D eğer Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi EKİM 2014 Yıl:1 Sayı:10 Ceza ve Tefkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır Dürüstlük dünyayı aydınlatan bir ışıktır, Sen ışığını yakarsan, dünya aydınlanacaktır. ÜCRETSİZDİR Doğru olsam ok gibi, Yabana atarlar beni Eğri olsam yay gibi, Elde tutarlar beni Hiç keder elem etme, Boş yere matem etme Düşmanlarını tanı, Uzak dur sitem etme Ne fakiri aç gördüm, Ne zengini tok Hedefine varır elbet, Doğru ok. (Mevlana) İÇİNDEKİLER 2 İÇİNDEKİLER 4-5 “YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN YA DA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL” DÜRÜST ÇOCUKLAR YETİŞTİRMEK İÇİN EVLİLİKTE “BİZ” OLABİLEN EŞLER, MUTLULUĞU YAKALIYOR 16-18 14-15 DEDİKODU RUHU YARALIYOR SIKINTI SUDA MI, BİZDE Mİ? 24-25 ALTIN KENT KASTAMONU HAYATI ÇÖZEN DÜĞÜMLER EL DOKUMA HALICILIK 48-49 44-46 GIYBET ÖYLE 42-43 40-41 BU YOL ÇIKMAZ SOKAK KÖTÜ BİR AHLAK Kİ 30-34 28-29 36-37 ŞEYH ŞA'BAN‐I VELİ 22-23 KAÇ SENE GEÇTİ DÜNYA NE KADAR BÜYÜK YA BİZ? MALAZGİRT SAVAŞI 12-13 10-11 EDEPTİR EDEBİYAT 50-51 SİZDEN GELENLER 3 EDİTÖRDEN Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi D eğer Yıl: 1 Sayı: 9 Ekim 2014 Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır YAYIN KURULU Ali YILDIZ (Yayın Kurulu Başkanı) Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı Çelebi YILMAZ Eğitim Daire Başkanı Alperen ÖZTÜRK Tetkik Hakimi Ramazan GÜNŞAN Şube Müdürü Melike ÖNBAŞ Alpaslan DEMİR Tuncay KARACA Evren TANRIKULU Metin KARTAL Mustafa Serdar ÖZGÜN Süleyman KARAKUŞ İlhan GÜLER Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Naci BİLMEZ Editör İlhan GÜLER Sahibi Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına Oktay YILDIRIM Kurum Müdürü Matbaa-Baskı Şefi Salim KILIÇ Grafik Tasarım Hoşdere Cad. 191/11 Çankaya/ANKARA Gsm: 0533 616 23 18 * Tlf: 0312 442 36 23 E posta: [email protected] Baskı Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı Şaşmaz / Ankara Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68 Yayın Türü Yerel Süreli Yayın Basım Tarihi: 16/10/2014 İletişim Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA Tel: 0312 204 13 75 Faks: 223 43 91 e-posta: [email protected] Web: www.cte.adalet.gov.tr Sesleniş Gazetesinin Ayda Bir Yayımlanan Kültür Ekidir Merhaba Değerl Okuyucularımız, "Doğru yoldan ayrılan kötülüğe anahtar, doğru yolda giden kötülüğe kilit olur.” İnsanın hayatta belli bir seviyeye gelebilmesi ve olgunlaşması için kayıtsız şartsız içselleştirmesi gereken değerler vardır. İşte bu değerlerin başında gelir doğruluk. Doğruluk kavramı; yalan söylememek, hakikatleri saklamadan söylemek, insanlara faydalı olmak ve yanlış hareket etmemek gibi birçok derin manaları içerisinde barındırır. Dürüst insan; kendisine güveni ve inancı tam; insanlara gerçekleri korkmadan, cesaretle söyleyebilendir. Çünkü dürüst insanların kitabında ve gönlünde korkuya yer yoktur. Dünya, merhametsizliğin, sevgisizliğin, nefretin ve korkunun hüküm sürdüğü bir yer haline gelmeye başladı. Aynı zamanda yalan öyle nüfuz etmiş ki insanların diline; 'doğruyu söylemek gerekirse' diye bir cümle kalıbı ortaya çıkmış. Ama her şeye rağmen doğruluğa ve iyiliğe olan ümidimizi kaybetmemeliyiz. İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un dediği gibi demeli ve her zaman doğrulukta azim ve gayret edilmelidir. "Yeis öyle bir bataktır ki düşersen boğulursun Azmine sarıl sımsıkı bak ne olursun Yaşayanlar hep ümitle yaşar Ümitsiz olan ruhunu vicdanına bağlar” Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere bu ayki sayımızın ana temasını 'doğruluk' olarak istifadelerinize sunduk. Her sayımızda, güncel ve değerli konulara yeni kapılar açmaya çalışıyor, ekibimizle birlikte sizlere keyifle istifade edeceğiniz bir dergi hazırlıyoruz. Bu sayımızın kapak bölümünde; içimizin ve dışımızın bir olması, ikiyüzlülüğü ortadan kaldırmak anlamına gelen Mevlana Celâleddin-i Rumi'nin veciz sözü olan ''Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol'' kavramını açmaya çalıştık. Gezi bölümünde keşfedilmeyi bekleyen altın kentimiz Kastamonu'yu tanıttık. Ayrıca tarih ayfamızda bir solukta okuyup bitireceğinizi umduğumuz ''Malazgirt Destanı''nı kaleme aldık. Elbette bu kadar değil, dürüst çocuklar yetiştirebilmenin sırlı anahtarlarının neler olduğunu, erdemli olmanın temelinin tutarlı olmaktan geçtiğini, hayat boyu kontrol altında tutulması gereken gizli hastalık; yüksek tansiyonun belirti ve tedavilerinin ne olduğunu, Dünyanın büyüklüğünün ne kadar olduğunu ve daha büyük ya da daha küçük olsa ne tür problemlerin ortaya çıkabileceğini, gerek ülkemizde gerekse dünyamızda su kaynaklarının nasıl kullanılması gerektiğini ve bunun gibi birbirinden zengin içerikli birçok yazıyı istifadelerinize sunduk. Her zaman doğru yaşayan, doğru gören, doğru giden ve doğru söyleyen olmanız dileği ile bir sonraki sayımızda görüşmek üzere sağlıcakla kalın… İlhan Güler KAPAK 4 “YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN YA DA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL” Bedenimize yayılan davranışlarımız bazen ruhani, bazen de nefsani davranışlar oluyor. Bu yüzdendir ki bir insanı bir gün çok hayırlı bir amel işlerken görüyoruz, bir gün de bakıyoruz o insan ya bir günah ya da bir hata işliyor İçimizin ve dışımızın bir olması, iki yüzlülüğü ortadan kaldırmak anlamına gelen bu sözü daha iyi hazmetmek ve hayatımıza da yansıtabilmek için önce “Olduğumuz gibi görünmek” kavramını açmaya çalışalım. Olduğumuz gibi görünmek halini Mevlânâ Hazretlerinin şu sözüyle daha iyi anlayabiliriz. “Testinin içinde ne varsa, dışarıya o sızar.” Bedenimiz de kalbimiz de bir komutan, bir su kaynağı gibi. Bir testiye benzeyen kalbimizde bulunan her şey, düşüncelerimiz, hislerimiz, kalbimizden bedenimize yayılıyor ve bedenimizden de davranışlar ve hareketler olarak dışarıya aksediyor. Bedenimizi bırakın, sırf yüz ifadelerimize bile baksak sevinçli bir insanın yüz şekli, öfkeli bir insanın yüz şekli, üzüntülü bir insanın yüz şekli ya da düşünen bir insanın yüz şekli… Gönülde bulunan her şey bedene aksediyor. Ancak şu var ki, kalbimize bazen ruhumuz direktifler verdiği gibi, çoğu zaman da nefsimiz olmadık fısıltılarda bulunuyor. Ruhumuzun ibadet etmek isteğini nefsimiz çoğu zaman engelliyor. Yani şunu söyleyebiliriz: bedenimize yayılan davranışlarımız bazen ruhani, bazen de nefsani davranışlar oluyor. Bu yüzdendir ki insanı bir gün çok hayırlı bir amel işlerken görüyoruz, bir gün de bakıyoruz o insan ya bir günah ya da bir hata işliyor. Bizim için de aynı şey geçerli. O halde ilk önce testimizdeki suların, yani gönlümüzün ve orada yerleşen tüm duygu ve düşüncelerimizin temizlenmesi, arınması gerekiyor. Bunun için de Öncelikle kendimizi kötülüklerden ve kötü arkadaştan alıkoyman, sonra da iyilikleri gönlümüze almalı ve iyi insanlar arayışına çıkmalıyız. İşte bu noktada özümüze bir dönüş, bir yöneliş yaşıyoruz. Olduğumuz gibi görünmemiz için, ilk önce ne olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Bunun için de hatalarımızı, günahlarımızı tüm çıplaklığıyla kendimize itiraf etmeli, elimizdeki zararların, içimizdeki kötülüklerin farkına varmalıyız. Yani kendimizi, “İyi bir insanım” diye kandırmacalarla avutmak yerine, kendimize karşı dürüst davranmalı ve eksikliklerimizi belirlemeliyiz. Ne olduğumuzu belirledikten sonra da, ne olmamız gerektiğini belirlememiz gerekiyor. Bu da, “Ben kimim? Niçin varım?” sorularının cevabını bulup, hayatımızda yaşamakla mümkündür, içimizde ruhumuzun ibadet çığlıklarını duyuyorsak, nefsimizin habire bize kötülükleri fısıldayışını hissediyor ve onunla bir mücadele içine giriyorsak kendimizi tanımaya başlıyoruz demektir. Kendimizi, nefsimizi, duygu ve düşüncelerimizi tanımamız bizim için çok önemli. Çünkü yaşadığımız bir olay, ya da yaptığımız bir davranış nefsânî mi yoksa manevî mi ancak o zaman anlayabiliriz. Olduğumuz gibi görünmek, içimizle dışımızın bir olması demek, içimizdeki nefse göre dışımızı yönlendirmek değil, gönlümüzü, maneviyatımıza göre yönlendirmek anlamındadır. Yani hayırlı bir insan, lâyık bir kul olmamız gerekiyor. Bu bizim için bir hedef olmalı. “Hayırlı bir insan” imajını, kıyafetimize kadar hayalimizde bir canlandıralım. Olması gereken hedefi içimize nakşedip, dışımıza da yansıtma mücadelesine girmeliyiz. “Öyle olmam gerekiyor” deyince, devamında da öyle olma mücadelemiz başlıyor. Olduğumuz gibi görüneceğiz, içimiz neyse dışımız o olacak. Doğru olan bu. Ama önce içimizi güzelleştirelim ki, böylece içimiz de dışımız da güzel olsun. Çünkü ancak içinden aydınlanan insan dışına ışık verir. Ve testimizin içindekiler berrak olmalı ki, dışarıya sızdırdıklarımızdan gün gelip de pişman olmayalım. Olduğumuz gibi görünmezsek riyakârlık, iki yüzlülük yaşıyoruz ve içimiz dışımız arasında derin bir uçurum, büyük bir çelişki baş gösteriyor. Böylece iki farklı âlem, farklı bir iç âlem ve dış âlem yaşarız ki, bu da kişilik çatışmasından başka bir şey değildir. 5 KAPAK Olmamız gereken hedefi içimize nakşedip, dışımıza da yansıtma mücadelesine girmeliyiz. “Öyle olmam gerekiyor” deyince, devamında da öyle olma mücadelemiz başlıyor. Olduğumuz gibi görüneceğiz, içimiz neyse dışımız o olacak. Doğru olanı bu. Ama önce içimizi güzelleştirelim ki, böylece içimiz de dışımız da güzel olsun. Çünkü ancak içinden aydınlanan insan dışına ışık verir. Ve testimizin içindekiler berrak olmalı ki, dışarıya sızdırdıklarımızdan gün gelip de pişman olmayalım Diyelim ki testimin içi çamurlu, bulanık sularla doludur. Siz haliyle benim içimi görmüyorsunuz. Ama dışım, testimin dışı öyle güzel ki üzerinde oymalar, çok güzel desenler var. Gören hayran oluyor. Testimi öyle bir güzelleştirmişim ki, öyle bir dikkat çekiyor ve alkış alıyor ki, içimdeki bulanıklığı hiç kimse farketmiyor ve ben de bu yolla gizliyorum. Şimdi ya olduğum gibi görünmeliyim ya da göründüğüm gibi olmalıyım. Ya içimdeki bulanıklığı tüm çıplaklığıyla ortaya sermeli, “ben buyum” diye gerçek yüzümü göstermeliyim ya da dışımdaki kabımı, o güzel testime lâyık olan berrak bir su sahibi olmalıyım. Hiç olmazsa o güzel kabım benim içime güzellik getirmeli. Tabii su kötüyse testi ne yapsın? Testi suya bir şey yapamaz normalde ama davranışlarımız, ibadetlerimiz, hattâ kıyafetimiz de güzel bir testi, bir kap bizim için… Mesela diyelim ki, hiç kimseye iyilik yapmak, cömert olmak, ikram etmek gibi güzel bir yanım yok. Sırf beni iyi biri bilsin diye içimdeki cimriliği gizlemeye çalışarak isteyene bir şey veriyorum. Çünkü az sonra beni methedeceğini, bana teşekkür edeceğini ve ne kadar cömert bir insan olduğumu söyleyeceğini biliyorum. Şimdi ya gerçek yüzümü göstermeliyim, olduğum gibi görünmeliyim, ikiyüzlülüğümü ortadan kaldırarak vermek istemediğimi ona bildirmeliyim. Ya da göründüğüm gibi olmalıyım. O cömert davranışım bende bir şeyler uyandırmalı ve beni cömert bir insan haline getirmeli. Yani ya “Ben aslında cimriyim, bana boşuna teşekkür etme, vermiyorum” demeliyim ya da “Madem ki teşekkür ettin, beni iyi biri bildin, senin bu zannını boşa çıkarmayacağım ve gerçekten cömert biri olacağım” demeliyim. Önemli olan, aradaki çelişkiyi, içimle dışım arasındaki zıtlığı ve derin uçurumu yok etmektir. Ama daha da önemlisi ilk önce ne olduğumuzu iyi belirlememiz ve sonra da ne olmamız gerektiğine karar vermemiz gerekiyor. Olduğumuz gibi görünmeliyiz. Ya da madem ki etraftan, dışardan bakılınca iyi biri biliyorlar, o şekilde görüyorlar o halde göründüğümüz gibi iyi olmalıyız. “Göründüğümüz gibi olma” olayını, şimdi de kıyafetimiz, yani görünüşümüz, giyinişimiz açısından inceleyelim. Bir kere şu kesin bir gerçektir ki, dış görünüşümüz, kıyafetimiz hâlet-i ruhîyemizi, düşündüğümüz olayları, yaptığımız davranışları, girdiğimiz ortamları da dolaylı olarak etkiliyor. İnsan giydiği kıyafet hangi kesime hitap ediyorsa, o kıyafeti giyen insanların ortamında buluyor kendisini. Ve zaten girmek istediği ortam hangisiyse, ilk yaptığı şey o ortamın kıyafetini giymek oluyor. Nedeni ne? Kendisini o değer verdiği insanlardan biri gibi hissetmek için ve onların arasında kabul görmek için, “Ben de sizdenim” diyebilmek için. Mesela camiye gitmeye hazırlanan bir insanın kıyafetiyle, diskoya gitmek isteyen insanın kıyafeti elbetteki girdikleri ortama göre şekillenir. Bu noktada o ortamın insanları bizi yönlendiriyor. Ama kıyafetlerimiz de düşüncelerimiz doğrultusunda değer verdiğimiz insanların yönlendirişi doğrultusunda değişiklik gösteriyor. Meselâ diyelim ki, bir pop şarkıcısına değer veren bir insan onun giydiği bir şeyi giyer, onun taktığı bir şeyi takar. O halde kimlere değer veriyor olduğumuz, neleri daha çok düşünüyor ve yaşıyor olduğumuz bizim için çok önemlidir. Çünkü düşüncelerimiz kıyafetimize yansıyor. Kıyafetimiz de ruh halimizi etkiliyor. Kıyafetimiz neyse onun gereği olan şeyleri yaşarız. Mesela takım elbise giyen bir adamın daha kibar, daha nazik davranışlar sergilediğini görürken, aynı adamın kot pantolon ya da eşofman, spor ayakkabı giydiğinde hareketlerinin de ona göre daha rahat ve sportif davranışlara dönüştüğünü görürüz. İlk önce içimizde hayırlı bir insan imajı belirledik. Ne olmamız gerektiğine karar verdik. Sonra gün geldi, başardık ve öyle olduk. Olduğumuz gibi görünmek böylece devreye girdi ve tesettüre girmeyi başardık. Giydiğimiz kıyafet halimizi ve hareketlerimizi etkiliyor ve onun gereği olan şeyleri yaşıyoruz, demiştik. … huzurailedebaslar.wordpress.com SAĞLIK 6 Sağlık Psikoloji Tarih Dualarla madde bağımlılığı tedavisi Boşanmanın Çocuklar Üzerindeki Etkisi Osmanlı'nın ilk kalesinde 200 yıllık izler Madde bağımlılığı tedavisinde inanç temeli yaklaşımlar giderek artıyor. Yeşilay'ın düzenlediği “Uluslararası Uyuşturucu ve Halk Sağlığı Politikaları Sempozyumu”nda çeşitli ülkelerden önemli örneklere yer verildi. Türkiye Yeşilay Cemiyeti'nin ev sahipliğini yaptığı, sempozyumda uyuşturucu kullanımı üzerine yeni bakış açılarında inanç temelli yaklaşımlar ve uygulamalar hakkında çeşitli ülkelerde uygulanan programlar ele alındı. Boşanmanın çocuğa olumsuz etkilerinin olduğunu ancak sonrasın da ihmalin çocuğun psikolojik sorunlar yaşamasına yol açabileceği belirtildi. Psikolog Enise Öziç “Şüphesiz boşanmanın da ihmalin de olumsuz etkisi vardır ancak boşanma sonrası ihmal de çocuğunuzun ciddi psikolojik sorunlar yaşamasında büyük etkiye sebep olmaktadır, eğer önlem alınmazsa sorunlu ve depresif bir yetişkin olma olasılığı da yüksek olabilmektedir” dedi. Osman Gazi tarafından 1288'de Bizanslılar'dan fethedilen Eskişehir'deki bu kaleyle ilgili bir gerçek ortaya çıktı. DÜRÜST OL SAĞLIKLI YAŞA Dürüstlük insana huzur veren bir duygudur. Yalan söyleyen, başkalarını kandıran insanlar sürekli yalan söylemek zorunda kaldıkları için huzursuz, gergin ve mutsuzdurlar. Huzursuzluk ve gerginlik de insanın ruh ve beden sağlığını bozar Dürüst olmak sadece ahlaki açıdan değil, vücut sağlığı açısından da önemli. Amerikalı bilim adamlarının yaptığı araştırmaya göre, yalan söylemek sadece manevi anlamda değil, fiziksel anlamda da insana zarar veriyor. Alman Bild der Wissenschaft dergisinin haberine göre, Notre Dame Üniversitesi bilim adamları, gönüllü deneklerle yaptıkları araştırmada, iki grup oluşturdu. Ortalama yaşın 31 olduğu grupların birinden, 10 hafta boyunca küçük ya da büyük, yalan söylememeleri, gerekirse cevap vermemeleri, her şekilde yalan ifade kullanmaktan kaçınmaları istendi. Diğer grup ise kontrol amaçlı kullanıldı. Deneklerin yalan söyleyip söylemedikleri konusunda dürüst olup olmadıkları ise yalan makinesi yardımıyla tespit edildi. Değerlendirme sonucunda, yalandan kaçınanların vücut sağlığında iyileşme olduğu görüldü. Özellikle baş ağrısı gibi şikayetleri bulunan denekler, bu rahatsızlığın hafiflediğini ifade etti. Bilim adamları, yalan söylemenin strese neden olduğunu, bunun da sadece insan psikolojisine değil, vücuduna da zarar verdiğini belirtti. Araştırma sonuçları, Amerikan Psikoloji Derneği'nin Orlando'daki yıllık toplantısında açıklandı. Ertuğrul Gazi'nin oğlu Osman Gazi tarafından 1288'de Bizanslılar'dan fethedilen, 1299' da ilk hutbenin okutularak Osmanlı Beyliği'nin kurulduğu Karacahisar Kalesi'ndeki kazılarda ortaya çıkan sikkeler, kalenin Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar stratejik amaçla kullanıldığını kanıtladı. 7 SAĞLIK Bilim Yaşam Kültür Tek bir atomun sesi kaydedildi Kadınlar erkeklerden daha çok yaşıyor Türkiye'de eğitime katılım artıyor Bilim insanları, hareket eden tek bir atomun sesini kaydetmeyi başardı ve “Fiziksel olarak mümkün olan en yumuşak ses”olarak yorumladı. ABD' nin Columbia ve İsveç'in Chalmers Üniversiteleri tarafından yapılan çalışmada, atomun sesi ilk kez duyuldu. Araştırmacılar, tek bir atom hareket halindeyken yaydığı titreşimleri tespit ederek maddenin en küçük yapı taşına ait sesi duymayı başardı. Titreşimlerden çıkan sesin son derece cılız olduğu belirtildi. Türkiye İstatistik Kurumu’nun araştırmasına göre, Türkiye geneli yaşam süresi beklentisi toplamda 76.3 yıl oldu. Sonuçlara göre, erkeklerde yaşam süresi beklentisi 73.7 yılken, kadınlarda bu süre 79.4 yıl olarak kayda geçti. Bu sonuca göre, bir erkek bir kadına nazaran yaklaşık 6 yıl daha kısa yaşayacağını tahmin ediyor. Ayrıca, Türkiye ortalamasında 76.3 yıl olan yaşam süresi beklentisi, Avrupa ülkelerinde 80.3 yıl düzeyinde. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü'nün (OECD) eğitimle ilgili raporunda, Türkiye'de 2012'de yükseköğretim mezunlarının üst ortaöğretim mezunlarından %91 fazla kazandığının altı çizilirken, OECD ülkelerinde %59 daha fazla kazandığı kaydedildi. Bu farkın özellikle kadınlarda görüldüğüne dikkati çeken raporda, yükseköğretim mezunu 25-64 yaş aralığındaki kadın çalışanların, üst ortaöğretim mezunu olan hemcinslerinden iki kat fazla kazandığı belirtildi. YÜKSEK TANSİYON Hayat boyu tedavi ve devamlı kontrol altında bulunmayı gerektiren gizli bir hastalık, hipertansiyon. Ortaya çıktığında, insanın hayat programını kendine göre yaptırtan bu hastalığı tanımak ve gereken tedbirleri almak gerekiyor Hipertansiyon, atardamar kan basıncının devamlı yükselmesi ile kendini gösteren bir kalp-damar hastalığıdır. Hastalarda arteriyel kan basıncı olarak normal kabul edilen büyük tansiyon (sistolik) 140 mmHg ve küçük tansiyon (diastolik) 90 mmHg sınırları geçilmiştir. Toplumumuzda nüfusun yaklaşık beşte birinde hipertansiyon vardır. Bu 10 milyon kişi demektir. Hipertansiyon yıllarca hiçbir belirti vermez. Vücudun savunma mekanizmaları uzun dönemde, hipertansiyonu vücudun aleyhine olacak şekilde yavaş yavaş sağlarlar. Erken teşhis için şüphelenilen belirtilerde tansiyon düzenli olarak ölçülerek bulunabilir. Hipertansiyonlu kişilerde kalp-damar hastalığı görülme oranı, normal kan basıncı olanlara göre en az 2 mislidir. Beyin ve sinir sistemiyle ilgili hastalıkların görülme oranı 8 misli ve kalp yetmezliği görülme oranı ise 5-6 misli fazladır. Ayrıca böbrek fonksiyonlarında bozulmaya sebep olan en önemli faktörlerden biri hipertansiyondur. Bu sonuçlara hem büyük hem de küçük kan basıncı yükseklikleri sebep olmaktadır. Bundan dolayı tanınması ve tedavi edilmesi şarttır. Şikâyeti olanlar ve ailesinde hipertansiyon olan kişilerin zaman zaman doktor kontrolünden geçmesi gerekir. Bu da uygun zaman ve zeminlerde, en az 2-3 kez, uygun aletlerle kan basıncı ölçümleri ile olur. En iyi sonuç hastanın 24 saatlik kan basıncı ölçümünü özel bir kayıtla elde edebilirsiniz. Yaşla birlikte büyük kan basıncında bir artış olmaktadır. Hipertansiyonlu kişilerin %80′i, küçük kan basıncı 90-104 mmHg arası olanlardır. Kübra CAGLAK TOPLUM 8 ERDEMİN TEMELİ TUTARLILIK Her şeyin başında tutarlı olmak gelir. Tutarlılık, erdemin temelini oluşturur. Tutarlı insan hem kendisiyle, hem çevresiyle hem doğayla kısaca tüm dünyayla barışık insandır. Tutarlılık,küçük hesapları,içten pazarlıkları, yüzden gülüp arkadan atıp tutmaları kaldırmaz. Tutarlılık, yaşlılara ve engellilere de toplum içinde yer vermek; onların da bu ülkenin bir bireyi olduğunu unutmamaktır Tutarlılık, bugün söylediğini yarın unutmak, göz ardı etmek, kıvırmak, değildir. Tutarlılık, özü sözü bir olmak, her zaman, her yerde ve her durumda Yunus Emre'nin dergâha taşıdığı odunlar gibi düz olmaktır. Tutarlılık, sözünü gölgelemek, takiyye Tutarlılık, bencilliğin, iki yüzlülüğün, kibrin, tembelliğin, sevgisizliğin bulunduğu ortamlarda yaşayamaz. Tutarlılık, olgunluk, insancıllık, çalışkanlık, doğruluk, dürüstlük, sevgi ve saygıdır. Tutarlılık, yaşlılara ve engellilere de toplum içinde yer vermek; onların da bu ülkenin bir bireyi olduğunu unutmamaktır. Tutarlılık, mazlumun âhını almamak, zalime boyun bükmemek, doğru bildiği yolda yılmamak, korkmamak, ürkmemek, caymamaktır. Tutarlılık, köşeli-bucaklı düşünebilmek, her karşılaştığı iddiayı, düşünceyi, yargıyı akıl ve kuşkunun süzgecinden geçirmek, bilimin eleğinde elemektir. Tutarlılık, vatansever, ulussever görünüp ata yadigârı vatan topraklarını, doğayı kirletmek, ormanları yakmak, dereleri satmak değildir. yapmak, köprüyü geçene dek ayıya dayı demek değildir. Tutarlılık, umutsuzluk, yılgınlık, karamsarlık, sigara dumanları arasında, içki kadehlerinin dibinde, kendine dünya aramak değildir. Tutarlılık, kahve köşelerinde, oyun masalarında zaman öldürmek değil; üretmek, eskiyi yeniye, kötüyü iyiye, yanlışı doğruya, çirkini güzele dönüştürebilmektir. Tutarlılık, yaşamayı sevmek, sağlıklı yaşamanın gereğine inanmak, umudunu korumak, geleceğin dünyasını kadeh diplerinde değil, aydınlık düşüncelerde aramaktır. Tutarlılık, cebren dayatılanlara hayır; aklın ve bilimin gösterdiğine evet diyebilmektir. Tutarlılık, yarını bugünden görmek, bilimin ve sanatın şavkında geleceği ilmek ilmek örmektir. A.Z. ÇAMUR r r 9 TOPLUM Özeleştiri Kendini bilen insan, içindeki "benliği" tanıdıkça, bilinmeyen yanlarını öğrenmeye, dışarıya yansıtmadığı yanlarım azaltmaya çalışır. Böylece gereksiz kaygılardan kurtulur. İstemediği, beğenmediği davranışlarını kolayca denetim altına alabilir Kendisini bilen İnsan, başkalarıyla olan ilişkilerinde dışarıya yansıttığı yanlarına gelen tepkilere bakarak bilinmeyen yanlarını, başka bir deyişle, iç dünyasını daha iyi tanıyabilir. Hoşa gitmeyen tutum ve davranışlarının altında yatan duygu ve düşünceleri anlamaya çalışır. Kendisini dışardan görüp değerlendirebilen insan iyi, kötü, doğru, hatalı yanlarını kolaylıkla tanıyabilir. İyi ve doğru yanlarını geliştirmek, kötü ve hatalı yanlarını denetlemek için çaba harcar. Örneğin, insan ses tonunun sertliği, konuşmasının kırıcılığı, tepeden bakan tutumu nedeniyle çevresindekileri kaçırıyorsa, kendisini dışarıdan görüp değerlendirerek onların tepkisini anlamaya, tutum ve davranışlarının altında yatan duygularını tanımaya çalışır. Bu duygular arasında çoğu kez başkaları karşısında duyulan kaygı ya da öfke vardır. Bu güvensizlikten kaynaklanır. Sert ve kırıcı tutumunu kendi güvensizliğine bağlayabilen, bundan kurtulacak yolları da kolaylıkla bulabilir? Özetle, insanın kendisini incelemesi, tanıma ve anlama çabası, sorunlara çözüm getirmek için atılması gerekli ilk olumlu adımdır. İnsan kendini tanıdıkça olumlu, doğru, iyi yanlarını geliştirmek, böylece diğer insanlardan farklı özellikleri olan bir duruma gelmek şansını bulur. Duygu, düşünce, tutum ve davranışlarını başkalarıyla karşılaştıran insan, gerçek gücünü, yetenek ve olanaklarını tanır. Nasıl bir kişi olduğunu anlar. Neleri yapabileceğini, neleri yapamayacağını kestirir. Kendisine bir değer biçer. Bu değeri yeterli bulmazsa, kendisini geliştirmek için nasıl davranacağını hesaplar. Kendisini iyi değerlendirebilen insan, kendi gerçekleriyle beklenti ve amaçları arasında doğru bağlantılar kurup, güçlerini, yetenek ve olanaklarını iyi kullanmayı başarabilir. Bulunduğu durumla, bulunmak istediği arasında doğru ve gerçekçi değerlendirmeler yaparak, erişilmesi olanaksız düşlerin peşinden koşup yeni sürtüşme ve çatışmalara düşmez. Her insanda gizli kalmış, ortaya çıkmamış, gelişmemiş türlü güçler ve yetenekler vardır. Kendisini bilen insan bunları bulur, geliştirir ve değerlendirir. Böylece kendi varlığından kaynaklanan özellikler kazanarak kişiliğini belirginleştirip güçlendirir.. İnsan bütün yaşamı süresince, bulunduğu her yerde ve her zaman, isteyerek ya da zorunlu olarak başkalarıyla birliktedir. Onlarla birlikte gelişir, değişir, değer kazanır. Kısaca, insan ancak başkalarıyla birlikte vardır. Bu nedenle insan kendisini tanımadan başkalarını tanıyamaz. Başkalarını tanımadan da onlara ilgi duymaz ve ilişki kuramaz. Başkalarına ilgi duymayan, ilişki kuramayan insan, kaygının ve öfkenin kaynağı olan sürtüşme ve çatışmalar içinde bocalar durur. kisiselgelisim.gen.tr AİLE 10 Evlilikte 'biz' olabilen eşler, mutluluğu yakalıyor Evlilikler canlı bir organizma gibidir. Beslenmek, bakılmak ister. Eşinize baskı yapmadan, evde hükümranlık kurmaya çalışmadan ortak yollar bulunabilir. Evlilik ona değer vermek, saygı göstermek, 'ben' yolundan çıkıp 'biz' olmayı başarmak demektir. Aile ilişkilerinde gönül aynasını kırmayın Evliliğinizde mutlu olmak mı istiyorsunuz? “Acaba eşime nasıl davranırsam onu mutlu ederim?” sorusunun cevabını mı arıyorsunuz? İşte size yardımcı olacak cevaplar: 1-Eşinize değer verin: Hayatınızdaki ilk sırayı eşinize verin ve bunu, ona hissettirin. Böyle yaparsanız eşiniz kendini değerli görür. Değerli olduğunu anlayan eş, eşinin hatalarına değer vermez. Değersiz olduğunu düşünen eşse, eşinin hatalarına değer verir. Bu da aile içindeki huzursuzluğa netice verir. 2-Kendinizi komutan yerine koymayın: Eşinizi, komutlarınızı “emredersiniz komutanım” diye yerine getirecek bir er gibi görmeyin. Siz üs, eşiniz as değil, yol arkadaşısınız. 3-“Ben” yolundan çıkıp “biz” yoluna girin: Evlilik mutluluğunu baltalayan, mutluluk Evlilikte çiftler farklılıklara saygı gösterilmeli, detaylara takılmamalı gemisini yalpalayan şey bencilliktir. Kendi doğrularını karşı tarafa kabul ettirmek için evliliği savaş alanına döndürmektir. Evlilik “ben” yolundan çıkıp “biz” yoluna girmektir. Ancak o zaman güzeldir. “Ben yine yolumdan giderim” denilirse o evlilikte mutluluk yakalanmaz. 4-Eşinizin duygularına kilit vurmayın: Eşinizin duygularını ve hatta kızgınlıklarını rahatça ifade etmesine izin verin. “Acaba bunu söylersem eşim ne der? Kavga çıkar mı? İyisi mi ben içime atayım.” dedirtmeyin. Unutmayın, düdüklü tencerenin havası alınmazsa patlar. Fay hattı yavaş yavaş kırılmazsa yer kabuğu depremle çatlar. 5-Eşinizin hatalarına göz yumun: Kurulmuş robot gibi sizin her istek ve arzunuza boyun eğmesini istemeyin. Robotlar da bozulabilir, bilgisayarlar da virüs kapabilir. Evlilikte çiftler sevilmek, değer görmek ve huzur içinde yaşamak ister Geçmişe ait kötülükleri bohça gibi açıp durmayın! 11 AİLE Her insan mutlu ve huzurlu bir evlilik hayali kurar, evlenince sevilip sayılmak, değer görmek ister. Bunun için de çiftler birbirinin ihtiyaç, beklenti ve isteklerini dikkate alarak ilişkide dengeyi sağlamalı. Çünkü farklı kültürlerde yetişen iki insan aynı evde “tek yürek” olup acısıyla, tatlısıyla bir ömrü paylaşacak. Bir ömür boyu mutlu olmak istiyorsanız bakış açısını genişletmeli ve karşı tarafı kusurlarıyla sevmelisiniz 6-Sözünüzü dinletmeye çalışmayın: “Bu evde ben ne dersem o olmalı. Çünkü ben yanlış yapmam.” düşüncesiyle, “şunu şöyle yap, bunu böyle yap, sözümü dinle” demeyin. Onun kararlarına saygı gösterin. 7-İnsaf çıtanızı yükseltin: Kendi isteklerinizin olmasını eşinize dayatmayın. “Ben bunu böyle seviyorum, sen de seveceksin. Bunun böyle olmasını istiyorum, sen de kabul edeceksin. Buraya gideceğim, sen de geleceksin vb.” demeyin. Sadece kendi mutluluğunuzu düşünüp karşı tarafa hayat hakkı tanımayarak “ne yapayım, o da benim yanımda olsun; olmuyorsa cezasını çeker” düşüncesiyle vicdanınızı susturmayın. Her insafsız davranışın bir karşılığı olduğunu, İlahi adalette de yer bulacağını aklınızdan çıkarmayın. 8-Eşinizi suçlamayın: “Yine ne yaptın? Bir şeyi de doğru yaptığını görmedim. Senin yüzünden başım dertten kurtulmuyor.” demek yerine “Bir sıkıntın mı var? Problemini çözelim. Senin problemin benim problemim sayılır.” deyin. 9-Bilhassa aileniz için eşinizin gönül aynasını kırmayın: “O da benim annemebabama veya ablama-ağabeyime iyi davranmıyor.” demeyin. Çünkü böyle davranış, eşinizin hem size hem de akrabalarınıza karşı kin tutmasına sebep olur. Aralarına kin tohumu serpmek yerine sevgi köprüleri kurun. Bunun için de eşinizi herkesten çok sevdiğinizi ona hissettirin. 10-Mazi kitabını kapatın: Geçmişe ait kötülükleri bohça gibi açıp durmayın. Onları derleyip toplayıp çöp kutusuna atın. Nasıl olsa o sıkıntıların elemi gitmiş, lezzeti kalmıştır. Çöpten çıkardığınız kirli şeyler nasıl evinizin havasını kirletirse geçmişe ait kötü hatıralar da mutluluğunuzun havasını bozar. Gülay ATASOY "Ne fark eder, ha onun isteği ha benim; çünkü bu bizim isteğimiz" diyebilmek çatışmaları azaltır ÇOCUK 12 DÜRÜST ÇOCUKLAR YETİŞTİRMEK İÇİN NELER YAPABİLİRİZ? Günümüzde hayatımızın bir parçası olan yalan yüzünden toplumda güvensizlik ve korku hakim olmaktadır. Sağlıklı bireylerden oluşan sağlıklı bir toplum için öncelikle ailede çocuklarınıza sağlamanız gereken şey dürüst, samimi, güven dolu bir ortam olmalıdır ki çocuk yalan söyleme ihtiyacı duymasın Çocuklar Neden Dürüstlükten Ayrılır? Benlik saygısının eksikliği çocukları yalana sürükleyebilir. Başkaları tarafından takdir görmek, değer verilmek için benlik saygısı eksik çocuklar dürüstlükten ayrılabilirler. Özellikle duygusal, başkalarının yorumuna çok önem veren çocuklarda yalan söyleme görülebilir. Çocuk, hayallerini gerçekmiş gibi söyleyebilir. Gözle görülen bir gerçeği çocuklarından da duymak için zorlayan ailelerde dürüstlükten ayrılma gözlemlenebilir. Yaptıkları beğenilmeyen çocuklarda yalana meyil artar. Çocuğun stresli bir ortamda olması yalanı tetikleyebilir. Cezadan kaçma, sorumluluktan kurtulmak için çocuk doğruluktan ayrılabilir. Çocuğun Dürüst Davranmadığı Anlaşıldığında Ne Yapılmalı? 1-Gerçekten Yalan Söylediğinden Emin Olunmalı Özellikle 5-6 yaşına kadar çocuklar hayalle gerçeği ayırt edemeyebilirler. Hayalini mi ifade ediyor yoksa yalan mı söylüyor ebeveyn ilk olarak bunu tespite çalışmalıdır. 2-Çocuğun Yaşamında Her Şeyin İyi Gittiğinden Emin Olunmalı Çocuğun hayatında ters giden bir şeyler olup olmadığı incelenmeli. Çocuğa kaliteli bir zaman dilimi ayrılmıyor ise hemen çözü-me yönelik adımlar atılmalıdır. Çocuğun stresli bir ortamda 3-Çocuğa Başarabileceği Sorumluolması yalanı tetikleyebilir luklar Verilmeli: Cezadan kaçma ve sorumluluktan kurtulmak için çocuk doğruluktan ayrılabilir Ebeveynin sert bakışları, tavır almaları, sevgiyi azaltmaları da dürüst davranmaya sempatisini azaltır Akıllı bir ebeveyn, çocuğuna kaldıramayacağı sorumluluklar yüklememelidir! Çocuğun ufak da olsa sorumluluklarını yerine getirme konusundaki gayretleri takdir edilmelidir. Örneğin çocuktan yatağının toplanması istenildi. Önce nasıl toplayabileceği anlatılmalı. Toplarken gösterdiği gayretler tebrik edilmelidir Zaten çocuk hak ettiği değeri görünce doğruluktan ayrılmaya tenezzül etmeyecektir. 4-Cevabı Bilinen Sorular Sorulmamalı Çocuğun hatalı bir davranış sergilediğini fark eden ebeveyn, gerçeği bir de ondan duymaya çalışmamalıdır. Diyelim ki çocuğunuzun yemekten önce izin vermediğiniz halde pastayı yediğini gördünüz. ''Sen yoksa pasta mı yedin?" demek yerine, yaklaşımınız şu şekilde olabilir: “Yemekten önce pasta yemeni istemediğimi söylemiştim. Yemekten önce pasta yemiş olman iştahını kapatıyor ve bu durum gelişimini engelliyor. Ben sağlıklı olmayacağından dolayı çok üzülüyorum!” Ebeveynler bu tür durumlarla karşılaştığında; 1. Yanıtını bildiği soruları sormamalı! 13 ÇOCUK Dürüst bir çocuk yetiştirmek ve yalandan çocuğunuzu uzak tutmak istiyorsanız çocuğunuza bir ebeveyn olarak iyi bir rol model olmalısınız 2. "Bebeğini koltuk arkasında buldum. Kolu kırılmıştı. Yazık, hem çok güzeldi hem de kıymetli bir bebekti…" Şeklinde bir ifade ile çocuğa yardımcı olunmalı. Çünkü korku, yalana kapı aralar. ruyu söylemekten daha zor olduğunu ebeveyninden öğrenmelidir. Bu konuda yaşanan anılar, anlatılan hikayeler çocuk için örnek teşkil edecektir. 3."Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?" şeklinde soru yönelterek çözümü çocuğun bulmasına zemin hazırlanmalı. 4.Neden böyle bir davranışı sergilediğinin temel sebepleri araştırılmalı. Dürüstlük Hakkında Konuşulmak İçin Sakin Ortamlar Tercih Edilmeli… Çocukla, dürüstlüğün önemi hakkında sakin bir ortamda konuşulmalı. Asla olay anında yalanın zararlarından bahsedip, nasihatler verilmemeli. Hiç kimse sinirli olduğu anda ya da mahçup edildiğinde öneri kabul etmek istemez. Sakin zamanlarda yapılan sohbet, karşılıklı konuşma şeklinde anlaşılmamalı. Hikaye anlatma, kukla oynatma v.s. bu amaçla kullanılabilmeli. Sözlerimize Dikkat… Bir yanlışın düzeltilmesi maksadı ile de olsa olumsuzluğun sıkça nazara verilmesi, dikkatleri o davranış üzerinde toplayabilir. Bu nedenle ''yalan, yalancı" kelimeleri çok sık kullanılmamalıdır. Bazen de çocuklar oyun oynarken veya farklı aktiviteler esnasında birbirlerine zarar verebilirler. Bu durumda ebeveynlerin hemen müdahale edip; ''yanlışlıkla olmuştur! Haydi hemen birbirinizden özür dileyin!" şeklindeki yönlendirmeleri çocuğa dürüstlükten ayrılmayı öğretir. Çünkü çocuk yanlışlıkla değil belki de bilerek arkadaşına zarar vermiştir. Çocuk sadece kırıcı sözler söylendiğinde incinmez. Hatası sonucunda doğruyu söylediğinde; ebeveynin sert bakışları, tavır almaları, sevgiyi azaltmaları da çocuğun dürüst davranmaya karşı sempatisini azaltır. Ebeveynler çocuklarının hassasiyetlerini dikkate alarak bu konuda duyarlı olmalıdır. Şaka da Olsa Yalan Söylememeli… Çocuklar 2-6 yaş arası dönemde bir yalan söyleyip daha sonra"şaka yaptım!" diyebiliyor. Bunu bazen çevrelerinden öğreniyorlar bazen de şaka ile yalanı karıştırıyor. Bu durumda; "Şaka da olsa hep doğru söylüyoruz!" diyerek kuralımız hatırlatılmalı. Ebeveynler de şakalarını doğru sözlülük çerçevesinde dile getirmelidir. Örneğin; çocuğunuzu severken "İki kulaklı seni!" demeniz hem onun için farklı bir sevgiyi alma şeklidir hem de gerçeğin ta kendisidir. Çocuk başkaları tarafından eleştiri almamak için gerçeği söylemeye korkabilir. Başkaları tarafından ''yalancı" etiketi ile yaşamanın, doğ- Çocuğunuzun Kendi Kimliğinin Oluşumuna Destek Verilmeli…. Eğer çocuk başkalarından sık sık etkilenip zevklerinde, kararlarında değişiklik yapıyorsa; herkes gibi düşünmek zorunda olmadığı anlatılmalıdır. “Herkesin zevkleri birbirinden farklı olabilir!” denilmelidir. Ebeveynler, çocuktan güzellikleri duymak kadar olumsuz düşüncelerini de duymaya hazır olmalıdırlar. Çocuğunuzun da bir birey olarak tercihleri olabilir. Belki bazı durumların üstünü kapatmak veya inkar yerine asıl sebebini öğrenmeye çalışmak daha doğru olur. Örneğin: çocuğunuz bir arkadaşını hiç sevmediğini söylüyor. Çoğu ebeveyn hemen; "Aaaa arkadaşlar hiç sevilmez mi?" diyerek çocuğun duygularını reddetmeye kalkışırlar. Hemen hüküm vermeyip neden sevmediği anlaşılmaya çalışılsa çok daha iyi olacaktır. cagdasyenal.com.tr Çocuklar sizin, ona öğrettiklerinizle kendi davranışlarınız arasında tutarsızlık gördüğü zaman bunu anlayacak ve kafası karışacaktır Sizin yalan söylemeniz ve dürüst hareket etmemeniz çocuğunuz için bir örnek teşkil eder ARAŞTIRMA 14 Gerek dünyada gerekse de ülkemizde toprak ve su kaynakları daha faydalı bir şekilde kullanılırsa mevcut nüfus miktarı herhangi bir sıkıntıya maruz kalmadan hayat devam eder SIKINTI SUDA MI, BİZDE Mİ? Bir yerde hayatın göstergesi olarak su aranmakta, hayatın devam etmesi suyun varlığına dayanmaktadır. Su, aynı zamanda yaşayan bütün canlıların esas maddesi durumundadır. Suyun kimyevî ve fizikî yapısı itibariyle diğer maddelerden ayrılan özellikleri vardır. Mesela; bütün maddeler donduklarında yoğunlukları artarken, suyun yoğunluğu azalır. Eğer aksi olsaydı, kışın şiddetli olduğu yerlerdeki tatlı sular donduğu zaman dibe çöker ve alt kısımdaki hayatın sona ermesine sebep olabilirdi. Oysa durum tam tersidir ve göllerin üst kısmı donup üstünde insanlar gezerken suyun altında canlı hayatı devam edebilmektedir. Su, dünyamızı çevreleyen gazların oluş-turduğu gökyüzü ile yeryüzü arasında, devamlı bir devir daim halindedir. 