Mayıs 2014 – Sayı: 2014/39 SÖMÜRGECİLİK RAPORU Hazırlayan: Mustafa Fatih SARI (AK Parti Genel Merkez Gençlik Kolları Dışilişkiler Komisyonu, Enderun Cemiyeti) Değerli MYK, MKYK üyelerimiz ve Milletvekillerimiz, İl Teşkilatlarımızın Kıymetli Başkan ve Yöneticileri, Genel Merkez Gençlik Kolları Dış İlişkiler Başkanlığı olarak dünyada öne çıkan tüm haberleri sizler için iki haftada bir Türkçe dilinde “DİBBÜLTEN”de (Dış İlişkiler Başkanlığı Bülteni) derliyoruz. Türkiye ile ilgili ulusal ve uluslararası mecralarda yayınlanmış haber, köşe yazısı ve analizleri İngilizce dilinde “DIBBULLETIN” (Dış İlişkiler Başkanlığı Bülteni) olarak iki haftada bir hazırlamakta ve uluslararası irtibatlarımıza göndermekteyiz. Türkiye’nin kaydetmiş olduğu başarıları ön plana çıkartan bu bültenlerin kamu diplomasimize önemli bir katkı sunduğunu görmekten mutluluk duyuyoruz. Bültenlerimize ilave olarak; “DİBAKADEMİ” (Dış İlişkiler Başkanlığı Akademisi) olarak hazırla(t)mış olduğumuz, uluslar arası gelişmeleri irdeleyen, “DİBANALİZ”lerimizi sizlerle paylaşmaktayız. Aşağıda yeni analizimizi bulabilirsiniz. Analiz ve bültenlerimizin faydalı olması dileğiyle, başarılı çalışmalarınızın devamını diler, saygılar sunarım. Osman TİMURTAŞ Genel Merkez Gençlik Kolları Genel Başkan Yardımcısı Dış İlişkiler Başkanı Bülten ve Analizlerimizin Mobil Uygulamalarını İndirmek İçin: Apple Store: https://itunes.apple.com/sg/app/dib-akademi/id735230445?mt=8 Google Play: https://play.google.com/store/apps/details?id=com.mysys.dib&referrer=utm_source%3Dgoogle%26utm_m edium%3Dorganic%26utm_term%3Dandroid+dib+akademi “Kapkara suratını biraz daha karartacak BBC Büyük yamyam manipülasyon çiğ çiğ yiyecek seni Boşuna uğraşma bir argüman etmez iki milyon zenci cesedi Sen Zimbabwe olsan da dünya Rodezya” -Hakan Albayrak, “Zimbabwe’de İki Beyaz Çiftçi Öldürüldü” Giriş 15. yüzyılın sonlarıyla beraber başlayan ve ilerleyen yüzyıllarda artan oranlarda devam eden “Batı ilerlemesini” inceleyen her araştırmacının yoluna; araştırmasının başlangıcından sonuna kadar ve değişik biçim, zaman ve mekanlarda olmak üzere bir kavram çıkar: Sömürgecilik. Sömürgecilik üzerine düşünmek; aynı zamanda sömürgeciliği doğuran medeniyetin kodlarını da farklı noktalardan anlamayı sağlayacaktır. Bir insan canının ne kadarlık bir kazanç uğruna feda edilebileceğini; bir insanın doğmuş bulunduğu coğrafyanın ve derisinin renginin o insanın hayatı üzerinde sahip olduğu rolü; bir hastanenin bankına oturabilmek için hangi özelliklere sahip olmak gerektiğini; bir insanın hangi koşul ve şartlarda “insan” olarak görüleceğini; iki milyon zenci cesedinin bir argüman edip etmeyeceğini ve insanın aklı ile kalbinin tıkandığı daha birçok sorunun cevabını anlamak için yine sömürgecilik tarihinin sayfalarını karıştırmak mecburiyetindeyiz. Karıştırdığımız bu her sayfa, Batı’nın gerçek yüzüyle yüzleşmemizi sağlayacak. Ve yine bu meseleyi anlama cehdiyle akıttığımız her ter damlası; vaktiyle dünyanın derdiyle dertlenip, dünyanın yükünü omuzlamış bir medeniyetin torunları ve devamı olan bizlerin, sadece ve sadece bu topraklarda doğmuş olmak sebebiyle bile nasıl bir sorumluluğun altında olduğumuzu hatırlamamızı sağlayacak. Gayret bizden; tevfik Allah’tan. Bilgilendirme Sömürgecilik; sosyal bilimcilerin tasniflemesine göre, tarihsel olarak 15. yüzyılın sonlarında Coğrafi Keşiflerle başlayıp 19. yüzyılın son çeyreğinde bitmektedir. Sonraki dönem ise emperyalizm dönemi olarak adlandırılmaktadır. Sömürgeciliğin tarihte birçok çeşidi ve örneği görülmüştür. Takdir edersiniz ki; bu kadar uzun bir süreci kapsayan –ve kimi yazarlara göre de halen devam etmekte olan- bir olguyu tüm yönleriyle, örnekleriyle, çeşitleriyle ele almak bu kadar kısa bir çalışmanın konusu olamaz. Bu raporda; sömürgeci zihniyetin kodları üzerinde durulduktan sonra G. Modelski’nin Avrupa’nın siyasi tarihi üzerindeki teziyle devam edilecek; Avrupa’nın siyasi tarihinin ana hatları belirtildikten sonra sömürgecilik tarihinin belli dönemlerindeki belli satır başları ve bazı detaylara değinilecektir. Belirtmek gerekir ki; tarihsel süreç olarak kodları farklı şekillerde işlemiş olan 19. yüzyılın son çeyreğinden sonrasına hiç değinilmemiştir. Ayrıca yine bazı ülkelerin sömürgeciliklerine yeterince temas edilememiştir. 1 Son olarak, rapor; sömürgecilik hakkında genel ve kabaca bir bilgi verip, ayrıca daha sonra yapılacak olan okumalara bir vesile ve teşvik olduğu takdirde görevini yerine getirmiş sayılacaktır. 1.Bölüm: SÖMÜRGECİ ZİHNİYET “Fransa götürebileceği her yere dilini, göreneklerini, bayrağını, dehasını taşıyacaktır.” -Jules Ferry Sömürgecilik araştırılırken bu olgunun askeri, siyasi, ekonomik vs. boyutlarının olduğu görülecektir. Ancak bir yerin altını daha kalın bir çizgiyle çizmek gerek; o da sömürgeciliğin psikolojik boyutudur. Çünkü bu psikoloji, farklı özellikler barındıran ve tasniflemelere tabi tutulan sürecin neredeyse hepsini kapsayıcıdır. Sömürgeci kendisini bariz bir şekilde yerel halka karşı üstün, aydınlanmış görmektedir. Ve bütün yapılan zulümler, işkenceler, ırkçılık ve daha birçok insan hakları ihlalini meşru kılmıştır bu psikoloji. Sadece güçlü olanın yaşama hakkı olduğu “sosyal darwinizm” anlayışıdır bu. (1) Sömürgeciliğin failleri ve metropoldeki destekçilerinin kendilerini sömürgeleştirilen halkı nasıl gördüklerini anlamak için bazı örnekler vereceğiz. ve -Mesela 19 Eylül 1887'de Fransız yazar J. Lemaitre şöyle yazıyor: "...Belki de bana bu insanların dünyaya neden geldiklerini soracaksınız. Söyleyelim o halde; bütün bu vahşiler günün birinde bize hizmet etmek için varlar." (2) -Avrupalı sömürgeci, "Toprağı işlemeyen, ona sahip olmaya layık değildir. Yerlilerin ellerinden topraklarını almakla aslında onların çıkarlarına hizmet ediyoruz." diye düşünmekteydi. -Bir Avrupalı günün birinde mahkeme önünde tanıklık yapmaktadır. Yargıç sorar: “Başka tanık var mıydı?” Yanıt: “Evet. Beş tane, iki adam ve üç Arap.” Zaten Arap’ın adı da yoktur, 'sen' diye hitap edilir, erkeğine Muhammed, dişisine Fatma denir. Çünkü Cezayir'de yerli halk tüm unvanlarını kaybetmiştir. (3) -Belki de sömürgecilik olgusunu Afrikalı gözüyle özetleyen en manidar ifade şudur: "Beyazlar Afrika'ya geldiklerinde bizim topraklarımız, onların İncilleri vardı. Bize gözlerimizi kapatarak dua etmeyi öğrettiler. Uyandığımızda gördük ki; onların toprakları, bizim İncillerimiz vardı." -Yerel halka kendisiyle alakalı karar alma noktasında ancak çıkarlarına ters düşmediği müddetçe izin vermişlerdir. Mesela Fransa, Cezayir’de Arapça öğretmeyi sınırlamalara tâbi tutuyordu. Ve Arapçayı yasadışı! bir biçimde öğretenler sık sık kovuşturmaya uğruyorlardı. El 2 Oued'de karatahtaya Arapça yazı yazarken yakalanan ve iki yıl hapisle yedi yıl gözetim altında kalma cezasına çarptırılan Ulema Eğitim Komisyonu başkanı gibi... (4) -Sömürgeciliğin varabildiği zulüm derecesini Jules Verne'in eserlerinde de görürüz. Jules Verne, Mrs. Branican'da Avustralya hakkında şunları söyler: "Sömürgeci ilerlemenin son sözü bir ırkın yok edilmesi ise; İngilizler eserlerini çok iyi bir şekilde gerçekleştirdikleriyle övünebilirler." Sömürgeci yerleşimciler siyahları vahşi olarak görüyorlardı. Ve onları tüfekle avlayıp öldürüyorlardı. Hatta Sydney gazetelerinde bunlardan kurtulmanın kesin bir yöntemi olarak bir öneri getirilmişti: Onları kesin olarak zehirlemek! (5) -Bazı yazarlar Avrupa’nın sömürgeleştirilen ülkelere aydınlanma götürdüğünü iddia etmiştir. Peki, gerçekten de öyle midir? Bu sorunun genelleme yapılarak cevaplanması zordur. Mesela Hindistan’da belli bir eğitim faaliyetinin olduğunu görüyoruz; ancak burada amaç Hindistan halkını aydınlatma çabasından ziyade sömürgeleştirme faaliyetlerinin daha kolay bir şekilde yürütülmesini sağlamaktır. 