73 74 Serrâc, Luma’, s. 495. Schemmel, İslâm’ın Mistik Boyutları, s.185. Mehmet Ali Aynî, Tsavvuf Tarihi, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1995, s. 213. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI rin yaptığı zikirdir. Bu zikir harflerle yapılmadığı için ses duyulmaz. O, ancak his, kalp ve bâtınî hareket ile duyulabilir. Üçüncü aşama, rûh ile yapılan ceberûtî zikirdir. Lâfzı, “Allah”dır. Rûhun zikri, sıfatların esmâsına sarılması, yani Allah’ın güzel isimlerini bâtınî lisân ile anmasıdır. Bu zikrin neticesinde tecelli eden sıfatların nurlarını müşâhede etmektir. Bu zikir, muvahhidlerden fenâ ehlinin havâssının yaptığı zikirdir. Dördüncü aşama ise, zikr-i sırrî diye bilinen bu zikir, lâhûtî diye isimlendirilmiştir. Bu zikir mütemekkinlerde şuhûd ve iyân ehlinin zikridir. Sırrın zikri, esrâr-ı ülûhiyeyi mükâşefeyi murâkabe etmektir. Sûfîlere göre, “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken, Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler”75 âyetinde Allah’ın seyr u sülükteki mertebeye göre zikri tefekkürden önceye almıştır. Zira müride, kalb mertebesine geçinceye kadar önce lisân zikri telkin edilir. Daha sonra da zikir kalbe ve ruha intikal eder. Ruhun zikri ise tefekkürdür. Sonra da sırra intikal eder ki, bu da müşâhede ve iyândır. İşte bu noktada dil susar ve insan da iyân nurlarında kaybolur.76 Aynı şekilde, lisân zikrine, zikr-i cismî, fikre, zikr-i nefsî, murâkabeye, zikr-i kalbî, müşâhedeye, zikr-i rûhî ve muâyene, zikr-i sırrî denilerek beş derece olarak isimlendirilmiştir.77 Lisân zikrinin galip gelmesinde, nefs-i emmâreden ibâret olan sıfât-ı zemîme, sıfat-ı hamîde de yok olur. Sıfât-ı hamîde de kasıt, şeriâtın emirleridir. Zikr-i nefsî veya zikr-i fikrî’nin galip gelmesiyle,” nefs-i levvâme”den ibâret olan nefsânî arzûlar, tarîkat hükümleri üzere inşâ olması için, Rabbânî 75 76 77 Âl-i İmrân, 3/191 Mahmut Ay, Kur’ân’ın Tasavvufî Yorumu, İnsan Yayınları, İstanbul 2011, s. 365. Tehânevî, age., s. 99. 145 146 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR olan arzûlarda mahv ve fanî olarak “nefs-i mülhime” makamı olan mükâşefe gerçekleşir. Kalbî zikrin galip gelmesiyle, mevcûdâtın sıfatları ve fiilleri, “Mutlak Varlık”ın ef’al ve sıfatlarında fanî olur. Yani her eşya Allah’ın rengine boyanır ve “nefs-i mutmaine” olan itmi’nân kalb gerçekleşir. Rûhî zikrin galip gelmesiyle, müşâhede gerçekleşir. Bu mertebe de, kesret/varlık, Allah’ta fanî olur. Burada sâlikin müşâhedesinde Sevilen “Zât-ı muhabbet” ten başka hiçbir şey kalmaz. Zikr-i sırrînin galip gelmesiyle, sâlikin kendi zâtı, Mutlak Zât olan Allah’tan fanî olur. Buna fenâ-i sâlik denir ki, sâlik kendini asla kendinde bulamaz. Bu aynı zamanda fenânın fenâ bulmasıdır. Zikrin yerine getirilmesi konusunda tasavvuf ve tarîkatlarda farklı uygulamalar ortaya konulmuştur. Bu uygulama ve usûllerin yerine getirilmesi, zâkirin zikrinin doğrultusunda bir âmel ortaya koymasını sebep olacak, zikir asıl amacına ulaşacaktır. Öncelikle zâkirin zikir için seçeceği lafız veya cümle çok önemlidir. Bu seçim, elbette ki kişinin manevî yapısı, içinde bulunduğu psikolojik hâl, kabiliyeti, sülûktaki derecesi dikkate alınarak yapılacaktır. Her ilâhî ismin ve sıfatın bir tecellîsi olduğuna göre, sâlik bu tecellîlerin hangisine daha çok muhtaç ise, bu tecellîyi doğuracak ismi seçmelidir. Eğer birkaç ismin tecellîsine birden muhtaç ise veya hangi tecellîye muhtaç olduğu tam olarak tahmin edilemiyorsa, o zaman “Allah” ismini seçmesi gerekir. Çünkü bu “lafzâ-i celâl”in tecellîsi kulun ihtiyacına ve lehine olan şeyi verir. Bu “Allah” lafzı, nefsin bütün yönelimlerini yok eden, Allah’ın bütün isimlerini kendinden toplayan şümûllü bir lafızdır.78 Tasavvuf zikir geleneğinde, zikirde okunacak kelime veya cümle lâfızları da önem arz etmektedir. Zikirde kelime veya 78 Öztürk, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, s. 249. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI cümle seçimi, tarîkatın esasları yanında mürîdin içinde bulunduğu karakter, hâl ve sülûktaki durumu da belirlemektedir. Mürîdin zikirde okuyacağı cümle ve “esmâu’l-hüsnâ” nın hangisinin onun rûhsal durumuna uygun olacağına mürşîd karar verir. Fakat mutasavvıflarca ittifakla her mürîdin hâline uygun olan bir cümle bir de kelime vardır. “Lâ ilâhe illallah” cümlesi ve “Allah” kelimesi. Hangi derecede olursa olsun her mürîd bununla zikrini icrâ edebilir. Allah’ın isimleriyle zikir, temizlenmiş bir kalple yerini bulur. Yeni zikre başlayan, bir çok mâsîvanın pençesinde kıvranmakta olanlar, Allah’ın esmâsına geçmeden önce temizlenmelidirler. Bu içinde en etkileyici hemen ulaşılabilinen zikir de, tevhîd zikridir. Çünkü bu temizleyici bir lafızdır. Önce “lâ”ile Allah dışındaki bütün kir ve pislikleri yok ediyorsun ondan sonra, “illallah” ile hayatın her alanına Allah’ı yerleştiriyorsun. Allah dışındaki bütün ilahları ve sevgilileri yok ederek “hiç”liyorsun, yani sadece Allah ile varoluyursun. Zira “lâ” temizleyicisi ile yolu temizleyip açmadan yürümemiz mümkün değildir. Onun için sûfîler, şeytanı, arzuyu gönülde kovacak tek gücün tevhîd kelimesi olduğunu ısrarla vurgulamışlardır.79 Genel tasavvuf anlayışında, muhakkik mutasavvıflar mürîdin zikirde uygulayacağı bazı usûller hakkında açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu mutasavvıflara göre, mürîd işin başında lisanı ile zikrullahı değiştirmemeli bir tesbihten diğerine geçmemelidir. Bilakis Allah’ın isimlerinde tek bir isimle hemhâl olmaya gayret etmeli; ya dâîma “Allah, Allah” demeli, ya da “ya Rabb” gibi Allah’ın isimlerinden herhangi birini şeyhinin kendisine uygun tespit ettiği zikirle gayret 79 Isfehanî, Hilye, III, 80. 147 148 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR sarf etmesi gerekir.80 Aynı şekilde bütün namaz vakitlerinde sürekli abdestli bulunur ve lisanının zikrettiği gibi, kalbide bu zikre eşlik edinceye kadar gayret içinde olur. Kalbinde Allah hakkında bir bilgisi olmadığından kalbine herhangi bir hâl gelse de, bu hâle ne karşı koyabilir ne de engelleyebilir, ona iltifat etmediği gibi onunla meşgul de olamaz. Zira bu hâlin, kendisini yolundan alıkoyacak bir vasfı da olabilir. Bu yoğun zikir esnasında kendisinden bir hata meydana gelirse, hayaller onu kuşatır. İşte bu hâlden kurtulabilmek için o kişinin bu yolda kendisine rehberlik edecek, her ân kendisini irşâd edebilecek bir üstada sahip olması gerekir. Zâkirin zikirde seçeceği lafız, cümle veya cümleler çok önemlidir. Bu seçimde isabet tasavvufî eğitim açısından son derece anlamlı olmanın yanı sıra, mürşidin terbiye kabiliyetini de göstermektedir. Bilindiği gibi, ilâhî isim ve sıfatların her birisinin ayrı bir tecellisi vardır. Mürşîd terbiye ettiği ve eğittiği müridin içinde bulunduğu hâle göre hangi zikrin uygun geleceğine karar verecek kemâle gelmiş kişidir ve bu kararı da ondan başka ikinci bir şahıs veremez. Mürîd bazen birden çok ismin tecellisine muhtaç bir noktada olabilir ve ona birkaç isimle zikretmesi söylenebilir. Bunu da mürşîdi karar verecektir. Zira bu konuda sûfîler, “Gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönülle yol vardır, Allah’ın sevgisini de onun azîz olan isimleriyle elde etmek mümkündür.81 demişlerdir. İşte dil ile gönüllün bu etkileşimini, müridin gayesine uygun tarzda yönetmek irşâdın temel unsurlarından biridir. Mürîdin ihtiyaç duyduğu üstâd, bulunduğu her hâl içinde ona uygun olanı emreder. Yalnız mürîd de ma’rifetullahını 80 81 Göztepe, age., s. 479. Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, I, 310. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI yakîn ve burhan ile elde etmeye çalışmalıdır. “Allah hiçbir şeye benzemez”82 gibi Allah’ı her şeyden tenzih eden âyetleri bilmelidir. Çünkü Allah’a tasavvur, ışık ve nûrlu evhamlar yükselmez. Allah bunların hepsinin ötesinde, berisindedir. O’nun yakınlığını mesafe ile vasfetmek caiz değildir. Zira Allah’ın Zâtı, bir şeyle ihâta edilemeyeceği gibi, hiçbir kimse de O’na ittisal edilemez. Mürîd, her problemli hâlini ârif-i billâh olan mürşîdine arz etmelidir. Mürîd, kendisini meşgûl eden olayların vaki olduğu her durumda mürşîde müracaat eder. O, zikrini tam anlamıyla gerçekleştirdiği zaman o kadar kısa vakitte zikredileni müşâhedeye yükselir. Her türlü zorluk ve engeller şüphesiz onun zikre olan devamı ve yoğunluğuyla yok olur. Bu hâller kendisine bir haz verdiği zaman, kendisini halvet ve uzlete sürükler ve çirkin havâtırı defetmede oyunlar kurar, meşgûliyet ve engellerden uzaklaştırarak özgürleştirir. Mürîdin niyetinin hâlis olması ve azminin sıdk üzere bulunmasının gerekliliğine ve İslâm’ın emirlerine muvâfakat ve ittiba etmesi gerekir.83 Zikri rûhun gıdası sayan sûfîler, Kur’ân’ı Allah’a vuslatta en erdirici zikir kabul etmektedirler. Zira onlara göre, Kur’ân, her sâlikin hâline uygun olan bir zikirdir. Çünkü tam oturmamış olan sâlikin hâli zikirde seçeceği kelime ve cümle rûh hâline uygun olmayabilir ve tehlikeli neticeler verir. Her ismin ve cümlenin bir tecellîsi vardır ve bu tecellînin, kendi rûhî hâline uygun olup olmadığına sâlik karar veremez. Fakat Kur’ân, Allah’ın tertibi olduğu için bütün insanların maslahatlarına uygun tecellîlerle tertip edilmiştir. İşte insan, Rabbin tecellîlerine tereddüt etmeden teslimiyet gösterebilir.84 Bazı durumlarda ise sâlikin evrâd ve zikirlerle ilgilenmesi de tama82 83 84 Şura, 42/11. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, III, 122. Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrâhim Halvetî, 103. 