CARIYE Mariyah Saalih Çeviri Günseli Birol 4 Tarihsel Geçmiş Bu romanı yazarken üç ilham kaynağım vardı: 19. yüzyıl Orta Doğu tarihi, İspanya’daki Elhamra Sarayı ziyaretim ve bir cariyenin günlük yazdığını hayal etmem. Tarihte ilerledikçe bu hayali günlük kendi gerçekliğini yarattı ve bazı zamanlar beni bile kurgunun nerede başlayıp nerede bittiği konusunda yanılttı. Her şeye rağmen, hikâyeyi mümkün olduğunca tarihi bilgiler üzerine kurup cariye Safir’in anılarıyla süsledim. Bu günlüğü yazan genç bir Arap kız, bir şeyhin haremine gizlice giriyor. Bu aldatmacayı da kocasının bir arkadaşının yardımıyla yapıyor, bu adam kendi köle kızıymış gibi onu şeyhin bir cariyesiyle takas ediyor. Dört ay sonraysa kızlar yeniden takas edilecekti - eğer her şey yolunda gitseydi. Geçen yüzyılda kölelik oldukça yaygındı, bunu göstermek için size iki mektuptan alıntılar yapmak istiyorum. Her iki mektup da İspanyol rahipler tarafından Madrid Kardinali’ne, Filipinler’deki korsan baskınları hakkında bilgi vermek için yazıldı: Daha sonra Abdullah şehri yağma etmeleri için birlikleri5 ne verdi. Kiliseler yağmalandı, kadınlar ve çocuklar esir alındı. Krismen, ev ev, sokak sokak dolaşıp, korkmuş kadınları bulup ortaya çıkardı. Harabeye dönmüş şehrin meydanında, yağmalanan her şey toplandı. Abdullah’ın kontrol etmesi için bekleyen beyaz tenli İspanyol kadınlarla Visayanlı siyahi kızlar uzun sıralar oluşturuyordu. En güzel kadınlar Sulu’nun haremine seçildi, sağ kalan erkeklerse hadım edildi. Başka bir olayı anlatan bir mektuptaysa şöyle yazıyordu: Tagal, katliama son verip korsan gemilerinin pruvalarını yeniden güneye doğru çevirdiğinde, 650 tutsak tavuk gibi kafeslere tıkılmıştı. Muzaffer Tagal, Puenta Flecha’daki hırçın dalgalar arasında güçlükle bir dönüş yaptığında, Jolo’dan yüz mil ötede, Zamboanga’daki bir üsten yollanan İspanyol filosu onun yolunu kesti. Kafeslerdeki yüzlerce tutsak yüzünden ağır ve zar zor hareket eden hantal gemi, savaş gemileri tarafından kıstırıldı ve Tagal yıkıcı bir şekilde mağlup oldu. Tagal, çatışmanın kendi aleyhine dönmeye başladığını anladığında gemideki tutsakları denize atmaya başladı ve denize düşenlerin hepsi Puenta Flecha köpek balıklarına yem oldu. Çatışmanın sonunda Tagal dahil üç yüz kişi yaşamını kaybetti ama 120 tutsak da kurtarılıp serbest bırakıldı. Günlüğün geçtiği zamanlarda, Batı ülkeleri uzun seneler önce köleliği kaldırmış ve yasadışı ilan etmişti ancak Ortadoğu’da yüzlerce yıldır uygulanan bir gelenek olduğundan, köleliği yasaklayan kanunların hayata geçirilmesinden sonra bile Ortadoğu’da devam etmiştir. Bunun başlıca sebepleri, uzakta ve sert iklim şartlarının olduğu bir bölge olması, az nüfus ve Doğu ile Batı arasındaki ideolojik farklılıklardı. Dahası, Batı ülkeleri Ortadoğu’da 6 yeni bulunan petrolün sahipleriyle olan hassas ticari anlaşmalarını ve çıkarlarını tehlikeye atmak istemiyordu. Kölelik, Somali’de 1935 yılında yasadışı ilan edildi, Suudi Arabistan’da ise Başkan