ARCHITEXT NIKOS A. SALINGAROS ediyor olduğu pek fazla bilinmemektedir (Alexander, 2001-2005). Birçok yazar mimari tasarım pratiğindeki yanlış bilgilenmenin kök salmasında oldukça etkili olan, insanların ve onların inşa ettiği çevrenin zarar görmesine yol açan çağımızın tasarım anlayışında grup düşüncesinin etkin bir unsur olduğuna inanıyor. Bilişsel Uyumsuzluk ve Uyumsuz Mimari: Doğruları Yadsımak için Yedi Taktik Giriş Günümüzün tüketici toplumları, katlanarak büyüyen ve bu nedenle karşılanması imkânsız ihtiyaçlar yüzünden çöküşe mi sürüklenmektedir? Son yıllarda, hem endüstrileşmiş hem de henüz gelişmekte olan ülkelerin maddi uğraşlarının yerküre ve biyosfer üzerindeki yıkıcı etkisinin farkına vardık. Yine de, doğal kaynakların ve enerjinin ziyan edilmesi, biyosferdeki çeşitliliği yitirme pahasına tarım alanlarının genişletilmesi vb. süreçlerin yol açacağı felaketi önleyecek değişikliklere bizi zorlayan, çok sayıda iyi tasarlanmış ve akılcı iddia ortadayken, insanoğlunda hâlâ akıl ve mantıktan yoksun bir ataletin hakim olduğunu görmek hayal kırıcıdır (Max-Neef, 2010; Wilson, 2006). Şaşırtıcı olan şu ki, bu yeni bir olgu değil; varlığını sürdürme biçiminin bir uzantısı olarak bizi grup davranışına uymaya mecbur kılan şey, insan doğasının bir parçasıdır. Bir sosyal grup üzerinde gerçek bir tehdit olması durumunda bu tarz bir uyumluluğun avantajları vardır: Orada bekleyip, tehlikenin sizi hedef alıp almadığını anlamaya çalışmaktansa, sıvışmak yeğdir. Burada sorun, böylesi bir sürü davranışının bizi kalıplaşmış düşünce biçimlerine takılıp kalmaya yönlendirerek daha iyi seçenekler benimsemekten alıkoyması ve bizim için en iyisi olabilecek şeyin aksine sonuç vermesidir. Doxa 11, Ocak 2014 İnsan kaynaklı küresel felaket konusuna gelince, bilimin akılcı tespitlerini gözardı ediyor, etrafımıza bakıp komşularımızın pek de umurlarında olmadığını görüyor ve kendimizi rahatlatıyoruz. İnsanların, temeli sağlam ve zekice tasarlanmış bir düşüncenin mantığını değil de grup düşüncesini izlemeyi seçtiği sayısız örnek vardır. Dahası, tarih insanlardaki bu genel eğilimden yararlanılarak, onların hiçbir anlamı olmayan şeyler yapmaya yönlendirildiği ve baskı altına alındığı olaylarla doludur. Toplum akıldışı ideolojileri destekler ve tartışmalara karşı dirençli bir tavır sergiler çünkü insanlar, akla ve mantığa uygun kanıtlarla karşılaşsalar da, grup inanışlarını korur ve değiştirmezler. Bu tespit, örneğin, günümüzün uyumsuz mimari ve kentsel tipolojileri bağlamında da aynen geçerlidir. Bunun, bir şeyi asla sorgulamadan, sadece alışkanlıktan ötürü yinelemek gibi basit bir nedeni vardır. Diğer bir neden de, tıpkı küçük bir ünlü mimar grubunun tasarladığı az çok birbirine benzer uyumsuz tarzda yapıların özendirilmesi örneğinde görüldüğü gibi, modayı izleme tavrıdır (Salingaros, 2008). Küresel çapta yaygınlaşmış olan tüketimcilik cehalet ve yanlış bilgilenme üzerinde yükselirken, diğer yandan kentlerimizi tasarlama ve inşa yöntemlerimizin insanca sürdürülebilir ve korunabilir mimari ve kentsel yapılanma pratiğine aykırı düşüyor, ilkeleri ihlal 100 Bu makale mimarlıkla olduğundan daha çok genel insan doğası ile ilgilidir. Siyaset bilimi ve psikoloji alanlarında elde edilmiş bazı bulguları özetlerken, grup düşüncesi ve akılcılığa direnç gösterme özelliklerinin evrimsel uyum sürecinin bir parçası olduğunu ileri sürmektedir. Hal böyle iken, ilkel kabile düzeninde bir avantaj olan bu özellikler şimdi bizim soyumuzun tükenmesine yol açacak gibi görünüyor. İnsanları grup düşüncesine katılmaya teşvik eden, akıldışı ve yanlış fikirleri benimsemeye iten zihinsel mekanizmalar vardır. İnsanların grup düşüncesi koşullarında gösterdikleri içgüdüsel tepkiler, eğitime ve akılcı tartışmalara karşı mücadelede kullandıkları teknikler haline gelmektedir. Bunlar, yanlış inançlarını gözden geçirmekten kaçınan aklı başında ve zeki insanların başvurduğu araçlardır. Toplumda daha iyiye doğru bir dönüşümü isteyen bir kişi bu mekanizmaları anlamak zorundadır. Bir kişi, birbiriyle çelişen ve bağdaştırılamaz iki düşünce ile yüz yüze kaldığı zaman “bilişsel uyumsuzluk” ortaya çıkar (Tavris & Aronson, 2007). Bu durum kişide duygusal bir gerilim ve endişe doğurur, duyu kaybına ve eylemsizliğe yol açar çünkü zihindeki karar mekanizması bu çelişkiyi çözüp seçilmesi gereken uygun bir yolda karar kılamaz. Bunun çok tehlikeli bir durum olduğu açıktır ve insanın böyle bir kararsızlık durumunda (tıpkı bir bilgisayar programının donup kalması gibi) kilitlenip kalmaktan kaçınması gerekir. Böyle çelişkilerin ortaya çıktığı alanlar genellikle diğer kişilerin karşıt fikirlere sahip oldukları toplumsal alanlardır. Eğer bir kişi kendi kendine bir karar verecekse, kafasındaki uzlaşmayan fikirler arasında çoğu zaman daha az çatışma olur. Bu grup düşüncesi mekanizması biyolojik/toplumsal evrimin birlikteliği içinde yaygınlaşmıştır. Doğanın bize, içinde yer aldığımız grubun çoğunluğunun inancına uygun bir kararı benimsememiz için uygun zemin hazırladığı açıktır (Richerson & Boyd, 2005). Uyum sağlamaya karşı konulamaz yatkınlık, akılcı davranışa da, ahlaki kısıtlamalara da kolaylıkla baskın çıkar. Normal insanların, kendi duyum organlarıyla algıladıklarını yok sayıp, sadece grup tarafından kabul görmüş olduğu için yanlış bir bilgiye güvendikleri defalarca kanıtlanmış bir olgudur. Bu makalede gözden geçirilen laboratuvar deneylerinde insanlar doğrudan kendi algıladıklarını terketmeye ve grup düşüncesinin (kasıtlı olarak yanlış) kabullerini benimsemeye yönlendirilmişlerdir. Bu deneylerden birinde, normal kişilikli öğrenciler sadist gardiyanlara dönüştürülmüştür (Stanford Cezaevi deneyi). Bu fikirden çıkarılan sonuçlar Thomas Kuhn’un bilimde paradigma değişikliklerini inceleyen eseriyle birlikte değerlendirilerek genişletildiği zaman, o paradigma değişiklikleri de grup görüşünde ani değişiklik olarak aynı kapsamda değerlendirilebilir. Dolayısıyla, rasyonel düşünceye, akıl ve zekâya dayalı davranış beklenen bilim alanında bile, yeni teorilerin benimsenmesi aynı derecede sorunlu olmakta ve tıpkı sıradan toplum katmanlarında görüldüğü gibi grup uyumluluğu tarafından sekteye uğratılmaktadır. Tabii ki, bu inatçı ve asla düzelmek bilmeyen davranışlar tarih boyunca kayda geçmiştir – bunların neden oldukları hatalı uygulamaların sürdürülmesinde hiçbir etkisi olmasa da. Felsefeciler insanoğlunun rasyonel olmadığını, gerçeklikten soyutlama yaparken onu muğlaklaştırdığımızı uzun bir zamandır biliyorlar. Friedrich Nietzsche üstün sezgisiyle ve alaycı bir tarzda şu gözlemi yapar: “İnsanlar herhangi bir şeyin doğruluğuna, başkalarının da güçlü bir biçimde inandığını gördükleri sürece inanırlar” (Friedman, 2003). Sonuç olarak bunlar, çoğunluğun kanaatinin kanıtlanabilir doğrulara daha baskın çıktığı anlamında, o eski “güçlü olan haklıdır” sözünün geçerliliğini gösterir. Daha da şaşırtıcı olan, insanların grup görüşüne, yanlış bilgilenme temelinde geliştirilmiş olsa bile, uyum sağlamaya genetik olarak yatkın olmalarıdır. Dolayısıyla, çoğunluğun egemenliği üzerine kurulu bir sistemde bunu eğitim yoluyla değiştirme gayretinin başarıya ulaşma şansı yoktur çünkü toplumsal yapı düşünsel uyumluluğu garanti altına almaktadır. Grup inanışına uyum sağlamak Solomon Asch (Asch, 2003; 2004), bir kişinin, akranlarının baskısı nedeniyle, kendi algılarına güvenmemeye ve bunun yerine yanlış bir inanışı benimsemeye hazır olduğunu bir dizi klasik deneyle göstermiştir. Deneylerden birinde denekler taraflı bir grup görüşüyle tutarlı bir biçimde yanıltılırlar 101 ve bir çizginin diğerine göre uzunluğunu daima yanlış bildirirler. İnsanlar, her ne olursa olsun, çoğunluğun görüşünü benimserler. Grup inanışına uyum, kişinin kendi duyum organlarından güçlüdür. Tabii, bu deneylerde grubun diğer üyeleri özellikle seçilmiş ve denekleri kasten yanıltmaları istenmiştir, ama deneklerin uzunluklarını karşılaştırmaları istenen çizgiler arasındaki fark herkesin rahatlıkla görebileceği kadar açıktır. Stanley Milgram bu uyum sağlama etkisini doğrulayan farklı deneyler gerçekleştirmiş (Milgram, 1961) ve ardından, daha da geliştirilmiş bir kurgu ile bu ilk bulguların kapsamı genişletilmiştir (Berns vd., 2005). Sözde anketçilerin birtakım düzmece sorulara gayet açık ve net yanıtlar almaları, otorite algısı ve uyum baskısının yanılgıları nasıl geçerli kıldığını göstermiştir. Öğrenciler hayali yerlerle, olmayan yasa maddeleriyle, varolmayan siyasetçilerle ilgili soruları seve seve cevaplandırmışlar; hatta, o hayali yerlerin yolunu tarif ettikleri bile olmuştur (Prasad vd., 2009). Soruları cevaplandıran kişiler, varsayılan bir otoritenin soru sorma eylemini (bu sözde anketçiler yasal bir iş yaptıklarından kuşku duyulmamasını sağlayacak her şeyi hazırlamışlardır) yanlış algılamışlar ve o otoriteyi sorgulandıkları konuların gerçekten varolduğuna kanıt olarak değerlendirmişler. Bunlar, daha da ileri giderek, konulardan habersiz kalmış duruma düşmemek ve dolayısıyla herkesin paylaştığı bilgilere sahip olmadıklarından “grup” dışı görünmemek için, hayal ürünü açıklamalar uydurmuşlar. Bir başka araştırmada, yetişkin kişilerin öğrencilik yıllarında deri üzerinde yaptıkları bir tıbbi deneyle ilgili bazı ayrıntıları hatırlamaları istenmiş (Mazzoni & Memon, 2003). Böyle bir deney asla gerçekleşmemiş olduğu halde, denekler bu hayali deneyle ilgili ayrıntılı ve inandırıcı anılar uydurmuşlar. Uyum sağlayıcı davranışa bir örnek olarak, her ne kadar bu bir inanış olmasa da, hemen herkesin televizyon programlarında gösterilere eklenen kaydedilmiş kahkaha seslerinden nasıl etkilendiğini hatırlayalım. Grup davranışına uyumu tetikleyen bu efekt herkes tarafından küçümsenir ama yine de her yerde kullanılır. Israrla kullanılmasının nedeni, bu efektin bulaşıcı olduğunun psikolojik araştırmalarla kanıtlanmış olmasıdır (Cialdini, 1993). Bu kahkaha efekti hem yapmacık olduğu açık hem de aptalca olduğu halde izleyiciler bundan etkilenmekten kendilerini alamamaktadırlar. Seyircilerin manipülasyonu açısından, mizahi olay ne kadar kötü (yani zekâ ürünü olmayan, basit ve sıradan) ise kahkaha efektinin o kadar çok işe yaradığı görülmüştür. Dolayısıyla, yönetmenin ve oyuncunun, icra ettikleri yapıta kahkaha efekti eklenmemesi taleplerine rağmen televizyon programı yapımcıları, âdet olduğu üzere, onların bu taleplerine kulak asmazlar. Sadece duyguların değil, toplumsal alışkanlıkların ve hatta fizyolojik karakteristiklerin