Gökberk Arslan Çanakkale Özel Anadolu Lisesi ÇANAKKALE Derecesi :1 “Kendiyle ilişkisini kişi, birkaç açıdan “kendi”yle kurabilir: kişi olarak: biricikliğinde, eşsizliğinde, kendiyle; birey olarak: yaşadığı yerin ve çağın insanı olarak kendiyle; bir insan olarak: tarihteki in san türünün bir üyesi olarak kendiyle. Bir kişinin yaşamında içiçe girmiş olan bu kendiyle ilişkilerinin yalınlığında ya da karmaşıklığında, kişinin kendiyle ilgili eylemleri oluşur.” IoannaKuçuradi, Etik, Türkiye Felsefe Kurumu Yay., Ankara 19962., s. 149. SORUM LULUKLARIN ÇEVRELEDİĞİ ÖZGÜRLÜK, İNSAN EYLEM LERİNİN TEM ELİNİ OLUŞTURUR İnsan, dünyaya geldiğinde fiziksel yapısı gereği doğaya bağımlı, bir o kadar da doğa düzenine uyumsuz ve donanımsız bir varlıktır. Bu duruma inat insan onu tüm canlılardan farklı kılan bir güce sahiptir: Düşünme gücüne . İnsan, hayvandan farklı olarak, içgüdüleri ile değişmeyen tek tip bir hayat sürmez. Düşünme gücünü kullanarak üretir, toplum oluşturur, ilişkiler kurar, kurallar koyar. Bununla da kalmaz ürettiği her şeyi, kurduğu her ilişkiyi değerlendirir, yeniden üretir. Tüm bunlar aslında “insan eylemleri”dir. Pascal, insan varlığının esasını eylemlerinde görür. Fichte, Descartes’ın Cogitosunu ,“eyliyorum o halde varım” biçimine çevirmiştir. Bu durumda “insan hayatı basit ya da karmaşık birbiri içine girmiş bir eylemler ağıdır” dersek yanlış olmaz sanırım. İnsanın varlık koşulu olarak ele alınabilecek “insan eylemleri”nin farkı, bilinç içermesi ve değişik ilişkilerle kendisini göstermesidir. Bu ilişkilerin bir amacı vardır. Bu amaç, ya bilmeyi isteme ya da değerlendirmedir. İnsan bu ilişkileri kendisi gibi diğer insanlarla, insan dışındaki canlı ve cansız varlıklarla en önemlisi de kendisiyle kurar. İnsanın canlı ve cansız varlıklarla kurduğu ilişki, doğa ve doğadakileri tanıyıp anlama amaçlıdır. İnsanın insanla ilişkisi ve insanın kendisiyle ilişkisi tanıma amaçlıdır ve ancak “etik” bir sorgulamayla anlaşılır. Kuçuradi’nin betimlemeye çalıştığı insanın kendisiyle olan ilişkisi aslında insanın “kendini tanıma” ve “kendini bilme” çabasıdır. Kendini tanıma ve kendini bilme, eski uygarlıkların ahlâk öğretilerinden öğrendiğimiz, yaşadığı dönemin kahinleri tarafından “en bilge kişi” unvanı verilen Sokrates’in erdemli yaşam felsefesinin özüdür. Kendini bilmek, insanın toplumsallaşmasından bugüne kadar her yerde karşımıza çıkar. Bu söz Delphi’deApollon tapınağının girişinde, efsanelerdeki Atlantis’te, Mısır, Çin, Hint öğütlerinde tasavvuf okullarında, hatta Matrix filminde Neo’nun kahini ziyarete gittiği sahnede yer almıştır. Felsefe kitaplarında “felsefe yapma”nın en yüksek ereğinin “kendini bilme” olduğunda herkes hemfikirdir. Tam bu noktada şu soruları sormak gerekir: İnsan kendisiyle ilişkisini nasıl ve hangi yollarla kurar? İnsan kendisiyle ilişkisinde neleri değerlendirir ve değerlendirme insana kendisiyle ilgili ne tür bilgiler sağlar? İnsanlar yüzyıllardır amaçları için yaşamışlardır. Her bir yaşam, kimi zaman bencil ve gaddarca, kimi zaman dostça ve barışçı yaklaşımlarla örülmüştür. Psikoloji biliminin verilerine dayanarak söyleyebiliriz ki insanın eti-kemiği ile organizma; duyguları, düşünceleri, yetileri vb. ile kişi; toplumsallığı, diğer insanlarla ilişkileri ile bireydir. İnsan, bu üç yönün etkileşimi ile varolan karmaşık bir yapıdır. Dolayısıyla yukarıda sözünü ettiğim yaşanmış, hayata geçmiş amaçlar, bir kişinin kendisi ya da ötekiler aracılığıyla da olsa her zaman insanlığı etkilemiştir. Yapılan savaşlar, insan katliamları, kültür çatışmaları toplumsal olarak nitelense de burada eyleyen yine insandır. Aynı şekilde toplum önderlerinin, bilim insanlarının, mucitlerin, sanatçıların ve filozofların çalışmaları ne kadar şahsi görünse de sonuçta “iyi” veya “kötü” insanlığa dayanır. Ancak bu etki ister “kişisel”, ister “bireysel”, isterse “insansal” olsun, etkileyen insanın kendisidir. İnsan, bir kişi olarak insan, tektir ve eşsizdir. Bu tekliğinde insan özgürdür. Sartre’ın dediği gibi insan, özgür olmak zorundadır. Çünkü insan, bu dünyaya fırlatılmıştır, “varoluşunu” kendi belirler ve yaşamını kendi kurar. Eylemlerinin amacını kendisi belirler ve kendi iradesiyle davranır. İşte insan, biricikliği ve tekliği bağlamında kişi olarak kendisi ile ilişki kurduğunda tüm eylemlerini sorgular. Aslında bu ilişki kurma biçimi, insanın kendi kendini yargılamasıdır. Burada farklı olan, yargılayanın da yargılananın da insanın kendisi olmasıdır. Aslında bu bir bakıma “vicdan muhasebesi”dir. Bu yargılamayla insan, eylemindeki amacın iyi mi yoksa kötü mü olduğunu anlar; yaptıklarının nedenlerini, zaaflarını, hırslarını, hatalarını görür. Ancak bunların görülebilmesi için birtakım etik değerlendirme ölçü tlerinin dikkate alınması gerekir. Evet! İnsan tekliği ve eşsizliği ile kişi olarak özgürdür. Ancak bu özgürlük insanın keyfi davranması anlamına gelmez. Tam tersi özgürlük, aynı zamanda sorumluluktur. Kendine karşı, ötekilere karşı sorumluluktur. Sorumluluğu göz ardı etmeyen bir özgürlük, kişinin yaşamı için aradığı en “donanımlı” mutluluk arayışının aracı haline gelir. Böyle bir özgürlükle yaşanılan hayat ilkellikten uzaktır. Üstelik “cahillik erdemdir” diyerek hazcı bir anlayışla mutluluğu keyfilikte aramak, kendimizi kandırmaktan başka işe aramaz. Kişi eşsiz ve özgür benliğini kullandığı sürece amaçlarıyla birlikte yaşam zirvesine tırmanmaya başlamıştır artık. Peki zirveye kişi olarak mı tırmanmalıdır? Gandhi, Abraham Lincoln, Atatürk gibi kimi kişiler vardır insanlığa mâlolmuş, insanlık için istemiş insanlığın yararını gözetmiş. Hitler, Neron, S talin gibi kimileri de var ki ünlü olmuş ancak ezmiş, yıkmış, öldürmüş. İkisinin arasında ince bir çizgi ancak dağlar kadar fark var. Tarihe ve insanlığa mâlolmak, insanın dağın zirvesinde duruşu gibidir. Bu, iki yöntemle gerçekleşebilir. Sıklıkla kullanılan veya kullanılmaya çalışılan yöntem, dağın zirvesine çıkarak aşağıdakilere yön göstermektir. Bu yönlendirme, söz konusu ince çizgide “kişiselliğin” yanına “bireyselliğin” eklenmesiyle mümkün değildir. İnsanlığın yararı için kullanılması gereken yöntem ise zirveye tek değil, ötekilerle birlikte yükselmeyi istemektir. Tıpkı Platon’un mağarasında kendi isteğiyle zincirlerini kırıp idealar dünyasına kavuşanın, kendinden vazgeçip zor olanı seçerek mağarada kalanların elinden tu tmak için mağaraya geri dönmesi gibi. İnsanın doğasından kaynaklanan sosyallik arzusuna karşı konamaz. Çünkü insan Rousseau’nun dediği gibi doğa düzenine karşı hayatta kalabilmek için sessiz, kendiliğinden bir sözleşme ile sosyal düzeni kurmuştur. Her insan belli bir coğrafyada ve beli bir çağda birey olarak yaşar. Toplumu önemser. Toplumun değerlerini, toplumun kendisine yüklemek istediklerini benimser. Her insanın, içinde yaşadığı toplum ve çağda birey olarak görev ve sorumluluğunu da yine kendisi ile ilişkisi belirler. Camus, birey olarak yaşanan hayatı absürd (saçma) olarak nitelendirir. İnsan, yer ve zaman bağlamında (özellikle de modern çağda) Sisifos gibi kısır bir döngünün içindedir. Buradan çıkış yolu kararlılık, aklı kullanma ve kişilikli olabilmekte yatar. Kendisi ile ilişki kurarak kendini tanıyan insan, kendine uymayan kalıplara kendini uydurmaya çalışmaz. Bu böyle olmadığında yanılgılar içinde bunalımlar yaşamak kaçınılmazdır. Uyuşturucu batağına saplanmak, sapık eylemlerin sergilendiği dogmaların kol gezdiği tarikatların içinde köle olmak, hatta yaşamdan vazgeçmek bundan değil midir? Birey olmak, doğrudan katılmak değil, değer bilgisiyle toplumla uzlaşmaktır. Condorcet’nin dediği gibi “Bilginin aydınlatmadığı dünyayı şarlatanlar aldatır.” İçinde yaşadığımız çağda insanlık bilgi ve kültür açısından dur durak bilmeyen bir birikim oluştururken, modernistlerin vaat ettiği refah ve huzur yerini korkuya bıraktı. Yaşananlar, insan onurunu, insanca yaşamayı sağlayan insan haklarının ihlâllerini içeriyor. Hırsın, sorumsuzluğun türettiği yapay ve etik temeli olmayan değerler, gittikçe yükselip insanın değerini yok ediyor. Birikim, bilgi ve teknolojinin gelişimi, evrensel bir toplumsallaşma ve her insanın bir dünya vatandaşı olmasına karşı bir duruş mudur? Yaşanılası dünya insan keyfine mi bağlıdır? Hâlâ bir kahraman mı bekliyoruz? Biz başaramaz mıyız? Bütün bu soruların cevabı, insanın kendisi ile ilişkisinde gizlidir. Herkes önce kendinin kahramanı olabilir. Neyim? Ne yapabilirim? Ne yaptım? İşte anahtar sorular bunlardır. İnsanın kendisiyle ilişkisi aslında kendi hayatını, yapıp ettiklerini sorgulamasıdır. İnsan nerede, hangi çağda yaşarsa yaşasın “kendini değerlendirmekten” sorumludur. Sokrates’in dediği gibi “Sorgulanmamış bir yaşam, yaşanmaya değmez.” İhsan Barış Gedizlioğlu TEV İnanç Türkeş Özel Lisesi KOCAELİ Derecesi:2 “Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini azaltabilir.” Be rtrand Russell, Felsefe Yapma Sanatı, çe v. Dr. Halil Kayıkçı, Ayyıldız Yay. Ankara 2012, s. 66. BİLGİ, TEM ELSİZ İNANÇLAR VE RUSSELL’IN ÖNERM ESİ Giriş Modern çağın en etkili düşüncelerinden biri olan Bertrand Russell ma tematik, man tık ve epistemoloji gibi temel felsefe alanlarının yanı sıra uygulamalı denecek bazı sorunlarla, etikle de ilgilenmiştir. Bu sırada ortaya attığı bir önerme dikkat çekicidir. “Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini azaltabilir. Bu söze güdüsel olarak katılmak istesem de önce Russell’ın önermesini incelemem gerekir. Yazımın amacı basittir: Russell’ın önermesinin doğru olup olmadığının anlaşılması. Bunun için önce semantik yerine koyma meto du kullanılarak önermenin aslında ne önerdiği anlaşılacak, ardından anlamdaki belirsizlikler giderilecek ve bundan sonra doğruluk ortaya çıkarılacaktır. Başlarken sorulması gereken sorular şunlardır: (1) Akıldışı inanç nedir; (2) deneyin ve deneyimin verdiği ders nedir? Sonrasında bu sorular birleştirilecek ve sonuca varılacaktır. 