15 ARAŞTIRMA Kullanılmayan fakat kullanılabilecek su ve toprak kaynakları üretime alınabilse, bugünkü nüfusun 4-5 katı rahatlıkla beslenebilir Bu devir daim sonucunda başta yağmurlar olmak üzere yeryüzü ve içinde-kiler için ihtiyaç olan su, temizlenmiş ve arıtılmış halde tekrar yeryüzüne indirilmektedir. Nasıl Su Zengini Ülke Olunabiliniyor? Ülkeler, yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 8.00010.000 m3′ten daha fazla ise su zenginliği, 2.000 m3′ten daha az olması durumunda su azlığı, 1.000 m3′ten daha az ise su fakirliği şeklinde sınıflandırılmaktadırlar. Türkiye su zengini bir ülke değildir. Kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı 1.519 m3 ile “su azlığı” yaşayan bir ülkedir. Yağışların mevsim normallerinin altında olduğu yıllarda suyun azalmasına paralel olarak suyun değeri daha çok konuşulmakta, hatta bazen ileriye dönük birtakım felaket senaryoları ile insanlar endişelenmekte hatta muhtemel “su savaşları” ile kork(utul) maktadırlar. Oysa gerçek böyle midir? Bunun için rakamlara şöyle bir bakmak yeterlidir. Dünyadaki okyanuslarda, denizlerde, göl ve nehirlerde, kutuplarda, yeraltındaki toplam su miktarı 1.4 milyar km3′tür. Bu, su miktarı 1000 litre olarak kabul farz edilirse, bunun 975 litresi okyanus ve denizlerdeki tuzlu sulardır. Bu sulardan doğrudan ne zirai üretimde ve ne de günlük hayatta faydalanamayız. Kullanılabilecek tatlı su miktarı 25 litre olup, bunun 22.5 litresi kutuplarda ve yeraltında bulunması sebebiyle insanoğlunun kolaylıkla yararlanabileceği vasatta değildir. Kullanabileceğimiz bütün su miktarı 2.5 litredir. Bu suyun ise ancak yarısı (1.25 litresi) dünya üzerinde yaşayan yaklaşık 7.2 milyar insan ve sayısı hesapsız olan hayvanlar tarafından, ziraî ve sınaî üretimdeki ihtiyaçlar için kullanılmakta, geride kullanılabilecek bir o kadar daha su bulunmaktadır. Bütün dünyada bir yıl boyunca kullanılan toplam suyun yaklaşık olarak % 73′ü ziraî üretimde, % 16′sı insan tüketiminde, geriye kalan % 11′i ise sanayide kullanılmaktadır. 1000 lt sudan 1.25 lt'sini kullanıyoruz Ülkemizin yeraltı ve yerüstü su potansiyeli 112 milyar m3 tür. Benzer bir yaklaşımla toplam kullanabileceğimiz bu su miktarını yine 1000 litre olarak düşünelim. Bu suyun yaklaşık olarak 290 litresi tarımda, 65 litresi günlük hayatta insan ihtiyaçları için, 45 litresi ise sınai üretimde kullanılmaktadır. Geriye kalan 600 litre su hiç kullanılamamakta, ya nehirler marifetiyle denizlere dökülmekte ya da yeraltı ve yerüstü su kaynaklarını oluşturmaktadır. Dünya karalar yaklaşık 150 milyon km2 dir. Ancak biz bu alanı 1000 m2 olarak düşünelim: 430 m2 si dağlar, çöller, tatlı su alanları ve yerleşim yerleri gibi tarım yapılamayan alanlar, 357 m2 si tarıma elverişli alanlar, 213 m2 si ise işlenebilir alanlardır. Sulu tarım yapılan kısım ise 37 m2 dir. Bu izafi alanın gerçek dünyadaki karşılığı; Suudi Arabistan, Yemen ve Umman devletlerinin olduğu Arabistan Yarımadası'dır (2.9 milyon km2). Sıkıntı suda mı? Görüldüğü üzere dünya topraklarının ancak %2′lik kısmında, dünya su kaynaklarının %0.12′si ile sulu tarım yapmaktayız. Sulu tarım alanlarının %90′ına karşılık gelen 2.6 milyon km2′lik alanda sudan faydalanma randımanları ortalama olarak %50 olan geleneksel sulama yöntemleri kullanılır. Kalan %10′luk kısımda ise modern, teknik ve yüksek randımanlı damla ve yağmurlama sulama yöntemleri kullanılır. Modern sulama yöntemleri ile yapılan ziraî faaliyetlerden elde edilen mahsul, geleneksel sulama yöntemlerine göre en az 2 kattır. Örneğin; modern ve teknik tarım yapılan bir dönüm serada 60-70 ton domates üretilirken, açık alan yetiştiriciliğinde bu değer 5-10 ton arasında değişmektedir. Sinan GERÇEK SOSYOLOJİ 16 Dedikodu ruhu yaralıyor! Dedikodu, hakkında konuşulan kişinin hayatında derin yaralar açabiliyor, lekesi kolay kolay silinmiyor. Ancak dedikodu yapan da aslında kendi yaralı hayatındaki huzursuzluk ve yalnızlık nedeniyle dedikoduyu meslek haline getiriyor Bir insanın hayatı boyunca “Ben asla yapmadım” diyemeyeceği şeylerden biri de dedikodu. Hele de canınızı sıkan biri varsa onun hakkında iki lafın belini kırmak ne kadar da rahatlatıcı değil mi? Ancak en masum sanılanı bile can yakabilen, hem konuşanın hem konuşulanın celladı olabilen dedikodudan uzak durmak gerekiyor. Bizimki gibi geleneksel toplumlarda sakınmak ne kadar zor olsa da hem kafanız hem vicdanınız rahat olsun hem de kimsenin üstüne vazife olmayan bilgiler nedeniyle canınız yanmasın istiyorsanız dedikoduya başlamadan önce bir kez daha düşünün. Dedikodu ağır bir silah… Dedikoducu bunu kullanmaya alışıyor ve kullanımdan yarar sağlıyor. Bazı kişiler de dedikoducunun bunu yapmasına imkan sağlıyor. Ancak bu silahın bir gün sizi de vuracağını unutmamanız gerekiyor. Uzman Psikolog Alanur Özalp, batılı ülkelerde dedikodu yapan kişi ayıplanır ve dışlanırken geleneksel toplumlarda her zaman değer gördüğünü belirterek şunları söylüyor: “Bizim gibi toplumlar için dedikodu; tıpkı fal bakmak gibi, vazgeçilmez ve çok keyif alınan bir durum. Üstelik dedikodu yapan kişi kendini çok değerli hissediyor. Herkes onun ne anlatacağını merak ediyor, o da “en değerli mallar bende, bana güzel ikramlarda bulunursanız, yakın ilgi gösterirseniz bunları size veririm” havasında davranıyor. İnsanlar da bu bilgilere çok meraklı olduğu için dedikoducular her yere davet ediliyor, en güzel yerlere oturtuluyor, hep el üstünde tutuluyor. Kim ne giymiş, nereye gitmiş, kimle gitmiş, hamile miymiş, kim benim hakkımda ne söylemiş gibi sorular art arda geliyor. Bazı insanlar ise yayılmasını istedikleri bilgileri bu kişileri kullanarak duyuruyor. Örneğin oğlunun düğününü çok lüks bir otelde yapacak olan kişi, dedikoducuyu çağırıp bu bilgiyi ona aktarıyor ve kısa sürede herkes bu haberi duyuyor.” Mesleği dedikoducu olanlar İnsanların bu çok merak ettiği bilgileri öğrenmek için özel çaba harcayan kişiler olduğunu belirten Uzman Psikolog Özalp, “Bu kişiler için dedikoduculuk tıpkı bir meslek gibi… Bilgi toplamak için özel çalışıyorlar. Örneğin sizin kesinlikle vermek istemediğimiz bir bilgiyi sizden öyle bir ustalıkla alıyorlar ki siz daha ne dediğinizi bile anlamadan o bilgi çoktan yayılmış oluyor” diyor. 17 Bu kişiler genellikle hayatta bir meşgalesi olmayan, belli özellikleri ile kendini ispatlayamamış, huzursuz, aile-arkadaş-iş ilişkilerinde mutsuz olan, ailede olumsuz etkiler altında kalan hatta istenmeyen çocuk olduğunu hisseden insanların arasından çıkıyor. Bu kişiler kendilerini dedikodu sayesinde güçlü, akıllı, aranan kişi pozisyonuna çıkartıyorlar. Uzman Psikolog Özalp, “Dedikodu bir başkasına zarar vermek mantığı içinde yapılıyor. Bu kişi çevresine güvenmediği, inanmadığı için zarar verme isteği duyuyor. Bilgi aktardığı kişilere “Ben bunu sizin iyiliğiniz için yapıyorum” dese de aslında dedikoduyu diğer insanları yaralamak için bir silah olarak kullanıyor. Kendi hakkıyla, bileğinin gücüyle değil, böyle bir kolaycılıkla kabul görmek istiyor. Bu insanlar çevreleri tarafından kabul görmeye başladıklarında, eş ve arkadaş ilişkisi kurmaya başladıklarında ise dedikoduyu azaltıyorlar” diyor. Bu tespit, dedikodu yapmasından rahatsız olduğunuz yakınlarınıza yardım eli uzatabileceğiniz gerçeğini de ortaya koyuyor. Kopyala yapıştır dedikodular Uzman Psikolog Alanur Özalp, dedikodunun sadece birbirini tanıyan insanlar arasında sınırlı kalmadığı, özellikle gelişen teknoloji ile birlikte internet üzerinden özellikle ünlüler hakkında dedikodu yapmanın çok yaygın olduğunu belirtiyor. Gün içinde Twitter'daki gönderileri takip ettiğinde birçok ünlü isim hakkında aslında hiç kimseyi ilgilendirmeyen bilgilere rastladığını söyleyen Özalp, “Bugün ortaokul ve lise çağındaki çocukların ders içeriklerinde mutlaka bilmeleri gereken çok önemli konuları bilmediklerini ancak örneğin ünlü bir şarkıcının sevgilisinin ne iş yaptığından annesinin kim olduğuna kadar birçok gereksiz bilgiyi akıllarında tuttuklarını görüyorum. Bu tür bilgileri taşıyan kişiler çok popüler oluyor, herkes ona imreniyor. Bu konularla ilgilenmeyen çocuklar ise sıkıcı olarak nitelendiriliyor. Hatta SOSYOLOJİ bazı çocuklar sırf üzerlerine sıkıcı etiketi yapışmasın diye özel olarak bilgi toplamaya başlıyor. Çocuklar kendi aralarında dedikodu yarışı yapıyorlar” diyor. Özalp, internet üzerinde iki kişi arasında kaldığı düşünülen yazışmaların da kopyala-yapıştır yolu ile üçüncü kişilere yayıldığını, bunun da bir tür dedikodu olduğunun altını çiziyor. Dedikoduculuk bir yerden sonra yalancılık, sahtekarlık hatta dolandırıcılığa kadar gidebiliyor. Bir dedikodu bazen cinayet nedeni bile olabiliyor. İşyerinde dedikodu performansı düşürüyor Uzman Psikolog Alanur Özalp, işyerinde çaresiz bırakma anlamına gelen 'mobbing'in en güçlü ve zarar verici yönteminin dedikodu olduğunu çünkü dedikodunun yalan bile olsa bir kere duyuldu mu temizlenmesinin çok zor olduğunu belirtiyor. “Hakkınızda bir dedikodu yayıldı mı sonrasında bin kişi gelip aksini söylese de o lekeyi temizlemek çok zor oluyor” diyen Özalp, kafalarda hep bir soru işareti kaldığını söylüyor. İşyerinde dedikodu erkekler için ayak kaydırma aracı olabilirken kadınlar için daha çok kim ne giymiş, nereye gitmiş, kiminle berabermiş, o pahalı ürünü almak için parayı nereden bulmuş gibi konular etrafında dönüyor ve herkes için performans düşürücü etki yaratıyor. Eğer ortamda dedikoduyu seven bir çalışan varsa diğerleri 'Benim hakkımda da konuşuyor mu, söylediklerini nasıl öğrenirim, aksini nasıl ispatlarım' diye çaba sarf etmeye başlıyor. Bazen bu önemsiz sayılan konuşmalar o kadar ileri boyuta varıyor ki karşı taraf için can yakıcı olabiliyor. Öte yandan dedikoduyu yapan da bu iş için büyük emek harcıyor, soruyor soruşturuyor ve bu çaba iş performansına olumsuz yansıyor. SOSYOLOJİ 18 Bazı insanlara onlar hakkındaki düşüncelerinizi size darılacak diye net olarak ifade etmekten kaçınıp, kulağına gitmesi için başkalarına anlatıyor olabilirsiniz. Bunu yapmayın, çünkü söylediklerinizin birebir aktarılacağından emin olamazsınız ve o laf dönüp dolaşıp sizi haksız duruma düşürebilir. Herkese karşı açık olun ve söylemek istediklerinizi o kişiye yüz yüze bizzat söyleyin Dedikodudan Uzak Durma Tavsiyeleri Etrafınızda size en taze dedikoduları aktaran birisi varsa dikkat edin çünkü bir gün onun malzemesi olmamak için hep iyi geçinmeye çabalayacaksınız ancak yine de korktuğunuz başınıza gelecek. Bunu önlemek için bu tür insanlarla daha az konuşarak, onlara daha az bilgi aktararak aranıza belli bir mesafe koyun. Bir süre sonra onun da pes edip sizinle bağlantı kurmaya çalışmadığını göreceksiniz. Usta dedikoducular siz fark etmeden ağzınızdan laf alıveriyor. Hatta dedikodu yapılan bir ortamda ağzınızdan tek kelime çıkmasa bile kafa sallamanız söylenenleri onayladığınız şeklinde yorumlanıp kulaktan kulağa yayılabiliyor. Eğer siz dedikodudan uzak durmakta kararlıysanız bunu karşı tarafa net bir şekilde ifade etmeniz gerekiyor. Örneğin bulunduğunuz masada bir dedikodu dönüyorsa çok net olarak konuyu duymak istemediğinizi, bu nedenle masadan kalkacağınızı belirtmelisiniz. Bazı insanlara onlar hakkındaki düşüncelerinizi size darılacak diye net olarak ifade etmekten kaçınıp, kulağına gitmesi için başkalarına anlatıyor olabilirsiniz. Bunu yapmayın, çünkü söylediklerinizin birebir aktarılacağından emin olamazsınız ve o laf dönüp dolaşıp sizi haksız duruma düşürebilir. Herkese karşı açık olun ve söylemek istediklerinizi o kişiye yüz yüze bizzat söyleyin. Biraz kişilik özelliği biraz da genetikle ilgili olsa da dedikodu yapmak ailede de öğreniliyor. Eğer şu an yetiştirmekte olduğunuz çocuklarınızın üzerlerine vazife olmayan konularda konuşmasını, gelecekte birer dedikoducuya dönüşmelerini istemiyorsanız onların yanında siz de dikkatli olun ve dedikodu yapmayın. Dedikodu yapmaktan büyük bir haz duyuyor, diğer yandan da çok rahatsız oluyorsanız profesyonel destek almanızın zamanı gelmiş demektir. İlişkileri kopartan, bazen ölümcül zararlar veren dedikodudan kurtulmak için destek alarak daha sağlıklı ve güvenli ilişkiler kurabileceğinizi unutmayın. Eğer sevdiğiniz bir insanın fazla dedikodu yaptığını düşünüyorsanız onu nazikçe uyarın. Dedikodunun ona zarar verebileceğini ona yumuşak bir dille anlatın. Bazı kişiler dedikodu yapmaya hiç niyetleri yokken dahi farkında olmadan malzeme olacak bilgileri usta dedikoduculara kaptırabiliyorlar. Sonunda onların da adı dedikoducuya çıkıyor. Eğer siz de fark etmeden ağzından laf kaçıranlardansanız kendinizi kontrol etmeyi öğrenmeniz, yapamıyorsanız bu konuda destek almanız gerekiyor. Erkekler daha acımasız Kadınların daha çok dedikodu yaptığı düşünülse de aslında temel fark cinslerin konu seçiminde yatıyor. Erkekler daha çok cinsel konulardan, kadınlardan ve iş hayatından konuşmayı, önce kendileri hakkında gerçek olmayan bilgilerin yayılmasını sağlayıp karşı tarafı tahrik etmeyi seviyor. Örneğin bir erkek yaşamadığı bir cinsel ilişkiyi ya da eski işyerinden ayrılmaması için çok çaba harcandığını, özellikle bu hikayeleri yayacak kişilere anlatıyor ve böylece diğer insanların gözünde puan kazanmayı amaçlıyor. Cinsel içerikli dedikodularda erkeklerin en fazla başvurduğu yollardan biri de rakiplerinin cinsel performansı ya da cinsel tercihleri hakkında asılsız bilgiler aktarmak oluyor. Kadınla erkek arasındaki en temel fark ise şu; bazı erkekler işten atılmaya dahi neden olabilecek ölümcül dedikodular yapmaktan kaçınmazken kadınlar genellikle bu kadar acımasız davranamıyor. pdrgunlugu.net 19 KİŞİSEL GELİŞİM Sıkıntılara hazırsanız Fırtına çıktığında uyuyabilirsiniz Yıllar önce bir çiftçi, fırtınası bol olan bir tepede bir çiftlik satın almıştı. Yerleştikten sonra ilk işi bir yardımcı aramak oldu. Ama ne yakındaki köylerden ne de uzaktakilerden kimse onun çiftliğinde çalışmak istemiyordu. Müracaatçıların hep-si çiftliğin yerini görünce çalışmaktan vazgeçiyor, burası fırtınalıdır, siz de vazgeçseniz iyi olur diyorlardı. Nihayet çelimsiz, orta yaşı geçkince bir adam işi kabul etti. Adamın haline bakıp “çiftlik işlerinden anlar mısın?” diye sormadan edemedi çiftlik sahibi. “Sayılır” dedi adam, “fırtına çıktığında uyuyabilirim” Bu ilgisiz sözü biraz düşündü, sonra boş verip çaresiz adamı işe aldı. Haftalar geçtikçe adamın çiftlik işlerini düzenli olarak yürüttüğünü de görünce içi rahatladı. Ta ki o fırtınaya kadar: Gece yarısı, fırtınanın o müthiş uğultusuyla uyandı. Öyle ki, bina çatırdıyordu. Yatağından fırladı, adamın odasına koştu: "Kalk, kalk! Fırtına çıktı. Her şeyi uçurmadan yapabileceklerimizi yapalım." Adam yatağından bile doğrulmadan mırıldandı: "Boş verin efendim, gidin yatın. İşe girerken ben size fırtına çıktığında uyuyabilirim demiştim ya." Çiftçi adamın rahatlığına çıldırmıştı. Ertesi sabah ilk işi onu kovmak olacaktı, ama şimdi fırtınaya bir çare bulmak gerekiyordu. Dışarı çıktı, saman balyalarına koştu: “Aaa!” Saman balyaları birleştirilmiş, üzeri muşamba ile örtülmüş, sıkıca bağlanmıştı. Ahıra koştu. İneklerin tamamı bahçeden ahıra sokulmuş, ahırın kapısı desteklenmişti. Tekrar evine yöneldi; evin kepenklerinin tamamı kapatılmıştı. Çiftçi rahatlamış bir halde odasına döndü, yatağına yattı. Fırtına uğuldamaya devam ediyordu. Gülümsedi ve gözlerini kapatırken mırıldandı: "Fırtına çıktığında uyuyabilirim." Sıkıntılara zihnen (bilgi, plan), mânen (dua), maddeten (tedbir) hazırsanız, fırtına çıktığında uyuyabilirsiniz. Hayatınız boyunca. Murat DİNÇER kisiselbasari.com AİLE 20 Evlilikte yalan varsa, iki sebebi vardır. Birincisi taraflardan biri bunu çocukluğundan biri alışkanlık edinmiştir. Ya aile baskısı ile büyümüştür ya da ailede çok yalan söyleniyordur. Bu durumda kişi yalan söylemeyi bir hata, büyük bir günah olarak bile görmez. Yalana alışmış birisi dürüstlüğe çok değer veren biri ile evlenirse ikisinin de işi zordur. Dürüst olan taraf sürekli incinir, kendini güvende hissetmez. İki taraf da yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmişlerse birbirlerini idare etmeleri daha kolay olur. Tabii evlilikleri pek sağlam olmaz. Dinimiz yalanı yasaklamış, dürüstlüğe değer vermiştir. Peygamberimiz: “Mümin yalan söylemez.” buyuruyor. Yalan alışkanlığı olanların bundan acilen kurtulmaları lazımdır. Bazılarının hayatına da yalan evlendikten sonra girer. Evlilikte psikolojik baskı varsa, yalan kurtuluş reçetesi gibi görünebilir. Kocasının ona yalan söylediğinden şikayetçi olan bir hanıma “Kocanızın işlerine ve gittiği geldiği yerlere karışır mısınız?” diye sordum. “Tabii ki. Görüşmesini istemediğim arkadaşları var.” dedi. Böyle olunca ne oluyor? Kocası arkadaşı ile görüşse, evde tatsızlık olmasın diye bir şeyler uydurmak durumunda kalıyor. Bazı hanımlar erkeğin kendi ailesi ile görüşmesini istemiyorlar. Erkek onlarla gizli görüşüyor ve karısına da onun kızmayacağını düşündüğü bir yalan atıveriyor. Bu yalanın vebali hem kadına hem erkeğe yazılır. Kadın buna