“Kendiyle ilişkisini kişi, birkaç açıdan “kendi

Gökberk Arslan
Çanakkale Özel Anadolu Lisesi
ÇANAKKALE
Derecesi :1
“Kendiyle ilişkisini kişi, birkaç açıdan “kendi”yle kurabilir: kişi olarak: biricikliğinde,
eşsizliğinde, kendiyle; birey olarak: yaşadığı yerin ve çağın insanı olarak kendiyle; bir insan
olarak: tarihteki in san türünün bir üyesi olarak kendiyle. Bir kişinin yaşamında içiçe girmiş
olan bu kendiyle ilişkilerinin yalınlığında ya da karmaşıklığında, kişinin kendiyle ilgili eylemleri
oluşur.”
IoannaKuçuradi, Etik, Türkiye Felsefe Kurumu Yay.,
Ankara 19962., s. 149.
SORUM LULUKLARIN ÇEVRELEDİĞİ ÖZGÜRLÜK,
İNSAN EYLEM LERİNİN TEM ELİNİ OLUŞTURUR
İnsan, dünyaya geldiğinde fiziksel yapısı gereği doğaya bağımlı, bir o kadar da doğa
düzenine uyumsuz ve donanımsız bir varlıktır. Bu duruma inat insan onu tüm canlılardan farklı kılan
bir güce sahiptir: Düşünme gücüne . İnsan, hayvandan farklı olarak, içgüdüleri ile değişmeyen tek
tip bir hayat sürmez. Düşünme gücünü kullanarak üretir, toplum oluşturur, ilişkiler kurar, kurallar
koyar. Bununla da kalmaz ürettiği her şeyi, kurduğu her ilişkiyi değerlendirir, yeniden üretir. Tüm
bunlar aslında “insan eylemleri”dir. Pascal, insan varlığının esasını eylemlerinde görür. Fichte,
Descartes’ın Cogitosunu ,“eyliyorum o halde varım” biçimine çevirmiştir. Bu durumda “insan hayatı
basit ya da karmaşık birbiri içine girmiş bir eylemler ağıdır” dersek yanlış olmaz sanırım.
İnsanın varlık koşulu olarak ele alınabilecek “insan eylemleri”nin farkı, bilinç içermesi ve
değişik ilişkilerle kendisini göstermesidir. Bu ilişkilerin bir amacı vardır. Bu amaç, ya bilmeyi
isteme ya da değerlendirmedir. İnsan bu ilişkileri kendisi gibi diğer insanlarla, insan dışındaki canlı
ve cansız varlıklarla en önemlisi de kendisiyle kurar. İnsanın canlı ve cansız varlıklarla kurduğu
ilişki, doğa ve doğadakileri tanıyıp anlama amaçlıdır. İnsanın insanla ilişkisi ve insanın kendisiyle
ilişkisi tanıma amaçlıdır ve ancak “etik” bir sorgulamayla anlaşılır.
Kuçuradi’nin betimlemeye çalıştığı insanın kendisiyle olan ilişkisi aslında insanın “kendini
tanıma” ve “kendini bilme” çabasıdır. Kendini tanıma ve kendini bilme, eski uygarlıkların ahlâk
öğretilerinden öğrendiğimiz, yaşadığı dönemin kahinleri tarafından “en bilge kişi” unvanı verilen
Sokrates’in erdemli yaşam felsefesinin özüdür. Kendini bilmek, insanın toplumsallaşmasından
bugüne kadar her yerde karşımıza çıkar. Bu söz Delphi’deApollon tapınağının girişinde,
efsanelerdeki Atlantis’te, Mısır, Çin, Hint öğütlerinde tasavvuf okullarında, hatta Matrix filminde
Neo’nun kahini ziyarete gittiği sahnede yer almıştır. Felsefe kitaplarında “felsefe yapma”nın en
yüksek ereğinin “kendini bilme” olduğunda herkes hemfikirdir.
Tam bu noktada şu soruları sormak gerekir: İnsan kendisiyle ilişkisini nasıl ve hangi yollarla
kurar? İnsan kendisiyle ilişkisinde neleri değerlendirir ve değerlendirme insana kendisiyle ilgili ne
tür bilgiler sağlar?
İnsanlar yüzyıllardır amaçları için yaşamışlardır. Her bir yaşam, kimi zaman bencil ve
gaddarca, kimi zaman dostça ve barışçı yaklaşımlarla örülmüştür. Psikoloji biliminin verilerine
dayanarak söyleyebiliriz ki insanın eti-kemiği ile organizma; duyguları, düşünceleri, yetileri vb. ile
kişi; toplumsallığı, diğer insanlarla ilişkileri ile bireydir. İnsan, bu üç yönün etkileşimi ile varolan
karmaşık bir yapıdır. Dolayısıyla yukarıda sözünü ettiğim yaşanmış, hayata geçmiş amaçlar, bir
kişinin kendisi ya da ötekiler aracılığıyla da olsa her zaman insanlığı etkilemiştir. Yapılan savaşlar,
insan katliamları, kültür çatışmaları toplumsal olarak nitelense de burada eyleyen yine insandır.
Aynı şekilde toplum önderlerinin, bilim insanlarının, mucitlerin, sanatçıların ve filozofların
çalışmaları ne kadar şahsi görünse de sonuçta “iyi” veya “kötü” insanlığa dayanır. Ancak bu etki
ister “kişisel”, ister “bireysel”, isterse “insansal” olsun, etkileyen insanın kendisidir.
İnsan, bir kişi olarak insan, tektir ve eşsizdir. Bu tekliğinde insan özgürdür. Sartre’ın dediği
gibi insan, özgür olmak zorundadır. Çünkü insan, bu dünyaya fırlatılmıştır, “varoluşunu” kendi
belirler ve yaşamını kendi kurar. Eylemlerinin amacını kendisi belirler ve kendi iradesiyle davranır.
İşte insan, biricikliği ve tekliği bağlamında kişi olarak kendisi ile ilişki kurduğunda tüm eylemlerini
sorgular. Aslında bu ilişki kurma biçimi, insanın kendi kendini yargılamasıdır. Burada farklı olan,
yargılayanın da yargılananın da insanın kendisi olmasıdır. Aslında bu bir bakıma “vicdan
muhasebesi”dir. Bu yargılamayla insan, eylemindeki amacın iyi mi yoksa kötü mü olduğunu anlar;
yaptıklarının nedenlerini, zaaflarını, hırslarını, hatalarını görür. Ancak bunların görülebilmesi için
birtakım etik değerlendirme ölçü tlerinin dikkate alınması gerekir.
Evet! İnsan tekliği ve eşsizliği ile kişi olarak özgürdür. Ancak bu özgürlük insanın keyfi
davranması anlamına gelmez. Tam tersi özgürlük, aynı zamanda sorumluluktur. Kendine karşı,
ötekilere karşı sorumluluktur. Sorumluluğu göz ardı etmeyen bir özgürlük, kişinin yaşamı için
aradığı en “donanımlı” mutluluk arayışının aracı haline gelir. Böyle bir özgürlükle yaşanılan hayat
ilkellikten uzaktır. Üstelik “cahillik erdemdir” diyerek hazcı bir anlayışla mutluluğu keyfilikte
aramak, kendimizi kandırmaktan başka işe aramaz.
Kişi eşsiz ve özgür benliğini kullandığı sürece amaçlarıyla birlikte yaşam zirvesine
tırmanmaya başlamıştır artık. Peki zirveye kişi olarak mı tırmanmalıdır?
Gandhi, Abraham Lincoln, Atatürk gibi kimi kişiler vardır insanlığa mâlolmuş, insanlık için
istemiş insanlığın yararını gözetmiş. Hitler, Neron, S talin gibi kimileri de var ki ünlü olmuş ancak
ezmiş, yıkmış, öldürmüş. İkisinin arasında ince bir çizgi ancak dağlar kadar fark var. Tarihe ve
insanlığa mâlolmak, insanın dağın zirvesinde duruşu gibidir. Bu, iki yöntemle gerçekleşebilir. Sıklıkla
kullanılan veya kullanılmaya çalışılan yöntem, dağın zirvesine çıkarak aşağıdakilere yön
göstermektir. Bu yönlendirme, söz konusu ince çizgide “kişiselliğin” yanına “bireyselliğin”
eklenmesiyle mümkün değildir. İnsanlığın yararı için kullanılması gereken yöntem ise zirveye tek
değil, ötekilerle birlikte yükselmeyi istemektir. Tıpkı Platon’un mağarasında kendi isteğiyle
zincirlerini kırıp idealar dünyasına kavuşanın, kendinden vazgeçip zor olanı seçerek mağarada
kalanların elinden tu tmak için mağaraya geri dönmesi gibi.
İnsanın doğasından kaynaklanan sosyallik arzusuna karşı konamaz. Çünkü insan Rousseau’nun
dediği gibi doğa düzenine karşı hayatta kalabilmek için sessiz, kendiliğinden bir sözleşme ile sosyal
düzeni kurmuştur. Her insan belli bir coğrafyada ve beli bir çağda birey olarak yaşar. Toplumu
önemser. Toplumun değerlerini, toplumun kendisine yüklemek istediklerini benimser. Her insanın,
içinde yaşadığı toplum ve çağda birey olarak görev ve sorumluluğunu da yine kendisi ile ilişkisi
belirler. Camus, birey olarak yaşanan hayatı absürd (saçma) olarak nitelendirir. İnsan, yer ve
zaman bağlamında (özellikle de modern çağda) Sisifos gibi kısır bir döngünün içindedir. Buradan
çıkış yolu kararlılık, aklı kullanma ve kişilikli olabilmekte yatar. Kendisi ile ilişki kurarak kendini
tanıyan insan, kendine uymayan kalıplara kendini uydurmaya çalışmaz. Bu böyle olmadığında
yanılgılar içinde bunalımlar yaşamak kaçınılmazdır. Uyuşturucu batağına saplanmak, sapık
eylemlerin sergilendiği dogmaların kol gezdiği tarikatların içinde köle olmak, hatta yaşamdan
vazgeçmek bundan değil midir? Birey olmak, doğrudan katılmak değil, değer bilgisiyle toplumla
uzlaşmaktır. Condorcet’nin dediği gibi “Bilginin aydınlatmadığı dünyayı şarlatanlar aldatır.”
İçinde yaşadığımız çağda insanlık bilgi ve kültür açısından dur durak bilmeyen bir birikim
oluştururken, modernistlerin vaat ettiği refah ve huzur yerini korkuya bıraktı. Yaşananlar, insan
onurunu, insanca yaşamayı sağlayan insan haklarının ihlâllerini içeriyor. Hırsın, sorumsuzluğun
türettiği yapay ve etik temeli olmayan değerler, gittikçe yükselip insanın değerini yok ediyor.
Birikim, bilgi ve teknolojinin gelişimi, evrensel bir toplumsallaşma ve her insanın bir dünya
vatandaşı olmasına karşı bir duruş mudur? Yaşanılası dünya insan keyfine mi bağlıdır? Hâlâ bir
kahraman mı bekliyoruz? Biz başaramaz mıyız? Bütün bu soruların cevabı, insanın kendisi ile
ilişkisinde gizlidir. Herkes önce kendinin kahramanı olabilir. Neyim? Ne yapabilirim? Ne yaptım?
İşte anahtar sorular bunlardır.
İnsanın kendisiyle ilişkisi aslında kendi hayatını, yapıp ettiklerini sorgulamasıdır. İnsan
nerede, hangi çağda yaşarsa yaşasın “kendini değerlendirmekten” sorumludur. Sokrates’in dediği
gibi “Sorgulanmamış bir yaşam, yaşanmaya değmez.”
İhsan Barış Gedizlioğlu
TEV İnanç Türkeş Özel Lisesi
KOCAELİ
Derecesi:2
“Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini
azaltabilir.”
Be rtrand Russell, Felsefe Yapma Sanatı, çe v. Dr. Halil
Kayıkçı, Ayyıldız Yay. Ankara 2012, s. 66.
BİLGİ, TEM ELSİZ İNANÇLAR VE RUSSELL’IN ÖNERM ESİ
Giriş
Modern çağın en etkili düşüncelerinden biri olan Bertrand Russell ma tematik, man tık ve
epistemoloji gibi temel felsefe alanlarının yanı sıra uygulamalı denecek bazı sorunlarla, etikle de
ilgilenmiştir. Bu sırada ortaya attığı bir önerme dikkat çekicidir. “Belki de deneyimin verdiği dersler
çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini azaltabilir. Bu söze güdüsel olarak katılmak
istesem de önce Russell’ın önermesini incelemem gerekir. Yazımın amacı basittir: Russell’ın
önermesinin doğru olup olmadığının anlaşılması. Bunun için önce semantik yerine koyma meto du
kullanılarak önermenin aslında ne önerdiği anlaşılacak, ardından anlamdaki belirsizlikler giderilecek
ve bundan sonra doğruluk ortaya çıkarılacaktır.
Başlarken sorulması gereken sorular şunlardır: (1) Akıldışı inanç nedir; (2) deneyin ve
deneyimin verdiği ders nedir? Sonrasında bu sorular birleştirilecek ve sonuca varılacaktır.