1. Bilgi Kavramı Platon’un özellikle Devlet’inde ve bazı diyaloglarında (örneğin:Theaetetus ) inanç üzerine tartışılmaktadır. Ne var ki buradaki asıl konu bilginin tanımıdır. Günümüzde de Gettier’in karşıt örnekleri bir kenara bırakılırsa bilginin temellendirilmiş doğru inanç olduğu tezine karşı çıkan pek az olacaktır (pragmatistler hariç) . Öyleyse her bilgi aynı zamanda bir inançtır. Ne var ki aksini söylemek güçtür. İnancın bilgi olarak adlandırılması için öncelikle bir temellendirilme yapılmalı ve ardından da doğruluğu araştırılmalıdır. Bunların yanı sıra doğruluk ve temellendirilmişlik her zaman eşgüdümlü değildirler. Doğruluk daha çok metafizik (ontolojiyi kapsayacak şekilde) olanla ilgiliyken temellendirme mantık, düşünme biçimleri yani argümanlarla ilgilidir. Argümanlar tümdengelim ya da tümevarım yollarıyla elde edilir. Sanıyorum ki burada açık kalan tek kavram inanç olmaktadır. Eğer inançlar, doğruluk, temellendirme gibi diğer kavramlardan bağımsızsa her önerme bir inanç olabilir mi? Örneğin bu yazıyı kaleme alan benim on ton ağırlığında, uçabilen pembe bir fil olduğum önermesi bir inanç olabilir mi? Sanıyorum cevabımız olumlu. Bir birey istediği her şeye doğruluktan, temellendirmeden ve kanıttan bağımsız olarak inanabilir. Öyleyse tüm önermeler inançtır. Bu durumda Russell’in kullandığı akıldışı inanç nedir? Bana öyle geliyor ki bu kavram temellendirmeyle ilgilidir. Zira akıl dediğimiz şey ancak kanıt konusunda tek başına yeterlidir. Akıl ancak doğrulukla ilgili, tahminlerde bulunabilir. Gerçekliğin algılanması, deneyimlenmesi gerekir. Öyleyse akıldışı inanç temellendirilmemiş ya da yanlış temellendirilmiş inançtır. Akıl dışı olmayan inanç ise temellendirilmiş inançtır diyebiliriz. Temellendirmeye ken di içinde ikiye ayrılır: (a) güçlü ve (b) zayıf temellendirme. Güçlü kanıtlar sembolik mantık ve temel düşünme yasaları çerçevesinde incelenebilir. Örneğin şu argüman ve ardından gelecek olan önerme güçlü bir şekilde akıldışı, yani temelsiz sayılabilir. Argüman: Tüm insanlar ölümlüdür. Sokrates de bir insandır. Öyleyse Sokrates de ölümlüdür. Eğer iki öncül önerme doğru kabul ediliyorsa vargı önermesi “Sokrates ölümsüzdür” olamaz. Bu gibi çıkarımlar mantıksız, dolayısıyla da güçlü anlamda akıldışı önermelerdir. Üstüne üstlük hiçbir rasyonel birey aksini iddia etmeyecektir. Bir de zayıf anlamda akıldışıyla bakmak gerekir. Bu, bir önermenin güçlü akıldışı, yani temelsizliğinin aksine mantık ve temel düşünce yasalarından bağımsız olarak sağduyuya ve genel inanca karşıtsa zayıf anlamda akıldışıdır. Örneğin günümüzde protonların kuvarklardan oluşmadığına, canlıların evrimleşmediğine ve benzeri önermelere inanmamak zayıf anlamda akıldışı olmaktadır. Yalnız unutmamak gerekir ki bu iddia sağduyuyla örtüşmüyordu. Sağduyunun her zaman hatalı olduğunu söylemek güçtür. Ancak, her zaman doğru olduğunu söylemek de ha talı olacaktır. Örneğin günümüzde sihrin olmadığına dair yaygın bir inanç vardır. Yine de bir sihirbazın gerçekten şapkasında bir iki sihirli söz söyleyerek bir tavşan çıkartmadığını söylemek oldukça zordur. Burada ifadenin zayıf anlamda akıldışı bir inanç olduğu aşikârdır. Yine de güçlü anlamada septisizmin yeterli ölçüde yenilebileceği tartışmalıdır. Kesin bir sonuca varılamayacaksa da tıpkı Wittgenstein’ın değil gibi susulmalıdır. Bu tartışmaların ışığında Russell’ın başta akıldışı inanç derken neyi kastettiği anlaşılmalıdır. A. Güçlü Akıldışı İnançlar Eğer Russell bunu kastettiyse tartışma bir hayli kısalacaktır. Öyle ki bu durumda herkes mantık ve temel düşünce yasalarına göre önermelerini şekillendirecektir. Bu durumda, kimse Sokrates’e ölümsüz demeyecek, kimse dünyanın dönmediğini iddia etmeyecektir. Oldukça mantıklı ve kulağa hoş geliyor, ancak bununla ilgili iki sorun vardır. Öncelikle insan, her alanda kanıt sunacak veriye sahip değildir. Yani bazı alanlarda öne sürülecek önermeler temellen dirilmemiş olacaktır. Örneğin uzaylılar, odadaki pembe fil ve mantık… Sanıyorum ki asıl sorun sonuncusuyla alakalıdır. Agrippa’nın çıkmazını (Münchhausen Çıkmazı’nı) hatırlamak gerekirse ma tema tiksel bir sistem, ya aksiyom adı verilen ön kabullerden oluşur. Ya sonsuz bir ad-infinitum kanıt zincirine dayanır ya da sirküler yani döngüsel ve bir şeyi kanıtlamak için önce onun kabul edilmesi gereken kanıtlardan meydana gelir. Her üçü de kesin bir doğruluk sunamaz. Yani mantık öncüllerin kabulüne dayanır. Ne var ki ön kabullere dayandırdığımız an döngüselliğin tuzağına düşeriz. Nasıl az önce akıldışını mantıkla açıkladıysak şimdi de mantıklı kabul ettiğimiz akıldışına bir örnek oldu. Zira hiçbir kanıt sunmadan kabul etmiş olduk. Bu güçlü anlamda akıldışıdır. Eğer mantık, yalnızca kabul ettiğimiz bir şeyse bu inancımız akıldışıdır. Zira temellendirmemiz eksiktir. Diğer taraftan eğer man tığı temellendirmeye çalışırsak bu durumda mantığı kanıtlamadan kullanmış oluruz. Yani döngüselliğe düşeriz. Özetle bu şekilde bir sonuca varamayız. İkincil olarak sunulan kanıtlar doğruluğu garanti etmemektedir. Öyle ki koyu bir septiği dünyanın dönüyor olduğuna ikna etmek güçtür; ha tta var olduğuna bile. Sanıyorum ki biz üstüne ne kadar argüman öne sürsek de Descartes’ın şüphesi asla yenilemeyecektir. Bu duruma en güzel örnek illüzyonlardır. Görsel veriler ne derse ve bu veriyi kullanarak ne kadar argüman öne sürülürse sürülsün tavşan hep şapkaydı. Yoktan var olmadı. Bu şüphecilik sürdüğü sürece de güçlü anlamda bir akıldışılık Russell’ın kastettiği şey olamaz. B. Zayıf Akıldışı İnançlar Bir de zayıf akıldışı inançlar incelenmelidir. Şöyle ki sağduyu yahut naif realizm her zaman doğruluğu sağlamaz. Ayrıca değişken ve dinamiktir. Bu da demek oluyor ki kendi içinde değişen ve değiştikçe de kendini inkâr eden durumlara sebep olabilecektir. Bu özelliği yüzünden Russell’ın kastettiği şey olması daha muhtemeldir. Ne var ki kendini zaman içinde doğruladığı ve sağduyunun mantığa, dolayısıyla da zayıf akıldışının güçlüye yaklaştığı görülmektedir. Sonuç olarak Russell net değildir. Zayıf ya da güçlü akıldışı konusunda bir ayrım yapılmamıştır. Bu yüzden analizine bir kesin çizgi çekmeden, ikisini de içererek devam edeceğim ileriki kısımlarda bu tartışma da netleşecektir. II. Deneyim Belki de deneyimden bahsedilecekse önemli isimlerden biri David Hume ve onun öncülü John Locke’tur. İkisi de bilginin deneyimden doğduğunu iddia etmiş ve Locke tabula-rasa’ yı yani doğuşta insanın bir şey bilmediğini ve ancak yaşamı boyunca deneyim ve deneyle bilgiye kavuştuğunu savunmuştur. Bu yaklaşıma katı empirizm diyebiliriz. Bu öğrenim sırasında rol oynayan şeyler algılardır. Katı empirizm için yanıtlanması gereken temel soru şudur: “Eğer zihnimiz boş olarak dünyaya geliyorsak bir şeyleri algılayıp nasıl sonuçlar çıkarır, nasıl bilgi ediniriz? Kant’ın, a priori ve aposteriori kavramları empirizmin katılığını yumuşatmış ve yüzleştiği sorunları çözümlemiştir. Kimi bilgiler temellendirilirken deney kullanılır ve bunlara a posteriori temellendirmiş bilgi deriz. Russell’ın deneyim derken bunu kastettiğine inanıyorum. Deneyim, akıl yürütmeyle birlikte doğruluğu garantileyebilir. Burada söz ettiğimiz doğruluk kavramıdır; temellendirme değil. O zaman bu tarihsel tartışma bir nevi arabuluculukla sonuçlanabilir. Bilgiye erişirken mantık ve temel düşünme yasaları ve olguya dayalı deneyimler rol oynar. İkisinden birini reddetmek bizi yanılgıya sürükler. O halde doğruluğu garantilemeye yönelik olan deneyim bize ne sunar? Sonuçta halen illüzyon diye bir olasılık vardır ve algı yanılabilir. Yani, deneyim akıl yürütmeyle birlikte tek yol değil midir? Buna cevaben doğruluğun metafizik bir kavram olduğunu hatırlatmak isterim. Şüpheciliğe göre erişilebilirlik değişse de kabul edilmesi gerekir ki her şeyi görebilen bir şey var olup olmadığı, varsa insan olup olmadığı tartışmaya açıktır ancak bu tartışma şu an için ilgi alanımın dışındadır. Ya deneyim bize ne dersler verir? Sanıyorum cevap açıktır. Akıl yürütme ve deneyim bize gerçeklik bağı yani metafizik doğruluğu verir. Bu durumda alınan derslerin reddedilmesi güçtür. Eğer ki Kartezyen şüphecilik yenildiyse ve yeterli bilimsel (gözleme dayalı, deneysel) veri varsa (yani doğruysa) dünyanın dönmediğini söylemek açıkça yanlış olacaktır. Bu sayede de ortaya konmuş olan argümanların getirdiği temellendirmeyle birlikte bu inanç (önerme) artık bir bilgi olacaktır. Yani aksi iddia edilemez, kesin bir bilgi olacaktır. Öyleyse deneyim (akıl yürütmeyle birlikte) bize argümanlarımızı test etme şansı sunacaktır. Yine de burada sanıyorum Russell’ın kast ettiği şey yeterli veriye dayanan ve üstüne akıl yürütülmüş deneyimdir. Özetle, Russell deneyim derken Locke ve Hume’un katı empirizminden ziyade Kant’ın akıl yürütmeyle karışık deneyim kavramını kast etmiştir. Ayrıca deneyimin verdiği dersten kastı da metafizik anlamda, ontolojiye dayalı doğruluktur. Zira deneyim yukarıdaki gibi Kant’ın kullandığı anlamıyla doğruluğu garanti etmeyi hedefler. Önermenin değerlendirilmesi: Öyleyse karşımıza temellen dirme ve inançla ilgili bir kavram olan akıldışı inanç ve ardından da doğrulukla ilgili deneyim kavramı çıktı. Bu ikisini bağdaştırmak gerekirse karşımıza tanımı temellendirilmiş doğru inanç olan bilgi çıkar. Yine de öncelikle akıldışı inançların etkisinden bahsetmeliyim. Neden bir inancın etkisi azaltılmak istensin? Eğer güçlü akıldışı inançtan bahsediyorsak rasyonel bireyler üzerinde pek etkisi yoktur. Güçlü akıldışı inançlar rasyonel bir birey tarafından anında vazgeçilmesi gereken inançlardır. Kimse Sokrates’in bir insan ve insanların da ölümlü olduğunu kabul ederken Sokrates’e ölümsüz diyemez. Bu deneyimden bağımsız olarak bilinen rasyonel insanın kolaylıkla düşmeyeceği bir hatadır. Eğer zayıf, akıldışı inançtan bahsediyorsak toplumsal sağduyu ve bireyleri etkileyebilir. Ortaçağda dünyanın düz olduğunu söylemek sağduyuya uygunken günümüzde değildir. Sağduyu yanlış inançların kaynağı olabilir mi? Doğurabilir ve doğurmuştur. Eğer sağduyu akıldışı sonuçlar veriyorsa ve bu sonuçlar toplumu etkiliyorsa bu durumda doğruluktan nasıl emin oluruz? Sorun karmaşık gözükmektedir; ancak şu cümleyle aynı anlamı taşır: Temellendirilmiş inançların bilgi olduğundan nasıl emin olunur? Sanırım ki Kant’ın deneyim kavramıyla. (Deneyimin gözlem ve akıl yürütmeden mey dana geldiğini anımsatmak isterim.) Burada Russell’ın aslında bilgi için bir kriter koyduğunu