bile bulaşıcı bir doğası olduğu artık kabul görmektedir (Christakis & Fowler, 2009). Boyd ve Richerson grup düşüncesi ve “ideolojik uyum” biçimlerinin ilkel toplumların oluşumunda çok yararlı olduğunu ileri sürerler (Richerson & Boyd, 2005). Toplumun eğitilmesinde konformist aktarım, doğal seçilim sürecinde özellikle tercih edilir. Varolan bir inanış yanlış olsa bile, ortak bir karara varabilmek için gereken süre içinde grubun yaşamını sürdürebilmesi bakımından onu birarada tutmaya yarıyorsa, bu daha önemlidir ve dolayısıyla uyumun, yaşam mücadelesinde çok güçlü tek etmen olduğu kabul edilir. Bunun aksine, çelişen fikirlerin etrafında gelişen grup içi sürtüşmeler grup içi dayanışmayı zayıflatır ve varlık amacını belirsizleştirir. Bir kararsızlık durumu, acil durumlarda ve rakip gruplarla mücadele söz konusu olduğunda kısa vadeli kararlar almayı gerektirdiğinden, grup için bir zaaf olarak kendini gösterir. Düşman kentin kapılarına dayandığında, halk daha fazla dayanışma halinde olsaydı önlenmesi mümkün olan işgalin iç çekişmeler nedeniyle önlenemediği örnekler bulmak için tarihte çok gerilere gitmemiz gerekmez. İdeolojik uyum, işgalci bir orduya karşı veya aynı yaşam alanı ya da kaynaklar için mücadele eden rakip bir kabileyle savaşmak gerektiğinde kesinlikle iyidir. Oysa, nüfusu az olan ilk uygarlıklarda bile, yanlış bilgilerin benimsenmesi, arkeolojik kayıtlara baktığımızda gördüğümüz gibi, sonunda toplumu yok oluşa götürür. Toplumlar, bağımlı oldukları doğal çevreyle ilgili yanlış inançlara kapılmaları sonucu, ormanları yok etme ve tarım alanlarını çıplak bırakma, verimli topraklarını erozyona terketme, ellerindeki yegâne su kaynağını kirletme vb. nedenlerle kendilerini yıkıma sürüklemişlerdir (Diamond, 2005). Bütün bu eksiklikler, hızlı karar almayı gerektiren anlık durumlardan çok daha uzun bir zaman kesitinde etkisini gösterir. Yok 102 olmaya doğru giden bu toplumlarda, aykırı seslerden herhangi birinden gelen daha akılcı çözümler ve uygulama önerileri olup olmadığı konusunda hiçbir bilgimiz yoktur. Bu toplumlar, sonuna kadar grup düşüncesine bağlı kaldıkları için kendi kendilerini yok etmişlerdir (Diamond, 2005). Kontrolü elinde tutan grup ne derse, doğru odur George Orwell’in vardığı orijinal ve dehşet verici sonuca göre, toplum grup düşüncesini destekler ve böylece insanları yanlış bilgileri doğru olarak kabul etmeye zorlar (Orwell, 1949). Bir fikrin veya bir fikirler bütününün doğrulanmasının, bunların çoğunluk tarafından kabul görüp görmediğine bağlı olması, demokratik yönetime aldatıcı bir koşutluk gösterir. Aslında Orwell bir totaliter rejimi tarif etmektedir fakat biz şimdi biliyoruz ki, bu uyum mekanizması demokratik bir topluma da rahatlıkla uyar. Çoğunluk yanlış bilgiyi bir kez benimsedikten sonra, toplum bilincinde bunu düzeltmek neredeyse imkânsızdır. Eğitim düzeyi yüksek bir demokraside bile bir insan, toplumun ona sunduğu nimetlerden yararlanmayı sürdürebilmek için doğal olarak çoğunluğun görüşünü kabul etmeyi yeğler – asıl doğru olan her ne olursa olsun. Çağımız, kitlesel manipülasyon çağı olarak karakterize edilebilir; bizi inandırmaya çalıştıkları, çağdaş toplumlarda ilerleme dedikleri şeyin tam karşıtıdır bu. Richard Hames’in ifade ettiği gibi, “kesinliğin yitirilmesiyle ve kusurlu varsayımların, sorgulanabilir amaçların beşiğinde doğmuş büyümüş olsa da çok ender olarak sorguladığımız sistemlerin iflas etmesiyle karakterize edilen bir çağda” yaşıyoruz. “Paylaşılan bir uygarlık ruhuna biçim veren, farklı farklı kültürlerde ve nesiller boyu kökleşmiş bu talihsiz toplumsal âdet ve alışkanlıkların çoğu büyük yalanlardır… Fakat, herkesi galeyana getiren söylentilerin, yalanların, batıl inanışların kutsal inançlar olarak pazarlandığı ve bu gibi masalların gerçek olgulara dayanan doğrulardan daha çok müşteri bulduğu bir siyasi ve kültürel atmosferde, biz ne yapabiliriz ki?” (Hames, 2011). Nigel Thrift’in söyledikleriyle devam edersek: “Olmayan bir tanrıyı yüceltmeyi hedeflemiş hummalı bir faaliyet sürdürülmekte… törenler ve ayinlerle gerçekliği yeniden inşa etmek için medyayı kullanarak” (Thrift, 2009, s. 19). Demokrasilerde, birincil hedefi belli bir ürünü tüketmeleri için insanları yanıltmak olan reklam endüstrisi iyi gelişip serpilir. Yaygın bir biçimde reklamı yapılan ürünlerin bir kısmı tanıtımında ileri sürüldüğü gibi işe yarar olsa da, bunların büyük bir bölümü ya oldukça değersiz ya da gerçekten zararlı şeylerdir. Küresel tüketimci sistem, yararlı olduğu kuşkulu çok sayıda ürünü destekler, daha değerli yerel ürünlerin yerine geçmesini sağlar ve bu haksız rekabet (küresel şirketler güçlü bir ekonomik yapıya bağlı oldukları için) bölgesel endüstrileri öldürür. Özellikle bu makalenin ilgi alanına giren örnekler – sürdürülemez tüketimcilik ve onun küresel çapta yaygınlaşmış uyumsuz mimarisi – küresel medyanın devasa gücünü sonuna kadar kullanarak desteklenir. Bunlar, küresel çapta endüstrileşme için hayati önemi olan endüstrilerdir (bütün örnekler sadece bunlar değildir elbette). İnsanların yanlış bilgileri doğru olarak benimsemesinde etkili olan, birbirleriyle ilintili iki mekanizma vardır: çoğunluğun inancına pasif uyum; ve bariz bir hatanın, sınırlarını genişletmeye çalışan otoriter bir sistem tarafından desteklenmesi. Uyum sağlamanın içgüdüsel mekanizması görünürde zararsızdır ve insan iradesine boyun eğmeyen bir özellik taşır. Pasif uyum, insanın doğasından gelen basit bir mekanizmadır. Otoriter sistemlerin yararlandığı, yanlış bilgileri maksatlı olarak yaymak için kullanılan propaganda ve şartlandırma araçlarının incelenmesi ise ayrı bir araştırma konusudur (Hoffer, 1951; Salingaros, 2008). Bireyler, bir grup insan üzerinde kontrol sağlamak amacıyla, irrasyonel inançları desteklerler. Çeşitli mezheplerde, tehlikeli tarikatlarda, aşırı uçlardaki siyasi hareketlerde vb. bunun örneklerine rastlanır. Her ne kadar reklam endüstrisi, iktidara gelen ve gücü elinde tutan totaliter bir rejimle kıyaslandığında zararsız gibi görünse de, şişkoburgerleri, içine sentetik fruktoz basılmış meşrubatları satmak için aynı ikna tekniklerinden yararlanmaktadır. Gaddarlık sahneleri II. Dünya Savaşı sonrası Stanley Milgram, hazırladığı deneylerle, savaş sırasında yaşanan vahşeti izah etmek için psikolojik bir temel keşfetmeye çalışmıştır. Araştırmacılar bu deneylerde sıradan, aklı ve zekâsı yerinde insanları, kendilerine emredildiği zaman çok kötü şeyler yapıp 103 yapamayacaklarını görmek için, tereddütlü durumlara sokarlar. Sonuçlar korkutucudur: Evet, tamamen normal insanlar canavarlara dönüştürülebilir. Bu çok zor bir şey değildir. Deneklerin verilen emirlere uyarak çok feci şeyler yapmaları için, onları yetkili kılan sözde bir güç sistemi yeterlidir. Milgram’ın deneylerinde bazı kişilere öldürücü düzeyde elektrik şokları vermeleri deneklere emredilir, onlar da bu emre uyarlar (Milgram, 2004). Şok verme eylemini gerçekleştiren denekler aslında elektrik akımının kesik olduğunu bilmezler ve kendisine şok verildiği zannedilen kişi de şokun etkisiyle çığlık atma rolü yapan bir oyuncudur. Aslına bakılırsa bu deneyden, yüzeysel bir değerlendirmenin ötesinde çok daha korkunç sonuçlar çıkar. Denekler bunların üniversite ortamında gerçekleştirilen laboratuvar deneyleri olduğunu biliyorlardı ama yine de insan ahlakının temel unsurlarına aykırı emirlere itaat etmişlerdi. Gerçek hayatta ise emirleri veren güç sistemi çoğu zaman deneklerin yaşam hakkını da elinde tutar ki bu, emirlere karşı herhangi bir itirazda bulunma olasılığını çok çok azaltır. Milgram’ın bu klasik deneyleri onlarca yıl sonra da yinelenmiş ve ne acıklıdır ki, benzer sonuçlar elde edilmiştir (Burger, 2009). Milgram’ın çalışmalarını daha da genişleten o utanç verici “Stanford Cezaevi Deneyi” Philip Zimbardo tarafından tasarlanmış ve gerçekleştirilmiştir (Zimbardo, 2007). Yukarıdakine benzer şekilde beklenmedik bir senaryo dahilinde ve amaca uygun bir yönerge çerçevesinde güç ve uyum ilişkileri düzenlenerek, sıradan öğrenciler sadist gardiyanlara dönüştürülmüştür. Ancak, olaylar çığrından çıktığı için, birkaç gün geçtikten sonra deneyi durdurmak zorunda kalınmıştır. Bu rahatsız edici olayda edindiği deneyimlerden dolayı, Ebu Gureyb hapishanesi rezaletinin soruşturulması (2004 yılında Irak’ta bir hapishanede kadın-erkek Amerikan askerlerinin yaptıkları feci şeyler) sırasında Zimbardo’nun da ifadesine başvurulmuştur. Tabii, uyum sağlama mekanizmasından beklendiği gibi, o bazen sadistçe olan güç oyunlarına bulaşan bireylerin psikolojik açıdan normal olan askerlerden hiç de farklı olmadıkları görülmüştür. Uyum sağlama mekanizması, insanları yanlış bilgileri ve irrasyonel inançları kabullenmeye yönlendirir; ve bu aynı mekanizma, normal bir insanın, akranlarının baskısıyla ya da varsayılan bir otoritenin doğrudan emirleri doğrultusunda diğer insanlara çok feci şeyler yapmasına neden olabilir. Bütün bu birbirleriyle ilintili ama ayrı ayrı eylemlerde, bizim o çok umut bağladığımız özdenetim yeteneğimiz erir kaybolur. İnsanlar bir grup inancını benimsemeden önce oturup düşünmezler; kanıtları önlerine koyup, o inancın arkasındaki mantığın tutarlı olup olmadığını sorgulamazlar, tıpkı bir reklamda izlediklerini kabullendikleri gibi benimserler. Yetkililer ya da toplum, utanç verici bir eylem gerçekleştirmelerini talep ederse onlardan, genel ahlak kuralları ve şefkat duygusunun kazandırdığı bilincin yansıması olan öz ahlaki değerleri bir çırpıda silinir. Uyumsuz mimari uygulamalar Mimari ve imar edilmiş çevre söz konusu olduğunda, hatalı olduğu kanıtlanabilir bilgi ve bulguları benimseme ya da bunların izinden gitme eğiliminin, insanoğlunun yaşam kalitesini düşüren bir etkisi vardır. Örneğin son birkaç onyılda, yüzyıllardır toplumsal yaşamın odak noktası olmuş olan tarihi kent meydanının kasıtlı olarak ayrıştırılıp dağıtıldığını görüyoruz. Bu kentsel mekânı “eski moda” öğelerden kurtarıp daha “çağdaş” bir estetik anlayış sunarak, “daha yüksek kalitede” bir mekân oluşturması için bir mimarı görevlendiren iyi niyetli siyasetçiler neden olur bu yıkıma (Salingaros & Pagliardini, 2009). Bu sözümona “renovasyon”un olağan sonucu, sevimsiz, psikolojik açıdan rahatsız edici ve kullanırken çok az insanın kendini rahat hissettiği bir ortamdır. Buna rağmen, kullanışlı kentsel mekânı yıkıp yok eden bu endişe verici akım, şimdi bütün dünyada benimsenen yaygın bir uygulamaya dönüşmektedir. Mimari kurumlar bu tarz