1960 yılına ait bir rakam meseleyi daha anlaşılır kılacaktır. Buna göre; 1960 yılında Belçika Kongo'sunda yalnızca iki tane lise mezunu vardı. Yine Fransa; Nijer ve Mali'ye miras olarak %95'lik bir okuma-yazma bilmeyenler ordusu bırakmıştı. -Sömürgeci zihniyet, hastane yapmak suretiyle yerli halka karşı pozisyonlarını meşrulaştırmaya çalışmıştır. Hekim, yerlileri tedavi etmekten önce, sömürge imparatorluğunun bir aracıdır. İngilizler 1714'te Indian Medical Service'i bu yüzden kurmuşlardır.(6) Yerleşimcinin varlığını şöyle meşrulaştırıyordu: Tıp bilimindeki ilerlemeyle beraber birçok hastalığa çözüm bulunmuştu ve yerlilerin yaşadığı hastalıkların iyileştirilmesi, yerliler nezdinde ciddi bir itibar kaynağıydı. Yani asker veya rahibin giremediği yere doktor giriyordu. -Öyle bir hava oluşur ki sömürgeleştirilen topraklarda; yerli halk kendisinin aşağı olduğunu kabul eder, işgalcilerin kendisinden üstün olduğuna inanmıştır ve bunu sorgulamaz bile kendi düşünce dünyasında. Bu psikolojinin oluşum sürecini belki de en iyi anlatan yazar F. Fanon’dur: “Sizi sömürgeleştiren yabancıların sizde yarattığı en büyük yıkım, zamanla sizin kendinize onların gözüyle bakmanızı sağlamalarıdır.” der. Yine Fanon Yeryüzünün Lanetlileri adlı eserinde sömürgecinin kentini (iki tarafın kenti ayrılmıştır çünkü) şöyle betimlemiştir: “Yerleşimcinin kenti katı maddelerden yapılmıştır, tümüyle taş ve demirden. Bu aydınlatılmış, asfaltlanmış, çöp bidonlarının bilinmeyen, hayal bile edilmeyen nesnelerle dolup taştığı bir kenttir. Yerleşimcilerin ayakları hiçbir zaman görülmez, belki yalnızca denize girerken görülür. Ayakları sağlam pabuçlar içinde korunmaya alınmıştır. Yerlilerin kenti kötü bir üne sahiptir... Bu, ete, pabuca, ışığa aç bir kenttir. Bu büzülmüş bir kenttir. Bu, Kuzey Afrika yerlilerinin kentidir...” , “Sömürülenin yerleşimcinin kentine yönelttiği bakış bir 3 lüks arayışı bakışı, bir imrenme bakışıdır. Sahip olma hayalleri ile doludur. Yerleşimcinin sofrasına oturmak, yerleşimcinin yatağında yatmak, mümkünse karısıyla birlikte. Yerleşimci bunun farkındadır. Bir gün için bile olsa, yerleşimcinin yerine geçmeyi hayal etmeyen bir tek sömürülen bile yoktur.” (7) 4 2.Bölüm: SİYASİ TARİH “Yaşam suyunu yalnızca boğazlanmış insanların kafatasından içenler...”-Karl Marx Dominant Power George Modelski, yapmış olduğu tarih okumasının neticesinde dünya tarihinde 15. yüzyıl ve sonrası için bir kuram geliştirmiştir. Bu kurama göre; “15. yüzyılla birlikte dünya tarihi, belirli devletlerin belirli süreyle yeryüzünde ‘başat güç’ (dominant power) durumuna yükselmeleri ve sonra bu statülerinden düşmeleri zinciri içinde bugüne doğru akmaktadır. Bu başat güç durumuna yükseliş ve düşüş kabaca yüz yıllık sürelerle olmaktadır. Belirli bir devlet yükselerek dünya denizlerinde egemen duruma geçmekte (başat gücün tanımında okyanuslara egemen olmak, önemli ve belirleyici bir özellik olarak gösteriliyor) ve bu egemenliğini hemen hemen yüz yıl sürdürmektedir. Bu süre içinde başat güce meydan okuyan başka bir güç (challanger) çıkmakta ve ikisi arasında, belki sistemin öteki üyelerinin de katıldığı, büyük bir savaş yeni başat gücün belirmesini sağlamaktadır. Bu büyük savaştansa, genellikle başat güç veya meydan okuyan güç değil, üçüncü bir devlet kazançlı çıkarak, dünya egemenliğini kurmaktadır. Modelski’nin kuramından hareket ederek şöyle bir kaba gözlemde bulunulabilir: 15. ve 16. yüzyıllar, önce Portekiz, sonra İspanya’nın başat güç oldukları yüzyıllardır. (NOT: Bu yüzyıllarda Osmanlı Devleti üç kıtaya yayılan geniş ve güçlü bir imparatorluk kurmuşsa da, Akdeniz ve Kızıldeniz’in ötesinde büyük okyanuslara açılıp dünya deniz üstünlüğünü kuramadığı ve temelde bir kara devleti olarak kaldığı için, ‘başat güç’ kategorisi içerisine alınmamaktadır.) 1568’de Hollanda-İspanya Savaşları, Portekiz ve İspanya’yı başat güç statüsünden düşürecektir. 17. yüzyıl Hollanda’nın, 18. yüzyıl ise Fransa’nın başatlığını vurgulamaktadır. 19. yüzyılda İngiltere denizlere egemen olarak başat güç statüsüne yükselecek ve bu egemenliğe karşı Almanya’nın meydan okuması, 20. yüzyılda iki dünya savaşına yol açacaktır. Bu ikisi arasındaki mücadeleden ABD yararlanarak, 20. yüzyılın ikinci yarısında başat güç olacaktır. ABD’nin bu üstünlüğü deniz, hava ve uzaydaki egemenliği dikkate alınırsa, hala sürmektedir. Bu üstünlüğe meydan okuyansa Sovyetler Birliği (Rusya)’dır.” (8) Siyasi Tarih (15. Yüzyıl ve Sonrası) Sömürgecilik olgusunun detaylarına inmeden önce süreç içerisinde gelişen siyasi tarihin kaba hatlarını bilmek gerektiği düşüncesinden yola çıkılarak 15. yüzyıl ve sonrası için Batı’nın siyasi tarihini anlatacağız öncelikle. 5 11. yüzyıldan, Osmanlıların denizlere tam anlamıyla açıldığı 15. yüzyılın sonlarına kadar, Akdeniz sularına İtalyan yarımadası egemendi. 1453’te İstanbul’un fethi, başta Venedik ve Ceneviz olmak üzere İtalyan kent devletlerinin Doğu Akdeniz’deki üstünlüğüne son verdi. 15. yüzyılın sonlarına doğru ise Venedik, Ege’deki hemen hemen tüm topraklarını yitirdi. Böylelikle Batı Avrupa’nın bu ilk “denizaşırı imparatorluğu” Türkler tarafından yıkılmış oldu. Ve bu kaybediş, belki de kaderin bir cilvesi olarak Avrupa tarihinin dönüm noktalarından birisi oldu. Avrupa, Osmanlı tarafından köşeye sıkıştırılmıştı ve bütün ticaret yolları Osmanlı’nın elindeydi. Mevcut durumun olumsuzluğu karşısında çözüm arayan, sıkışmışlığından kurtulmak isteyen Avrupa ise başka yollar aramaya başladı. Avrupa kaşif, tüccar, misyoner ve askerlerinin dikkati Akdeniz’in dışına çevrildi. Coğrafi Keşifler sonrasında bulunan yeni yerler neticesinde yeryüzünün tüm okyanusları zamanla Avrupa’nın ikinci denizaşırı genişlemesinin yolları haline geldi. Yani Coğrafi Keşifler bir rastlantı sonucu değil, şartların dayattığı bir zorunluluktan kaynaklandı. (9) İşte tam burada, yaptığımız tarih okumasında gözlerimizi İspanyollara ve Portekizlilere çevirmek durumundayız... Özellikle 1492 senesi çok kritik bir eşiktir. Bu tarihte, Müslümanların Avrupa’daki son kalesi konumundaki Granada Krallığı yıkılırken yine aynı tarihte, Kraliçe Isabella’nın desteği ile Kristof Kolomb, Amerika kıtasını buldu. Aslında Kolomb, Hint topraklarına ulaşmak için yola çıkmıştı ve yeni bir kıta bulduğunu bilmiyordu, ulaştığı yerin Hindistan’ın batısı olduğunu zannediyordu... Amerika kıtasının bulunmasıyla İspanyol sömürgeciliği de başlamış oldu. (10) Portekizlilerin tarihteki en önemli özellikleri, haritacılık konusundaki müthiş merak ve bilgileridir. Bu merak ve bilgi, Portekizlilere yeni yerlerin keşfini, yeni yerlerin keşfiyse büyük bir imparatorluk kurmalarını sağladı. Avrupa için aşılmaz bir engel olan Atlantik’teki keşifleri Portekiz Krallığı teşvik etti ve mali destek sağladı. 1498’te Vasco de Gama, Afrika’yı güneyden dolaşınca kendisini bir anda Arap ticaretinin ortasında buldu. Ve Portekizlileri istemeyen Arap, Türk ve Mısırlılarla savaştı. O zamana kadar görülmemiş bir barbarlık, vahşet ve kitlesel katliamla Goa, Aden, Hürmüz Boğazı ve Doğu Afrika’da sürekli ticaret istasyonları kurdu. Doğu’nun zenginlikleri üzerinden yapılan ticaret Portekiz’i bir anda ekonomik olarak güçlü bir seviyeye getirdi. Ve böylelikle imparatorluk, tarih sahnesine çıkmış oldu. (11) 1500-1600 arası tabir-i caizse önce Portekiz’in ve sonrasında da İspanya’nın altın çağıdır. Yeni yerlerin keşfiyle beraber ticaret yollarındaki dengeyi alt üst etmiş durumdadırlar, değerli madenlere ulaşmışlardır ve tabiatıyla da artık güç ellerindedir. Fransa, İngiltere ve Hollanda ise kendi iç meseleleriyle uğraşmaktan kafalarını uluslararası meseleler için kaldıramamaktadırlar. 