1. Bilgi Kavramı
Platon’un özellikle Devlet’inde ve bazı diyaloglarında (örneğin:Theaetetus ) inanç üzerine
tartışılmaktadır. Ne var ki buradaki asıl konu bilginin tanımıdır. Günümüzde de Gettier’in karşıt
örnekleri bir kenara bırakılırsa bilginin temellendirilmiş doğru inanç olduğu tezine karşı çıkan pek az
olacaktır (pragmatistler hariç) . Öyleyse her bilgi aynı zamanda bir inançtır. Ne var ki aksini
söylemek güçtür. İnancın bilgi olarak adlandırılması için öncelikle bir temellendirilme yapılmalı ve
ardından da doğruluğu araştırılmalıdır. Bunların yanı sıra doğruluk ve temellendirilmişlik her zaman
eşgüdümlü değildirler. Doğruluk daha çok metafizik (ontolojiyi kapsayacak şekilde) olanla ilgiliyken
temellendirme mantık, düşünme biçimleri yani argümanlarla ilgilidir. Argümanlar tümdengelim ya da
tümevarım yollarıyla elde edilir.
Sanıyorum ki burada açık kalan tek kavram inanç olmaktadır. Eğer inançlar, doğruluk,
temellendirme gibi diğer kavramlardan bağımsızsa her önerme bir inanç olabilir mi? Örneğin bu
yazıyı kaleme alan benim on ton ağırlığında, uçabilen pembe bir fil olduğum önermesi bir inanç
olabilir mi? Sanıyorum cevabımız olumlu. Bir birey istediği her şeye doğruluktan, temellendirmeden
ve kanıttan bağımsız olarak inanabilir. Öyleyse tüm önermeler inançtır.
Bu durumda Russell’in kullandığı akıldışı inanç nedir? Bana öyle geliyor ki bu kavram
temellendirmeyle ilgilidir. Zira akıl dediğimiz şey ancak kanıt konusunda tek başına yeterlidir. Akıl
ancak doğrulukla ilgili, tahminlerde bulunabilir. Gerçekliğin algılanması, deneyimlenmesi gerekir.
Öyleyse akıldışı inanç temellendirilmemiş ya da yanlış temellendirilmiş inançtır. Akıl dışı olmayan
inanç ise temellendirilmiş inançtır diyebiliriz.
Temellendirmeye ken di içinde ikiye ayrılır: (a) güçlü ve (b) zayıf temellendirme. Güçlü
kanıtlar sembolik mantık ve temel düşünme yasaları çerçevesinde incelenebilir. Örneğin şu argüman
ve ardından gelecek olan önerme güçlü bir şekilde akıldışı, yani temelsiz sayılabilir. Argüman: Tüm
insanlar ölümlüdür. Sokrates de bir insandır. Öyleyse Sokrates de ölümlüdür. Eğer iki öncül önerme
doğru kabul ediliyorsa vargı önermesi “Sokrates ölümsüzdür” olamaz. Bu gibi çıkarımlar mantıksız,
dolayısıyla da güçlü anlamda akıldışı önermelerdir. Üstüne üstlük hiçbir rasyonel birey aksini iddia
etmeyecektir.
Bir de zayıf anlamda akıldışıyla bakmak gerekir. Bu, bir önermenin güçlü akıldışı, yani
temelsizliğinin aksine mantık ve temel düşünce yasalarından bağımsız olarak sağduyuya ve genel
inanca karşıtsa zayıf anlamda akıldışıdır. Örneğin günümüzde protonların kuvarklardan oluşmadığına,
canlıların evrimleşmediğine ve benzeri önermelere inanmamak zayıf anlamda akıldışı olmaktadır.
Yalnız unutmamak gerekir ki bu iddia sağduyuyla örtüşmüyordu. Sağduyunun her zaman hatalı
olduğunu söylemek güçtür. Ancak, her zaman doğru olduğunu söylemek de ha talı olacaktır.
Örneğin günümüzde sihrin olmadığına dair yaygın bir inanç vardır. Yine de bir sihirbazın
gerçekten şapkasında bir iki sihirli söz söyleyerek bir tavşan çıkartmadığını söylemek oldukça
zordur. Burada ifadenin zayıf anlamda akıldışı bir inanç olduğu aşikârdır. Yine de güçlü anlamada
septisizmin yeterli ölçüde yenilebileceği tartışmalıdır. Kesin bir sonuca varılamayacaksa da tıpkı
Wittgenstein’ın değil gibi susulmalıdır.
Bu tartışmaların ışığında Russell’ın başta akıldışı inanç derken neyi kastettiği anlaşılmalıdır.
A. Güçlü Akıldışı İnançlar
Eğer Russell bunu kastettiyse tartışma bir hayli kısalacaktır. Öyle ki bu durumda herkes
mantık ve temel düşünce yasalarına göre önermelerini şekillendirecektir. Bu durumda, kimse
Sokrates’e ölümsüz demeyecek, kimse dünyanın dönmediğini iddia etmeyecektir. Oldukça mantıklı
ve kulağa hoş geliyor, ancak bununla ilgili iki sorun vardır.
Öncelikle insan, her alanda kanıt sunacak veriye sahip değildir. Yani bazı alanlarda öne
sürülecek önermeler temellen dirilmemiş olacaktır. Örneğin uzaylılar, odadaki pembe fil ve mantık…
Sanıyorum ki asıl sorun sonuncusuyla alakalıdır. Agrippa’nın çıkmazını (Münchhausen Çıkmazı’nı)
hatırlamak gerekirse ma tema tiksel bir sistem, ya aksiyom adı verilen ön kabullerden oluşur. Ya
sonsuz bir ad-infinitum kanıt zincirine dayanır ya da sirküler yani döngüsel ve bir şeyi kanıtlamak
için önce onun kabul edilmesi gereken kanıtlardan meydana gelir. Her üçü de kesin bir doğruluk
sunamaz. Yani mantık öncüllerin kabulüne dayanır.
Ne var ki ön kabullere dayandırdığımız an döngüselliğin tuzağına düşeriz. Nasıl az önce
akıldışını mantıkla açıkladıysak şimdi de mantıklı kabul ettiğimiz akıldışına bir örnek oldu. Zira
hiçbir kanıt sunmadan kabul etmiş olduk. Bu güçlü anlamda akıldışıdır.
Eğer mantık, yalnızca kabul ettiğimiz bir şeyse bu inancımız akıldışıdır. Zira
temellendirmemiz eksiktir. Diğer taraftan eğer man tığı temellendirmeye çalışırsak bu durumda
mantığı kanıtlamadan kullanmış oluruz. Yani döngüselliğe düşeriz. Özetle bu şekilde bir sonuca
varamayız.
İkincil olarak sunulan kanıtlar doğruluğu garanti etmemektedir. Öyle ki koyu bir septiği
dünyanın dönüyor olduğuna ikna etmek güçtür; ha tta var olduğuna bile. Sanıyorum ki biz üstüne ne
kadar argüman öne sürsek de Descartes’ın şüphesi asla yenilemeyecektir. Bu duruma en güzel
örnek illüzyonlardır. Görsel veriler ne derse ve bu veriyi kullanarak ne kadar argüman öne
sürülürse sürülsün tavşan hep şapkaydı. Yoktan var olmadı. Bu şüphecilik sürdüğü sürece de güçlü
anlamda bir akıldışılık Russell’ın kastettiği şey olamaz.
B. Zayıf Akıldışı İnançlar
Bir de zayıf akıldışı inançlar incelenmelidir. Şöyle ki sağduyu yahut naif realizm her zaman
doğruluğu sağlamaz. Ayrıca değişken ve dinamiktir. Bu da demek oluyor ki kendi içinde değişen ve
değiştikçe de kendini inkâr eden durumlara sebep olabilecektir. Bu özelliği yüzünden Russell’ın
kastettiği şey olması daha muhtemeldir. Ne var ki kendini zaman içinde doğruladığı ve sağduyunun
mantığa, dolayısıyla da zayıf akıldışının güçlüye yaklaştığı görülmektedir.
Sonuç olarak Russell net değildir. Zayıf ya da güçlü akıldışı konusunda bir ayrım
yapılmamıştır. Bu yüzden analizine bir kesin çizgi çekmeden, ikisini de içererek devam edeceğim
ileriki kısımlarda bu tartışma da netleşecektir.
II.
Deneyim
Belki de deneyimden bahsedilecekse önemli isimlerden biri David Hume ve onun öncülü John
Locke’tur. İkisi de bilginin deneyimden doğduğunu iddia etmiş ve Locke tabula-rasa’ yı yani doğuşta
insanın bir şey bilmediğini ve ancak yaşamı boyunca deneyim ve deneyle bilgiye kavuştuğunu
savunmuştur. Bu yaklaşıma katı empirizm diyebiliriz. Bu öğrenim sırasında rol oynayan şeyler
algılardır. Katı empirizm için yanıtlanması gereken temel soru şudur: “Eğer zihnimiz boş olarak
dünyaya geliyorsak bir şeyleri algılayıp nasıl sonuçlar çıkarır, nasıl bilgi ediniriz? Kant’ın, a priori
ve aposteriori kavramları empirizmin katılığını yumuşatmış ve yüzleştiği sorunları çözümlemiştir.
Kimi bilgiler temellendirilirken deney kullanılır ve bunlara a posteriori temellendirmiş bilgi deriz.
Russell’ın deneyim derken bunu kastettiğine inanıyorum. Deneyim, akıl yürütmeyle birlikte
doğruluğu garantileyebilir. Burada söz ettiğimiz doğruluk kavramıdır; temellendirme değil. O
zaman bu tarihsel tartışma bir nevi arabuluculukla sonuçlanabilir. Bilgiye erişirken mantık ve temel
düşünme yasaları ve olguya dayalı deneyimler rol oynar. İkisinden birini reddetmek bizi yanılgıya
sürükler.
O halde doğruluğu garantilemeye yönelik olan deneyim bize ne sunar? Sonuçta halen illüzyon
diye bir olasılık vardır ve algı yanılabilir. Yani, deneyim akıl yürütmeyle birlikte tek yol değil midir?
Buna cevaben doğruluğun metafizik bir kavram olduğunu hatırlatmak isterim. Şüpheciliğe göre
erişilebilirlik değişse de kabul edilmesi gerekir ki her şeyi görebilen bir şey var olup olmadığı,
varsa insan olup olmadığı tartışmaya açıktır ancak bu tartışma şu an için ilgi alanımın dışındadır.
Ya deneyim bize ne dersler verir? Sanıyorum cevap açıktır. Akıl yürütme ve deneyim bize
gerçeklik bağı yani metafizik doğruluğu verir. Bu durumda alınan derslerin reddedilmesi güçtür.
Eğer ki Kartezyen şüphecilik yenildiyse ve yeterli bilimsel (gözleme dayalı, deneysel) veri varsa
(yani doğruysa) dünyanın dönmediğini söylemek açıkça yanlış olacaktır. Bu sayede de ortaya konmuş
olan argümanların getirdiği temellendirmeyle birlikte bu inanç (önerme) artık bir bilgi olacaktır.
Yani aksi iddia edilemez, kesin bir bilgi olacaktır.
Öyleyse deneyim (akıl yürütmeyle birlikte) bize argümanlarımızı test etme şansı sunacaktır.
Yine de burada sanıyorum Russell’ın kast ettiği şey yeterli veriye dayanan ve üstüne akıl
yürütülmüş deneyimdir.
Özetle, Russell deneyim derken Locke ve Hume’un katı empirizminden ziyade Kant’ın akıl
yürütmeyle karışık deneyim kavramını kast etmiştir. Ayrıca deneyimin verdiği dersten kastı da
metafizik anlamda, ontolojiye dayalı doğruluktur. Zira deneyim yukarıdaki gibi Kant’ın kullandığı
anlamıyla doğruluğu garanti etmeyi hedefler.
Önermenin değerlendirilmesi:
Öyleyse karşımıza temellen dirme ve inançla ilgili bir kavram olan akıldışı inanç ve ardından
da doğrulukla ilgili deneyim kavramı çıktı. Bu ikisini bağdaştırmak gerekirse karşımıza tanımı
temellendirilmiş doğru inanç olan bilgi çıkar. Yine de öncelikle akıldışı inançların etkisinden
bahsetmeliyim. Neden bir inancın etkisi azaltılmak istensin?
Eğer güçlü akıldışı inançtan bahsediyorsak rasyonel bireyler üzerinde pek etkisi yoktur.
Güçlü akıldışı inançlar rasyonel bir birey tarafından anında vazgeçilmesi gereken inançlardır. Kimse
Sokrates’in bir insan ve insanların da ölümlü olduğunu kabul ederken Sokrates’e ölümsüz diyemez.
Bu deneyimden bağımsız olarak bilinen rasyonel insanın kolaylıkla düşmeyeceği bir hatadır.
Eğer zayıf, akıldışı inançtan bahsediyorsak toplumsal sağduyu ve bireyleri etkileyebilir.
Ortaçağda dünyanın düz olduğunu söylemek sağduyuya uygunken günümüzde değildir. Sağduyu
yanlış inançların kaynağı olabilir mi? Doğurabilir ve doğurmuştur.