projelere ödüller vermeye devam ettiği sürece, görünüşe bakılırsa, kent halkının protestolarının da hiçbir yararı olmayacaktır. Bu çelişkili pratik, sadece kentsel mekânlara yapılan müdahalede değil, mimari ve kentsel çevreyle ilgili birçok çağdaş girişimde de kendini gösteriyor. Bu eylemlerin gerçekleştirilmesinde başrolü oynayan iki aktörün davranışları bazı açıklamalar gerektirir. Bu aktörlerden birincisi, kendi seçim bölgesindeki kamu alanlarının niteliğini bozan bir projeyi yürürlüğe sokmaya istekli siyasetçiler; ikincisi de, bu yıkım araçlarını tasarlayan ve gerçekleştiren mimarlardır. Siyasetçilerin eylemlerini yönlendiren unsur, yeniden 104 seçilebilmesinde ona destek olacak güçlü grupları kendilerine bağımlı kılma arzusudur; ve tabii böyle bir gündem, uzun vadede olumsuz sonuç verecek şeyleri düşünmeden, günün modasına uymayı gerektirir. Günümüzde belirli bir mimari estetiğin hakimiyeti demek, kaçınılmaz olarak, siyasetçinin mimari ve kentsel projeler ile ilgili konularda tavsiyelerine güvendiği bir usta danışmanın çevreyle uyumsuz öneriler sunması demektir. İkinci aktör – insanları ve tasarladığı çevre için en iyi olabilecek şeyi bir yana koyup, meydan okuma niyetiyle olmasa bile kasıtlı olarak, yapısı gereği insanları rahatsız ve huzursuz eden, psikolojik anlamda saldırgan diyebileceğimiz bir çevre tasarlayan mimar – ise daha başka dürtülerle sürüklenir bu duyarsızlığa. Bu gibi profesyonelleri, insan ölçekli toplumsal mekânlara tecavüz etmekle suçlamak (son derece iyi niyetli olsalar bile) abartılı bir yaklaşım değildir. Çağımızın tasarımcıları uygulamada özgün bir tasarım anlayışını ve estetiği hayata geçirecek tarzda eğitilmişlerdir; tasarladıkları mekânların inşa edildikten sonra içinde ve çevresinde yaşayan insanların yaşam kalitesine zarar verip vermeyeceğini düşünmezler (Salingaros, 2010). O güne kadar tarihsel evrimi süresince kentsel mekâna hayatiyet kazandıran anlam karmaşıklığının zengin bütünlüğü yerine, belli bir biçimde bir nesnenin tekilliğini tercih ederler. Onlarca yıldır, mimarlık mesleğini icra edecek öğrencilere belli bir ideoloji çerçevesinde verilen eğitim, bir mimari form ya da mekânın yaşama uyum sağlamakta başarılı olup olmadığının nasıl anlaşılacağını öğretmedi; bir tasarımın başarı derecesini yargılamada tek kriter, önceden kabul görmüş belirli tip basmakalıp tasarımlardan herhangi birine ne kadar benzer olduğuydu. Bir yapının formu eğer şöyle ya da böyle sert ifadeli endüstriyel-minimalist bir görünümde ise “iyi” sayıldı. Bu daha önceleri denenmemiş yaklaşımlar sonuçta çevreye çoğu kez zarar verdi. “Kaliteyi yükseltme” sürecinin ürünü olan yeni yapıların ilginç özellikleri ilk başta bol miktarda ziyaretçi cezbedebilir, ki aslında bu kendi kendini doğrulayan bir ideolojinin aldatıcı başarısıdır ve maalesef, tasarlanan kentsel mekânın kullanışlı olduğu yanılgısını yaygınlaştırır. Günümüz mimarları ve onların işverenleri, nasıl olur da, insanların temel duyarlılıklarına, binlerce yılın süzgecinden geçmiş ve insanların fiziksel ve psikolojik rahatlığının güvencesi olan tasarım kurallarına aykırı davranabilirler; kent sakinlerinin düşmanca gördüğü bu yapıları protesto etmelerini duymazdan gelebilirler; hatta ve hatta bir mimar ya da işveren olarak kendileri bile içten içe rahatsızlık duydukları halde, bunu itiraf etmezler? Böyle mimarlar ve işverenler, kendilerini bütün diğer görev ve sorumlulukların üzerinde addedip, sadece tasarım alanında egemen paradigmaların buyurduğu yönde hareket ederler. Onlara göre, hem genel olarak bilimin hem de özel olarak insanın nörolojik yapısının üzerinde, daha yüksek bir otorite vardır. Bu mimarlar, mamur çevreye zarar vermekte olduklarını asla kabul etmezler; yerleşik kamu düzeninin isteklerine cevap verdiklerini düşündükleri için, yaptıkları işlerin muhtemel olumsuz sonuçlarına karşı da sorumluluk duymazlar. Onlara sorarsanız, sistemin ideolojisine uygun hareket ettikleri sürece, topluma verecek bir hesapları yoktur. Bilişsel uyumsuzluk ve ütopyacı yanılgı İnsan zihni daima sorunları çözerek huzur bulma arzusundadır ama bilgi ve zekâsının sınırlarını zorlayan karmaşık bir sorunla mücadele ederken, o sorunu doğrudan karşısına alıp bocalamaktansa, aslında pek de iyi bir çözüm sayılamayacak basitleştirilmiş bir bilişsel şemayı benimsemeye daha yatkındır. Gelişkin insan zihninin derinliklerindeki bir özellik, öyle görünüyor ki, ütopik seçenekleri karşı konulamaz derecede çekici kılar; bu gibi seçenekleri çekici kılan, herhalde, bir sürü aşırı ölçüde girift soruna bir çırpıda net bir çözüm bulma umududur. Ütopya, tembel zihne hemencecik bir çıkış yolu vaat eder. İngiliz felsefeci Roger Scruton, ütopik ideallere sarılan ve böylece yanlış ama çok rahatlatıcı bir dünya görüşünde karar kılan düşünme tarzını inceler. Macar felsefeci Aurel Kolnai gibi Scruton da bu tarzı “Ütopyacı Yanılgı” olarak adlandırır (Scruton, 2010). Ne yazık ki, ütopyacı bir dünya görüşünü benimseyen kişiler gerçeklere gözlerini kaparlar ister istemez. Bu araştırmada sunulan görüşler doğrultusunda diyebiliriz ki, inanan bir kişi, benimsemiş olduğu bir dizi hatalı inancını, hatalı oldukları delillerle kanıtlansa bile terketmeye razı olmaz. Onca kabul görmüş bir ideolojinin öğretisiyle çelişen fizyolojik bulguları ve mantıklı analizleri gözardı etmeyi becerir. Kolnai ve Scruton’un sözleriyle: “Ütopyacı zihin, onu bazı saçma şeyleri, saçma olmalarına rağmen değil, sırf 105 saçma oldukları için benimsemeye iten, belirli bir moral ve metafizik ihtiyaç tarafından biçimlendirilmiştir… ve onun düşleri, kendi yarattığı sorunlara kendi içinde ‘çözüm’ bularak sürekli kendini yineleyen düşlerdir… Ütopyacı yanılgı derken kastettiğimiz işte bu ‘yadsınmaya karşı bağışıklık’ durumudur” (Scruton, 2010, s. 63-64). Bir gruba boyun eğmek amacıyla belli inançları benimsemek ama diğer yandan akılcılığın gerekleriyle yüz yüze gelmek (önceden kanıtlanmış ve bu temelde geliştirilmiş belli davranış biçimlerinde, örneğin, geleneksel dini öğretilerde olduğu gibi) çeşitli tarikatları ve eylem gruplarını şiddete zorlar. Çünkü bu gibi durumlarda, kişinin bir ütopyacı yanılgıyı benimsemesinin temelinde akıldışı davranışa gönüllü olarak bağlanma isteği yatar. Bir düzene uymak yerine bir güce tapmanın ön koşulu, daha ileri bir düzene ya da üstün bir zekâya değil de, belli bir soyut İRADE’ye entelektüel teslimiyettir. Bir inancın takipçisi, akla ve mantığa taban tabana zıt ve asla kavrayamayacağı soyut bir ideale uygun davranmak zorundadır. Derin bir güçlü olma ve kontrolü elinde tutma arzusuyla, bilgelikten ödün verir. Ütopya, bütün o huzur bozucu karmaşıklığıyla varolan gerçek dünyayı yadsımakla (ve hatta yıkmakla) kurulur ancak. Ütopik inançlar taşıyan insanlar gerçek dünya ile yüzleştikleri sürece daimi bir bilişsel uyumsuzluk durumundadırlar. Ütopya erişilmesi olanaksız bir durum olduğu için de, onu yaşamlarına yön veren bir ilke olarak benimsemiş olan kişiler sürekli bir hayal kırıklığı içinde yaşarlar ve bu hayal kırıklığını, aynı şeylere inanmayanlara karşı düşmanlık biçiminde açığa vururlar. Ütopyaya ulaşmada başarısızlığın suçu, onun temelindeki yanlış bilgileri paylaşmayanlara yüklenir. Bu anlayış kişileri aşırı kavgacı, onların yanlış inançlarına katılmayanları suçlayan bir tavra yönlendirir. Onlara sorarsanız, hayal kırıklığı içindeki bireylerin bilişsel uyumsuzluğuna bu “diğerleri” neden olmaktadır. Yanlış şeylere inanmanın yaygınlaşması, bu yanlış şeyleri kabul etmeyen herkese saldırarak sağlanır. Dolayısıyla, bilişsel uyumsuzluk, her türlü şiddet ve saldırının gerekçesi olur. Güç ve şiddet unsurlarıyla sıkı fıkı, ütopyacı bir mimarlık ideolojisinin, içinde yaşadığımız mamur çevrenin “endüstriyel” bir tarzda biçimlenmesinde belirleyici etkisinin yüz yıllık bir geçmişi vardır. İnsani açıdan bakarsak, uçsuz bucaksız, insan doğasına aykırı ve yaşatılması imkânsız, işlevsiz, hiçbir işe yaramaz kentsel alanları oluşturan yapılar inşa etmekle çok büyük ve kapsamlı bir hata yapılmıştır bu sürede (Alexander, 2001-2005; Salingaros, 2005; 2006; 2008). Gelgelelim, mimarları bu tarz bir uygulamaya iten ütopyacı idealler, bu mesleğin itici gücü olmaya devam ediyor hâlâ. Mimarlık okulları hâlâ, o kentsel başarısızlıkların en kötülerini dahi yaratıcı ve ileri görüşlü projeler olarak sunan ve metheden konferanslar düzenlemektedir. Akıllıca bir propagandayla yanlış bir izlenim hakim kılınmakta, onyıllardır inşa edilmekte olan bu gayri insani yapıları – aslında sadece bunlara inanmış bir avuç insanın hoşuna gitmesine rağmen – nüfusun büyük bir çoğunluğunun beğendiği izlenimi yaratılmaktadır. Böylece, içimizdeki bizi çoğunluğa uymaya yönlendiren doğal mekanizma harekete geçirilip, düzmece bir konsensüs sağlanmaktadır. Sistem daima bilişsel uyumsuzluktan korunmaya çalışır Bilişsel uyumsuzluk kavramı, günümüz mimarisinde tanık olduğumuz birçok ilginç olguyu açıklamakta yardımcı olur. Çevremizdeki yabani yapıları “cana yakın” göstermeye çalışan bütün o devasa çabaların – jüriler, yarışmalar, yayınlar, akademik kurslar, seminerler, konferanslar, sergiler vb. etkinliklerin – doğa ile karşı karşıya geldiklerinde bilişsel uyumsuzluğa düşen mimarların sıkıntılarını hafifletmeye yönelik etkinlikler olduğunu anlamak kolaydır. Çağdaş mimarlar, biyolojik formlar ile kendi tasarladıkları arasındaki uyuşmazlığın doğurduğu bilişsel uyumsuzluktan dolayı, sözcüğün gerçek anlamıyla hasta olabilecekleri için, kendi eserlerini savunmak amacıyla ellerinden geleni artlarına koymazlar. Benimsedikleri o yabani estetiği tümden terketmeleri, onları dahil oldukları meslektaş topluluğundan koparacağı için, bu olasılığı da göze alamazlar. Halkta olumsuz bir tepkiye neden olan, korku ve endişe duyguları uyandıran yeni bir yapı, mimari eleştirmenler tarafından bol bol övgülerle karşılanır daima. Gayri insani mimari formlara, mekânlara, alanlara karşı kamuoyundan gelen olumsuz eleştiriler ve tepkiler, bu yeni yapılara ödüller bahşederek etkisizleştirilmeye çalışılır; ama yine de, tehditkâr ve çarpık görünümlü bir Çağdaş Sanatlar Müzesi örneğidir her biri. Bu ödülleri dağıtmayı âdet edinmiş kuruluşların hepsi ütopyacı yanılgı içindedir ve dolayısıyla 106 çoğunluğun görüşünü genellikle temsil etmemektedir. Bununla birlikte bu strateji, yapılanların dünya çapında kabul gördüğü yanlış izlenimini uyandırarak sıradan insanları aldatır ve onların bu tehditkâr ve olağanüstü masraflı yapıları mimari “şaheser” olarak benimsemelerini sağlar. Ütopyacı yanılgı içinde olanlar, kendileriyle aynı fikirde olmayanları tüm topluma düşman gösterirler. Başarılı denemelerden geçmiş bu şamar oğlanı taktiğine, tarih boyunca, ütopik bir öğretiye uymayı reddeden grupları mahkûm etmek için hep başvurulmuştur. Mahkûm edilmek üzere hedef seçilen (tabii ki, tamamen masum olan) başka bir grup, bir ütopyaya inançla bağlı grup içinde dayanışmaya ve başkalarının da kendi gruplarına katılımına hizmet eder. Scruton, mimari ideolojinin ütopyacı ve totaliter karakterine şöyle işaret ediyor: “Mimaride modernist hareketin en dikkat çekici karakteristik özelliklerinden biri, kendine ait alanı temizlemek için kullandığı zehirli dildir: Ona karşı olan herkes, tarihin zorunlu akışına engel olan düşmanlar, gericiler, ya da nostalji yanlısı kişilerdir; ve bunlar, bir an önce etki ve yetki sahibi konumlarından uzaklaştırılmalı ve güçleri ellerinden alınmalıdır” (Scruton, 2010, s. 149). Scruton, modernist ütopyanın ruhunda varolan a priori anlayışını vurgulamak için şunları da söyler: “A priori, yeni deneyimlerden korkan ve bunlardan dersler çıkaramayanların sığındığı güvenli yerdir, bunlar için; şimdiye kadar neler yapılmış olduğuna ve insanların bunlar hakkında neler düşünmüş ve söylemiş olduklarına bakmak gerektiği fikri, sanki büyük bir günahtır” (Scruton, 2011). Modern mimari ve kentsel yapılaşma programının öğretisi bu çerçevede tanımlanır ve takipçileri tarafından icra edilir. Ve işte, ne en son bilimsel bulgulara ne de denenmiş ve kanıtlanmış geleneksel âdet ve usüllere kulak veren, bunları kabul etmemekte direnen 1920’lerin avangard sanatçı bozuntularının bağnaz taraftarlarının sergilediği, günümüzün çelişkili hali ortada (Salingaros, 2005; 2006; 2008). Doğruları yadsımak için yedi taktik İrrasyonel inanışlara saplanıp kalmış insanları eğitmek kayıtlı tarihin başlangıcından beri ciddi bir sorun olmuştur. İnsanların beyinlerindeki programları silebilmek için, kafalarındaki yerleşik düşünceleri değiştirebilecek yeni girdilerin önünü kesmede kullandıkları mekanizmaların bir biçimde üstesinden gelinmesi gerekir. Dışarıdan gelen yeni bir bilgi önceden kazanılmış bir inançla çeliştiği zaman, bilişsel uyumsuzluk ortaya çıkar. Bu durumla başa çıkmak için normal olarak yaptığımız şey, muhakeme yeteneğimizi kullanarak ve eldeki delilleri akılcı bir yöntemle değerlendirerek, birbiriyle çelişen iki tezi karşılaştırmak DEĞİLDİR. Böyle bir durumda, fiziksel bir tehdide tepki gösterir gibi davranırız daha çok. İçgüdüsel bir tavır alır, inançlarımızı tehdit eden bu bilgilere karşı mümkün olan her türlü savunma mekanizmasını harekete geçirir, savaşa girişiriz. Doğruluk veya akılcılık ile hiçbir ilgisi yoktur bu stratejinin: bir savunma mekanizmasının araçlarından yararlanmaktır bu, basitçe. Taşıdığımız inançları destekleyen ve güçlendiren bilgileri kabul eder, bunlardan herhangi biriyle çelişenleri reddederiz normal olarak (Nickerson, 1998). Sahte bir gerçeklik anlayışının devamına neden olan bu davranış biçimi, siyaset biliminin araştırmalarında belgelenmiştir. Seçmenler, bir kez şu ya da bu nedenle belli bir siyasi duruşu benimsedikten sonra, sahip oldukları görüşleri akla uygun kılmak için, uydurma birtakım “gerçekler” ileri sürerler. “Seçmenler, sadece zaten inandıkları şeyleri onaylayan olguları benimser ve içselleştirirler” (Lehrer, 2009) … “vermiş oldukları kararları rasyonalize etmelerini sağlayacak biçimde olaylar icat ederler veya olayları görmezden gelirler” (Achen & Bartels, 2006). Yapılan araştırmalar, seçime katılan adayların ve savunulan görüşlerin makul bir zeminde tartışıldığı ve değerlendirildiği, geleneksel olarak resmedilen o sağlıklı seçim atmosferinin gerçekliğini hiçbir biçimde doğrulamamaktadır. Siyasi inançların sosyolojisi üzerine yapılan yeni bir araştırma (Prasad vd., 2009), insanların bilişsel uyumsuzluktan kaçınmak için geliştirdikleri tekniklerin bir listesini, daha önceleri yapılmış olan başka bir listeyi (ZuwerinkJacks & Cameron, 2003) genişleterek verir. Aşağıda bu iki liste birleştirilmiş, daha da genişletilmiş ve orijinal başlıkları da parantez içinde verilmiştir. Biyolojik analojiler sayesinde daha anlaşılır olacağı için, hayvanlar âleminden örnek alınan savunma tekniklerine benzetilen taktikler, eğlenceli başlıklarla sunulmuştur. Akılcı tartışmanın önüne set çekme yöntemleri, mantıksız bir 107 sonuca varmak için de olsa insanın bilgi ve zekâsına ihtiyaç duyar ama yine de esas olarak insani diyebileceğimizden daha alt bir seviyede işler. Aşağıdaki listede sadece sonuncusu insana özgü bir tanımlama gibi duruyor. Bu yedi taktiğin her biri, kişinin, benimsemiş olduğu yanlış bilgiyle çelişen makul bir bulguyla karşılaştığında, akılcı sonucu reddetmek için kullandığı tekniklerden birini anlatır. Doğruları yadsımak için yedi taktik 1. “Devekuşu” tekniği – (Duymazdan Gelme). 2. “Gergedan” tekniği – (Kaynağa Saldırma). 3. “Yılan balığı” tekniği – (Tartışmadan Sıyrılma). 4. “Mürekkep balığı” tekniği – (Tartışmayı Bulandırma). 5. “Kertenkele” tekniği – (Hedef Saptırma). 6. “Bukalemun” tekniği. 7. “Kendi kendini doğrulayan savcı” tekniği – (Kendini Haklı Çıkarma). 1. “Devekuşu” tekniği ile bir kişi – yani araştırmacı – birisiyle – yani bir denekle – konuşurken ve onun belli bir konudaki inançlarının yanlış olduğuna dair kanıtlar sunarken karşılaşır. Bilişsel uyumsuzluk rahatsız edici derecede büyük bir gerilim yaratır, dolayısıyla, kendisiyle konuşulan denek söylenenlerin bir kısmına set çekerek, ya da başka bir deyişle duymazdan gelerek yani onları süzerek cevap verir. Olağan fizyolojik bir tepkiyle, frekans değiştirir ve mesajı almaz, yani iletişim kanalını kapatır ve söylenenlere karşılık boş boş bakar. Bulunduğu ortamın gerçekliğinden kopan deneğin araştırmacı kişiyle tekrar bağlantı kurması olanaksız hale gelir. [Bu konudaki yaygın söylentiye göre, devekuşu tehlikelerden korunmak için, başını kuma gömer; ama gerçekte devekuşunun yaptığı, yere serilip cansız bir öbek gibi görünmektir.] 2. “Gergedan” tekniği soruyu bir yana bırakıp soran kişiye karşı saldırıya geçmek demektir. Bu davranış, araştırmacının ehliyetini ve konuya hakimiyetini kibarca tartışmaya açmaktan, onu niyeti bozuk ya da ikiyüzlü olmakla (yani art niyetli olmakla) suçlamaya, hatta ona hakaret etmeye ve şiddet uygulamaya kadar varabilir. Aslında bu durumda hatalı inanışlara takılıp kalmış olan kişinin deneğin kendisi olma ihtimali daha yüksek iken, araştırmacı beyni yıkanmış biri olmakla suçlanabilir. Araştırmacıya kişisel saldırı için her türlü bahane geçerlidir. Aralarında sosyal, dini ya da etnik bir fark varsa veya varolduğu sanılıyorsa, belli önyargılardan yola çıkarak klasik bir suçlamanın gerekçesi hazırdır: Araştırmacı faşist, komünist, anarşist, totaliter görüşlü vb. olmakla suçlanabilir. [Herhangi bir tehdit altında olduğunu hisseden ve rahatı kaçan gergedan, hemen başını önüne eğer ve huzursuzluk kaynağını hedef alıp saldırıya geçer.] 3. “Yılan balığı” tekniği konuyla asgari düzeyde ilintili ve akla aykırı bir yanıt vermek demektir. Yanlış inanca sahip olan kişinin – deneğin – sorulara verdiği cevaplar, olgulara değil, salt o konudaki bazı kanaatlere dayanır. Halbuki, o saçma kanaatlere takılıp kalındığı takdirde, konuyla ilgisi olan herhangi bir akılcı tartışma, mantıklı bir çıkarsama yapılamaz. Konuyla uzaktan bir bağ kurulabilir ama bir analiz yapma imkânı olmaz. Varolan yanlış inançlar, sorgulanma ve gözden geçirilme tehlikesinden uzak, aynen korunur çünkü bunlar deneğin düşünceleri çerçevesinde kalan kişisel kanaatleri sayılır. [Yılan balığının derisi kaygan bir salgı ile kaplı olduğundan, elle tutmaya çalışılırsa, insanın avcundan kayar kurtulur.] 4. “Mürekkep balığı” tekniği ortalığı bulandırıp, uydurma kanıtlarla araştırmacının kafasını karıştırmayı hedefler. Akıldışı bir inanca sahip denek kendini savunurken, ortaya bir sürü geçersiz iddia atmak zorunda kalır. Araştırmacının mantığa ve olgulara dayanan akılcı tezine karşı akıldışı bir inancı desteklemek sorun yaratır. Kanıtlara dayanarak görüşler ileri sürmek tartışmayı hemen sonuçlandıracaktır ama, bu asla sağlanamaz. Bu stratejinin hedeflediği, konuyu kafa karıştırıcı bir hale sokmak için ilgili ilgisiz her şeyi gündeme getirip, öte yandan yanlış inancı korumak ve sorgulanmasına izin vermemektir. Akla aykırı biçimde benimsenmiş bir inancı savunmak için tutarlı bir mantık üretmek mümkün değildir. [Mürekkep balığı, tehlike anında kendisini savunmak için mürekkep salar ve suyu bulandırır; böylece saldırganın görüşünü engelleyerek, kendi kaçışını kolaylaştırır.] 108 5. “Kertenkele” tekniği yanlış bir inanca karşı sunulan esas kanıtları görmezden gelip, o inancı destekliyormuş gibi görünen bazı yanıltıcı, konuya uzak ve hedef saptırıcı, bölük pörçük bilgileri öne sürme yöntemidir. Bu gibi durumlarda denek, mantıklı ama konuya teğet geçen bir düşünce yapısı oluşturmaya çalışır ve taşıdığı yanlış inancı desteklemek için, o inancın esasına yönelik başlıca itirazların etrafından dolaşan bir saptırma taktiği uygular. Esas tartışma konusuna doğrudan girmek mümkün olmaz; etrafında dolaşılır sadece. [Kertenkele zorda kaldığı zaman kuyruğunu bırakır; kuyruk hâlâ kımıldarken dikkatlerin onun üzerinde toplanmasını sağlar; kendisi de bu arada kaçar kurtulur.] 6. “Bukalemun” tekniği araştırmacıyla aynı fikirdeymiş gibi görünmenin aldatıcılığını kullanır. Pek mümkündür ki, tartışmanın mantığı, ileri sürülen kanıtlar ve akılcı görüşlerin etkisinde kalan denek, o anda dürüst bir biçimde ikna olduğu düşünülse de, bu tamamen yüzeysel ve kısa sürelidir. Kendi muhitine geri döndüğü anda, yanlış bilgiler üzerine inşa olmuş eski düşüncelerini tekrar benimser. [Bukalemun, bulunduğu çevreye ve ortama uyum sağlamak için derisinin rengini değiştirir. Bu değişiklik geçicidir ve kamuflaj maksadıyla renk değiştirme, onun davranış özelliklerinden sadece birisidir.] 