6 16. yüzyılın sonlarına doğru İberik yarımadasının deniz üstünlüğü tehdit edilmeye başlandı. Önce Hollanda’nın (1568) sonra İngiltere’nin (1588) İspanyol deniz kuvvetlerine karşı zaferleri İspanya’yı tahtından indirdi. Hollanda bunun hemen arkasından Portekiz’in Hint Okyanusu kıyılarındaki ticaret merkezlerine yerleşti. Çağın önde gelen gücü artık Hollanda’ydı...(12) Hollanda’yı besleyen noktalar dünyanın beş kıtasına yayılmış sömürge istasyonlarıydı. Ne var ki, Hollanda’nın kurduğu bu global şebeke öncelikle ticarete dayanıyordu ve tümüyle kâra yönelikti. Büyük askeri güce sahip olmadığı için Hollanda’nın denizlerdeki ticaret üstünlüğü pek uzun süreli olmadı. Fransa 1562-1598 yılları arasında dini nitelikteki iç savaşlarla çalkalanırken buradan iç bütünlüğü sağlamış olarak çıktı. Almanya ise Otuz Yıl Savaşları’ndan siyasi parçalanmışlıkla çıkacaktır.(13) Otuz Yıl Savaşları (1618-1648), Fransız Devrim Savaşları öncesinin en büyük Avrupa savaşıdır. 15. yüzyılın ortalarında bulunan tüfek, askeri amaçlarla ilk kez Otuz Yıl Savaşları’nda kullanıldı. Bu savaş Protestanların zaferi sonucu 1648 tarihli Westphalia Barışı ile bitmiştir.(14) Bu barış ile 300 kadar Alman devleti hemen hemen hükümran siyasal birimler oldular. Avrupa’nın diğer devletleri mutlakiyetçi monarşiler altında birleşir ve güçlenirken, Almanya ömrü çoktan tükenmiş olan feodal bir karışıklık içine itilmiş oldu.(15) Almanya’nın bu bölünmüş siyasi yapıdan kurtulabilmesi için uzun yıllar gerekecektir. 14. Louis’nin yönetiminde Fransa, içerideki siyasi bütünlüğü de sağladıktan sonra, döneminin en önemli gücü olmuştu ve diğer devletler de Fransa’nın döneminin rakipsiz gücü (dominant power) olmasını tabiatıyla çıkarlarına ters görüyorlardı. Özellikle II. Carlos’un ölümünden sonra İspanya topraklarının nasıl paylaşılacağı konusu bütün Avrupa gündemini meşgul ediyordu. II. Carlos’un çocuğu yoktu ve iki kız kardeşinden birisi Fransa, diğeri Habsburg Kralıyla evliydi. Dolayısıyla kız kardeşlerinden birisi üzerinden ya Fransa ya da Habsburg’a dahil olacaktı İspanya toprakları. II. Carlos ise vasiyetnamesinde hiç kimsenin beklemediği bir hamle yaptı. Buna göre; İspanya toprakları parçalanmadan bir bütün olarak Fransız Kralı’nın torunlarına kalacaktı. Böylelikle İspanya toprakları korunmuş olacaktı. Eğer Fransa Kralı bu teklifi kabul etmezse; teklif aynı şartlar dahilinde Habsburg Kralı için geçerliydi. 14. Louis, çıkarlarına uygun gördüğü için bu teklifi kabul etti ve sonrasında Avrupa’da tabir-i caizse kıyamet koptu. Çünkü mevcut durum, güç dengelerini Fransa lehine olmak üzere iyice sarsmış oluyordu. İngiltere, Portekiz, Kutsal Roma İmparatorluğu vs. her devlet Fransa karşıtlığında birleşmiş durumdaydı. Sonrasında yapılan İspanya Veraset Savaşı’nı Fransa kaybetti ve Utrecht Barışı imzalandı. Anlaşmanın asıl konusu İspanya’nın paylaşılmasıydı. Bütün bu gelişmeler, Fransa’nın gücünü zayıflatmış olmakla beraber henüz bu gücü bitirememişti. Utrecht Barışı’ndan en çok kazançlı çıkan devletse İngiltere olmuştu. Bu anlaşmayla İngilizler; Cebelitarık ve Minorka Adasını, Fransa’nın Amerika’daki iki kolonisini 7 aldı. Ek olarak İspanyol Amerikası’na Afrikalı köleleri taşıma ayrıcalığı elde etmişti. Bristol ve Liverpool gibi kentlerin gelecek dönemdeki zenginliklerinin kaynağı, bu köle ticaretinden elde edilen kardı.(16) 1700-1850 arası dönem, dünyanın globalleşmesinin hızlandığı dönemdir. Avrupalının atılganlığı ve acımasızlığı gelişmiş askeri teknolojiyle birleştiğinde, Atlantik kıyı devletlerinin önce denizlere ve sonra karalara egemen olması işten bile değildi. 1756-1763 arası dönemdeki Yedi Yıl Savaşları’nda İngiltere kesin bir zafer kazandı ve Hindistan, Afrika ile Amerika’daki Fransız topraklarını eline geçirdi. Fransa’nın ekonomisinin dayandığı denizaşırı topraklarının hemen hemen tümü elinden çıkmış durumdaydı. 1755-1785 arası otuz yıllık dönemde İngiltere’nin Amerika ve Doğu ile ticareti üç kat arttı. 1763 Barışı Amerika ve Hindistan için çok önemli sonuçlar doğurdu. Meksika’nın kuzeyindeki Amerika, İngilizce konuşan dünyanın bir uzantısı haline geldi. Hindistan’da İngiltere topraklarını genişletme politikasına başlandı. Sonunda Hindistan, İngiliz İmparatorluğu’nun ekonomik sisteminin en önemli parçası ve Hindistan’a giden deniz yolu ve bu yolun kıyı bölgeleri de “can damarı” haline geldi. Bundan sonra İngiliz dış politikası, temelde bu yaşamsal yolun korunması amacına yönelecektir.(17) 8 3.Bölüm: AMERİKA Sömürgeciliğin Önce Nesnesi, Sonra Öznesi Yukarıda belirttiğimiz gibi Amerika kıtası, 1492’de İspanyollar tarafından keşfedildi. Süreç içerisinde Portekizlilerin Doğu’daki üstünlüğünü dengelemek isteyen İspanyollar büyük bir hevesle Amerika’nın içlerini de keşfe başladılar. Kilise de Hıristiyanlığı yayma amacıyla buraya misyonerler gönderdi ve sömürgeciliği destekledi. İspanyol hükümetini ilgilendirense kıtanın sahip olduğu altın ve gümüş madenleriydi. İspanyol “fatih” Cortez Meksika’daki Aztek; Pizarro ise Peru’daki İnka uygarlıklarını tümüyle yok ettiler. Bu uygarlıkların eşsiz altın heykel ve süs eşyalarını eriterek paraya dönüştürdüler. Yerlilerin zorla ve ölesiye çalıştırılmaları bir yana, Afrika’dan 1560’ta yaklaşık 100.000 köle Amerika kıtasına getirildi.(18) O tarihten önce kıtada tek güç konumuna gelen İspanya’nın gücü, 1588'de İspanyol Armadası İngiliz donanmasına yenilince zayıfladı. İlerleyen yıllar İngiltere, Fransa ve Hollanda arasında pastadan pay kapma yarışının olduğu yıllardır. Ta ki 17. yüzyılın ikinci yarısına kadar. İngilizler 1667'de Hollanda'yı denizlerde iki kez yendi ve Hollandalıları kıtadan attı. Sonrasında ise 1688-1763 tarihleri arasında Kuzey Amerika kolonileri üzerindeki denetim yüzünden tam dört kez savaştı. Belirtmek gerekir ki; bu mücadelelerin sebebi merkantilist anlayıştır. Çünkü bu kurama göre, güçlü bir devlet olmanın yolu Amerika'daki gibi koloniler elde etmekten geçiyordu. Kolonilerle yapılan ticaretlerdeki tekelleşme, metropolün ihracatının ithalatından fazla olmasını sağlıyor ve böylelikle zenginleşme sağlanıyordu. İngiltere, Amerika'daki koloniler üzerindeki etkinlik için yaptığı Yedi Yıl Savaşları'nda Fransa'yı yendi ve 1763 Paris Antlaşması ile Kuzey Amerika kıtasının neredeyse tamamını ele geçirdi. Ancak bu durumdan rahatsız olanların önemli bir kitle olmasından dolayı kıtadaki İngiliz hegemonyası çok da uzun sürmeyecekti. Kuzey Amerika halkı artık bazı şeyleri sorgulamaya başlamıştı...(19) Kuzey Amerika Halkı ve Bağımsızlık Meselenin daha rahat kavranabilmesi için bağımsızlık hareketini anlatmadan önce Kuzey Amerika’daki yerleşimci halk hakkında kısa bir bilgi verelim... Kuzey Amerika'ya göç edenler, güneye göç edenler gibi altın ve elmas bulup ülkelerine geri dönme hırsıyla değil; dinsel baskıdan, işsizlikten ve yoksulluktan kurtulmak için gelmişlerdi. Amaçları tüm bu 9 kaçtıkları olumsuzlukların olmadığı yepyeni, özgür ve müreffeh bir dünya kurmaktı. Dönmeye değil, kalmaya geldikleri için ailelerini de yanlarında getirmişlerdi. Böylelikle K.Amerika kökenli insanlarla karışmalarına gerek kalmamıştır ve bu durum, bütünlüklerini korumada son derece önemli olmuştur. G. Amerika'ya gelen İspanyol ve Portekizlilerse altın ve elmasları bulup geriye dönme niyetiyle geldikleri için ailelerini yanlarında getirmemişlerdi. Dönmeleri gerçekleşmese de bölgenin yerlileriyle kaynaştılar. Bu yüzdendir ki, G.Amerika'da birbirinden ayrı melez ırklar ortaya çıkmıştır. Oral Sander'e göre, K.Amerika kolonilerinin birleşip güçlü bir devlet kurmalarına rağmen G.Amerika'nın yirmiden fazla devlete bölünmesinin temel nedenlerinden birisi bu göç anlayışındaki farklılıktır.