görürüz. Eğer ortada zayıf akıldışı inançlar varsa bunları test etmenin yolu deneyime başvurmaktır der Russell. Eğer toplu inanış hatalıysa ve deneyim zayıf anlamda akıldışı gözüken önermeyi desteklerse, toplumun genel inancı değişir ve artık bu inanç zayıf anlamda akıldışı değildir. Eğer ki deneyim sağduyuyu desteklerse de artık bu önermenin güçlü anlamda akıldışı olup olmadığıyla ilgili şüpheler giderilmiş olur. Bu durumda da gerçekten isten meyen yanlış inançların yok olacaklarını ve dolayısıyla etkilerinin biteceğini görmüş oluruz, tıpkı Russell’ın önermesinde ifade ettiği gibi. Üstüne üstlük bu süreç sonunda ortaya bilginin, yani temellendirilmiş doğru inancın çıkacağını savunur. Zira artık deneyim dolayısıyla doğruluğundan emin olduğumuz ve akıldışılıktan sıyrılmış, yani temellendirilmiş bir inanca sahip oluruz; bu da bilginin tanımına eşdeğerdir. Sanıyorum analizimin bu sonucu önermeyi doğru diye nitelendirmemize izin verir. Sonuç Bu yazıda Russell’ın önermesinin doğruluğu tartışılmış ve doğru olduğu sonucuna varılmıştır. Yazı süresince akıldışı inançlar ikiye ayrılmıştır: (I) Mantıkla sınırlı olan güçlü ve (2) sağduyuyla alakalı zayıf. Ardından katı bir empirizm yerine Kant’ın tanımıyla akıl yürütmeyle birlikte giden deneyimle ilişkilendirilmiştir. Platon’un bilgi tanımına uyarak temellendirilmiş doğru inançlar, bilgi olduğu söylenmiştir. İnançların doğruluğunu test etmenin deneyimle olduğu savunulmuştur. Böylece Russell’ın önermesinin doğruluğu apaçık bir şekilde gözler önüne serilmiştir. Bora Kılıç Ankara Özel Tevfik Fikret Lisesi ANKARA Derecesi:3 “Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini azaltabilir.” Be rtrand Russell, Felsefe Yapma Sanatı, çe v. Dr. Halil Kayıkçı, Ayyıldız Yay. Ankara 2012, s. 66. ÇAĞDAŞ DÜNYADA İNANÇ VE İŞLEVİ ÜZERİNE Russell “Neden Hıristiyan Değilim” isimli eserinde inançları ve dini tarih boyunca insanın yakasını bırakmamış hastalıklar olarak tanımlar. Pozitivizm akımının etkisini her gün daha da çok hissettirdiği günümüz dünyasında inancın işlevi nedir? Akıldışı inançların etkisini azaltmak nasıl mümkün olabilir? Bu yazı, bu sorulara cevap vermeyi amaçlamaktadır. I) İnancın kaynağı, Tanımı ve Doğuşu İnanç her şeyden önce zihnin karmaşık bir fonksiyonudur. İnancın ne olduğuna dair yapılabilecek yüzlerce tanımın mevcut olması, inancın tek bir kaynağı olduğu hakikatinin önüne geçemez. İnancın kaynağı insan zihnidir. İnsanoğlu sorgulamaya inançla başlamış, başka bir deyişle ilk sorgulamaların sonucunda inancı yaratmıştır. Empirik bilginin egemenliğinden söz edemeyeceğimiz ilkçağlarda, insan kaynağını ve nedenini bilemediği her türlü fenomeni açıklamak için mitlere başvurmuş ve inançla açıklamıştır. Milyonlarca yıl varlığını sürdürmüş dünyamızda, insanlığın başlangıcına kadar inançtan söz etmek mü mkün değildir. İnanç sabit değildir ve insanlık tarih boyunca değiştikçe o da yaratıcısına uyum sağlamıştır. Mitler, kullanılan inançlardır. İnsanlık yenilendikçe inandıkları da yenilenmiş, eski inançların temellerini çoğu zaman koruyarak onlara yeni kabuklar yaratmıştır. Nordik mitlerdeki yaratılış efsanelerinin çoğunu bugün Hıristiyanlıkta da görürüz. Tarih boyunca inanışlar beşeri faaliyetler ve etkileşimle birbiriyle sentezlenmiş, yeni öğeler kazanarak değişmişlerdir. Bu da tüm inançların insanlığın ortak bir ürünü olduğunu, tek ve özgün bir inanıştan söz edilemeyeceğini kanıtlar. İnancın kaynağının ilahi ve tek olduğu ön kabulü bile bu gerçeği değiştiremez. İnsanın sonradan kabul edeceği bu öğretilere eski inançlarından elemanlar taşımaması söz konusu olamaz. Özetle insanın varoluşu, Sartre ve Heidegger’in de dediği gibi özünden önce gelir. İnsan varoluşundan sonra (eğer oluşturursa) inançlarını oluşturur. Kısacası inanışın tarihi insanlığın tarihiyle başlar. Peki, inanç insanlık tarihi boyunca var olabilecek midir? II. İnanç ve Akıldışı İnanç Russell, teolojik her inancı akıldışı ilan eder. Wittgenstein’a göre “ Her temellendirilmiş inancın temelinde temellen dirilmemiş bir inanç vardır.” Ona göre teolojik inancın, rasyonel ve empirik bilgi alanında temellendirilmesi mümkün değildir. Russell için bilimle bilinemeyen insan için bilinmez olandır. Bilime etkinlik olarak bakıldığında bizi bilimsel bulgulara yönlendirenin yine bir çeşit inanç olduğunu görürüz. Bilim insanı bir fenomeni açıklama gereksinimi duyduğunda, bu fenomeni deneylemeden önce zihnindeki bu ön tasarıma inanır. Fakat bu inanç, bilim insanın elindeki bir fener gibidir. Apriori bir yapıya sahip olan paradigmasına tu tunan bilim insanı, zihnindeki konsepti olgusal bir temele dayandırarak olgusal bir sonuca ulaşırsa, bilimin ilerlemesine katkıda bulunmuş olur. Onu bunu yapmaya iten sahip olduğu merak ve zihindeki tasarıma duyduğu inançtır. Yani kör inanç ve inanç arasında büyük bir fark vardır. Kör inançların temelini metafizik öğeler oluşturur. İnsan yapısı, bilme isteği gereği metafiziğe ilgi duyar. Metafizik, oto-determinist bir filozof olan Sartre’ın deyimiyle “dünyada terk edilmiş insan” için susuz bir adaya düşmüşken yanı başında bulduğu okyanustur. Uçsuz bucaksız olanıyla tam kavranamaz. Bir başka benzerliği ise tuzlu suyun insan susuzluğunu gidermemesi gibi, insanın bilgiye olan açlığını asla ta tmin edemeyecek oluşudur. İnsanı metafiziğe yönlendiren susuzluğu, yani bilgisizliğidir. Yani inançlar, yardım adı altında dünyanın yoksulluğunu sömüren kimi güçler gibi bilgisiz insanın bilgisizliğini sömürürler. Asalak bir hayvan gibi bu insanların zihinlerine yapışır ve orada var olurlar. İnanç ve akıldışı inancın farkı burada ortaya çıkar. Cahil insanın sahip olduğu inanç kör ve akıldışıdır; onu sorgulamadan alıkoyar. Kör olmayan inanç ise insanı yeni bulgulara iten bir güçtür. III. Akıldışı İnancın Etkisini Azaltmak İnsanın etkisini azaltmak için öncelikle temellerini oturttuğu olguların saptanması gerekmektedir. Akıldışı inanç temellerini cehalet ve korku üzerine oturtur. Russell, “Ne ka dar az şey biliyorsanız, o bilginize o kadar sıkı tutunursunuz” der. İnancı hayatlarının odak noktasına koyan insanlar da bu sebeple onu bu kadar yüceltir ve etkisini azaltır. İnancı hayatlarının odak noktasına koyan insanlar da bu sebeple onu bu kadar yüceltir ve etkisini arttırır. İnsan bilmediğinden korkar. Bu korkunun sonucunda ise algılanamayana sığınır ve merhamet ister. Teist insanların karşısına sıkça çıkan bir sorunun temellerini Hume atmıştır. “Bir tanrı varsa, kötülüklerin sonunu getirmeye kudreti yok mudur?” İnsan şüphesiz ki işe yaramayan merhametten bıkar ve usanır. Bir başka deyişle akıldışı inancın ve dinin hükmettiği bir ortaçağda bu akıldışı insanların etkisini kırmak amacıyla hareket edip yakılarak öldürülen G. Bruno’nun heykellerinin İtalya sokaklarını süslediği dönemlerde yaşamaktayız. Olgusal bilgi tarih boyunca gelişir ve bu bilinmeyenlerin sayısını azaltır. Bu da türetilecek metafizik problematik sayısının düşmesi an lamına gelir. Çünkü David Brooks’un da dediği gibi olgusal olanı metafizik problem haline getirmek yalnızca teolojik bir hatadır. Russell’ın da tümcesinde bahsi geçen deneyim bu bilimsel ilerleme ve zamandır. IV. İnanç ve İşlevinin Alanında Kalanlar- Sonuç 21. yüzyıldan daha önce, 19. Yüzyıldan itibaren neo pozitivizm, analitik felsefe metafizik alanı felsefenin alanından uzaklaştırmaya başlamıştır. Pozitif bilimlere ve duyulara yine bu yıllarda artan güven ise metafiziği bilimden uzaklaştırmış, ona tamamen nesnel ve rasyonel olgusal yapıya tama mıyla ulaşmıştır. Russell’ın hayalini kurduğu tasarı her gün daha da gerçek olmakta, inanç yerini bilimsel bilgiye bırakmaktadır. Öyleyse, bu yeni olgusal dünyamızda inanç nasıl algılamalıdır? İnanç tamamıyla işe yaramaz ve işlevsiz mi kalmıştır? Kesinlikle hayır? Pozitif bilimlerin ve insanlığın ötesi inancı yalnızca bilgi alanından uzaklaştırmak olmalıdır. Tanrı tanımaz bir filozof olan Russell için bile inancın, başarılı olsun ya da olmasın halâ bir işlevi vardır. İnanç bütünüyle bir ahlâk yasası oluşturur. Yine bu sebeple kendisi peygamberleri “özverili ahlâkçılar” olarak değerlendirir. (Neden Hıristiyan Değilim). Bu durum ise karşımıza yeni bir soru çıkarır. İnançlar ve din dogmatik ve kalıpsal yapıdadırlar. Belirli bir kısmını hayatınıza yansıtıp belirli bir parçayı reddedemezsiniz. Öyleyse, inançsız bir bireyin bu ahlâk yasasını bütünüyle benimsemesi mümkün müdür? Başka bir bakış açısıyla bu ahlâk yasasına uymak için hayatını tamamen değiştirecek olması kendisi için bir Nobel Barış Ödülü almak uğruna cinayet işlemeye benzemeyecek midir? Sonuç olarak Bertrand Russell’ın cümlesinden kesinlik bildirmeyen her türlü öğe kaldırılmalıdır. “Deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini azaltır.” İnsan bilimin tarihsel gelişimi içinde yanılarak, çabalayarak olgusal olanın bayrağını her gün daha ileri taşımış ve taşımaktadır. Olgusal olan genişledikçe, inançsal olan daralmıştır. Fakat her inanç akıldışı olarak nitelendirilemez. Bilinmeyeni bulma yolculuğu her zaman merak ve inançla başlar. Kör ve akıldışı inançla bunun ayrımının iyi yapılması gerektirir. Öznur Hancı Özel Bilkent Erzurum Laboratuar Lisesi ERZURUM Derecesi:4 “Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini azaltabilir.” Be rtrand Russell, Felsefe Yapma Sanatı, çe v. Dr. Halil Kayıkçı, Ayyıldız Yay. Ankara 2012, s. 66. DENEYİM İN AYDINLATTIĞI KARANLIK İnsanoğlu her zaman deneyimleriyle, düşündükleri ya da hissettikleri arasında kalmıştır. Descartes’ın, kartezyen diyalektiği fiziği ve metafiziği tamamıyla ayrı şeyler olarak düşünerek bu sorunsala bir açıklama getirse de, yerleşmiş inançlar felsefenin önünü tıkamaya devam etmiştir. İşte bu noktada “Felsefe nedir? Ne için yapılır?” soruları devreye girmektedir. Zira, Russell gibi kimi felsefeciler tarafından “akıldışı” olarak nitelendirilen bazı inançların da kendilerine ait bir felsefeleri vardır. Yani Russell hem haklı hem haksızdır. Russell’ın “akıldışı” olarak nitelendirdiği inançlar, büyük oranda dinleri kapsamaktadır. Felsefeciler insan hayatına yön ve anlam verenin ne olduğunu tartışsalar da- tıpkı hedonistlerin kaliteli hazza ulaşma