7. “Kendi kendini doğrulayan savcı” tekniği yanlış bilginin doğruluğuna, bir otorite ve/veya bir grubun çoğunluğu tarafından kabul edildiği için inanmayı haklı gösterir. Üzerinde karara varılmış bir konunun artık sorgulanmaması gerektiği varsayılır. Yanlış bir bilginin ilk kabulünde de, akılcı bir muhakemeye gerek yoktur, grup düşüncesinin o yönde olması yeterlidir. Ama öte yandan, bundan sonra ne olacağı çok önemlidir: Bu olayın ardından deneğin beyni, akılcı gibi görünen açıklamalar bulmaya yönelik devreler geliştirmek üzere evrimden geçer. Bir kez bu aşama atlatıldıktan sonra da bu yanlış inanç, o inancı taşıyan denek için doğruluğu gayet açık ve inanılması doğal bir düşünce olur artık. Denek, bu yanlış inancın neden olduğu şeylerin (bunlar çok hayati ve hatta çok feci sonuçlar da olabilir) gerçekten o inancı doğrulayan şeyler olduğunu ileri sürer. Bu düşünce süreci yanlış bilgiyi doğrulamak için, çarpık ve ters yönde, zincirleme sondan başa doğru giden uydurma bir mantık silsilesi oluşturur ve onu izler. Başlık olarak seçtiğimiz “kendi kendini doğrulayan savcı” ifadesi için, adalet sistemi içerisinde, ceza davalarında yaşanan olaylardan esinlenilmiştir. Bu alanda yapılan araştırmalar, hakimlerin, savcıların, dedektiflerin ve polislerin, eldeki deliller daha sonra DNA bulguları ile yalanlansa ve tersine dönse bile hatalarını kabul etmemekte direndiklerini gösteren kayıtlarla doludur. Bu sistemin içinde görev alan kişilere ve ekiplere baktığımızda, DNA testini reddedip, eski kanıtları yeniden yorumlamaya, verilmiş hükümleri doğrulamaya çalışanlara inatla karşı çıkan ve artık kapanmış dosyaları yeniden açanlara çok sinirlenenlere o kadar sık rastlarız ki. Bütün bunların altında yatan – hiçbir zaman açıkça itiraf edilmese de – hatayı kabul etmenin sistemin bütününü riske soktuğu, dolayısıyla hataları inkâr etmek için her türlü çabanın gösterilmesi gerektiği düşüncesidir. Kendilerini haklı çıkarma ihtiyaçları, savcıları, ters yönde işleyen bir mantık süreci izlemeye yöneltir: Eğer bir kişi fiilen cezaevinde ise ya da cezası infaz edilmiş ise, bu gerçekleşmiş durum, bu kişinin mahkûm edilmesine giden sürecin doğrulanması ve haklı gösterilmesi için yeterlidir. Yanlış bilgilerin kalıcı belleğe şifrelenmesi Bir şeyin doğru olduğunu bilmenin insanda yarattığı fiziksel, duyumsal ve duygusal etki, tartışılmaya değer (Lakoff & Johnson, 1999). Bir bilgi paketini beyne depolayan nöral ağ, kişinin fiziksel varlığının bir parçası haline dönüşür ve o andan itibaren kesin tanımlı bir duygu ile eşleşir (o bilgi yanlış bile olsa). Bir yanlış bilgi parçası, böyle bir nöral şifreleme ardından “doğru” olarak kayda geçtikten sonra, ona her başvurulduğunda aynı karakteristiklerle, fiziksel ve duygusal “doğru” olarak anılır. Dolayısıyla, aksini gösteren akılcı kanıtlarla yüz yüze gelinse bile, bedenin ve beynin verdiği sinyallerle bir şeyin doğruluğuna karar vermiş içgüdülerin tersi yönde, onlara aykırı davranmak zordur. Temel bir inancın başka biri tarafından sorgulanmasına verilen tepki, bu inanç bilişsel uyumsuzluğun yarattığı bir duygusal durumun üzerine inşa edilmiş olduğu için, akıldışı bir tepki olabilir ancak. Hem karmaşık nöral devrelerin hem de bilgisayar yazılımlarının evrimleşmesi süreciyle ilgili bir husus daha vardır. Bir yazılım ya da nöral ağ, bir çalışmada hedef olarak seçilmiş bir doğrultuda (yani, bir bilgisayar yazılımının şifreleriyle belirli bir işi başarmak için, diyebiliriz) “öğrenme” diye 109 adlandırılabilecek bir evrimden geçerken, sistem birbirlerini izleyen bir sürü adım içeren ve giderek gelişen bir süreç izler. Bir nöral ağın ya da genetik programın evriminde her adım, gelişigüzel bir algoritma doğrultusunda bir sürü alternatif seçenek üretir ve seçim süreci, arzulanan tatminkâr bir çözüme en yakın duran seçenekle sonuçlanır. Nihayetinde elde edilen, işleyen ama yapılması gereken işi nasıl becerdiği dışarıdan bakınca anlaşılmayan bir devre ya da programdır. Buradaki kritik nokta, bu evrimden geçmiş devrelerin ve programların işleyişini anlamanın imkânsız değilse de çok zor olduğudur, çünkü bunlar rasyonel bir plan doğrultusunda geliştirilmemişlerdir (Hillis, 1998). Bunların oluşturulma süreci çözümlenemez. etmek zorunda kaldık – gerçekten ilgi çekici anormal bir durum. 20. yüzyılda mimarlığın ne anlama geldiğine örnek sayılabilecek modeller ve benimsenmiş görsel tipolojiler ile bilimsel bulgular kaçınılmaz olarak çelişiyor (Alexander, 2001-2005; Salingaros, 2005; 2006; 2008). Tasarımda gereğine uygun olduğu varsayılan bir şey, kısır bir döngü içerisinde, halihazırda moda olan şeyle tanımlanıyor ve ortaya konulan bu mantık dışı model bir grup mimar, mimari eleştirmen, mimarlık dergileri, ödül kurulları vb. tarafından da destek görüyor. Yerleşik kurumlara karşı bir görüş ileri sürmek, kabul görmüş ve benimsenmiş görsel öğelere, bir grup inancı sistemine uyum sağlayacak şekilde oluşturulan örgütsel bir yapıyla çelişmek demektir. Böyle evrimsel dönüşümden geçmiş bir nöral mekanizmanın beynimizdeki devrelere uygulandığını ve belirli bir yanlış bilgi parçası için düzmece bir açıklama “üretilmiş” olduğunu varsayalım. Bu yanlış bilginin şifrelerini oluşturan nöral devrelerin fiziksel yapısını, ne buna maruz kalan kişi ne de başka biri çözümleyebilir ya da anlamlı bir açıklama getirebilir, çünkü bu oluşum asla mantıklı bir sürece uymaz. Bu evrimleşme a posteriori olmuştur ve o bilgiyi kişinin belleğine kalıcı olarak yerleştirmek, beynine kazımak için hangi ilişkilerin ve bağlantıların kullanıldığını kimse tahmin edemez. Bununla birlikte, bu biçimde içselleştirilen yanlış bir bilgi parçasının gerçekten doğru olan bir şeyin duyumsanması ve onun yarattığı duygu ile ilintili olduğu kesindir ve bu sayede doğru olduğu HİSSEDİLİR. Böyle yanlış bilgiler insan öncesi bilinç düzeyine iner ve orada depolanır: Akıl ve mantık çerçevesinde tartışılması pek mümkün olmayan sezgisel bir hale dönüşür, “içgüdüsel his” olur. Yanlış inanışların, bir kez içselleştirildikten sonra, öğrenmeye büyük bir engel teşkil etmesinin sırrı da budur. Belli bir mimari ya da kentsel tipolojinin işlevsel olmadığı ve onu uygulayan ünlü mimarın ciddi bir hata yaptığı ileri sürüldüğünde, bilişsel uyumsuzluk tetiklenir. Toplumsal bilinci, ünlü mimarların – üstelik, hayranlık duyduğu ve ulaşmaya heves ettiği en yüksek düzeydeki kişilerin – her yaptığını sorgusuz sualsiz benimsemeye ve geçerli saymaya şartlanmış bir öğrenci, böyle bir durumda ne yapacağını şaşırır, bocalar, tartışmadan kopar ve ilgisiz kalır. Dövüş ya da sıvış ikileminde kalmanın verdiği kaygılı bir bakış belirir gözlerinde, çünkü öğrenci konumunda olan kişiler, benimsedikleri dünya görüşünü yitirince umutsuzluğa kapılırlar. Akılcı bir tartışmaya girmek yerine, bedenleriyle daha ilkel bir düzeyde, duyumsal bir tepki verirler. Böyle öğrenciler, kendilerine öğretilen ve artık doğru olduğuna inandıkları bir şeyin aslında yanlış olabileceğini düşünmeye hazır değillerdir hiçbir zaman. Yazarın deneyimlerinden bazı örnekler Hem arkadaşlarımda gözlediğim hem de mimari ve kentsel tasarım konularında yeni çalışmalarımı sunarken karşılaştığım mantıksız ve kimi zaman da çok tuhaf kaçan tepkileri, yanlış bilgilerin korunmasını sağlayan ve insanda doğuştan varolan savunma stratejisi açıklar. Binaların ve şehirlerin tasarımında teorik bir temel oluşturacak görüşler geliştirirken, kesin ve iyi tanımlı, rasyonel bir temelden yoksun mesleğimizin o haline karşı mücadele Konuşmayı kaba bir biçimde kesme davranışı olarak kendini gösteren bu Duymazdan Gelme tavrını yetişkin mimarlarda da gözlemledik. Daha kıdemli mimarlar ve öğretim üyeleri düzeyinde rastlanan tipik tepkiler çoğunlukla, Tartışmadan Sıyrılma, Hedef Saptırma ya da Tartışmayı Bulandırma biçiminde kendini gösterir. Bizzat mesleki uygulama faaliyetlerine katılan mimarlar ve mimar akademisyenler ise daha sıklıkla kavgacı ve hasmane tavırlar gösterir, en aşırı biçimiyle Kendini Haklı Çıkarma tekniğine başvururlar. Bu bazen şiddete başvurmaya kadar varabilen tepkiler, aniden ortaya çıkan bilişsel uyumsuzluk durumunun o kişilerde yarattığı huzursuzlukla izah edilebilir. Mimarın kendi kapalı çevresinde alışık olduğu otoriter konum, etrafındaki herkesin hakim ideolojiye uyum sağlamış olması 110 sayesinde korunur; bundan dolayı da, herhangi biri o ideolojiyi sorgulamaya kalktığında, bu çevrenin bütün değerler sistemi tehdit altında kalır. İnşa etmek için bir ömür tükettiği dünya görüşünü terketme ve her şeye yeniden başlamak zorunda kalma düşüncesi ürkütücü olabilir. Öte yandan, meseleye bir de karşı yönden bakarsak, mimarın bir felaket gibi algıladığı, onda irrasyonel bir düşmanlık hissini kışkırtan kimlik kaybı riskinin yarattığı duruma hiç ama hiç benzemeyen bir durumla karşılaşırız. Örneğin bir mimarın, gayet iyi bilinen ve kabul görmüş bir bilimsel olgunun geçerliliği hakkında, bir bilim insanını sorguladığını varsayalım. Bilim insanları, konuları bilimsel olmayan görüşler ileri sürerek tartışmaya açan kişileri, konudan habersiz ya da cahil addederek, basitçe savuştururlar. Bu ortamda, kanıtlanması imkânsız dogmaların olması riski yoktur: Bilimsel bulguların dayandığı temel deneydir ve onları sorgulamak için daha başka, daha ayrıntılı ve hassas deneyler dışında bir şey yoktur. Ve aslında bilim – her fikir ta ki çürütülene kadar tartışılır, sınanır, karşı çıkılır ama varlığını sürdürür olduğu için – tam da bu sayede gelişir ve serpilir. Bilim her türlü olasılığa açıktır ama sadece yinelenebilir ve doğruluğu kanıtlanabilir deneyler icra eden meslektaşların uğraşlarıyla ortaya konulan şeyleri kabul eder ve neye inanmak gerektiği konusunda acımasızca seçicidir. Mimari konuları mimarlarla tartışmaya giriştiğinizde hiçbir konuyu asla açıklığa kavuşturamazsınız çünkü görüşlerini savunmak için geçersiz malzeme ve gerekçeler sunmak zorundadırlar. Birçoğu zaten mimari ve kentsel tasarımın bilimsel bir temeli olduğunu kabul etmezler ve bu konuda yayınlanmış ne varsa hepsini baştan ve topyekûn reddederler. Bu savunma stratejisi, mimarinin deneysel temelini gözardı eder, bu alanda keşfedilmiş ve bilinen şeylerin kişisel tercihler olduğunu ve dolayısıyla hiç de rasyonel olmadıklarını ileri sürer. Uyumlu mimari tasarımın altında yatan bilimsel bulguları gerçekten tartışmaya açma girişiminde bulunanlar da, işi siyasete çevirir, gerçek olguların doğrudan üstüne gitmez, etrafından dolanırlar. İrrasyonel karşı görüşler ileri sürme zorunluluğu, mimarları hep meselenin aslından uzak dolaylı ifadelere yönlendirir. Ama böylece, yanlış inançlarını gözden geçirme ve değiştirme tehlikesinden koruma istekleri gerçekleşmiş olur. Çağdaş mimarinin, görsel yeniliklerle dolu çarpıcı bir tarz geliştirmek amacıyla, akılcı tasarımdan bilerek ve isteyerek uzak durma eğiliminde olduğu doğrudur; dolayısıyla, mimarın kişisel olarak içine düştüğü bilişsel uyumsuzluğun esas kaynağı bu eğilim değildir. Fakat burada asıl olan ama