sebep olduğu için. Erkek de Allah'tan çok karısından korktuğu için. Şu dünya da yalan kimseyi kurtarmış değildir. Bir şekilde kişinin ayağına dolanır, kişi yakalanır, ona duyulan güven yerle bir olur. Yalan söyleyen hele ki erkekse iyice çabuk yakalanır. Erkek beyni detaycı yaratılmadığı için yalan söylerken ya da gizli iş yaparken detayları hesap edemez, bu yüzden de yakalanır. Erkek de karısı üzerinde onu yalana sevk edecek baskı kurmamalıdır. Özellikle karısının ev işi ve çocuk yetiştirmek gibi işlerine müdahale etmemelidir. Mesela; erkek karısından çocuğu her gün banyo yaptırmasını istiyor, bu kadının zoruna gidiyor ve çocuğu yıkamasa da “yıkadım” diyor. (Tabii bu arada çocuk da yalana alışıyor.) Ya da çocuk arkadaşları ile oynarken kavga ediyor kafasına bir oyuncak yiyor, alnı morarıyor, kadın korkusundan kocasına “çocuk düştü” diyor. Yalan söylememek her doğruyu söylemek demek değildir. Gerekli olduğu kadar konuşmaktır. Doğruyu söyleyeyim diye söylenmesi gerekmeyen şeyleri de söylemeye gerek yok. Evlilikte eşlerin birbirine hoşgörülü olması çok önemlidir. Hoşgörü olmayınca birbirleri üzerinde baskı kurduklarında yalan ortaya çıkacaktır. Yalan aile hayatına girdiğinde eşler birbirlerine hep kuşku ile bakacaktır. Kuşku olunca muhabbetten söz etmek biraz zordur. cocukaile.net Evlilik hayatında güven çok önemlidir. Güven de ancak dürüst olunarak sağlanabilir Evliliğe niyet eden çiftler birbirlerine yalan söylememeli ve birbirlerini yalan söylemek zorunda bırakmamalıdır Yaşamı ve Kendini Sorgulamak Yaşam, bir değerler bütünüdür. Yaşamı sorgulamak ise, insanın kendi gerçeklerini araması, bulması, bulduğunda bunları iyi analiz etmesi demektir. Bunları iyi analiz etmesi gerekir ki, önce kendisi hakkında bilgilenmeli, sonra aradığı şeyler hakkında fikir sahibi olabilsin. Kendisini tanıyan birey, çevresini, ait olduğu dünyayı, evreni daha iyi anlayabilir, daha iyi tanımlayabilir Nevzat ÖZER Psikolojik Danışman-Yazar pdrehberlik.com Sokrates “Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmamış bir hayattır” diyordu. Nefis bir cümle… Yaşamı ve kendini sorgulamanın dinsel, mistik ve birçok anlamda zorunlulukları olan, bazı soruları bünyesinde barından bir yanı vardır. “Yaşam ve İnsan kavramı…”İkisi de mistik ve bir o kadar da anlaşılması ve temellendirilmesi zor iki kavram. Bu yüzden olsa gerek ki ünlü Alman filozof F. Hegel “Beni hayatta bir kişi anladı o da yanlış anladı der.” İnsanları anlamak, anlamaya çalışmak, insanlar tarafından anlaşılmak ya da kendini anlatmak sanırım 21.yy da daha da zorlaşıyor. Peki, zor olan aslında neydi? Kimdi, kimlerdi? Bence zor olan kavramlar, haritalar, coğrafyalar, iklimler değildi. Zor olan, çetrefilli olan, muallâk olan, muğlâk olan insanın kendisiydi… Peki, İnsan olmanın yükünü çekebiliyor muyuz ya da insan olmanın getirdiği yükler nelerdir? Bir ayrıcalık mı hissediyoruz yoksa ayrı değerlendirilmeyi mi? İnsan olmak için kaç özelliğe, kaç şeye ihtiyaç vardır? Ya da insani olmamanın, olamamanın bir sınırı, kuralı, ihlali var mıdır? İnsan olmak ağır bir kaygı mıdır yoksa insan olmak ağır bir imtihan mıdır? İnsan olmak bir farklılık mıdır? İnsan olmak fark yaratmak mıdır? Yoksa farklılıklar içinde farkı görmek midir? Bu soruların cevapları sorgulama kapılarını açan ve bizi derin düşüncelere iten önemli sorular olduğunu düşünüyorum? İnsan, kendi içinde doğadaki birçok canlının özelliğini barındırır. Güvercin, leopar, ayı, bukalemun, kaplan… Bazen kedi gibi oluruz, bazen de tilki. Tüm bu özelliklerimizi harekete geçiren dürtülerimiz ve bu dürtülerimizi denetleyen de irademiz vardır. O iradeyi kullanma şeklimizde insanlığımızın sınırlarını çizer. Bu nasıl insan? Ya da senin bu yaptığın insanlık mı? Dediğimiz kişilerin dürtülerini hiç bir süzgeçten, elekten geçirmeden olduğu gibi yansıttığını düşünüyorum. İradesini, aklını, duygularını kullanma gereğini bile duymadan, sadece ben diyerek yaşayıp çevresine hayatı zehir edenlerdir bunlar? Ben neyim? Sorusunu sormayı kendine hakaret sayanlar, komplekse düşenler, kaile almayanlar… Ve bu soruyu soranların sınırlarını zorlayarak yaşadıklarını bile fark etmeyenler…Ben, ben neyim? Sorusunu sorup, irademi ve aklımı kullanıp ve gene sınırlarını kabul edip başkalarının kişiliklerine saygı duyarak yaşamanın en insanca yasam olduğunu düşünüyorum. TARİH 22 24. Osmanlı Padişahı ve 103. İslam Halifesi I. Mahmud'un tahta çıkması üzerinden 284 sene geçti. (Ekim 1730) Hava Harp Okulunun açılışı üzerinden 63 sene geçti. (Ekim 1951) Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası'nın kuruluşu üzerinden 83 sene geçti. (Ekim 1931) Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'ın bir suikast sonucu öldürülmesi üzerinden 33 sene geçti. (1981 Ekim) II. Selim döneminde, Osmanlı Devleti ile Haçlı donanmaları arasında, Korint Kıstağı'nda, İnebahtı yakınlarında yapılan İnebahtı deniz muharebesi üzerinden 443 sene geçti. (Ekim 1571) Türkiye'nin, Atina Basın Müşavirliği Basın Ateşe Yardımcısı Çetin Görgü, evinden işine giderken silahlı saldırı sonucu şehit edilmesi üzerinden 23 sene geçti. (Ekim 1991) 23 TARİH Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki dört devlete karşı yaptığı Balkan Savaşlarının üzerinden 102 sene geçti. (Ekim 1912) Ankara'nın başkent olmasına ilişkin önergenin Büyük Millet Meclisi'nce kabul edilmesi üzerinden 91 sene geçti. (Ekim 1923) Kurtuluş Savaşının zaferle sona ermesi sonucu imzalanan Mudanya Mütarekesi'nin üzerinden 92 sene geçti. (Ekim 1922) Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki 259 subay, 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere 5090 kişilik 1. Türk tugayının Kore'ye çıkartma yapması üzerinden 64 sene geçti. (Ekim 1950) Sultan II. Murat önderliğindeki Osmanlı ordusu ile Macar Kumandanı János Hunyadi önderliğindeki müttefik ordusu arasında yapılan ve Osmanlı Devleti'nin zaferiyle sonuçlanan Kosova Zeferinin üzerinden 566 sene geçti. (Ekim 1448) Cumhuriyet'in ilanı üzerinden 91 sene geçti. (Ekim 1923) TARİH 24 Malazgirt Savaşı Malazgirt Savaşı, 26 Ağustos 1071'de Malazgirt ovasında meydana gelmiş, Selçuklu Sultanı Alparslan ve Doğu Roma İmparatoru Romen Diyojen arasında gerçekleşmiş, Anadolu'nun Türk'lere yeni yurt olmasını sağlamış olan meydan savaşıdır. Malazgirt Savaşının Nedenleri Doğu sınırında ortaya çıkan ve giderek artan Türk-İslam tehlikesi Doğu Roma'yı telaşlandırmıştı. Zira Selçuklular seferlerinde istilaya girişmiyor, yerleşim yerlerini tahrip etmiyor, halka zulümde bulunmuyor, hedef olarak Doğu Roma askeri mevkilerini hedef alıyordu. Selçukluların bu politikası Doğu Roma bünyesinde bulunan ve Doğu Romalı olmayan toplumların üzerinde olumlu bir etki bırakıyordu. Bu da Doğu Romalı idareciler için daha büyük bir tehlikeydi. Zira aidiyet hissi bulunmayan bu toplumların Selçuklu idaresini tercih etmeleri daha da tedirgin edici bir sorun olacaktı. Malazgirt Savaşının Gelişimi Romen Diyojen, güçlü ordusunun verdiği öz güvenle direniş ve tehditle karşılaşmadan ilerliyordu. Diyojen, bu seferi Türk tehdidinden kurtulmak için başlatmıştı ancak ordusunun verdiği öz güvenle hedefini büyüterek Doğudaki tüm İslam ülkelerini hedef olarak belirledi. Amacı artık sadece Türkler değil doğuda bulunan tüm İslam ülkeleriydi. Öyle ki, savaşı kazanacağından emin olan Diyojen Horasan, Rey, Acem, Arap ve Suriye şehirlerinin idarelerini komutanlarına paylaştırmış hatta bunu kendilerine taahhüt bile etmişti. Roma Ordusu Sivas'ta savaş hazırlıklarını tamamlamak üzereydi. Savaşın hangi stratejiye göre gerçekleşeceği tartışılıyordu. Diyojen'in önüne iki alternatifli bir plan koyuldu. Birinci planı Roma ordusunun en tecrübeli komutanı olan General Nikefor Bryennes ile Türk asıllı savaş stratejisti General Magistors Tarkhal getirdi. Bu iki generalin teklifi Türklere karşı tedbirli ve ihtiyatlı hareket ederek Erzurum'a ilerleyip burada konuşlandıktan sonra Türkleri kışkırtarak üzerlerine çekmek ve savaşın Roma Toprakları içerisinde yapmak şeklindeydi. Bu plana göre Roma Ordusu sefere çıkarak bir bakıma Savunma Savaşı yapacaktı. Bu alternatife korkaklık olarak bakan bazı generaller ise hızlıca hareket edilip İran'a doğru yönelinmesi, savaşın Selçuklu topraklarında yapılarak hızlı sonuç alınmasını teklif ettiler. Diyojen, ordusunun gücünü kullanmak ve hızlı sonuç almak için ikinci alternatifi tercih ederek istila ağırlıklı bir strateji izlemeye karar verdi. Sultan Alparslan, Roma Ordularının harekete geçtiğini öğrenince Mısır seferi yolundan geri dönerek Ordularıyla Suriye'ye doğru yola çıktı. Muş'a doğru ilerleyerek Malazgirt ovasının doğusunda ordugâh kurup savaş hazırlıklarına başladı. Roma Ordusu, Alparslan'ın plânladığı gibi Selçuklu ordusuyla Rey şehrinde karşılaşacağını düşünerek sefer istikametini kesinleştirmişti. Sultan Alparslan, töre gereği bir heyet hazırlayarak komutanlarından Sav Tigin'le birlikte Romen Diyojen'e elçi olarak gönderdi. 25 TARİH “Malazgirt Savaşı” Selçuklulara Anadolu'nun tapusunu vermişti. İlerleyen 20 yıl içerisinde hızla Anadolu içlerine göç hareketleri başlatılarak Türkleştirilen Anadolu, İç Asya'daki diğer Türk devletlerinin de göçleriyle bir Türk yurduna dönüştü Alparslan elçilerini Roma Ordusunun işine gelmeyecek bir barış teklifinde bulundu. Zira bu teklif esasında başlı başına bir barış amaçlamıyor, bir bakıma zaman kazanmak, iletişim kurmak ve düşmanın tavrını ölçmek amacı taşıyordu. Tahmin edildiği gibi Romen Diyojen, Selçuklu elçilerini hafife alıp onlara “Sulh müzakerelerini Rey'de yapacağım. Ordumu İsfahan'da kışlatıp Hemedan'da sulayacağım” demiştir. Selçuklu elçileri de “Atlarınızı Hemedan'da kışlayacaklarından ben de eminim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum” demiş, taraflar karşılıklı tehditlerle birbirilerini ölçmüş oldular. Artık Malazgirt Savaşının gerçekleşeceği kesinleşmiş, hatta savaş stratejileri bile netleşmiştir. Sultan Alparslan artık tüm hazırlıklarını tamamlamış, İslam'ın sancaktarlığınıda üstlendiği bu savaşta Halifeden dua talep etmiş, Halife de İslam ülkelerine Cuma hutbesinde okunacak duayı camilere göndermiştir. Malazgirt Savaşının Tezahürü Her iki tarafta da tüm hazırlıklar tamamdı. Alparslan, din alimlerinin de tavsiyesiyle muharebeyi Cuma günü 26 Ağustosta yapmaya karar verdi. 26 Ağustos Cuma günü Ordusuyla birlikte Namaz kıldı ve dua etti ; “Ya Rabbi! Sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir. Bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret.” Ve sonrasında askerlerine dönerek tarihe geçen o muhteşem konuşmasını gerçekleştirdi; “Burada Allah-ü tealadan başka bir sultan yoktur. Emir ve kader O'nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihad etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz." Gün boyu süren muharebe sonucunda Diyojen, Alparslan karşısında çok ağır bir darbe alarak yenilgiyi kabul etti ve askerleriyle birlikte yaralı vaziyette esir alındı. Malazgirt Savaşının Sonuçları Malazgirt Savaşından ağır bir yenilgiyle çıkan mağrur imparator, Sultan Alparslan'ın huzuruna geldiğinde utancından başını kaldıramıyordu. Alparslan, onun bu haline nezaketle karşılık verip oturttu ve teselli etti. Diyojen, savaş öncesi muazzam ordusuyla Türkleri yeneceğinden emin olduğunu, aksi bir ihtimali hiç düşünmediğini açıkça dile getirdi. Sultan Alparslan kendisine “Eğer zafer sizin olsaydı bana ne yapardın?” sorusunu sordu. Diyojen, açık konuşamayıp öldürtürüm diyemeyip sadece “Kamçılatırdım” cevabını verdi. Alparslan “Benim size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” sorusuna bir ümitle “Ya öldürtürsünüz, yahut İslam ülkelerinden birine esir gönderirsiniz. Mümkün görmüyorum ama belki affedersiniz” şeklinde cevap verdi. Sultan Alparslan, yenilgiye uğramış bir imparatoru daha fazla aşağılamamak için kendisini Affetti ve ağır şartlarla bir antlaşma imzalattı. Romen Diyojen affedilmişti ancak ülkesine döndüğünde Türklerden görmediği hakaretlere uğrayıp öldürüldü. Yerine geçen yeni Doğu Roma İmparatoru 7. Mihail Selçuklular ile yapılan anlaşmayı kabul etmese de “Malazgirt Savaşı” Selçuklulara Anadolu'nun tapusunu vermişti. İlerleyen 20 yıl içerisinde hızla Anadolu içlerine göç hareketleri başlatılarak Türkleştirilen Anadolu, İç Asya'daki diğer Türk devletlerinin de göçleriyle bir Türk yurduna dönüştü www.turktarihim.com TARİH 26 Tarihten Bir Hatıra SÖZ NAMUSTUR, ŞEREFTİR Güvenilir insan söz verdiğinde sözünde durur. Tutamayacağı sözü vermez. Sözün namus olduğunu bilir. Vaatlerini hayatı pahasına da olsa yerine getirir. Çünkü güven insan hayatının temelidir. Güvenin olduğu yerde huzur ve mutluluk vardır Balkan Savaşları'nın başladığı zor ve sıkıntılı günlerde Mehmet Akif Ersoy, memurluktan istifa etmiş. Kiralık bir evde oturuyormuş. Dostlarından biri kendisini ziyarete gelmiş. Beş çocuğundan başka evde dört çocuk daha görünce arkadaşı, "Bunlar kim?" diye sormuş.Çocuklarım!" diye cevap vermiş ve açıklamış: "Baytarlık Mektebindeyken bir arkadaşımla anlaşmış, ‘Kim önce ölürse ölenin çocuklarına sağ kalan baksın!’diye birbirimize söz vermiştik. Bu yavrucak- lar vefat eden dostumun bana emanetidir." Mehmet Akif, kendisi bizzat yardıma muhtaç olduğu hâlde sözünde durmuş ve yıllarca o çocukların bakımını üstlenmiş. Söz namustur, şereftir Mehmet Akif Bey, sözünde durmayanlara insan gözüyle bakmazmış. Akif Bey dermiş ki: "Bir söz, ya ölüm ya da ona yakın bir felâketle yerine getirilmezse mâzur görülebilir" 27 HAYAT İnsan Dediğin, İyimserlik'tir! Sadece bizi ilgilendiren güzel haberlerle değil; tüm insanlığı ilgilendiren güzel haberlerle de mutlu olayı öğrenmeliyiz. Postmodern bir hikayeye göre; Arjantin'li ünlü golfçu Robert de Vincenzo, yine bir turnuvayı kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş, sonra da kulüp binasına gidip oradan ayrılmak üzere hazırlanmıştı. Bir süre sonra binadan çıkıp otoparktaki arabasına yürürken yanına bir kadın yaklaşmış. Kadın, Robert de Vincenzo'nun başarısını kutladıktan sonra; O'na, çocuğunun çok hasta ve ölmek üzere olduğunu anlatmış. Zavallı kadının hastane masraflarını ödemesi ise olanaksızmış. Kadının anlattığı öykü, ünlü golfçuyu oldukça etkilemiş Robert de Vincenzo hemen cebinden bir kalem çıkartarak turnuvadan kazanmış olduğu paranın bir miktarını çek defterine yazmış ve kadına uzatmış. Çeki kadının eline sıkıştırırken de ona, "Umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın" demiş. Robert de Vincenzo ertesi hafta kulüpte öğle yemeği yerken, Profesyonel Golf Derneği'nin bir görevlisi yanına gelmiş ve ünlü golfçuya "Otoparktaki görevli çocuklar geçen hafta turnuvayı kazandıktan sonra yanına bir kadının geldiğini ve onunla konuştuğunu söylediler bana" demiş. Robert de Vincenzo da başını sallayarak "Evet" demiş. Görevli, "Ancak sana haberim var. O kadın bir sahtekardır. Üstelik hasta bir çocuğu da yok. Seni fena halde kandırmışlar arkadaşım" demiş. Bunun üzerine Robert de Vincenzo da: "Yani ortada ölümü bekleyen bir bebek yok mu?" demiş. "Hayır, yok" demiş görevli. Ünlü golfçu tekrar sevinerek, pırıl pırıl bakışlarla görevliye sarılarak cevap vermiş: "İşte bu, bu hafta duyduğum en iyi haber..." Hikayeden Çıkarılması Gereken Dersler *Hayata olumlu yönden bakabilmeyi bir yaşamsal sanat haline getirmeliyiz. *Karşılıksız iyilik yapabilmeyi, özde iyi ve doğru seçimler yapabilmeyi bir erdem olarak benimsemeliyiz. *İyi niyetli olmayı başarabildiğimiz oranda, yaşamın her karesinde ki mutlulukları yakalayabiliriz. *Mutluluk tek başımıza yaşayabileceğimiz insani bir tecrübe değildir. Gerçek mutluluk, başkalarının da mutlu olması için gayret sarf edilerek elde edilebilir. *Mutluluk ve sevgi, insanın harcadıkça çoğalan tek sermayesidir. Mutluluk paylaştıkça çoğalır. Acılar ise paylaştıkça azalır. *Karşılığı olan her şey metalaşır ve gün gelir değerini kaybeder. Bu nedenler iyiliklerinizi karşılık beklemeden yapın. *Sadece bizi ilgilendiren güzel haberlerle değil; tüm insanlığı ilgilendiren güzel haberlerle de mutlu olayı öğrenmeliyiz. *Unutmayın! Aynı pencereden dışarı bakan iki kişiden biri sokaktaki çamuru, diğeri ise gökteki yıldızları görebilir. Mehmet Hakan Alşan'ın Sufi Terapi eserinden alınmıştır. BİLİM VE TEKNOLOJİ 28 Dünya Ne Kadar Büyük; Ya Biz? Yakup MEHMETÇİK Dünya'nın büyüklüğü tam olması gerektiği kadardır. Dünya daha küçük olsaydı yerçekimi çok zayıflayacağı için atmosferi Dünya'nın etrafında tutamayacaktı, daha büyük olsaydı yerçekimi çok artacağı için bazı zehirli gazları tutarak atmosferi öldürücü hale getirecekti Dünyanın güneşe olan uzaklığının, hızının ve yeryüzü şekillerindeki her türlü hassas düzenin canlıların hayatı üzerinde büyük etkisi vardır. Dünyanın büyüklüğü ile yaşanılabilecek bir yer olması arasında da çok sıkı bir bağ vardır. biri kadardır. Jüpiter ise Dünyadan 318 kat daha büyük olup Güneş sistemindeki en büyük gezegendir. Hatta kütlesi, diğer gezegenlerin toplam kütlelerinden en az iki kat daha büyüktür. Atmosferinde tabakalar arası çok keskin sınırlar bulunmamaktadır. Dünya, canlıların yaşaması için olması gereken büyüklüktedir. Bütün canlılarda Karbon (C) atomu ve su bulunmaktadır. Canlıların hayatlarını devam ettirebilmeleri için çevre şartları, atmosfer, basınç, sıcaklık, nem vb. şeylere ihtiyaç duyarlar. Örneğin +50 derece ile -50 derece arasında hayatlarını devam ettirebilirler. Hayat için gerekli olan bu şartlar dünyada mevcuttur. Dünya daha küçük olsaydı? Dünya bu halinden daha küçük olsaydı yer çekimi çok zayıflardı. Bu da Jüpiter gibi dünyanın etrafındaki atmosferin tutunamamasına sebep olurdu. Ve atmosfer katmanlara ayrılıp dağılırdı. Dünya olduğundan daha büyük olsaydı veya daha küçük olsaydı ne olurdu? Merkür; Dünyadan çok daha küçüktür, dünyanın %8'i kadardır. Merkür'ün atmosfer yoğunluğu ise dünya atmosferinin milyonda Dünya daha büyük olsaydı? Dünya biraz daha büyük olsaydı, bu kez yer çekiminin etki alanına giren zehirli gazlar Merkür'ün zehirli gazları gibi insan hayatını öldürücü hale getirebilirlerdi. Dünyanın büyüklüğü tam olması gerektiği kadar ve biz bu olgunluk içerisinde hayatlarımızı devam ettirmekteyiz. 