Çağdaş Türk Dili Ankara Yazıları Çoğu Yok Olmuş Sokak Satıcıları Savaş Sönmez 1 965’e değin yaşadığım Hacıdoğan Mahallesi-Çerkeş Sokağı, Saymakadın-Bahçelerüstü, Demirlibahçe-Güzeltepe Sokağı gibi o zamanın ortahalli ailelerinin oturduğu semtlerde, gün boyunca türlü “seyyar sokak satıcıları”nın ünlemelerini işitirdik. Bunların içinde tarih itibariyle en eski tanıdıklarım bozacı, dondurmacı, yoğurtçu olmalı. Soğuk kış gecelerinde, her çeşit bozayı satanın ille de “Akman’ın Boza” çağrısına, yılda hiç değilse iki-üç kez yanıt verirdik. Bozacı bir elinde zorlanarak taşıdığı bakır güğüm ya da ibrikten ½ ve 1 litrelik ölçeklerine doldurduğu bozayı, uzatılan kaba özenle doldururdu. Bozayı evde bardaklara aktarıp, üzerine biraz da toz tarçın serpiştirerek afiyetle içerdik (bozanın sarı leblebi ile daha iyi gittiğini henüz öğrenmemiştik). O zamanlar dondurma sadece yaz aylarında satılır, biz çocuklar ilk dondurmacının sokak başında görünmesini heyecanla beklerdik. Dondurmacının, belli aralıklarla duraklamalarında, omuzluğunun iki tarafına asılı ve çeperlerine soğutucu 500 Ekim 2014 • Sayı 320 niyetine ıslak havlular sarılmış dondurma kaplarını yere indirmesiyle de başına üşüşürdük. 5 kuruşluk sivri, 10 ve 25 kuruşluk silindirik külahlara elindeki küçük mala-kaşık ile yerleştirdiği dondurmayı küçük yudumlarla yalamaya başlar ve hiç bitmesin isterdik. Melodik “Silivri Kaymaaak!” seslenmesi yoğurtçuya aitti. Yoğurtçu omuz askısının iki tarafında sallanan tabla, sini ya da tepsi diyebileceğimiz kaplardaki yoğurdu bir tür mala ile kaymak istemiyorsanız kaymağı yana iteleyerek, verdiğiniz kaba doldururdu. Yoğurdu tartmadan önce de düzgün taş ya da mermer parçaları ile verilen kabın darasını almayı asla ihmal etmezdi. Yoğurtçular, anımsadığım ilk yıllarında yalnız yoğurt satarken, sonraki yıllarda “mal çeşitlemesi”ne gidip, ayrı ibriklerde tahin ve pekmez ile samanlı sepetler içinde “doğal” yumurta da satmaya başladılar. O günlerde çoğunlukla “bakır” olan mutfak sahan, kap, tencere, taslarının zaman zaman kalaylanmaları gerekir, bu sorunu da “Kalay yaparım / kap Çağdaş Türk Dili kalaylarım / kalayciiii” diye bağırarak dolaşan kalaycı hallederdi. Hemen sonraki yıllarda Türk Halk müziği solistlerinden Yıldız Ayhan’ın seslendirdiği “Vişneli kaymaklı dondurmam / Yok mu tadına bakan / Mini mini hanımlara, sevdalı beylere / Parasını almadan tattırmam” türküsüyle dondurmacı ve “Abe ana niye verdin beni kalaycıya / Kap kalaylamıyor yama yamıyor” türküsüyle fantezi müzik tarihindeki yerlerini de aldılar. “Bıçaklar bilerim, / Makaslar bilerim / Bileyci geldi” nidalarıyla dolaşan bileyci, körelmeye başlayan keski aletlerinin doktoruydu. Kendisine verilen bıçağı, makası, baltayı omuzundan indirdiği sehpasına yerleştirilmiş olan “biley çarkı”na tutar ve bu düzeneğin pedalına basarak çarkı, kıvılcımlar çıkara çıkara döndürürdü. Bu kıvılcımların onun bir tarafını nasıl olup da yakmadığını, şaşkınlık içinde izlerdik. Daha çok yaz aylarında, yine omzuna sıkıştırdığı “yay”ı ve elindeki kocaman “topuz”u ile “hallaççii” çıkagelir, yorgan ve yataklarımızın içindeki yünleri ya da pamukları, yere serili bir çarşaf üzerine serip, yay ile tokmağın çıkardığı bir tür müzik eşliğinde “atarak” kabartırdı. Sonbaharda, kışa hazırlık olarak “tahsis karneleri” ile alınan kışlık kok kömürlerinin, daha çok ata arabaları ya da yeni türemeye başlayan kamyonetlerle evlerin önüne yığılıp bırakıldığı günlerde, “Yok mu odun, kömür kırdıran / Soba kurduran” seslenmesiyle gezinen odun, kömür kırıcıların sayısı artar, hepten niteliksiz olan bu işsizler, birkaç günlerini olsun kurtarmaya çalışırlardı. Sakalar yani su taşıyıcıları vardı, ilk tanıdığımda omuzluklarına asılı iki