asla itiraf edilmeyen şey, bunun ciddi sonuçları olmayan masum bir oyun olduğu varsayımıdır. Oysa bu yanlış bir varsayımdır, çünkü mimarlık kültürünün kahramanları tarafından bir farklılık elde etme amacıyla tercih edilen formlar, mekânlar, dokular, o ortamlarda yaşayanların psikolojisi ve fizyolojisi üzerinde doğrudan etkilidirler. Dolayısıyla esas aldatmaca, tasarımda irrasyonel tutum takınılması değil (ki bu zaten kabul edilmektedir), bunun sadece geçerli olmakla kalmayıp, aynı zamanda zararsız bir tutum olduğunun ileri sürülmesidir. Uyumsuz, işlevden yoksun ve sürdürülemez kent biçimlerini sorgulayan görüşlere gösterilen rahatsız edici tepki, dini inanç düzeyine ulaştı artık. Mimarlar, dünyayı normal insanların gördüğünden farklı bir gözle görmek üzere yetiştiriliyorlar: İçeriğe bağlı anlam ilişkileri değil, birbirlerinden kopuk birtakım nesneler toplamı olarak bakıyorlar ona. Aldatıcı bir biçimde, ekonomik ilerleme için zorunlu olduğu dayatılan endüstriyel estetik paradigmanın ürünleriyle sarılmış sıradan insanlar, etraflarındaki bütün o çevreyle uyumsuz binaların ve diğer sürdürülemez uygulamaların varlığı için kaçınılmaz ve mantıki nedenler OLMASI GEREKİR diye düşünüyorlar ama bunu açık seçik dile getiremiyorlar. O güvenilir uzman kişiler, bu tüketimciliğin ve dünya dışı görünümlü binaların insanoğlunun doğal evriminin bir parçası olduğundan eminler mi acaba? Bütün bu yapılanların, görsel kültür gibi sığ bir tanım şöyle dursun, bir yanlış bilgilenme ya da yanlış anlama üzerinde sürmesi AKIL ALMAZ bir durum. Felsefi düşünce tarzının tasarım anlayışında ve uygulamalarında neden olduğu bir bölünme, parçalanma olabilir mi bu? Mesleklerini savunmaya zorlanan mimarlar da bu çelişkileri açıklamakta sıradan insanlardan daha başarılı olamıyorlar çoğu kez. “Bukalemun” tekniği, Aleksandr Soljenitsin’in bir kısa hikâyesinde fevkalade güzel tasvir ediliyor (Solzhenitsyn, 2006, s. 73-84). Yüksek dereceli bir devlet memuru, yapılan planlara bakılırsa kötü düşünülmüş, devasa bir sanayi projesinin uygulamaya konulmasıyla mahvolacak olan harika bir 111 nehirde geziye çıkar. O çılgınca girişime karşı olanlar tarafından ileri sürülen inandırıcı görüşleri dinler ve ikna olur; ama, der Soljenitsin, iktidarını sürdürdüğü koridorlara geri döndüğü anda bu memur, yine planlanan doğrultuda, bildiğini okuyacaktır. Biz de gözlemlerimiz sırasında, uyumlu mimari konusundaki görüşlerimiz üzerinde konuştuklarımızı anlayan – ya da anlamış gibi görünen – ama ardından, küresel tüketimci sistemin teşvik ettiği uyumsuz mimari projelerin en kötülerinin tanıtımında rol alan ve destekçisi olmaya devam eden mimarlarla, siyasetçilerle, gazetecilerle karşılaştık. Bir yandan moda olan görüntüler ve onları yaratan kültürün kahramanları bilinçaltlarının derinliklerine işlemiş, diğer yandan da yerleşik güç odaklarının otoritesi ellerini kollarını bağlamış olduğu için, bizim bütün çabalarımız boşa çıktı. Son zamanlarda ortaya çıkan ve bizleri rahatsız eden bir başka davranış biçimi de bizim yayınlarımızı ve konuşmalarımızı takip ederek insan ölçeğinde uyumlu tasarımın ilkelerini öğrenmiş olan mimarlarla ilgilidir. Bunlar sorunun özünü anlamış oldukları halde, o ilkeleri, yaşayan ve sürdürülebilir bir yaşama destek olan binalar, kentsel dokular yaratmak için kullanmak yerine, o teknikleri yüzeysel bir anlayışla, varolan gayri insani endüstriyel paradigmalara kamuflaj olacak tarzda uyguluyorlar! Ortadaki çelişkiyi görmüyorlar veya görseler de, yerleşik ideolojiye sadakatleri akıl ve mantıklarına baskın çıkıyor. Anlayışlarına katkıda bulunan her özgün ilerleme, daha mamur bir çevreye kavuşmak için değil, yerleşik sistemin devamı doğrultusunda ideolojik bir süzgeçten geçiyor. Ünlü mimarlar, ipe sapa gelmez postmodern bir modelden, yenilikçi bir “yeşil” mimariye sözde geçişin sahte paradigma değişikliğinin reklamını yapmak için, medyayı nasıl başarıyla kullanmaları gerektiğini öğrendiler artık. Kilitleme ve güvensizlik duvarı Dünyamızda, gelecekte de sürdürülebilir bir yaşamı mümkün kılabilmek için, kullandığımız teknolojileri küçük ve yerel ölçekte tutmak, küresel çapta endüstrileşmenin tercihleri doğrultusunda uluslararası mali kuruluşların ve devlet yönetimlerinin uygulamak istediği çok enerji tüketen projelere ciddi kuşkuyla bakmak gerekir (Max-Neef, 2010). Çevreyi imar ederken, insanların yaşamını kolaylaştıracak ve onları duygusal yönden tatmin edecek biçimlere yönelmeli, uyumsuz endüstriyel tipolojileri reddetmelidir (Alexander, 2001-2005). Küresel tüketimci toplumun temel varsayımlarının birçoğunun yanlış olduğunun inkârı, bu alandaki reformların önünde bir engel teşkil eder. İnsanlar, yeterli kanıt gördükleri halde doğruları inkâr ederler ve böylece bu toplum irrasyonel düşünceye bağımlı hale gelir. Dolayısıyla, bizim öncelikle akıldışı inanışların neden rağbet gördüğünü anlamamız gerekmektedir. Bir insanı, herhangi bir konuyla temasa geçmeden önce olay ya da kişi hakkında ona olumlu/olumsuz bir şey söyleyerek, önyargılı kılmak çok kolaydır. Siyasi faaliyetler sırasında görüşlerine başvurulacak bir siyasetçiyle ilk konuşan kişi olabilmek için yarışan lobiciler bunu gayet iyi bilirler. Birinci sırayı kapıp ilk sözü söyleme şansını elde eden kişi, siyasetçinin kafasına konuyla ilgili olumlu ya da olumsuz düşünceler sokar; bilinçaltını etkileyen bu düşünceler, onun mesleki faaliyetleriyle ilgili daha sonraki bütün kararlarında etkili olur. Bu tekniğin kötü niyetli kullanımı için bazı yazarlar “kilitlemek” tabirini bulmuşlardır (McFadyen, 2000), ki siyasi bir kişiliğe suikast maksadıyla uygulanır. A ve B kişileri buluşmadan önce, B’ye A hakkında çirkin bir şey söyleyin; bundan böyle o, A’ya karşı olumsuz önyargılar taşıyacaktır; bu durumda “kilitlenme”nin hedefi A’dır. Bir fikir ya da kişiyi, daha henüz gündemde değilken onun hakkında aşağılayıcı sözler söyleyerek gözden düşürmek için de aynı teknik kullanılır. “Kilitleme” bir grubun inançlarını dış etkilerden yalıtmaya da yarar. Bir toplum, gerçekte doğru olsa da olmasa da paylaşılan ortak inançlarla tanımlanır. Bu ortak zemin, herhangi bir grubu da sahip olduğu belirli inançlara göre tarif eder. Dolayısıyla, inançların örtüşmesi anlamında birbirine çok uzak ama fiziksel olarak birbirlerine çok yakın ve yaşamları iç içe olan toplulukların varlığı, görünürde uzlaşmaz bir çelişkidir. Nesiller boyu birarada yaşamış ama birbirine çok uzak inanç sistemlerine bağlı halkların bir gün karşı karşıya gelip birbirlerini öldürmeye kalkışmaları sonucu, soykırımlara tanık olunmuştur. Ya da mimarların, geçmişin bütün kalıntılarını, bu tür şeylerin onların modern görüşlerini kirlettiği ve onları rahatsız ettiği düşüncesiyle yıkıp yok etme çağrısı buna koşut bir olgudur. 112 Her sosyal grup birlik ve bütünlüğünü inançları vasıtasıyla sağlar; bu nedenle, taşıdığı inançları dış etkilerden korumak ister. Grubun gücünü koruyabilmesi için böyle sıkı sıkıya bağlı olması hayati önemdedir. Eğer inançlar kanıtlanabilir bir temel üzerine inşa edilmişlerse, yeni grup üyeleri kazanmak için en iyi yöntemler, eğitim ve açıklıktır. Eğer böyle değilse, sistemin dışında kalan alanda çarpışan fikir ve inançların önüne bir güvensizlik duvarı örülür çünkü bunlar sistem için birer tehdit unsurudur. Grup kültlerinde izleyicilere verilen ilk mesaj, külte bağlı olanlar dışında hiç kimseye inanmamalarıdır ki bu, sosyal birlik ve bütünlüğünü sağlamış bir grubun doğal olarak dışlayıcı tavrının en aşırı biçiminden başka bir şey değildir. Bu yöntemde sadece ve sadece grubun inançlarıyla uyum gösteren bilgiler seçilir ve grubun içine sızmasına izin verilir. Önceden kazanılmış olan görüşleri doğrulamayan bilgi ve belgelerin elekten geçirilip inançların tazelenmesi, bilişsel uyumsuzluğu önler (Nickerson, 1998). İlginçtir ki, paylaşılan bir inanç ne kadar insafsız ve acımasız ise, topluluğu birarada tutma etkisi de o kadar fazla olur. Dinlerin, bazı tehlikeli mezhep ve tarikatların ve terörist örgütlenmelerle ilgili kayda geçmiş olayların incelenmesi bunu kanıtlamaktadır. İyi olduğundan ve açıkça kötü olan bir duruma yol açmayacağından emin olunan bir şeye kişisel olarak inanmak kolaydır; bu durumda, sosyal grubun destekleyici kurallarının yardımıyla bilişsel yeniden yönlenme gerekmez. Ama eğer belli bir gruba uyum sağlamak, sıradışı ve alışılmadık derecede zor bir eylem gerektiriyorsa, o zaman grup üyeliğine aday kişinin kabul edilmesini sağlayacak olan eylem onu özel bir kişi, grup gerçeğini ise daha da geçerli ve hayati kılar. Bu tespit deneylerle kanıtlanmıştır (Gerard & Mathewson, 1966). Bu üyeliğe kabul ritüelleri bütün toplumlarda vardır ve bazılarında diğerlerine göre daha dikkat çekici ve daha çetin olur. Üyeliğe kabul işleri ne kadar zor ise, gruba bağlılığın da o kadar güçlü ve kalıcı olması şaşırtıcı değildir. Çok yanlış ve fevkalade kötü şeylerin doğruluğunu kabul ederek gruba uyum sağlayan bir kişi, kendini bir birey olarak görmeye ve böyle düşünmeye son verir, gruba çok daha sıkı bağlanma ihtiyacı duyar. Bunun nedeni, o saçma inançların sadece grubun tanımladığı sosyal çerçevede “doğru” ama onun dışında tehlikeli olabilecek derecede yanlış olmasıdır ki bu, böylesi inançlara sahip kişilerin o grup dışındaki yaşamlarını sorunlu hale getirir. Bu kutuplaşma senaryosunda, dış dünyada özgürce erişilebilecek olan doğru bilgiler o inançlı kişinin dünya görüşünü temelinden sarsacağı ve kendi varlığının anlamını sorgulatacağı için, onu belirli bir kültün kapalı dünyasındaki yalıtılmış ve rahat ortamına mahkûm eder. Böylesi bir durumun, kötümser olduğu kadar, beklenmedik sonuçları da olur: En hatalı inançlara sahip kişiler, yaklaşılması ve diyalog kurulması en zor kişiler, eğitilmesi ve fikri değiştirilmesi de en zor kişilerdir aynı zamanda (Nyhan & Reifler, 2010). Bilişsel uyumsuzluk ve kendi dinini yayma tutkusu Bilişsel uyumsuzluğun insanın duygusal durumunda yarattığı rahatsız edici etkiyi küçümsememek gerekir. Yanlış bir bilgiyi benimsemiş bir kişi, günlük yaşamda karşılaştığı çelişkilerden kendini yalıtamaz ve gerçek dünyayla yüzleşmekten kaçamaz. Ama öyle olsa da, inançlı kişi hatalı inançlarını gözden geçirmek yerine, hatırı sayılır derecede maharet ve ustalıkla inançlarında kendini haklı çıkarmaya yönelik çaba harcar. Bilişsel uyumsuzluk halinin neden olduğu kuşku ve huzursuzluğu azaltmanın bir yolu da o yanlış bilgileri yayıp yaygınlığından medet ummaktır. Hatalı olan inançları