29 BİLİM VE TEKNOLOJİ Dünya, atmosferinden yeryüzü şekillerine, Güneş'e olan mesafesine kadar, her türlü dengesiyle, tamamen yaşam için özel olarak yaratılmıştır. Ayrıca bitkilere bu denge içindeki oksijen ve karbondioksit oranını sabit tutmalarını sağlayan özellikler verilmiştir GEZİ 30 Keşfedilmeyi Bekleyen Altın Kent; Kastamonu Tarihi Taşköprüsüyle, kenti ikiye bölen deresiyle, kuşbakışı kenti izleyen saat kulesiyle, Mehmet Akif'in milli mücadeleyi haykırdığı Nasrullah camisiyle tam bir nostalji kenti olan Kastamonu, medreseleri, kervansarayları, bedestenleriyle, manevi merkezleriyle ve dünya kültür mirasının muhteşem eserleriyle gerçek bir açık hava müzesidir Ayhan Çiftçi 31 GEZİ Panoramik dağları, yemyeşil ovaları, zümrüt sahilleri ve zengin kültürel varlıkları ile Kastamonu, Türkiye'nin cennet köşelerinden biridir Karadeniz'in batısında yeşiller içinde bir kent var. Ruhaniyetini Şeyh Şaban-ı Veli hazretlerinden alan küçük ama şirin bir kent. Öyle klasik Anadolu kasabası denir ya ondan; ama bozulmamışından. Bozulmamışlığı bir anlamda dokunulmadığını ifade ediyor. Bu güzel de öte yandan; acaba unutuldu mu diye düşündürüyor. İşte tam bu iki duygunun ortasında bir yerlerden bakıyorum Kastamonu'ya. Cumhuriyetin ilk döneminde karşılaştırmalarda Bursa ile denk olan bir şehir. Birçok yönü ortak. Tarihi olmaları, yapıları, geleneklerine bağlılıkları, uhreviyetleri, tarım ve sanayileri. Şimdi birçok yönden bu kentler mukayese dahi edilemiyor. Hadi sanayiyi ulaşım şartlarına bağladık. Turizmini nereye bağlayacağız gibi sorular sordukça kızarıyorum. Ancak sonra kızarmanın da çözüm olmadığını görüyorum. Sonuç olarak bakıyorum İstanbul'da “Feshane Kastamonu Günleri”, Ankara Başkentte “Kastamonulular” gibi yurdun birçok köşesinde bir gayret var. Bunları gördükçe ümit var diyorum. Sonra düşünüyorum ve bizim bir an önce kentimizi tanımamız ve tanıtmamız gerekiyor. Bizi farklı kılan öğeler var. Örneğin tarihi bir kenttir Kastamonu. Kâtip Çelebi Cihannüma adlı eserinde Kastamonu'yu “Türkmen kaidesi” olarak anıyor. Ne kadar doğru bir tespit diye düşünüyorum. Çünkü hala dimdik ayakta duran tarihi kalesi, çok sayıda cami, medrese, hamam, zaviye gibi tarihi eserleriyle ancak böyle adlandırılabilir. Bu eserlerin korunması ve yaşatılması hem zor hem de büyük bir ayrıcalık. Bu ecdat yadigârların yaşatılması buranın bir müze kent olmasını sağlamıştır. Tam bin 638 tescilli yapısıyla dünya kültür mirasının en muhteşem eserleriyle gerçek bir açık hava müzesidir. Tarihi Taşköprüsüyle, kenti ikiye bölen deresiyle, kuşbakışı kenti izleyen saat kulesiyle, Mehmet Akif'in milli mücadeleyi haykırdığı Nasrullah camisiyle tam bir nostalji kentidir. Camileri, medreseleri, kervansarayları, bedestenleri ve manevi merkezleri ile dipdiri bir kültür şehridir Kastamonu, geleneksel Türk evi ve yakın dönem Osmanlı mimarisi örneklerinin yoğun olarak bulunduğu ender illerimizden biridir. Kentsel sit kapsamına alınmış olan Kastamonu, Taşköprü, İnebolu, Küre ve Abana'nın eski mahalleleri ve yapıları adeta birer mimarlık harikasıdır. Gerçekten Kastamonu bunların yanında harikulade bir de tabiata da sahip. Türkiye'nin cennet köşelerinden biridir dense inanın abartılmış olmaz. Panoramik dağlarıyla, yemyeşil ovalarıyla, zümrüt sahilleriyle, zengin kültürel varlıklarıyla adeta bir huzur şehridir. Valla, Çatak, Horma, Şehriban kanyonlarıyla, Ilıca Şelalesi ve dünyanın 4. büyüklükteki mağarası olan Ilgarini Mağarası'yla tam bir turizm potansiyeli barındırmaktadır. Bu önemlidir ve değerlendirilmelidir. GEZİ 32 İstiklal Savaşı'nda toprakları işgal edilmemesine rağmen nüfus bazında en çok şehit veren il Kastamonu’dur Ülkemizin önemli kayak merkezlerinden biri olan Ilgaz Dağı Milli Parkı, Ilgaz Kayak Merkezi, Küre Dağları Milli Parkı dağcılık sporları için mükemmel bir merkez. Zengin orman örtüsü, çeşitli yaban hayvanları ve nefis piknik yerleri ile eşsiz güzelliklere sahip. Kastamonu kirlenmemiş ve betonlaşmamış 35 kilometre kıyı bandında çok sayıda doğal kumsal ve bakir koya sahip. Karadeniz'in en uzun sahil şeridine sahip Kastamonu, deniz turizminde de büyük potansiyel taşımaktadır. Maviyle yeşilin buluştuğu plajlarıyla deniz turizmine göz kırpmaktadır. Ayrıca dünyanın en iyi el dokumacılığı, en rafine el sanatları Kastamonu'dadır. Ağaç oyma eşyaları, şimşir kaşıkları, örme sepetleri, el dokuması çarşafları, kendine has mutfağı ile ayrı bir yere sahip olan Kastamonu, hiç şüphesiz görülmeye değer şehirlerimizden biridir. Kastamonu tarihsellik, doğallık, geleneksel yaşam, temiz havasıyla, güven veren insanları ve kendine has yemek kültürüyle kendine has nadir kentlerimizdendir. Bu yönüyle mevcut durumundan daha iyi bir konumu hak etmektedir. Bu yönde çalışmalar belli ölçüde devam etmektedir. Ancak yeterli olmadığını da ifade etmek isterim. Bunları Biliyormusunuz? *İstiklal Savaşı'nda toprakları işgal edilmemesine rağmen nüfus bazında en çok şehit veren ilin Kastamonu olduğunu. *Çanakkale Destanı'nda Türk Milletinin verdiği 253.000 şehitten 93.000'nin Kastamonulu olduğunu. *Türk milletinin dimağına yer etmiş olan ve birer milli kahraman olarak anılan, Kara Fatma'ların, Halime Kaptanların, Kastamonulu olduğunu, Ankara Ulus Meydanı'ndaki Atatürk Anıtı'nın çevresinde yer alan ve mermi taşıyan kadın heykelin, Kastamonulu Şerife Bacı' ya ait olduğunu, *Fatih Sultan Mehmet Han'ın oğlu Şehzade Cem Sultan'ın Kastamonu'da iki yıl valilik yaptığını, *Kastamonu Sancakbeyliğinin sınırlarını Üsküdar hudutlarına dek uzandığını, *Anadolu'da kurulan ilk lisenin, Kastamonu valisi Abdurrahman Paşa tarafından kurulan Kastamonu Abdurrahmanpaşa Lisesi olduğunu, *Türkiye'de kurulan ilk sanat okulunun Kastamonu'da olduğunu, *Osmanlı Devleti ile Rusya arasında cereyan etmiş olan 1711 Prut Savaşı' na Serdar-ı Ekrem olarak katılan Baltacı Mehmet paşanın Kastamonulu olduğunu ve bu büyük zatın adını Osmanlı düşmanı bir kısım tarihçilerce kasten bazı gönül işlerine karıştırılarak karalamaya çalışıldığı, *Kastamonu'nun ilk kurucularının da Türkler olduğunu, bu özelliği ile apayrı bir özellik arzettiğini, *Piri Türkistan Hoca Ahmet Yesev'nin talebelerinden olan, Yusuf Horosani diğer ismiyle Deveci Sultan'ın Kastamonu'da yattığını, *İstanbul fethinde kullanılan kızak kalaslarının Kastamonu ormanlarından getirildiğini, *İstanbul' un fethi sırasında dökülen şahi adındaki topların dökümünde kullanılan demir ve bakır madenlerinin Kastamonu Küre ilçesinden getirildiğini, 33 GEZİ Kastamonu evleri 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın ilk yarısında yapılmış, Türk toplum yaşantısını günümüze aktaran önemli mimari örneklerdir *Türk dünyasını ve Türkiye'deki en büyük cihangirlerden biri olan Fatih Sultan Mehmet Han'ın Annesinin Kastamonu'nun DEVREKANİ ilçesinden olduğunu, *Karadeniz'de en uzun sahil şeridine ve en çok ilçeye sahip ilin Kastamonu olduğunu, *Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı-Türküsü' nün Kastamonu Türküsü olduğunu, Dünyanın en kaliteli sarımsağının Kastamonu Taşköprü'de yetiştirildiğini, *Dünyaca ünlü efes harabelerinin bir eşi olan pompeipolis antik kentinin KASTAMONU Taşköprü 'de olduğunu. Kastamonu Denilince Akla Gelenler; Kastamonu Evleri; Kastamonu’da kale ve vadi yamaçlarına serpilmiş vaziyette eski günlerden intikal eden tarihi konaklara bazen ince daracık kaldırımlı sokaklardan geçerek, bazen de merdivenlerden çıkarak ulaşılabiliyor. Birer sivil mimari örneği olarak varlığını günümüzde de devam ettiren ahşap evlerin genellikle ön ve arka taraflarında tabiatla bütünleşmiş büyükçe bahçelerinin bulunması insanın dikkatini çekiyor. Evler gerek güvenlik, gerekse coğrafi yapının etkisiyle iç içe yan yana yapılmış. Bu nadide eserler Kastamonu insanının sosyal ve kültürel tarihinin en önemli tanıkları arasında yer alır. Kastamonu evleri 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın ilk yarısında yapılmış, Türk toplum yaşantısını günümüze aktaran önemli mimari örneklerdir. Kalabalık aile yapısının, ekonomik gücün ve yörenin iklim özelliklerinin etkilerini taşıyan bu evler cazibeli görüntüleri ile de dikkat çekmektedir. Evlerin birbirinin manzarasını ve güneşini kapatmamasının mimari planlamada dikkate alındığı hemen ilk bakışta fark edilir. Evlerde daha çok tuğla, kerpiç, ahşap gibi malzemeler kullanılırken; han, çarşı, hamam, cami ve medrese gibi yapılarda ise kalıcı malzeme, yani taş kullanıldığı görülmektedir. Sokak ve mahalle araları da genellikle taşlarla kaplı idi. Mevcut taş kaplama tarzı rutubeti en aza indiren, sel sularına karşı dayanıklı ve ağaç köklerinin yeterli su almasına uygun yapıdadır. Evlerin zemin katları taş kaplı ise buralara taşlık da denirdi. Evlerin ön kapıları dışında geniş arka bahçelere açılan arka kapıları da vardır. Buralarda depo, kiler samanlık hatta ahırlar da bulunurdu. Konutların dış kısımları çıkmalar ve pencere düzenlemeleri ile dışarı doğru genişletilmiş, hareketli bir yapıya büründürülmüştür. Pencereler sedirde oturanların sokağı baştanbaşa görmesine imkan sağlar. Özellikle kar ve yağmurun yağışı, sokaktan gelip geçenler, avlu kapısını çalanlar, sokakta oynayan çocuklar, eve dönen aile fertleri pencerelerden rahatlıkla görülebilir. GEZİ 34 Hoşafıyla meşhur olan üryani eriği özellikle mide ve bağırsak sorunlarının giderilmesinde, kabızlık şişkinlik, hazımsızlık gibi şikayetler de ve ayrıca romatizma mafsal sorunları ile bağırsak solucanlarının tedavisinde hiçbir yan etkisi olmayan doğal bir şifa kaynağı olarak birebir etkilidir Sofalarda, eyvanlarda ve odalarda zaman zaman kalemişi süslemelere rastlanır. Iç bahçeye ve sokağa hakim olarak düzenlenmiş evlerin pencereleri genellikle ahşap kafeslidir. 20. yüzyılın başlarından itibaren demir parmaklıklar da yapılmaya başlanmıştır. Tarihi kayıtlardan evlerin birbirine bitişik ve ahşap oluşu dolayısıyla şehirde çıkan yangınların kolayca yayıldığı anlaşılmaktadır. Evler için büyük tehlike oluşturan bu yangınlara karşı değişik tedbirler alınmıştır. Mesela uykudakileri yangın sırasında uyarmak için kaleden top atılırdı. Bazı evlerin saçak köşelerine ya da kapı üstlerine uğur getirmesi için geyik boynuzu asılması geleneği vardır. Öte yandan evlerin saçağa yakın köşelerinde sokaktan görülecek yüzeylerinde ya da sofa çıkma alınlıklarında bazı dualar ve bazen evin yapılış tarihi yazılıdır. Üryani Eriği; Sadece Kastamonu bölgesinde yetişen bir erik türüdür. Ağustos ayı başlarında olgunlaşan erikler kabukları soyulduktan sonra güneşte kurutulmaya bırakılır. Kuru Üryani eriği hoşafıyla meşhurdur. Erikler pişirilmeden önce yarım saat kadar ılık bir su içerisinde bekletilirler. Bu şekilde yumuşadıktan sonra ayrı bir kaptaki suya şeker ile birlikte atılarak yarım saat kadar kaynatılır. Soğuduktan sonra içime hazır olan hoşaf, özellikle mide ve bağırsak sorunlarının giderilmesinde, kabızlık şişkinlik, hazımsızlık gibi şikayetler de ve ayrıca romatizma mafsal sorunları ile bağırsak so- lucanlarının tedavisinde hiçbir yan etkisi olmayan doğal bir şifa kaynağı olarak birebir etkilidir. Taşköprü Sarımsağı; Kastamonu Taşköprü ilçesinin önemli gelir kaynağıdır, sarımsak. Ünü bütün dünyaya yayılmıştır. Tatilde Kastamonu'ya gittiğimizi duyan arkadaşlarımız bizden bir tek şey beklerler, o da halis muhlis Taşköprü sarımsağı. Tosya Pirinci; Dünya çapında meşhur olan Tosya Pirinci Devrez çayının eseridir. Tosya Pirinci sadece bu yörede yetişmekte olan pirinç türleri sebebiyle meşhur olmuştur. Devrez ovasında yer alan toprağın yapısı bu özel pirinç çeşitlerinin bu yöreye has bir özelliğe sahip olmasına sebep olmuştur. Tosya da yetişen pirinç türleri dünyanın hiçbir yerinde yetiştirilememektedir. Tosya ovası boyunca uzanan alüvyal alanlar çeltik için temel ekim alanıdır. istanbultarih.com 35 HİKAYE KURNAZ YABANCI Uzun yıllar önce, bilmediği ülkeleri gezmeye çıkan bir adam, doğunun esrarengiz limanlarından birinde gemisinden indi. Geceyi geçirmek üzere sokaklarda dolaşıp bir han ararken, belinde duran bir kese altını düşürüp kaybetti. Kesesini düşürdüğü yer, kalabalık bir pazar meydanıydı. Adam, kesesini düşürdüğünü fark ettiği gibi yüksekçe bir yere çıkarak yanındaki rehberin tercüme etmesi ile halka seslendi: -“Para kesemi kaybettim! Kim bulur, getirirse ona 10 altın vereceğim!” Bir kenarda beklemeye koyulan adam, henüz bir saat geçmemişti ki, fakir bir gencin elinde bir kese ile kendisine gelmekte olduğunu gördü. -“Acaba elindeki kese benim kese mi?” Fakir genç, keseyi uzatarak, "Efendim, düşürdüğünüz kese bu olsa gerek..." -Adam kesesini görünce sevinçten ne yapacağını şaşırdı. Pazar yerindeki halk ise keseyi eksiksiz bir şekilde sahibine getiren gence hayret ve takdir hisleriyle bakakalmışlardı. Yabancı, kesedeki altınları sayıp 100 altının tastamam durduğunu görünce kesesini itina ile kuşağına yerleştirdi. "Sana çok teşekkürler genç adam!" -“Eee... Şey... Efendim, bana ait olmayan tek kuruşu bile almam ben! Ancak keseyi bulana 10 altın vaat etmiştiniz...” -Verdiği sözünü unutan yabancının birden yüzü asıldı. "Hay Allah! Doğru ya, verdiğim sözü nasıl da unuttum!" Ancak bu fakir gence 10 altın vermeye de hiç niyeti yoktu. Derhâl kesesini çıkardı ve altınları saymaya başladı: 1, 2, 3 100. Saymayı bitirdikten sonra gence dönerek, "Ama burada 100 altın var! Oysa benim kesemde 110 altın vardı. Demek ki sen keseyi açıp içinden zaten 10 altını almışsın! Benden daha bir tek altın bile alamazsın!” Yaptığı iyiliğin karşılığını altınla beklerken iftira ile alan genç öfkelendi: "Yalan söylüyorsun! Ben senin tek bir altınına bile elimi sürmedim! Sözünü tut, vaat ettiğin altınları ver!" Sonunda etraftan üç beş şahit alarak mahkemeye giderler. Mahkemenin kadısı her ikisini dinledikten sonra, gencin dürüst ve haklı olduğuna kanaat getirdi. Zaten şahitler de bu yönde kanaat bildirmişlerdi. Yabancı ise hiç güven vermiyordu. Belli ki bir kurnazlık peşindeydi. Sonunda kadı ikisine de dönerek, "Her ikiniz de yemin edeceksiniz," dedi. Genç, keseden tek bir altın almadığına, yabancı ise kesenin içinde 110 altın bulunduğuna dair yemin ettiler. Kadı ise gence gülümseyerek hükmünü verdi: "Sen, ey yabancı! Madem kesende 110 altın olduğuna yemin ettin, öyleyse bu kese senin değil. Çıkar keseyi ve gence geri ver. Sen ise ey delikanlı, bulduğun keseyi bu adamdan geri al. içinde 110 altın bulunan bir kese kaybeden bir kişi karşına çıkıncaya kadar sen de kalsın." Kadının bu isabetli kararı, kurnazlık yapmaya çalışan adamın yüzünü mosmor etmişti. Böylece bu kurnaz adam, iyiliğe karşı kötülük etmenin, verdiği sözü tutmamanın ve cimriliğin cezasını fazlasıyla çekerek beş parasız bir şekilde evinin yolunu tuttu. ÖRNEK HAYATLAR 36 Gelişiniz güle güle, Gidişiniz güle güle, Her işiniz gülegüle. ŞEYH ŞA'BAN-I VELİ Şeyh Şa'ban-ı Veli Kastamonu'nun Taşköprü İlçesi'nin Gökçeağaç Bucağı'na bağlı Çakırçayı Köyü'nün Cimdar Mahallesi'nde dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi konusunda kesin bilgiye sahip değiliz. Müze kayıtlarında 903/1497 yılı yazılı ise de bir not konularak bu tarihin kesin olmadığı belirtilmiştir. Şeyh Şa'ban-ı Veli anne ve babasını küçük yaşta iken kaybetmiştir. Ortada kaldığı böyle bir dönemde kendisini hayırsever bir hanım evlad edinmiş ve öz evladı gibi sevmiştir. Şeyh Şa'ban-ı Veli ilk öğrenimine, zamanın gelenekleri de dikkate alınarak, doğduğu mahallenin mektebinde Kur'an-ı Kerim talimiyle başlamış; akli ve nakli bilimlere sahip olmak için zaman zaman Taşköprü İlçesine ve devrinde alimlerin toplandıkları yer olan Kastamonu'ya gitmiştir. Bir rivayete göre 918/1512 yılında vefat eden ve Kastamonu'nun İsfendiyar Mahallesi'nde kain Abdürrezzak Camii Türbesi'nde medfun bulunan Osman oğlu Hoca Veli'den tefsir ve hadis dersleri okuduğu hatta kastamonu'daki tahsili sırasında kendisinden icazet aldığı bilinir. Şa'ban-ı Veli'nin hayat kronolojisine bakılırsa makul gibi gelmektedir. Daha sonra buralarda da tatmin olmayarak karayolu ile İstanbul'a gider. İstanbul'da her ilim dalının erbabını bulur ve onlardan dersler okur. Kur'an-ı Kerim'i önceden öğrenmiş olması ona tefsir ve hadis ilimlerinin kapılarını rahatlıkla açtırır. Bu dönemde Fatih civarında bulunan medreselerin birinde kalmakta olan Şeyh Şa'ban-ı Veli derslerini ilerlettikçe gerçekleri görmeğe başlar. Bunca ilim okumaktan maksad gerçeğe, ilahi sırlara sahip olmaktır. Öğrenim yıllarında güzel ahlakı ve ağırbaşlılığı ile çevresinde dikkat çekerek tanınıp sevilen Şeyh Şa'ban-ı Veli Istanbul'da kimseye karışmadığı gibi, zaman zaman odasının kapısını üzerine kilitleyip tefekküre dalardı. Nadiren görüştüğü kimseler de kendisi gibi ilme susamış; halim selim kimselerdi. O, zahiri ilimlerle tatmin bulmuyordu. İrfan yolunun isteklisi idi. Kendisini devamlı arayışa sevkeden bir iç sıkıntısı vardı. Bu sıkıntı onu bir mürşid-i kamil aramaya sevketti. Istanbul'daki bazı şeyhlere halini arzetti ise de aradığı mürşidi bulamamıştı. Tekkeleri dolaşıyor, zikirlere katılıyordu ama içindeki sıkıntıyı bir türlü gideremiyordu. Bu arada icazetnamesini aldı. Bolu'da Hayreddin Tokadi (K.S.) adında bir mürşid olduğunu duymuştu. Kendisinin adeta ona karşı sevkedilmekte olduğunu hissediyordu. Bir gece rüyasında memleketine, sılaya gitmesi hitabını görüp işitti. Bunun üzerine Kastamonu'ya dönmeye karar vardi. Sılasına giderken yol üzerinde bulunan Bolu'daki Hayreddin Tokadi'ye uğrayıp onu ziyaret etmeyi düşünüyordu. Bir iki arkadaşıyla birlikte Istanbul'dan yaya olarak yola çıktılar. Müze kayıtlarına bakılırsa Hayreddin Tokadi'nin yanına varmaları 1519 yılındadır. 