(20) 13 koloni artık üzerinde herhangi bir devlet baskısı istemiyordu. İngilizlerin Yedi Yıl Savaşları'nın masraflarının önemli bir kısmını kolonilere yıkmak istemesi de onları rahatsız etmişti. Ayrıca İngilizlere karşı savaşı kaybeden Fransa da onlara destek veriyordu. Bütün bunlar sonucunda 1774'te başlayan Amerikan bağımsızlık hareketi, Fransa'nın da cömert yardımıyla 1776'da resmen bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlıkla birlikte dünyada yeni bir toplum ortaya çıktı. İmparatorluk ve Hıristiyanlık kabuğunu kıran bir Batı Avrupa uygarlığı söz konusuydu. Devlet dini ve monarşisi yoktu. Oral Sander'e göre bu yeni uygarlık; "At yarışlarında, üzerinde yönlendirici jokeyi olmasına rağmen her nasılsa hiç ağırlıksız koşan atın avantajlarına sahip oluvermişti. Avrupa'nın modern devletleri, tarihsel uzun bir süreç içinde, yavaş yavaş kurumdan kuruma, eski ile yeninin çatışmasının sıkıntılarıyla ve plansız bir biçimde oluşmuştu. ABD ise önceden planlanmış, sonra oluşturulmuştur."(21) Kızılderililer Altın bulma amacındaki Kolomb ve diğer arkadaşları, kıtaya ayak bastıklarında her bakımdan garip buldukları kıtanın yerli halkı olan Kızılderililerle karşılaştılar. Kolomb, Kızılderililerin çırılçıplak dolaşmalarına çok şaşırmıştı ve kendisinin gökten geldiğini zannettiklerini düşünüyordu. Kızılderililerin arasında hiyerarşik bir yapılanma söz konusu değilse de bir kral tarafından yönlendiriliyorlardı ve mülkiyet kavramı da henüz bu halkta oluşmamıştı. Kolomb, Kızılderililerden günlüklerinde şöyle bahsediyor: "Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Keskin demir silahları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların keskin tarafını tutunca ellerini kestiler... Bu insanlar ne herhangi bir mezhebe bağlılar ne de puta tapıyorlar. Kötülüğü tanımıyorlar, birbirlerini öldürmüyorlar. Hiç silahları yok... Son derece sade, dürüst eli açık insanlar. Herhangi birinden sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu 10 hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar öldürmüyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar..." Ancak ilerleyen sayfalarda şu sözlere de rastlarız: “Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.” İspanyol rahip B. de las Casas tarafından 1492’de yazılan bir kitap sayesinde; Kolomb’un yerlilere pek de dostane bir şekilde davranmadığını öğreniyoruz süreç içerisinde. 1493-1496 tarihleri arasında beraberindeki 17 gemi ile gerçekleştirdiği ikinci gezisiyle beraber katliamlara başlamıştır. Haiti’de yerli halk Awarklara salgın mikrobu taşıyan hediyeler verince Awarklar kötü niyeti anlamışlardır. Sonrasında yaşanan saldırıda top, tüfek ve zırhlı İspanyol ordusu teçhizat bakımından oldukça zayıf durumdaki Kızılderililere ağır kayıplar yaşatmıştır: İki ayda 50 bin yerlinin katli. İlerleyen yıllarda yine benzeri katliamlara devam edilmiştir.(22) B. de las Casas tarafından yazılan kitapta İspanyol sömürgeciler hakkında şöyle denilmektedir: “Sırf eğlence olsun diye, kadın erkek demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunun bölgenin değişik yerlerinde defalarca tekrarlandığını kendi gözlerimle gördüm. Bazen de insanların üzerine köpek saldıklarına, yerlilerin bu şekilde paramparça edildiğine, çok sayıda ev ve yerleşim merkezini yaktıklarına şahit oldum. Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştılar...” Kıtada 1911 yılına kadar katliamlar belli aralıklarla ve değişik milletler tarafından yapılmaya devam edilmiştir. İlk katliamlar İspanyollar tarafından yapılmıştır ancak ilerleyen yıllarda bu topraklara ayak basan İngilizler de katliamlar yapmaya devam etmişlerdir. İngilizlerin yapmış olduğu ilk katliam 1623 yılındadır. Barış görüşmeleri için davet ettikleri Powhatan Kızılderililerinin 200 kadarını zehirli şarapla, 50 kadarını da fiziki saldırıyla öldürdüler. Yine Hollandalılar da kıtada söz sahibi oldukları dönemlerde bu tür katliamların öznesi olmuşlardır. Belirtmek gerekir ki; Kızılderili nüfus da tarihsel süreç içerisinde kendi topraklarını korumak adına ve topraklarına gelen yabancıların göstermiş olduğu orantısız şiddet dolayısıyla benzeri eylemlerde bulunmuşlardır. ABD’de 2010 yılında yapılan nüfus sayımında toplam nüfusun yalnızca % 0.9’unun Kızılderili olduğu görülmüştür. Köle Ticareti Sömürgecilik tarihinin en kirli yüzlerinden birisi de köle ticaretidir. Öyle ki; J. P. Sartre’ın F.Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri adlı eserine 1961’de yazdığı önsözde belirttiği ‘Batılının nesnelerden ibaret olan hakikatini’ bu meselede tam manasıyla görürüz.(23) 11 Aslında siyahlara olan bakışı; dünyadaki en özgürlükçü ve demokratik toplum yapısına sahip olduğu iddia edilen Amerika'da; siyahlara temel haklarının ne zaman ve hangi koşullarda verildiği hususundaki ufak bir araştırma bile ufuk açıcı olacaktır. Afrika toprakları, ilk etapta ne Hindistan ne Brezilya ne de diğer yerler gibi ticari bir değere sahipti. Kara kıtanın topraklarında ne kakao ne karabiber ne de tütün bulunuyordu. Sadece pek değerli olmayan malaguette (sahte karabiber) adlı bir baharat bulunuyordu. Peki, bu kıta sömürgecilerin dikkatini niçin bu kadar üstüne çekmişti? Afrika'da tüm baharata bedel bir şey vardı: Köleler!(24) Atlantik’te yapılan köle ticareti 1600 ile 1900 yılları arasında 11.5 milyon insanı kapsamıştı. Bunların 1.8 milyonu 17. yüzyılda, 6.1 milyonu 18. yüzyılda ve 3.3 milyonu da 19. yüzyıldaydı.(25) Köle ticaretinin taraflarından birisi de Afrikalı hükümdarlardı. Peki, bu kadar insan niçin bu topraklara getiriliyordu? Madenleri işletmek ve yolları inşa etmek için insana gerek vardı. Ancak Kızılderililer yeterli insan gücünü sağlayamıyordu. Savaşlar, katliamlar ve hastalıklar Karayipler’de yaşayan insan topluluklarının önemli bir bölümünün ölümüne yol açmıştı. Ve getirilen köleler yerleşimcilere büyük olanak sağlıyordu. Sığır yetiştirmekten anlıyor, ata binmesini biliyorlardı vb. 16. Yüzyılın sonundan itibaren, Bahia’nın şeker kamışı tarlalarında ve Nueva-Grannda’nın madenlerinde çalışanların büyük çoğunluğu siyahtı. Siyahların yeni gelişen toplumlarda giderek daha çok merkezi konuma gelmelerinin bir başka nedeni de bunların yerel milis güçlerinde oynadıkları roldü. Fransızlar, Guyana’da Karayip yerlilerine karşı siyahları kullanıyorlardı. Massachusetts’deki İngilizler, Kızılderilileri kovalamak için “İskoçlara ve Siyahlara” çağrıda bulunuyorlardı.(26) Buraya kadar bahsettiklerimiz meselenin sömürgeciler zaviyesinden önemiydi. Köle ticaretinin nesnesi konumundaki siyahların yaptığı ve bir daha geri dönmemek üzere ülkelerinden koparıldıkları bu yolculuk öyle bir travmaya yol açıyordu ki; “Taze Zenciler” Karayipler’de daha gemiden iner inmez kaçmaya kalkışırlardı. Siyahlar öylesine büyük umutsuzluklara düşüyüyorlardı ki, ya kendilerini sakatlıyor, ya intihar ediyor ya da efendilerini öldürmeye kalkışıyorlardı. Kölelerden biri kafasını taşa çarparak parçalamıştı. 1734’te, Danimarka’ya ait Saint-Jean Adası’nda Fransızların kuşatması altında kalan kaçak köle grubunun tümü intihar etmişti. 1814’te yayımlanan Santo-Domingo Tarihi adlı eserinde Malenfant şöyle yazar: “Bir tek evde otuzu kendini asmıştı.”