Eğer sağduyu akıldışı sonuçlar veriyorsa ve bu sonuçlar toplumu etkiliyorsa bu durumda
doğruluktan nasıl emin oluruz? Sorun karmaşık gözükmektedir; ancak şu cümleyle aynı anlamı
taşır: Temellendirilmiş inançların bilgi olduğundan nasıl emin olunur? Sanırım ki Kant’ın deneyim
kavramıyla. (Deneyimin gözlem ve akıl yürütmeden mey dana geldiğini anımsatmak isterim.)
Burada Russell’ın aslında bilgi için bir kriter koyduğunu görürüz. Eğer ortada zayıf akıldışı
inançlar varsa bunları test etmenin yolu deneyime başvurmaktır der Russell. Eğer toplu inanış
hatalıysa ve deneyim zayıf anlamda akıldışı gözüken önermeyi desteklerse, toplumun genel inancı
değişir ve artık bu inanç zayıf anlamda akıldışı değildir. Eğer ki deneyim sağduyuyu desteklerse de
artık bu önermenin güçlü anlamda akıldışı olup olmadığıyla ilgili şüpheler giderilmiş olur.
Bu durumda da gerçekten isten meyen yanlış inançların yok olacaklarını ve dolayısıyla
etkilerinin biteceğini görmüş oluruz, tıpkı Russell’ın önermesinde ifade ettiği gibi. Üstüne üstlük bu
süreç sonunda ortaya bilginin, yani temellendirilmiş doğru inancın çıkacağını savunur. Zira artık
deneyim dolayısıyla doğruluğundan emin olduğumuz ve akıldışılıktan sıyrılmış, yani temellendirilmiş
bir inanca sahip oluruz; bu da bilginin tanımına eşdeğerdir. Sanıyorum analizimin bu sonucu
önermeyi doğru diye nitelendirmemize izin verir.
Sonuç
Bu yazıda Russell’ın önermesinin doğruluğu tartışılmış ve doğru olduğu sonucuna varılmıştır.
Yazı süresince akıldışı inançlar ikiye ayrılmıştır: (I) Mantıkla sınırlı olan güçlü ve (2) sağduyuyla
alakalı zayıf. Ardından katı bir empirizm yerine Kant’ın tanımıyla akıl yürütmeyle birlikte giden
deneyimle ilişkilendirilmiştir. Platon’un bilgi tanımına uyarak temellendirilmiş doğru inançlar, bilgi
olduğu söylenmiştir. İnançların doğruluğunu test etmenin deneyimle olduğu savunulmuştur. Böylece
Russell’ın önermesinin doğruluğu apaçık bir şekilde gözler önüne serilmiştir.
Bora Kılıç
Ankara Özel Tevfik Fikret Lisesi
ANKARA
Derecesi:3
“Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini
azaltabilir.”
Be rtrand Russell, Felsefe Yapma Sanatı, çe v. Dr. Halil
Kayıkçı, Ayyıldız Yay. Ankara 2012, s. 66.
ÇAĞDAŞ DÜNYADA İNANÇ VE İŞLEVİ ÜZERİNE
Russell “Neden Hıristiyan Değilim” isimli eserinde inançları ve dini tarih boyunca insanın
yakasını bırakmamış hastalıklar olarak tanımlar. Pozitivizm akımının etkisini her gün daha da çok
hissettirdiği günümüz dünyasında inancın işlevi nedir? Akıldışı inançların etkisini azaltmak nasıl
mümkün olabilir? Bu yazı, bu sorulara cevap vermeyi amaçlamaktadır.
I)
İnancın kaynağı, Tanımı ve Doğuşu
İnanç her şeyden önce zihnin karmaşık bir fonksiyonudur. İnancın ne olduğuna dair
yapılabilecek yüzlerce tanımın mevcut olması, inancın tek bir kaynağı olduğu hakikatinin önüne
geçemez. İnancın kaynağı insan zihnidir. İnsanoğlu sorgulamaya inançla başlamış, başka bir deyişle
ilk sorgulamaların sonucunda inancı yaratmıştır. Empirik bilginin egemenliğinden söz
edemeyeceğimiz ilkçağlarda, insan kaynağını ve nedenini bilemediği her türlü fenomeni açıklamak
için mitlere başvurmuş ve inançla açıklamıştır. Milyonlarca yıl varlığını sürdürmüş dünyamızda,
insanlığın başlangıcına kadar inançtan söz etmek mü mkün değildir. İnanç sabit değildir ve insanlık
tarih boyunca değiştikçe o da yaratıcısına uyum sağlamıştır. Mitler, kullanılan inançlardır. İnsanlık
yenilendikçe inandıkları da yenilenmiş, eski inançların temellerini çoğu zaman koruyarak onlara yeni
kabuklar yaratmıştır. Nordik mitlerdeki yaratılış efsanelerinin çoğunu bugün Hıristiyanlıkta da
görürüz. Tarih boyunca inanışlar beşeri faaliyetler ve etkileşimle birbiriyle sentezlenmiş, yeni
öğeler kazanarak değişmişlerdir. Bu da tüm inançların insanlığın ortak bir ürünü olduğunu, tek ve
özgün bir inanıştan söz edilemeyeceğini kanıtlar. İnancın kaynağının ilahi ve tek olduğu ön kabulü
bile bu gerçeği değiştiremez. İnsanın sonradan kabul edeceği bu öğretilere eski inançlarından
elemanlar taşımaması söz konusu olamaz. Özetle insanın varoluşu, Sartre ve Heidegger’in de dediği
gibi özünden önce gelir. İnsan varoluşundan sonra (eğer oluşturursa) inançlarını oluşturur. Kısacası
inanışın tarihi insanlığın tarihiyle başlar. Peki, inanç insanlık tarihi boyunca var olabilecek midir?
II. İnanç ve Akıldışı İnanç
Russell, teolojik her inancı akıldışı ilan eder. Wittgenstein’a göre “ Her temellendirilmiş
inancın temelinde temellen dirilmemiş bir inanç vardır.” Ona göre teolojik inancın, rasyonel ve
empirik bilgi alanında temellendirilmesi mümkün değildir. Russell için bilimle bilinemeyen insan için
bilinmez olandır. Bilime etkinlik olarak bakıldığında bizi bilimsel bulgulara yönlendirenin yine bir
çeşit inanç olduğunu görürüz. Bilim insanı bir fenomeni açıklama gereksinimi duyduğunda, bu
fenomeni deneylemeden önce zihnindeki bu ön tasarıma inanır. Fakat bu inanç, bilim insanın
elindeki bir fener gibidir. Apriori bir yapıya sahip olan paradigmasına tu tunan bilim insanı,
zihnindeki konsepti olgusal bir temele dayandırarak olgusal bir sonuca ulaşırsa, bilimin ilerlemesine
katkıda bulunmuş olur. Onu bunu yapmaya iten sahip olduğu merak ve zihindeki tasarıma duyduğu
inançtır. Yani kör inanç ve inanç arasında büyük bir fark vardır. Kör inançların temelini metafizik
öğeler oluşturur. İnsan yapısı, bilme isteği gereği metafiziğe ilgi duyar.
Metafizik, oto-determinist bir filozof olan Sartre’ın deyimiyle “dünyada terk edilmiş insan”
için susuz bir adaya düşmüşken yanı başında bulduğu okyanustur. Uçsuz bucaksız olanıyla tam
kavranamaz. Bir başka benzerliği ise tuzlu suyun insan susuzluğunu gidermemesi gibi, insanın
bilgiye olan açlığını asla ta tmin edemeyecek oluşudur. İnsanı metafiziğe yönlendiren susuzluğu, yani
bilgisizliğidir. Yani inançlar, yardım adı altında dünyanın yoksulluğunu sömüren kimi güçler gibi
bilgisiz insanın bilgisizliğini sömürürler. Asalak bir hayvan gibi bu insanların zihinlerine yapışır ve
orada var olurlar. İnanç ve akıldışı inancın farkı burada ortaya çıkar. Cahil insanın sahip olduğu
inanç kör ve akıldışıdır; onu sorgulamadan alıkoyar. Kör olmayan inanç ise insanı yeni bulgulara iten
bir güçtür.
III. Akıldışı İnancın Etkisini Azaltmak
İnsanın etkisini azaltmak için öncelikle temellerini oturttuğu olguların saptanması
gerekmektedir. Akıldışı inanç temellerini cehalet ve korku üzerine oturtur. Russell, “Ne ka dar az
şey biliyorsanız, o bilginize o kadar sıkı tutunursunuz” der. İnancı hayatlarının odak noktasına
koyan insanlar da bu sebeple onu bu kadar yüceltir ve etkisini azaltır. İnancı hayatlarının odak
noktasına koyan insanlar da bu sebeple onu bu kadar yüceltir ve etkisini arttırır. İnsan
bilmediğinden korkar. Bu korkunun sonucunda ise algılanamayana sığınır ve merhamet ister. Teist
insanların karşısına sıkça çıkan bir sorunun temellerini Hume atmıştır. “Bir tanrı varsa, kötülüklerin
sonunu getirmeye kudreti yok mudur?” İnsan şüphesiz ki işe yaramayan merhametten bıkar ve
usanır. Bir başka deyişle akıldışı inancın ve dinin hükmettiği bir ortaçağda bu akıldışı insanların
etkisini kırmak amacıyla hareket edip yakılarak öldürülen G. Bruno’nun heykellerinin İtalya
sokaklarını süslediği dönemlerde yaşamaktayız. Olgusal bilgi tarih boyunca gelişir ve bu
bilinmeyenlerin sayısını azaltır. Bu da türetilecek metafizik problematik sayısının düşmesi an
lamına gelir. Çünkü David Brooks’un da dediği gibi olgusal olanı metafizik problem haline getirmek
yalnızca teolojik bir hatadır. Russell’ın da tümcesinde bahsi geçen deneyim bu bilimsel ilerleme ve
zamandır.
IV. İnanç ve İşlevinin Alanında Kalanlar- Sonuç
21. yüzyıldan daha önce, 19. Yüzyıldan itibaren neo pozitivizm, analitik felsefe metafizik
alanı felsefenin alanından uzaklaştırmaya başlamıştır. Pozitif bilimlere ve duyulara yine bu yıllarda
artan güven ise metafiziği bilimden uzaklaştırmış, ona tamamen nesnel ve rasyonel olgusal yapıya
tama mıyla ulaşmıştır. Russell’ın hayalini kurduğu tasarı her gün daha da gerçek olmakta, inanç
yerini bilimsel bilgiye bırakmaktadır.
Öyleyse, bu yeni olgusal dünyamızda inanç nasıl algılamalıdır? İnanç tamamıyla işe yaramaz
ve işlevsiz mi kalmıştır? Kesinlikle hayır? Pozitif bilimlerin ve insanlığın ötesi inancı yalnızca bilgi
alanından uzaklaştırmak olmalıdır. Tanrı tanımaz bir filozof olan Russell için bile inancın, başarılı
olsun ya da olmasın halâ bir işlevi vardır. İnanç bütünüyle bir ahlâk yasası oluşturur. Yine bu
sebeple kendisi peygamberleri “özverili ahlâkçılar” olarak değerlendirir. (Neden Hıristiyan
Değilim). Bu durum ise karşımıza yeni bir soru çıkarır. İnançlar ve din dogmatik ve kalıpsal
yapıdadırlar. Belirli bir kısmını hayatınıza yansıtıp belirli bir parçayı reddedemezsiniz. Öyleyse,
inançsız bir bireyin bu ahlâk yasasını bütünüyle benimsemesi mümkün müdür? Başka bir bakış
açısıyla bu ahlâk yasasına uymak için hayatını tamamen değiştirecek olması kendisi için bir Nobel
Barış Ödülü almak uğruna cinayet işlemeye benzemeyecek midir?
Sonuç olarak Bertrand Russell’ın cümlesinden kesinlik bildirmeyen her türlü öğe
kaldırılmalıdır. “Deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini
azaltır.” İnsan bilimin tarihsel gelişimi içinde yanılarak, çabalayarak olgusal olanın bayrağını her
gün daha ileri taşımış ve taşımaktadır. Olgusal olan genişledikçe, inançsal olan daralmıştır. Fakat
her inanç akıldışı olarak nitelendirilemez. Bilinmeyeni bulma yolculuğu her zaman merak ve inançla
başlar. Kör ve akıldışı inançla bunun ayrımının iyi yapılması gerektirir.
Öznur Hancı
Özel Bilkent Erzurum Laboratuar Lisesi
ERZURUM
Derecesi:4
“Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini
azaltabilir.”
Be rtrand Russell, Felsefe Yapma Sanatı, çe v. Dr. Halil
Kayıkçı, Ayyıldız Yay. Ankara 2012, s. 66.
DENEYİM İN AYDINLATTIĞI KARANLIK
İnsanoğlu her zaman deneyimleriyle, düşündükleri ya da hissettikleri arasında kalmıştır.
Descartes’ın, kartezyen diyalektiği fiziği ve metafiziği tamamıyla ayrı şeyler olarak düşünerek bu
sorunsala bir açıklama getirse de, yerleşmiş inançlar felsefenin önünü tıkamaya devam etmiştir.
İşte bu noktada “Felsefe nedir? Ne için yapılır?” soruları devreye girmektedir. Zira, Russell gibi
kimi felsefeciler tarafından “akıldışı” olarak nitelendirilen bazı inançların da kendilerine ait bir
felsefeleri vardır. Yani Russell hem haklı hem haksızdır.