ya da Sartre gibi varoluşçuların “öz”ü bulma ideali gibi muhtemelen hiçbir şey, insanların hayatını din kadar kapsamlı ve etkili bir şekilde yönlendirmemiştir. Felsefenin hayata dair bir amaç belirlemek için yapıldığı düşünülebilir. Bu amacın sezgisel ya da mantıksal sebeplere dayandırılarak ve amacın amacı gibi sarmallardan uzaklaşıp basitleştirilmesi Nietzsche, Heidegger, Simone de Beauvoir gibi filozofların ve Budizm felsefesinin düşünce temellerini oluşturmuştur. Nietzsche o amacın, üstün insana (übermensch) ulaşmak olabileceğini öne sürüp sonra da bu olanağı sorgulamıştır. Beauvoir için kadınsal rollerin reddi ile (örneğin: eş, anne) başlayabilecek sürecin amacı, rollerden bağımsız bir varoluş ile sonuçlanmaktadır. Konuya hiçlik hissi ve ölümlü bir hayatın acı veren anlamsızlığı boyutundan yaklaşan Heidegger, Nietzsche ve Simone de Beauvoir gibi bir amaç arayışı içine girmiştir. Oysaki dinlerde durum çok farklıdır. Din felsefesine genel olarak bakıldığında amaç bellidir: Tanrı’nın ya da ilahi kuvvetlerin doğrultusunda iyi bir insan olup sonraki hayata hazırlanmak. Bu durum en çok Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam için geçerlidir. Modern felsefenin tümevarımcı anlayışının aksine semavi dinlerin ya da mitolojik inançların tümdengelimci bir anlayışı vardır. Ve tüm; Tanrı ya da ilahi olandır. Din felsefesi bu algının etrafında şekillenmiştir ve bu nedenle hem Diyojen gibi ilkçağ filozofları, hem de ortaçağ filozofları, felsefelerini dini ve ahlâki bir temele oturtma ihtiyacı duymuşlardır. Bu da bilinen anlamda “insan aklının özgürleşmesi” olan felsefeyi prangalara vurarak asıl anlamından uzaklaştırmaktadır. Felsefenin babası olarak bilinen Sokrates’i, Sokrates yapan budur: İnançların buyruğundan çıkıp özgür düşünebilmek. Nitekim Sokrates, özgür düşünmeye verdiği önemden dolayı düşüncelerini insanlara doğrudan empoze etmemiş, doğurtma metodu ile başkalarının da kendi düşünce sistemlerini oluşturmasını sağlamıştır. “Atina’nın tanrılarına başkaldırmakla suçlansa da yolunda yürümeye devam etmiş ve kendini izleyen Platon ve Aristo teles ile bugüne uzanan felsefi öğretilerin temelini atmıştır. Sokrates düşüncelerini Atina tanrılarına karşı hakaret olduğuna inanıp yolundan ayrılsaydı felsefe bugünkü noktaya ulaşabilir miydi? Muhtemelen hayır. Onun kendi deneyimlerini felsefileştirmesi bugün dahi yaşamaktadır. Ancak Yunan dünyasının çok tanrılı mitolojik inancı miladını doldurmuştur. Dini inançlar insan iradesinden uzak ilahi temellere dayandırıldığı ve bu durum beraberinde dinden bağımsız pek çok batıl inanç getirdiği için dogmatik bir yol takip etmek insanları ileriye götürmemiştir. Bir zamanlar Dünya’nın düz olduğuna inanılıyordu ve bilimsel kanıtlar sayesinde bu inanç değişti. Ancak dünyanın bugün çok tanrılı değil de tek tanrılı inanç sistemlerini benimsemiş olmasının mantıklı ya da deneysel bir nedeni yoktur. Bu inançların varlığını ne kadar devam ettireceği bilinemez. Dünya’nın şekli örneğinde olduğu gibi deneysel ve bilimsel kanıtların insanlığın evreni ve yaşamı anlamasında daha etkili olması empiristlerin, Copernic, Galilei, Einstein gibi bilim insanlarının düşünce sistemlerini etkilemiştir. Çünkü felsefe, hayatın her alanıyla iç içedir. Çok muhafazakâr bir düşünce yapısına sahip Sigmund Freud dahi çalışmalarını deneylere ve deneyimlerine dayandırmıştır. Bu durum bilim ve dini ayırarak bir nevi fizik-metafizik çatışması yaratmaktadır. Hegel’in tez-an titez-sen tez üçlemesinden oluşan ve zıtlıkları düşünmeyi amaçlayan diyalektiğinin aksine Russell, aydınlığa ulaşmanın tek bir yol izlemekle mümkün olabileceğini şüpheli bir bakış açısıyla öne sürmüştür. “Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini azaltabilir” diyen Russell, yüzyıllardır süregelen ve hem felsefenin hem de bilimin ilerlemesini engelleyen inançlar yerine, insanın deneyimlerinden ders çıkarmasının karanlığı aydınlatabileceğini savunmuştur. Tıpkı kendi düşündüğü- Düşünüyorum, öyleyse varımdışında hiçbir şeyden emin olamayacağını öne süren şüpheci Descartes gibi, Russell da deneyimin dahi çözüm olabileceğinden şüphelidir, “belki” diyerek ancak bu şüpheci yaklaşım Russell’ın felsefesinde deneyimin inanca olan üstünlüğünü azaltmamaktadır. Çünkü inançların aksine felsefe şüpheden beslenmektedir ve bu durum Russell’ın deneyimciliğini desteklemektedir. Russell’ın şüpheci deneyimciliğinin es geçtiği bir nokta ise inançsal öğretilerin her kişide farklı etki uyandırdığıdır. Örneğin İslami tasavvuf anlayışını benimseyen Mevlâna ve Yunus Emre’nin inançları Buddha’nın felsefesiyle paralellik gösterir, ha tta Spinoza’nın panteizmi ve Leibniz’in “monad” teorisiyle uyumludur. Bu düşünürlerin farklı adlar altında kastettiklerinin ne olduğu belki hiçbir zaman tam olarak bilinmeyecektir. Çünkü herkesin din, tanrı ve metafizik algısı farklıdır. Bu nedenle inançların sınıflandırılması yanlıştır. İslam tasavvufundaki “Vahde. -i vücut” düşüncesi ve Mevlâna’nın öldüğü gecenin “Şeb-i Aruz” olarak kutlanması, devir anlayışı. Buddha’nın nirvanaya ulaşma inancı ile paralellikler kurulabilir. Nirvana bütün olandır ve o bütüne ulaşmak yaşamın amacıdır. Yaşam, acılar bü tünüdür. Çünkü insan asıl “bütün”den uzaktır. Leibnmiz’in fiziki ve ruhsal her şeyin “Monad” adı verilen metafizik parçalardan oluştuğunu öne sürmesi Spinoza’nın panteizmi ile ilişkilendirilebilir, zira “tanrı ya da doğa” derken kast edilen ikisinin bir olduğudur ve monad, her şeyin yapısını oluşturan tanrısal parçacıktır. Bu örneklerden anlaşılabileceği üzere bu filozofların hepsi inançlı insanlardır ve farklı inanç sistemleri adı altında kendi felsefelerini oluşturarak felsefenin “yaşamın anlamı nedir?” sorunsalına açıklama getirmişlerdir. Russell’ın varsayımı bu nedenle her iki açıdan da doğru ve yanlıştır. İnançlardan yola çıkarak izlenen felsefi yöntemleri de içinde bulunan cehalet karanlığı aydınlatabilmektedir. Kendi inanç sistemini oluşturmuş bir Saka Prensinin, bir Yahudi’nin ve bir Müslüman’ın felsefede benzer sonuçlara ulaşabilmesi bunun kanıtıdır. Demek ki içinde doğup büyüdükleri batıl ve “akıldışı” inanç sistemleri bu kişilerin kendilerini özgün ve özgür felsefeye yönlendirmelerine neden olmuştur. Russell bu açıdan yanlış düşünmüştür. Bahsi geçen filozofların ve felsefelerinin Russell’ı haklı çıkardığı nokta ise onların zaten “akıldışı” inançlarından sıyrılmış olduklarıdır. Ne Mevlâna ne de Spinoza dindar olmalarına rağmen dindarlıklarını bir dini öğretiyi her yönüyle kabul etmelerine bağlamıştır. Bu nedenle Russell’ın öne sürdüğü gibi onları aydınlığa çıkaran ve amaçlarına ulaşmalarını sağlayan şey kendi deneyimlerinden yola çıkarak mantıksız buldukları inançları kabul etmeyerek ve yerine yenisini düşünecek kadar özgür olmalarıdır. Söylediği şey farklı açılardan hem doğru hem de yanlış olduğu için Russell’ın “belki”li şüpheciliğinin nedeni anlaşılabilir. Kimin nasıl inandığı hiçbir zaman kesin olarak bilinemeyeceğinden şüphecilik bir kez daha kendini göstermiştir. Bilimsel çalışmalar ve deneyler gösterdiği üzere, fiziksel olarak aynı olan renk ve tat gibi somu t duyumlarının dahi herkes tarafından aynı algılanamaması soyut bir kavram olan “inanç”ın herkes tarafından farklı algılanmasını daha anlaşılabilir kılmaktadır. Bahsi geçen “inançlı” filozoflar bu nedenle soyutluğu herkese aynı algılatmayı amaçlayan ve kitaplara dayandıklarından ötürü güvenilirlikleri şüpheli olan dini inanç sistemlerini tamamıyla kabul etmeyi reddederek üzerlerindeki etiketleri atmış ve amaçlarını bulmak için kendi deneyimlerinden yararlanmışlardır. Doğal olarak bu kısımda filozoflar hakkında öne sürülen saptamaların da hepsi şüphelidir. Çünkü felsefi çıkarınlar özneldir. Felsefenin zıtlıklarla daha anlaşılabilir olmasını sağlayan “diyalektik” açıdan bakıldığında amaçsızlık cehalettir. Cehalet ise karanlıktır. Dolayısıyla bu karanlığı yok edebilecek şey bilgidir. Russell’a göre bilgiye deneyimlerle ulaşılabilir. Böylece karanlığa neden olan akıldışı inançlar da etkisini kaybedecektir. Felsefenin bağımsız düşünme sanatı olduğu göz önünde bulundurulduğunda, kişi felsefe yaptığında inançların boyunduruğundan kurtulacak ve karanlığı yok edecek bir bilgi ya da amaca ulaşacaktır. Farklı kutupları temsil etseler de bü tün filozofların yaptığı budur. Herkes kendi karanlığını yenmiş ve bu uğurda yapılan her çalışma, yakılan her mum, insanlığın ortak mirası olan felsefe ateşini büyüterek çağdaş dünyanın aydınlanmasını sağlamıştır. İşte bu yüzden bireysel deneyimler karanlığı aydınlatmaktadır. Tıpkı tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos ve Prometheus’un hümanizm başkaldırısının başlamasını sağlayarak insanın kendi varlığının önemini anlamasına yardımcı olması gibi. Berfin Hazal Koca Muğla 75. Yıl Fen Lisesi M UĞLA Derecesi:5 “Kendiyle ilişkisini kişi, birkaç açıdan “kendi”yle kurabilir: kişi olarak: biricikliğinde, eşsizliğinde, kendiyle; birey olarak: yaşadığı yerin ve çağın insanı olarak kendiyle; bir insan olarak: tarihteki in san türünün bir üyesi olarak kendiyle. Bir kişinin yaşamında içiçe girmiş olan bu kendiyle ilişkilerinin yalınlığında ya da karmaşıklığında, kişinin kendiyle ilgili eylemleri oluşur.” Ioanna Kuçuradi, Etik, Türkiye Felsefe Kurumu Yay., Ankara 19962., s. 149. BİREY VE YAŞAM İnsan her yönüyle benzersiz bir varlıktır. Bireyi birey yapan, onun diğerlerinden farkı varoluşunun eşsizliğini oluşturan birçok etken vardır. Yaşadığı yerin ve çağın içine doğduğu kültürün ve ailesinin etkileri, bu etkenler arasında sayılabilir. Ayrıca insanın çocukluğundan beri yaşadığı olaylar ve deneyimleri hayattaki olayları gözlemleme ve olaylara verdiği tepkiler insanın “birey”leşmesini kendi karakterini ortaya çıkarmasını sağlar. Farklı zamanlarda ve biçimlerde de olsa dünyayı, varoluşu, insanlara sorgulamayan “Ben kimim?”, “beni ben yapan, diğerlerinden farklı kılan nedir?” gibi soruları sormayan yoktur. Kişilerin hayattaki, bir topluluktaki yerlerini tanımlamak, duyularla edindikleri gözlemleri nasıl yorumlaması gerektiğini anlamak için farklı düşünme şekilleri ve vardıkları farklı sonuçlar vardır. Spinoza’nın Etik’inde belirttiği gibi farklı insanlar aynı olaydan farklı çıkarımlar yaptığı gibi, aynı insan farklı zamanlarda aynı olayı çok daha farklı değerlendirebilir. Kimileri dünyayı ve insanları gözlemleri sonucu mutlak bir Tanrı’nın varlığına ve yaşamı dini kurallara göre yaşamak gerektiği sonucuna varırken aynı dünyayı gözlemleyen bir başka insan bunu bir yaratıcının olmadığına kesin kanıt olarak görebilir. Bu “birey” olmanın “benlik” kavramının getirdiği bir sonuçtur. İnsan yapısı çok karmaşık olduğundan bunda birçok etken olduğunu söyleyebiliriz. Bu etkenleri ayrı ayı incelemek istiyorum: Bir insanı diğerlerinden farklı kılanı incelerken yaşadığı yerin, çağın, kültürün çok önemli bir yeri vardır. İnsanın yaşadığı çağdaki yaşam şartları, hakim olan ideoloji ve zeitgeist-çağın ruhu- çok önemlidir. Çünkü insanın yaşam boyu edindiği deneyimler, edindiği fikirler, bilgi birikimi kişinin yapısında kalıcı olan şeylerdir. 