149 150 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR men yasaklanabilir. En faziletli ve tamamen ilâhî feyizle nâzil olan Kur’anın da, levh-i mahfûz tertibiyle okunması neticesinde, zâkir üzerinde önemli tesirler bırakacağı muhakkaktır. Müridin terbiye ve eğitim sürecinde devam etmek zorunda olduğu zikir lafızları ve bunların tertip edilmiş şekli “vird” veya “hizip” diye adlandırılır. Vird ve hizip, aslında Kur’ân’dan okunan muayyen miktardaki ayetlere denir. Bu kelime sonradan sâlikin devam ettiği zikir ve duâ anlamında kullanılmıştır.85 Tasavvuf tarihinde Ebû Hasan Şâzelî gibi, mutasavvıfların yazmış olduğu evrâd kitapları vardır. Özellikle büyük şeyhlerin virdleri, zamanla hastalara şifa vermek, dileklerin kabulünü sağlamak gibi konularda kullanılmıştır. Sûfîler, evrâdın kişinin durumu ve yaşanılan zamanla değiştiğini söylerler. Sûfîler, kendini ibadete vermenin, bilginin, öğrencinin, yöneticinin, sanatkârın, işçinin vb. meslek gruplarının zikrinden bahsederler. Ve onlara göre, âlimlerin ilimle iştigal etmesi işlerin en yüce, en ulvî zikrini oluşturmaktadır. Öğrencinin öğrenmesi, işçinin çalışması, sanatkârın iş üretmesi de onların evradı çerçevesindedir.86 Tarihte sûfîlerin hangi meslek grubunda olursa olsun her işlerinde Allah’ı zikrederek iş yapmaları tasavvufî meslek gurubu olan Ahîlerde de gerçekleşmiştir. Onlar teşkilat olarak Allah’ı her işte toplu olarak zikretmenin zevkini yaşamışlardır.87 Tarîkatlarda zikir tercihen bir halvet esnasında yapılabilir; ancak eşit olarak her tür hâricî aktiviteyle birleştirilebilir. Bir mürşîdin iznini gerektirir. Bu izin olmadan derviş, kendisine verilen manevî yardımdan zevk almayacaktır; ayrıca onun tama- 85 86 87 Nazif Şahinoğlu, Vird, İA, MEB Yayınları, İstanbul 1982, XIII, 318-319; Ebu Nuâym, age., II, 178, 272; V, 79. Gazâlî, ihyâ, I, 450. Bk. Ali Tenik, “Ahîliğin Tasavvufî Boyutu ve Şanlıurfa’da Ahîlik İzleri”, Marife Dergisi, sy. 2, Konya 2002, ss.133-160. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI men bireysel insiyatifi kendisini, sembole ait bireysel olmayan aslî karakterine alenî tenakuzda bulma riskini ortaya çıkaracak ve bundan da hesapta olmayan psişik tepkiler gösterebilecektir. Sûfîlere göre, sâlik halvette yalnız olmalıdır. Oturmuş bir halde derûnunu herhangi bir şeyle meşgul etmeksizin zihnini Allah’a yoğunlaştırmalıdır. Bununla ilkin Allah ismini diliyle, dikkatinin dağılmasına müsaade etmeksizin durmadan “Allah, Allah” diye tekrar etmeyi başarmalıdır. Sonuçta herhangi bir çaba sarf etmeden bu ismi dilinin irticâlî hareketinde hissettiği bir hâl hâsıl olacaktır.88 Bu zikir, “kalbî zikir” icrasıdır. Sûfîlere göre, zâkir önce et parçası olan kalbe yönelmelidir. Çünkü bu et parçası gerçek kalp olan fuâdın yuvasıdır. Burada hiçbir organı hareket ettirmeden, “Allah” lafzı kalp üzerinde geçirilir. Bütün benlik ile kalbe yönelip, şekil üzerinde düşünmemek gerekir. Zâkire gerekli olan kendini tamamen “Allah” lafzına vermektir. Bu düşünme hâline Allah sıfatlarını karıştırmadan yapılmalıdır. Yoksa “Zât” makamından “sıfat” mertebesine geri dönüş olur.89 2.2. TARÎKATLARDA FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI 2.2.1. Kâdirî Tarîkatında Zikir Kâdirî tarikatında cehrî zikir hafî zikirden evla görülmüştür. Onlar, bu uygulamayı da, Hz. Peygamber (s.)‘in gençliğinde Kubeys Dağına gider, orada Allah’ı sesli ve açıkta anardı. Kâdirîler de Peygamber’in bu uygulamasından hareketle cehrî zikri benimsemişlerdir.90 Bu tarîkat cehrî zikre Kur’ân’ın sesli olarak okunmasını da delil olarak göstermektedir. Onlar, cehrî zikir konusunda çok katı bir anlayışa sahiptirler. Zira onlara göre cehrî zikri tenkid edip, uygulamasını yok saymak 88 89 90 Gazâlî, İhyâ ‘Ulumi’d-dîn, I, 410. İmam Rabbânî, age., I, 190. Eşrefoğlu Rûmî, age., s.49. 151 152 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR küfür olarak kabul edilmektedir. Çünkü Allah’ı açıkta anmak gerekir ki, mü’minler işitip, sevinsin, kâfirler de bu zikri işitip kahrolsun.91 Zira ihlâslı bir şekilde Allah’ı gönülden cehrî bir şekilde anan kişinin gönül dünyası huzur bulur, gönül aşk atmosferine hakîm olduğunda zikredenin dilinde dökülen her kelime, yani “hay, huy” da söylese sonuçta “lâ ilahe illallah” manasını verir. Eğer insan dürüst ve samimi bir şekilde Allah’ı aşk ile anarsa, aşk da insanı hakikate ulaştıracağından sâlik de, sonunda Allah sevgisine kavuşur.92 Bazı şeyhler zikir için bin edepten bahsetmişlerdir. Ancak bunları yirmi edepte toplamışlardır. Bu yirmi edep aynı zamanda Kâdirîlerin yerine getirdikleri edeplerdir. Bu edeplerin beşi zikirden önce, on ikisi zikir esnasında, üçü de zikirden sonradır. Bunların ilki, tevbe-i Nasûh, ikincisi abdest veya gusül almaktır. Üçüncüsü, zikirde sıdkı elde etmek için sükûnet ve sükûttur. Zikrin öncesine ait olan beş edep şunlardır: 1. Tevbe, pişman olduktan sonra kişinin söz, fiil ve irâde olarak mâsivâyı terk etmektir. 2. Gusletmek ve abdest almak. 3. Sükût ve sükûn. 4. Zikre başlarken, şeyhinden kalbiyle istimdâd beklemek. 5. Şeyhinin istimdâdını Peygamberin istimdâdı bilmek ve şeyhi onun nâibi kabul etmek.93 Zikrin içinde olan on iki edep de şunlardır: 1. Temiz bir yerde, kıbleye karşı, teşehhüde oturur gibi oturmak. 2. Ellerini dizlerinin üzerine koymak. 3. Güzel koku sürünmek. Zira zikir meclisleri meleklerden ve mü’min cinlerden hâlî olmaz. 4. Temiz elbise giymek. 5. Karanlık bir yerde zikir yapmak. Çünkü böyle bir ortamda zihni dış âlemle irtibatını keser. 6. Gözleri yummak. Bu zikrin önemli edeplerinden birisidir. 7. ( ). 8. talepte sadâkat sahibi olmak. 9. talepte ihlâslı olmak. 10. 91 92 93 Aynı eser, s. 50. Aynı eser, s. 51. Şarânî, age., ss. 22-25. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI Zikirde. “Lâ ilâhe illallâh”ı tercih etmek ve onu tâzimle söylemek. 11. Her defasında zikrin anlamını kalp ile düşünmek. 12. Kalbi Allah’ın dışında her şeyden nefyetmek. Zikirden sonra yapılması gereken üç edep ise şunlardır: 1. Huşûlu bir şekilde, edeplice susmak. 2. Zamanı daha çok, kalp ve basîretin ortaya çıkması, hicâbın kalkması ve nefisten gelecek düşüncelere aldırmamak yolunda geçirmek. 3. Ne zikirden evvel, ne de sonra su içmemek. Zira zikirden sonra içilen su onun nûrunu söndürdüğü gibi, öncesinden içilen su da kalbe ağırlık verir.94 2.2.2. Nâkşîbendî Tarîkatında Zikir Nakşibendîlik, bazı istisnâları olmakla birlikte genel prensip olarak hafî/sessiz zikri esas almıştır. Hafî zikir uygulaması bu tarîkatta, “serdefter, serhalka” ünvanlarını alan ve Hâcegân kurucusu Abdülhâlik Gucdevânî (ö. 1180) ile başlamıştır.95 Bu tarîkatta zikrin icrâ şekli gibi zamanı ve mekânı da önem arzetmektedir. Şuurlu bir zikrin yapılabilmesi için Nakşbendîler gürültüden uzak, tenha ve loş mekânları tercih ederler. Zaman olarak da, “sabahtan önce” ve “akşamdan sonra” diye iki vakit tayin etmişler. Fakat Nakşbendîlikte sâlik günün her vaktinde gönülden Allah’ı hatırlamak ve huzûr-ı ilâhîde olduğu şuurunu taşımalıdır.96 Nakşbendîlikte zikirde en önemli konu, zikir lâfzını şuurlu bir şekilde ve anlamını düşünerek yapmaktır. Örneğin “Lâ ilâhe” derken, bütün mahlûkâtın fânî olduğunu bilincini kazanıp, her eşyayı yok saymak ve bu düşüncelerden sıyrılıp temizlenmek gerekir. “İllallah” derken de, Allah’ın 94 95 96 Şarânî, age., 25; Dilaver Gürer, Abdülkâdir Geylânî, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İnsan yayınları, İstanbul 1999, s.385. Bk. Mevlânâ Ali b. Hüseyin el-Vâiz el-Kâşifî, Tercüme-i Reşehât-ı Ayni’l-Hayat, M. Ma’rûf Abbâsî, İstanbul 1279, s. 25. Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, Hayatı, Görüşleri, Tarîkatı, İnsan Yayınları, İstanbul 2002, s. 305. 153 154 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR kadîm varlığının ebedî olduğunu, sevilip yönelecek tek varlık olduğunu bilmek gerekir.97 Nâkşîliğin Hâlidî kolunda da asıl unsurların başında hafî zikir gelmektedir. Nâkşî tarîkatini diğer tarikatlardan ayıran son derece önemli bir ibadettir. Onlara göre hafî zikir, Hz. Ebû Bekir kanalıyla Resûlullah’tan tevarüs etmiştir. Bu intikal, hafî zikre özel bir değer katmaktadır. Ayrıca, cehrî zikir, dille başlayıp yavaş yavaş kalbe sirayet etmeyi hedeflerken, sessiz zikirde hemen kalbe geçilir; bu sebeple Nâkşîler kendi tarîkatlarının başının diğer tarîkatların sonu olduğunu söylerler.98 Sessiz zikrin iki kapsamı vardır; ya özel konumundan dolayı ism-i celâl, ism-i câmî ve ism-i zât olarak bilinen “Allah” ismi ya da sûfî uygulamada “nefy ve isbât” olarak bilinen “tevhîd” cümlesi söylenir. Zikrin içeriği olarak bu iki zikirden hangisinin seçileceğine mürîdin kabiliyetine göre mürşîd karar verir. Eğer mürîd cezbeye meyyal ise, “Allah” ismini zikretmesine karar verilir. Yok eğer mürîd tamamen sülûka bağlı ise, tevhîd zikrini yerine getirmesi daha iyi olacaktır.99 Buna göre Nakşbendilik’te esas olarak iki türlü zikir vardır. İsm-i zat ve nefy ü isbat. Lafzatullah kalp, ruh, sır, hafi ve ahfâ olarak bilinen letâiflere çekilir. Bunların sayısı mürşid-i kâmilin yönlendirmesiyle kişiden kişiye değişebilir. Nefy ü isbatta ise kelime-i tevhid, nefes tutularak üş aşamada okunur. Tutulan nefes “lâ” denilirken göbek altından başa çekilir. “ilâhe” derken sağ omuza indirilir. “İllallah” derken kalbe vurulur.100 Nakşîbendilikte toplu icra edilen zikre “hatm-i hâcegân” adı verilir. Önceleri bu zikir meclisi arzu edilen bir şeyin ol- 97 Tosun, age., s. 306. Bk. Hamid Algar, Nakşibendîlik, İnsan Yayınları, İstanbul 2005, s. 245. 99 Muhammed ibn Süleyman el-Bağdâdî, el-Hâdîkatü’n-Nediyye, Bağdat 1234, s. 83. 100 Necdet Tosun, Zikir ve Tefekkür, Hacegân Yay., İstanbul 2013, ss. 40-41. 