500 Ekim 2014 • Sayı 320 Çoğu Yok Olmuş Sokak Satıcıları

Çağdaş Türk Dili
Ankara Yazıları
Çoğu Yok Olmuş Sokak Satıcıları
Savaş Sönmez
1
965’e değin yaşadığım Hacıdoğan Mahallesi-Çerkeş Sokağı,
Saymakadın-Bahçelerüstü, Demirlibahçe-Güzeltepe Sokağı gibi o zamanın
ortahalli ailelerinin oturduğu semtlerde, gün boyunca türlü “seyyar sokak
satıcıları”nın ünlemelerini işitirdik.
Bunların içinde tarih itibariyle en eski
tanıdıklarım bozacı, dondurmacı, yoğurtçu
olmalı. Soğuk kış gecelerinde, her çeşit
bozayı satanın ille de “Akman’ın Boza”
çağrısına, yılda hiç değilse iki-üç kez yanıt verirdik. Bozacı bir elinde zorlanarak
taşıdığı bakır güğüm ya da ibrikten ½
ve 1 litrelik ölçeklerine doldurduğu bozayı, uzatılan kaba özenle doldururdu.
Bozayı evde bardaklara aktarıp, üzerine
biraz da toz tarçın serpiştirerek afiyetle
içerdik (bozanın sarı leblebi ile daha iyi
gittiğini henüz öğrenmemiştik). O zamanlar dondurma sadece yaz aylarında
satılır, biz çocuklar ilk dondurmacının
sokak başında görünmesini heyecanla
beklerdik. Dondurmacının, belli aralıklarla duraklamalarında, omuzluğunun
iki tarafına asılı ve çeperlerine soğutucu
500
Ekim 2014 • Sayı 320
niyetine ıslak havlular sarılmış dondurma kaplarını yere indirmesiyle de başına üşüşürdük. 5 kuruşluk sivri, 10 ve 25
kuruşluk silindirik külahlara elindeki
küçük mala-kaşık ile yerleştirdiği dondurmayı küçük yudumlarla yalamaya
başlar ve hiç bitmesin isterdik. Melodik
“Silivri Kaymaaak!” seslenmesi yoğurtçuya aitti. Yoğurtçu omuz askısının iki
tarafında sallanan tabla, sini ya da tepsi
diyebileceğimiz kaplardaki yoğurdu bir
tür mala ile kaymak istemiyorsanız kaymağı yana iteleyerek, verdiğiniz kaba
doldururdu. Yoğurdu tartmadan önce
de düzgün taş ya da mermer parçaları
ile verilen kabın darasını almayı asla ihmal etmezdi. Yoğurtçular, anımsadığım
ilk yıllarında yalnız yoğurt satarken,
sonraki yıllarda “mal çeşitlemesi”ne gidip, ayrı ibriklerde tahin ve pekmez ile
samanlı sepetler içinde “doğal” yumurta da satmaya başladılar.
O günlerde çoğunlukla “bakır” olan
mutfak sahan, kap, tencere, taslarının
zaman zaman kalaylanmaları gerekir,
bu sorunu da “Kalay yaparım / kap
Çağdaş Türk Dili
kalaylarım / kalayciiii” diye bağırarak
dolaşan kalaycı hallederdi. Hemen sonraki yıllarda Türk Halk müziği solistlerinden Yıldız Ayhan’ın seslendirdiği
“Vişneli kaymaklı dondurmam / Yok
mu tadına bakan / Mini mini hanımlara,
sevdalı beylere / Parasını almadan tattırmam” türküsüyle dondurmacı ve “Abe
ana niye verdin beni kalaycıya / Kap kalaylamıyor yama yamıyor” türküsüyle
fantezi müzik tarihindeki yerlerini de
aldılar.
“Bıçaklar bilerim, / Makaslar bilerim / Bileyci geldi” nidalarıyla dolaşan
bileyci, körelmeye başlayan keski aletlerinin doktoruydu. Kendisine verilen
bıçağı, makası, baltayı omuzundan indirdiği sehpasına yerleştirilmiş olan
“biley çarkı”na tutar ve bu düzeneğin
pedalına basarak çarkı, kıvılcımlar çıkara çıkara döndürürdü. Bu kıvılcımların
onun bir tarafını nasıl olup da yakmadığını, şaşkınlık içinde izlerdik. Daha çok
yaz aylarında, yine omzuna sıkıştırdığı
“yay”ı ve elindeki kocaman “topuz”u
ile “hallaççii” çıkagelir, yorgan ve yataklarımızın içindeki yünleri ya da pamukları, yere serili bir çarşaf üzerine serip,
yay ile tokmağın çıkardığı bir tür müzik
eşliğinde “atarak” kabartırdı. Sonbaharda, kışa hazırlık olarak “tahsis karneleri” ile alınan kışlık kok kömürlerinin,
daha çok ata arabaları ya da yeni türemeye başlayan kamyonetlerle evlerin
önüne yığılıp bırakıldığı günlerde, “Yok
mu odun, kömür kırdıran / Soba kurduran” seslenmesiyle gezinen odun, kömür
kırıcıların sayısı artar, hepten niteliksiz
olan bu işsizler, birkaç günlerini olsun
kurtarmaya çalışırlardı. Sakalar yani
su taşıyıcıları vardı, ilk tanıdığımda
omuzluklarına asılı iki tenekeyle, daha
sonra ise eşeğinin sırtındaki özel semere
oturttukları 4 ya da 6 teneke ile su taşıyan. Suyu küpe boşalttıktan sonra, giriş
kapısının çerçevesine tebeşirle bir çentik atarlardı getirdikleri teneke sayısını
simgeleyen. Aybaşlarında ise 5’li-10’lu
gruplar halinde kümeleştirilmiş olan
bu çizikleri hesaplayarak getirdikleri su
parasını alırlardı. Beline dolanmış özel
haznelerindeki bardaklara, sırtında güçlükle taşıdığı büyükçe bir pirinç sarnıcın
musluğundan limonata, vişne suyu, demirhindi dolduran, kirlenen bardakları
ise küçük ibriğindeki su ile temizleyen,
genellikle bembeyaz giysili ve beyaz
şapkalı şerbetçiler, sokak satıcılarının
belki de en renklileri idiler.