(27) Yine aynı dönemde Xavier Eyma’nın şahit olduğu bir vak’a şöyledir: “Dört yüz kölesi olan tanıdığım bir mal sahibi, ertesi gün bunların üç yüz seksenini kendini asmış halde bulmuştu.” Gerek intihar, gerekse kaçış efendiye karşı direnmenin birer yoluydu. Daha çok ekonomik nedenlerle, yetersiz beslenme ve kötü muamele sonucu, önceleri korktukları 12 efendilerine karşı hoşnutsuzluk duymaya başlıyorlardı. Siyahlar genellikle önce bir tür uyarı grevi yapıyor, ardından da ortadan kayboluyorlardı.(28) Kölelerin çalışmadaki isteksizlikleri, kaçmaları ve intiharlarıyla başa çıkamayınca mülk sahibi tarımcılar başka bir çare buldu. Ceza vermenin yeteri kadar faydalı olmadığını anladıkları zaman kölelere ufak miktarda para vermeyi denediler. Ve bir ‘efendi’ diyor ki; “İşte o zaman onun gerçek efendisi oldum. İçi gururla ve saf bir sevgiyle dolmuştu, daha özenli oldu, hataları çok aza indi... Verilecek en büyük ceza onlara kente inecek zamanı tanımamaktır. Müthiş işe yarıyor.” (29) Köle ticareti, İngiliz Parlamentosu'nun 1807'de aldığı bir kararla resmen yasaklandı. Diğer Avrupa ülkeleri de ilerleyen yıllarda benzeri yasalar çıkardılar. Ancak hatırlatmak gerekir ki; bu yasaların pratikte çok da bir karşılığı olmamıştı. 1830 yılına doğru, Afrika'dan hâlâ yıllık 60.000 kölelik sevkiyatlar yapılıyordu. Köle ticaretinin hacminin azalması ise esas olarak palmiye yağı üretmeleri için siyahların Afrika'da tutulmalarının daha kârlı bir hâle gelmesiyle başlar. Zaten Sanayi Devrimi ile beraber işgücüne olan gereksinim de önemli miktarda azalmıştır bu dönemde. Bu değişimin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren daha belirgin bir hâle gelmesi olgusu da bunlarla alakalıdır.(30) Avrupa'daki Bakış 16. yüzyılda Kilise köle ticareti ve sömürgeleştirmeye karşı çıktı. Ancak bu duruş; temel hak ve özgürlükler boyutunda mı yoksa Batılı hükümdarlara karşı pozisyonları gereği mi oldu sorusu önemlidir. Çünkü Kilise, Kızlılderililerin haklarını savunurken Müslümanlar için aynı duruşu sergilememiştir. 17. yüzyılda merkantilist politikaların egemen olmasıyla beraber, merkantilist yazarların eserlerinde sömürgeciliğin faydalarını konu edindiğini görüyoruz. Bu yazarlar; bütün bu sömürgecilik olgusunu tamamen ekonomik perspektifle ele almış; insan hakları vs. boyutlarını ise kayda değer bulmamışlardır. 18. yüzyıla geldiğimizde ise Kilise'nin gücü oldukça azaldığı için bu dönemde karşı duruş bazı entelektüel çevrelerden geliyordu. Yine bu dönemde sömürgeciliğin faydaları ve zararlarının pragmatik bir yaklaşımla yazılı eserlerde tartışıldığını, irdelendiğini görüyoruz. Başrahip Raynal'in 1770 tarihli Avrupalıların iki Hindistan'daki Kurumlarının ve Ticaretlerinin Felsefi ve Politik Tarihi adlı eseri ve Las Casas'ın 1542 tarihli Anılar adlı eseri ciddi eleştiriler getirmiştir. Başrahip Raynal eserinin bir yerinde şöyle söylüyor: "Denizaşırı topraklardan bir bölümü sular altında kalsa, bu olay güçlü bir rakipleri tarafından istilaya 13 uğramalarından daha az bir etki yaratır. Başka bir hükümdara ait olmamaları dışında bu insanların ölmelerinin ya da yaşamalarının hükümdarların gözünde bir önemi yoktur."(31) Montesquieu meseleyi olanca açıklığıyla izah eden yazarlardandır: "Avrupa halkları Amerika halkalarını yok ettiklerinden köle olarak Afrikalı halkları kullanmak zorunda kalmışlardır, bunca toprağı tarıma hazırlamak için çalıştırmak üzere." Belirtmek gerekir ki; yazar bu satırları yazarken Afrikalılara karşı en ufak bir acıma duygusuna sahip değildir. Çünkü ilerleyen bölümlerde şöyle yazar: "Bu yaratıkların insan olduklarını varsaymamız olanaksızdır. Onları insan varsayacak olursak, kendimizin de Hıristiyan olmadığımızı düşünmeye başlarız" (aynı eser). Yine Voltaire siyahların makus talihi hakkında şöyle bir betimleme yapıyor: "Bu zencileri Gine sahilinden satın alacağız. Bundan otuz yıl önce güzel bir zenci için elli lira öderdik, yağlı bir öküzün beşte biri fiyatına. Bu insanın maliyeti günümüzde, 1772'de, yaklaşık bin beş yüz liradır. Onlara tıpkı bizim gibi insan olduklarını söylüyoruz, onlar için ölmüş olan bir Tanrı'nın kanının bedelini ödediklerini söylüyoruz ve sonra da onları koşum hayvanı gibi çalıştırıyoruz. Kaçmak isteseler, bir bacaklarını kesip yerine tahta bir bacak takarak, şekerkamışı ezme değirmenini kollarıyla çevirmelerini istiyoruz. Ve bütün bunlardan sonra, insan haklarından söz etme cüretinde bulunuyoruz!"(32) 16. yüzyılda Kilise'nin ve 18. yüzyılda bazı entelektüellerin karşı duruşundan sonra, 20. yüzyılın başlarında ise sosyalistler sömürgecilik ve emperyalizm sorununu ele almışlardır. Ancak sosyalistlerin meseleyi ele aldıkları bağlam, işçi sınıfının çıkarları noktasında olmuştur. 14 4.Bölüm: AVUSTRALYA Ceza kolonisi Amerika kıtasına, Hindistan'a ve Afrika'ya yapılan yolculuklar çoğu kişi için bir maceraydı. Yolculuğun ucunda bir servet veya en azından yeni bir yaşam olabilirdi. Ancak bu göçler her zaman serbest bir iradeyle olmamıştı. Bazen denizaşırı ülkelere yapılan bu yolculuk bir sürgün olabiliyordu. Yani bir hapishane ya da kürek mahkumluğunun neticesindeki sürgün. Cezalarını başka yerlerde çekmeleri için suçlulardan ve suç eğilimi taşıyanlardan kurtulma isteğini ilk gösterenler Portekizliler olmuştur. 1797'den itibaren Avustralya'yı dolduran convictleriyle (mahkum) bunu devasa ölçülerde uygulayan İngilizlerse onları taklit etmişlerdi.(33) Diğer işgal edilen/sömürgeleştirilen topraklardan farklı olarak, Avustralya'nın ele geçirilmesindeki amaç, suçlular sınıfından kurtulmaktı. Buna Jeremy Bentham "bir deneyim" diyordu. Fransızlar da daha sonraları Guyana'da ve Yeni-Kaledonya'da farklı bir anlayışla bu deneyimi taklit etmişlerdi. III. George zamanında parlamentoda sorulan soru şuydu: Suçlulardan nasıl kurtulabiliriz? Hemen belirtelim ki, o tarihlerde yalnızca Londra'da bilinen suçlu sayısı 115.000 kadardı. Hapishaneler dolup taşmıştı ve bu suçluların durumuna derhal çözüm bulmak istiyorlardı. Yetkililer bunların bir bölümünü Amerika'ya göndermişlerdi gerçi ama bağımsızlığın ilanından sonra Birleşik Devletler suçluları reddeder olmuştu. İşte tam bu sıralarda suçluları dünyanın öbür ucuna gönderme fikri doğuverdi. Öyle ki, suçlular gönderildikleri topraklardan bir daha geri dönemeyeceklerdi. Dehşet verici koşullarda gemiye bindirilmiş olan 733 kişilik ilk suçlu grubunun yaklaşık yarısı yirmi beş yaş altında bulunuyordu. Bu arada İngiltere'de 25.000 suçlu bekleme listesine alınmıştı. Bir dipnot düşmek gerekirse; vakt-i zamanında Avustralya'ya suçlu olarak getirilenlerin soyundan gelenlerin büyük çoğunluğu bugün hâlâ İngiltere'den nefret etmektedir.(34) Avustralya başlangıçta suçlular (convict) toprağıyken daha sonraları bu konumda kalınmamıştır. Çünkü Edward Gibbon Wakafield gibi yazarların yazıları sonucu ceza kolonileşmesi hareketi çok çabuk tepkilere yol açmıştı. Wakafield, var olan anarşik durumun yerine sistemli bir sömürgeleştirme hareketini öneriyordu; kullanım haklarının satışı, sübvanse edilecek ve yönetilecek güçler vs. Wakafield, Adam Smith'in bir “müridiydi” 15 ve toprağın, sermayenin ve emeğin üretimin üç temel faktörü olduğunu söylüyordu. Oysa Avustralya'da toprak boldu, sermaye yoktu, işgücü ise zorluydu... Avustralya'nın batısında 600 dönümlük bir arazinin kullanım hakkını satın alan, beraberinde 300 adam getiren ama geldikten altı ay sonra getirdiği adamların tümü kayıplara karıştığından kendi başına su bulmak, yatağını hazırlamak zorunda kalan Robert Peel'in durumu İngiltere'de alay konusu olmuştu. Wakafield'in düşüncesi toprağı dürüst bir fiyattan, metropolden gelecek yerleşimcilere satmaktı. Gönüllülerin taşınma masrafları ve suçluların çocukları gibi Avustralya'da bulunup da bu toprakları alacak parası olmayanların iş kurmaları için devlet sübvansiyon verecekti. Bu çalışmaların sonucunda 1830-40 yılları arasında Büyük Britanya'dan Avustralya ve Yeni Zelanda'ya yapılan göç 68.000'den iki katına çıktı, 1880-90 arasında ise 378.000'i buldu.