37 ÖRNEK HAYATLAR Şa'ban-ı Veli evliyalık tacını giymişti. Dışarıya hiç çıkmadığı savmaasında, dua isteğiyle gelenlere yardımcı olmaktaydı. O, dünyadan elini, eteğini çekmiş; halka minnet etmeyerek kanaat ve tevekkülle ömür geçirmişti. Para biriktirmez, nerede ise hepsini dervişlerinin ve onların ailelerinin nafakalarınave darda kalanlara harcardı Şeyh Şa'ban-ı Veli Hayreddin Tokadi'nin yanında on iki yıl kaldı. Bu süre zarfında şeyhinin hizmetinde bulundu. Bir çok mertebeler aştı. Hilafetle Kastamonu'ya gönderildiği tarih 15301531'dir. O, dünyaya değer vermeyen olgun biri olduğundan ve adeta yokluğundan memnun bulunduğundan Kastamonu'ya geldiğinde tanınmak istememişti. Bu şehre geldiğinde Hisarardı semtinde Seyyid Sünneti Mescidi'ne yakın bulunan Hüsam Halife'nin yaptırmış olduğu Cemaleddin Camii avlusuna indi ve orada münzevi bir hayat geçirmeğe başladı. Bu haline acıyan halktan bazıları ona çobanlık teklif ettiler; çamaşırını yıkadılar. Teklif edilen çobanlık için, "Biz insanları gütmeğe geldik.", yırtılan eski gömleği için de, "Biz dünyaya üryan geldik, üryan gideriz." sözleriyle tevekkülünü ortaya koyuyordu. Şa'ban-ı Veli hazretlerinin şiir, nesir ve nutuk iradı ile ilgili her hangi bir eseri yoktur. Bunun sebebi de kalden (sözden) ziyade hale önem vermiş olmasıydı. Şeyh Şa'ban-ı Veli bütün işlerinde şeriat hükümlerine uyar, "Şeriat bademin kabuğu, tarikat özüdür." derdi. Böylece mürşid-i kamil olarak ünü dört bir yana yayıldı. Osmanlı ülkesinin her tarafına halifeler gönderdi. Üç yüz altmış zata hilafet duası etmiştir. Bu hal kendisinden sorulduğunda, "Üç yüzüne ben dua ettim, altmışına Sultan-ı enbiya dua ettiler." demiştir. Bunca ilim ve irfanına rağmen Şeyh Şa'ban-ı Veli tevazuu seven, ilmiyle övünmeyen biri idi. O derece ki, çokları kendisini ümmi bilirdi. Honsalar Camii'nde Kur'an-ı Kerim'i tefsir eder, hadisler naklederdi. Bu ilmi toplantılara halk gelir ve kendisini zevkle dinlerlerdi. Fakat zamanla irşadı batıni galebe çaldığından va'z ve nasihattan vazgeçti. Şeyh Şa'ban-ı Veli'ye sadece Kastamonu' dan değil, başka yerlerden de dost ve müridan gelirdi. Bunlar arasında tanınmış ilim ve din adamları bulunuyordu. Değerini anlamayan bazıları ise dedikodu yaparak kötü niyetlerini ortaya koymalarına rağmen o bunların hiç birine cevap vermemiş, tahammül etmişti. Şehrin Atabey Mahallesi'nde çıkan bir yangında yanan bir tahta Honsalar Camii'ni de tutuşturdu. Ahşap olan binayı kurtarmak mümkün olmadı. Yeniden yaptırmak isteyen dervişlerine Şeyh Şa'ban-ı Veli izin vermedi. "Bu yanıkta bir hikmet vardır." diyerek Hisarardı'nda Seyyid Sünneti Mescidi'ne yakın bir eve taşındı. Bu ev Eyüb Halife tarafından hibe edildi. Şeyh Şa'ban-ı Veli hayatta iken bu evde oturmak ve yerine geçecek şeyhlerin de oturmaları için bir vakıfname tanzim etti. Bu vakfın şahsiyeti daha sonra kütüğe kaydedilmiştir. Şeyh Şa'ban-ı Veli hayatı boyunca kendine bizzat başvuran veya dua ile yardım isteğinde bulunan herkese koşmuş, çeşitli kerametler göstermiştir. Bunlar kerametleri kısmında geçmektedir. Şeyh Şa'ban-ı Veli giderek yaşlanmakta idi. Halvet ve uzlet etmek isteyerek Seyyid Sünneti Makamı'ndaki savmaasına girdi. Rivayete göre yedi yıl dünya yüzü görmedi. Beş vaktini burada kıldı. Tayyı zaman ve tayyı mekan ile namazlarını Ka'be-i Muazzama'da kıldığını söyleyenler de vardır. Kerametlerinin anlatılmasından hoşlanmaz, anlatanı azarlar ve inkar ederdi. Bazı kerametler yalnız kendisinde değil, dervişlerinde de görülmeğe başladı. Şa'ban-ı Veli evliyalık tacını giymişti. Dışarıya hiç çıkmadığı savmaasında, dua isteğiyle gelenlere yardımcı olmaktaydı. O, dünyadan elini, eteğin-i çekmiş; halka minnet etmeyerek kanaat ve tevekkülle ömür geçirmişti. Para biriktirmez, nerede ise hepsini dervişlerinin ve onların ailelerinin nafakalarına ve darda kalanlara harcardı. Ömrünün sonlarına yakın dervişlerini yanına toplayarak onlara dua ve nasihatlarda bulunmuştu. Bu arada Istanbul'da Süleymaniye Camii Vaizi, aslen Kastamonulu Muharrem Efendi kendisini ziyarete gelmişti. Gitmeğe hazırlanırken ona, "Gitme, biz ahirete göç yapıyoruz. Benim namazımı kıl, öyle gidersin." buyurdu. Görünür bir rahatsızlığı olmadığından bu sözleri onun yaşlılığına verdiler. Fakat gerçekten kısa bir süre sonra bir cuma sabahı gün doğarken dünyasını değiştirdi. Tarih 18 Zi'lhicce 976 yani 4 Mayıs 1569 Çarşamba günüdür. web.deu.edu.tr CANLILAR ALEMİ 38 Zıplayan Böceklerin Muhteşem Bacak Yapýlarý www.bocekfosilleri.com Bacaklarında mekanik dişlilere sahip olan ve pire boyutlarında olan Issus biyolojik bir yapıda gözlemlenen ilk örnek olma özelliği taşıyor Bitkiden bitkiye zıplayarak gezen pire boyutlarında küçük bir böcek olan Issus'un, ilginç özelliklerinden biri arka bacaklarıdır. Bilim adamları, bu böceğin arka bacak eklemlerinde, karşılıklı birbirine geçen eğimli dişlileri olan çarkbenzeri yapılar keşfetmişlerdir. Böcek, zıplaması gerektiğinde bacaklarını senkronize eden bu mekanik dişliler dönmeye başlarlar. Böceğin bu yaratılış harikası bacakları Cambridge Üniversitesi'ndeki bilim adamlarına göre biyolojik bir yapıda gözlemlenen ilk mekanik dişlilerdir. Bir bisiklet ya da otomobil vitesindeki dişlilere benzeyen bu biyolojik çarkın en büyük özelliği, her bir çark dişlisinin diğer çark dişlisine bağlandığı yuvanın yuvarlatılmış bir köşeye sahip olmasıdır. Bu yapı birbirine değen dişlerin aşınmasını engeller. Issus'da birbirinin karşısında olan bu çark aynı bir arabanın sahip olduğu dişliler gibi birbirine kitlenir. Böylece ayaklar, bir saniyenin bir milyonda biri kadar bir zamanda aynı anda hareket eder. Eğer bu hassas organizasyonda sinir sistemi görevlendirilseydi asla bu kadar başarılı olamazdı. Çünkü sinir iletileri, bu sıkı koordinasyon için çok yavaş bir şekilde hareket ederlerdi. Beyin ve Sinir Sisteminin Yapamadığını İskelet Sistemi Yapıyor Ancak Yüce Allah'ın yarattığı mekanik dişlileri sayesinde Issus, kaslarına sinir sinyalleri yollayabilir eğer bir bacak zıplamayı tetiklemeye başlarsa, dişliler birbirine geçer ve mutlak eşzamanlılık oluşarak bu böceğin oldukça hızlı zıplamasına sebep olur. Böylece Issus Rabbimiz'in ilhamıyla beyin ve sinir sisteminin yapamayacağı kompleks bir problemi çözmek için iskelet sistemini kullanır ve oldukça başarılı bir sonuç elde eder. Araştırmacılar bu mükemmel yaratılış özelliğinin böceğin ana ulaşım aracı olarak kullandığı güçlü atlayışlar için çok önemli olduğunu belirtmektedirler. Bu dişliler vasıtasıyla gerçekleşen atlayışlar oldukça güçlüdür. Çünkü Issus, milisaniyeler de saniyede beş metreye kadar hızlanabilir. Pirelerin Yaratılış Özellikleri Bir pire kendi vücut yüksekliğinin 100 katından fazla yükseğe sıçrayabilir. Sizin aynı performansı gösterebilmek için 200 m. yükseğe sıçramanız gerekecekti. Dahası pire sıçrayışlarını 78 saat ardı arkası kesilmeden sürdürebilir. Pire genellikle beşinci sıçrayıştan sonra bacakları üstüne düşmez, sırtı üstüne veya başı üstüne düşer. Ne var ki bu düşüş onu sersemletmez bile. Pirenin yaralanmamasının nedeni ise vücudundaki tasarımda saklıdır. Böceğin iskeleti vücudunun içinde değildir. İskelet, vücudu saran yumuşak kitin tabakasına tutturulmuş, sklerotin adı verilen sert bir karışımdan oluşur. Sklerotin tüm vücudu sarar. Bu dış iskelet birbirine karşı sınırlı ölçüde hareket edebilen çok sayıdaki zırh plakasından oluşur. İşte bu mükemmel yapı, sıçrayış sonrası karşılaşılan şokları emer ve etkisiz hale getirir. Öte yandan pirelerin kan damarları yoktur. Vücudun iç kısmı tümüyle, berrak akıcı bir kanın içinde yüzer. Bütün iç organlar bu halleriyle adeta yumuşak yastıklarla çevrelenmiş gibidir. Bu nedenle ani basınç yükselmelerinden hiç etkilenmezler. Kan, bütün vücuda dağılmış hava borucukları ile temizlenir. Böylelikle sürekli olarak oksijen temini için gerekli olan güçlü bir pompaya da ihtiyaç duyulmaz. Kalp bir tüp şeklindedir ve o kadar ağır bir ritmle çarpar ki, sıçramalardan oluşan değişiklikler onu hemen hemen hiç etkilemez. Bilim adamları yaptıkları araştırmalar sonucunda pirenin bacak kaslarının, aslında yaptığı büyük sıçrayışları gerçekleştirecek kadar güçlü olmadığını belirlemişlerdir. 39 CANLILAR ALEMİ İnsan çayır köpüğü böceğinin yeteneğine sahip olsaydı 200 metrelik gökdelenin üzerinden rahatça atlayabilirdi. Çayır köpüğü böceği özellikleri ve yetenekleriyle birlikte Allah tarafından kusursuz bir şekilde yaratılmıştır Pirenin gösterdiği sıçrama performansı, asıl olarak bacaklarına eklenmiş olan bir tür yay sisteminden kaynaklanmaktadır. Bu yay sistemi, “resilin” adlı proteinden yapılmış bir doku sayesinde çalışır. Bu maddenin özelliği gerilerek sakladığı enerjinin %97`sini serbest bırakabilmesidir. Bugün piyasadaki en iyi esneyen madde için bu oran %85 kadardır. Lastik özelliğine sahip bu doku, bant şeklinde iki arka bacağa yerleştirilmiştir. Cüce Kök Kurdunun Robotlara İlham Verecek Bacak Yapısı Su üzerinde yürüyen ve zıplayan cüce kök kurdunun sahip olduğu yaratılış özelliği suda giden robotik araçların geliştirilmesinde kullanılabilir. Bu böcek tropikal suların kıyısındaki çamurlu suların içine kazdıkları oyuklarda yaşarlar. Araştırmacılar böceğin, su üzerinde hareket edebilen diğer böcek ve hayvanlardan daha farklı bir yöntem kullandığını keşfetmişlerdir. Yapılan araştırmalar, 5 milimetre boyunda ve 10 miligram ağırlığındaki bu böceğin arka ayaklarındaki özel paletler yardımıyla su üzerinde 100 milimetre yükseğe sıçrayabildiğini ve bir sıçrayışta kendi boylarının 5,4 katı olan 33 milimetrelik bir mesafeyi katedebildiğini göstermiştir. Bu böcekler karada ise 70 santimetre yükseğe sıçrayabilir ve bir sıçrayışta 1 metre gidebilir. Söz konusu durum çok özel bir yaratılışı gerektirmektedir. Yüksek Atlama Şampiyonu Dünyanın en iyi yüksek atlama şampiyonu böcek, 6 mm boyundaki çayır köpüğü böceğidir. Görünüm açısından ağustos böceğini andıran bu böcek, bilim adamlarının yaptığı araştırma sonuçlarına göre 70 cm'den daha fazla zıplayabilir. Bu zıplayışta bacaklarını mancınık gibi kullanır. Allah çayır köpüğü böceğinin bacaklarında bir tür kilit sistemi yaratarak bacaklarında depolayabildiği enerjiyi zıplamak için kullanmasını sağlar. Araştırmacıların görüşüne göre, insan çayır köpüğü böceğinin yeteneğine sahip olsaydı 200 metrelik gökdelenin üzerinden rahatça atlayabilirdi. Çayır köpüğü böceği özellikleri ve yetenekleriyle birlikte Allah tarafından kusursuz bir şekilde yaratılmıştır. Çekirgelerin Güçlü Arka Bacakları: Çekirgelerin altı ayağı vardır, arka iki ayağı diğer ayaklarından güçlü ve uzundur. Çekirgeler bu ayakları sayesinde çok uzak mesafelere kadar zıplar ve bazen zıpladıktan sonra kanat çırparak uçmaya başlarlar. Çekirge zıplamasında asıl etken olan arka tarafında bulunan bu iki uzun sıçrayıcı bacak üstün bir yaratılışa sahiptir. Allah bu canlının bacağının üst kısmını kalın, alt kısmı ise onunla aynı boyda uzun olarak yaratmıştır. Bu bacak tipinde çok kuvvetli kaslarla donatılmış bir iskelet sistemi vardır. Bu nedenle çekirge bir sıçramada vücut boyunun 20 katı mesafe atlar. Bu durum insanın 3 adım atmada 100 metreyi aşması gibidir. Allah, çekirgeyi de bu muhteşem sistemle birlikte yaratmıştır. Allah her şeyi eksiksiz yaratan, her türlü yaratmadan haberdar olandır. Sıçrayan Örümceğin Başarılı Atlayışı Ağ kurup bekleyen birçok örümcek türünün aksine, sıçrayan örümcek avına kendisi saldırmayı tercih eder. Bu örümcek türünün avlanmasındaki dikkat çekici özellik ise, sıçrayarak avına ulaşmasıdır. Örümcek öylesine ustaca bir sıçrayış yapar ki yarım metre ötesinden uçan bir böceği, sıçrayarak havada yakalayabilir. Örümcek, şaşırtıcı sıçrayışını, hidrolik basınç ilkelerine göre çalışan sekiz bacağı sayesinde yapar. Örümcek, sahip olduğu özellikleriyle Allah'ın yaratma sanatının apaçık delillerinden biridir. Allah bu canlıda sonsuz ilmini, yaratmadaki sınırsız gücünü bizlere göstermektedir. Örümceğe tüm davranışlarını ilham eden Allah'tır. Dünyanın en iyi yüksek atlama şampiyonu böcek, 6 mm boyundaki çayır köpüğü böceğidir. KÜLTÜR-EDEBİYAT 40 BU YOL ÇIKMAZ SOK AK Osmanlı şehir kültüründe önemli bir yere sahip olan çıkmaz sokakları günümüz şartlarında incelemek; ortaya çıkan manzarayı paylaşmak adına bir keşfe çıktık. Hasköy'deki Nöbetçi Çıkmazı; Fatih, Debbağ Yunus Çıkmazı; Kadıköy, Bağdat Çıkmazı inceleme yaptığımız çıkmazlardan bazıları yanışma içinde bulundukları fiziki bir mekandır sokaklar. En kısa tarifle; aynı mescitte ibadet edenlerin aileleri ile ikamet ettikleri yerlerdir. Mahremiyete riayet önemli rol oynar bu çıkmaz sokakların oluşumunda. Çıkmaz sokaklarda genel anlamıyla kamu tarzı mekân prensibi söz konusu değildir. Bu sokaklar ortak yaşayanların mülkiyetidir. Bu sokakta tek prensip vardır; o da başkalarını rahatsız etmemek. Aile hayatını koruyan duvarlar Osmanlı şehirlerinde yerleşim, belli merkezlerin etrafında yapılmaktaydı. Bu merkezlerden en önemlisi de camiler ve mescitlerdi. Çarşılar, caminin hemen yanında yer alırdı. Sokaklar, camilerden sarmallar halinde şehrin uç noktalarına kadar ulaşırdı. İnsanlar şehrin merkezinde buluşur, konuşur, ibadetlerini yapar, sosyal ilişkilerde bulunurlardı. Ancak aile yapısı söz konusu olduğunda, gözlerden uzaklık söz konusuydu. Yani aile hayatını barındıran evler kesinlikle göz önünde değildi. Mahremiyetin ön planda olduğu bu hayat şekli, çıkmaz sokaklarla beraber aile hayatını koruyan duvarlar halini almıştır. Osmanlı toplum yapısı açısından önemli bir yere sahip olan çıkmazlar, günümüzde bambaşka bir manada kullanılmakta. Çıkmazlar, film karelerinde kötü karakterlerin yanlış işlerini yapıp saklandıkları yerler olarak gösteriliyor. İmar çalışmalarında unutulmuşluğu ve suistimali hatırlatan bu yerler, şimdilerde tarihi mirastan ayrı düşmüş yerler. Bu sokaklar, geçmiş sosyal hayatı aydınlatan bir hayli malumat ihtiva etmektedirler. Çıkmaz sokak kavramı, kültürel açıdan incelendiğinde aile hayatı hakkında bilgi vermektedir.Bu sokaklar,Osmanlı şehir hayatının nabzını tutmuş, insanların dayanışma içerisinde hayatlarını idame ettirdikleri alanlar olmuştur. Birbirlerine karşı sorumlu olan insanların, sosyal bir da- Güvenlik Sokakların bağlı bulunduğu mahalleler de oldukça önemliydi. Mahallelerin kontrolü için büyük kapılar mevcuttu. Bu kapılar akşam belli bir saatten sonra kapanırdı. Mahallenin güvenliği bu şekilde sağlanırdı. Güvenliği Paspan denilen ücretli bekçiler sağlardı. Güvenlik sadece kontrolün sağlanabilmesi adına kapılar konulması ve bekçinin tutulması esasına dayalı değildi. Tanımadıkları bir ailenin sokağa taşınması da sokağın ortak kararına bağlıydı. Osmanlı şehirlerinde, aynı sokaklarda yaşayanlar, sosyal hayatın güvenliği ve korunması bakımından birbirlerine zincirleme kefil de olurlardı. Mesela kişiler, istedikleri zaman bulundukları sokağı değiştiremezlerdi. Sokak değiştirme işi, tayin, görev ve benzeri gibi zorunlu hallerde gerçekleşirdi. 41 KÜLTÜR-EDEBİYAT Çıkmaz sokakta karşılaşılan kadına dik dik bakılmaz, derhal başlar öne inerdi. Kadınların sokakta rahat yürüyebilmeleri için erkekler kenara çekilir, halk arasında geçen yabancılara küstahça bakış şöyle dursun, fazla bir meraka bile fazla tesadüf edilmezdi Asıl mühim olan şey, sokağa taşınacak ailenin, sokak sakinlerinden birinin kefaletine bağlı olmasaydı. Bir kefil bulamayanlar, doğal olarak sokağa da taşınamazlardı. Diğer yandan, bir sokağa yeni gelenler, hemen o sokakta yaşayan biri olarak da tescil edilmezdi. Kişinin sosyal dokuya uyum sağlaması için İstanbul'da beş, diğer şehirlerde ise dört yıl yaşaması gerekirdi. Bu sürenin sonunda ancak kişi o sokağa ait olarak tescil ediliyordu. İşte sokaklarda kurulmuş olan bu zincirleme kefalet sistemi, aynı zamanda şehrin asayişinin sağlanmasında da önemli rol oynuyordu. Mahremiyet Çıkmaz sokaklar, kamuya açık alan ile evlerin mahremiyeti arasında bir geçiş oluşturuyordu. Sokakta oturacak kişilerin seçiminde kan ve akrabalık bağı değil de dini ve kültürel aidiyeti dikkate alınırdı. Komşuluk ilişkilerinin en üst seviyede yaşandığı bu sokaklar; kadınlara karşı hürmetin olduğu yerlerdi. Hayatın diğer alanlarında olduğu gibi çıkmaz sokaklarda da kadın ve erkek arasında mutlak surette bir mesafe söz konusuydu. Sokakta karşılaşılan kadına dik dik bakılmaz, derhal başlar öne inerdi. Kadınların sokakta rahat yürüyebilmeleri için erkekler kenara çekilir, halk arasında geçen yabancılara küstahça bakış şöyle dursun, fazla bir meraka bile fazla tesadüf edilmezdi. Sokaklardan kahkaha sesleri yükselmez, sokakta kavga eden ayak takımı da enderdi. Komşumu rahatsız ederim, ona eza ederim, kul hakkına girmeyelim düşüncesiyle sokaklara çöp atılmaz, yerlere katiyetle tükürülmezdi. Sokağı yeni keşfedenler Osmanlı mahalle mimarisinde mühim bir yer edinen çıkmaz sokaklar zamanla başka kültürlerin dikkatini çekmekte de gecikmedi. İngiltere'de yapılan araştırmada, en mutlu insanların çıkmaz sokak sakinleri olduğu ortaya çıktı. O kadar ki, ev alacakların çıkmaz sokakta bulunan ev için yüzde 20 fazla ücret ödemeyi bile göze aldıkları belirlendi. Çıkmaz sokakta komşuluğun üst seviyede olması, insanların birbirlerini isimleriyle tanıması, birlikte bir fincan kahve içebilme ve ihtiyaç olunan malzemelerin ödünç alınması, çıkmaz sokağı tercih etmelerinde en büyük tesirler. Streetclub ve B&Q kuruluşları tarafından yapılan araştırmada ise, insanların yüzde 88′i çıkmaz sokakta ev sahibi olmanın keyifli olacağını ifade etti. Çıkmaz sokağa olan bu yöneliş sebebiyle İngiltere'de yeni siteler buna göre dizayn ediliyor. Günümüzün çıkmaz sokağı Günümüzde çıkmaz sokak uygulaması apartmanlara da uygulanmakta. Mimari