Russell’ın “akıldışı” olarak nitelendirdiği inançlar, büyük oranda dinleri kapsamaktadır.
Felsefeciler insan hayatına yön ve anlam verenin ne olduğunu tartışsalar da- tıpkı hedonistlerin
kaliteli hazza ulaşma ya da Sartre gibi varoluşçuların “öz”ü bulma ideali gibi muhtemelen hiçbir
şey, insanların hayatını din kadar kapsamlı ve etkili bir şekilde yönlendirmemiştir. Felsefenin
hayata dair bir amaç belirlemek için yapıldığı düşünülebilir. Bu amacın sezgisel ya da mantıksal
sebeplere dayandırılarak ve amacın amacı gibi sarmallardan uzaklaşıp basitleştirilmesi Nietzsche,
Heidegger, Simone de Beauvoir gibi filozofların ve Budizm felsefesinin düşünce temellerini
oluşturmuştur. Nietzsche o amacın, üstün insana (übermensch) ulaşmak olabileceğini öne sürüp
sonra da bu olanağı sorgulamıştır. Beauvoir için kadınsal rollerin reddi ile (örneğin: eş, anne)
başlayabilecek sürecin amacı, rollerden bağımsız bir varoluş ile sonuçlanmaktadır. Konuya hiçlik
hissi ve ölümlü bir hayatın acı veren anlamsızlığı boyutundan yaklaşan Heidegger, Nietzsche ve
Simone de Beauvoir gibi bir amaç arayışı içine girmiştir. Oysaki dinlerde durum çok farklıdır.
Din felsefesine genel olarak bakıldığında amaç bellidir: Tanrı’nın ya da ilahi kuvvetlerin
doğrultusunda iyi bir insan olup sonraki hayata hazırlanmak. Bu durum en çok Musevilik,
Hıristiyanlık ve İslam için geçerlidir. Modern felsefenin tümevarımcı anlayışının aksine semavi
dinlerin ya da mitolojik inançların tümdengelimci bir anlayışı vardır. Ve tüm; Tanrı ya da ilahi
olandır. Din felsefesi bu algının etrafında şekillenmiştir ve bu nedenle hem Diyojen gibi ilkçağ
filozofları, hem de ortaçağ filozofları, felsefelerini dini ve ahlâki bir temele oturtma ihtiyacı
duymuşlardır. Bu da bilinen anlamda “insan aklının özgürleşmesi” olan felsefeyi prangalara vurarak
asıl anlamından uzaklaştırmaktadır. Felsefenin babası olarak bilinen Sokrates’i, Sokrates yapan
budur: İnançların buyruğundan çıkıp özgür düşünebilmek. Nitekim Sokrates, özgür düşünmeye
verdiği önemden dolayı düşüncelerini insanlara doğrudan empoze etmemiş, doğurtma metodu ile
başkalarının da kendi düşünce sistemlerini oluşturmasını sağlamıştır. “Atina’nın tanrılarına
başkaldırmakla suçlansa da yolunda yürümeye devam etmiş ve kendini izleyen Platon ve Aristo teles
ile bugüne uzanan felsefi öğretilerin temelini atmıştır. Sokrates düşüncelerini Atina tanrılarına
karşı hakaret olduğuna inanıp yolundan ayrılsaydı felsefe bugünkü noktaya ulaşabilir miydi?
Muhtemelen hayır. Onun kendi deneyimlerini felsefileştirmesi bugün dahi yaşamaktadır. Ancak
Yunan dünyasının çok tanrılı mitolojik inancı miladını doldurmuştur. Dini inançlar insan iradesinden
uzak ilahi temellere dayandırıldığı ve bu durum beraberinde dinden bağımsız pek çok batıl inanç
getirdiği için dogmatik bir yol takip etmek insanları ileriye götürmemiştir.
Bir zamanlar Dünya’nın düz olduğuna inanılıyordu ve bilimsel kanıtlar sayesinde bu inanç
değişti. Ancak dünyanın bugün çok tanrılı değil de tek tanrılı inanç sistemlerini benimsemiş
olmasının mantıklı ya da deneysel bir nedeni yoktur. Bu inançların varlığını ne kadar devam
ettireceği bilinemez. Dünya’nın şekli örneğinde olduğu gibi deneysel ve bilimsel kanıtların insanlığın
evreni ve yaşamı anlamasında daha etkili olması empiristlerin, Copernic, Galilei, Einstein gibi bilim
insanlarının düşünce sistemlerini etkilemiştir. Çünkü felsefe, hayatın her alanıyla iç içedir. Çok
muhafazakâr bir düşünce yapısına sahip Sigmund Freud dahi çalışmalarını deneylere ve
deneyimlerine dayandırmıştır. Bu durum bilim ve dini ayırarak bir nevi fizik-metafizik çatışması
yaratmaktadır. Hegel’in tez-an titez-sen tez üçlemesinden oluşan ve zıtlıkları düşünmeyi amaçlayan
diyalektiğinin aksine Russell, aydınlığa ulaşmanın tek bir yol izlemekle mümkün olabileceğini şüpheli
bir bakış açısıyla öne sürmüştür. “Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan
akıldışı inançların etkisini azaltabilir” diyen Russell, yüzyıllardır süregelen ve hem felsefenin hem
de bilimin ilerlemesini engelleyen inançlar yerine, insanın deneyimlerinden ders çıkarmasının
karanlığı aydınlatabileceğini savunmuştur. Tıpkı kendi düşündüğü- Düşünüyorum, öyleyse varımdışında hiçbir şeyden emin olamayacağını öne süren şüpheci Descartes gibi, Russell da deneyimin
dahi çözüm olabileceğinden şüphelidir, “belki” diyerek ancak bu şüpheci yaklaşım Russell’ın
felsefesinde deneyimin inanca olan üstünlüğünü azaltmamaktadır. Çünkü inançların aksine felsefe
şüpheden beslenmektedir ve bu durum Russell’ın deneyimciliğini desteklemektedir.
Russell’ın şüpheci deneyimciliğinin es geçtiği bir nokta ise inançsal öğretilerin her kişide
farklı etki uyandırdığıdır. Örneğin İslami tasavvuf anlayışını benimseyen Mevlâna ve Yunus
Emre’nin inançları Buddha’nın felsefesiyle paralellik gösterir, ha tta Spinoza’nın panteizmi ve
Leibniz’in “monad” teorisiyle uyumludur. Bu düşünürlerin farklı adlar altında kastettiklerinin ne
olduğu belki hiçbir zaman tam olarak bilinmeyecektir. Çünkü herkesin din, tanrı ve metafizik algısı
farklıdır. Bu nedenle inançların sınıflandırılması yanlıştır. İslam tasavvufundaki “Vahde. -i vücut”
düşüncesi ve Mevlâna’nın öldüğü gecenin “Şeb-i Aruz” olarak kutlanması, devir anlayışı. Buddha’nın
nirvanaya ulaşma inancı ile paralellikler kurulabilir. Nirvana bütün olandır ve o bütüne ulaşmak
yaşamın amacıdır. Yaşam, acılar bü tünüdür. Çünkü insan asıl “bütün”den uzaktır. Leibnmiz’in fiziki
ve ruhsal her şeyin “Monad” adı verilen metafizik parçalardan oluştuğunu öne sürmesi Spinoza’nın
panteizmi ile ilişkilendirilebilir, zira “tanrı ya da doğa” derken kast edilen ikisinin bir olduğudur ve
monad, her şeyin yapısını oluşturan tanrısal parçacıktır. Bu örneklerden anlaşılabileceği üzere bu
filozofların hepsi inançlı insanlardır ve farklı inanç sistemleri adı altında kendi felsefelerini
oluşturarak felsefenin “yaşamın anlamı nedir?” sorunsalına açıklama getirmişlerdir. Russell’ın
varsayımı bu nedenle her iki açıdan da doğru ve yanlıştır. İnançlardan yola çıkarak izlenen felsefi
yöntemleri de içinde bulunan cehalet karanlığı aydınlatabilmektedir. Kendi inanç sistemini
oluşturmuş bir Saka Prensinin, bir Yahudi’nin ve bir Müslüman’ın felsefede benzer sonuçlara
ulaşabilmesi bunun kanıtıdır. Demek ki içinde doğup büyüdükleri batıl ve “akıldışı” inanç sistemleri
bu kişilerin kendilerini özgün ve özgür felsefeye yönlendirmelerine neden olmuştur. Russell bu
açıdan yanlış düşünmüştür. Bahsi geçen filozofların ve felsefelerinin Russell’ı haklı çıkardığı nokta
ise onların zaten “akıldışı” inançlarından sıyrılmış olduklarıdır. Ne Mevlâna ne de Spinoza dindar
olmalarına rağmen dindarlıklarını bir dini öğretiyi her yönüyle kabul etmelerine bağlamıştır. Bu
nedenle Russell’ın öne sürdüğü gibi onları aydınlığa çıkaran ve amaçlarına ulaşmalarını sağlayan şey
kendi deneyimlerinden yola çıkarak mantıksız buldukları inançları kabul etmeyerek ve yerine
yenisini düşünecek kadar özgür olmalarıdır. Söylediği şey farklı açılardan hem doğru hem de yanlış
olduğu için Russell’ın “belki”li şüpheciliğinin nedeni anlaşılabilir. Kimin nasıl inandığı hiçbir zaman
kesin olarak bilinemeyeceğinden şüphecilik bir kez daha kendini göstermiştir. Bilimsel çalışmalar ve
deneyler gösterdiği üzere, fiziksel olarak aynı olan renk ve tat gibi somu t duyumlarının dahi
herkes tarafından aynı algılanamaması soyut bir kavram olan “inanç”ın herkes tarafından farklı
algılanmasını daha anlaşılabilir kılmaktadır. Bahsi geçen “inançlı” filozoflar bu nedenle soyutluğu
herkese aynı algılatmayı amaçlayan ve kitaplara dayandıklarından ötürü güvenilirlikleri şüpheli olan
dini inanç sistemlerini tamamıyla kabul etmeyi reddederek üzerlerindeki etiketleri atmış ve
amaçlarını bulmak için kendi deneyimlerinden yararlanmışlardır. Doğal olarak bu kısımda filozoflar
hakkında öne sürülen saptamaların da hepsi şüphelidir. Çünkü felsefi çıkarınlar özneldir.
Felsefenin zıtlıklarla daha anlaşılabilir olmasını sağlayan “diyalektik” açıdan bakıldığında
amaçsızlık cehalettir. Cehalet ise karanlıktır. Dolayısıyla bu karanlığı yok edebilecek şey bilgidir.
Russell’a göre bilgiye deneyimlerle ulaşılabilir. Böylece karanlığa neden olan akıldışı inançlar da
etkisini kaybedecektir. Felsefenin bağımsız düşünme sanatı olduğu göz önünde bulundurulduğunda,
kişi felsefe yaptığında inançların boyunduruğundan kurtulacak ve karanlığı yok edecek bir bilgi ya
da amaca ulaşacaktır. Farklı kutupları temsil etseler de bü tün filozofların yaptığı budur. Herkes
kendi karanlığını yenmiş ve bu uğurda yapılan her çalışma, yakılan her mum, insanlığın ortak mirası
olan felsefe ateşini büyüterek çağdaş dünyanın aydınlanmasını sağlamıştır. İşte bu yüzden bireysel
deneyimler karanlığı aydınlatmaktadır. Tıpkı tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos ve
Prometheus’un hümanizm başkaldırısının başlamasını sağlayarak insanın kendi varlığının önemini
anlamasına yardımcı olması gibi.
Berfin Hazal Koca
Muğla 75. Yıl Fen Lisesi
M UĞLA
Derecesi:5
“Kendiyle ilişkisini kişi, birkaç açıdan “kendi”yle kurabilir: kişi olarak: biricikliğinde,
eşsizliğinde, kendiyle; birey olarak: yaşadığı yerin ve çağın insanı olarak kendiyle; bir insan
olarak: tarihteki in san türünün bir üyesi olarak kendiyle. Bir kişinin yaşamında içiçe girmiş
olan bu kendiyle ilişkilerinin yalınlığında ya da karmaşıklığında, kişinin kendiyle ilgili eylemleri
oluşur.”
Ioanna Kuçuradi, Etik, Türkiye Felsefe Kurumu Yay.,
Ankara 19962., s. 149.
BİREY VE YAŞAM
İnsan her yönüyle benzersiz bir varlıktır. Bireyi birey yapan, onun diğerlerinden farkı
varoluşunun eşsizliğini oluşturan birçok etken vardır. Yaşadığı yerin ve çağın içine doğduğu
kültürün ve ailesinin etkileri, bu etkenler arasında sayılabilir. Ayrıca insanın çocukluğundan beri
yaşadığı olaylar ve deneyimleri hayattaki olayları gözlemleme ve olaylara verdiği tepkiler insanın
“birey”leşmesini kendi karakterini ortaya çıkarmasını sağlar.
Farklı zamanlarda ve biçimlerde de olsa dünyayı, varoluşu, insanlara sorgulamayan “Ben
kimim?”, “beni ben yapan, diğerlerinden farklı kılan nedir?” gibi soruları sormayan yoktur. Kişilerin
hayattaki, bir topluluktaki yerlerini tanımlamak, duyularla edindikleri gözlemleri nasıl yorumlaması
gerektiğini anlamak için farklı düşünme şekilleri ve vardıkları farklı sonuçlar vardır.