15. Yüzyılda yaşayan bir insanı bugünün bakış açısına ve yaşam şekline göre incelemek yanlıştır. O yüzyıldaki toplumsal ve siyasi durum, ekonomik şartları da hesaba katarak değerlen dirmek en doğrusudur. Yaşadığı çağ kadar insanın yaşadığı yer de önemlidir. Coğrafi şartlar insanın tanık olduğu olayları, gözlemleri, edindiği sonuçları ve olanaklarını belirler. Ayrıca ailenin yetiştirme şekli ve gördüğü eğitim de belirleyicidir. Yaşanılan çağ ve coğrafya, kültür bireyin kendiyle ilişkisinde önemli olan noktalardır. Bunlardan ayrı olarak insanın tarih boyunca arayış içerisinde olduğu sorular olmuştur. Bu soruların da bireyin kendiyle ilişkisinde önemli bir yeri vardır. Bu sorular insanın özgür olup olmadığına, Tanrı kavramına ve insanın toplumdaki yerine dair sorulardır. Örneğin Sartre, insan dünyaya atılmış yalnız bir varlıktır demiş ve insanın her zaman diğerlerinden farklı ve apayrı bir iç dünyası olduğunu, insanın varoluşunda yalnız bir taraf olduğunu göstermiştir. Fakat her ne kadar böyle yalnız bir taraf olsa bile insan yaşamını diğer insanlarla birlikte yani topluluk halinde geçirmeye zorunludur. İnsanın kendisiyle ilişkisini belirleyen bir başka soru da insanın özgür olup olmadığıdır. Eğer deterministler gibi bireyin kararlarını kendi vermediğini yani özgür olmadığını kabul edersek o zaman bireyin kendiyle ilişkisini tanımlamak da zorlaşıyor. Eğer hayatta insanın farklılıklarının aklı ve duyumlarıyla vardığı sonuçların hiçbir önemi yoksa bunlar yerine insanın dışında bir güç kişinin yaşamını belirliyorsa bu birey kavramını hiçe saymak olmaz mı? İnsan- yaratıcı ilişkisi de insanın kendisiyle ilişkisini belirleyen bir başka nokta. İnanç, söz konusu olanın var olup olmamasından çok daha fazlasını ifade eden bir kavram. Neye inanıp inanmayacağını seçmek kişinin belki de benliğini emn çok gösterdiği nokta. Bu yüzden inanç seçimi Tanrı’nın var olup olmamasından da öte seçim olduğu ve bireyin kendiyle ilişkisini anlattığı için dikkate değer. Ayrı olarak toplum-din ilişkisini incelersek kilisenin baskın ve skolastik düşüncenin hakim olduğu Ortaçağda birey diye bir kavram bile yokken skolastik düşüncenin etkisinin azalmasıyla “birey” kavramı güçlenmiştir. Bireyi diğerlerinden farklı kılan ve kişinin kendiyle ilişkilerinde belirleyici olan etmenlerin incelenmesinden sonra bu konuda Spinoza’nın kendi yaşamından örnek verilebilir. Spinoza, Yahudi cemaatine mensup getto da doğmuş biriydi, fakat dinlerin gerçekliğini kabul etmediği için “cehennem” –aforoz- edildi. Geri kalan hayatını okuyarak, yazarak, yani kendisine uygun şekilde geçirdi. Örnekten de anlaşıldığı üzere insanın doğduğu coğrafya, yaşadığı çağ, havasını soluduğu kültür ve din önemli, fakat insan sorgulandığında, kendiyle ilişkilerini ve kendini tanımadığında bütün bunların sonucu olarak eylemlerini oluşturuyor. Hayatını nasıl yaşayacağını ve neyi nasıl değerlendireceğine karar veriyor. Yasin Kaan Doyuran Özel Fransız Saint Joseph Lisesi İSTANBUL Derecesi :6 “Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini azaltabilir.” Be rtrand Russell, Felsefe Yapma Sanatı, çe v. Dr. Halil Kayıkçı, Ayyıldız Yay. Ankara 2012, s. 66. KUŞKUSUZ İNANCIN DENEYİM KARŞISINDA ÇÖKÜŞÜ Filozofun yalın ve öz anlatımlı bu cümlesinin karşı karşıya getirdiği kavramları nı inceleyecek olursak deneyim: kişinin dış veya iç dünyasındaki olayları ve nedenlerini tarafsızlıkla gözlemleyerek sonraki hayatında bunlardan genel yargılar oluşturarak yararlanabileceği şekilde hafızasına kaydetmesiyle oluşur. Sadece somut, ölçülebilir, gözlemlenebilir olayları ele aldığı için objektifliğe ve akla dayanmak zorundadır, kanıt gerektirir. İnanç kavramında ise kişi fenomenlerin oluşumunun kanıtlanabilirliğini, sorgulamadığı için deneyimin gereksinimini reddeder. Ortaçağ kilisesinin dünyanın düz bir tepsi olduğunu ileri sürmesi bu “bilgi”nin sorgulanamayan Tanrı’dan gelmesi bahanesiyle deneyler yoluyla doğruluğunun tespit edilmesinin engellenmesi buna örnektir. Genel hatlarıyla özetlediğim bu iki kavramın arasındaki bağı inceleyen Bertrand Russell, kanıtçı ve somu t olan deneyimin dogmalara dayanan ve akılcılık karşıtı inanç üzerindeki nüfuzunu sorgulamış, onu etkisizleştireceği yönünde bir fikir öne sürmüştür. Buna göre belki de fenomenlere kanıtlanan nedenler getirmek onları ilahi adalete bağlamaktan daha ta tmin edici gelmelidir insanoğluna. Yani Russell, aklın yolu keşfedilince – çünkü deneyim, pekiştirilen neden-sonuç gözlemleri, dolayısıyla akıl yürütmeye eşittir.- dog ma yolunun rağbet görmemeye başlayıp başlamadığını sorgular. Öncelikle, inanç ve deneyim kavramlarının insanın ruhsal hayatındaki işlevini düşünelim.Tarih boyunca psikoloji alanında uzmanlaşan kendi kutsal kitabının bakışını yaymaya çalışan din adamları, kısaca insanın yapısını araştıran herkes, bu canlının huzur içinde olmak, kendini korumak için bu şekilde kendi yaşamını ve çevresindeki oluşumları açıklayacak bir sebebe ihtiyaç duyduğunu söyler. İnsanın temel ihtiyaçları, yemek, üremek, barınmak olduğu gibi bilmektir de. Örneğin Kabbala düşüncesinin temel ma ddelerinden biri insanın alma isteğinin bilgi alanında da olduğu yönündedir. Bilgi ya da bilgi sanılan şey, kişinin korktuğu bilinmezlik faktörünü ortadan kaldırır. Ünlü konsept sanatçısı Barbara Kruger bu konuda şöyle demiştir: “İnsanın bir şeyleri üstünkörü öğrenmek ve onları hemen kategorize etmekle ilgili bir acelesi vardır. ”Çünkü kişi olaylara getirdiği herhangi bir sebep sayesinde sonuçlara varır. Bu olay karşısında nasıl davranması gerektiğini öğrenir, yargılarını oturtur. Özgüveni artmış olur ki Kruger’in sanatı, yargıların dogmalarla oturtulmasına ve özgüven sahibi olunmasına karşıdır. Bir Ortodoks, kö tülük yapınca suçluluk hissetmeye başlar, egosu kırılgan hale gelir. Bu durumda bu duygudan kurtulmak için ne yapması gerektiğini ait olduğu topluma danışır ve öğrenir ki papaza günah çıkartmak onu suçundan kurtaracaktır. Bu örnekte görüldüğü üzere insan ona güven veren bilgiye, fikre tutunacaktır. Bu onun huzura ulaşmak için tek çaresidir. Bu noktada karşımıza inanç, deneyim kavramları çıkar. Bunlar insanın güvene ulaşmak için kullanacağı malzemelerdir. Davranışlarına bahane, sorunlarına çare olarak göstereceği araçlar bunlardır.Toplum ne kadar çağdaşlaşırsa çağdaşlaşsın bilinmeyen hep vardır ve birey bu bilinmeyene sebep uydurup raha tlamak için bu araçları kullanacaktır. Tarih boyunca öncelikli araç inanç olmuştur huzur için. Kişiler başlarına gelen talihsizlikleri, etraf taki olayları Tanrı takdirine bağlayıp bu büyük güç önünde boyun eğmiş olmanın rahatlığını seçmişlerdir. Bu, toplum liderlerinin de işine gelmiştir. Çünkü din, kimsenin karşı çıkamayacağı dogmalar bütünü olunca aynı dini paylaşan toplumlarda siyasal ve sosyal hayata nüfuz etmiştir. Yöneticiler dini kullanarak toplumu sömürebilmiş, kazanç sağlamıştır. Deneyim ise kişiyi gözleme, akılcılığını sorgulamaya iteceği ve halkın farkındalığını arttıracağı, otoriteye boyun eğmesine neden olacağı için engellenmiştir. Ortaçağda bilim adamlarının azlığı akıllı bireylerin eksikliğinden değil, deney ve çalışmanın engellemesinden olmuştur. Oysa birey fenomenlerin sebebi olarak Tanrı’yı değil de doğayı, gözleme dayalı akılcılığı gösterdiğinde, elinde somu t bir kanıt olacağı için vardığı yargının kesinliğine daha çok inanacaktır. Böylece fikirlerini daha güçlü bir temel üzerine inşa etmekten dolayı onlara ve kendisine olan güveni artacak, psikolojik tatmini daha fazla olacaktır ve bundan sonra yargılar oluşturması gerektiğinde inancı değil, deneyimi araç olarak seçecektir. Fenomenleri Tanrı kaprisine değil, doğa gözlemine dayandıran ilk filozof Thales’in düşünce sistemini, akılcılığı destekleyen Voltaire’in eseri Candide’i ele alalım. Evlatlık olarak yaşadığı şatoda meydana gelen her olayın Tanrı takdirine göre geliştiğini sanır. Dünyaların en güzelinde yaşamaktadır felsefe hocası Pangloss’a göre. Şatodan kovulup gerçek hayatı görünce savaşların, ölümlerin, sorunların Tanrı’ya değil, olgusal sebeplere bağlı olduğunu kavrar. Deneyimleri, onu yaşananların bir sebebi olduğuna ikna edince hareketlerini bu çerçevede daha mantıklı şekilde seçmeye başlar. Hayatın muhteşem olmadığını, eşitlik kavramına değer verilmediğini, köleliğin yaygınlığını görmesi ve bu konuda bir şeyler yapmaya başlaması dünyayı görüp ufkunun genişlemesiyle olur. Böylece sebepsiz ve kanıtsız inançlarıyla yetinmemeye başlar. Çünkü inancın yerine koyduğu deneyim, kişiye tatmin edici cevaplar, onu gelişmeye iten gözlemler, farkındalık kazandırır. Belirsizlik tek almamak için dogmalara ve yargılara ihtiyaç duymamaya başlar. Deneyimin inanç etkisini azalttığı, psikolojik açıdan daha çok tatmin etmesi dışında, başka bir yönü ise akılcılık alışkanlığı oluşturmasıdır. Olayları, doğayı gözlemleyerek tecrübe edinmeye başlayan birey, deneylerinde neden-sonuç ilişkisine sıkça rastladığı için günlük hayatındaki olaylara da böyle yaklaşmaya başlar. Deneyim boyunca kanıt elde edimini tekrar ettiği, pekiştirdiği için sonuçlara ulaşmada da bu akılcı düşünme sistemini kullanmaya eğilim gösterir. Sebeplerin teorik değil, pratik olmasını da ister. Bu bir matema tik işlemini