(35) Aborjinler Kaderleri Kızılderililere benzetilebilecek olan Avustralya'nın yerli halkı olan Aborjinlere karşı katliama çok erken girişildi. Sömürgeciler Aborjinlerin bir insandan çok maymuna benzediklerini düşünüyorlardı. Ve uzun yıllar boyunca resmi tarih, yapılan katliamların anılarını sildi. Yerli nüfusun dörtte üçü ortadan kaldırılmıştı ancak her ne hikmetse bu durum kayda değer bir vak'a olarak görülmüyordu sömürgeciler tarafından. Vali Philips'in 1797'de kıtaya geldiği sıralarda Aborjinlerin sayısı tahminen 300.000 ile 400.000 arasındaydı. Bir sonraki yüzyılda ise kuzeydeki ve batıdaki topraklara sürülmüş olarak sayıları onda bire inmişti.(36) Bugün Avustralya'da sayıları 50.000'i bulan Aborjin melezi yaşamaktadır. Ve yetmişli yıllarda Birleşik Devletler'de kendinde bir Kızılderili kanı keşfetmek ne denli hoş idiyse, aynı şekilde bugün Sydney'de insanlar kendilerinde Aborjin kanı keşfetme telaşındalar.(37) 16 5.Bölüm: HİNDİSTAN “Hindistan bir kadına benzer; anlaşılmayı değil, elde tutulmayı bekler.” -Françoise Sagan Hindistan’ın sömürgeleştirilme tarihi Vasco de Gama’nın bu topraklara ayak bastığı 1498’de başlıyor. Daha sonrasında ülke topraklarının yönetimini ele geçiren İngilizlerin ise Hindistan topraklarından çekilme tarihi 1947. Yani arada geçen tam 450 (dört yüz elli) yıl. Dile kolay... V. de Gama’nın 1498’de bulduğu bu yol, Süveyş Kanalı’nın açıldığı 1869’a kadar Avrupa’nın doğuyla ulaşımında kullandığı deniz yoluydu. İlişki ilk dönemlerde ticaret üzerine kuruluydu, sömürgecilik söz konusu değildi. Hindistan’dan mallar alınıyor ve Avrupa’da satılıyordu. Bir ekleme yapalım ki; Portekizliler Doğu’ya ayak bastıklarında Doğu, ekonomik ve teknolojik olarak Avrupa’ya göre daha üstündü.(38) 1600’de İngilizler tarafından kurulan Doğu Hindistan Şirketi; 17. yüzyıl sonlarına doğru Hindistan topraklarını zapt etmeye başladı. İlerleyen uzun yıllar boyunca şirket “kanlı” savaşlara girişti ve 19. yüzyılın ortalarında neredeyse bütün Hindistan şirketin yönetimine girdi. Şirketin işadamları hileyle, şantajla, yağmacılıkla çok büyük zenginlikler elde ettiler ve bu zenginlikleri İngiltere’ye transfer ettiler. İngiliz hükümeti, D. Hindistan Şirketi’ne Hindistan ve Çin’le tekel ticareti yapma hakkını ve ek olarak Hindistan’ı yönetme ve halkından vergi toplama hakkını vermiştir. 1813’te Hindistan’daki, 1833’te Çin’deki tekel hakkı parlamento tarafından elinden alındı. 1858’de, kraliçe Victoria’nın özel bir fermanıyla tasfiye edildi ve fonksiyonları krala devredildi. İngiliz Üstünlüğü Nasıl Sağlandı? “Burjuvazinin herhangi bir ilerlemeyi, bireyleri ve halkları kan ve çirkef içinde, sefalet ve aşağılanma içinde süründürmeden gerçekleştirdiği ne zaman görüldü?” diyen Marx’ın tespiti, yapmış olduğu genelleme itibarıyla çok mu ağır olmuştur bilinmez ancak İngilizlerin Hindistan tecrübesi için bu tespitin geçerli olduğu bir gerçektir.(39) İngilizler, yerli toplulukları parçalaya parçalaya, yerli sanayinin kökünü kazıyarak ve yerli toplumda büyük ve yüce olan ne varsa hepsini yerle bir ederek, bu uygarlığı yıktılar. Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün; Hindistan’da binlerce geleneksel dokuma ustasının sırf İngiliz ürünleri Hindistan’da satılsın diye ellerinin kestirildiğini söylüyor. Belirtelim ki; İngilizlerin topraklarını sömürgeleştirmesine karşı Hintliler pek direnememiştir. Hindistan’ın kolayca sömürgeleştirilmesinde, ülkedeki toplumsal yapının da 17 önemli bir etkisi olmuştur. Ülke Müslümanlar ve Hindular arasında, kabileler, kastlar olarak bölünmüş vaziyetteydi. İngilizler de bu durumu kullanmasını bilmiştir süreç boyunca. 1850’li yıllar İngilizlerin Hindistan üzerindeki sömürgeciliğinin en olgun dönemi olarak değerlendirilir. İşte bu yıllara ait bölgedeki nüfus rakamları şöyle: “Hindistan’da karlı pozisyonlarda bulunan ve ücretlerini Hindistan hizmetlerinden alan yaklaşık on bin İngiliz yurttaşı bulunmaktadır. Bu rakama, belli bir sene çalıştıktan sonra emekli olup İngiltere’ye dönenler dahil değildir. Fiilen hükümet hizmetlerinde görevli bu Avrupalılara ek olarak, Hindistan’da yaşayan, ticaret ve özel spekülasyonla uğraşan altı bin kadar Avrupalı vardır. Hindistan’ın her biri yaklaşık elli milyon dolar tutarındaki ithalat ve ihracatı da dahil olmak üzere, dış ticareti, hemen tamamıyla bunların elindedir ve kuşkusuz karları çok büyüktür.” (40) O zamana kadar Hindistan’ı malikanesine çeviren plütokrasinin, onu ordularıyla fetheden oligarşinin ve onu pamuklu mallarına boğan imalat aristokrasisinin çıkarları el ele gitmişti. Ancak ilerleyen dönemlerde Büyük Britanya’nın sanayisi Hindistan pazarına daha bağımlı hale gelmeye başladı. Hindistan yerli üretimi ortadan kaldırıldığı için yeni üretici güçler oluşturma ihtiyacı daha fazla hissedilir olmuştu. Çünkü Marx’ın belirttiği gibi; “Bir ülkeyi size geri vereceği bazı metalar üretecek duruma getirmedikçe onu kendi mamul ürünlerinizle doldurmayı sürdüremezsiniz.”(41) Sömürgeciliğin Kirli Yüzü Kurallarla, yasalarla yönetilen her devletin “hukuk devleti” vasfını kazanamayacağı öğretilir hukuk fakültelerinin ilk yıllarında. İşte İngilizlerin Hindistan’ı yönetim tarzı bu anlatının tam bir örneğini teşkil eder adeta. Öyle ki, İngilizler; Hindistan’a geldiler, yönetim hakkı tesis ettiler, yasalar çıkarttılar, bu yasalarla yargıçlar, polisler, tahsildarlar vs. yetkilendirdiler ve bunlara uyulmadığı takdirde yerli halka ağır işkenceler dahil türlü yaptırımlar uyguladılar. İngilizler kıtada var olabilmek için önemli bir gelir kaynağına ihtiyaç duyuyordu. Çünkü denizaşırı bir ülkenin sömürgeleştirilmesi ciddi bir maddi külfeti de beraberinde getirmekteydi. Gelir-gider dengesindeki her olumsuz tablo karşısında D. Hindistan Şirketi İngiliz parlamentosundan mali yardım talep etmekteydi. Ayrıca İngiliz hükümeti uzun yıllar D. Hindistan Şirketi’nin yerli ve yabancı kuvvetlerine ek olarak otuz bin askerlik bir ordunun Hindistan’a getirilip götürülmesi ve bakımı masraflarını yüklenmişti. Haliyle İngilizlerin bütün bu masrafları bir yerden çıkarması gerekiyordu ve gözlerine ilk çarpan da yerli halk olmuştu. Sömürgeleştirilen yerli halkın, sömürgeciler tarafından sömürgecilik faaliyetinin finansmanını yapmak zorunda bırakılması... Evet sömürgeciliğin kirli yüzünü sadece bu tespit 18 bile göstermeye yeter kanımızca. Ancak dahası da var; çünkü bu toplanacak vergileri veremeyen halka yapılan türlü zulümler İngiliz Parlamento kayıtlarında ve yine Parlamento’nun iddialar üzerine görevlendirdiği araştırma komisyonunun raporlarında apaçık ortadadır. 1856 ve 1857’de İngiltere’de Avam Kamarası’ndaki oturumlarda parlamenterler tarafından dillendirilen iddialar sömürgeciliğin vahşi yüzünü göstermesi bakımından önemlidir: “...İlk olarak, elimizde, ‘gelir toplama amacıyla genel olarak işkencenin varlığına inandığını’ bildiren Madras’taki işkence komisyonunun raporu vardır.” “...Her yıl hemen hemen gelir borcunu ödemeyenlerin sayısına eşit miktarda insanın suç ithamı ile işkenceye tabi tutulduğundan kuşku duyulmaktadır.”(42) Hemen belirtelim ki; o dönemde kamu gelirlerinin toplanmasında zor kullanılmasını engelleyecek bir cezai müeyyide yoktu. Yukarıda atıf yapılan rapor Madras Başkanlığı için yazılmış olmakla beraber, D. Hindistan Yönetim Kurulu üyesi Lord Dalhouise, 1855 Eylül’ünde yönetim kurulu üyelerine: “Bütün İngiliz eyaletlerinde aşağı rütbeli memurlar tarafından bir ya da birkaç biçimde işkence uygulandığından kuşkusu kalmadığını” söylemiştir.