teknolo- jinin gelişmesiyle apartman hayatının ortaya çıkması çıkmaz sokakları da etkiledi. Şu an için var olan çıkmaz sokaklar, yüzyıllar öncesindeki formatından ayrılarak bambaşka bir hal almış durumda. İnsanlar çıkmaz sokakları arabalarını güvenle park edecekleri mahal olarak kullanırlarken; çocuklar içinse arabaların olmadığı iş saatlerinde oyun parkı halini almaktadır. Osmanlı şehir kültürü'nün önemli bir unsuru olan çıkmaz sokaklar, günümüz mimarisine ilham olmuştur; fakat sadece şekil olarak. insanvehayat.com KÜLTÜR-SANAT 42 Hayatı Çözen Düğümler El Dokuma Halıcılık Aylar süren zahmetli bir yolculuktur el dokuma halıcılığı. Yazmasının oyasıyla, halısının deseniyle aşkını, hasretini, gözyaşlarını, umutlarını anlatır kaç nesildir genç kızlar. Bu yüzden el dokuması bir halıdaki her desenin bir anlamı, onu dokuyanın dünyasında bir karşılığı vardır Sayıya, hesaba gelmez binlerce ilmek, incecik maharetli parmakların dokunuşlarıyla göz alıcı bir halıya dönüşür. Milim şaşmayan bir hiza içinde sıralanan çözgü ipliklerinin her çiftinden halının özelliğine göre yün, ipek ya da rayon iplikleri geçirilerek düğüm atılır. İlmek sırası tamamlandığında düğümler sıkıştırılır ve bir sonraki sıradan devam eder dokuma. En kıymetli el dokuma halılar bilindiği üzere ipek dokumalardır. Düğüm şekli ve düğüm sıklığı da el dokuması halıya değer katan diğer unsurlardır. Halı tezgâhlarına sıralanmış dal gibi kızlar sadece geçmişi değil geleceklerini de dokurlar her ilmekle birlikte. Kimi kardeşi okusun diye kimi gelinlik hayalleri gerçeğe yol bulsun, babasının, kardeşinin yükü hafiflesin diye gözünüzle takip edemeyeceğiniz bir hızla çözgünün arasından geçiriverir iplikleri. Her bir düğüm, halı dokuyan için zorlaştırmaz kolaylaştırır hayatı. Çünkü halı bittiğinde olmaz sandığı, rüyalarında gördüğü bir hayaline daha kavuşacaktır. İlk kez işe yarar atılan her düğüm. El dokuma halıcılığı aylar süren zahmetli bir yolculuktur Sabah erkenden oturulur tezgâhın başına. Zaman atölyenin kapısı dışında kalmıştır sanki. Yan yana uzayıp giden çözgüler her yeni gün yeni bir hikâyenin yazılmasını bekleyen boş bir sayfa gibidir. Yazmasının oyasıyla, halısının deseniyle aşkını, hasretini, gözyaşlarını, umutlarını anlatır kaç nesildir genç kızlar. Bu yüzden el dokuması bir halıdaki her desenin bir anlamı, onu dokuyanın dünyasında bir karşılığı vardır. Bu düğümler zoru kolay eyler Söz gelimi saç bağı desenini iliştirmişse halısına bilin ki halıyı dokuyan genç kız nicedir 'mutlu bir yuvam olsun' hayalleri kurmaktadır. Eli belinde diye adlandırılan motifi sadece erkek çocuğu olan dokumacılar kullanabilir ve annenin erkek çocuk dünyaya getirdiği için duyduğu gururu anlatır. Gücü sembolize eden koç boynuzu doğurganlık, verimlilik ve kahramanlığa işaret eder. 43 KÜLTÜR-SANAT Kullanılan desenlerin bir özelliği de bu motiflerin çini, tezhip gibi diğer geleneksel Türk sanatlarındakilerle benzerlik göstermesidir. Öyle ki bilhassa saray halılarında bu özellik sayesinde tavan ile taban arasında göz alıcı bir uyum yakalandığı konunun uzmanları tarafından ifade ediliyor Daha çok Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait el dokuma halılarda rastlanan doğan, şahin ve kartal gibi kuşlar güç ve dayanıklılık anlamına gelir. Bazen kutsal bir haberci bazen de uzun ömürlü-lüğü dile dökmek için de halılarda kuş motifleri kullanılır. Kullanılan motifler çini, tezhip gibi diğer geleneksel Türk sanatlarındakilerle benzerlik gösterir Kötü nazarlardan sakınmak için ise tarak motifi yer eder halıların bir kenarında. Tarak aynı zamanda evlenme arzusu ve nazardan korunma anlamı da taşır. Tüm bunların dışında dokunan halılarda ailenin simgeleri de yer bulur, hayvan desenleri de. Kullanılan desenlerin bir özelliği de bu motiflerin çini, tezhip gibi diğer geleneksel Türk sanatlarındakilerle benzerlik göstermesi. Öyle ki bilhassa saray halılarında bu özellik sayesinde tavan ile taban arasında göz alıcı bir uyum yakalandığı konunun uzmanları tarafından ifade ediliyor. Bir geleneği taşıyan gencecik kızlar Türklerde Orta Asya'dan bu yana süregelen el dokuma halıcılık en yetkin haline Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde ulaşmış. Bugün pek çok müzede sergilenen renkleri ve desenleriyle hayranlık uyandıran eserlerin büyük bir bölümü 13. ve 14. yüzyıllarda dokunan halılardır. Yörüklerin çadırlarında kullanmak üzere dokudukları kilimler zaman içinde halılara dönüşmüş ve saray halıları da el dokuması halıcılıkta ayrı bir satır başı olarak yerini almıştır. Bilinen ilk saray halısı atölyesi Hereke'dedir. El dokuma halıcılık denildiğinde de ilk akla gelen merkezlerden biridir. Gördes, Kula, Bünyan, Milas, Ladik, Yağcıbedir, Uşak, Bursa, Çanakkale, Isparta ve Kayseri'de de el dokuma tezgahlarında Türk halıcılığının en güzel örnekleri dokunuyor hâlâ ve her bir yörenin kendine has özelliği ve güzelliği yansıyor halılara. Asırlardır süren gelenek gencecik, maharetli parmaklarla sonraki kuşaklara taşınıyor. anadolujet.com DİN 44 GIYBET Öyle Kötü Bir Ahlak ki… Kişi kendi işine gücüne bakmalı, kendi hata ve kusurlarını görerek onları düzeltme çarelerini aramalıdır. Kendisinin hata ve kusurlarının şurada burada söylenilmesi ne kadar zor gelir, çirkin olursa, başkası için yapılan da aynı derecede çirkindir Kişinin yüzüne karşı söylendiği zaman hoşlanmayacağı, kalbinin kırılacağı bir sözü, hali veya hareketi, onun bulunmadığı yerde söylemek, hareketiyle göstermek veya ima etmek, yazıyla duyurmak gibi durumlar yüce dinimizde gıybet adını alır ve gıybet Rabbimiz tarafından şiddetle yasaklanmıştır. Bir kimsenin ardından konuşmanın gıybet olduğunun belirtisi, hakkında konuşulan kimsenin tanınması, konuşmanın da kötüleme gayesi taşımasıdır. Kötülüğü düzeltme, kötülük ve onun hakkında fetva sorma, kötü kimsenin şerrinden insanları sakındırma gibi gayelerle yapılan konuşmalar gıybet sayılmaz. Fasık ve zalimlerin fıskını, zulmünü açıklamak da gıybete girmez. Hatta bunlar açıklanıp tanınmalı ki, fıskın ve zulmün yayılması önlenebilsin, fasıklar ve zalimler toplumda kabul görmesinler. Ölçülerin dışına çıkanların, gıybetçilerin veya itikadî konularda yanlış görüşe sahip olanların sözlerini kesmek, o konuyu tashih etmek, nezaketsizlik değil istikamettir, dinî bir vazifedir. Dedikodu yapmak, müminler arasında ünsiyetin alâkasızlığa, sevginin nefrete dönüşmesine sebep olan ve toplum hayatını çürüten günahtır Kendisinin hata ve kusurlarının şurada burada söylenilmesi ne kadar zor gelir, çirkin olursa, başkası için yapılan da aynı derecede çirkindir Fahr-i Alem (SAV) hakka tecavüz edilmedikçe kimsenin sözünü kesmez, hakka tecavüz edilince de ya onu men ederek sözünü keser veya o meclisi hemen terk ederdi. Nezaket hususunda ölçülü hareket edilmelidir. Muhatabım yaşça benden büyük, ben onun sözlerine nasıl karşı gelebilirim veya dinlemez isem bana darılır gibi boş mülahazaları bırakmak gerekir. Fahr-i Alem (SAV) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Gıybetten sakının. Muhakkak gıybet zinadan daha kötüdür. Zira kişi zina eder sonra tevbe ederse, Allah tevbelerini kabul edebilir. Halbuki gıybet ettiği kişi affetmedikçe Allah da affetmez.” Kişi kendi işine gücüne bakmalı, kendi hata ve kusurlarını görerek onları düzeltme çarelerini aramalıdır. Kendisinin hata ve kusurlarının şurada burada söylenilmesi ne kadar zor gelir, çirkin olursa, başkası için yapılan da aynı derecede çirkindir. Tabii ki herkesin hata ve kusurları olabilir, ancak kişinin kendisinin dünya kadar hata ve kusurlarını görmeyip, diğer insanların hata ve kusurlarıyla uğraşması abes bir durumdur. Dedikodu ve gıybet yapmak, müminler arasında ünsiyetin alâkasızlığa, sevginin nefrete dönüşmesine sebep olan ve toplum hayatını çürüten bir günahtır. Bu pek çirkin olan fiille birlik ve beraberlik baltalanır, gizli gizli düşmanlıklar baş göstermeye başlar, böylece müminler arasına fitne ve fesat tohumları saçılır. Peşinden gruplaşmalar ve neticede zayıflık baş gösterir. Bunu yapanlar böyle bir sonucu bilmeden yapıyorlarsa son derece cahildirler, şayet bilerek yapıyorlarsa, o zaman haindirler. Başkalarının hatalarını araştırmak yerine şu ahir zamanda “Dinim için ne yapabilirim, müslüman kardeşlerime nasıl faydalı olabilirim? Şu maddi ve manevi buhrandaki mümin kardeşlerimin bu duruma düşmesinde benim bir mesuliyetim var mı veya onu bu durumdan kurtarmak için bana ne gibi bir görev düşüyor?” şuuruyla hareket eden ve dedikodu muhabbetlerine yabancı olan müminlere ne mutlu!.. 45 DİN Şüphe yok ki eksiksiz, noksansız olan sadece Allah'tır. Dört dörtlük kimse yoktur. Elbette bir takım noksanlık her birimizde vardır Rabbimiz bir ayet-i celilede şöyle buyuruyor: “…Birbirinizin kusurunu araştırmayın, biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyendir.” (Hucurat, 12) Cenab-ı Hak, birinin arkasından dedikoduyu, gıybeti nezd-i ilâhisinde çok çirkin gördüğünü böyle beyan buyuruyor. Gıybet yapmayı adeta canavarlıkla eş tutuyor. Ancak vahşi hayvanlar, canavarlar ayet-i celiledeki fiili işlerler. Rabbimiz gıybet ve dedikodunun böylesine kötü bir şey olduğunu öğrettikten sonra, ayetin devamında “O halde Allah'tan korkun!” buyurmaktadır. Yani dinimizce helal olan bir hayvanın besmelesiz kesildiği zaman bile yenmesi caiz olmazken, nasıl oluyor da kardeşinizin etini yiyorsunuz? Allah'tan korkun, kendinize gelin, kimsenin gıybetini yapmayın! İşte Kur'an-ı Kerim dedikodudan, gıybetten kaçınmayı şiddetle emrediyor. İnsanın onur ve haysiyeti, kanı canı gibi, belki daha kutsal ve önemlidir. O halde buna zarar verecek bir şeye yaklaşmamalı, Allah'tan korkmalı, şayet böyle bir şey yapmışsa pişman olmalı, Rabbül Alemin'e tevbe etmelidir. Şüphe yok ki eksiksiz, noksansız olan sadece Allah'tır. Dört dörtlük kimse yoktur. Elbette bir takım noksanlıklar her birimizde vardır. Fakat bunları düzeltmek, eksikliklerimizi tamamlamak, her geçen gün daha olgun bir insan olmanın yollarını aramak lazımdır. Bunun için de dostlarımızın uyarısına, eleştirisine ve tavsiyelerine kulak vermek bir erdemdir. Bu hususta adaletin timsali Hz Ömer ra şöyle buyurur: “Bizde bir eksiklik görür de söylemezseniz, siz de söyledikten sonra kendimizi düzeltmezsek bizde iş yoktur!” Fakat şunu da iyice belirtmek gerekir ki, uyarmak, hataya dikkat çekmek, güzeli ve doğruyu tavsiye etmek başka şeydir, gıybet yapmak çok başka şeydir. Bir kimsenin kusurunu, hatasını onun arkasından ve hoşuna gitmeyecek şekilde söylemenin uyarıyla, iyilik yapmayla alakalı bir tarafı olamaz. DİN 46 Rabbimiz insanoğluna duyu organı iki kulak, konuşma organı bir dil vermiştir. Öyleyse öncelikle iki düşünüp bir söylemeli, konuşulan lafın nereye gideceğini ve ne gibi sonuçlar doğuracağını iyi tespit etmelidir. İbadetlerimizin ve her türlü iyi amellerimizin kabulü, iyi huy ve güzel ahlâk sahibi olmamızla mümkün olabilir vandan kaçar gibi kaçar. Çünkü kişi istemese de arkadaşlık yaptığı kimsenin haliyle hallenir, ahlâkıyla ahlâklanır. Onun için arkadaşlık yaptığımız insanlara dikkat etmemiz lazım. Gıybet günahından kurtulmanın kefareti ise, üzülmek, tevbe etmek ve gıybetini yaptığı kimse ile helalleşmektir. Pişman olmadan helalleşmek riya olur ki, bu da ayrı bir günahtır. Ne mutlu kendi hatalarını düzeltmeye çalışmaktan başkasının hatalarını, kusurlarını görmeye fırsat bile bulamayan müminlere. Rabbimizin tevfik ve inayeti ile… Mübarek EROL Eğer niyet kişinin hatasını düzeltmekse, elbette bunu söylemenin bir üslubu ve usulü vardır. Bunu gıybet şeklinde orada burada anlatmak yerine, o kişinin kendisine uygun bir dille anlatmak, hataya dikkat çekmek, sakıncalarını belirtmek ve böylece o kardeşinin hatasından dönmesine yardımcı olmak çok güzel bir davranıştır. Mümine yakışan da budur. Kötü niyetli eleştiriler, ufak bir hatada tenkit oklarına tutmalar, mümin kardeşinin bir yanlışını çarpıtıp onun hakkında hakaretli ifadelerde bulunmalar kesinlikle iyi bir niyetin sonucu değildir. Rabbimiz insanoğluna duyu organı iki kulak, konuşma organı bir dil vermiştir. Öyleyse öncelikle iki düşünüp bir söylemeli, konuşulan lafın nereye gideceğini ve ne gibi sonuçlar doğuracağını iyi tespit etmelidir. İbadetlerimizin ve her türlü iyi amellerimizin kabulü, iyi huy ve güzel ahlâk sahibi olmamızla mümkün olabilir. Zamanımızda dinin bilinmemesi ve Allah korkusunun azlığı nedeniyle manevi hastalıklar çoğalmıştır. Gıybet ise bunların en kötülerindendir. Bu illetten kurtulmak için iradeli olmak, salihlerle, iyilerle beraberliği çoğaltmak, sohbetlerinde bulunmak lazımdır. “Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir.” ayet-i celilesinin manasını bilen kişi daima uyanık olur. Allah Tealâ'nın murakabesinde olduğunun farkında olan kişinin her hal ve hareketi edep üzeredir. Hafif meşreplikten, yersiz hareketlerden çekinir, gıybetten ve gıybet ehlinden vahşi hay- DUA Allah'ım, Senden dünyada ve ahirette huzur ve sağlık isterim. Allah'ım, Senden, dinim, dünyam, çoluk çocuğum ve malım için af ve afiyet isterim. Allah'ım, ayıplarımı kapat, beni korkularımdan güvene kavuştur. Allah'ım, beni, önemden, arkamdan, sağımdan, solumdan ve başımdan gelecek her türlü hastalıklardan, kötülüklerden koru. Gelecek bir kötülükle tuzağa düşürülmekten, yere vurulmaktan senin yüceliğine sığınırım. Allah'ım beni ilim ile zenginleştir, hilm ile süsle, takva ile kereme kavuştur, afiyetle güzelleştir. AMİN 47 KİTAP KİTAP ÖNERİLERİ Ahlak-ı Fazıla- Vecdi Ganim İslam ihlasla amel etmeyi farz kılmıştır. Kişi, kalbini her türlü kayıttan azade kılıp amaçlardan arındırarak mutlak bir bağlılık ile amelini işlemelidir. Böylece bir kişi hayrı, tertemiz duygularla işlemeli; hiçbir insanın övgü ve yergisini düşünmeden veya insanların katında bir makam ve mevki kazanmak gibi ucuz ve basit bir gayeyi hesaba katmaksızın sağlam bir sevgi ve bağlılık ile amelini işlemelidir… Fethi Gemuhluoğlu -Dostluk Üzerine "Dostluk Üzerine", merhum mücadele adamı Fethi Gemuhluoğlu'nun 22 Kasım 1975 tarihinde bir toplantıda yaptığı, ünü günümüze kadar ulaşmış bir konuşma metnidir. Türk fikir ve düşünce hayatının yanı sıra, siyaset ve bürokrasi çarklarında yetişmiş bir nesil pek çok vatan evladı, ömrünün bir döneminde şu veya bu şekilde Gemuhluoğlu'nun himaye ve teşviklerine mazhar olmuştur. Bu kitap, kendisinin ünlü konuşmasının eksiksiz ve tam bir metninin yanı sıra, vefatından sonra hakkında yazılmış makale, yorum ve yazıları, merhumun şiirlerini, kendisine ithaf edilen şiirleri, yine kendisinin Arapkir Postası'nda çıkmış yazılarını ihtiva Tehlikeli Oyunlar- Oğuz Atay Kişinin kendiyle savaşmasını ve yenmesini, kendini dönüştürmesini hayati bir sorun olarak algılamaya çağıran, çarpıcı ve sarsıcı bir roman. Romanın baş kişisi Hikmet Benol, toplumdaki yoğun kargaşanın temelinde yatan gerçekliği araştırırken, gerçeklerle içtenlikle ilgilenmenin toplumu yönetenlerce tehlikeli görüldüğünü seziyor ve 'oyun oynuyormuş gibi' ilgilenmenin ve yaşamanın yollarını araştırıyor. Ve hem 'tehlikeli' hem de 'oyun'la dolu bir yolda gidebileceği son noktaya kadar ilerliyor... Victor Hugo -Sefiller İhtiyaçları çok fazlalaşan insanlar kendi öz kaynaklarını sınırlarını zorlamaya itilir ve yollarına çıkan herhangi bir savunmasız kişiden bile irkilir. İş ve ücretler, yiyecek ve ısı, cesaret ve iyi niyet hepsi sahip olamadıkları şeylerdir. Bu karanlık içerisinde erkek, kadın ve çocuğun zayıflığını ele geçirir ve onları utanç verici işlere zorlar. Artık hiçbir dehşet veya korku dışlanmaz. Ümitsizlik, dört duvarın adiliği ve basitliği ile sınırlanmıştır; hepsi kötülük ve suça yönelir... Hepsi sefilleşmiş, bozulmuş birer kötü ve pislik gibi gözükür. O denli alçalmış kişilerin de daha fazla alçalamayacağı bir çizgi vardır ve bu dönüm noktasında, dış dünya adeta yutar bu zavallı, tahilsiz, kimliksiz insanları... Onlar "Sefiller"dir; toplumdan dışlananlar, yeraltı köpekleri... Ladesçi- Üstün Dökmen İnsan manzaralarıyla örülmüş şaşırtıcı bir roman Toplumsal yaşamımızda en önemli sorun bir bakıma dürüstlük eksikliği. Bu anlamda neredeyse herkes karşısındakini kandırmaya çalışıyor. Ladesçinin kahramanı Cemil Usanmaz da çocukluğunda babasından öğrendiği lades oyununun büyüsüne kapılıp bunu âdeta bir yaşam felsefesine dönüştürüyor. Hayatın bize sunduğu olanaklara ilişkin bir yol haritasının ortaya çıktığı bu romanda ibret verici insan manzaralarıyla da karşılaşacaksınız. Yaşamın kerteriz defterinden insanlık durumları. EDEBİYAT 48 EDEPTİR EDEBİYAT Edebiyat üretkenliğe açılan ilk kapıdır. Sağlıklı iletişim kurulamadığı takdirde, üretim için açılan kapı tekrar kendi hareketiyle kapanmak zorunda kalacaktır Edebiyat duygu düşünce, hayal ve gözlemlerin yazı ve sözle anlatılması; medeni, siyasi, ilmi, beşeri ve tüm güzel sanat dallarını da kapsayan, bir anlatım dilinin güzel ve iz düşümü olacak biçimde ustaca kullanılarak ifade edilmesi sanatıdır. Edebiyat üretkenliğe açılan ilk kapıdır. Sağlıklı iletişim kurulamadığı takdirde, üretim için açılan kapı tekrar kendi hareketiyle kapanmak zorunda kalacaktır. Bir milletin edebiyatı, milletin geçmişinin en belirleyici dilidir. Manevi tarihte; yine milletlerin yaşamış olduğu oluşumları kronolojik olarak belgeleyen edebiyatın bir katmanıdır. Edebiyat derinlemesine ustaca anlatımdır. Ben, edebiyatı meyveli ağaca benzetiyorum. Ağaçla bütünleştiriyorum. Milleti de yaşanılan toprağa. Her toprakta ayrı ayrı bitkiler yetişmekte, ağaçlar büyümekte, ağaçların da kendine özgü ayrı ayrı meyveleri oluşmaktadır. İnsanoğlu toprakta yetişenlerden faydalanmaktadır. Özellikle yetiştirdiği bitki ve ağaçların meyvelerini yarınlar için kazanç saymaktadır. Her milletin ulusça yaşadığı ayrı bir coğrafi bölgesi vardır. Toprak farklılığı edebiyat farklılığı demektir. Şiirin meyveli ağaçtaki yeri ise; zilleri (kök bağları) vasıtasıyla topraktan aldığı besin değerlerini, dalların uçlarındaki meyveye kadar ulaştıran yaşam suyudur. Edebiyat meyveli ağacın resimlenmesidir. Edebiyatçı yeterli bilgiye haiz değilse, seçkin resimler çekemeyecektir. Ağaç kadar, ağacı resimleyecek edebiyatçının da; meyvelerin toplanmasında, tanıtımında, paylaşımında, toprağa eklenmesinde yani yeniden oluşumunun sağlanmasında önemi vardır. Ağacın meyvesi, edebiyatın ruhi yönüdür. Edebiyatın tüm dallarının gücüdür yani. Milleti milletleştiren unsurlardır. Meyvelerin paylaşımı adil, sindirimi de özenle işlenirse beyinlere, millet olarak ruhi denge sağlanmış olur. Değilse; çağlar arasındaki farklar gibi, aynı toplumda ayrı çağları yaşayan insanları görmek mümkündür. Edebiyat tek cins değildir. Her sınıfın kendine has edebiyatı vardır. Edebiyat ilim olarak bir milletin ekonomik, kültürel ve siyasi olarak üst seviyedekilerin yaşamı değil, yaşamına paralel yazılmış eserler olmalı. Bir milletin her katmanındaki insanlara inebilmiş ölçütlerde yazılması, esere derinlik kazandırır. 