taşıyan bir bireyin, doğrudan ilişkiye geçtiği diğer kişilerden ne kadar çoğu aynı inançları taşırsa, savunduğu şeylerin kusurlu ve asılsız olmadığına emin olması da o kadar kolaylaşır. Yanlış inanç sahibi kişi, o inancın sempatizanlarının sayısı ve onların yarattığı toplumsal etkinin sağladığı sahte bir geçerlilik hissi edinir. Dışarıya karşı yalıtılmış o duvarların içine diğerlerini de alıp etki alanını genişletince, yadsınamaz gerçeklerin ondan yana olduğu aldatmacasıyla huzur bulur. Çoğunluk sayesinde güvence sağlamak, yanlış inancı doğru kılmanın (ki bu imkânsızdır) kültürel düzeyde karşılığı olur. Kendi dinini yayma tutkusu, aynı hatalı inançlara başkalarının da ikna olmasını sağlama arzusu, içten gelen bir ihtiyaç, bilişsel uyumsuzluğun yarattığı huzursuzluğa karşı korunmak için etrafındaki koruyucu alanı, duygusal bariyeri genişletme ihtiyacıdır; savunulması imkânsız bir dünya görüşünü savunmada yardımcı olur. 113 Sözde dini tarikatlar, böyle misyonerlik faaliyetlerine ciddi kaynaklar ayırırlar, konuştukları görüştükleri herkesi kendi tarikatlarının inanç sistemine bağlama misyonuyla görevlendirdikleri kişileri, toplumun her kesiminde çalışmak üzere görevlendirirler. Tarikatın inançları ile tanıştırma ve yeni müritlerin kazanılması faaliyeti, onların da daha başka müritler kazanmak için sorumluluk alabilmesine yönelik yetiştirilmesiyle el ele gider. Yeni müritler kazanmada yararlanılabilecek ikna tekniklerinde uygulamalı yetiştirilen tarikat üyeleri, aynı zamanda, o tarikatın reklamını yaptığı görüşleri, irrasyonel inançları ve yanlış bilgileri iyice sindirmeleri için bir beyin yıkamaya tabi tutulurlar. Bu yetiştirme yöntemlerinin sıklıkla kullanılması, tarikatın dogmalarını makul, misyonerlerini de ilgi çekici kişiler olarak sunan bir aldatma kültürünü yaygınlaştırır. büyük ölçüde, halen varlığını sürdüren güçlü bir ideolojik ve örgütsel yapıya bağımlı olduğuna işaret eder. Gerçeklerin gösterdiği doğrultunun tersine gitmede başarılı olmak, ancak kendi ideolojisine topyekûn bağlılık talep eden grup inancının arkasında toplumsal bir destek olduğu takdirde mümkündür. Schmalz bu başarının en can alıcı unsurlarını, güce bağlı “hiyerarşide ayrıcalıklı bir karizmaya sahip olmak, örgüt içinde bilgi ve güç kontrolünü elinde tutmak ve yayılıp genişleyerek meşruiyet kazanan bir ideolojiyi savunmak” olarak tarif eder. İdeoloji, gereken desteği karmaşık örgütsel bir yapının varlığından alır, çünkü aksi takdirde, kehanetlerinin iflası halinde kendini koruyabilmek için yeterli desteği bulamaz. Yukarıda saydığımız bu karakteristikler, bugün mimari eğitim ve öğrencilere deneyim kazandırma çalışmalarında yararlanılan tekniklerin belirgin özelliklerindendir. Festinger, Riecken ve Schachter tarafından, yanlış bilgileri terketmeyi reddeden insanlar üzerine – bu özel durumda, hiçbir zaman gerçekleşmemiş olan bir kıyamet olayına inanmaları ile ilgili – klasik bir araştırma yapılmıştır (Festinger, Riecken & Schachter, 2008). Bu araştırmanın sonuçlarına göre, bırakın bu hatalı inanca itibar etmemeyi, bu kehanetin topyekûn iflası, aslına bakılırsa, araştırmaya katılan denek grubun tarikatın öğretilerine bağnazca bağlılıklarını arttırmış. Bu sunum, sezgilere aykırı bir biçimde gerçeklerden kopuşta yanlış bilgilenmenin rolünü göstermesi bakımından son derece öğretici ve rahatsız edicidir. Güçlü bir “iman” duygusuna sahip olanlar (müritlerin başlangıçta ödedikleri yüksek bedel, herhangi bir biçimde inançlarından vazgeçmeye kalktıklarında onları caydırır), birtakım zekâ oyunlarıyla kendini kandırma yöntemleri uydurarak, hatalı inançların çürütülmesine karşı onları bir şekilde rasyonalize etme yöntemleri geliştirmeye yönelir. Dramatik bir yenilgi karşısında bile pes etmezler, başkalarını da ikna etmeye çalışarak inancını yaygınlaştırmaya ağırlık verirler: “Bir inanç sisteminin doğruluğuna çok ve giderek daha çok insan ikna edilebiliyorsa, o inanç sisteminin neticede doğru olması gerektiği aşikârdır ” (Festinger, Riecken & Schachter, 2008, s. 11). Araştırılıp doğrulanabilir bir öğreti temelinde değil de, yanlış bilgiler üzerine kurulu çeşitli disiplinler tanımlamak mümkündür. Öğrencileri şartlandırmak demek, hiçbir gerekçe öne sürmeden onların beyinlerine dogmalar, beylik önermeler, görüntüler, kült kahramanları kazımak; diğer yandan da, ahlaki üstünlük duygusu aşılama, etik bir amaç iddiasında olma, dünyayı değiştirme misyonu taşıma vb. özelliklere sahip bir kültürel mitolojiyi ilmek ilmek dokumak demektir (Salingaros, 2008). Bu endoktrinasyon yönteminin olumsuzlama yönünün de asli bir işlevi vardır: Yanlış bilgileri soruşturan ve sorgulayan her düşünceyi, felaket tellallığı yaparak mahkûm etmek. “Eğitim ve öğretim” katı bir ideolojik çerçeve içinde yapılır, ki bu sayede, yanlış bilgilenmeye dayalı hakim ideolojiyi tehdit eden her unsur daima, tarikatın üstün ahlaki ilkelerine bir saldırı, ilerlemeye sekte vuran irticai bir hareket, zamanı tersine çevirme girişimi vb. olarak algılanır. Bu endoktrinasyon stratejisi, eğitimleri sırasında edindikleri dogmatik görüşleri gelecekte sorgulamaktan müritleri muaf tutmakta çok başarılıdır. Festinger’in araştırmasını eleştirici/tamamlayıcı bir çalışmasında Mathew Schmalz (Schmalz, 1994), iflas etmiş bir ideolojinin reddinin ve gerçeklerle yüz yüze kalmaktan kaçınabilmek için onun yerine yeni bir mitin keşfinin, Bu kendi dinini yayma tutkusu, çağdaş mimarinin soyut düşünme tarzını dini bir dogma gibi benimsemiş mimarların karakteristik özelliğidir. Bu gruba dahil mimarlar, kendi düşüncelerinin mutlak olarak doğru ve bu tarz düşünmenin de toplum için en iyisi olduğuna inanırlar. Bu hatalı inançların oluşturduğu kurumsal yapı o kadar güçlüdür ki, bu paradigmanın içinde olanlara, doğaya ve canlılara dost yapıların, süslemelerin, rahat ve huzurlu 114 mekânların, insan ölçeğinde binaların doğalarından kaynaklanan değerli yönlerini gösteren doğruluğu kanıtlanmış araştırmalar sunulsa bile, bunlar kendi düşüncelerini yeniden gözden geçirmeyi asla göze alamazlar (Alexander, 2001-2005; Salingaros, 2005; 2006; 2008; 2010). Toplumun geri kalanının cahil olduğu inancı yerleştirilerek, bilişsel uyumsuzluk bertaraf edilir. Böyle mimarların bıkmadan usanmadan, onlara ayak uydurması gereken halkı çağdaş mimari biçimlerin değerini takdir edebilmesi için “eğitme” çağrıları yapmalarının nedeni, kendilerini ahlaki bakımdan değilse bile entelektüel yönden üstün saymalarıdır. Sıradan insanları o dünya dışı garip formları ve alanları sevebilmeleri için ikna etme girişimlerinin başarısızlıklarıyla bir yüzyıl geçmiş olsa dahi kendi dinini halka yayma tutkusuyla hareket eden bu mimari akım, toplumun gerçek ihtiyaçlarının mesihvari inkârını ısrarla sürdürmektedir. Mimari ve kentsel tasarım konusundaki bu yayılmacılık, günümüzün küresel basın yayın organları tarafından da, safça ama gönüllü olarak özendirilmektedir. Dünyanın en saygın medya kuruluşlarından bazıları, böyle bir mimari propagandaya alet olmaktan gocunmuyorlar. Herhangi bir şehir, bir mimari kült kahramanının tasarlamış olduğu tek bir binanın orada olması nedeniyle ve sadece o nedenle kaçınılmaz olarak, “Ziyaret Edilmesi Gereken Yerler” başlığı altında sunulmakta. Turistik rehber gibi sunulan ama aslında reklam ajansları tarafından kaleme alınan bu tür yazılar, masum haber kisvesi altında, belli bir ideolojinin reklamını yapmaktadırlar. Bunlar, yüz karası bir dogmanın yayılmasına hizmet ediyor: Uyumsuz stiliyle ünlü bir çağdaş yapı, bir şehri turistik çekim merkezine dönüştürebilir. Bu hikâyenin tekrar tekrar basımı da, mesajın bütün dünyaya yayılmasını garanti eder. Orijinal haber kaynağının yetkilileri ustalıkla yönlendirilirse, uyumsuz mimari örneğinin görüntüleri de – gündemdeki ideolojinin şampiyonları olan bir avuç mimarın adları ile birlikte – kamuoyunun bilinçaltına yerleştirilir. Kuhn ve paradigma değişiklikleri Thomas Kuhn o ünlü “paradigma değişiklikleri” kavramını sunarken (Kuhn, 1970), bununla, bir bilimsel kuramın, doğru ve geçerli kanıtlar olmasına rağmen uzun bir süre boyunca görmezden gelinmesi ve sonra, araştırmacıların çoğunluğu tarafından birdenbire kabul görmesi şeklinde tezahür eden kesintili süreci tarif ediyordu. Kuhn, daha yeni olan bir kuramın mükemmel derecede rasyonel bir bilimsel temele oturması ve gözlemlenen olayları, yerine geçeceği kuramdan kaçınılmaz olarak çok daha iyi açıklıyor olması durumunda bile, o kuramın diğerinin yerine geçebilmesi için bir nevi “momentum” oluşturulması gerektiği kuramını ortaya attı. Halbuki, bilimsel işleyişten beklenen, olması gereken bu değildir. İdeal bir gözle bakılırsa, bilimsel verilerle desteklenen daha iyi bir açıklamanın, gözlemlenen olguların daha eski ve daha kaba bir formülasyonunun yerine kolaylıkla geçebilmesi beklenir. Ama bu böyle olmaz. Bilim tarihinde çoğu zaman görülen odur ki, bir konuda çok daha üstün ve gelişmiş bir açıklama ortaya atıldığında, o günün bilimsel toplulukları tarafından direnç görür, bir kenara itilir ve unutulur, ta ki aradan uzun bir süre geçip tekrar keşfedilene ve takdir görene kadar. Bu fenomen tıpkı, grup düşüncesi mekanizmasının etkisi altında bir inançtan diğerine çark eden, bilim insanı olmayan kişilerin davranışlarını andırır. Bu ikinci durumda, çoğu kez akılcı bir temel yoktur: Topluluğun bir kesiminin siyasi eğilimini, günün yaygın inanışlarından birini ya da kültürel alışkanlıklardan gelen belli bir davranış kalıbını değiştirmesidir söz konusu olan. Belirli modalar bütün bir ulusun zihnine yer eder, bir süre onu işgal eder, sonra yerini başka bir modaya bırakır. Burada üzerinde durulması gereken nokta, bir modanın hükümranlığı sırasında, onun izleyicilerini başka bir şeye ikna etmenin neredeyse imkânsız; akılcı tartışmaların da etkisiz; ve bir gün bir değişiklik zuhur ederse de, bunun aniden olmasıdır. Kuhn bilim insanları derken, toplumun en zeki ve bilgili, en akılcı kesimlerinden birinin temsilcilerinden söz ediyordu doğal olarak. Ama görünüşe bakılırsa bunlar yine de, sıra kendi faaliyet gösterdikleri alanda bazı inançları benimsemeye geldiğinde, doğal olaylara rasyonel açıklamalar getirmeleri beklenirken, bizzat irrasyonel tavırlar sergilemektedirler. Bilimin dayandığı temel, deneydir nihayetinde: Araştırmacı laboratuvar deneylerinde ölçümler yapar ve gözlemlerini rasyonel yöntemlerle analiz eder, salt felsefi spekülasyonlarla yetinmez. Ancak, bilim insanları bile irrasyonel değerlendirmelerden