formül kullanarak ve sonrasında mantıkla yapmayı öğrenince kişinin mantıkla yapmayı seçmesine benzer. Beynini kullanma şekli, düşünme yolu bu yönde gelişmiştir. Somut sebepler ve somut sonuçları aramaya eğilimli olmuştur. Yağmuru görünce Tanrı’nın isteğini değil, buharlaşan suyun yoğunlaşmasını düşünür. Sonuç olarak Russell deneyimden çıkarılanların akıldışı inancın etkisini azaltacağı umudunu öne sürerken deneyimle tanışan kişinin hem psikolojik olarak daha güvenilir bir bilgiye tu tunmasından dolayı daha çok ta tmin olacağını hem de gözleme dayalı düşünmeyi düşünsel hayatında bir alışkanlık olarak edineceğini göz önünde bulundurur. Ona göre deneyim hem ruhsal hem de akılsal olarak daha ta tmin edici bir malzemedir doğruya ulaşmada. Bu yüzden deneyim, dogmaların ve inancın önüne geçecektir. Yağmur Ali Coşkun Alman Lisesi İSTANBUL Derecesi 7 “Kendiyle ilişkisini kişi, birkaç açıdan “kendi”yle kurabilir: kişi olarak: biricikliğinde, eşsizliğinde, kendiyle; birey olarak: yaşadığı yerin ve çağın insanı olarak kendiyle; bir insan olarak: tarihteki in san türünün bir üyesi olarak kendiyle. Bir kişinin yaşamında içiçe girmiş olan bu kendiyle ilişkilerinin yalınlığında ya da karmaşıklığında, kişinin kendiyle ilgili eylemleri oluşur.” Ioanna Kuçuradi, Etik, Türkiye Felsefe Kurumu Yay., Ankara 19962., s. 149. Modern her ilerleme soru sorarak başlıyor. Biz de öyle başlayalım. Üsteli çok yeni ve orijinal bir soru üretme iddiasında da bulunmayalım. Sorumuz basit, hepi topu iki kelime “İnsan nedir?” Filozofundan antropologuna, psikanalistinden arkeologuna, sosyologundan din adamına kadar herkes bu soru üzerinde kafa patlattı bu güne kadar. Her kafa patla tan da kendi eğitimine, alanına ya da görüşüne göre bir cevap verdi: yaratan, alet yapan, gülen varlık olduğunu söylediler. Bunların hepsini kabul edebiliriz. Hiçbiri yanlış bir tanım gibi görünmüyor. Ama hiçbiri de insanı tamamıyla tanımlamaya yetmiyor. O halde insanın tanımlanamaz olduğunu söyleyebiliriz. Bu belirsizlik kulağa korkutucu gelebilir ama aslında insana bir yücelme alanı sağlıyor. Evet, doğduğumuz anda tamamen doğal varlıklar olarak bir yüceliğe sahip değiliz. Çünkü fikir üretme, bilgi edinme, karar verme gibi yeteneklerini kullanamaz. Yaşam süresince eğitim, okuma, araştırma, sanattan istifade etme gibi yollarla bu yetenek erimizi geliştirir, kendimizi ilerleterek inşa ederiz. Farkında olarak ya da olmadan bu alanların sınırlarını çoğunlukla kendimiz çizeriz. O halde kendi özgürlüğümüzü kendimiz yaratırız. Bu, bize şartların ve sınırların üstüne çıkabilme olanağını sağlar. Sanırım Simone de Beauvoir’ın “insan özgürdür; çünkü özgürlüğü kendindedir” derken söylediği budur. Kişi kendi yarattığı alanlar içinde birtakım eylemler gerçekleştirir. Keser, biçer, inceler, yazar, düşünür vb. Bütün bunlar Heideggerci bir tabirle söyleyecek olursak, “Varlık”la (Sein) özdeşleşme çabasıdır. Çok uzak bir ifade gibi görünebilir bu ama psikanalitik kuram da bunu söylüyor. Doğduğumuz zaman varlıkla dolayımsız bir ilişki içindeyizdir. Zira bizim için tüm varlık “anne”den ibarettir. Ödip karmaşası ve “babanın” yasası” (Lacan) ile beraber bu bağlantıyı kaybeder ve kültürel dünyayla bütünleşiriz. Bu dünyada edindiğimiz her kavra Varlık’la aramızda yitirdiğimiz özdeşliği kurma çabasıdır. Özdeşleşme çabası varolan herhangi bir şeyle diyalektik bir sürece girmekle olur. Önce o şeyi, o şey neyse artık fiziksel olarak anlamaya çalışırız. Bu anlama çalışması, kişinin hayatının merkezindeki konumlanmışsa o kişiye “bilim insanı” denir. Sonra o şeyi anlamlandırmaya ve yorumlamaya çalışır. İşte bu eylem felsefenin çekirdeğini oluşturur. Nasıl bilim temelde fiziksel olanı anlama çabasıysa felsefe de kavramsallaştırarak anlamlandırma çabasıdır. Şayet bu süreçlerin sonucunda ortaya çıkanlardan memnun değilsek, o şeyi değiştirmeye çalışırız. Bu da sanat, siyaset, teknik gibi birçok yolla olabilir. Bu üç eylem, yine Heidegger’in dilini kullanırsak “kişisel tarih inşa”sının üç safhasıdır. Kişi bu yolla varlık içinde dağılmış “Ben”ini arar ve bu ben ta mamen kişiye özgüdür, biriciktir. Kişi varlık kaygısı duyduğundan bu “ben”i bulamadı mı acı çeker. Acıyı etiketlerin altına gizlemeye çalışsa da sızısı bir yerlerde kalır. Adını bile bilmediğimiz Çorumlu bir ozanın dostunun ölümü üzerine yazdığı ağıtta “Hem okudum hem de yazdım; yalan dünya senden bezdim” demesi belki bundandır. Peki bu, özgürlüğünü kendi yaratan varlık için hiç mi sınır yoktur? Vardır elbet, ama dikkatli bakmak gerek bu sınırlara. Öyle ki tüm sınırlar, fiziksel imkânsızlıklar bir yana yine insan eliyle konmuş sınırlardır. Kişinin içinde bulunduğu tarihsel, ekonomik, toplumsal şartlar elbette “ben”in oluşumunda etkilidir. Ama bütün bunlar insan elinden çıkama şeylerdir. Başlı başına bir bilim dalı olan tarih bile çeşitli diyalektik süreçlere inansal anlamlar yüklenmesi değil midir? Az önce kişinin eğitim, araştırma vb. yollarla farkındalığını arttırarak koşulların ve sınırların ötesine çıkabilme yetisinden söz ettik. Bir yetiye ya da nesneye sahip olan, o yeti ya da nesnenin verdiği sorumluluğu da kabullenmelidir. Farkındalığını bilgi ve düşünme yoluyla yücelten insan, bu yetisini kullanamamış kişilerle iletişmek zorundadır. Milyarlarca “ben” var bu dünyada ve her biri biricik. Madem ki başkaları cehennem (Sartre) aslında hepimiz o cehennemin parçasıyız ya da hiçbirimiz değiliz! Edindiğimiz farkındalığı sadece kendi “ben”imizi yüceltmek için kullanırsak, bu büyük bir aptallık ve bencillik olur. Çünkü bu, bizi zamanla körlüğe ve üretememeye gö türür. Derdimizi anlatacak kimse kalmaz etrafımızda. Kendimizi kendimizin içine hapsederiz. Yani kendi yarattığımız özgürlük alanını kendimiz yok ederiz. Bu sebeple kendisini özgürleştirmiş bir “ben”, diğer “ben”lerle ilişki kurmak zorundadır. Bu ilişkiler elbette içinde yaşanılan zamana ve mekana bağlıdır. Fakat ilişkinin niteliğini (aşk,dostluk, nefret, ilgisizlik) kişiler belirler. Bu ilişkiler ağıdır bizi başkaları içinde var kılan. (Marx) İşte bu ağ, bir birey” olarak insanın kendisiyle kurduğu bağdır. Ne yazık ki çağımızda bütün bunlardan bahsedebilmek lüks bir uğraş haline geldi (ya da getirildi) Öyle ya yanı başımızda insanlar iş yerlerinde saatlerce aynı ağır işi karın tokluğuna yapmak zorundayken ya da sadece farklı dinî, cinsel vb.) tercihleri var diye öldürülürken “anlam”dan bile bahsetmek anlamsız değil mi? Hayır! Fabrikalarda sömürüldüğünün bile farkında olmadan karın tokluğuna çalışan işçi de benim kadar, belki daha fazla varlık kaygısı duyuyor. Heyhat ki onun “Ben”i doğmadan çok önce iktidar tarafından belirlenmiş. Yaşamı boyunca da ona cahil ve bilinçsiz olduğu öğretilmiş ki varlık kaygısının farkına dahi varmadan yaşayıp ölsün. İşte onların esareti burada saklıdır. Can kaygısına öyle fırlatılmışlardır ki kendi “ben”ini aramaya vakit ve fırsatları olmayacaktır. Yukarıda “farkındalığın sorumluluğuyla” kastettiğim şeyler tam olarak budur. Biz, kendimizi özgür kılabilmiş az sayıda kimse, o insanlara sefaletin ne Tanrı ne tarih buyruğu olduğunu söylemek, yani “tarihin sorumluluğunu almak” (Sartre) zorundayız. Yani yaşamış, yaşayan ve yaşayacak milyarlarca insandan biri olarak tarih denen o koca hikayenin gidişatını kendi kişisel meselemiz haline getirmeliyiz. Nerede ve nasıl olursa olsun, özgürlüğü ve özgürleşmeyi savunmak durumundayız. Ve evet buna mahkumuz! Burada şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz: Eğer kişi özgürse, kötü bir eylemde de bulunmayı tercih edebilir. Buna da dokunmamak mı gerekir? Hayır. Burada çoğunlukla iktidarın bir kandırmacası gizlidir. Uzun uzun anlatmaktansa sözü şiire bırakalım: Işık kör edicidir diyorlar/ Özgürlük patlayıcı/ Lambamıza bozan da onlar/ Özgürlüğümüze kundak sokan da onlar (…) ( Oktay Rifat Elleri var Özgürlüğün) Evet iktidar özgürlüğü bu yalanla kötüler. Halbuki özgürlük, haklılığın inadı ve iyiyi kendi kendine bulabilme yeteneğidir. Ahlâk dediğimiz şey, bu fikir üzerine temellenir. Zaten özgürlüğün getirdiği sorumluluğu üstlenmiş ve kişisel meselesi haline getirmiş insan sadece kendinin değil, herkesin özgürlüğü için mücadele verir. Bu mücadele toplum geneline yayıldığı zaman “devrim” gerçekleşir. Bu açıdan bakıldığında “devrim” otori tenin dayattığı anlamların topluca ani yıkımından başka nedir ki? “Devrimci, kendi “Ben”ini yığınların özgürlüğünde gören insanlardan başka kimdir ki? Hatta “siyaset” farklı anlam verme mekanizmalarına sahip bambaşka “ben”lerin nasıl beraber yaşayacağının bilgisi ve uygulamasından başka nedir ki? Levinas etik kavramını “ötekiyle ilişki” üzerinden (hem yalın, hem karmaşık) ilişkiler ağının kendiliğinden bir ahlâk getirdiği aşikar. Evet, gidip cehenneme ötekilerle konuşalım. Çünkü insan olmak demek, dünyanın kaderinden kendini sorumlu tu tmak demektir. Bilmenin ve düşünebilmenin ahlâkı bu görevi, üstlenmeyi gerektirir. Ol hikâye bundan ibaret. Liluz Cengiz IDV Özel Bilkent Lisesi ANKARA Derecesi:8 “Kendiyle ilişkisini kişi, birkaç açıdan “kendi”yle kurabilir: kişi olarak: biricikliğinde, eşsizliğinde, kendiyle; birey olarak: yaşadığı yerin ve çağın insanı olarak kendiyle; bir insan olarak: tarihteki in san türünün bir üyesi olarak kendiyle. Bir kişinin yaşamında içiçe girmiş olan bu kendiyle ilişkilerinin yalınlığında ya da karmaşıklığında, kişinin kendiyle ilgili eylemleri oluşur.” Ioanna Kuçuradi, Etik, Türkiye Felsefe Kurumu Yay., Ankara 19962., s. 149. İLİŞKİLER SENTEZİ Yaşamını sürdüreceği toplumsal fanusun içine düştüğü andan itibaren özne, varolduğu süre boyunca asla kurtulamayacağı ilişkiler ağına yakalanmıştır. Toplumları ve insanları tanımanın ve anlamanın bireyin kendi tözünü tanımasıyla ve anlamlandırmasıyla mümkün olacağını “ kendini tanı” öğüdüyle ortaya atan ve destekleyen Sokrates’in izinden kişi ilişki ağındaki ilk tanışıklığını kendisi ile yaşayacaktır. Bilincin ilk tanışıklığı ile yaşayacağı ilişki öznenin en dürüst, en çelişkili, en acılı ve en gerçek ilişkisi olacaktır. İlişkiye bu sıfatları yükleyen boyutsallığı, tıpkı ölümlü öznenin varoluş sürecinin temelini üç ana başlığa oturtan Schopenhauer’ın yaptığı