(43) Bir yerlinin rapora yansıyan şikayeti ise şöyle: Yağmur yetersizliği yüzünden üretim düşük olduğu için -1837’de yapılan bir anlaşma uyarınca- vergi tahsildarına af talebinde bulunduk. Ancak büyük bir sertlikle ödenmeye zorlandık. Bizi güneş altında götürmek suretiyle görevli kişilere teslim ettiler. Orada çömelmeye zorlanıyorduk ve sırtımıza taşlar konuyor, kızgın kumların üzerinde tutuluyorduk. Saat 8’den sonra pirinç tarlalarımıza geri dönmemize izin veriliyordu. Üç ay boyunca bu kötü muamele devam etti. Dilekçe vermek istememize rağmen tahsildar bunu kabul etmedi. Bunun üzerine dilekçelerle Sessions mahkemesine başvurduk, mahkeme ise bunları tahsildara iletti. Daha sonra bize bir ihbar yapıldı, yirmi beş gün sonra malımız haczedildi ve ardından satıldı.(44) Yine bir yerli Hıristiyan, komisyon üyelerinin sorularını yanıtlarken şunları söylüyor: “Bir Avrupalı ya da yerli askeri birlik geçtiği zaman, bütün ryotlar bedelsiz olarak erzak vb. getirmeye zorlanmakta, eğer karşılığında ücret isterse ağır işkence görmektedir.(45) Sömürgeciliğin İki Yüzlülüğü Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğinde ilkesel bir tutuma hiçbir zaman sahip olunmadığı hakikatini olanca açıklığıyla görürüz. Daha önce savunuculuğunu yaptığı birçok değeri çiğnemiş; karşı olduğu birçok değeri de savunabilmiştir sömürgeciliğin vesile olduğu maddi refah uğruna. Bu konu hakkında Marx’ın bu satırlarının kâfî olduğu kanaatindeyiz: “1831’de Varşova düşünce, Rus Çarı Polonyalılara ait olan toprak üzerindeki mülkiyet hakkına el 19 koyduğu zaman İngiliz basını ve parlamentosu öfkeyle karşı çıkmıştı. 2 Aralık 1851’den sonra Louis Napoleon, Fransız medeni yasası uyarınca Louis Phillip’in tahta çıkışı ile kamu mallarına katılmış olması gereken ama yasal bir kaçamakla o akıbetten kaçmış olan Orleans ailesinin mallarına el koyduğu zaman; yine İngilizler öfkeyle ayağa kalkmış ve the London Times bu hareketle toplumsal düzenin temellerinin sarsıldığını ve sivil toplumun artık var olamayacağını ileri sürmüştü. Oysa İngiltere hemen hemen İrlanda büyüklüğünde bir krallığa el koymuştur. Mevcut uluslararası hukuk ihlal edilerek, Oudh eyaletinde toprak üzerindeki mülkiyet hakkına İngiliz hükümeti tarafından el koyulmuştur.”(46) Sömürgeciliğin Hindistan’a Yaptığı Etki Hindistan, pamuk mamullerinin üretiminde eski çağlardan beri dünyanın en önemli ülkelerindendi. Ancak İngilizler dokuma ipliği ve pamuklu mallarıyla istila etmişti Hindistan pazarını. Ayrıca Hindistan’ın kendi ürettiği mallar da artık İngiliz pazarına giremiyordu. (47) 1853 yılına ait bir veri de önemli ipuçları vermektedir. Doğu Hindistan Şirketi, tuzun üretim tekelini elinde bulunduruyordu. Ve halk, Büyük Britanya’nın zengin insanlarının tuza ödediğinin 30 ila 36 katı fazlasını ödemekteydi.(48) Hindistan’dan İngilizlerin elde ettiği kazanç hemen ülke dışına çıkarılıyordu. Hindistan’a geri dönüşü neredeyse hiç yoktu. Mesela bir yıla ait tablodaki veriler şöyledir: 19.800.000 sterlinlik brüt gelirden ancak 166.000 sterlin yollar, kanallar, köprüler ve öteki bayındırlık işlerine harcanmıştır. Ancak ilerleyen yıllarda Hindistan demiryollarıyla donatılmıştı. Tabii ki bu, Hindistan halkının refahı düşünülerek atılmış bir adım değildi. İngiliz manüfaktür oligarşisinin pamuk ve diğer hammaddeleri daha düşük maliyetlerle elde etmek istedikleri için yapılmıştı. Hindistan’daki İngiliz hükümetinin gelirlerinin yaklaşık yedide biri Çin’le yapılan afyon ticaretinden geliyordu. Hindistan’da İngiliz mallarına talep olabilmesi için de bu afyonun Hindistan’da üretilmesi gerekiyordu. Hindistan’da afyon üretimi için yerli halkı zorluyordu İngiliz hükümeti. 1856 yılı için bir sandık 250 rupiye mal oluyordu ve Kalküta müzayede pazarında bu sandık spekülatörler arasında 1.210 ile 1.600 rupi arasında bir fiyata satın alınıp Çin’e götürülüyordu. (49) Hindistan’daki sömürgeci zihniyetin Hindistan halkının huzuruna, refahına ve adalete ne kadar önem verdiğini anlamak için Marx’ın şu ifadesine kulak vermek lazım: “ Hindistan’da bir adam hiçbir işe yaramıyorsa, bir yargıç yaparak ondan kurtulmak en iyi iş sayılır gibi görünüyor.”(50) 20 İngilizler, ülkenin yönetimini kolaylaştırmak için yerli kesimden de insanlar yetiştirme ihtiyacı hissetmişlerdi. Mesela; İngiliz eğitim çavuşları tarafından örgütlenen ve eğitilen yerli ordu, Hindistan’ın kendi kendisini diğer güçlere karşı korumasının kaçınılmaz koşuluydu. Ek olarak; Kalküta’da öğrenim gören yerlilerden, hükümet etme gereklerine sahip ve Avrupa bilimini sindirmiş yeni bir sınıf doğmuştu. 21 6.Bölüm: ÇİN Çin’i, bir yarı-sömürge olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Çünkü ülke topraklarında siyasi, askeri bir hükümranlık hiçbir zaman kurulamamıştır. Bu özelliğiyle Hindistan örneğine göre farklılık arz eder. Çin’in sömürgeleştirilme tarihinde karşımıza hep aynı şey çıkar: Afyon. Öyle ki; Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, 19. yüzyılı anlatırken “Koca Çin’in afyonkeş yapıldığı yüzyıl” ifadesini kullanmıştır. Peki nedir bu afyon meselesinin aslı? Öncelikle bir hususu belirtmek durumundayız. İngilizler Çin’e afyonu ilk sokan millet değildir. İngiltere’nin Çin’e afyon ticaretine başlamadan önce sadece Portekizliler afyon sokuyordu imparatorluğa. Ancak İngilizler gibi gizli yollardan değil yasal olarak sokuluyordu ülkeye ve İngilizlerin ilerleyen yıllardaki ticaretiyle kıyaslandığında düşük seviyeli bir ticaretti bu. Sandık başına 3 dolarlık bir vergi alınıyordu ve yaklaşık 200 sandık getiriliyordu 18. yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar. İngilizlerinse 1800’de yaklaşık iki bin sandık afyon soktuklarını biliyoruz. Doğu Hindistan şirketi süreç içerisinde afyonun sadece ticaret safhasıyla yetinmedi ve üretim safhasına da el attı. Çin imparatoru halkının afyon bağımlılığı içinden çıkılmaz bir hal alınca ağır önlemler alsa da İngilizler bir şekilde bu kirli ticarete devam ettiler ve sonrasında zaten Afyon Savaşları yaşandı. 1820’de Çin’e kaçak olarak sokulan sandık sayısı 5.147’ye, 1821’de 7.000’e ve 1824’te 12.639’a yükselmiştir. Çin hükümetinin yerli afyon tüketicilerine ve tüccarlara karşı almış olduğu sert tedbirler fayda vermemiş ve 1834’te 21.785 sandığa yükselmiştir afyon ticareti. 1837’de ise 25.000.000 dolar değerinde 39.000 sandık afyon ülkeye başarıyla sokulmuştur.(51) Afyon kaçakçılığının bu kadar başarılı yapılmasında; bu ticarete göz yumarak büyük kazanımlar sağlayan memurların çok önemli bir katkısı oluyordu. Afyon ithalatının neden olduğu sürekli gümüş kaybı, hazinenin yanı sıra, Çin İmparatorluğu’nun para dolaşımını da bozmaya başlayınca Çinli devlet adamı Hsü Nai-şi, afyon ticaretini yasallaştırarak bundan para kazanmayı önerse de bu önerisi kabul edilmemiştir. Çin hükümeti 1837, 1838 ve 1839’da aldığı sert önlemler çerçevesinde ülkeye kaçak olarak sokulan afyona el koydu ve bunları imha etti. Alınan bu olağanüstü önlemler ilk İngiliz-Çin savaşının nedeni olmuştur. Savaş sonunda 1842’de Çin için ağır sonuçlar içeren Nanking Antlaşması yapıldı. Bu antlaşma sonucunda beş liman ticarete açıldı, Hong-Kong adası İngilizlere bırakıldı ve ağır bir tazminat ödenmesi kararlaştırıldı. İngilizlerin elde ettiği tekel hakkı için Marx şöyle diyor: “İngiliz serbest ticaretinin niteliğini ne zaman yakından incelersek, onun ‘serbestliğinin’ altında hemen hemen her zaman tekel buluruz.” (52) 22 1843 ve sonrasında bu kirli ticaret tam bir dokunulmazlığa sahip olmuş ve 1856’da 35.000.000 dolara yükselmiştir Çin’in ithalatı. Binlerce İngiliz ve Amerikan gemisi Çin’e geldi ve ülke kısa zamanda ucuz İngiliz ve Amerikan makine yapımı mallarına boğuldu. Çin ekonomisi el emeğine dayanıyordu ve ucuz İngiliz ve Amerikan mallarına karşı direnemeyip yenik düştü. Çin İmparatorluğu içinden çıkılmaz bir toplumsal bunalıma doğru sürüklenmişti. Vergiler artık ödenmiyordu, devlet iflasın eşiğine gelmişti, halk yoksullaşmıştı ve ayaklanmalar başlamıştı.