“Allı da güllü bu macun / Bebelere
bu macun” vb. maniler okuyarak dolaşan macuncu, keza kolundaki sepetiyle elma şekerci, koz, kâğıt, keten helva
camekânıyla koz helvacı, biz çocukların
vazgeçemediğimiz lezzetçilerdi. Tanesi
1 kuruş olan ve ipliklere bağlanmış olarak 10’lu kümeler halinde satılan (ama
gerektiğinde tek tek de verilen) “Halka” ile yine 5 kuruş olarak anımsadığım
“simit”leri satan simitçiler simitleri, ya
başlarında taşıdıkları tablalarda ya da
kollarında “T” biçimli bir tahtaya dizerek dolaştırırlardı. Macuncu, helvacı ve
simitçilerin, başlarına koydukları daire
biçimli bir kumaş parçası üzerinde bu
tezgâhlarını nasıl dengeledikleri bir başka hayret ve hayranlık konusuydu.
Tabakçı-bardakçılar vardı “seyyar zücaciyeci” de diyebileceğimiz. TaşıyabileEkim 2014 • Sayı 320
501
Çağdaş Türk Dili
cekleri kadar cam, porselen ve benzerini, boyunlarının iki yanına astıkları büyükçe ve oval sepetlere yerleştirirler, genellikle eski giysiler karşılığında “ayni
trampa” yaparlardı. Bu yöntem, cebinden para çıkarmadan evdeki eskileri
savuşturan alıcıların pek işine gelirdi!
İzleyebildiğim yıllar boyunca değişim
için kendilerine verilen bakırları önce
alüminyuma, daha sonra da melamin
ve plastiğe dönüştürerek, zücaciyenin
bence şanssız evrimine imza da attılar.
Keza eskiciler de gözden çıkarılmış giysi başta olmak üzere diğer ev eşyalarını
nakit para karşılığında ucuza kapatma
peşindeydiler.
Akşamüstleri Ulus’ta, bulvarda ve
Anafartalar ile Posta Caddesinde, akşam
gazeteleri satmaya başlayan “gasteciler”
görünmeye başlardı. Günün son haberlerini veren ve günlüklere göre daha
ucuz olan bu gazeteleri genellikle küçük
çocuklar koşa koşa ve “Gastee! Akşam
502
Ekim 2014 • Sayı 320
postası” diye bağırarak satarlardı. İstendiğinde, kollarına kıstırdıkları mavi kalıp kartonlarının içinden gazeteyi adeta
kılıç çeker gibi çekerek hışırtıyla uzatır,
parayı aldıklarında hiç zaman yitirmeden koşularını sürdürürlerdi. Benzer
bir iş yapan notacılar vardı bir de, daha
çok bir şarkı ya da türkünün sözleri ile
notasından oluşan, küçük boyutlardaki
bir-iki sayfalık “risale”yi dağıtan. Kimilerinin, sözlerini sattığı türkü-şarkıyı
mırıldandıkları da olurdu.
Bu satıcıların çoğunun yok olması
kadar, onları gören, bilenlerin çoğunluğunun da yok olduğunun ayırdında mıyız? Acaba diyorum, kanımca ne denli
çirkin ve başarısız iseler de nesnel ve
bilimsel değerlendirmesini yine de mimarlara bıraktığım Hamamönü, Bentderesi, Güvercin Sokağı, Kale ve Hisar
gibi dönüşüm(!) yöreleri ile hele o iç sızlatan görünümlü Suluhan’da; bunlar ve
benzeri “seyyar” sokak satıcıları, “yerleşik” düzende ve de “örnek” olarak yaşatılamaz mı?
AÇIKLAMA: Geçen sayıda yayımlanan yazımı ÇTD’ye verdiğim tarihte
açık olan Tunalı Flamingo pastanesinin
1 Eylül 2014’te kapandığını, böylece
Ankara’nın efsane markalarından birinin daha tarihe dönüştüğünü üzülerek
öğrenmiş bulunuyorum. Dileğim Selanik Flamingonun, bu saygın ada ve değerlere sahip çıkarak varlığını sürdürmesi. Savaş Sönmez