AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ MART 2014 | YIL 20 | NR./SAYI 229 “Bir insanın diğer etnik gruplara karşı düşmanca bakışını durup dururken aşma şansı çok az. Belki ancak kendisi maruz kaldığında mesajı fark edebilir.” s. 38 ETNOSENTRIZM TELAFFUZU ZOR, İNKÂRI KOLAY ENAR Direktörü Michael Privot ile Avrupa’da etnosentrizm üzerine s. 24 Roni Margulies ile etnisite, ulus, ırk kavramları üzerine s. 34 Dünya Uygur Kongresi Başkanı Rabiya Kader ile söyleşi s. 46 Gönüllerin Yolculuğu Umre 2014 Mart/Nis an Mayıs/H aziran Ramaza n Yaz • Üniversitelilere ve 25 yaş altı gençlere özel fiyatlar... • 55 yaş üstü emeklilere özel fiyatlar... • Çocuklu ailelere eğitmenler eşliğinde kreş hizmetleri... • Almanca rehberlik eşliğinde müstakil kafile... IGMG Hadsch-Umra Reisen GmbH Boschstraße 61-65 D-50171 Kerpen T +49 2237 9746-0 F +49 2237 656-319 [email protected] igmgreisen www.igmgreisen.com Türkiye Temsilciliği | Hennes Tour T +90 332 3515055 (Konya) T +90 212 6355593 (İstanbul) [email protected] Selamların en güzeli ile E Etnosentrizm ve Biz tnosentrizm, bir kişinin diğerlerini, kendi etnik grubunu veya kültürünü merkeze alarak değerlendirmesi olarak tanımlanır. Mezkur tanım, bu biçimiyle birçoğumuza normal görünebilir, zira hayata tek bir yerden, sadece bulunduğumuz yerden bakabiliriz. Öyleyse, hayat tarzımızı ve değer yargılarımızı bu bakışa göre şekillendirmekten daha doğal ne olabilir? Etnosentrizmi bir sorun hâline getiren, hayata ve diğer insanlara yalnız bulunduğumuz yerden bakabiliyor olmak değildir kuşkusuz. Sorun, tek doğrunun bizimki olduğu vehmine kapılmak ve bizden farklı olana değiştirilmesi güç ön yargılarla yaklaşarak, onları garip, tuhaf, yalnış, hatta zaman zaman çirkin ve “iğrenç” bulmamızdır. Azınlık olarak yaşanan toplumlarda, bahsedilen ön yargılarla kuşatılmış olanların ekseriyetle çoğunluk toplumu olduğu düşünülür. Farklı olana kapalı olan, değişik kültür ve yaşam biçimleriyle tanışmak ve yüzleşmek istemeyen “onlar”dır. Bizler ise, farklılıkların zenginlik olduğunu yakinen bilen, değişik bakış açılarına empati ile yaklaşan, onları anlamaya çalışıp takdir edebilen olanlarızdır(!). Bu ise, sahip olduğumuz ön yargıların belki de başlıcasıdır. Azınlık olarak yaşadığımız toplumlarda, bizden farklı olanı yabancı belleyip, kendi içine kapanma tehlikesine sahip olanlar, toplumun çoğunluğundan çok, belki de biz azınlıklarızdır. Zira hep onların bizi tanımasını bekleriz. Ön yargılarından kurtulup, aslında bizim de onlar gibi olduğumuzu farketmelerini isteriz. Evlerimizi, ibadethanelerimizi onlara açar, “yabancı”dan korkacak bir şey olmadığını bizzat görmelerini arzu ederiz. Ancak kaçımız “onlar”ın yaşamlarını yakından görmek istemiştir, kaçımız “onlar”ın ibadethanelerini ziyaret etmiştir? Bizi biraz daha yakından tanıdıklarında, farklı olandan korkacak bir şey olmadığını anlayacaklarından eminken, biz neden “onlar” gibi olmaktan bu denli korkarız, çoluk çocuğumuzun “onlar”a benzemesinden endişe ederiz? Kanaatimizce, sorunun temelinde -her iki taraf için de- aynı şey bulunuyor; yabancı olana kuşku ile yaklaşmak. Bunun üstesinden gelmenin tek yolu ise, kendinden ve sahip olunan değerlerden emin bir biçimde, farklı olanı tanımaya ve anlamaya çalışmak. Bu nedenle, bu sayımızda etnosentrizmi dosya konusu olarak belirledik. Herkül Millas, farkında olmadan, hayata ne denli ön yargılı bakabileceğimizi özetleyerek dosyamıza giriş yaptı. Şinasi