gibi bu sancılı ilişki sürecinin de belli başlı kavramlar altında açıklanarak algılanabilir, tartışılabilir ve yorumlanabilir hale getirilme çabasının doğmasına sebep olmuştur. Kişinin, kişi olarak kendisiyle ilişkisi, kişinin varoluşunun, tözünün sorgulanmasında saklıdır. Öznenin doğumuyla birlikte ortaya çıkan varoluş merakını yine öznenin kendi kendisine sorgulamasına verilen kavramsal bir isimdir. Kişinin kendisine ve insanoğluna yönelik eylemlerinin temelini oluşturacaktır; kişi olarak kavramsal başlığın altındaki ilişkinin içeriği. Bu yargının ya da çıkarımın kaynağı öznenin bütün anlayışının kişi olarak kendisinden geldiği düşüncesidir ve bu ilişki düzeyinin kişinin birliğini ve eşsizliğini tanımlayacak olduğu yargısıdır. Düşünceler ve yargılarla tanımlama ve yorumlama çabasına düştüğümüz bu ilişkinin sonsuza uzanan derinliğini “sonsuzluğu gösteren ayna, özel ve iç yaşantımızdan başka bir şey değildir” diyen Gabriel Marcel tarafından çok güzel ifade edilmiştir. Kişinin, kişi olarak kendi ile ilişkisi, yaşamında birlikte ilerlediği insanlarla ilişkileriyle sınırlandırılmıştır. Bireyin eylemlerinin yalınlığı ve karmaşıklığı sürekli değişen bir denge içerisinde ilerleyen ilişkilerin sentezidir. Birey kavramının temsili anlamı kişinin yaşadığı toplumdaki ve çağdaki yeridir. Bu yer toplumun beklen tilerini de beraberinde getirir. Kişi birey olarak toplumun beklentilerini kendi beklentileri haline getirecektir. Bu ilişkinin bireyin kendisi ile kurduğu ilişkilerden değişken fakat değeri sentez içindeki baskınlığı aynı orantının içinde yer alır. Bu denge içinde kişinin birey olarak kendi ile olan ilişkisinin baskınlığının arttığı noktada, bireyin eylemleri, kişilik dışı, sıradan ve monoton bir hal alır. Bu tarz eylemlerin kişiye benliğini unutturduğu, eylemlerinin kişilik dışı olma sürecinde yine öznenin kişi olarak kendisiyle olan ilişkisinin baskınlığını doğuracağı kesindir. Çünkü kayıp bir benlik ne toplumda var olabilir ne de tarihte yerini alır. Sürüleşmiş bireylerin asla bir olamamıştır. Bu nedenle öz benliğe sahip değildir. Onları bu hale sokan sürüleşmişliktir yani toplumdur. Bu durumda da bireye bireyselliğini veren, Marx’ın sözleriyle “toplumdan göbek bağını kopartmış” olmalıdır. Ancak o zaman birey, toplumun beklentilerinden kopabilir ve toplumun beklen tilerini sorgulamaya cesaret edebilir. Ya da Kant’ın dediği gibi düşünecek kadar cesur olabilir. Bunun için de kişi, birey olarak kendisiyle olan ilişkisinde kendisini toplumun içine oturttuğu yeri toplumun merkezinden uzak seçmelidir. Bu seçim, birey olarak ilişkinin birey üzerindeki baskıyı azaltacaktır. Bundan toplumla ilişkinin önemsiz olduğu algısı çıkmamalıdır. Bu yalnızca bireyin iç dünyasının sınırlarını genişleteceğini ifade etmektedir sadece. Kişinin insan olarak kendisiyle ilişkisinin, denge savaşı olarak adlandırılan bu baskınlık kavgasında adının az geçmesi bu tanımın algıyı kolaylaştıran kavramsal bir varsayım olmasından ötürüdür. İnsan olarak ilişkinin sentez içinde önemini ifade eden bir durum değildir. İnsan sözcüğünün seçim sebebi bu sözcüğün insanoğlunun tarihi bir varlık olan kişinin kendisini ifade etmeme ya tkınlığıdır. İnsan türünün tarihsel gelişimi ve varlığı günümüz insanı için sürekli bir gündem konusudur. “İnsanoğlu tarihten ders almalıdır” yargısının da klişeleştirilmesi bundandır. Genel olarak kabul gören bu klişenin tam anlamıyla doğru olmadığı anlaşılmalıdır. Birey için her zaman en önemli örnek kendisi olmalıdır. Fakat bireyin tarihte kötü sonuç doğurmuş, aynı eylemi yapması, yani aynı hataya düşmesini engelleyecek tarihsel bir değerlendirme man tıksal açıdan gereklidir. Bu da yargının doğru yönünü oluşturur. İnsan kendiyle olan üçüncü tür ilişkisinin başladığı eylemlerdeki hataları minimalize etmelidir. Bireylerin eylemlerini şekillendiren ilişkiler dinamiğinde sorgulayan bilinçler teker teker her ilişkinin karmaşıklığı ardında kişi bazlı bir sentez yara tırlar. Bireyselliklerini kaybetmeden ulaştıkları bu sentez onların kendileriyle ilgili eylemlerde toplumsal beklen tilere dayanmayan bir tu tum izlemeleriyle sonuçlanır. Birey bazlı sentezler ise eylemlerinde toplumsal kural ve beklentileri ön plana tutar. Her alanda doğru ve yanlış kavramının oluşmasında örnek tahsilinde kullanılan insan olarak kendimiz ile kurduğumuz ilişki birey için her anlamda etkin rol oynar. Emirhan Haznedar Özel Sezin Lisesi İSTANBUL Derecesi:9 “Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini azaltabilir.” Be rtrand Russell, Felsefe Yapma Sanatı, çe v. Dr. Halil Kayıkçı, Ayyıldız Yay. Ankara 2012, s. 66. DENEYİM İNANCIN TEDAVİSİ M İDİR? Bertrand Russell, “Belki de deneyimin verdiği dersler, çağdaş dünyamızı kuşatan akıldışı inançların etkisini azaltabilir” demiş. Ben de bunun üzerine yazacağım. Bertrand Russell iki şey belirtmiş söyleminde: Birincisi dünyayı akıldışı inançlar kuşatmıştır. İkincisi ise bu kuşatmadan dünyayı deneyimin verdiği derslerin kurtarma ihtimali vardır. Birkaç soru insanın aklına gelmiyor değil. Bir: dünya inançla kuşatılmış mıdır? İki: Bu kuşatmadan kurtulunabilir mi? Üç: Deney bu kuşatmaya karşı galip gelebilecek mi? Dört: Din gerçekten bu kadar etkili mi? Beş: Dinden kurtulmalı mıyız? Ama Bertrand Russell bu söyledikleriyle dinin çağdışı olduğunu düşündüğünü açıkça belli ediyor ve “Dinin etkisinden bizi deney kurtarabilir mi?” diye soruyor. Sormak istediği, “Bilim ve deney bizi dinin kuşatmalarından kurtarabilir mi?”dir Bertrand Russell’ın. Bu konuyu, birkaç yönden incelemek gerekir. Bertrand Russell’ı bu düşünceye sevk eden nedir? İsta tistiksel birkaç bilgi verelim. Dünyada iki milyar insan Hıristiyan, yaklaşık iki milyar insan Budist, bir buçuk milyar insan ise Müslümandır. Bunun dışında çokça farklı din ve inanç bulunmaktadır. Peki, bu inançlar ne yaptı ki B. Russell bunların etkisinden kurtulmak istiyor. Öncelikle dinler genellikle neyi açıklar ve vaat eder buna bakalım. Tek tanrı inanç sistemine sahip olan dinler insanlara üzerinde yaşadıkları dünyanın gerçek olmadığını, Tanrı’nın hoşnutluğunu kazanmak için bir test yeri olduğunu iddia etti. Eğer Tanrı’nın hoşnutluğu kazanılırsa cennete gidileceğini, kazanılmazsa cehennemde cezalandırılacağını belirtti. Bunun dışında insan aklının kabul edemeyeceği ve bilimle kanıtlayamayacağı şeyler vaat etti. Bunlardan biri sonsuzluktur. İnsanlar sonsuzluk problemini matematikte bile çözemedi. Dünya var olduğundan beri yaşayan biri yok. Herkes öldü. İnsan aklı sonsuzluğu kabul edemez. Bir diğeri ise yoktan var etmektir. Dünyada hiçbir insan buna şahit olmadı. Bunu insan aklı kabul edemez. Düşünün avuç içiniz açık ona bakıyorsunuz. Bir anda orada toprak oluştuğunu düşünebilir misin? Dinler insana tek bir doğru olduğunu söylediler. Kendilerinden başkasının yanlış ve kötü olduğunu söylediler. Bu, insanları kitleler halinde kutuplaştırdı. İnsanlar hayatlarını inandıkları dine endeksli olarak yaşadı. Pazar günlerini Hıristiyanlar kiliseye ayırdı. Müslümanlar cuma günleri camiye gittiler. Yahudiler ise cumartesileri dinlendiler. Bu hayatı dine endekslemenin en basit örneğidir. Hıristiyanlar Ortaçağ döneminde sadece cadı olduğu iddia edildiği için iki milyon kadının hayatını sonlandırdılar. Papazlar cennetten arsa sattılar. Madem burası bir yalan, nasıl oluyor da buranın parası paha biçilemez sonsuz mu tluluğu satın alabiliyor? Bertrand Russell tam burada aklımıza geliyor. Çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini düşünelim. Cennete gidebilmek için servetler dökmek, senin inancından farklı inanca sahip oldukları için insanları öldürmek… Bunlar dinin etkisi değil de nedir? Sartre insanın sorumluluk aldıkça birey olduğunu ve kendisinin tek etken olduğunu, insanın özgür olduğunu savundu. Kader inancına karşı geldi. Dinler ise kader inancını bir hayli yüksek derecede içinde barındırır. Yaşadığım bütün olayların, bana düzenlenmiş ve önceden hazırlanmış olması insanı mahkûm yaşamaya sevk ediyor. Bertrand Russell’ın belirtmiş olduğu etki budur: İnanç insanın hür iradesini elinden alıyor. “İman gerçekleri kabul etmeme isteğidir” dedi Nietzsche. “Üst insan”ı diğerleriyle bir arada tu tmak ve köle zihniyetini devam ettirebilmek için dinin kullanıldığını savundu. Cihad uğruna milyonlarca insan toplanıp savaşa yollandı. Haçlı seferleri için gençler savaş yolunda açlıktan öldü. Kitle yönlendirme kuvveti ise Bertrand Russell’ın dediği gibi etkilerden biridir. Cihad uğrunda toplananların aklında bir düşünce var. Hepimiz biriz. Birinizin sakalı kızıl, birisinin siyah. İnsanı aynılaştırma ve sabitleştirme ve öznenin kendi benliğini yok saydırabilmek dinin bir diğer etkisidir. Belli bir döneme kadar dünyanın bir tepsi gibi düz olduğu düşünüldü. Bunun aksini iddia etmek yasaklandı. Aksini iddia edenler cezalandırıldı. Dünyanın geoid şeklinde olduğu ispatlandı. İnsanlar liderleri tarafından yönlendirilip dünyanın düz olduğu düşündürüldü. Yasaklar geldi. Dağın ilerisinin boşluk olduğu ve geçilince düşüp ölüneceği iddia edildi. Hal bu ki değil düşmek, insan yardım almadan dünyadan kopup ayrılamaz bile. Bunu insanlar inançlarıyla fark etmedi. Deney ve bilimle Newton’un kafasına düşen elma sayesinde farkına vardı. Tanrı hakkında insanlar konuşurken onun yukarıda olduğunu belirterek konuşur. Dünyanın yukarısının neresi olduğu belirsizdi ve ondan hep korkuldu. Yuri Gagarin oraya çıkıp keşfettiği zaman “Ben burada Tanrı falan görmüyorum” dedi. Sovyetlerde yasaklanan inançların yasaklanma sebebi Bertrand Russell’ın bahsettiği etkiden dolayıdır. Komünistler dinin etkisinden kurtulabilmek için onu yasakladılar. Bilime öncelik verdiler. Bertrand Russell’ın bahsettiği etki bir tek gündelik yaşamda yok. Askeri, siyasi, bilimsel, edebi yönde etkilere sahip. Bilimden bahsettim. Düşünmenin, araştırmanın dogmaya karşı çıkmanın yasak olduğunu belirtir dinler. Dinin sana verdiği ile yetinip ona isyan etmemen gerektiğini ve fazlasını düşünmemen gerektiğini anlatmışlardır. Dinin edebi yönündeki etkilerinden bir tanesi olarak bu örnek gösterilebilir. Şairler yüzyıllar boyu Allah sevgisini anlatmışlardır. Dinin edebi yöndeki