Spinoza’nın Etik’inde belirttiği gibi farklı insanlar aynı olaydan farklı çıkarımlar yaptığı gibi,
aynı insan farklı zamanlarda aynı olayı çok daha farklı değerlendirebilir.
Kimileri dünyayı ve insanları gözlemleri sonucu mutlak bir Tanrı’nın varlığına ve yaşamı dini
kurallara göre yaşamak gerektiği sonucuna varırken aynı dünyayı gözlemleyen bir başka insan bunu
bir yaratıcının olmadığına kesin kanıt olarak görebilir. Bu “birey” olmanın “benlik” kavramının
getirdiği bir sonuçtur. İnsan yapısı çok karmaşık olduğundan bunda birçok etken olduğunu
söyleyebiliriz. Bu etkenleri ayrı ayı incelemek istiyorum: Bir insanı diğerlerinden farklı kılanı
incelerken yaşadığı yerin, çağın, kültürün çok önemli bir yeri vardır. İnsanın yaşadığı çağdaki yaşam
şartları, hakim olan ideoloji ve zeitgeist-çağın ruhu- çok önemlidir. Çünkü insanın yaşam boyu
edindiği deneyimler, edindiği fikirler, bilgi birikimi kişinin yapısında kalıcı olan şeylerdir. 15.
Yüzyılda yaşayan bir insanı bugünün bakış açısına ve yaşam şekline göre incelemek yanlıştır. O
yüzyıldaki toplumsal ve siyasi durum, ekonomik şartları da hesaba katarak değerlen dirmek en
doğrusudur.
Yaşadığı çağ kadar insanın yaşadığı yer de önemlidir. Coğrafi şartlar insanın tanık olduğu
olayları, gözlemleri, edindiği sonuçları ve olanaklarını belirler. Ayrıca ailenin yetiştirme şekli ve
gördüğü eğitim de belirleyicidir.
Yaşanılan çağ ve coğrafya, kültür bireyin kendiyle ilişkisinde önemli olan noktalardır.
Bunlardan ayrı olarak insanın tarih boyunca arayış içerisinde olduğu sorular olmuştur. Bu soruların
da bireyin kendiyle ilişkisinde önemli bir yeri vardır. Bu sorular insanın özgür olup olmadığına, Tanrı
kavramına ve insanın toplumdaki yerine dair sorulardır. Örneğin Sartre, insan dünyaya atılmış
yalnız bir varlıktır demiş ve insanın her zaman diğerlerinden farklı ve apayrı bir iç dünyası
olduğunu, insanın varoluşunda yalnız bir taraf olduğunu göstermiştir. Fakat her ne kadar böyle
yalnız bir taraf olsa bile insan yaşamını diğer insanlarla birlikte yani topluluk halinde geçirmeye
zorunludur.
İnsanın kendisiyle ilişkisini belirleyen bir başka soru da insanın özgür olup olmadığıdır. Eğer
deterministler gibi bireyin kararlarını kendi vermediğini yani özgür olmadığını kabul edersek o
zaman bireyin kendiyle ilişkisini tanımlamak da zorlaşıyor. Eğer hayatta insanın farklılıklarının aklı
ve duyumlarıyla vardığı sonuçların hiçbir önemi yoksa bunlar yerine insanın dışında bir güç kişinin
yaşamını belirliyorsa bu birey kavramını hiçe saymak olmaz mı?
İnsan- yaratıcı ilişkisi de insanın kendisiyle ilişkisini belirleyen bir başka nokta. İnanç, söz
konusu olanın var olup olmamasından çok daha fazlasını ifade eden bir kavram. Neye inanıp
inanmayacağını seçmek kişinin belki de benliğini emn çok gösterdiği nokta. Bu yüzden inanç seçimi
Tanrı’nın var olup olmamasından da öte seçim olduğu ve bireyin kendiyle ilişkisini anlattığı için
dikkate değer.
Ayrı olarak toplum-din ilişkisini incelersek kilisenin baskın ve skolastik düşüncenin hakim
olduğu Ortaçağda birey diye bir kavram bile yokken skolastik düşüncenin etkisinin azalmasıyla
“birey” kavramı güçlenmiştir.
Bireyi diğerlerinden farklı kılan ve kişinin kendiyle ilişkilerinde belirleyici olan etmenlerin
incelenmesinden sonra bu konuda Spinoza’nın kendi yaşamından örnek verilebilir. Spinoza, Yahudi
cemaatine mensup getto da doğmuş biriydi, fakat dinlerin gerçekliğini kabul etmediği için
“cehennem” –aforoz- edildi. Geri kalan hayatını okuyarak, yazarak, yani kendisine uygun şekilde
geçirdi.
Örnekten de anlaşıldığı üzere insanın doğduğu coğrafya, yaşadığı çağ, havasını soluduğu
kültür ve din önemli, fakat insan sorgulandığında, kendiyle ilişkilerini ve kendini tanımadığında
bütün bunların sonucu olarak eylemlerini oluşturuyor. Hayatını nasıl yaşayacağını ve neyi nasıl
değerlendireceğine karar veriyor.
Yasin Kaan Doyuran
Özel Fransız Saint Joseph Lisesi
İSTANBUL
Derecesi :6
“Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini
azaltabilir.”
Be rtrand Russell, Felsefe Yapma Sanatı, çe v. Dr. Halil
Kayıkçı, Ayyıldız Yay. Ankara 2012, s. 66.
KUŞKUSUZ İNANCIN DENEYİM KARŞISINDA ÇÖKÜŞÜ
Filozofun yalın ve öz anlatımlı bu cümlesinin karşı karşıya getirdiği kavramları nı inceleyecek
olursak deneyim: kişinin dış veya iç dünyasındaki olayları ve nedenlerini tarafsızlıkla
gözlemleyerek sonraki hayatında bunlardan genel yargılar oluşturarak yararlanabileceği şekilde
hafızasına kaydetmesiyle oluşur. Sadece somut, ölçülebilir, gözlemlenebilir olayları ele aldığı için
objektifliğe ve akla dayanmak zorundadır, kanıt gerektirir. İnanç kavramında ise kişi fenomenlerin
oluşumunun kanıtlanabilirliğini, sorgulamadığı için deneyimin gereksinimini reddeder. Ortaçağ
kilisesinin dünyanın düz bir tepsi olduğunu ileri sürmesi bu “bilgi”nin sorgulanamayan Tanrı’dan
gelmesi bahanesiyle deneyler yoluyla doğruluğunun tespit edilmesinin engellenmesi buna örnektir.
Genel hatlarıyla özetlediğim bu iki kavramın arasındaki bağı inceleyen Bertrand Russell, kanıtçı ve
somu t olan deneyimin dogmalara dayanan ve akılcılık karşıtı inanç üzerindeki nüfuzunu sorgulamış,
onu etkisizleştireceği yönünde bir fikir öne sürmüştür. Buna göre belki de fenomenlere kanıtlanan
nedenler getirmek onları ilahi adalete bağlamaktan daha ta tmin edici gelmelidir insanoğluna. Yani
Russell, aklın yolu keşfedilince – çünkü deneyim, pekiştirilen neden-sonuç gözlemleri, dolayısıyla
akıl yürütmeye eşittir.- dog ma yolunun rağbet görmemeye başlayıp başlamadığını sorgular.
Öncelikle, inanç ve deneyim kavramlarının insanın ruhsal hayatındaki işlevini düşünelim.Tarih
boyunca psikoloji alanında uzmanlaşan kendi kutsal kitabının bakışını yaymaya çalışan din adamları,
kısaca insanın yapısını araştıran herkes, bu canlının huzur içinde olmak, kendini korumak için bu
şekilde kendi yaşamını ve çevresindeki oluşumları açıklayacak bir sebebe ihtiyaç duyduğunu söyler.
İnsanın temel ihtiyaçları, yemek, üremek, barınmak olduğu gibi bilmektir de. Örneğin Kabbala
düşüncesinin temel ma ddelerinden biri insanın alma isteğinin bilgi alanında da olduğu yönündedir.
Bilgi ya da bilgi sanılan şey, kişinin korktuğu bilinmezlik faktörünü ortadan kaldırır. Ünlü konsept
sanatçısı Barbara Kruger bu konuda şöyle demiştir: “İnsanın bir şeyleri üstünkörü öğrenmek ve
onları hemen kategorize etmekle ilgili bir acelesi vardır. ”Çünkü kişi olaylara getirdiği herhangi bir
sebep sayesinde sonuçlara varır. Bu olay karşısında nasıl davranması gerektiğini öğrenir, yargılarını
oturtur. Özgüveni artmış olur ki Kruger’in sanatı, yargıların dogmalarla oturtulmasına ve özgüven
sahibi olunmasına karşıdır. Bir Ortodoks, kö tülük yapınca suçluluk hissetmeye başlar, egosu
kırılgan hale gelir. Bu durumda bu duygudan kurtulmak için ne yapması gerektiğini ait olduğu
topluma danışır ve öğrenir ki papaza günah çıkartmak onu suçundan kurtaracaktır. Bu örnekte
görüldüğü üzere insan ona güven veren bilgiye, fikre tutunacaktır. Bu onun huzura ulaşmak için tek
çaresidir. Bu noktada karşımıza inanç, deneyim kavramları çıkar. Bunlar insanın güvene ulaşmak için
kullanacağı malzemelerdir. Davranışlarına bahane, sorunlarına çare olarak göstereceği araçlar
bunlardır.Toplum ne kadar çağdaşlaşırsa çağdaşlaşsın bilinmeyen hep vardır ve birey bu
bilinmeyene sebep uydurup raha tlamak için bu araçları kullanacaktır.
Tarih boyunca öncelikli araç inanç olmuştur huzur için. Kişiler başlarına gelen talihsizlikleri,
etraf taki olayları Tanrı takdirine bağlayıp bu büyük güç önünde boyun eğmiş olmanın rahatlığını
seçmişlerdir. Bu, toplum liderlerinin de işine gelmiştir. Çünkü din, kimsenin karşı çıkamayacağı
dogmalar bütünü olunca aynı dini paylaşan toplumlarda siyasal ve sosyal hayata nüfuz etmiştir.
Yöneticiler dini kullanarak toplumu sömürebilmiş, kazanç sağlamıştır. Deneyim ise kişiyi gözleme,
akılcılığını sorgulamaya iteceği ve halkın farkındalığını arttıracağı, otoriteye boyun eğmesine neden
olacağı için engellenmiştir. Ortaçağda bilim adamlarının azlığı akıllı bireylerin eksikliğinden değil,
deney ve çalışmanın engellemesinden olmuştur. Oysa birey fenomenlerin sebebi olarak Tanrı’yı
değil de doğayı, gözleme dayalı akılcılığı gösterdiğinde, elinde somu t bir kanıt olacağı için vardığı
yargının kesinliğine daha çok inanacaktır. Böylece fikirlerini daha güçlü bir temel üzerine inşa
etmekten dolayı onlara ve kendisine olan güveni artacak, psikolojik tatmini daha fazla olacaktır ve
bundan sonra yargılar oluşturması gerektiğinde inancı değil, deneyimi araç olarak seçecektir.
Fenomenleri Tanrı kaprisine değil, doğa gözlemine dayandıran ilk filozof Thales’in düşünce
sistemini, akılcılığı destekleyen Voltaire’in eseri Candide’i ele alalım. Evlatlık olarak yaşadığı
şatoda meydana gelen her olayın Tanrı takdirine göre geliştiğini sanır. Dünyaların en güzelinde
yaşamaktadır felsefe hocası Pangloss’a göre. Şatodan kovulup gerçek hayatı görünce savaşların,
ölümlerin, sorunların Tanrı’ya değil, olgusal sebeplere bağlı olduğunu kavrar. Deneyimleri, onu
yaşananların bir sebebi olduğuna ikna edince hareketlerini bu çerçevede daha mantıklı şekilde
seçmeye başlar. Hayatın muhteşem olmadığını, eşitlik kavramına değer verilmediğini, köleliğin
yaygınlığını görmesi ve bu konuda bir şeyler yapmaya başlaması dünyayı görüp ufkunun
genişlemesiyle olur. Böylece sebepsiz ve kanıtsız inançlarıyla yetinmemeye başlar. Çünkü inancın
yerine koyduğu deneyim, kişiye tatmin edici cevaplar, onu gelişmeye iten gözlemler, farkındalık
kazandırır. Belirsizlik tek almamak için dogmalara ve yargılara ihtiyaç duymamaya başlar.
Deneyimin inanç etkisini azalttığı, psikolojik açıdan daha çok tatmin etmesi dışında, başka
bir yönü ise akılcılık alışkanlığı oluşturmasıdır. Olayları, doğayı gözlemleyerek tecrübe edinmeye
başlayan birey, deneylerinde neden-sonuç ilişkisine sıkça rastladığı için günlük hayatındaki olaylara
da böyle yaklaşmaya başlar. Deneyim boyunca kanıt elde edimini tekrar ettiği, pekiştirdiği için
sonuçlara ulaşmada da bu akılcı düşünme sistemini kullanmaya eğilim gösterir. Sebeplerin teorik
değil, pratik olmasını da ister. Bu bir matema tik işlemini formül kullanarak ve sonrasında mantıkla
yapmayı öğrenince kişinin mantıkla yapmayı seçmesine benzer. Beynini kullanma şekli, düşünme yolu
bu yönde gelişmiştir. Somut sebepler ve somut sonuçları aramaya eğilimli olmuştur. Yağmuru
görünce Tanrı’nın isteğini değil, buharlaşan suyun yoğunlaşmasını düşünür.