J. F. Kennedy’nin teşvikiyle, Amerika Birleşik Devletleri’nden tam yüz sene sonra resmen yasaklandı. Harem kelimesi, Arapçada “kutsal, yasak yer” anlamına gelen “harim” ve “yasaklanmış olan” anlamına gelen “harama” kelimelerinden gelmektedir. Bugün hâlâ evde kadın ve çocuklara ayrılan bölüme harem denmektedir. Kayıtlarda bulabildiğim, resmi olarak onaylanmış son harem, Suudi Arabistan kralı Abdülaziz el-Suud’a (18801953) ait. Kendisinin on yedi karısı ve arzularını tatmin edecek sekiz cariyesi varmış. Kayıtlara göre, kırk dört erkek çocuğu ve yaklaşık aynı sayıda kız çocuğu babasıymış (kız çocuklarının sayısını tam olarak gösteren hiçbir kayıt yok!). Yazım dilinde ikilem olabilir çünkü çoğu zaman Arapça metinlerin birebir çevirisi tam olarak yapılamayabiliyor. Mesela kadınların giydiği “burka” çarşaf gibi birçok değişik şekilde yazılabilmektedir. Arabistan’ın en işlek limanı Cidde’nin yazılışı bile farklılık göstermektedir. Jiddah (Cidde), Arapçada “deniz kıyısı”, yine Cidde için kullanılan Jeddah ise büyükanne anlamına gelmektedir. Bu ad ise Havva annemizin surların dışında gömülü olduğu inancından kaynaklanmaktadır. Ben de Cidde diyerek muhtemelen yanlış kullandım ama şu sıralar Batı’da yaygın olarak kullanılan hali bu. Bu günlükte Ciddeli Şerif Hüseyin gibi tarihi karakterlerin yanı sıra gerçekte de var olan şehirler ve ülkelerden bahsedilmektedir. Ayrıca Tunus’ta kaldıkları otel Maison 7 Dorée bugün hâlâ hizmet vermektedir. Şimdiki beş yıldızlı otellere kıyasla eski ve daha geleneksel bir tarzı var elbette ama onun zamanının en iyi oteli olduğuna şüphe yok. Roman hangi dönemde geçiyor? Günlük ne zaman yazılmış olabilir? Esasen, metinde birçok ipucu gizli: Burton’un Arap Geceleri; 1001 Gece Masalları tercümesine gönderme günlüğün 1888’den sonra başladığını gösteriyor, bunu desteklemek için ayrıca 1876’da açılan Süveyş Kanalı’ndan ve telgrafın kullanılmasından bahsedilmektedir. Ayrıca, tüm dünyayı etkileyen İspanyol grip salgınına da bir gönderme bulunmaktadır. Safir 1900 yılında günlüğe başladığı zaman on dört yaşındaydı ve 1926 yılında günlüğe son defa yazdığında kırk yaşına basmıştı. Mariyah Saalih 8 BÖLÜM BİR: YOLCULUĞUM BAŞLIYOR 9 10 ÖNSÖZ Günlüğümü tanımadığım ve yüzünü bile bilmediğim okuyuculara hitaben yazmış olduğuma inanamıyorum. Buna rağmen yazmaya devam ediyorum, çünkü hiç değilse vaktin geçmesini sağlıyor. Fransızca yazıyorum ama onun dışında bir kelime veya deyimde takıldıysam eğer, nadiren de olsa Arapça’ya dönüyorum. Neden mi Fransızca yazıyorum? Çünkü Arapça yazmaktan daha hızlı ve kolay. Ayrıca burada, haremde kimse Fransızca bilmiyor. Birisi günlüğümü bulacak olursa kelimelerim gizemini koruyacak. Ben de tam olarak bunu istiyorum. Önceden, kısa hikâyelerimi ve şiirlerimi ailemle yakın arkadaşlarım için yazardım fakat şu an hepsi uzakta olduğu için kafam karışık ve onlar olmadan yönümü kaybetmiş haldeyim. Bir hikâye mi anlatıyorum? Günlük mü yazıyorum? Peki kim için? Yazım tarzım o anki ruh halime göre değişiyor, o yüzden siz de idare edin artık. Ne de olsa okuyacaklarınız, bir cariyenin çoğu önemsiz, bazısı çok önemli düşünce ve anılarının karışımından ibaret. 