uzak durma tutarlılığını gösteremiyorlarsa, bilim insanı 115 olmayanlardan rasyonel tartışmaların güdümünde hareket etmelerini nasıl bekleyebiliriz? Kuhn, onlarca yıldır üzerinde konuşulan bir kavram attı ortaya, ama ne yazık ki, o paradigma değişikliklerinin nasıl gerçekleştiğini ve daha da önemlisi, nasıl çabuklaştırılabileceğini söylemedi. Bu soruya yanıt olabilecek şeylerin ipuçlarını bilişsel uyumsuzluk kavramını anlayarak yakalayabiliriz. Sonuç Küresel krizin en dolaysız göstergelerinden biri, grup zihniyetinin ataleti nedeniyle içinden çıkılmaz hale gelen sorun, endüstriyel tüketim modelini ve onunla ittifak halindeki tasarım anlayışını terketmeye yanaşmayan bir ideolojinin hakimiyetidir. Modern toplumumuzun maddi beklentileri – daima yeni olan, daha iyi olduğu sanılan ürünlere duyulan açlık eşliğinde – saldırgan ve sınır tanımaz bir biçimde doğal kaynak ve enerji tüketimini körüklüyor. Niceliksel ölçüleri değil de asli nitelikleri ön planda tutan bir tasarım anlayışının, yaşadığımız çevreye olumlu etkileri olabilir. Öte yandan, bu öncelikler çerçevesinde ilerlememize engel olan iki durum söz konusu: (i) endüstriyel modelin, kendi yarattığı sorunlara kendisinin çare bulabileceğine olan sarsılmaz inanç; ve (ii) günümüz mimarlarının mesleki topluluklarının çıkarlarını gözeten, yanlış bilgiler üzerine inşa edilmiş, yürürlükteki yöntemler. Bu dünyanın bütün vatandaşlarının arzu ve istekleri daha gerçekçi bir düzeye erişse bile, çağdaş tasarım anlayışının, üstesinden gelinmesi gereken kalıcı etkileri sürecektir. Burada esas ilgi alanımız çağdaş mimari ve kentleşme olsa da, irrasyonel inançları sürdürme mekanizması hakkında söylediklerimiz her konuya uygulanabilir, evrensel geçerliliği olan görüşlerdir. Bu makalede, insanların hatalı inanışlarını sürdürme yöntemlerini – yedi başlık altında topladığımız, doğruyu inkâr etmek için taktikleri – ve onları çürüten kanıtlara rağmen vazgeçmeme niyetiyle alışkanlık haline getirdikleri stratejiyi inceledik. Yanlış bilgiler üzerine kurulu bir dünya görüşüne sahip bireyler de zaman zaman, tamamen kendi başlarına, bilgi haznelerini zenginleştiren doğru bilgi kaynaklarından yararlanmak suretiyle bir aydınlanma atılımı yaparlar. Bununla birlikte, kayda geçmiş örnekler, grup düşüncesinin izinde giden kişinin düşüncelerinde dönüşüm sağlamada tam bir başarı olasılığının çok düşük olduğunu göstermektedir. Bu kötümser tespit, tehlikeli tarikatlara üye olan kişiler üzerinde çalışan profesyonel psikologların genel kanısıdır, çünkü maalesef, daha önce bu tarikatların izinde gidenlerin çok küçük bir yüzdesi normal yaşama dönmede başarılı olabilmektedir. Küçük bir araştırma, mimarlık alanında neden bu kadar aşırı derecede kutuplaşma olduğunu ortaya koyar. Halihazırda mimarlar, hakim ideolojiye uyma düşüncesini aşılayan bir eğitim sürecinden geçerler ve genç mimarlar, meslekleriyle ilgili konularda belli ve önceden saptanmış inançların gözden geçirilmesini kabul etmeyen bir düşünme tarzıyla eğitilirler. Eğitim sonrası profesyonel ortam da daha iyi bir durumda sayılmaz çünkü meslek erbabı, asla sorgulanmayan bir dogmalar silsilesi (sadece bir yüzyıllık geçmişi olan, modern mimari ve kentleşme “kriterleri”) çevresinde faaliyet göstermeye devam etmektedir. Mimar olmayan herhangi bir kişi de mimarlarla – onların görüşlerinin esas nüvesini teşkil eden inançlarının ne kadar sağlıklı olduğu konusunda – tartışmaya girerek, bu koşulların geçerliliğini kendi kendine rahatlıkla doğrulayabilir. Mamur çevremizin korunması ve dünyamızın yaşanabilir ortamının sürdürülebilmesi, binalarımızı ve şehirlerimizi, önyargıları aşan bilimsel düşüncenin ışığında inşa etmemize bağlı olduğu için, bu dargörüşlülük ilerlemenin önünde ciddi bir engeldir. Teşekkür. Bu araştırma yazısının daha önceki yayınlarında, faydalı görüşleriyle katkıda bulunan Christopher Alexander, Kenneth G. Masden, Michael Mehaffy, Antonio Ruiz de Elvira, Mathew Schmalz ve Roger Scruton’a içten teşekkürlerimi sunarım. Kaynaklar Raymond S. Nickerson (1998). “Confirmation Bias: A Ubiquitous Phenomenon in Many Guises”, Review of General Psychology, Cilt: 2, Sayı: 2, s. 175-220. Christopher Achen ve Larry Bartels (2006). “It Feels Like We’re Thinking”, baskı öncesi pdf: www.princeton.edu/~bartels/thinking.pdf. Brendan Nyhan ve Jason Reifler (2010). “When Corrections Fail: The Persistence of Political Misperceptions”, Political Behavior, Cilt: 32, Sayı: 2, s. 303-330. Christopher Alexander (2001-2005). The Nature of Order, Kitap 1-4, Center for Environmental Structure, Berkeley, California. Kitap 1: The Phenomenon of Life; Kitap 2: The Process of Creating Life; Kitap 3: A Vision of a Living World; Kitap 4: The Luminous Ground. George Orwell (1949). Nineteen Eighty-Four, Penguin Books, Londra (yeni baskı: 2003). Solomon E. Asch (2003). “Effects of Peer Pressure upon the Modification and Distortion of Judgments”, Lyman Porter, Harold Angle ve Robert Allen (yay. haz.), Organizational Influence Process, 2. baskı, M. E. Sharpe, Armonk, New York, 17. bölüm, s. 295-303. Solomon E. Asch (2004). “Opinions and Social Pressure”, Elliot Aronson (yay. haz.), Readings About the Social Animal, 9. baskı, Worth Publishers, New York, 3. bölüm s. 17-26. Gregory S. Berns, Jonathan Chappelow, Caroline Zink, Giuseppe Pagnoni, Megan Martin-Skurski ve Jim Richards (2005). “Neurobiological Correlates of Social Conformity and Independence During Mental Rotation”, Biological Psychiatry, Cilt: 58, s. 245-253. Jerry M. Burger (2009). “Replicating Milgram: Would People Still Obey Today?”, American Psychologist, Cilt: 64, Sayı: 1, s. 1-11. Nicholas Christakis ve James H. Fowler (2009). Connected, Back Bay Books, New York. Robert B. Cialdini (1993). Influence: Science and Practice, 3. baskı, Harper Collins, New York. Jared Diamond (2005). Collapse: How Societies Choose to Fail or Succeed, Penguin, New York. Leon Festinger, Henry W. Riecken ve Stanley Schachter (2008). When Prophecy Fails, Pinter & Martin, Londra (1. baskı: 1956). Kenneth S. Friedman (2003). Myths of the Free Market, Algora Publishing, New York. Harold Gerard ve Glover Mathewson (1966). “The Effects of Severity of Initiation on Liking for a Group”, Journal of Experimental Social Psychology, Cilt: 2, s. 278-287. Richard Hames (2011). “Clueless: the future of stupidity”, The Hames Report, 14 Ocak 2011, http://fiveliteracies.typepad.com/richard_hames/2011/01/clueless-the-future-of-stupidity.html. W. Daniel Hillis (1998). The Pattern on the Stone, Basic Books, New York. Eric Hoffer (1951). The True Believer, Perennial Classics, New York. Thomas Kuhn (1970). The Structure of Scientific Revolutions, 2. baskı, University of Chicago Press, Chicago. George Lakoff ve Mark Johnson (1999). Philosophy in the Flesh: The Embodied Mind and Its Challenge to Western Thought, Basic Books, New York. Jonah Lehrer (2009). How We Decide, Houghton, Mifflin, Harcourt, New York. Manfred Max-Neef ve Philip B. Smith (2010). Compassionate Economics, Green Books, Foxhole, Dartington, Totnes Devon. Giuliana Mazzoni ve Amina Memon (2003). “Imagination Can Create False Autobiographical Memories”, Psychological Science, Cilt: 14, s. 186-188. “Cognitive Dissonance and Non-adaptive Architecture”, P2P Foundation, 2 Şubat 2011. İngilizceden çeviren: Yavuz Oymak 116 Ian McFadyen (2000). Mind Wars, Allen & Unwin, St. Leonards, NSW. Monica Prasad, Andrew J. Perrin, Kieran Bezila, Steve G. Hoffman, Kate Kindleberger, Kim Manturuk ve Ashleigh Smith Powers (2009). “There must be a reason: Osama, Saddam, and Inferred Justification”, Sociological Inquiry, Cilt: 79, Sayı: 2, s. 142-162. Peter J. Richerson ve Robert Boyd (2005). Not by Genes Alone: How Culture Transformed Human Evolution, University of Chicago Press, Chicago. Nikos A. Salingaros (2005). Principles of Urban Structure, Techne Press, Amsterdam. Nikos A. Salingaros (2006). A Theory of Architecture, Umbau-Verlag, Solingen. Nikos A. Salingaros (2008). Anti-Architecture and Deconstruction, 3. baskı, Umbau-Verlag, Solingen. Nikos A. Salingaros (2010). “Life and the Geometry of the Environment”, Athens Dialogues E-Journal, Harvard University’s Center for Hellenic Studies, Kasım 2010; yeni baskı: The Permaculture Research Institute, Ekim 2010, http://argos.chs.harvard.edu/cgi-bin/WebObjects/ athensdialogues.woa/wa/dist?dis=19. Nikos A. Salingaros ve Pietro Pagliardini (2009). “The Geometry and Life of Urban Spaces”, İtalyancası: Nikos Salingaros, No alle archistar: il manifesto contro le avanguardie, Libreria Editrice Fiorentina, Floransa, 2009, 15. bölüm. İspanyolcası: Cuadernos de Arquitectura y Nuevo Urbanismo, Tecnológico de Monterrey Campus Querétaro, Sayı: 6/7, Yıl: 4, Mart 2010, s. 7-20, http://viewer.zmags.com/publication/b55fd62e#/b55fd62e/8. Mathew N. Schmalz (1994). “When Festinger Fails: Prophecy and the Watch Tower”, Religion, Cilt: 24 (Ekim 1994), s. 293-308. Yeni baskı: Jon R. Stone (yay. haz.), Expecting Armageddon: Essential Readings in Failed Prophecy, Routledge Press, New York, 2000, s. 233-250. Roger Scruton (2010). The Uses of Pessimism and the Danger of False Hope, Oxford University Press, Oxford. Roger Scruton (2011). Yazara kişisel mektup, 18 Ocak 2011. Aleksandr Solzhenitsyn (2006). “No Matter What”, E. E. Ericson, Jr. ve D. J. Mahoney (yay. haz.), The Solzhenitsyn Reader içinde, ISI Books, Wilmington, Delaware, s. 73-84. Carol Tavris ve Elliot Aronson (2007). Mistakes Were Made, Harcourt, Orlando, Florida. Nigel Thrift (2009). “Pass it On: Towards a Political Economy of Propensity”, Social Science and Innovation Conference at the Royal Society of the Arts (RSA) konferansında sunulan makale, Londra, 11 Şubat 2009, http://www.aimresearch.org/uploads/File/Presentations/2009/FEB/ NIGEL%20THRIFT%20PAPER.pdf. Edward O. Wilson (2006). The Creation: An Appeal to Save Life on Earth, W. W. Norton, New York. Philip Zimbardo (2007). The Lucifer Effect, Random House, New York. Julia Zuwerink-Jacks ve Kimberly Cameron (2003). “Strategies for Resisting Persuasion”, Basic and Applied Social Psychology, Cilt: 25, Sayı: 2, s. 145-161. Stanley Milgram (1961). “Nationality and Conformity”, Scientific American, Cilt: 201, s. 45-51. Stanley Milgram (2004). “Behavioral Study of Obedience”, Elliot Aronson (yay. haz.), Readings About the Social Animal, 9. baskı, Worth Publishers, New York, 4. bölüm, s. 27-40. 117
© Copyright 2024 Paperzz