49 EDEBİYAT Ben, edebiyatı meyveli ağaca benzetiyorum. Ağaçla bütünleştiriyorum. Milleti de yaşanılan toprağa. Her toprakta ayrı ayrı bitkiler yetişmekte, ağaçlar büyümekte, ağaçların da kendine özgü ayrı ayrı meyveleri oluşmaktadır. Edebi eserler, yazıldığı zamanın ihtiyaçlarının sesi olarak, zaman, mekan ve oluşumlar düşünülerek değerlendirilmelidir. Hz. Mevlana Mesnevisi ile anılır. Birlik dükkânı diye adlandırdığı muhteşem eseri de bunlardandır. Yüksek eserler, büyük şahsiyetlerin asırlar sonrasını görerek, toplumun gizli meyillerini nefsinde toplayarak, geleceği ruhunda yaşayan düşünürlerin eserleridir. Bu eserlerin yönünün ilk yolcusu da yaşam tarzıyla kendileri olmaktadır, olmalıdır da. Hz. Mevlana'nın yaşam tarzı ile eserleri bütünleşmektedir. Hz. Mevlana'yı Mevlana yapan da budur. Bu tarzıyla, toplumlara pusula olmaktadır. Edebiyat alanında cılız kalmış bir milletin gelişmişlik düzeyi, ekonomik olarak da geri kalmıştır. Ekonominin güçlü olabilmesi için ülke edebiyatının yön verdiği ışık doğrultusunda yürünmelidir. Bu ekonomiyi de aynı oranda güçlendirecektir. Yani; ülkenin geri kalmışlığı sadece ekonomistlerin hesaplarının tutmadığından değildir. Edebiyatçıların alternatif fikirler üretemediğinden ve fikirleri yeterince yaygınlaştıramadığı da öncelikli nedenlerindendir. Toplumların edep çizgileri edebiyatlarında okunabilmeli, edeptir çünkü edebiyat. Edebiyatçılar, yaşamış olduğu dönemi ve dönemindeki oluşumları iyi tahlil ederek, gelecekte tarihi belge olarak yararlanılacağının bilinci ile eserler hazırlamalıdırlar. Ermenilerin ülkemizi, Ermeni Soykırımı ile suçlamaları milli tarihimize gölge düşürmektedir. Tarih derinlemesine incelendiğinde asılsız olduğu, aslında soykırımı Ermenilerin Türklere yaptıkları bilgilerine ulaşılacaktır. Çalışmalar yapıldıkça ulaşılmaktadır da. O dönemin tarihçileri, edebiyatçıları böylesine önem arz eden olayları derleyip toplayarak, o günün şartlarına uygun tatminkâr eserler yapamamışlardır. Ermeniler Ruslarla bir olup Anadolu'da genç, ihtiyar ve çocuk demeden insanlarımızı katletmişlerdir. Katledilen insanlarımıza yakılan ağıtlar, edebi belge olarak, türkü olarak ve resim olarak günümüze taşınamamıştır. Bu gün haklı olduğumuz davamızı savunmakta zorlanıyorsak, bunun sebebi de o dönemin tarihçileri kadar edebiyatçıları da dönemlerini iyi temsil edemeyişlerindendir. Milli ihtiyaçlarımızı tamamıyla karşılayabilecek, ülkemiz insanlarının ve dünya ülkelerinin de başvurabileceği Türk Edebiyatı Tarihi, kendi kültürümüzün özünden uzaklaştırılmadan, taklitten kaçınarak, derinlemesine, tahliller yapılarak, kendimize has kitaplar oluşturulmalıdır. Manevi tesir, edebi eserlerin anlaşılmasındaki kuvveti artırmaktadır. Gönlü kararmayanın, üzeri örtülemeyenin besleyicisi ise zikirdir. Bu bilinç süreklilik arz etmektedir. Yarının edebiyatı bugünle başlar. Kalbi selamlarımla, paylaşım tadında yaşam dileğimle. Mehmet AKSU İstanbul Çocuk Eğitim Evi Müdürü SİZDEN GELENLER 50 SİZDEN GELENLER SENİ YENİDEN YAŞAMAK Merhaba, Gönül ummanında kürek çeken SEVGİLİ! İşte yazıyorum, yine sana, Sensizken içlerini dolduramadığım kelimelerle Ve yalnızlığımı sana emanet ederek Her mektupta yeni bir sefer Beni sana götürmeye çalışarak Gurbeti gönlünde yaşıyorsan Gurbet işte o zaman gurbet olur. Belki de, seni sana anlatışımı okudukça, Seni sana anlatışım diyorum ya... Ellerinde uykuya dalan her mektubum, Bendeki uyanışın oluyor. Hayat sana sevilmeyi öğrettiği gibi Sevmeyi de öğretince anlayacaksın beni. Yanışımın sebebini Ne garip şey değil mi? Seni, sensiz sana anlatmaya çalışmak. Ve seni bende bilip, kelime kelime Yine sana yollamak. Yıllarca biriken sevgiyi sunmak. Ne garip şey değil mi? Sana dair yazdığım her şiir de. Seni yeniden yaşıyorum. Bu yüzden seni yeniden yaşamak için, Ekmek gibi, su gibi yazmaya da ihtiyaç duyuyorum. Sana dair her şeye aç kalıyorum. Ve her satırda SANA GELİYORUM ... Kısmet ALTUNAY Karataş Kadın Kapalı CİK ACI AMA GERÇEĞİ BUDUR Bitkiler baharda filizlenir, Yaz'da can bulur. Hazan mevsiminde, Sararır solar. Hüzün verir hali, Gazel olunca. Bulupta ibret alanın, Gözleri dolar. İnsan yaşamı da, Bitkiler gibidir. Çocukluk, delikanlılık derken, Erişkinlikte can bulur. Yaşlılıksa ömrün hazanı, Son demleridir. İnsan da bitkiler gibi, Son deminde kurur. Tabiatın kanunu, Fanidir dünya. Bir varmış bir yokmuş; Tıpkı bir rüya. Yaşanılan yaşamın ahirete, Mükafatıdır; ar ile haya. Dünya'da inançlı yaşayanın, Ahirette yeri Cennet olur. İki cihanıda karartır, İsyankar olmak. Affı olmayan günahlardandır, Ana baba ahını almak. İnsan, adam gibi yaşamalı, Aksini yaşarsa ahmak. İnsanın Ahirette seceresi, Mutlaka önüne konur. Ahiret'te hesap yeri, Mahkeme-i Kübradır. Orada torpil yoktur. Var diyense ahmaktır. Bu dünyada hak sal yaşayana, Ahiri alem ilk baharıdır. Kul hakkıysa gitmeyelim, Kimseyi incitmeyelim ne olur. Ali Rıza ÇAĞLAR Afyonkarahisar Açık CİK 51 SİZDEN GELENLER BEN ONU ÇOK SEVDİM GÖREN GÖZLER İÇİN Her yeni gün bir başlangıç, her gelen saat yeni bir şans insan için. Önemli olan hata yapmış ise hatasından dönmeli ve kendisi için yeni bir başlangıç, yeni bir milat kabul etmeli, hata yapmamış ise önünde ki kötü kaderinin değiştiğine inanmalı ve bulunduğu ortamı en iyi şekilde değerlendirmelidir Çoğu şer, kötü bildiğimiz şeyler bizim için hayır olabilir. Mesela yıkılan bir binanın enkazı altında kalan bir çok masum çocuk, bebek, yaşlı ve gencin ölümü bize şer görünebilir. Ama yıkılan binanın enkazı kaldırıldıktan sonra zemini kontrol edilir de zeminin bir kilometre olan bölümünün çürük olduğu, burada bulunan yüzlerce binanın ve buralarda oturan binlerce insanın risk ve tehlike altında olduğu anlaşılır ve insanlar için şer görünen yıkılmış binanın diğer insanlar için nasıl bir rahmete dönüştüğü görülür. Binalarda yaşayan insanlar güvenli bir şekilde boşaltılır, zarar görmeden binalar yıkılır, zemin sağlamlaştırılır, sağlam ve güçlendirilmiş binalar inşaa edilir ve güven içinde insanlar yaşamlarına devam ederler. Mesela bir otobüs kazası olur. İçinde yolculuk yapan bir çok masum insan hayatını kaybeder. Bir çoğu hayatının geri kalanını sakat bir şekilde yaşamaya mecbur kalır. Kaza enkazı kaldırılır. Otobüs incelemeye alınır, fren aksamında üretimden kaynaklanan bir hata olduğu anlaşılır. Geri kalan bütün otobüsler toplatılır, fren aksamları düzeltilir ve tekrar otobüsler iade edilir. Binlerce insanın hayatı kurtulur. Şer ve kötü gördüğümüz otobüs kazası bir kaç insanın zarar BEN NİYE GELDİM Ben dünyaya bir ağaç dikmeye geldim Fidanken çınara yollanacak mevsim Betonların arasından gökyüzüne yükselen Her bir dalı dolanır sanki derin. Ben bu dünyayı sevdim Hazırlık olsun diye geldim Umudum bir ağaç gölgesinde Düşünmek derin derin. Ahmet Faruk KEÇELİ Bolu T Tipi Kapalı CİK görmesine karşılık binlerce yolculuk yapacak olan insanın kurtulmasına vesile olur. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. İşte şer gördüğümüz şeyin insanlar için nasıl hayra dönüştüğünü gözümüzle görürüz. Güzel bakan güzel görür, güzel gören hayatından lezzet alır. Mesela bulunduğumuz ortamda olmaktansa bir tekerlekli sandalyede veya bir yatakta sadece gözleri oynar bir şekilde felçli veya sokaklarda deli divane veya sadaka sadaka dilenirken veya en sevdiği ciğerparesinin kötü hastalıkla gözlerinin önünde gün be gün eridiğini görmeyi kim ister? Bulunduğumuz ortam her ne olur ise olsun bilinsin ki bulunduğumuz ortamdan çok daha kötü ortamlarda yaşayan insanlar vardır. Her yeni gün bir başlangıç, her gelen saat yeni bir şans insan için. Önemli olan hata yapmış ise hatasından dönmeli ve kendisi için yeni bir başlangıç, yeni bir milat kabul etmeli, hata yapmamış ise önündeki kötü kaderinin değiştiğine inanmalı ve bulunduğu ortamı en iyi şekilde değerlendirmelidir. Mehmet Şerif DEMİR Şanlıurfa E Tipi Kapalı CİK SORU-CEVAP 52 Bunları Biliyor musunuz? Uyurken neden hiçbir şeyin farkında olmayız? Uyku da aynen besin maddeleri gibi canlılık faaliyetlerimiz için gereklidir. Sinir sistemi için besin ve enerji kaynağı özelliğine sahiptir. Uykusuzluk, refleksleri yavaşlatır. Bu nedenle uykusuz insanlar daha çok kaza yaparlar. İdeal ve iyi bir uyku kişinin fonksiyonlarının daha iyi çalışmasını sağlamaktadır. Uykunun; uyanıklıkla, ölüm arasında bir durum olduğu kabul edilmekle birlikte bugün uykunun aktif bir durum olduğu, hızlı göz hareketlerinin keşfiyle bilinmektedir. Uykunun ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlamak için bir gece uykusuz kalmak bile yeterlidir. Yükseklere çıkıldıkça nefes almak neden zorlaşır? İnsan yaşayabilmek için oksijen ve hava basıncına ihtiyaç duyar. Soluk almamız ise havadaki oksijenin, akciğerlerimizdeki hava keseciklerine girmesiyle mümkün olur. Ancak yükseklere çıktıkça, Dünya'nın atmosferi inceldiği için atmosfer basıncı, dolayısıyla da kan dolaşımına giren oksijen miktarı düşer. Bunun sonucunda nefes almak zorlaşır. Böyle bir durumda akciğerin hava kesecikleri daralıp büzülürken, göğüste boğuluyormuş ve nefes alamıyormuş gibi bir his oluşur. Eğer kandaki oksijen vücudun ihtiyacı olandan daha az olursa, vücutta birtakım rahatsızlıklar ortaya çıkar. Dolayısıyla bizim böyle bir yükseklikte yaşayabilmemiz için oksijen desteğine ve özel giysilere ihtiyacımız olur. Deniz seviyesinin 5.000/7.500 m yukarısında olan bir kişi, nefes alma güçlüğü nedeniyle bayılarak komaya girebilir. Şarkı söyleyerek cam kırabilir misiniz? Rezonansını tutturabilirseniz sadece bardak değil birçok şeyi kırabilirsiniz. Salıncakta bir arkadaşınızı salladığınızı düşünün. Salıncak size doğru gelirken, itmeyi hep en üst noktada yaparsanız, her seferinde aynı kuvvetle itseniz bile, salıncak gittikçe hızlanacaktır. Her cisim kendi tabiî frekansı ile yaratılmıştır. Cisimlere kendi tabiî frekansları ile çakışan bir frekansta herhangi bir kuvvet uygularsanız rezonans denilen kontrolsüz bir ortam oluşabilir. Eğer önünüzde duran bir bardağa, onun tabiî frekansına uyan bir frekansta bağırabilirseniz, daha doğrusu bir ses dalgası gönderebilirseniz, bardağın tabiî frekansı ile sesin frekansı çakışır ve bardak kırılabilir. 53 DEYİMLER DEYİM KARAMAN’IN KOYUNU Şair Necati Bey bir beytinde demişti "öldürem seni ferah bu tîğ-ı hışm ile Dirîgâ ahdine durmaz, sanasın Karamanlıdır." O sevgili bir gün demişti ki: — "İçin ferah olsun, işte seni şu gamze kılıcımla öldüreceğim. Yazık, yazık ki bu ahdinde durmuyor; sanırsın ki Karamanlıdır" der. Burada sözünde durmayan sevgilinin, Karamanlı olarak gösterilmesindeki ince nükteyi anlamak için önce şu satırları okuyalım: Hadise II. Murat ile Karamanoğlu Mehmet Bey arasında geçer. II. Murat, bir sulh muhaveresi için huzurunda bulunan Karamanoğlu hükümdarından, bundan böyle Osmanlı ile iyi geçineceğine dair söz ister. Karamanoğlu elini kalbinin üstüne vurarak birkaç defa yemin eder: — "Bu can bu tende bulunduğu müddetçe, soyumdan bir daha size muhalefet olunmayacaktır." Oysa çok geçmeden Karamanoğlu yine Osmanlı'ya karşı ordu tedarikine başlayacaktır. Çünkü o yemini ettiği sırada cübbesinin göğüs cebinde, yani tam da eliyle vurduğu yerde bir güvercin saklıdır ve huzurdan ayrılır ayrılmaz güvercini uçurup: İşte bu can bu tenden ayrıldı, yeminin hükmü kalmadı" diye parlak zekâsı ile övünecektir. Eskiden dilimizde, verilen sözde durulmadığı zamanlarda söylenen "Karamanoğlu gibi, akşam verdiğini sabah alır." yahut "Karaman bahşişi gibi" diye iki söz var imiş. Meğer bu sözlerin ortaya çıkması için Karamanoğullarının birkaç ahdşikenliği vuku bulmuşmuş. Rivayete göre şair Karamanlı Nizamî, zaman zaman Karamanoğlu Mehmet Bey'in meclisine katılır, şiirler okur, caizeler alırmış. Bir defasında yine sohbetler edilmiş, şiirler okunmuş, bu arada Nizamî de Mehmet Bey için uzunca bir kaside inşat eylemiş. Meh- met Bey, biraz da çakırkeyf dinlediği bu kasideyi çok beğenip şaire şöyle demiş;"Sana caize olarak falanca filânca köylerin mahsulâtını bağışladım, helâl olsun." Elbette ki şair o geceyi sevinçle geçirir ve ertesi gün bu ihsanın fermanını almak üzere huzura çıkar. Ancak Mehmet Bey, akşamki cömertliğini unutmuş görünür ve şairi başından savmak üzere bir kese akçe uzatıp: "Canım şair, der, ben akşam esriklik ile, aklım başımda olmayarak bir halt yemişim, sen şimdilik şununla iktifa eyle." Birisine güvenmek, bir işe ümit bağlamak anlamına gelen bel bağlamak, insana bir tür kurtuluş ve güven hissi telkin eder Nizamî kendini kaybeder ve cevabı yapıştırır: —"Hâşâ sultanım, akşam yediğiniz gülbeşeker idi; asıl haltı şimdi yediniz." Şimdi, dilimizdeki "Karaman'ın koyunu sonra çıkar oyunu" sözü daha bir anlam kazanıyor. Anlattığımız Karamanoğulları ile şimdiki Karaman halkının, seciye yönünden artık bir alâkası olmadığını düşünüyoruz. Buna benzer bir hikâyenin eski Acem şahlarından birinin başından geçtiği rivayet olunur. Sanırız, Nizamî bu hikâyeyi bildiği için taşı gediğine koymuştur. İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri'nde aynı türde bir “öldürem seni ferah bu tîğ-ı muhaverenin Yusuf Kamil Paşa ile hışm ile Dirîgâ ahdine şair Nihat Bey arasında da geçtiğini durmaz, sanasın yazar. Karamanlıdır.” İskender Pala İki Dirhem Bir Çekirdek NÜKTE 54 GÜLELİM, DÜŞÜNELİM; KISSADAN HİSSEMİZİ ALALIM yahni hayali ile akşamı zor eden Nasreddin Hoca eve gelir. Hoca sofraya oturur, hanımı sofraya yahni yerine bir tabak bulgur aşı koyar. Umduğunu bulamayan Nasreddin Hoca sinirlenerek hanımından bir açıklama ister. Nasreddin Hoca 'nın karısı gerçeği açıklayamaz. - "Eti bizim kedi Tekir yedi" der. Kedi Nerede? Nasrettin Hoca'nın canı bir gün şöyle bol etli bir yahni çeker. Doğruca kasaba gidip bir okka et alır, eve hanımına yahni yapması için tembihleyerek gönderir. Nasreddin Hoca'nın hanımı Hoca'nın istediği yahniyi pişirirken komşuları sohbete oturmaya gelirler. Hocamızın gözü gönlü tok, eli açık olan hanımı komşularına Hoca için pişirdiği yahniyi ikram eder. Sonunda Hoca'nın akşam yemekte afiyetle yemeyi hayal ettiği yahni komşu kadınlar tarafından yenip bitirilir. Akşam olunca Nasrettin Hoca bir hışımla kalkar sofradan ve eline geçirdiği bir sopa ile Tekir'i aramaya başlar. Tekir'i bulur bulmasına ama Tekir bir deri bir kemik. Hoca şaşkınlık içinde Hanımına sorar: -"Hatun, yahni yapman için gönderdiğim eti bu bizim kedi Tekir mi yedi?" Nasrettin Hoca'nın karısı da yalanından dönemez ve cevap verir: -"Evet Hoca Efendi, o hınzır kedi yedi eti." Bu cevabın üzerine Nasrettin Hoca el terazisini alır ve kediyi tartar. Hoca'nın kedisi Tekir de tam bir okka gelir. Bunun üzerine Nasrettin Hoca hanımına seslenir: -"Yahu Hanım, şu gördüğün bizim Tekir ise et nerede ? Yok şayet gördüğüm et ise bizim Tekir nerede?" Mustafa Karabay Bursa H T p Kapalı Ceza İnfaz Kurumu 55 Çağın Polisi Dergisinden alınmıştır BULMACA SÖZCÜK BULMACA SOLDAN SAĞA 1-Dil bilimi-Kükürt elementinin imi 2-Yüce gönüllü-Bir işaret sıfatı 3-Hz. Musa’nın tabi olduğu ırk-Bir bağlaç 4-Eski dilde damla-Eski dilde akıtma 5-Bir hayret sözü-Olgunlaşmamış 6-Bir araba markası-İskambilde birli-Bir nota 7-Klikleri gözden geçiren 8-Bir nota- Güreşte bir yenilgi şekli-Bir nota 9-Ad öğrenme sorusu 10Aksi-Kısaca Eti Bank 11-Temel-Tarihi bir çalgı 12-Anadolu’da tek parça kadın giysisi-Eski dilde kış 13-Dışı değil-Kısaca Kara Kuvvetleri 14-Bir nota-Fiyakalı-Vilayet. YUKARIDAN AŞAĞIYA 1-Dinsel olmayan-Demirin oksijenle birleşmesiyle oluşan madde-Ağzına kadar dolu 2-Vali-Lise öğrencisi 3-Bir Yunan halk dansı-Kısaca emar-Bir nota 4-Atılgan-Ekonomik olarak-Ekonomik açıdan 5-Erzurumlu bayan kahraman-Zayıf,cılız 6-Kayınço-Eski dilde yuva KOLAY SUDOKU 7-Bir hayret sözü-Çevre veya yapı düzenleme-Bir organımız 8-Eski Mısır’da kutsal olan öküzün adı-Film ve tiyatro gösteri platformu 9-Dilsiz-Ankara’da bir semt 10-Bir tarım gereci-Harap yeli-Nebat 11-Temel içeceğimiz-Kazanç-Arap alfabesinde uzatmalı bir harf ORTA SUDOKU ZOR SUDOKU BULMACA 56 ÇENGEL BULMACA Ankara Büyükşehir Belediyesi Dergisinden alınmıştır İyi düşün, iyi hisset, yanılıp aldanma. Ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma. (Cevdet Paşa) dengel d raçık sözlüdür yer nde davranışlar serg ler hak kate saygılıdır çtend r yalan söylemez tutarlıdır ölçülüdür ön yargısız düşünür başkalarını aldatmaz ahd ne vefa göster r hüsnün yetl d r sadıktır ad ld r göründüğü g b d r hatalarını telafi eder cesaretl d r hanet etmez Doğru B r em nd r K şy ğ... tt r ayrım yapmaz dürüsttür nsaflıdır k yüzlülükten uzaktır sam m d r muted ld r doğruluğu teşv k eder olduğu g b görünür bas retl d r ç dışı b rd r objekt ft r sağduyuludur çok yönlü değerlend rme yapar sağlıklı düşünür sözünde durur yanlışa sapmaz hakkı gözet r güven ver r
© Copyright 2024 Paperzz