98 FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI ması veya bir musibetin giderilmesi maksadıyla zaman zaman yapılırken, daha sonraları hergün veya haftada bir veya iki defa icra edilir olmuştur. Hatm-i hâce’nin yapılış şekli genellikle şu şekildedir: 7 fatiha, 100 salavat, 79 inşirah sûresi, 1000 veya 1001 ihlas suresi, 7 fatiha, 100 salavat ve dua. Zikre katılan kimselere okunacak sure, salavat ve dualar taksim edilir ve o şekilde icra edilir.101 Küçük hatme olarak bilinen hatme-i hace’de yukarıdaki sayılar azalmaktadır. Sûfîler, kalbin yanı sıra bütün vücûdun zikre iştirâk edebilmesi için önce rûhun derinliklerindeki farklı mertebelerin ve sâlikin bir bütün olarak zikre katılması gerektiğinin şuurunda olarak bazı usûller ortaya koymuşlardır. Aşağıdaki bu usûller genel olarak Nâkşî tarîkatında uygulanmıştır. Abdülhâlik Gücdüvânî tarafından sekiz esas halinde tespit edilen ve daha sonra Bahâeddîn Nakşbendî’nin ilave ettiği üç esas ile onbire yükseltilen ve usûl-i âşere veya kelimât-ı kudsiyye adını alan bu ana prensipler sadece Nâkşîlikte değil, bütün tarîkatlardaki incelikleri bir araya getiren esaslardır. Gücdüvânî tarafından tespit edilen sekiz prensip şunlardır: Hûş Der Dem, Nazar ber kadem, Sefer der vatan, halvet der encüman, Yâd kerd, Bâz geşt, Nigâh dâşt. Sonradan eklenen üç prensip de şunlardır: Vukûfi zamanî, Vukûfi Adedî, Vukûfi kalbî’dir.102 1. Hûş der dem: Kelime anlamı, her ân için uyanık ve dikkatli olmak. Manası, sûfînin her nefes alıp verişinde, yürürken gaflette olmaması ve uyanık olup, Allah’la beraber olmasıdır. Bu yolda işin temelini nefes üzerine atmak lazım, yani sâlik, himmeti nefesi korumaya ve her nefesi/ânı Hakk’ın huzûrunda olmaya hasretmeli. Öyle ki, sûfînin içinde bulunduğu ân onu geçmişi hatırlamak ve geleceği düşünmekte alıkoymalıdır. Sâlik içinde 101 Tosun, Zikir ve Tefekkür, s. 45. Mevlânâ Ali b. Hüseyin el-Vâiz el-Kâşifî, Tercüme-i Reşehât-ı Ayni’l-Hayat, M. Ma’rûf Abbâsî, İstanbul 1279, s. 25 102 Bk. 155 156 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR bulunduğu âna riayet etmelidir. Nefesin iniş ve çıkışında iki nefes arasını öyle korumalı ki, gafletle gidip gelmesin. Hayvanlar ve diğer varlık âleminde faal olan zikir, onların zarûrî olarak alıp verdikleri nefeslerdir. Zira nefes girip çıkarken Allah’ın gaybî zâtına işaret eden “Hû” veya “Hâ” yı söylemiş olur ki, zaten Allah’ın zâtî ismi de o “Hû”dur. Bu Hâ, Hû her nefeste zarûrî olarak meydana gelir. O ismin icrâsı olmadan hiçbir şey hayata kalmaz. Bu hâli herhangi bir ilim ve idrâkın anlaması mümkün değildir. Onun için Allah mechûli mutlaktır.103 2. Nazar Ber Kadem: kelime anlamı; ayağa bakmaktır. Istılahî anlamı ise, sâlikin şehirde, kırsalda, sokakta kısacası herhangi bir yere gidip gelirken, sadece önüne, ayağına bakması anlamındadır. Yani sûfînin yürürken gaflet içinde olmaması, attığı adımları hayır yolunda atığının bilincinde olması gerekir.104 Sûfî sülûkta hangi makamda olursa olsun kalbi olarak oraya nazar etmeli, gaybet hâlinde değil, huzûr ve sahv hâlinde bulunmalıdır ki bu hâle, “fakr ba’de’l-cem’”derler. Kısacası nazar ber kadem, sâlikin ayak ucuna bakarak çevreyi temaşa etmemesidir. Böyle olunca gönülde mâsivâya herhangi bir ilgi kalmaz. 3. Sefer der vatan: Vatanda sefer anlamına gelmektedir. Beden olduğu yerde durduğu halde, rûhun ilâhî vuslata doğru yolculuğa çıkması demektir. Yani beşerî sıfatların bırakılması, ilâhî sıfatlarla donanmak, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Sûfînin kalben beşerî düşüncelerden mâsivâdan Allah’a doğru yolculuk yapmasıdır.105 Halk âleminden Hakk âlemine yükselmektir. Tıpkı Hz. İbrahim’in, “Şüphesiz ben Rabbime doğru gitmekteyim”106 demesi gibidir. 103 Aynı eser, s. 25-26. eser, s. 26-27. 105 Aynı eser, s. 27. 106 Saffât, 37/99. 104 Aynı FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI 4. Halvet der encüman: Kelime anlamı, kalabalık/kesret içinde yalnızlıktır. Bu sûfînin bir köşeye veya tenha bir yere çekilmeden, gönlü sadece Allah’a doğru ve Allah’la olma hâli, ten olarak halk ile kaynaşmasıdır, yani zâhirde halk, bâtında Hakk ile olmaktır. Zira bu konuda Allah: “O mü’minler öyle erlerdir ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah’ın zikrinde alıkoymaz.”107 Sûfîlere göre, halvet der encümeni gerçekleştiren sâlik öyle bir hâle gelir ki, pazarda halk arasında olduğu vakit, halkın hiçbir ses ve sedâsını duymaz. Çünkü zikir, gönlün özüne galebe çalmıştır. Yine bazı sûfîler, sâlik öyle bir mertebe kazanır ki, çeşitli sesler ve halkın birbirleriyle söyleşmesi hep zikir olarak görünür. Hatta kendi sözlerini dahi zikir olarak işitirler.108 Bu sebeple sûfîler, kâmil insanı, kendisinden kerâmetler zuhûr eden insan değil, halk ile oyurup kalkan, onlarla alış veriş yapan, onların arasında dolaşan, fakat Allah’tan bir ân gafil olmayan kişi olarak görmüşlerdir. Bazı sûfîler, kesretten vahdeti müşâhededen yola çıkarak; “Kulum bana nâfilelerle yaklaşmaya devam eder, sonunda onu severim. Onu sevince de işitmesi, görmesi, dili ve eli olurum. Benimle işitir, Benimle görür.”109 Kudsî hadisinde halvet der encümen prensibinin olduğunu söylerler. Yukardaki yaklaşımlardan hareketle halvet iki türlü olarak ele alınmıştır. a. Zâhirî halvet: bedeni insanlardan uzak tutmak için bir köşeye hapsolmaktır. b. Bâtınî-Hakîkî halvet: Bu halvette beden halk ile halk içindedir; fakat gönül Allah’tan bir ân bile ayrılmaz. Bu durum Anadolu sûfîleri tarafından “El kârda, gönül yârda” şeklinde ifade edilmiştir. 107 Nûr, 24/37. age., s. 28. 109 Buhârî, Rikak, 38. 108 el-Kâşifî, 157 158 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR 5. Yâd kerd: Kelime anlamı, hatırlamak, hatırda tutmaktır. Terim anlamı ise, sâlikin murakabe mertebesine ulaştıktan sonra, her gün belli sayıda kelime-i tevhîdi kalbî hâl ile yerine getirmesidir. Bu prensibin gayesi, Allah’tan gafil olmadan, dil ve kalb ile, yani tüm benlikle zikre devam etmektir. 6. Bâz geşt: Kelime anlamı, tekrar etmek, geriden almak, geri dönmektir. Terminolojik olarak, zikirden sonra, hâsıl olan uyanıklığı sürdürmek için “Rabbim benim gayem sensin. Benim dileğim, yalnız senin rızandır” diyerek kalbi Allah ile meşgûl etmektir. Bunu yapan sâlikin zikri, hâlis ve samimi olur, gönlüde mâsivâdan uzak olur. İşte sâlikin bu hâl ile kalbî olarak Allah’a dönmesi “bâz geşt” diye isimlendirilir.110 7. Nigâh dâşt: korumak, muhâfaza anlamına gelen bu kelime, kalbi, nefsanî düşüncelerden, vesvese veren her şeyden korumak demektir. Zikredenin, kalbini, nefy ve isbat/kelime-i tevhîd üzere koruması gerekir ki, hatarât gelmesin. Aksi takdirde zikrin, Allah’ı anmaktan doğan kalb huzûruna taalluk eden sonuç gerçekleşmez.111 8. Yâd dâşt: hatırda tutmak anlamına gelen bu tabir, tasavvufta, kelimey-itevhîd düşünüldüğü, zikredildiği zaman, nefsi hapsederek, kalbi Allah’ın huzuru ile ayakta tutmaktır. Bazı sûfîler bunun, devamlı olarak kalbin Allah ile olması anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bazıları da, yâd dâşt, kalbi, Zâtı akdesin tecellisini müşâhedede sabit kılmaktır. Nâkşîlere göre, Nâkşî büyükleri hiç kaybolmayan huzura değer verirler. Böyle devamlı olan huzura “yâd dâşt” demişler. Onlara göre yâd dâşt, Allah’ın isimleri, sıfatlarıi şuunâtı beraberliğinde olmaksızın yalnız zâtın tecellîsine “tecellî-i Zâtî” denmektedir. Bu tecellîye “berkî”/şimşekimsi demişlerdir. Çün- 110 111 Abdülhakîm Arvâsî, er-Riyâzu’t-Tasavvufiyye, İstanbul 1341, s. 112. el-Kâşifî, age., s. 31. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI kü çok az sürer. Sonra perdeler araya girerek örtülür. Böyle olunca da sürekli huzuru düşünmemek gerekir. Bir ân huzur, sonra hemen yokluk. Fakat Nâkşî büyükleri böyle huzura kıymet vermemişlerdir. Onlara göre, devamlı olan ve sürüp giden bir huzur vardır ki, işte o, yâd dâşttır. Yâd dâşt, cezbe tamamlandıktan ve sülük makamları sona erdikten sonra hâsıl olur.112 9. Vukuf-i zamânî: İçinde bulunan zamanın ve hâlin bilincinde olmak anlamındadır. Sûfîlere göre de, muhasebeden ibarettir. Sûfîlere göre, her geçen ânı muhasebe ederek, gaflet ve noksanları tespit etmek gerekmektedir. Eğer eksik varsa, başa dönerek âmele yeniden başlanmalıdır. Sâlik üzerinde akıp geçen zamana muttali olmalıdır. O, her ânını, esas maksadı olan Allah’a yönelik geçirmeye büyük gayret sarf etmelidir. Ve sâlik her ân şu âyetlerin içeriğinde geçtiği gibi uyanık olmalıdır. “Allah gözlerin hain bakışını, gönüllerin gizleyeceği her şeyi çok iyi bilir.”113 Ve “Sen her hangi bir işte bulunmaya dur, onun hakkında Kur’ân’dan bir şey okumaya dur ve sizler de bir iş işlemeye durun ki, onun içine daldığınız zaman biz başınızda şahidiz. Ne yerde, ne gökte zerre kadar bir şey Rabbinden uzak ve gizli kalmaz. Bundan daha küçüğü, daha büyüğü de hariç olmamak üzere hepsi muhakkak apaçık bir kitapta yazılıdır.”114 ve yine Allah. “Allah sizi bir topraktan sonra da bir meniden yarattı. Sonra da sizi çift çift yaptı. O’nun ilmi olmaksızın hiçbir dişi gebe kalmaz, doğurmaz da. Ömrü uzatılana çok ömür verilmesi, kısa ömürlünün ömrünün kısaltılması da hariç olmamak üzere hepsi bir kitapta yazılıdır. Bütün bunlar Allah için çok kolaydır.”115 112 İmâm Rabbânî, Mektûbât, I, 27. Mü’min, 40/19. 114 Yûnus, 10/61. 115 Fâtır, 45/11. 113 159 160 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR 10. Vukûf-i adedî: Zikirde sayıya riayet etmek anlamındadır. Zikirde sayıya riayet etmek, dağınık olan hatarâtı toplamak içindir.116 Kelime-i tevhîd ile zikrin adedi günlük en az bin yüz, “Allah” lafzıyla zikrin sayısı ise günlük en az beş bindir. Zikirde sayıya riayet etmekle alakalı olarak şu hadis dikkat çekicidir. Sa’d b. Ebû Vakkas şöyle rivayet etmektedir: Hz. Peygamber (s.)’in yanında bulunuyorduk. Bize: “Sizden biri, her gün bin sevap kazanmaktan aciz midir?” diye sordu. Yanında oturanlardan biri: “Bir kimse her gün bin sevabı nasıl kazanır yâ Rasülallah” deyince Efendimiz şöyle buyurdu: “Yüz defa sübhânellah diyen kimseye bin iyilik yazılır veya onun bin günahı bağışlanır.”117 11. Vukûf-i kalbî: Kalbi kontrol altında tutmak demektir. İki şekilde olur. Birincisi, sâlikin zikir esnasında Allah’ın huzurunda olduğunun bilincinde olması, bu yâd dâşt cümlesindedir. İkincisi ise, zâkirin gönle vakıf olmasıdır. Yani zikir esnasında kalp denilen mâlûm et parçasına yönelik olmalıdır. 