Makine Yüksek Mühendisi, Sanayici, Şair , Yazar Gazanfer SANLITOP [email protected] Kıdem Tazminatı Yasası 27 Mayıs sonrası hazırlanan yeni Anayasa’da çalışma hayatına ilişkin birtakım yenilikler düzenlenmişti. Tüm çalışanlara sendikalarda örgütlenme hakkı tanınmış, grev hakkı verilmişti. Bu haklar 1963 yılında “274 Sayılı Sendikalar Yasası” ve “275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası” kabul edilmek suretiyle hayata geçirildi. Bu yasalarla birlikte işçi haklarında çok önemli kazanımlar sağlanmış oluyordu. İnönü’nün 24 Aralık 1963’te kurduğu azınlık hükümetinde Bülent Ecevit Çalışma Bakanı olarak görev yapıyordu. Kıdem tazminatı yasa taslağı ilk defa bu dönemde hazırlandı. O tasarıda bugünkünden farklı olarak, “işçi kendi kararıyla istifa etse bile tazminatının verileceği” maddesi de vardı. 1965 yılındaki bütçe oylamalarında hükümet güvenoyu alamayıp, 20 Şubat 1965’te istifa etmek zorunda kalınca çıkarılamayan o tasarı, 25 Ağustos 1971 tarihinde Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde yasalaştı. Kıdem tazminatı ile ilgili esaslar 1.475 Sayılı Kanun’un 14. maddesinde düzenlenmişti. Gerçi bu kanunda “işçinin kendi isteğiyle istifa etmesi hâlinde tazminat verilmesi” yoktu ama işverene, “çalışılan her yıl için bir maaş tutarında kıdem tazminatı ödeme mecburiyeti” getirilmişti. Böylelikle, dünyadaki en ağır tazminat yükü işverenimize kısmet oluyordu. Bu kanundaki bir diğer önemli madde ise “kıdem tazminatlarının hiçbir fonda toplanamayacağı ve sigorta ettirilemeyeceği” şeklindeydi. Muhasebe yönünden ihtiyata ayrılamayan tazminat borçları vergiden de düşülemediği için, büyük bir bölümü vergilere giderken, zaman zaman yüzde yüzleri bulan enflasyon ortamında, kalan kısımlar da eriyip gidiyordu. Bunun sonucu olarak da işverenin yükümlülüğü çığ gibi büyüyordu. Daha açık bir ifadeyle, bir yıl öncesinden borçlanılan ve masrafa yazılamayan, dolayısıyla da matrahtan düşülemeyen meblağ küçülürken, ertesi yıla aktarılan borç katlanmış olarak devrediliyordu. Bu son madde ile ilgili olarak etraflıca düşünmek gerekiyor. Zira bu maddede “üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek” vardı. Çünkü herhangi bir nedenle işyeri k apandığında orada çalışmakta olan işçilerin hiçbir güvencesi kalmıyordu. 10 Olaya bu gözlükle baktığımızda “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” demek geçiyor içimizden. Çünkü işçiye bir hak verilmek istenirken, farkına varılmadan (ya da sırf işvereni zora sokmak adına) işçinin geleceği tehlikeye atılıyordu. Bu arada unutulan bir şey daha vardı. Kıdem tazminatının esas amacı, aktif dönemi boyunca bütün gücüyle çalışan, ter döken bir çalışanın, emeklilik döneminde eline geçecek toplu para ile birtakım ihtiyaçlarını görmesi gerekirken “hiçbir fonda toplanamaz” maddesiyle bu imkânın önüne geçiliyordu. Bu olay bir bakıma işçinin istismarına göz yummak anlamını taşıyordu. Çünkü zaman içinde çocuğunun sünneti, kızının çeyizi ve benzeri ihtiyaçlarını gidermek amacıyla o güvence paraları heba edilebiliyordu. Oysa iş kanununa bakılırsa, senelik izin yerine para ödenmesini yasaklayan kararın bu istismarı önlemek için konulduğunu anlamak zor değildi. Bu arada belirtmek gerekirse, işçi hakları elbette çok önemliydi. “Çalışanın hakkının, alnındaki ter kurumadan ödenmesi gerçeği” inanç sahibi olanlar tarafından elbette biliniyordu ama ne yazıktır ki, yanlış düşüncelerle hazırlanan bu yasa, ülkemizin gelişmesini önleyen etkenler arasında en üst sıralarda yer almaktaydı ve hâlâ bu etkisini sürdürüyor. Bu günlerde kıdem tazminatı yasası yeniden gündeme gelmiş durumda. Sevinerek belirtmeliyim ki, birkaç yıl önce yayımlanan “Neden geri kaldık? Neler yapmalıyız?” isimli kitabımda, açıklamaya çalıştığım bütün mahzurlar, yeni yasa tasarısında düzeltilmeye çalışılmış. İşçi ve işveren olarak iki tarafın da sağduyu ışığında anlaşarak, kangren olmuş bu yaraya el atmaları, ülkemiz adına çok yararlı sonuçlar doğuracaktır. Tabii, aklıselim galip gelip, taraflar makul bir noktada anlaşabilirlerse. Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle.. www.sektorumdergisi.com
© Copyright 2024 Paperzz