Sonuç olarak Russell deneyimden çıkarılanların akıldışı inancın etkisini azaltacağı umudunu
öne sürerken deneyimle tanışan kişinin hem psikolojik olarak daha güvenilir bir bilgiye
tu tunmasından dolayı daha çok ta tmin olacağını hem de gözleme dayalı düşünmeyi düşünsel
hayatında bir alışkanlık olarak edineceğini göz önünde bulundurur. Ona göre deneyim hem ruhsal
hem de akılsal olarak daha ta tmin edici bir malzemedir doğruya ulaşmada. Bu yüzden deneyim,
dogmaların ve inancın önüne geçecektir.
Yağmur Ali Coşkun
Alman Lisesi
İSTANBUL
Derecesi 7
“Kendiyle ilişkisini kişi, birkaç açıdan “kendi”yle kurabilir: kişi olarak: biricikliğinde,
eşsizliğinde, kendiyle; birey olarak: yaşadığı yerin ve çağın insanı olarak kendiyle; bir insan
olarak: tarihteki in san türünün bir üyesi olarak kendiyle. Bir kişinin yaşamında içiçe girmiş
olan bu kendiyle ilişkilerinin yalınlığında ya da karmaşıklığında, kişinin kendiyle ilgili eylemleri
oluşur.”
Ioanna Kuçuradi, Etik, Türkiye Felsefe Kurumu Yay.,
Ankara 19962., s. 149.
Modern her ilerleme soru sorarak başlıyor. Biz de öyle başlayalım. Üsteli çok yeni ve
orijinal bir soru üretme iddiasında da bulunmayalım. Sorumuz basit, hepi topu iki kelime “İnsan
nedir?”
Filozofundan antropologuna, psikanalistinden arkeologuna, sosyologundan din adamına kadar
herkes bu soru üzerinde kafa patlattı bu güne kadar. Her kafa patla tan da kendi eğitimine, alanına
ya da görüşüne göre bir cevap verdi: yaratan, alet yapan, gülen varlık olduğunu söylediler. Bunların
hepsini kabul edebiliriz. Hiçbiri yanlış bir tanım gibi görünmüyor. Ama hiçbiri de insanı tamamıyla
tanımlamaya yetmiyor. O halde insanın tanımlanamaz olduğunu söyleyebiliriz.
Bu belirsizlik kulağa korkutucu gelebilir ama aslında insana bir yücelme alanı sağlıyor. Evet,
doğduğumuz anda tamamen doğal varlıklar olarak bir yüceliğe sahip değiliz. Çünkü fikir üretme,
bilgi edinme, karar verme gibi yeteneklerini kullanamaz. Yaşam süresince eğitim, okuma, araştırma,
sanattan istifade etme gibi yollarla bu yetenek erimizi geliştirir, kendimizi ilerleterek inşa ederiz.
Farkında olarak ya da olmadan bu alanların sınırlarını çoğunlukla kendimiz çizeriz. O halde kendi
özgürlüğümüzü kendimiz yaratırız. Bu, bize şartların ve sınırların üstüne çıkabilme olanağını sağlar.
Sanırım Simone de Beauvoir’ın “insan özgürdür; çünkü özgürlüğü kendindedir” derken söylediği
budur.
Kişi kendi yarattığı alanlar içinde birtakım eylemler gerçekleştirir. Keser, biçer, inceler,
yazar, düşünür vb. Bütün bunlar Heideggerci bir tabirle söyleyecek olursak, “Varlık”la (Sein)
özdeşleşme çabasıdır. Çok uzak bir ifade gibi görünebilir bu ama psikanalitik kuram da bunu
söylüyor. Doğduğumuz zaman varlıkla dolayımsız bir ilişki içindeyizdir. Zira bizim için tüm varlık
“anne”den ibarettir. Ödip karmaşası ve “babanın” yasası” (Lacan) ile beraber bu bağlantıyı
kaybeder ve kültürel dünyayla bütünleşiriz. Bu dünyada edindiğimiz her kavra Varlık’la aramızda
yitirdiğimiz özdeşliği kurma çabasıdır. Özdeşleşme çabası varolan herhangi bir şeyle diyalektik bir
sürece girmekle olur. Önce o şeyi, o şey neyse artık fiziksel olarak anlamaya çalışırız. Bu anlama
çalışması, kişinin hayatının merkezindeki konumlanmışsa o kişiye “bilim insanı” denir. Sonra o şeyi
anlamlandırmaya ve yorumlamaya çalışır. İşte bu eylem felsefenin çekirdeğini oluşturur. Nasıl bilim
temelde fiziksel olanı anlama çabasıysa felsefe de kavramsallaştırarak anlamlandırma çabasıdır.
Şayet bu süreçlerin sonucunda ortaya çıkanlardan memnun değilsek, o şeyi değiştirmeye çalışırız.
Bu da sanat, siyaset, teknik gibi birçok yolla olabilir. Bu üç eylem, yine Heidegger’in dilini
kullanırsak “kişisel tarih inşa”sının üç safhasıdır. Kişi bu yolla varlık içinde dağılmış “Ben”ini arar ve
bu ben ta mamen kişiye özgüdür, biriciktir. Kişi varlık kaygısı duyduğundan bu “ben”i bulamadı mı acı
çeker. Acıyı etiketlerin altına gizlemeye çalışsa da sızısı bir yerlerde kalır. Adını bile bilmediğimiz
Çorumlu bir ozanın dostunun ölümü üzerine yazdığı ağıtta “Hem okudum hem de yazdım; yalan
dünya senden bezdim” demesi belki bundandır.
Peki bu, özgürlüğünü kendi yaratan varlık için hiç mi sınır yoktur? Vardır elbet, ama dikkatli
bakmak gerek bu sınırlara. Öyle ki tüm sınırlar, fiziksel imkânsızlıklar bir yana yine insan eliyle
konmuş sınırlardır. Kişinin içinde bulunduğu tarihsel, ekonomik, toplumsal şartlar elbette “ben”in
oluşumunda etkilidir. Ama bütün bunlar insan elinden çıkama şeylerdir. Başlı başına bir bilim dalı
olan tarih bile çeşitli diyalektik süreçlere inansal anlamlar yüklenmesi değil midir?
Az önce kişinin eğitim, araştırma vb. yollarla farkındalığını arttırarak koşulların ve sınırların
ötesine çıkabilme yetisinden söz ettik. Bir yetiye ya da nesneye sahip olan, o yeti ya da nesnenin
verdiği sorumluluğu da kabullenmelidir. Farkındalığını bilgi ve düşünme yoluyla yücelten insan, bu
yetisini kullanamamış kişilerle iletişmek zorundadır. Milyarlarca “ben” var bu dünyada ve her biri
biricik. Madem ki başkaları cehennem (Sartre) aslında hepimiz o cehennemin parçasıyız ya da
hiçbirimiz değiliz! Edindiğimiz farkındalığı sadece kendi “ben”imizi yüceltmek için kullanırsak, bu
büyük bir aptallık ve bencillik olur. Çünkü bu, bizi zamanla körlüğe ve üretememeye gö türür.
Derdimizi anlatacak kimse kalmaz etrafımızda. Kendimizi kendimizin içine hapsederiz. Yani kendi
yarattığımız özgürlük alanını kendimiz yok ederiz. Bu sebeple kendisini özgürleştirmiş bir “ben”,
diğer “ben”lerle ilişki kurmak zorundadır. Bu ilişkiler elbette içinde yaşanılan zamana ve mekana
bağlıdır. Fakat ilişkinin niteliğini (aşk,dostluk, nefret, ilgisizlik) kişiler belirler. Bu ilişkiler ağıdır
bizi başkaları içinde var kılan. (Marx) İşte bu ağ, bir birey” olarak insanın kendisiyle kurduğu
bağdır.
Ne yazık ki çağımızda bütün bunlardan bahsedebilmek lüks bir uğraş haline geldi (ya da
getirildi) Öyle ya yanı başımızda insanlar iş yerlerinde saatlerce aynı ağır işi karın tokluğuna
yapmak zorundayken ya da sadece farklı dinî, cinsel vb.) tercihleri var diye öldürülürken
“anlam”dan bile bahsetmek anlamsız değil mi? Hayır! Fabrikalarda sömürüldüğünün bile farkında
olmadan karın tokluğuna çalışan işçi de benim kadar, belki daha fazla varlık kaygısı duyuyor.
Heyhat ki onun “Ben”i doğmadan çok önce iktidar tarafından belirlenmiş. Yaşamı boyunca da ona
cahil ve bilinçsiz olduğu öğretilmiş ki varlık kaygısının farkına dahi varmadan yaşayıp ölsün. İşte
onların esareti burada saklıdır. Can kaygısına öyle fırlatılmışlardır ki kendi “ben”ini aramaya vakit
ve fırsatları olmayacaktır. Yukarıda “farkındalığın sorumluluğuyla” kastettiğim şeyler tam olarak
budur. Biz, kendimizi özgür kılabilmiş az sayıda kimse, o insanlara sefaletin ne Tanrı ne tarih
buyruğu olduğunu söylemek, yani “tarihin sorumluluğunu almak” (Sartre) zorundayız. Yani yaşamış,
yaşayan ve yaşayacak milyarlarca insandan biri olarak tarih denen o koca hikayenin gidişatını kendi
kişisel meselemiz haline getirmeliyiz. Nerede ve nasıl olursa olsun, özgürlüğü ve özgürleşmeyi
savunmak durumundayız. Ve evet buna mahkumuz!
Burada şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz: Eğer kişi özgürse, kötü bir eylemde de bulunmayı
tercih edebilir. Buna da dokunmamak mı gerekir? Hayır. Burada çoğunlukla iktidarın bir
kandırmacası gizlidir. Uzun uzun anlatmaktansa sözü şiire bırakalım: Işık kör edicidir diyorlar/
Özgürlük patlayıcı/ Lambamıza bozan da onlar/ Özgürlüğümüze kundak sokan da onlar (…) ( Oktay
Rifat Elleri var Özgürlüğün) Evet iktidar özgürlüğü bu yalanla kötüler. Halbuki özgürlük, haklılığın
inadı ve iyiyi kendi kendine bulabilme yeteneğidir. Ahlâk dediğimiz şey, bu fikir üzerine temellenir.
Zaten özgürlüğün getirdiği sorumluluğu üstlenmiş ve kişisel meselesi haline getirmiş insan sadece
kendinin değil, herkesin özgürlüğü için mücadele verir. Bu mücadele toplum geneline yayıldığı zaman
“devrim” gerçekleşir. Bu açıdan bakıldığında “devrim” otori tenin dayattığı anlamların topluca ani
yıkımından başka nedir ki? “Devrimci, kendi “Ben”ini yığınların özgürlüğünde gören insanlardan
başka kimdir ki? Hatta “siyaset” farklı anlam verme mekanizmalarına sahip bambaşka “ben”lerin
nasıl beraber yaşayacağının bilgisi ve uygulamasından başka nedir ki? Levinas etik kavramını
“ötekiyle ilişki” üzerinden (hem yalın, hem karmaşık) ilişkiler ağının kendiliğinden bir ahlâk getirdiği
aşikar.
Evet, gidip cehenneme ötekilerle konuşalım. Çünkü insan olmak demek, dünyanın kaderinden
kendini sorumlu tu tmak demektir. Bilmenin ve düşünebilmenin ahlâkı bu görevi, üstlenmeyi
gerektirir. Ol hikâye bundan ibaret.
Liluz Cengiz
IDV Özel Bilkent Lisesi
ANKARA
Derecesi:8
“Kendiyle ilişkisini kişi, birkaç açıdan “kendi”yle kurabilir: kişi olarak: biricikliğinde,
eşsizliğinde, kendiyle; birey olarak: yaşadığı yerin ve çağın insanı olarak kendiyle; bir insan
olarak: tarihteki in san türünün bir üyesi olarak kendiyle. Bir kişinin yaşamında içiçe girmiş
olan bu kendiyle ilişkilerinin yalınlığında ya da karmaşıklığında, kişinin kendiyle ilgili eylemleri
oluşur.”
Ioanna Kuçuradi, Etik, Türkiye Felsefe Kurumu Yay.,
Ankara 19962., s. 149.
İLİŞKİLER SENTEZİ
Yaşamını sürdüreceği toplumsal fanusun içine düştüğü andan itibaren özne, varolduğu süre
boyunca asla kurtulamayacağı ilişkiler ağına yakalanmıştır. Toplumları ve insanları tanımanın ve
anlamanın bireyin kendi tözünü tanımasıyla ve anlamlandırmasıyla mümkün olacağını “ kendini tanı”
öğüdüyle ortaya atan ve destekleyen Sokrates’in izinden kişi ilişki ağındaki ilk tanışıklığını kendisi
ile yaşayacaktır. Bilincin ilk tanışıklığı ile yaşayacağı ilişki öznenin en dürüst, en çelişkili, en acılı ve
en gerçek ilişkisi olacaktır. İlişkiye bu sıfatları yükleyen boyutsallığı, tıpkı ölümlü öznenin varoluş
sürecinin temelini üç ana başlığa oturtan Schopenhauer’ın yaptığı gibi bu sancılı ilişki sürecinin de
belli başlı kavramlar altında açıklanarak algılanabilir, tartışılabilir ve yorumlanabilir hale getirilme
çabasının doğmasına sebep olmuştur.