118 Sûfîler, “Her nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır.” âyetini vukuf-i kalbîye delil göstermişlerdir.119 2.2.3. Rıfâî Tarîkatında Zikir Ahmed er-Rıfâî’ye göre, sâlik kalbini, Rabbine ait zikir ile devamlı huzurda tutmalıdır. Zira Allah, kendisini çokça anmayı kayıt altına almıştır.120 Bu huzurda, O’nun zikrinin dışında başka bir şeyi düşünmemesi gerekir; çünkü Allah kıskançtır. Sâlikin dili dâima Allah’ın zikriyle ıslak olmalıdır. Eğer sûfî Allah’ı zikrederse, Allah onun enâniyetini/bencilliğini eritir; arzûlarını yok eder, nefse ait perdeleri ortadan kal116 el-Kâşifî, age., ss. 31-32. Necdet Tosun, Zikir ve Tefekkür, s. 47. 118 Aynı eser, ss. 32-33. 119 Arvâsî, age., s. 113. 120 Bk. Bakara, 2/152; Buhârî, Ezan, 18; 60. 117 FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI dırır. Allah’ın ismini zikreden ve zihninde O’nu eksik etmeyen, hakîkat ehli insanlara yakın olur ve zikir meclisine kabul edilir.121 Rıfâî tarîkatında zikir, halka şeklinde toplanıp, cehrî bir şekilde Allah’ı anmakla gerçekleştirilir. Ve bu şekilde gerçekleştirilen zikir tarîkatın temel esaslarından biridir. Zikir halkasını Hz. Peygamber’e salât ve selâm ile başlatmak, diğer peygamberlere fatihalar okumak, sahabeleri yâd etmek Rıfâî tarîkatın esaslarındandır. Zikir meclisini cehrî olarak kurmak, tarîkat mensuplarıyla beraber halka şeklinde tam bir edeb ile oturarak ve ayakta Allah’ı açık sesle zikir etmeyi gerektirir.122 Zikir halkasında gözlerin kapalı olması, insanın kendi halinde arınmaya çalışıp Allah’ı zikrederken, Allah’ı düşünmesi zikrin âdâbındandır. Fakat Ahmed er-Rıfâî, cemaat halinde iken yapılan zikrin cehrî olmasını, yalnız yapılan zikrin ise, hafî olarak icrâ edilmesini mürîdlerine tavsiye etmiştir.123 Rıfâîlerde zikrin oturarak ve ayakta yapılması diğer bir ilkedir. Zikir sırasında def vurulması, okuyucuların Hz. Peygamber’e medhiyeler okunması, ilâhîler okumak, naşideler okumak, rûha verdiği incelikten dolayı gerekli görülmektedir. Rıfâîler, Hz. Peygamber (s.)’in “Allah buyuruyor ki: ‘Ben kulumun zannı üzereyim. Kulum Beni zikrettikçe Ben kulum ile beraberim. Eğer beni kendi nefsinde zikrederse, Ben de onu kendi nefsimde zikrederim. Eğer Beni toplulukta zikrederse Ben onun Beni zikrettiği topluluktan daha hayırlı bir toplulukta onu zikrederim.”124 gibi hadisleri delil göstererek zikri toplu ve cehrî yapmayı uygun görmüşlerdir. 121 Yunus eş-Şeyh İbrahim, es-Samarrâî, es-Seyyid Ahmed er-Rıfâî Hayâtuhû ve Âsâruhû, Bağdat 1998, s. 42. 122 Muhammed Ebu’l-Hudâ es-Seyyâdî, et-Tarîkatu’r-Rıfâîyye, Bağdat 1971, s. 33. 123 Aynı eser, s. 38. 124 Bk. Buhârî, Zikir, 23. 161 162 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Rıfâîlere göre, Allah’ı zikretmek, ibadetlerin en faziletlisidir. Çünkü Allah diğer ibadetlerin hepsine vakit ve miktar tayin etmesine rağmen, Allah, zikir için herhangi bir zaman ve miktar belirtmemiştir. Allah, insana çokça zikretmeyi emretmektedir. Yani Allah’ı her hâlde, her tavırda, her fiilde zikretmek gerekir. Onlara göre, zikreden sâlik, nimeti bol bir ganimet elde etmiş, kurtuluşa ermiş, zikrin faziletiyle her türlü güzelliği kazanmış kimsedir. Zikir en büyük nimettir, ganimeti ise ecridir. Kurtuluşu ise, günâhlardan arınmasıdır.125 Rıfâîlere göre, zikrin beş ana özelliği vardır. Bu özellikler insanın Allah yanındaki değerini artırır. Bu vasıflar şunlardır; 1. Zikirde Allah’ın rızası var, 2. Zikirde neftsen korunma var, 3. Zikir kalbi nûrla doldurup, yumuşatır, 4. Allah için yapılan her ibadette aşkı artırır, 5. Mü’mini ma’siyetten uzaklaştırır.126 2.2.4. Kübreviyye Tarîkatında Zikir Necmeddîn Kübrâ’ya göre zikir, Allah’tan gayri her şeyi unutarak sadece O’nu anmak demektir. Nitekim Allah bu konuda, “ Unuttuğun zaman rabbini zikret.”127 diye buyurmaktadır. Bu “unutmak” kelimesi, Allah dışındaki her şeyi unutmaktır.128 Eğer sâlik, kalbini Allah dışındaki ağyardan boşaltmazsa şu uyarı ile karşı karşıya kalır: “Kalpleri Allah’ın zikrinden bomboş ve kaskatı kesilmiş olanların vay hâline.”129 Ona göre zikir, saf, süratli ve yukarıya doğru yükselen bir nûr/ateştir. Nefsin ateşi ise, bulanık puslu ve ağır hareketlidir. Bu iki ateş ancak hâl ile ayrıt edilebilir. Nefsin ateşi sâlik üzerinde ağır bir yük bırakır. Bu ağırlıkla kalb daralır. Kalbin daralmasıyla birlikte bütün organlar taş gibi katılaşır. İşte zik125 es-Seyyâdî, age., s. 34. yer. 127 Kehf, 18/24. 128 Necmeddîn Kübrâ, Usûlü’l-Aşere, s. 58. 129 Zümer, 39/22. 126 Aynı FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI rin nûr/ateşi de sâlikin üzerindeki bu yükü, ağırlığı kaldırıp, onu rahatlatır, huzura kavuşturur. Kalb bu rahatlamayla ilâhî güzelliği yakalar ve zâkiri yücelere doğru çıkaran saf bir ateş olur.130 Kübrâ’ya göre zikir ateşi öylesine yakıcıdır ki, her şeyi yakıp yok eder. Tıpkı, “Ne alıkoyar ne de bırakır”131 bu zikir ateşi girdiği kalpte, “lâ ilâhe illallah” kelimesiyle, “benden başka bir şey yoktur.” Diyecektir. Zikir, kalpte bulunan her şeyi kendi nuruyla yok eder, bütün karanlıkları nuruyla aydınlatır. Zâkir ile mezkûr dost olur ve “Nûr üstüne nûr”132 doğar.133 İşte bu sebeple zikir, gerçeğin sıfatıdır. Hazları yok eder ve öyle bir ateştir ki, içine düşen her şeyi yakar. Kübrâ’ya göre, beden, toprak, su, ateş ve hava unsurlarından oluştuğu için, “Karanlıklar üstüne karanlıktır.”134 İnsan bu dört unsurun hâkimiyeti altındadır. Eğer sâlik bunların boyunduruğunun altından kurtulursa, hiçbir şeye tamah etmez. Hakkı Hak sahibine ulaştırarak parçayı bütüne ulaştırır. Yani toprak, topraklığını, su suluğunu, ateş ateşliğini, hava havalığının farkına varır. Bunlardan her biri kendi nasibini aldı mı bu yükten kurtulur. Ona göre, aynı anda hem mâsivâyı hem de Allah’ı zikretmek mümkün değildir. Böyle bir zikir zikr-i munkati olur. Kübrâ, insanın ister dinî, ister sosyal, ister ekonomik olsun her muamelesi zikir olur.135 Zikirde gaye, kalbin huzûr bulmasıdır. Yoksa dilin dönmesi değil. Yani asıl amaç, kalbde ve organlarda zikrin devamlılığını sağlamaktır. 130 Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl ve Fevâtihu’l-Celâl, çev. Mustafa Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul 1980, s. 95. 131 Müddessir, 74/28. 132 Nûr, 24/35. 133 Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl, s. 95. 134 Nûr, 24/40. 135 Necmeddîn Kübrâ, Usûlü’l-Aşere, s. 58. 163 164 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Kübreviyye tarîkatında, dil ile yapılan zikrin sesli/cehrî olmasının büyük bir tesiri vardır. Sesli zikirde gaye, zikri Allah’a işittirmek değil, sağır olan nefse zikri işittirmektir. Çünkü Allah için sesli-sessiz, uzak-yakın her şey birdir. Bütün eşyada da tecelli edende O’dur.136 Şeyh Kübrâ, zikri, manevî arınma sürecinin en önemli unsuru olarak kabul etmektedir. Onun içinde, “lâ ilâhe illâllah” zikri rûhî pisliklerden temizlenmenin en etkili ilacıdır. Bu onlar için en faziletli zikirdir.137 Ona göre halvette farzları yerine getiren “lâ ilâhe illallah” ın dışında başka bir ibadet ve zikirle meşgul olmamalıdır. Sâlik, bu kelimeye devam ettikçe onun feyzi sâlikin bâtınını aydınlatır, himmetini cem’ eder. “lâ ilâhe illallah” nefy ve isbattan müteşekkil olduğu için “Allah, Allah” veya “Hû, Hû, Hû” gibi zikirlerden üstün görülmüştür. Çünkü Allah’ın diğer isimlerinde “birlik” vardır. Yani tek yönü vardır. Nefy ve isbat gibi iki yönlü değildir. İnsan üzerinde varolan bütün beşerî vasıfları ve rezil alışkanlıkları silip, süpürüp yok edecek olan “lâ” dır.138 Necmeddîn Kübrâ’nın zikirde amacı, “zikr-i dâim” makamına ulaşmaktır. Ona göre, Allah’ı kalbe yerleştirme ve hiç unutmama anlamına gelen bu zikirde artık harfler ve sesler ortadan kalkar. Sûfî Rabbine yaklaşır ve benliği daima Allah’la meşgul olur. Çünkü kalbe ulaşan zikirden bir ateş meydana gelir ve bu ateş, Allah ile kul arasındaki bütün perdeleri yakar.139 Kübrâ, “Beni zikrediniz, Ben de sizi zikredeyim.”140 âyetinden hareketle, zâkir ile mezkûrun yer değiştiğini söyler. Zâkir, mezkûrda fanî olmakta, mezkûr ise zâkirin yerini 136 Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl, s. 96. Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İnsan Yayınları, İstanbul 2010, s. 240. 138 Necmeddîn Kübrâ, Usûlü’l-Aşere, s. 59. 139 Aynı eser, s. 247. 140 Bakara, 2/152. 137 Süleyman FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI alarak bâkî kalmaktadır.141 Bu hâlin en iyi tanımı, “Allah’ın, kulun gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı” olmasıyla ilgili sözüdür.142 İşte Kübrâ buna, “sırrın zikri” diyor.143 Kübreviyye’de seyr u sülûkun en önemli unsuru olan zikir, sabah namazından sonra okunan “Evrâd-ı Fethiyye”dir. Fakat asıl olan sâlikin zikirde yok olmasıdır. Çünkü varlık perdeleri ancak zikirle ortadan kalkabilir. Sâlik bu perdelerden sıyrılınca, kendisini her cihetten kuşatan bir nûr atmosferi içinde bulur. İşte sâlik bu hâlin galebe gelmesiyle secdeye kapanır, tevbe eder ve Allah’a teslim olur. Bu hâl zikir sürdükçe devam eder.144 2.2.5. Sühreverdiyye Tarîkatında Zikir Sühreverdî tarîkat silsilesinde, neredeyse hayatın bütün yönlerini içine alan adaba güçlü bir vurgu vardır. Şihâbuddîn Ömer Sühreverdî, adab üzerinde ısrarla durmuştur. Ona göre, sâlik için her vakit, hâl ve makama dair bir edep vardır.145 Bu edeplerden biri de, mürîdin rûhen olgunlaşması ve şeyhten ilk elden terbiye alacakları zikir ritüelleridir. Mürîd zikre hazırlıklı gelmelidir. Yani abdestli olmalı, giyimi Peygamberin sünnetine uygun olmalı, kendisine ayrılmış yerde namazdaki gibi oturmalı, zikir esnasında ellerini dizlerinin üstüne koymalı, kalbini kötü fikirlerden temizlemeli ve gözlerini kapalı tutmalıdır. Şeyhin ardından “lâ ilâhe illallah” sözünü tekrar etmelidir.146 Ve bunun üzerinde yoğunlaşmalıdır. Bu yoğunlaşma mürîdi kendisi için Allah’tan başka Tanrı’nın olmadı141 Necmeddîn Kübrâ, Usûlü’l-Aşere, s. 62. Buhârî, Tevhîd, 15; Müslim, Zikir, 20, 21, 22. 143 Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl, s. 110. 144 Aynı yer. 145 Ebû Hafs Ömer İbn Muhammed Şihâbuddîn Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, Kahire 1973, s. 55. 146 Kamer-ul Huda, Şihabeddin Ömer Sühreverdî, çev. Tahir Uluç, İnsan Yayınları, İstanbul 2004, s. 138. 