(53) Afyon Ticaretinin Beklenmeyen Etkisi İlginçtir afyon ticaretinin şöyle bir etkisi olmuştur: Çinliler çay ve ipek satıyorlardı İngilizlere, karşılığında ise İngilizler afyon satıyorlardı. Ancak bu kirli ticaret dönüp dolaşıp İngilizlerin kendisini vurdu ilerleyen dönemde. Şöyle ki; savaşların sonunda imzalanan antlaşmalarla elde edilen serbest ticaret hakkının İngiliz ticaretini canlandıracağı düşünülüyordu. Ancak Çinliler aynı anda hem mamül mal hem de afyon alabilecek bir ticari güce sahip değillerdi. Böyle olunca bir seçim yapmak zorundaydılar. Ya mamül mal alacaklardı ya da afyon. Tabii ki afyon kullanmaya alışmış bir halkın seçeneklerden birisinin afyon olduğu bir durumda afyon dışındaki herhangi bir malı seçme ihtimali neredeyse sıfırdı. 28 Temmuz 1849 tarihli The Friend of China gazetesi bu durumu açıkça ortaya koymuştur: “Afyon ticareti durmadan gelişmektedir. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde daha büyük bir çay ve ipek tüketimi ancak yalnızca afyon ticaretinde bir artışla sonuçlanabilir; imalatçıların hiçbir umudu yoktur.” (54) Avam Kamarası’nın İngiltere ile Çin arasındaki ticari ilişkilerin durumunu incelemek üzere 1847’de kurdurduğu bir komisyonun raporunda da şöyle deniyor: “Üzülerek bildiririz ki; bu ülke ile ticaretimiz belirli bir süreden beri çok kötü durumdadır ve değişimimizin serbest bırakılması sonucu daha zengin bir pazara serbest girişimin doğuracağı durumun haklı beklentisi hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.”(55) Çin’de büyük bir Amerikan tüccarı olan Hunt’ın Ocak 1850’de Merchants’ Magazine dergisinde yayınlanan bir makalesinde, Çin ile ticaret sorunu tümüyle şu noktaya indirgenmiştir: “Ticaretin hangi kolu bastırılacaktır, afyon ticareti mi yoksa Amerikan ve İngiliz mallarının ihracatı mı?”(56) 23 7.Bölüm: DİRENİŞİN SEMBOLÜ Afrika Direnişinin Sembolü: Samori M. Ferro, Avrupalılara en kesintisiz biçimde karşı duranların, en az gelişmiş ve en az merkezîleşmiş devlet biçimleri olduğunu söylüyor. Samori'nin 19. yüzyılda Sudan'da kurduğu devlet bu tezinin en önemli örneklerindendir. Bu devlet, sıradışı bir kişilik gösteren bir bireyle toplumsal bir grubun, kaderleri İslam'ın yenilenmesine bağlı tüccar Dyulaların bir araya gelmesinden doğmuştur. Samori, bir savaş adamı olarak bir toplumun başına geçip başkaldırır ve yaklaşık 400.000 km2’lik bir alanı kendi imparatorluğu yapar. Samori'nin en becerikli olduğu şey ise zanaatkarlara ateşli silah üretimi yaptırtmak ve İslam dini üzerinden birliği sağlamaktı. Rastlantı sonucu Gallieni yönetimindeki Fransızlarla karşılaşmıştı. Gallieni ile birtakım antlaşmalar yaptıktan sonra İngilizlerle ittifak hazırlıklarına girişmişti. 1890'da, Fransız ilerlemesi karşısında eyaletlerinde baş gösteren ayaklanmalar sonucunda topraklarını yakma politikasına başvurmuş ve Avrupalılardan kaçmak için imparatorluğunu doğuya kaydırmıştı; bu da devletinin ne denli sağlam yapılara sahip olduğunun kanıtıydı. Fakat en sonunda 1898'de General Gournaud tarafından hapsedildi ve sürgünde öldü. Devleti de onunla beraber tarihten silindi. "Bir çete-başı tarih sahnesini on yedi yıl boyunca işgal etmişti. Samori, İslam savunucusu, kaynakları yetersiz, soğuk ve vahşi bir kişilik olarak tarih sahnesinde görünüp yok olmuştu. (57) 24 KAYNAKÇA (1) http://www.haber7.com/roportaj/haber/981461-beyaz-adam-geldiginde-somurgecilik-degeldi (2) Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.277 (3) Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.213 (4) Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.233 (5) Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.276 (6) Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.224 (7) Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.205-206 (8) Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s.96-97 (9) Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s.80 (10)Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s.90 (11)Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s.90 (12)Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s.92 (13)Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s.98-99 (14)Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s.100 (15)Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s.100 (16) Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s.106-107 (17)Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s. 148 (18)Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s. 90 (19)Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s.151-152 (20)Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s.153-155 (21)Sander, Oral Siyasi Tarih c.1, İmge, s.155-156 (22)http://www.dunyabulteni.net/servisler/haberYazdir/177835/haber (23)Fanon, Frantz Yeryüzünün Lanetlileri, Versus, s.21 (24)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.320-321 (25)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.188 (26)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.190-191 (27)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.192 (28)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.193 (29)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.194 (30)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.292 (31)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.289 (32)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.290-291 (33)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.237-238 (34)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.247-249 (35)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.252-253 (36)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.251 (37)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.252 (38)http://www.haber7.com/roportaj/haber/981461-beyaz-adam-geldiginde-somurgecilik-degeldi (39)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.91 25 (40)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.191-192 (41) Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.53 (42)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.181 (43)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.182 (44)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.183-184 (45)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.184 (46)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.204-205 (47)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.52 (48)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.84 (49)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.23 (50)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.66 (51)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.244 (52)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.247 (53)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.24-25 (54)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.240 (55)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.239 (56)Marx, Karl, Engels, Friedrich Sömürgecilik Üzerine, Sol, s.240 (57)Ferro, Marc Sömürgecilik Tarihi, İmge, s.324-325 26
© Copyright 2024 Paperzz