etkilerinden bir tanesi olarak bu örnek gösterilebilir. Askeri yönüne Haçlı seferleri ile Cihad’ı örnek vermiştim. Siyasi yönünü de ele alalım. Politikada muhafazakârlık görüşü vardır. Kültürel olarak dine bağımlı olan insanlar muhafazakâr görüşleri kendi ideolojileri olarak benimsemişlerdir. İnanan birey için din o kadar önemlidir ki hayatta her meselenin önüne geçebilir. Napolyon “Din kitleleri yönetmek için çok iyi bir alettir” demiştir. Nitekim tarih boyu yaşanan isyanlar, savaşlar Napolyon’un haklı olduğunu göstermiştir. Siyasi yönden dinin etkisinden ilk kurtulanlar komünistlerdir. Komünistler bilimde ilerledikçe Tanrı ve din olgusundan iyice uzaklaşmışlardır. İnsanlar ölüme yaklaştıklarını hissettikçe dinsel etki insan üzerindeki kuvvetini arttırmaktadır. Bertrand Russell’ın bahsetmiş olduğu etki kesinlikle göz ardı edilemez ve varlığı kesinlikle tartışılamaz. Bertrand Russell söylediğiyle bize sadece bilimin tek yol olduğu gibi bir iddia ortaya koymaz. Bize deneyim der. Bize yaşadıklarımızı incelememiz gerektiğini söyler. Dönüp dinleri inceledik ve Bertrand Russell’ın belirttiği üzere dinin dünyayı kuşatmış olduğunu ve etkilerini söyledik. Bir de deneyimin bu konudaki yerini inceleyelim: “Delilik aynı şeyi tekrarlayıp farklı sonuçlar elde etmeye çalışmaktır” demiş Albert Einstein. Aynı şeyi tekrarlayıp tekrarlamamak ise insanın yaşadıklarından, deneyimlerinden çıkartmış olduğu derse bağlıdır. Bir çocuğa elektrik priziyle oynama demenin etkisi ile çocuğun elektrik tarafından çarpılmasının onu, o işi tekrarla mamak konusundaki meylini farklı şekilde etkiler. Bir musibet, bin nasihatten daha iyidir” diye bir atasözü vardır. Bir durumu ve etkilerini varsayım üzerine irdelemekle yaşadıktan sonra inceleyip irdelemek arasında büyük bir fark vardır. Binlerce yıldır süren bir durum söz konusudur. O da din uğruna savaşmaktır. Savaşmak ölüm demektir. Ölüm ise belli bir kitle için hüzün anlamına gelir. Dinler sonsuz mutluluğu vaat ediyorken neden dünya üzerinde uğruna yapılan savaşlardan dolayı milyonlarca insan can verdi ve dünyayı hüzün kapladı? Barışı hedefleyen bir idealin bu kadar huzursuzluk ve sorun getirmesi normal midir? Garip olan durum ise ne olursa olsun her gelen fırsatta aynı şey yaşandı. Yahudi inancı oluştu. Hıristiyanlık ortaya çıkınca onu düşman olarak gösterdi. İslâm gelince Hıristiyanlık onu düşman olarak gösterdi. Tarih hep kendini tekrar etti. Deneyim çok ama bundan ders çıkarabilmek insana bağlı. Deneyimler eğer göz ardı edilmezse yaşananların ne kadar öğretici olabileceği anlaşılabilir. Tahmin edilenin aksine gözlem ve deneyden ve deneyimden çıkarılabilecek dersler vardır ve doğruluk payı yüksektir. Bertrand Russell’ın iddiasını ortaya koymasını geciktiren sorun şudur: Çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini ne azaltabilir? Bertrand Russell bu soruya “deneyim” diye cevap vermiştir. Bu soru ve cevabı Berrand Russell’ın ortaya koyduğu şekilde inceledim. Kendisi inançların dünyayı kuşattığını, bu çağda bunların akıldışı olduğunu belirtti. Dinin etkisini dünyadan deneyiminin verdiği derslerin azaltabileceğini kesinlikten kaçınarak söyledi. Bertrand Russell’ın bu iddiasının sebebini askeri, dini, siyasi, bilimsel yönden inceledim. Onu bu düşünceye sevk eden inançların dünya üzerindeki etkisidir. İnançlar insanları yönetmek için kullanıldı. İnançlar insanları kutuplaştırdı, insan aklının alamayacağı şeyler anlattı. İnsanların katledilmesine neden oldu. İnsan pasif ve mahkûm hale getirildi. Napolyon, Sartre, Nietzsche ve Bertrand Russell belki de iddialarında haklıydılar. Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini azaltabilir. Yunus Emre Özkan Işıklar Askeri Hava Lisesi BURSA Derecesi. 10 “Kendiyle ilişkisini kişi, birkaç açıdan “kendi”yle kurabilir: kişi olarak: biricikliğinde, eşsizliğinde, kendiyle; birey olarak: yaşadığı yerin ve çağın insanı olarak kendiyle; bir insan olarak: tarihteki in san türünün bir üyesi olarak kendiyle. Bir kişinin yaşamında içiçe girmiş olan bu kendiyle ilişkilerinin yalınlığında ya da karmaşıklığında, kişinin kendiyle ilgili eylemleri oluşur.” Ioanna Kuçuradi, Etik, Türkiye Felsefe Kurumu Yay., Ankara 1996 2., s. 149. DEĞER VE EYLEM ANALİZİ İnsanlık tarihini yüzeysel bir bakışla ele aldığımızda, tüm problemlerin ilişkilendirilebileceği şu soruyla karşılaşırız: İnsan nedir? Eylemlerinin temelini ne oluşturur? İnsan duyan, koklayan olmanın ötesinde kendi için varolan (Sartre), varlığının farkında olan karmaşık bir modeldir. Kişilerle kurduğu iletişimde karşı karşıya kaldığı problemlerde hayatın köşe taşlarını döşemede adım başı eylem ve değerlemeleri gözlenir kişinin. Maddesel ve tinsel olanın sentezlendiği bu canlı maddenin yaşamın hırçın akışında yüz yüze geldiği hayatın gerçekliğini çözümlemede kişi, birey ve insan olarak kendini ortaya koyuşu doğrudan bunları nasıl değerlendirdiğiyle ilgili bir fenomendir. Kendi olarak ortaya konamayan fakat kişinin eylem, değerleme ve davranışlarını nitelemede bir sıfat olan çağın kalıplaşmış ve yerleşik değer anlayışıyla biçimlenen iyi ve kötü kavramları vardır. Bunlar eylemin ölçütüdür. Kişinin kendini biricik ve esas olarak gerçekleştirmek toplumun çoğunluğunun arkasını göremediği engellerdir iyi ve kötü. Zaman içinde iktidarın dayattığı katı kural ve dogmatik ilkelerdir. Peki, ya bunlardan kurtularak insanın kendini özerk benliğinde kişi olarak var etmesi olanaklı mıdır? Bu nasıl mümkün olabilir? “İyinin ve kötünün ötesinde, iyinin ve kötünün kendisi vardır. Kirli bir ırmaktır kişi. Bunu içine alabilmesi için deniz olmalı” diyen insana bilgi nesnesi gibi yaklaşan çağdaşlarının aksine onun tinsel yanını da ön plana çıkaran Nietzsche “Böyle buyurdu Zerdüşt” adlı yapıtında üç basamaklı varoluş sürecinden söz eder. “Kimliksizleşmiş özneler” ve “toplumsallaşmamış kişiler” olarak yaşayanlar (develer) tek kurtuluş yolu olarak toplumun gelenek ve ahlâkını yadsımalıdırlar. Bu aşamada aslandır kişi, edilgen nihilisttir. Yıkıntının enkazını kaldırmalı ve kendi eylemlerinin temeli olan değerlerini inşa etmelidirler. Varlığın kendisiyle anlaşıldığı (Heidegger) bu varlık potansiyelini gerçekleştirmiş, biricikliğiyle ve eşsizliğiyle kendini gerçekleştirmiştir. Eylemlerinde özgürdür artık. Kişi olma süreci çözümlenen insan artık öznedir. Yaşadığı yer ve çağ yani mekan ve zaman bu kişiye nasıl etki eder? İçinde yaşadığı çağın düşünürlerin düşüncelerinin ironik bir yazgısı vardır. Onların şöyle veya böyle irdeledikleri, sorgulayıp ortaya çıkardıkları doğrular anında veya gecikmeli olarak toplumların yaşantılarında, bakış açılarında değişime neden olur. Bu bazen tarihsel oluşun yön değiştirmesi olarak gerçekleşirken, kimi zamanda formalist birkaç ahlaksal anlayışın, davranış biçiminin farklılaşmasına yol açar. Bu zamansal gecikmeleri ya da etki düzeyini belirleyen unsurları açıklamalıdır. Bu noktada çoğunluğun dikkatinin odağını, topladığı alan ve hareketler popülizmin üzerinde yükseldiği sütunlardır. Bu sütunu süsleyen işlemeler önceki senelerde yaşamış büyük düşünürlerin eserleriyse, bu durumda özne kendisi birey olarak var etme olanaklılığına kavuşur. Hakim iktidar ve gücün zorbalığında despotizmin gölgesi altında gerçekleşen durumlar ise bugün örneğini yaşadığımız gibi insanın trajedisi yüzyıllar sonrasında dramatik bir insanlık durumu olarak miras bırakılır. Sözgelimi Antikçağ ve Rönesans’ta kimi sanat dallarında aşırı değer verilmesi, o sıralar etkin olan antik tiyatronun cinsel içeriği, cisimleşmiş tanrılar ve din anlayışının sonucudur. Çoğunluğun dikkati bu fenomenlerde toplanmış ve yaşadığı yer ve çağın insanı olarak bireyin eylemleri bu tarz sanat eserlerine yönelmek şeklinde olmuştur. Toplumsallık içinde birey kendini çoğunlukla birlikte kendi varlığını inşa edebilir. Fakat bu eser, yaşantı, olay ve fenomenlere salt ezberci bir bakışla değil, insan olmanın ayırdında olarak eleştirici, sorgulayıcı olmalıdır. İnsan olarak varolmanın köşe taşlarına yazının bu noktasında yaklaşmış bulunuyoruz. Tarihsel etki ve bağlam bireye nasıl etki edecektir? İ. Kuçuradi, Nietzsche ve İnsan adlı yapıtında Nietzsche’den önceki filozofların tarihselliği ihmal ettiğinden söz eder. Zamanın akışında sonsuz çeşitlilikte kurmak varlık bağlantı ve imkânları insana sunulmuştur. Bunların kaynağı olarak tarihsellik içinde ele alınıp ihmal edilmemesi gereken bir kavram olan kültür Dilthey’da geçici yaşam formlarının kavranmasıyla değil, sabit yaşam formlarının kökten ve derince kavranmasıyla anlaşılır. Bu varlık alanında ve imkânlarında insan kendi yerini almalıdır. Buraya kadar yapılan kavram ve analizleri neticesinde günümüzün insanını, yani onun değerlerine, değerlerinin temelini oluşturan insanlık anlayışına neticede insanın bu karmaşık ilişkilerinin yalınlığında ya da karmaşıklığında kişinin eylemlerini belirleyen durum ve kavramlara göz atacağım. Günümüz insanı din, ailesi, kardeşi, ebeveyniyle birlikte ya da bugün sendikaların, tekelci sermayenin silahların gölgesinin altında esir bırakılarak şartlandırma odalarında çeşitli ışınlarla kişilik kalıplarına sokulmaktadır (A. Huxley). Çağımızın ayıplarının altında insanın yüzü silikleşmiştir. İnsanı değerlendirmeye bir laboratuar şefi gibi yaklaşıldı. Tarihsel etkiler reddedilip gnoseolojik tavırla insan sorgulandı. İnsan kendine bir dönemde çıkış yolu olarak gördüğü ütopyalara sığındı ve sonrasında insanın metafizik yanını istismar eden şarla tanlıklar yapılmış, sahte, gizemli “ilimler” türemiştir. Karanlık bu kadar koyulaşırken daha ilerlemeyeceğim. İnsanların eylemlerini belirlemede en etkili unsurlardan olan çağın insanlık anlayışı bizi geri döndürülemez bir umutsuzluğa itiyor. Bunu ustalıkla dillendirebilmiş ender yazarlara A. Camus, “Önemli olan önceki olan, şeylerin köklerine ulaşmak değildir. Mademki her şey olduğu gibidir. Bu dünyada nasıl davranacağımızdır önemli olan” diyor. Bu karmaşıklıkta bize öneri sunan ise “Tarihsel oluşun rastlan tısallığındaki dar sınırları insanlık yararına çevirmelidir” diyerek eylemlerimizin yönelmesi gereken tarafı işaret etmektir aydınlığa giden yolda.
© Copyright 2024 Paperzz