142 Bk. 165 166 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR ğını hakikî şekilde anlamaya ve bütün sevgisinin “illâllâh”a yönlendirmesinin gereğini kavratır. Bu kalbe Allah sevgisini yerleştirir. Bu aşamada zihin, kalp, beden ve rûh Allah’la birleşir ve sâlik küllî sevgi içinde gark olur. Diğer tarîkatlarda olduğu gibi, Sühreverdî şeyhleri de, Peygamber’in esmâ-i şeriflerini zikredene bereket getireceğine inanmaktadırlar. Peygamberin doksan dokuz ismini sayanın O’nun sıfatlarıyla hemhâl olunacağına inanılır. Ayrıca kudsî hadisi yâd etmek, naat şiirleri, salât u selâmı, hâtmü’nnübüvveti ve doksan dokuz ismi okumak ve selâm zikrini icra etmek Peygamber’i hâzır ve nâzır kılmakla alakalıdır. Bunlar sâliki farklı bir rûh dünyasına götürür ve orada “Nur-i Muhammedî”nin ezelî yaratılışına ulaşılır.147 Sühreverdiyye tarîkatında zikir, sâliklerin belli rûhî derslere önem vermeleri için bir yoldur. Mürîd, Allah’ı sabah namazından sonra tesbih ve tâzîm eden ve bir dizi kelimeyi tekrar etmek suretiyle bu tilavetin bütün mânâlarının gücü üzerinde dikkatini toplamalı, öğrenmelidir. Bu sözlerin devamlı tekrar edilmesi anlamsız bir dinî pratik değil, sûfînin kalp tasfiyesini gerçekleştirmesidir. Onlara göre zikir; dil, ses ve rûhun birbirleriyle olan karşılıklı ilişkisinin derinden anlaşılmasıdır. Zikirle mürîd, murakabe ve muhasebeyi tahkîk için Hakk’ın kalbine girişine engel olan bütün perdeleri kaldırmalıdır. Nefsi kontrol etmek için, Kur’ân âyetlerini kalbe tevcih etmek ve “esmâ-i Hüsnâ”yı okumak gibi özel zikir teknikleri kalbi gerçek bir aşkla olgunlaştırır. Kur’ân zikri, yani Kur’ân’da âyetler okumak, kalbe kelâm-ı ilâhî varidatlarının gelmesi için davet olarak işitmesini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda bu tekrar edilen Kur’ân lafızları gerçek bir ilimle kalpte iz bırakır. Kalp, kendisine nakşedilen bu Kur’ân âyetlerinin koruyucusudur. Kalp tas- 147 Aynı eser, s. 142. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI fiyesi ve mâsivâ kirlerinden korumasından sorumludur.148 Bu tarîkata göre, kalbi gıdalamanın yolu, dünya zevklerinden yüz çevirmek ve sadece muhabbetullah ve ilâhî rahmet önünde secde etmektir. Buna da ancak Kur’ân zikrini içine alan günlük evrâd ve ezkârı aksatmadan yapmakla ulaşılabilir. Sühreverdiyye tarîkatının yerine getirdiği bazı zikirler: Namaz zikri, Allah, beş vakit namazı mahlûkatın kendisine ibadet etmesi, madde ve mânâ âlemi arasındaki münasebeti anlaması için farz kılmıştır. Sühreverdiyye, namazda mürîdlerine “âyete’l-kürsî” diye şöhret bulan bakara suresinin 255. âyetni okumalarını öğütler. Bu âyetin okunması, mürîdin iki namaz vakti arasında Ku’ân âyetleri üzerindeki yoğunlaşmasını devam ettirmesine yardımcı olur. Mürîd bu âyeti okumakla ilâhî kelâmın gücü, Allah’ın bütün âlemler üzerindeki arşı ve bu âyetin kalp tasfiyesi üzerindeki etkisi hakkında derûnî bir tefekküre dalar. Gece namazı zikri; Sühreverdiyye tarîkatına göre, mürîd yatısı namazı ile teheccüd namazları arasındaki sürede Kur’ân okuyarak zikre devam etmelidir. Bu namaz zikrinde iki rekatlık bir namaz kılınır. Bu namazda sâlik, fatiha suresini okur ve ardından Bakara suresine geçer. Bu surenin ilk on âyetini okumak yeterlidir. Kur’ân zikriyle mürîd, kalbini tamamen Allah’a açmalıdır. Zira Kur’ân zikri, kalbi ifsat eden habis tabakaların yok edilmesi sürecidir.149 Bu Kur’ân zikri, örnekliği Peygamber’den alan bir zikirdir. Şaban ayı zikri; Hz. Peygamber (s.)’in, “Ramazan, Allah’ın ayıdır; Şaban ise benimdir” hadisine atfen tarîkat ramazan ayına hazırlık gayesiyle bu ay için bazı virdler yapmaktadır. Şaban ayının ilk gecesinde Fatiha ve İhlâs surelerinin okundu- 148 149 Aynı eser, s. 200. Aynı eser, s. 204. 167 168 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR ğu iki rekâtlık bir namaz kılınır. Bu iki sure, hayır ve bereket için beş vakit namaz arasında çokça okunmaya çalışılır.150 Berat gecesi zikri, Şeyh Sühreverdî bu gecede mürîdlerin de, Fatiha suresi ve “âyete’l-kürsi” nin birer kez, İhlâs suresinin ise beş yüz kez okunduğu iki yüz rekâtlık namaz kılmalarını tavsiye etmiştir. Ramazan zikri, Sühreverdiyye şeyhleri, bu ayın tamamen zikir ayı olduğunu ifade ederler. Ve Sühreverdî sâliklerin, mümkünse çalışmayı ve uyumayı keserek sadece Kur’ân okumaları ve Kur’ân zikri yapmaları tavsiye edilmiştir. Bu ay, onlar için bir hediye ayıdır. Sûfîler, günlük beş vakit namaza ilave olarak, teravih, teheccüd ve sabah namazlarına da iştirak etmelidirler. Bu namazların her birinde, mümkün olduğunca çok Kur’ân okunmalıdır. Bu ayda, namaz kılmak, oruç tutmak, infak ve zikir diğer zamanlarda yapılan ibadetlerden farlklıdır. Onun için sûfî, vuslatı gerçekten anlamak istiyorsa bu ayda elden geldiğince zikir ve ibadetle uğraşmalıdır. 2.2.6. Halvetiyye Tarîkatında Zikir Halvetiyye tarîkatında zikir, esmâ-i seb’a/yedi isimle yapılmaktadır. Fakat bu isimlerden hangisinin ne kadar okunacağı ya da tekrarlanacağına mürşîd karar verir. Şayet sâlik bu isimlerle zikretmek zararlı bulunursa, bu esmâ yerine genel zikir ve duâlarla meşgûl olması tasfiye edilir. Nefsin yedi mertebesinin aşılması, sülûkun esası olduğundan bu yedi mertebenin her birinde kullanılacak bir ilâhî isim seçilmiş ve “Esmâ-i Seb’a-i Halvetiyye ortaya çıkmıştır. Bu isimler nefsin mertebelerine göre şöyledir: 1. Nefs-i emmâre, zikri, “lâ ilâhe illallah,” 2. Nefs-i Levvâme, zikri, “”Allah,” 150 Aynı eser, s. 206. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI 3. Nefs-i Mülhime, zikri, “Hû,” 4. Nefs-i Mutmaine, zikri, “Hakk,” 5. Nefs-i Râzıye, zikri, “Hayy,” 6. nefs-i Marzıye, zikri, “Kayyûm,” 7. Nefs-i Kâmile, zikri, “Kahhâr” dır. Bu zikirlerin başında da Kur’ân okumak gelir. Halvetîler zikre istiğfâr ile başlarlar; emredilen müddet kadar istiğfardan sonra salât ve selâma geçilir ve nihayet mürşîdin beyanı ile zikir icrâ edilir.151 Dede Ömer Rûşenî, bu yedi esmâ’ya Vehhâb, Fettâh, Vâhid, Ahad, Samed isimlerini ekleyerek bu sayıyı on ikiye çıkarmıştır.152 Halvetîler, yedi ismin her biriyle, Allah ile kul arasındaki yetmiş bin perdenin on bininin kalkacağına inanırlar. Onlar bu anlayışlarını, Hz. Peygamber’in, “Allah ile kul arasında ışık ve karanlıktan meydana gelen yetmiş bin perde vardır.” sözüne atfederler. Mürîdin zikrine esas aldığı isimlerin her biri bu perdelerin on binini ortadan kaldırır. Son on bin perde ortadan kalktığında kul, Allah’a tam varır. Halvetî sülûkuna giren mürîd, kıbleye karşı diz çöküp oturur. Bir süre içine dönerek yalnızca Allah’ı tefekkür edip, Allah dışındaki her şeyden kendini arındırır. Bundan sonra, başını sağ tarafa çevirip, “lâ ilâhe” der, hem ardından başı sol meme üstüne çevirip şiddetli bir edâ ile “illallah” der. Sâlik bu zikri, mürşîdin verdiği say kadar yapar. Mürîd, tevh3id kelimesi ve “Allah” lafzının zikrini normal yerine getirir. Yedi isimden hangisine devam edeceği ise mürşîdin işaretine bağlıdır. Yalnız mürîd zikir için, her oturuşta, önce istiğfar edip salât ve selâm getirmek şarttır. Halvetî zikrinin toplu yapıla- 151 152 Öztürk, Kuşadalı İbrâhim Halvetî, s. 103. Sâdık Vicdânî, Tomâr-ı Turûk-ı ‘Aliyye, haz. İrfan Gündüz, Enderun Kitabevi, İstanbul 1995, s. 186. 169 170 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR nına deverân denir. Deverân, idaresinde ayakta ve kısmen de oturarak yapılan zikirdir.153 2.2.7. Gülşeniyye Tarîkatında Zikir Halvetiyye tarîkatının Gülşeniyye kolunda zikirde en çok okunan ilâhî isimlerin başında, lâ ilâhe illâllâh, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyûm, Kahhâr, Vehhâb, fettâh, Vâhid, Ehad ve Samed gelmektedir.154 Halvetiyye tarîkatında zikir esmâ-ı seb’a ile yapılır. Bu esmâ daha sonra on ikiye çıkarılmıştır. Mürîd, “ lâ ilâhe illâllâh” tan başlamak üzere sonuncu isme kadar belirli sayılarda bu isimlerin zikri ile meşgul olur. Her bir isim mürîdin manevî tekâmül safhalarından birini ifade eder. İbrahim Gülşenî müntesiplerine “lâ ilâhe illâllâh” zikrini tamamlayıp tekâmül yolunda ilerlemelerini öğütlemektedir. İbrahim Gülşenî zikri, bir ölüm-kalım, iman-küfür meselesi olarak görmektedir.155 Gülşeniyye zikir âyîni, kırmızı renkli makam postu karşısında halka kurarak oturan dervişlerin, Fatiha suresinden sonra şeyh efendinin işaretiyle “kelime-i tevhîd” çekmeleriyle başlar. Daha sonra ayakta “Hû” ve “Hayy” isimleriyle devam edilir. Bu esnada zâkirler, Gülşenîliğe özgü sâlâvatlar okurlar. Bu sırada saz çalınmaz. Zikrin temposu hızlandığında ilâhîlere başlanır ve kudüm, mazhar, bendir, halîle gibi vurmalı sazlar çalınır. Bu hızlanma sırasında dervişler, el ele tutuşarak sağdan sola doğru yürümeye başlarlar. Sol ayaklarını “kutuphâne” denilen zikir halkasının merkezine, sağ ayaklarını da ters yöne doğru atarken, sol ayakla beraber bedenlerini öne doğru eğer, sağ ayakla doğrulurlar. Bu hareket yukarıdan bakıldığında, bir gül gon153 Yaşar Nuri Öztürk, Tasvvufun Ruhu ve Tarîkatlar, YeniBoyut Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 1988, ss. 278-279. 154 Harirîzâde Kemaleddîn, Efendi, Tıbyânu Vesâili’l-Hakâik, III, 89a. 155 Himmet Konur, İbrahim Gülşenî, Hayatı, Eserleri, Tarîkatı, İnsan Yayınları, İstanbul 2000, s. 208. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI casının açılıp kapanmasına benzer. Gülşeniyye tâcının pembe renkli ve yeşil destarlı olması bu görünümü daha da estetik hale getirir. Zikir deverânının sonunda okunan Kur’ân ve yapılan duânın arkasında şeyh efendinin fatihasıyla sona erer.156 Tarîkatların bazıları hafî zikri tercih ederken, bazıları da cehrî zikri tercih etmişlerdir. Gülşeniyye tarîkatı da, cehri zikri benimseyen tarîkatlardandır. Evliya çelebi Gülşeniyye tarîkatı zikri hakkında şu bilgileri vermektedir. “Kahire’deki merkez tekkeye her Cuma akşamı, ibrişim kumaşlar döşenir. Yatsı namazından sonra Mülk suresi okunur. Bütün âşıkların iştirakıyla, evrâd ve ezkâr tamamlandıktan sonra, “tevhîd-i sultâniyye” başlanır. Âşıklar el ele ve kol kola olup deverân ederek semâ’-ı safâ edip “tevhîd-i erre” ile meşgûl olurlar. Hâkî dede, fukarânın da yardımıyla, hoş kokulu tütsüler yakar, ziyaretçilerin yüzüne gülsuyu serper ve bütün âşıklara şeker şerbeti dağıtır. Yedi-sekiz saat süren bu tevhîd-i sultâniye icrâsı esnasında, zâkirler makam ve usûl üzere ilâhîler; Fuzûlî, Usûlî, Örfî ve Hayyâm’dan beyitler okuyarak fukarânın kendinden geçmesini sağlarlar.”157 Gülşenîliğin farz namazlardan önce kâmetten sonra kırkar kere tekrarladıkları “evrâd-ı tahiyye” ve “evrâd-ı kahriyye”leri bulunmaktadır. Evrâd-ı tahiyye, Allahümme yâ Lâtif, yâ Hâfız, yâ Dâfi’, yâ Mâni’, yâ Râfi’, yâ Fettâh; evrâd-ı kahriyye ise, Kâdir, Muktedir, Kavî, Kâim, Kayyûm, Kuddûs, Kadîr, Kâhir Kâtil’ elfâzlardan oluşmaktadır.158 Gülşeniyye’de her namazdan sonra belli ritüeller yerine getirilir. Sabah namazından sonra, Yasin sûresi ve bir miktar Kur’ân okunup cehrî olarak tevhîd getirilir. Ardından yapılan duâ ve senadan sonra, 156 Ömer Tuğrul İnançer, “Gülşenîlik, Zikir Usûlü ve Mûsikî”, Dünden Bugüne İstanbul Anisklopedisi, İstanbul 1994, III, 444. 157 Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002, X, 244. 158 Vassâf, age., III, 126 vd. 171 172 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR dervişler hücrelerine çekilip, işrâk namazı kılarlar. Öğle namazından sonra, Mülk sûresi okunur ve tevhîd getirilir. İkindi namazından sonra, Nebe sûresi okunur ve tevhîd getirilir. Akşam namazından sonra, Evvâbîn namazı edâ edilir. Akşam ve yatsı arasında bazı dervişler nafile namazdan başka duâ ve niyazda bulunur. Yatsı namazında da Mülk sûresi ve tevhîd okunur.159 2.2.8. Mevlevîlikte Zikir Mevlevîlik deyince ilk akla gelen semâ; lugatta işitmek manasındadır. Terim olarak mûsikî namelerini dinlerken yahut aşk, zikir ve vecde gelip harekete geçerek dönmektir. Sufiler Müslümanlığın ilk devirlerinden itibaren Sema’ı; vecde gelip dönmeyi uygun görmüşlerdir. Cüneyd-i Bağdadi, Maruf-i Kerhi, Necmeddin-i Kübra buna örnek verilebilir. Semâ, Mevlânâ (ö. 1273) zamanında geliştirilerek devam etmiş ancak Mevlânâ belli bir nizama bağlı kalmaksızın dini ve tasavvufi bir coşkunluk vesilesiyle semâ ve zikri icra etmiştir. Daha sonraları Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Arif Çelebi zamanından başlanarak Pir Adil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış sıkı bir nizama bağlanmış icrası öğrenilir ve öğretilir olmuştur. Semâ, sembolik anlatım olarak manevi bir yolculuğu (Miraç) insanın “Kâmil İnsan” olma serüvenini, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Allah’a aşk ile niyaz edip kulluğunu idrak etmesini ve kudret ve kuvvet sahibi olan rabbi karşısında acziyetini kavramasını temsili olarak anlatır. Kâinatta var olmanın esası dönme (hareket) ile başlar. Yaratılmışlar arasındaki ortak özellik zerreden kürreye, her birinin yapısını teşkil eden hücrenin hareket etmesi, içerisinde 159 Ahmet Şemlelizâde, Şîve-i Tarîkat-i Gülşeniyye, haz. Tahsin Yazıcı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1982, FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI bulunan atomlardaki elektronların, protonların dönmesi, vücuttaki kanın dönmesi, insanın topraktan yaratılıp yine toprağa dönmesi kâinatın tüm hareketliliği ile yaratan rabbini anmasıdır. İşte sema insanın kulluğunu idrak edip Allah’a yönelerek kendisini diğer varlıklardan üstün kılan aklı ile aşkını zikirle yoğurarak nefsi ile mücadele edip rabbine vasıl oluşunu ve onda yok olup kâmil bir insan olarak tekrar kulluğa dönmesini anlatır. Semazen dönmeden önce hırkasını çıkararak manen ebedi âleme yani hakikate doğar. Sırtında bulunan siyah hırka “Kabri”, başındaki sikkesi “Mezar Taşı”, üstündeki beyaz renkli tennuresi “Kefen”i simgeler. Semazen kollarını çapraz bağlayarak görünüşte “bir” rakamını temsil eder. Yani Allah’ın birliğini ve tevhidi tasdik eder. Sema ederken kollarını açıp sağ eli rabbine dua edercesine göğe, hak gözüyle baktığı sol eli yere dönüktür. Bu hareket “Biz bir vasıtayız, Allah’tan aldığımız ihsanı kula saçarız” anlamını ifade eder. Sağdan sola kalbin etrafında zikrederek bütün yaratılmış olanları ilahi aşk ile kucaklar. Mûsikî şeklinde ayakta dönerek icra edilen bu zikre Sema’ veya mukabele denir. Zikir esnasında dervişler hareketleriyle çeşitli dini tasavvufi temaları sembolize ederler.160 Mevlânâ zamanında belli bir düzene bağlı kalmadan coşkunluk vesilesi olarak icra edilen sema’ daha sonraki devirlerde yani Sultan Veled ve Ulu Arif Çelebi zamanından Pîr Adil Çelebi zamanına kadar geçen süre içinde belli bir nizam dâhilinde yapılır 160 Mustafa Aşkar, Tarikatların Müşterek Unsurları (Tasavvuf Tarihi Kitabının İçin- de), Editör: Ethem Cebecioğlu, Ankara üniversitesi Uzaktan Eğitim Merkezi Yayınları, Ankara 2013, s. 169. 173 174 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR olmuştur. Yani bugünkü haliyle semâ’ Mevlânâ zamanında değil daha sonraki zamanlarda oluşmuştur.161 Sema’nın yapıldığı alana semahâne denir. Semahânenin dairevi şekilde oluşu, sema’ anındaki hareketler, sema yapılırken giyilen kıyafetin hepsinin ayrı bir anlamı vardır. Sema’ ile musiki arasında önemli bir irtibat vardır. Sema’ Buhurizâde Mustafa Efendi’nin bestelediği “Nat-ı Şerif” ile başlar. Bu Nât’ın akabinde kudüm devreye girer. Ney sesi ile derviş kendini musiki nağmelerinin içine bırakır. Ney taksiminden sonra peşrev başlar, semazenler bununla sema’ meydanından sağa sola doğru müziğin temposuyla dairevi yürüyüşe başlarlar. Semâ meydanı üç kez dolaşılır buna devr-i veledi denilir. Üçüncü devrin sonunda şeyhin posttaki yerini almasıyla Devr-i veledî tamamlanır. Kudümzenbaşının devr-i veledî’nin bittiğini ikaz eden vuruşuyla semazenler sessize yerlerine çekilirler ve başlarını önlerine eğerek beklemeye başlarlar. Neyzenbaşı kısa bir taksim yapar ve ayin çalınmaya başlar. Bundan sonra tek tek ve sıra ile şeyh efendi’nin eli öpülerek sema’a başlanır. Semâ her birine “selam” adı verilen dört bölümden oluşur. Şeyhin posttaki yerini almasıyla son taksim de nihayet bulur. Kur’an-ı Kerim’den aşr-ı şerif okunarak, dua edilir, Hu nidası ile son selamlaşmalarla sema’ töreni sona erer. 162 2.2.9. Alevîlik ve Bektaşîlik’te Zikir Alevî âyin-i cemleri, en az ikibin yıllık geçmişi olan ve İslâmî rengi yansıtan dinî toplantılardır. Bu toplantılarda, kolektif şuur ve mensûbiyet duygusunun çok güçlü olduğu ve sağlam bir inançla yapıldığı ayinlerdir. Halk arasında, haksız bir şekilde yanlış anlaşılan ve değerlendirilen âyin-i cemler, 161 162 Kadir Özköse, Dervişin Günlüğü, Ensar Yayıncılık, Konya 2008, s. 183. Özköse, Dervişin Günlüğü, ss. 184-187. FARKLI ZİKİR UYGULAMALARI tanıtıldığının aksine, iffetli, hürmetli, dayanışma ve kaynaşma tavır ve ruhu içinde cereyan eden bir “Hak meydanı”dır. Bu yanlış anlayışlardan biriside bu cemde içki içilmesi konusudur. Fakat Alevîlerin ‘ayn-ı cemlerinden kesinlikle içki içilmez.163 Sanıldığı gibi, bir işret ve ahlâksızlık meclisi değildir. Tam aksine, ilâhî hakikatin doğduğuna, katılanların manevî açıdan yüceldiğine inanılan bir ibadet ve zikir meclisidir. Niyaz meclisidir. Tamamen geleneğe bağlı yürütülen bu cemlerin, aslında, Alevî-Bektâşî zümrelerinin dirlik ve düzenliğinin, birlik ve dayanışmasının esas olduğu; din ve dünya işlerinin bu toplantılarda çözüme kavuşturulduğu meclislerdir. Cem’ ritüelinin belli bir zamanı yoktur, her günde yapılabilir.164 Cem; toplamak, topluluk, toplantı, cemiyet anlamına gelmektedir. Âyin-i cemler, toplantı töresi, cem âdeti, cem töreni bir araya gelme yolu anlamına gelir. Zira tasavvufta cem, yaratılmışları görmeyerek Hakk’ı görmek, “birlik”; ‘ayn ise, öz, asıl anlamına geldiğinde, ‘aynu’l-cem’, “birliğin özü” anlamına gelmektedir.165 Aynı şekilde tasavvufta cem’ tefrika veya fırkanın zıddı olarak, kulun Allah ile birlik haline ulaşmasını ve Yaratan-yaratılan ayrımı yapmayacak noktaya gelmesini ifade eder. Cem’in daha ileri merhalelerde adı Cem’ul-Cem’ veya Aynü’l Cem’dir. Bektâşîlikte ve Alevîlikte, seyr u sülûkün yerine, ıkrar, inâbe ve aşkı koyan bir tarîkat zikri izlenir. Hz. Muhammed (s.)’den Murtaza Ali’ye telkin olunan zikir, şüphesiz kelime-i tevhîd ile yapılır. Hırka giyme bile âlemlerin efendisi Hz. Peygamber’den Ali’ye ve ondan da büyük şeyhlere ulaşarak 163 Mehmet Ersöz, Türkiye’de Alevîlik-Bektâşîlik, Otağ Matbaacılık, İstanbul 1977, s. 96. 164 Ethem Rûhi Fiğlalı, Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik, Selçuk Yayınları, İstanbul 1991, s. 371. 165 Abdülbakî Gölpınarlı, Tasavvuf’tan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkılab Yayınları, İstanbul 1977, s. 68-69; Ersöz, age., s. 96-98. 175 176 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR gelmiştir. Zamanımıza gelinceye kadar, belirlenen tarz üzere mürîdler şeyhlerden zikir öğrenir hırka ve taç giyerler. Bunlarla ilgili merasimler dahi Muhammedî sünnettir. Bektâşîlikte hırka ve taç giymek âdeti geçerli olduğu gibi, zikir telkîni dahi câridir. Bu zikir, Hâcegân tabir olunan hafî zikir erbabından Abdülhalik Gücdüvânî’nin şeyhi Yusuf Hemedânî’den Ahmet Yesevî’ye, ondan da Hünkâr Hacı Bektaş Velî’ye ulaşmıştır. Bektâşîlerin telkin ettikleri “Tevella” ve “Teberra” (ehl-i beyt dostlarına dostluk, düşmanlarına kin) dan esas gaye, tevhîd zikri ve mücahede ile bütün mâsivâdan uzak durmaktır; zikri terk etmek değildir.166 Bektaşîye dervişleri gizli zikir/kalbî zikir ashabından olduklarından bu tarîkatın şeyhleri halifelerini posta oturturken veya onlara hilâfet verirken öteki şeyhleri davet etme ve toplantılar yapma yönüne gitmemişlerdir.167 Alevî-Bektâşîlerde zikir, Dedenin gözetiminde ve hizmet sahiplerine verdiği dua ile başlar. Alevîlikte her dedenin verdiği duadan sonra farklı “dâra”lar vardır. Yeni bir dâra geçişte, Dede farklı dualarda bulunur ondan sonra “samahcılar” ve sazcılar farklı elfazlarla zikrederler. Duadan sonra hizmet sahipleri hizmetlerinin başına giderler. Her hizmette hizmetçi farklı dilekte bulunur, Dede farklı duada bulunur. Cemde söylenen nefesler ve düvaz, bölgelere veya zâkirin (âşık, ozan) bilgisine göre değişir.168 Alevî-Bektâşîlerde, Dedenin duasından sonra zikir olarak okunan elfazlar şunlardır: “Allah, Allah”, “Allah u Ekber, Allah u Ekber, Lâ İlâhe İllâllahu Vallâhu Ekber, Allah u Ekber ve Lillâh’il-hamd” bu cümle üç kez tekrarlanır. Zikirde şu salâvat 166 Yaşar Nuri Öztürk, Tarih Boyunca Bektaşilik,Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 1997, s. 216-217. 