tenekeyle, daha sonra ise eşeğinin sırtındaki özel semere oturttukları 4 ya da 6 teneke ile su taşıyan. Suyu küpe boşalttıktan sonra, giriş kapısının çerçevesine tebeşirle bir çentik atarlardı getirdikleri teneke sayısını simgeleyen. Aybaşlarında ise 5’li-10’lu gruplar halinde kümeleştirilmiş olan bu çizikleri hesaplayarak getirdikleri su parasını alırlardı. Beline dolanmış özel haznelerindeki bardaklara, sırtında güçlükle taşıdığı büyükçe bir pirinç sarnıcın musluğundan limonata, vişne suyu, demirhindi dolduran, kirlenen bardakları ise küçük ibriğindeki su ile temizleyen, genellikle bembeyaz giysili ve beyaz şapkalı şerbetçiler, sokak satıcılarının belki de en renklileri idiler. “Allı da güllü bu macun / Bebelere bu macun” vb. maniler okuyarak dolaşan macuncu, keza kolundaki sepetiyle elma şekerci, koz, kâğıt, keten helva camekânıyla koz helvacı, biz çocukların vazgeçemediğimiz lezzetçilerdi. Tanesi 1 kuruş olan ve ipliklere bağlanmış olarak 10’lu kümeler halinde satılan (ama gerektiğinde tek tek de verilen) “Halka” ile yine 5 kuruş olarak anımsadığım “simit”leri satan simitçiler simitleri, ya başlarında taşıdıkları tablalarda ya da kollarında “T” biçimli bir tahtaya dizerek dolaştırırlardı. Macuncu, helvacı ve simitçilerin, başlarına koydukları daire biçimli bir kumaş parçası üzerinde bu tezgâhlarını nasıl dengeledikleri bir başka hayret ve hayranlık konusuydu. Tabakçı-bardakçılar vardı “seyyar zücaciyeci” de diyebileceğimiz. TaşıyabileEkim 2014 • Sayı 320 501 Çağdaş Türk Dili cekleri kadar cam, porselen ve benzerini, boyunlarının iki yanına astıkları büyükçe ve oval sepetlere yerleştirirler, genellikle eski giysiler karşılığında “ayni trampa” yaparlardı. Bu yöntem, cebinden para çıkarmadan evdeki eskileri savuşturan alıcıların pek işine gelirdi! İzleyebildiğim yıllar boyunca değişim için kendilerine verilen bakırları önce alüminyuma, daha sonra da melamin ve plastiğe dönüştürerek, zücaciyenin bence şanssız evrimine imza da attılar. Keza eskiciler de gözden çıkarılmış giysi başta olmak üzere diğer ev eşyalarını nakit para karşılığında ucuza kapatma peşindeydiler. Akşamüstleri Ulus’ta, bulvarda ve Anafartalar ile Posta Caddesinde, akşam gazeteleri satmaya başlayan “gasteciler” görünmeye başlardı. Günün son haberlerini veren ve günlüklere göre daha ucuz olan bu gazeteleri genellikle küçük çocuklar koşa koşa ve “Gastee! Akşam 502 Ekim 2014 • Sayı 320 postası” diye bağırarak satarlardı. İstendiğinde, kollarına kıstırdıkları mavi kalıp kartonlarının içinden gazeteyi adeta kılıç çeker gibi çekerek hışırtıyla uzatır, parayı aldıklarında hiç zaman yitirmeden koşularını sürdürürlerdi. Benzer bir iş yapan notacılar vardı bir de, daha çok bir şarkı ya da türkünün sözleri ile notasından oluşan, küçük boyutlardaki bir-iki sayfalık “risale”yi dağıtan. Kimilerinin, sözlerini sattığı türkü-şarkıyı mırıldandıkları da olurdu. Bu satıcıların çoğunun yok olması kadar, onları gören, bilenlerin çoğunluğunun da yok olduğunun ayırdında mıyız? Acaba diyorum, kanımca ne denli çirkin ve başarısız iseler de nesnel ve bilimsel değerlendirmesini yine de mimarlara bıraktığım Hamamönü, Bentderesi, Güvercin Sokağı, Kale ve Hisar gibi dönüşüm(!) yöreleri ile hele o iç sızlatan görünümlü Suluhan’da; bunlar ve benzeri “seyyar” sokak satıcıları, “yerleşik” düzende ve de “örnek” olarak yaşatılamaz mı? AÇIKLAMA: Geçen sayıda yayımlanan yazımı ÇTD’ye verdiğim tarihte açık olan Tunalı Flamingo pastanesinin 1 Eylül 2014’te kapandığını, böylece Ankara’nın efsane markalarından birinin daha tarihe dönüştüğünü üzülerek öğrenmiş bulunuyorum. Dileğim Selanik Flamingonun, bu saygın ada ve değerlere sahip çıkarak varlığını sürdürmesi. Savaş Sönmez
© Copyright 2024 Paperzz