Kişinin, kişi olarak kendisiyle ilişkisi, kişinin varoluşunun, tözünün sorgulanmasında saklıdır.
Öznenin doğumuyla birlikte ortaya çıkan varoluş merakını yine öznenin kendi kendisine
sorgulamasına verilen kavramsal bir isimdir. Kişinin kendisine ve insanoğluna yönelik eylemlerinin
temelini oluşturacaktır; kişi olarak kavramsal başlığın altındaki ilişkinin içeriği. Bu yargının ya da
çıkarımın kaynağı öznenin bütün anlayışının kişi olarak kendisinden geldiği düşüncesidir ve bu ilişki
düzeyinin kişinin birliğini ve eşsizliğini tanımlayacak olduğu yargısıdır. Düşünceler ve yargılarla
tanımlama ve yorumlama çabasına düştüğümüz bu ilişkinin sonsuza uzanan derinliğini “sonsuzluğu
gösteren ayna, özel ve iç yaşantımızdan başka bir şey değildir” diyen Gabriel Marcel tarafından
çok güzel ifade edilmiştir.
Kişinin, kişi olarak kendi ile ilişkisi, yaşamında birlikte ilerlediği insanlarla ilişkileriyle
sınırlandırılmıştır. Bireyin eylemlerinin yalınlığı ve karmaşıklığı sürekli değişen bir denge içerisinde
ilerleyen ilişkilerin sentezidir. Birey kavramının temsili anlamı kişinin yaşadığı toplumdaki ve
çağdaki yeridir. Bu yer toplumun beklen tilerini de beraberinde getirir. Kişi birey olarak toplumun
beklentilerini kendi beklentileri haline getirecektir. Bu ilişkinin bireyin kendisi ile kurduğu
ilişkilerden değişken fakat değeri sentez içindeki baskınlığı aynı orantının içinde yer alır. Bu denge
içinde kişinin birey olarak kendi ile olan ilişkisinin baskınlığının arttığı noktada, bireyin eylemleri,
kişilik dışı, sıradan ve monoton bir hal alır. Bu tarz eylemlerin kişiye benliğini unutturduğu,
eylemlerinin kişilik dışı olma sürecinde yine öznenin kişi olarak kendisiyle olan ilişkisinin baskınlığını
doğuracağı kesindir. Çünkü kayıp bir benlik ne toplumda var olabilir ne de tarihte yerini alır.
Sürüleşmiş bireylerin asla bir olamamıştır. Bu nedenle öz benliğe sahip değildir. Onları bu hale
sokan sürüleşmişliktir yani toplumdur. Bu durumda da bireye bireyselliğini veren, Marx’ın sözleriyle
“toplumdan göbek bağını kopartmış” olmalıdır. Ancak o zaman birey, toplumun beklentilerinden
kopabilir ve toplumun beklen tilerini sorgulamaya cesaret edebilir. Ya da Kant’ın dediği gibi
düşünecek kadar cesur olabilir. Bunun için de kişi, birey olarak kendisiyle olan ilişkisinde kendisini
toplumun içine oturttuğu yeri toplumun merkezinden uzak seçmelidir. Bu seçim, birey olarak
ilişkinin birey üzerindeki baskıyı azaltacaktır. Bundan toplumla ilişkinin önemsiz olduğu algısı
çıkmamalıdır. Bu yalnızca bireyin iç dünyasının sınırlarını genişleteceğini ifade etmektedir sadece.
Kişinin insan olarak kendisiyle ilişkisinin, denge savaşı olarak adlandırılan bu baskınlık
kavgasında adının az geçmesi bu tanımın algıyı kolaylaştıran kavramsal bir varsayım olmasından
ötürüdür. İnsan olarak ilişkinin sentez içinde önemini ifade eden bir durum değildir. İnsan
sözcüğünün seçim sebebi bu sözcüğün insanoğlunun tarihi bir varlık olan kişinin kendisini ifade
etmeme ya tkınlığıdır. İnsan türünün tarihsel gelişimi ve varlığı günümüz insanı için sürekli bir
gündem konusudur. “İnsanoğlu tarihten ders almalıdır” yargısının da klişeleştirilmesi bundandır.
Genel olarak kabul gören bu klişenin tam anlamıyla doğru olmadığı anlaşılmalıdır. Birey için her
zaman en önemli örnek kendisi olmalıdır. Fakat bireyin tarihte kötü sonuç doğurmuş, aynı eylemi
yapması, yani aynı hataya düşmesini engelleyecek tarihsel bir değerlendirme man tıksal açıdan
gereklidir. Bu da yargının doğru yönünü oluşturur. İnsan kendiyle olan üçüncü tür ilişkisinin
başladığı eylemlerdeki hataları minimalize etmelidir.
Bireylerin eylemlerini şekillendiren ilişkiler dinamiğinde sorgulayan bilinçler teker teker her
ilişkinin karmaşıklığı ardında kişi bazlı bir sentez yara tırlar. Bireyselliklerini kaybetmeden
ulaştıkları bu sentez onların kendileriyle ilgili eylemlerde toplumsal beklen tilere dayanmayan bir
tu tum izlemeleriyle sonuçlanır. Birey bazlı sentezler ise eylemlerinde toplumsal kural ve
beklentileri ön plana tutar. Her alanda doğru ve yanlış kavramının oluşmasında örnek tahsilinde
kullanılan insan olarak kendimiz ile kurduğumuz ilişki birey için her anlamda etkin rol oynar.
Emirhan Haznedar
Özel Sezin Lisesi
İSTANBUL
Derecesi:9
“Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini
azaltabilir.”
Be rtrand Russell, Felsefe Yapma Sanatı, çe v. Dr. Halil
Kayıkçı, Ayyıldız Yay. Ankara 2012, s. 66.
DENEYİM İNANCIN TEDAVİSİ M İDİR?
Bertrand Russell, “Belki de deneyimin verdiği dersler, çağdaş dünyamızı kuşatan akıldışı
inançların etkisini azaltabilir” demiş. Ben de bunun üzerine yazacağım. Bertrand Russell iki şey
belirtmiş söyleminde: Birincisi dünyayı akıldışı inançlar kuşatmıştır. İkincisi ise bu kuşatmadan
dünyayı deneyimin verdiği derslerin kurtarma ihtimali vardır.
Birkaç soru insanın aklına gelmiyor değil. Bir: dünya inançla kuşatılmış mıdır? İki: Bu
kuşatmadan kurtulunabilir mi? Üç: Deney bu kuşatmaya karşı galip gelebilecek mi? Dört: Din
gerçekten bu kadar etkili mi? Beş: Dinden kurtulmalı mıyız? Ama Bertrand Russell bu
söyledikleriyle dinin çağdışı olduğunu düşündüğünü açıkça belli ediyor ve “Dinin etkisinden bizi
deney kurtarabilir mi?” diye soruyor. Sormak istediği, “Bilim ve deney bizi dinin kuşatmalarından
kurtarabilir mi?”dir Bertrand Russell’ın.
Bu konuyu, birkaç yönden incelemek gerekir. Bertrand Russell’ı bu düşünceye sevk eden
nedir? İsta tistiksel birkaç bilgi verelim. Dünyada iki milyar insan Hıristiyan, yaklaşık iki milyar
insan Budist, bir buçuk milyar insan ise Müslümandır. Bunun dışında çokça farklı din ve inanç
bulunmaktadır. Peki, bu inançlar ne yaptı ki B. Russell bunların etkisinden kurtulmak istiyor.
Öncelikle dinler genellikle neyi açıklar ve vaat eder buna bakalım. Tek tanrı inanç sistemine sahip
olan dinler insanlara üzerinde yaşadıkları dünyanın gerçek olmadığını, Tanrı’nın hoşnutluğunu
kazanmak için bir test yeri olduğunu iddia etti. Eğer Tanrı’nın hoşnutluğu kazanılırsa cennete
gidileceğini, kazanılmazsa cehennemde cezalandırılacağını belirtti. Bunun dışında insan aklının kabul
edemeyeceği ve bilimle kanıtlayamayacağı şeyler vaat etti. Bunlardan biri sonsuzluktur. İnsanlar
sonsuzluk problemini matematikte bile çözemedi. Dünya var olduğundan beri yaşayan biri yok.
Herkes öldü. İnsan aklı sonsuzluğu kabul edemez. Bir diğeri ise yoktan var etmektir. Dünyada
hiçbir insan buna şahit olmadı. Bunu insan aklı kabul edemez. Düşünün avuç içiniz açık ona
bakıyorsunuz. Bir anda orada toprak oluştuğunu düşünebilir misin?
Dinler insana tek bir doğru olduğunu söylediler. Kendilerinden başkasının yanlış ve kötü
olduğunu söylediler. Bu, insanları kitleler halinde kutuplaştırdı. İnsanlar hayatlarını inandıkları dine
endeksli olarak yaşadı. Pazar günlerini Hıristiyanlar kiliseye ayırdı. Müslümanlar cuma günleri
camiye gittiler. Yahudiler ise cumartesileri dinlendiler. Bu hayatı dine endekslemenin en basit
örneğidir. Hıristiyanlar Ortaçağ döneminde sadece cadı olduğu iddia edildiği için iki milyon kadının
hayatını sonlandırdılar. Papazlar cennetten arsa sattılar. Madem burası bir yalan, nasıl oluyor da
buranın parası paha biçilemez sonsuz mu tluluğu satın alabiliyor?
Bertrand Russell tam burada aklımıza geliyor. Çağdaş dünyayı kuşatan akıldışı inançların
etkisini düşünelim. Cennete gidebilmek için servetler dökmek, senin inancından farklı inanca sahip
oldukları için insanları öldürmek… Bunlar dinin etkisi değil de nedir?
Sartre insanın sorumluluk aldıkça birey olduğunu ve kendisinin tek etken olduğunu, insanın
özgür olduğunu savundu. Kader inancına karşı geldi. Dinler ise kader inancını bir hayli yüksek
derecede içinde barındırır. Yaşadığım bütün olayların, bana düzenlenmiş ve önceden hazırlanmış
olması insanı mahkûm yaşamaya sevk ediyor. Bertrand Russell’ın belirtmiş olduğu etki budur: İnanç
insanın hür iradesini elinden alıyor.
“İman gerçekleri kabul etmeme isteğidir” dedi Nietzsche. “Üst insan”ı diğerleriyle bir
arada tu tmak ve köle zihniyetini devam ettirebilmek için dinin kullanıldığını savundu. Cihad uğruna
milyonlarca insan toplanıp savaşa yollandı. Haçlı seferleri için gençler savaş yolunda açlıktan öldü.
Kitle yönlendirme kuvveti ise Bertrand Russell’ın dediği gibi etkilerden biridir. Cihad uğrunda
toplananların aklında bir düşünce var. Hepimiz biriz. Birinizin sakalı kızıl, birisinin siyah. İnsanı
aynılaştırma ve sabitleştirme ve öznenin kendi benliğini yok saydırabilmek dinin bir diğer etkisidir.
Belli bir döneme kadar dünyanın bir tepsi gibi düz olduğu düşünüldü. Bunun aksini iddia
etmek yasaklandı. Aksini iddia edenler cezalandırıldı. Dünyanın geoid şeklinde olduğu ispatlandı.
İnsanlar liderleri tarafından yönlendirilip dünyanın düz olduğu düşündürüldü. Yasaklar geldi. Dağın
ilerisinin boşluk olduğu ve geçilince düşüp ölüneceği iddia edildi. Hal bu ki değil düşmek, insan
yardım almadan dünyadan kopup ayrılamaz bile. Bunu insanlar inançlarıyla fark etmedi. Deney ve
bilimle Newton’un kafasına düşen elma sayesinde farkına vardı.
Tanrı hakkında insanlar konuşurken onun yukarıda olduğunu belirterek konuşur. Dünyanın
yukarısının neresi olduğu belirsizdi ve ondan hep korkuldu. Yuri Gagarin oraya çıkıp keşfettiği
zaman “Ben burada Tanrı falan görmüyorum” dedi. Sovyetlerde yasaklanan inançların yasaklanma
sebebi Bertrand Russell’ın bahsettiği etkiden dolayıdır. Komünistler dinin etkisinden kurtulabilmek
için onu yasakladılar. Bilime öncelik verdiler.
Bertrand Russell’ın bahsettiği etki bir tek gündelik yaşamda yok. Askeri, siyasi, bilimsel,
edebi yönde etkilere sahip. Bilimden bahsettim. Düşünmenin, araştırmanın dogmaya karşı çıkmanın
yasak olduğunu belirtir dinler. Dinin sana verdiği ile yetinip ona isyan etmemen gerektiğini ve
fazlasını düşünmemen gerektiğini anlatmışlardır. Dinin edebi yönündeki etkilerinden bir tanesi
olarak bu örnek gösterilebilir. Şairler yüzyıllar boyu Allah sevgisini anlatmışlardır. Dinin edebi
yöndeki etkilerinden bir tanesi olarak bu örnek gösterilebilir.