167 Aynı eser, s. 217. 168 Fiğlalı, age., s. 349 okunur: “Allahümme Salli alâ Seyyidina Muhammed Mustafa, Aliyye’l-Murtaza, Hasanü’l-Müctebâ, Huseyn-i Kerbelâ, Zeyne’l Abâ, Bâkır Bahâ, Cafer Rehnûmâ, Kâzım Mûsâ, Ali Sultan Rızâ, Muhammed Takî, Ali Nakî, Hasan Askerî, Muhammed Mehdî.”169 Okunan diğer salâvat şöyledir: “Allahümme Salli alâ Seyyidina Muhammed ve ‘alâ Al-i Muhammed.”170 Tevhîd zikrine gelince, yani Allah’ın birliği zikredilen tevhîdde, taçlama düvazının bir kıt’a arasında, cemaatın tümü tempo tutarak “Lâ İlâhe İllallah” derler ve tempoya uyarak iki tarafa vecd ve hûşu içinde dalgalanırlar. Tevhîd, AlevîBektâşî ritüelinin temel kurallarındandır. Zâkirler, Dedenin yaptığı her duadan sonra farklı sayılarda nefes, mirâclama, gülbenk ve düvaz söylerler. Miraclama esnasında samaha kalkılır. Bu nefes ve düvazlardan sonra “Allah, Allah” ism-i şerifi tekrarlanır.171 2.2.10. Yesevîlikte Zikir Yesevîlik tarîkatının kurucu pîri Ahmet Yesevi’nin müridleri tarafından uygulanan “zik-i erre” yani “testere zikri” olarak da nitelendirilen bu zikir, zikredilen esmâ kaybolup sadece boğazdan testere sesine benzer bir ses çıktığından dolayı bu şekilde isimlendirilmiştir. Bu zikir usûlünün Hz. Zekeriyya (a.s) zamanından kalma bir gelenek olduğuna dair ve yine Hızır (a.s.) tarafından Ahmet Yesevi Hazretlerine telkin edildiğine dair ve Türkistan bölge insanının cehri zikre yatkın olması dolayısıyla Ahmet Yesevî’nin bu zikri telkin ettiğine dair farklı rivayetler bulunmaktadır. Hızır (a.s.)’ın bu zikri telkin ettiği ile ilgili rivayet şu şekildedir: Bir gün Hızır (a.s) Ahmet Yesevî ile sohbet etmeye gelir, Yesevî’nin gönlünün sıkıntı içinde ol- 169 Aynı eser, s. 350. eser, s. 356 171 Aynı eser, s. 354 170 Aynı 178 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR duğunu görür. Sebebini sorar, Hoca Ahmet Yesevi’de cevaben “müridlerinin gönlünü kesafet kapladığını bundan dolayı da kendisinin üzüntülü olduğunu söyler. Bunun üzerine Hızır (a.s.) “ah, ah” diye zikre başlar, bu zikrin tesiriyle müridlerin ve Ahmet Yesevî Hazrelerinin gönlündeki sıkıntı giderilir. “Zikr-i Erre”de bu sûretle Yesevi dervişlerinin uyguladığı bir metot olur.172 Bu zikir ağız kapalı, damak ile zikre devam edilerek ve bunun neticesinde boğazdan testere hırıltısına benzer bir ses gelerek yapılır. Bu zikir yüzyıllarca devam etmiş uygulanmıştır. Ancak günümüzde Yesevilik’le ilgili bu zikir usûlünü bilip uygulayan çok fazla kimsenin olmadığı bilinmektedir.173 172 Necdet 173 Tosun, Tosun, Zikir ve Tefekkür, Hacegan Yay, İstanbul, 2013, ss. 48-49. Zikir ve Tefekkür, s. 48. SONUÇ Tasavvuf anlayışında hatırlamak/zikir, ilâhî rûhla yaşamanın ilkesidir. Bu ilke olmadan insan hayatının her yönünde Yaratıcıyı hatırda tutması mümkün değildir. Hatırda tutmak, O’nun dileğini hayatın her aşamasında yerine getirmek demektir. Zikir, rûhun derinliklerinde, yani fıtratta varolan ilâhî murad gereği Allah ile hayat sürmektir. Bu insanın özüne dönüşü ve kendini tanıma hakikatidir. Eğer insan Allah’ın kendisindeki merkezi olan kalbi, Allah’ın dileği doğrultusunda aydınlatıp, O’nun aşkının cezbesiyle parlatıp cilalarsa, o vakit Allah’ın nûru bütün zerrelerini aydınlatır. Aydınlanan insan sürekli Allah ile yaşar ve O’nun ile bütünleşir. Yeter ki, insan kendinde saklı olan o defineye ulaşılabilsin. O, ilâhî hazineye ulaşıldığı zaman, artık o kişinin hayatının her aşamasında, bedenin her zerresinde Allah’a adanmış bir benlik vardır. Zâkir, Allah’ın ebedî olarak kendisinde saklı kıldığı ilâhî nefhasıyla Allah’ı daima hatırlama hakikatiyle karşı karşıya kalmaktadır. Zira Allah’ı hatırlamak, O’nunla varolmak demektir. Allah’ı hatırlamak, aşkla, ma’rifetle Yaratıcıya bağlanmak, Allah ile hayat sürmektir. İnsan, Allah’ı hatırda tutmakla O’na doğru yükselmek seyrini gerçekleştirir. İnsan bu ulvîlikle sadece Allah’a olan urucunu gerçekleştirmez aynı zamanda 180 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Allah’ın nûruyla aydınlanmasını gerçekleştirmeyenlere ayna olup, onları Allah’tan aldığı nûrla aydınlatır. Allah’ı anmadan atılan her adım, adım atan kişi için bir sorumluluk getirir. Zâkir, Allah’ın buyurduğu gibi, Allah’ı her eyleminde anmalıdır ki, Allah ile kendisi arasında muhabbet oluşsun ve Allah’ın ilmine kavuşmayı gerçekleştirsin. Allah’ı anan erler öyle bir aşka ulaşır ki tıpkı Mevlânâ gibi, bu coşkulu sevgi neticesinde, ilâhî aşkın taşmasıyla sıradan insanların algılayamadığı hareketlerde bulunurlar. Aynı şekilde Eyyûb peygamberin çektiği ıstırabın, acının sabra ve muhabbete dönüştüğünün bir göstergesidir. Onlar, her halukârda Allah’ı anmakla ilâhî feyzin kuşatıcılığıyla huzûr bulurlar, kalpleri ve tenleri de bu nûrla aydınlanır. Her şeyin pasını giderip temizleyen bir cilası vardır ve kalbin cilası da, Allah’ı çokça anmak, yani daima hatırda tutmaktır. Tasavvuf insanın olma ve olgunlaşma sürecinde insanın bütün hücrelerine inerek Allah ile dokur. Bu işlem ancak zikir hakikatiyle gerçekleşir. Zira zikir sâliki, hallacın pamuğu devşirdiği gibi benliğini devşirerek, kendisini Allah’a amede bir şahsiyet haline dönüştürür. Zikir, kişiyi sürekli Allah ile kıyam eden bir kişiliğe büründürür. Allah’ın; “Allah sözün en güzelini âyetleri ve hakikatleri tekrarlanan bir kitap halinde indirdi. Rablerinden korkanların derileri ondan ürperir! Sonra derileri de kapleri de Allah’ın zikrine yumuşar.” (Zümer, 39/23) buyurduğu gerçekte açıklandığı gibi. Sûfînin Allah’ı hatırda tutmakla edindiği bilgi, Allah’ın zât’ı, sıfatları ve isimleri olunca bu bilgi şüphe götürmeyen bir bilgidir. Bu ma’rifet, Allah’ın yakîn olarak tanınıp bilinmesi ve O’nunla hayat yaşama gerçeğini ortaya koyar. Zikir, Allah’ı tam rubûbiyyetle tanımak, benliği kul olarak bilmek, Allah’ın her varlığın ilki olduğunu, sonunda da her şeyin O’na döndürüleceğini bilmektir. SONUÇ Allah’ı hatırlamak, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımak, her fiilinde Allah’a sadakat göstermek, her türlü beşerî ahlâktan ve bu ahlâkın getirmiş olduğu kötü afetlerden kaçınmaktır. Sâlik zikirle Allah’ı unutturan her şeyi bir kenara bırakıp, şevk ve muhabbet denizinde kendi benliğinden kurtulur. Hatırlamak sevgiye, sevgi ise bilgiye götüren en önemli metoddur. Ma’rifet sevginin semeresi, sevgi de, Allah zikretmenin semeresidir. Ârif sûfînin kişiliği hatırlama neticesinde, ilâhî sevgi ile ilâhî bilginin birleşmesinde oluşur. Sûfîyi rabbanî ve kozmik hakikatleri keşfetme merhalesine ulaştıran kalbin nûr aydınlığında yansıyan gerçeklerdir. Kişi Allah’ı hatırda tutmakla, O’nun güzelliğinin kaynağı olan kafûr pınarından kana kana içer. İçilen bu şarap onun kalbinde ilim ve hikmet deryasını oluşturur. Hiçbir beşerî bilginin veremediği zevk ve lezzet mertebesine çıkarır. Sûfî Allah’ı hatırlamakla, kendisini Allah’a götüren delilin yine Allah olduğunu hatırlatıyor. Zikrin insana hatırlattığı şey, her iki dünyayı da gül bahçesine çevirme bilincini vermesidir. Allah ile her ânını geçiren muhakîk sûfî, yaratıcılığı ve sanatkârlığıyla toplumda yaşayan bireyin hayatını kolaylaştıran kişidir. Zikir, Allah dışındaki ağyardan geçip, gönül sarayını O’na arş yapmak için tertemiz hale getirdikten sonra mutlu ve huzûrlu bir hâl yaşamanın yolunu gösteriyor. Hatırlamak, yaratılan varlıktan bir bütün arınıp Allah ile beraber yaşamanın mutluluk reçetesini sunmaktadır. Bu reçeteyle psikolojik ve sosyal değerlerin en üst seviyesinde olan “insan-ı kâmil” prototipinin portesini ortaya koymaktadır. Zikir, tasavvufî hâl ile donanan insanların bireyin ve toplumun sosyo-psikolojik yaralarını nasıl onardığının gerçeğini dillendirip, bireyin ve toplumun çıkmazına, travmalarına fiiliyle çözüm yollarını göstererek, bireysel ve toplumsal huzûra yeni bir hayat arz etmektedir. 181 182 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Hatırlama/zikir, kişinin irfân ilmiyle önce kendini, sonra diğer varlığı tanıyıp, en sonunda da, Yaratıcıyla hemhâl olma gerçeğini öğretmektedir. İnsana öze dönüş ilminin yöntemini öğreterek, gerçek ilmin “benlik” keşfini gerçekleştirmek olduğunun yolunu göstermektedir. Yani en büyük hazinenin insanın kendisi olduğu, insanın da kendinde saklı olan bu defineyi keşfederse en büyük servete kavuşacağını vurgulamaktadır. Neticede tasavvufî bir perspektifle kaleme aldığımız bu mütevazi çalışma, ümit ederiz ki çalışmanın asıl gayesi olan insana Allah’ı hatırlamakta bir kılavuzluk görevini yerine getirir. KAYNAKÇA Abdülbakî, Muhammed Fuad, Mu’cemu’l-Mufehres, Kahire 1983 Afîfî, Ebu’l Alâ, Fusûsü’l-Hikem Okumaları, çev. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2000. Algar, Hamid, Nakşibendîlik, İnsan Yayınları, İstanbul 2005 Ankaravî, İsmail Rüsûhî, Mesnevî’nin Sırrı, haz. Semih CeylanMustafa Toptan, Hayy Kitap, İstanbul 2008 _____, Mevlevîler Yolu, haz. Mehmet Kanar, Şule Yayınları, İstanbul 2012 Arasteh, A. Rıza, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, çev. Bekir Demirkol- İbrahim Özdemir, Ankara 2000 Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, (Yun. çev. Saffet Babür), Kebikeç Yayınları, Ankara 2005 Arvâsî, Abdülhakim, Râbıtaî Şerif, nşr. Necip Fazıl Kısa Kürek, İstanbul 1979 Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi, İstanbul, 1305, II, s. 346-347 Aşkar, Mustafa, Tarikatların Müşterek Unsurları (Tasavvuf Tarihi Kitabının İçinde), Editör: Ethem Cebecioğlu, Ankara üniversitesi Uzaktan Eğitim Merkezi Yayınları, Ankara 2013. Ateş, Süleyman, Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İstanbul 1995 184 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Âttar, Ferûdiddîn, Pendnâme, trc. Yusuf Çetindağ, Etkileşim Yayınları, İstanbul 2013 Augustinus, The City of God, çev. H. Bettenson, Penguin Books 1972 Ay, Mahmut, Kur’ân’ın Tasavvufî Yorumu, İnsan Yayınları, İstanbul 2011 Aynî, Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1995 el-Bağdâdî, Muhammed ibn Süleyman, el-Hâdîkatü’n-Nediyye, Bağdat 1234 el-Bağdâdî, Şıhabuddîn, Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hîkme, Beyrut 1984 Baklî, Ruzbihan, Meşâhu’l-Ervâh, ed: Nazif H. Hoca, İstanbul, 1974 Bayhan, Ali Rıza, Sûfi İle Terapist, Etkileşim Yay., İstanbul 2013 Burckhart, Titus, An Introduction to Sufi Doctrine, trans. D. M. Mathesan, Lahore 1963 Câmi, Abdurrahman, Nefahâtü’l-Üns, Evliya Menkıbeleri, terc ve şerh: Lâmi Çelebi, Haz. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara, 2. Baskı, Ma’rifet Yayınları, İstanbul, 2001 Cebecioğlu Ethem, “Nokta-i Süveydâ 2”, Altınoluk Dergisi, Haziran 2014, sayı: 340. el-Cevziyye, İbn Kayyım, Medâricu’s Sâlikîn, trc. Heyet, İnsan Yayınları, İstanbul 1994 Dehlevi, Şah Veliyullah, Hüccetullah el-Bâliğa, Kahire, ts Descartes, Metot Üzerine Konuşma, çev. K. Sahisel, Sosyal Yay., İstanbul 1984 Dostoyevski, Ev Sahibesi, çev. H. Kaplan, Antik Dünya Klasikleri, İstanbul 2006 Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, çev. Tahsin Yazıcı, MEB Yayınları, İstanbul 1964. KAYNAKÇA Eroli, Muhammed Saki, Aile Saadeti, Semerkand Yayınları, 1975. Eşrefoğlu Rumî, Tarîkatnâme, haz. Esra Keskinkılıç, Gelenek Yayınları, İstanbul 2002 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’ân, çev. Alparslan Açıkgenç, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1998 Fiğlalı, Ethem Ruhi, Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik, Selçuk Yayınları, İstanbul 1991, s. 371. Foucault, Michel, Benlik Teknolojileri, (Kendini Bilmek’in içinde), çev. Gül Çağalı Güven, Om Yay., İstanbul 1999, Gazâlî, Ebû Hamid Muhammed, İhyâu ‘Ulûmiddîn, thr. Abdurrahîm b. Hüseyin el-Irakî, Beyrut 1983. _____, er-Risâletü’l-Ledünniye (Resâil içinde), Beyrut 1992. _____, Kitâbu Mişkâtü’l-Envâr (Resâil içinde), Beyrut 1992. _____, Kitabu’l-Ezkâr ve’d-Da’avât, Blak, 1979 Gilsenan, M., Saint and Sufi in Modern Egypt, Oxford 1973, Oxford Universty Press Gökbulut, Süleyman, Necmeddîn-i Kübrâ, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İnsan Yayınları, İstanbul 2010 Göktaş,Vahit,Tenik,Ali, “Esad Erbili’nin Zikirle İlgili Görüşleri”, Toplum Bilimleri Dergisi, Temmuz-Aralık 7/14, 2013, s. 261. Gölpınarlı, Abdülbaki, Tasavvuf’tan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkılab Yayınları, İstanbul 1977 Göztepe, Yüksel, Abdülkerî Kuşeyrî’de Hâller ve Makâmlar (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 2006. Gümüşhânevî, Ahmed Ziyaüddin, Câmiu’l-Usûl, Mısır, 1319 Gürer, Dilaver, Abdülkadir Geylânî, Hayatı, Eserleri, Tarîkatı, İnsan Yayınları İstanbul 1999 Hacı Muharrem Hilmi Efendi, Kadirî Yolu Sâliklerinin Zikir Makâmları ve Zâkirlere Hediye neşr. Süleyman Ateş, İstanbul, 1982 185 186 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Hâkim, Suad, el- Mucemü’s-Sûfî, Hudûdi’l-Kelime, Beyrut 1981. Haznevi, Ahmed, Mektubat,13-14(Sey-Tac Yayınları-2003) Hücvîrî, Ali b. Osman, Keşfu’l-Mahcûb, thk. İbrahim Desûkî, Kahire 1974. el-Isfahânî, Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed Râgıb, elMüfredatü li-Elfâzı’l-Kur’ân (tahkik. Savân Adnan Davudî ), 2. baskı, Beyrut, 1998. el- Isfehânî, Ebû Nûaym Ahmed b. Abdullah, Hilyetü’l-Evliyâ, Mısır 1932 İbn-i Adî, Ebu Ahmed Abdullah, el-Kâmil fi Duafâi’r-Ricâl, Beyrut, 1988 İbnü’l-Arabî, Muhyiddîn, el-Kevkebü’d-Düriyye fî Menâkıb-i Zinnûn el- Mısrî, tash. Asım İbrahim el-Kayâlî, Beyrut 2005 _____, Fütûhât-ı Mekkiyye, Beyrut 1998. _____, “Hilyetü’l-Ebdâl”, Resâil, Neşr: Muhammed Şihabeddin el-Arabî, Dâr-ı Sadr, Beyrut, 1997 _____, Fusûsü’l-Hîkem, thk. Ebû ‘Alâ el-Afîfî, Beyrut 1992. İskenderî, İbn Ataullah, Hikem-i ‘Ataiyye, Kahire 1960. Karagöz, İsmail, Kur’an’da Zikir Kavramı ve Allah’ı Zikir, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2012. el-Kâşifî, Mevlânâ Ali b. Hüseyin el-Vâiz, Tercüme-i Reşehât-ı Ayni’l-Hayat, M. Ma’rûf Abbâsî, İstanbul 1279. el-Kelâbâzî, Ebi Bekr Muhammed b. İshâk, Ta’arruf, Beyrut 1993. Kerimoğlu, Yusuf, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Yay. 2004. Kılıç, M. Erol, Ezoterik, Bahar, 2006, s.46. “Padişah-ı Âlem Olmak Bir Kuru Gavga İmiş”, Mahmud Erol Kılıç ile Söyleşi, A. Sait Aykut, E. Efe Çakmak, İstanbul, 2006. Kılıç, Sadık, Benliğin İnşası, İnsan Yay., İstanbul 2000. Kınacı, Selahattin, Gavs-ı Bilvanisi Hayatı, Sey-Tac Yayınları, 1975. KAYNAKÇA Konur, Himmet, İbrahim Gülşeni, Hayatı, Eserleri, Tarîkatı, İstanbul, 2000 Kuddûsî, Ahmed, Hazinetü’l-Esrâr, (Kuddûsî Külliyâtı içinde), Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi, No: 2444. _____, Pendnâme-i Kuddûsî, KMM Ktp. (Külliyât içinde) Kuşeyrî, Ebû Kasım Abdülkerîm, Letâifü’l-İşârât, thk. İbrahim Besyûnî, el-Hey’etü’l-Mısriyetü’l-Âmme, Kahire 2000. _____, er-Risâle fî’t-Tasavvuf, Beyrut 1992. Kübra, Necmüddin, Tasavvufî Hayat, haz. Mustafa Kara, İstanbul, 1980 _____, Usûlü’l-Aşere Risâle ile’l-Hâim _____, Fevâihu’l-Cemâl ve Fevâtihu’l-Celâl, thk. Yusuf Zeydan, Kahire 1980. Küçük, Osman Nuri, Mevlânâ’ya Göre Manevî Gelişim, İnsan Yayınları, İstanbul 2009 Jonathan Lear, Mutluluk, Ölüm ve Yasamın Artakalanı, (çev. Banu Büyükkal), Metis Yayınları, İstanbul 2006 Lings, Martin, The Book of Certainty, London 1972 Mahir, Kastamonulu Seyyid Hafız Ahmed, Hikem-i Atâiyye Şerhi, haz. Tahir Galip Seratlı, İstanbul 2010 Memiş, Abdurrahman, Hâlîd Bağdâdî ve Anadolu da Hâlidîlik, İz Yayıncılık, İstanbul 2000 Mevlânâ, Celâleddîn er-Rûmî, Mesnevî, çev. Veled İzbulak, Konya Büyükşehir Beledeiyesi Yayınları, Konya 2004. _____, Dîvân-ı Kebîr, haz. Abdülbâki Gölpınarlı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000 _____, Fîhı Mâ Fîh, trc. Ahmed Avni Konuk, İz Yayıncılık, İstanbul 1994 el-Mekkî, Ebû Talib, Kûtu’l-Kulûb, thk. Said Nesib Mekârim, Beyrut 1995 el-Mevdûdî, Ebu’l-A’la, Tefhimu’l-Kur’ân, İz Yayıncılık, İstanbul, 1988 187 188 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Morris, B., Anthropolocigal Studes of Religion-An Introductory Text, Cambridge 1990, Cambridge Universty Press el-Muhâsîbî, Haris b. Esed, er-Riâye li Hukukillah, Kahire 1962. Nasr, Seyyed Hossein, Sufi Essays, George Allen, 1972 _____, Bilgi ve Kutsal, Çev: Yusuf Yazar, İz Yayınları, İstanbul, 2001 Nicholsan, Reynold A., The Mystics of İslâm, London 1989 Öztürk, Yaşar Nuri, Din ve Fıtrat, 2. baskı, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 1992 _____, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, İstanbul 1979 _____, Kuşadalı İbrâhim Halvetî, İstanbul 1982. _____, Tasavvufun Ruhu Ve Tarikatlar, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 1988. _____, Tarih Boyunca Bektaşilik, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 1997. Özköse, Kadir, Dervişin Günlüğü, Ensar Yayıncılık, Konya 2008. Pascal, Düşünceler, (çev. İ. Zeki Eyüpoğlu), Say Yayınları, İstanbul 1992 Râzî, Fahruddîn, Mefatîhu’l-Gayb, Beyrut ts Rosenthal, Franz, Knowledge Tiumphant, The Concept of Knowledge in Medieval İslam Leiden, Ed: J. Brill, 1970, es-Samarrâî, Yûnus eş-Şeyh İbrahim, es-Seyyid Ahmed er-RıfâîHayatuhû ve Âsâruhû, Beyrut 1982. Saznegelman, Furnandez -İnâyet Han, Jung Psikolojisi ve Tasavvuf, İnsan Yay., İstanbul, 1994, Sırma, İhsan Süreyya, “İkbal’in Düşüncesinde Lâ ve İllâ’nın Analizi”, Muhammed İkbal Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul, 1995 Sihrindî, Ahmed Farûk, Mektûbât-ı Rabbânî, çev. Abdülkadir Akçiçek, Merve Yayınları, İstanbul ts. KAYNAKÇA Schimmel, Annemarie, ”Müslümanlıkta Mutasavvıfane Duâ ve Niyaz”, AÜİFD, Ankara 1953, sy. ΙΙ-ΙΙΙ _____, İslâmın Mistik Boyutları, çev. Ender Gürol, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2001. Smith, Margaret, Bir Kadın Sûfî: Rabia, çev. Özlem Eraydın, İnsan Yayınları, İstanbul, 1990 Sühreverdî, Abdülkâhir b. Abdullah, Avârifü’l-Maârif, Beyrut 1986. Şarânî, Abdulvahhab, el-Envâru’l-Kudsiyye fî Ma’rifeti Kavâidi’sSûfiyye, Kahire 1987 Şemlelizâde, Ahmet, Şîve-i Tarîkat-i Gülşeniyye, haz. Tahsin Yazıcı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1982 Şirvanî, Seyyid Yahya, Şifaü’l-Esrâr, haz. Mehmet Rıhtım, Sufi Kitap, İstanbul 2011 Tarlan, Ali Nihad, Edebiyat Meseleleri, Ötüken Yayınları, İstanbul 1981 Tehânevî, İmdâdullah, Ziyâu’l-Kulûb, trc. Mehmed Es’ad Dede, haz. Adnan Kaya, İnsan Yayınları, İstanbul 2007 Tenik Ali, Göktaş Vahit, “Importance and Effects of Remembrance (Dhikr) in Socio Psikolological Terms”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 49/2, 2008, s. 219. Tenik, Ali, “Sosyo-Psikolojik Açıdan Zikir ve Şanlıurfa Dergâh Camii Örneği”, Tasavvuf Dergisi, Ankara 2002, sy. 8 _____, Ahmed Kuddûsî ve Tasavvuf Düşüncesi, Bor’lu Ahmed Kuddûsî Vakfı Yayınları, İstanbul 2012 _____, Ahîliğin Tasavvufî Boyutu ve Şanlıurfa’da Ahîlik İzleri, Marife Dergisi, sy. 2, Konya 2002 Tosun, Necdet, Bahâeddîn Nakşbend, Hayatı, Görüşleri, Tarîkatı, İnsan Yayınları, İstanbul 2002. Tosuni Necdet, Zikir ve Tefekkür, Hacegan Yay, İstanbul, 2013. Uludağ, Süleyman, “Zikir”, İA, İstanbul, 1993 189 190 ALLAH’LA VAR OLMANIN YOLU: ZİKİR Vassâf, Osmanzâde Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, Haz. Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz, Kitabevi, İstanbul 2006. Vicdanî, Sadık, Tarîkatlar ve Silsileleri (sad. İrfan Gündüz), İstanbul, 1996 Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dîni Kur’ân Dili, İstanbul 1997 Yıldırım, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları, 1991. Yılmaz, Ömer, İbrahim Kurânî, İnsan Yayınları, İstanbul 2005 Yunus Emre, Divân, haz. Abdülbakî Gölpınarlı, İstanbul 1964.
© Copyright 2024 Paperzz