11 Bundan böyle, hayatımda olan biten her şeyi günlüğüme yazacağım. Kim olursanız olun, deneyimlerimin ve yazdıklarımın okumanıza değeceğine inanıyorum. Başlangıç olarak, ne çocuk ne de yetişkin olduğum, on dört yaşıma dönmem gerekiyor. Seksek gibi çocuk oyunlarını oynamayı bırakmıştım, annemin kıyafetlerini giyiyor, eski zeytin ağacının çatallı dalında kitap okuyordum. Erkek çocukları beni heyecanlandırır olmuştu; yanlarında yüzüm kızarıyor ve huzursuz hissediyordum. Vücut hatlarım belirginleşmişti ancak yine de fikren henüz bir kadın değildim. O zamanlar hayat için planlarım yoktu. Gerçi on dört yaşındaki hangi çocuğun planları olur ki? Elbette, romantik düşüncelerim, aşk, evlilik ve her genç kız gibi başka hayallerim vardı ama yine de haremde bir cariye olmak bunlardan biri değildi. Değişim aramıyordum; hayatta karşıma çıkan yolu takip etmekten memnundum. 12 YOLCULUĞUM BAŞLIYOR Gerçek ismim Mariyah, Mariyah El-Abiad fakat bana her zaman Marie diye hitap edilmiştir. Bu oldukça uygundu, müslüman bir ismin kısaltılmış Fransızca haliydi. Ne bir Müslüman din adamını ne de Katolik papazını gücendirebilirdi. Annem kıdemli bir Fransız elçilik memurunun kızı, babam ise Tunus hükümetinde ordu malzemeleri tedarikinden sorumluydu. Arap ve Berberi soyundan Tunuslu bir baba ile Fransız bir annenin Tunus’ta doğmuş çocuğu olarak, kendimi şanslı bir kadın sayıyordum. Bir zamanlar katolik olan annem, her ne kadar İslam’ı kabul etmiş olsa da asla şartlarını ve öğretilerini tam olarak benimsememişti ve diğer kadınların aksine benim çok nadir bir hediyeyi almam konusunda ısrarcıydı; eğitim. Yönetmeliğe göre hakkım olmadığı halde, beni özel Fransız elçilik okuluna kaydettiren de -bana garip gelse de- annem olmuştu. Hem Arapça hem Fransızca okuma yazma öğrendim ve sanat eğitimi aldım. Çizim ve eskizlerim amatörceydi fakat yazmayı çok sevdiğim kısa hikâye ve şiirlerin illüstrasyonları 13 için yeterliydi. Daima yanımda olan en yakın arkadaşım, Fransız Büyükelçisi’nin kızı Jacqueline’le de burada tanışmıştım. Bana verdiği bu hediye için anneme ömür boyu minnettar kalacağım. O zamanlar baş belası olan ve ablalarını pek önemsemeyen iki erkek kardeşim, Mahmut ile Amenzu da dahil ailemdeki herkesi çok seviyordum. Geriye dönüp baktığımda, annemin sevgi dolu, duygusal bir kadın olduğunu görüyorum. O zamanlar, şehvetinin derinliğinin ya da serbestlik arayışının tam olarak farkına varamamıştım. Şimdiyse taşlar yerine oturuyor. Onu hayalimde canlandırıyorum; babamın en sevdiği yemek olan Fas yemeği tajine’i pişirirken bir şarkı mırıldanıyor, kendinden emin, normalden daha yavaş ve zarif hareket ediyor. Tüm bunlar, özel bir geceye hazırlandığının işaretleri. Üzerinde bele oturan, çarpıcı bir dekoltesi olan, Fransız elbiselerinden biri var. Annem, babama