Askeri yönüne Haçlı seferleri ile Cihad’ı örnek vermiştim. Siyasi yönünü de ele alalım.
Politikada muhafazakârlık görüşü vardır. Kültürel olarak dine bağımlı olan insanlar muhafazakâr
görüşleri kendi ideolojileri olarak benimsemişlerdir. İnanan birey için din o kadar önemlidir ki
hayatta her meselenin önüne geçebilir. Napolyon “Din kitleleri yönetmek için çok iyi bir alettir”
demiştir. Nitekim tarih boyu yaşanan isyanlar, savaşlar Napolyon’un haklı olduğunu göstermiştir.
Siyasi yönden dinin etkisinden ilk kurtulanlar komünistlerdir. Komünistler bilimde ilerledikçe Tanrı
ve din olgusundan iyice uzaklaşmışlardır. İnsanlar ölüme yaklaştıklarını hissettikçe dinsel etki insan
üzerindeki kuvvetini arttırmaktadır.
Bertrand Russell’ın bahsetmiş olduğu etki kesinlikle göz ardı edilemez ve varlığı kesinlikle
tartışılamaz. Bertrand Russell söylediğiyle bize sadece bilimin tek yol olduğu gibi bir iddia ortaya
koymaz. Bize deneyim der. Bize yaşadıklarımızı incelememiz gerektiğini söyler. Dönüp dinleri
inceledik ve Bertrand Russell’ın belirttiği üzere dinin dünyayı kuşatmış olduğunu ve etkilerini
söyledik. Bir de deneyimin bu konudaki yerini inceleyelim: “Delilik aynı şeyi tekrarlayıp farklı
sonuçlar elde etmeye çalışmaktır” demiş Albert Einstein. Aynı şeyi tekrarlayıp tekrarlamamak ise
insanın yaşadıklarından, deneyimlerinden çıkartmış olduğu derse bağlıdır. Bir çocuğa elektrik
priziyle oynama demenin etkisi ile çocuğun elektrik tarafından çarpılmasının onu, o işi
tekrarla mamak konusundaki meylini farklı şekilde etkiler.
Bir musibet, bin nasihatten daha iyidir” diye bir atasözü vardır. Bir durumu ve etkilerini
varsayım üzerine irdelemekle yaşadıktan sonra inceleyip irdelemek arasında büyük bir fark vardır.
Binlerce yıldır süren bir durum söz konusudur. O da din uğruna savaşmaktır.
Savaşmak ölüm demektir. Ölüm ise belli bir kitle için hüzün anlamına gelir. Dinler sonsuz
mutluluğu vaat ediyorken neden dünya üzerinde uğruna yapılan savaşlardan dolayı milyonlarca insan
can verdi ve dünyayı hüzün kapladı? Barışı hedefleyen bir idealin bu kadar huzursuzluk ve sorun
getirmesi normal midir? Garip olan durum ise ne olursa olsun her gelen fırsatta aynı şey yaşandı.
Yahudi inancı oluştu. Hıristiyanlık ortaya çıkınca onu düşman olarak gösterdi. İslâm gelince
Hıristiyanlık onu düşman olarak gösterdi. Tarih hep kendini tekrar etti.
Deneyim çok ama bundan ders çıkarabilmek insana bağlı. Deneyimler eğer göz ardı
edilmezse yaşananların ne kadar öğretici olabileceği anlaşılabilir. Tahmin edilenin aksine gözlem ve
deneyden ve deneyimden çıkarılabilecek dersler vardır ve doğruluk payı yüksektir.
Bertrand Russell’ın iddiasını ortaya koymasını geciktiren sorun şudur: Çağdaş dünyayı
kuşatan akıldışı inançların etkisini ne azaltabilir? Bertrand Russell bu soruya “deneyim” diye
cevap vermiştir. Bu soru ve cevabı Berrand Russell’ın ortaya koyduğu şekilde inceledim. Kendisi
inançların dünyayı kuşattığını, bu çağda bunların akıldışı olduğunu belirtti. Dinin etkisini dünyadan
deneyiminin verdiği derslerin azaltabileceğini kesinlikten kaçınarak söyledi.
Bertrand Russell’ın bu iddiasının sebebini askeri, dini, siyasi, bilimsel yönden inceledim. Onu
bu düşünceye sevk eden inançların dünya üzerindeki etkisidir. İnançlar insanları yönetmek için
kullanıldı. İnançlar insanları kutuplaştırdı, insan aklının alamayacağı şeyler anlattı. İnsanların
katledilmesine neden oldu. İnsan pasif ve mahkûm hale getirildi. Napolyon, Sartre, Nietzsche ve
Bertrand Russell belki de iddialarında haklıydılar. Belki de deneyimin verdiği dersler çağdaş
dünyayı kuşatan akıldışı inançların etkisini azaltabilir.
Yunus Emre Özkan
Işıklar Askeri Hava Lisesi
BURSA
Derecesi. 10
“Kendiyle ilişkisini kişi, birkaç açıdan “kendi”yle kurabilir: kişi olarak: biricikliğinde,
eşsizliğinde, kendiyle; birey olarak: yaşadığı yerin ve çağın insanı olarak kendiyle; bir insan
olarak: tarihteki in san türünün bir üyesi olarak kendiyle. Bir kişinin yaşamında içiçe girmiş
olan bu kendiyle ilişkilerinin yalınlığında ya da karmaşıklığında, kişinin kendiyle ilgili eylemleri
oluşur.”
Ioanna Kuçuradi, Etik, Türkiye Felsefe Kurumu Yay.,
Ankara 1996 2., s. 149.
DEĞER VE EYLEM ANALİZİ
İnsanlık tarihini yüzeysel bir bakışla ele aldığımızda, tüm problemlerin ilişkilendirilebileceği
şu soruyla karşılaşırız: İnsan nedir? Eylemlerinin temelini ne oluşturur? İnsan duyan, koklayan
olmanın ötesinde kendi için varolan (Sartre), varlığının farkında olan karmaşık bir modeldir.
Kişilerle kurduğu iletişimde karşı karşıya kaldığı problemlerde hayatın köşe taşlarını döşemede
adım başı eylem ve değerlemeleri gözlenir kişinin. Maddesel ve tinsel olanın sentezlendiği bu canlı
maddenin yaşamın hırçın akışında yüz yüze geldiği hayatın gerçekliğini çözümlemede kişi, birey ve
insan olarak kendini ortaya koyuşu doğrudan bunları nasıl değerlendirdiğiyle ilgili bir fenomendir.
Kendi olarak ortaya konamayan fakat kişinin eylem, değerleme ve davranışlarını nitelemede
bir sıfat olan çağın kalıplaşmış ve yerleşik değer anlayışıyla biçimlenen iyi ve kötü kavramları
vardır. Bunlar eylemin ölçütüdür. Kişinin kendini biricik ve esas olarak gerçekleştirmek toplumun
çoğunluğunun arkasını göremediği engellerdir iyi ve kötü. Zaman içinde iktidarın dayattığı katı
kural ve dogmatik ilkelerdir. Peki, ya bunlardan kurtularak insanın kendini özerk benliğinde kişi
olarak var etmesi olanaklı mıdır? Bu nasıl mümkün olabilir?
“İyinin ve kötünün ötesinde, iyinin ve kötünün kendisi vardır. Kirli bir ırmaktır kişi. Bunu
içine alabilmesi için deniz olmalı” diyen insana bilgi nesnesi gibi yaklaşan çağdaşlarının aksine onun
tinsel yanını da ön plana çıkaran Nietzsche “Böyle buyurdu Zerdüşt” adlı yapıtında üç basamaklı
varoluş sürecinden söz eder. “Kimliksizleşmiş özneler” ve “toplumsallaşmamış kişiler” olarak
yaşayanlar (develer) tek kurtuluş yolu olarak toplumun gelenek ve ahlâkını yadsımalıdırlar. Bu
aşamada aslandır kişi, edilgen nihilisttir. Yıkıntının enkazını kaldırmalı ve kendi eylemlerinin temeli
olan değerlerini inşa etmelidirler. Varlığın kendisiyle anlaşıldığı (Heidegger) bu varlık potansiyelini
gerçekleştirmiş, biricikliğiyle ve eşsizliğiyle kendini gerçekleştirmiştir. Eylemlerinde özgürdür
artık. Kişi olma süreci çözümlenen insan artık öznedir. Yaşadığı yer ve çağ yani mekan ve zaman bu
kişiye nasıl etki eder?
İçinde yaşadığı çağın düşünürlerin düşüncelerinin ironik bir yazgısı vardır. Onların şöyle
veya böyle irdeledikleri, sorgulayıp ortaya çıkardıkları doğrular anında veya gecikmeli olarak
toplumların yaşantılarında, bakış açılarında değişime neden olur. Bu bazen tarihsel oluşun yön
değiştirmesi olarak gerçekleşirken, kimi zamanda formalist birkaç ahlaksal anlayışın, davranış
biçiminin farklılaşmasına yol açar. Bu zamansal gecikmeleri ya da etki düzeyini belirleyen unsurları
açıklamalıdır. Bu noktada çoğunluğun dikkatinin odağını, topladığı alan ve hareketler popülizmin
üzerinde yükseldiği sütunlardır. Bu sütunu süsleyen işlemeler önceki senelerde yaşamış büyük
düşünürlerin eserleriyse, bu durumda özne kendisi birey olarak var etme olanaklılığına kavuşur.
Hakim iktidar ve gücün zorbalığında despotizmin gölgesi altında gerçekleşen durumlar ise bugün
örneğini yaşadığımız gibi insanın trajedisi yüzyıllar sonrasında dramatik bir insanlık durumu olarak
miras bırakılır.
Sözgelimi Antikçağ ve Rönesans’ta kimi sanat dallarında aşırı değer verilmesi, o sıralar
etkin olan antik tiyatronun cinsel içeriği, cisimleşmiş tanrılar ve din anlayışının sonucudur.
Çoğunluğun dikkati bu fenomenlerde toplanmış ve yaşadığı yer ve çağın insanı olarak bireyin
eylemleri bu tarz sanat eserlerine yönelmek şeklinde olmuştur. Toplumsallık içinde birey kendini
çoğunlukla birlikte kendi varlığını inşa edebilir. Fakat bu eser, yaşantı, olay ve fenomenlere salt
ezberci bir bakışla değil, insan olmanın ayırdında olarak eleştirici, sorgulayıcı olmalıdır. İnsan
olarak varolmanın köşe taşlarına yazının bu noktasında yaklaşmış bulunuyoruz. Tarihsel etki ve
bağlam bireye nasıl etki edecektir?
İ. Kuçuradi, Nietzsche ve İnsan adlı yapıtında Nietzsche’den önceki filozofların tarihselliği
ihmal ettiğinden söz eder. Zamanın akışında sonsuz çeşitlilikte kurmak varlık bağlantı ve imkânları
insana sunulmuştur. Bunların kaynağı olarak tarihsellik içinde ele alınıp ihmal edilmemesi gereken
bir kavram olan kültür Dilthey’da geçici yaşam formlarının kavranmasıyla değil, sabit yaşam
formlarının kökten ve derince kavranmasıyla anlaşılır. Bu varlık alanında ve imkânlarında insan
kendi yerini almalıdır.
Buraya kadar yapılan kavram ve analizleri neticesinde günümüzün insanını, yani onun
değerlerine, değerlerinin temelini oluşturan insanlık anlayışına neticede insanın bu karmaşık
ilişkilerinin yalınlığında ya da karmaşıklığında kişinin eylemlerini belirleyen durum ve kavramlara
göz atacağım.
Günümüz insanı din, ailesi, kardeşi, ebeveyniyle birlikte ya da bugün sendikaların, tekelci
sermayenin silahların gölgesinin altında esir bırakılarak şartlandırma odalarında çeşitli ışınlarla
kişilik kalıplarına sokulmaktadır (A. Huxley). Çağımızın ayıplarının altında insanın yüzü silikleşmiştir.
İnsanı değerlendirmeye bir laboratuar şefi gibi yaklaşıldı. Tarihsel etkiler reddedilip gnoseolojik
tavırla insan sorgulandı. İnsan kendine bir dönemde çıkış yolu olarak gördüğü ütopyalara sığındı ve
sonrasında insanın metafizik yanını istismar eden şarla tanlıklar yapılmış, sahte, gizemli “ilimler”
türemiştir. Karanlık bu kadar koyulaşırken daha ilerlemeyeceğim.
İnsanların eylemlerini belirlemede en etkili unsurlardan olan çağın insanlık anlayışı bizi geri
döndürülemez bir umutsuzluğa itiyor. Bunu ustalıkla dillendirebilmiş ender yazarlara A. Camus,
“Önemli olan önceki olan, şeylerin köklerine ulaşmak değildir. Mademki her şey olduğu gibidir. Bu
dünyada nasıl davranacağımızdır önemli olan” diyor. Bu karmaşıklıkta bize öneri sunan ise “Tarihsel
oluşun rastlan tısallığındaki dar sınırları insanlık yararına çevirmelidir” diyerek eylemlerimizin
yönelmesi gereken tarafı işaret etmektir aydınlığa giden yolda.