doğru abartılı şekilde eğilerek yemeği servis ediyor, samimiyetinin kokusu havaya dağılıyor. Babam işten eve geldiğinde sık sık mutfağın penceresinden gizlice bakardım. Genellikle annem yemek hazırlarken arkasında durur, burnunu onun boynuna sürtüp saçlarını okşarken, elini kıyafetlerinde dolaştırırdı. Annem bazen rahatsız oluyormuş gibi numara yapıp, onu kalçasıyla hafifçe geriye ittirir, sonra da cesaretinden dolayı onu affediyormuş gibi yanağına küçük bir öpücük kondururdu. Babam onun küçük chou-chou* idi ve evlilik hayatına çok özeniyordum. * Fr. Çok sevilen bir kişiye hitaben kullanılan; canım, sevgilim anlamında bir kelime. 14 Komodinin üzerinde duran bir kitap gözüme iliştiğinde on beş yaşındaydım. Sarıklı bir adam ve çıplak bir kadının samimi haldeki renkli çizimlerinin olduğu sayfa açıktı. Annem kitabı hızlıca ama gelişigüzel bir şekilde aldı ve kapatıp çekmeceye koydu. Ardından da yüzü belli belirsiz kızararak zoraki bir konuşma yaptı. Her zamanki yatak toplama işimize devam ederken annem, görmüş olduğum şeyi görmemiş ve meraklanmamış olmamı diliyordu. Bu olaydan birkaç hafta sonra annem ve babam Atlas Dağları’na gitmek için evden ayrılmış ve arkadaşım Jacqueline de gece bizde kalmıştı. Uzun senelerdir yakın arkadaştık. Bizi bağlayan ortak noktalarımız vardı; aynı yaştaydık, Fransızca konuşuyorduk ve aynı okula gidiyorduk. Akşam yemeğinden sonra kâhyanın dikkatli bakışlarından ve erkek kardeşlerimin can sıkıcı çekişmelerinden kaçıp, annemin komodin çekmecesindeki kitabını aldıktan sonra yatak odama geçtik. Kitap, Burton’un Arap Geceleri: 1001 Gece Masalları’nın resimli baskısıydı. İngilizce olduğu için ben okuyamadım fakat Jacqueline, babası Tunus’taki Fransız Büyükelçiliği’ne tayin edilmeden önce ailesiyle birlikte Londra’da yaşadığı için kitabı okuyabildi. Yatakta yan yana uzanıp sayfaları çevirmeye başladık. Resimli sayfalara geldiğimizde Jacqueline yazıları İngilizceden Fransızcaya tercüme etti ve her sahnedeki pozu sırayla kadın ve erkek olarak taklit edip, öğrenmeye çalıştık. Yepyeni bir farkındalık ve duygular -yeni gelişmeye başlamış- ergenlikten henüz çıkmış vücutlarımızı kasıp kavuruyordu. Bu yeni hisleri ve farkındalığı kontrol edemiyor, 15 Jacqueline ile ben bunun devamında yapılanları henüz öğrenmediğimizi biliyorduk. Kızışmış iki kedi gibiydik. Hayali bir balo salonunda çalan hayali müzikte, bir prensin kollarındaymış gibi kıkırdayarak müstehcen Avrupa tarzında dans ederdik. Jacqueline bana Fransız usulü öpüşmeyi göstermişti; ağızlar birleşir ve karşıdaki kişinin dili kavranmaya çalışılırdı. “Fransız kızlar, bir erkeğe olan arzularını göstermek için bu şekilde onu öper,” demişti. Bana ayrıca, okulda yanlarından geçerken Fransız oğlanlara göz kırpmayı da öğretmişti. “Gözünü kırptığın sırada ağzını açarsan, aşkın gücüne dayanamayıp gelip seni dudağından öperler,” demişti. “Iyy,” diye düşünmüştüm o zaman ve her zaman ağzım kapalı olarak göz kırpmıştım. 16
© Copyright 2024 Paperzz