Gündüz, İslam’ın etnik milliyetçiliğe bakışını kaleme aldı. Kien Nghi Ha, ulus, etnik köken ve kültürel kimlik tanımlarına dair analiziyle dosyamıza katkıda bulundu. Yine Roni Margulies ve Etyen Mahçupyan ile etnosentrizmin yakın (ve sinsi) tarihini konuşurken, ENAR Direktörü Michael Privot ile Avrupa’daki etnosentrizm hakkında verimli bir söyleşi yaptık. Gündem kategorimizde, Fatma Çamur NSU cinayetlerinin ne kadar gündemimizde olduğuna dair Soleen Yusef ile kısa bir söyleşi gerçekleştirdi. Hisham Maizar, başörtüsü yasağı ve göçmen sayısının sınırlandırılmasına dair referandumun ardından, İsviçre’deki Müslümanların genel durumunu kaleme alırken, Andreas Tunger-Zanetti ülkedeki Müslüman gençleri değerlendirdi. Dünya kategorimizde Irak’taki son durumu genç analist Emrah Usta yorumladı. Dikkat çekmek istediğimiz diğer bir konu Uygurlu Türklerin on yıllardır maruz kaldığı kültürel soykırım oldu. Bir dahaki sayımızda görüşmek üzere. Kalbî selamlarımla, » MUSTAFA YENEROĞLU İçindekiler 14 GÜNDEM/YORUM Avrupa Birliğinin İsviçre ile İmtihanı GÜNDEM/SÖYLEŞİ 8 NSU Protokolleri Dile Geldi GÜNDEM 10 İsviçre’deki Müslümanlar İsviçre’deki İslam; çeşitliliği benimseyen, toplumsal gelişmeleri destekleyen ve bunları yaparken de kendi kişiliğini muhafaza eden bir orta yoldur. Bu yol, tehdit olarak değil, herkes için bir kazanım ve şans olarak algılanmalıdır. GÜNDEM/SÖYLEŞİ 12 “Müslümanlar Kendilerini Tekrar Tekrar İfade Etmeli.” “Genç, Müslüman, İsviçreli...” Luzern Üniversitesi’nde gerçekleştirilen ve bu ismi taşıyan araştırmada İsviçreli Müslüman gençlerin ülkedeki hâkim diskuru İslamofobik bulmalarından, dernek ve camilerin kimlik kazandırıcı etkilerine kadar pek çok konuda şaşırtıcı sonuçlar ortaya koyuluyor. Araştırma ekibinden Andreas Tunger-Zanetti ile İsviçre’deki Müslüman gençleri konuştuk. Avrupa Birliği yine tarihinin en zor sınavlarından birini veriyor. Zira Avrupa’nın en güçlü ekonomilerinden biri olan İsviçre, kısa bir süre önce gerçekleştirdiği referandumla Avrupa Birliğinin temel prensiplerinden biri olan serbest dolaşım hakkına ülkesinde kısıtlama getirme kararı aldı. Avrupa Birliği yetkilileri ise yasanın yürürlüğe girmesi hâlinde İsviçre’nin de taraf olduğu AB istihdam politikaları ile ilgili sorunlar yaşanacağı görüşünde. 16 GÜNDEM/YORUM Cinsel Çeşitlilik ve Müslümanlar Almanya ve Fransa’daki okullarda cinsel çeşitlilikle alakalı derslerin verileceğinin gündeme gelmesi, Müslümanlar açısından cevaplandırılması gereken soruları daha da görünür yapıyor. 18 D O S YA Bilemediğimiz Etnosentrizm 22 D O S YA İslam’ın Etnosentrizme Bakışı 24 D O S YA / S Ö Y L E Ş İ “Eşitlik Evi” İçin Bir Tuğla Koymak Boschstr. 61-65, 50171 Kerpen, Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656-555 www.igmg.org | E-Mail: [email protected] | Herausgeber / Yayıncı: IGMG-Islamische Gemeinschaft İSLAM TOPLUMU MILLÎ GÖRÜŞ AYLIK HABER-YORUM DERGISI MART 2014 MÄRZ 2014 YIL / JG.: 20 NR. / SAYI: 229 Millî Görüş e. V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) adına Kurumsal İletişim Başkanlığı | Vertreten durch den Vorstand: Kemal Ergün, Vorsitzender; Oğuz Üçüncü, Generalsekretär; Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender | Chefredakteur / Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa Yeneroğlu (V. i. S. d. P.) | Editor / Editör: Ahmet Faruk Çağlar, Elif Zehra Kandemir | Redaktion / Redaksiyon: Fatma Çamur, İlknur Küçük, Meltem Kural, Ali Mete, Rahime Söylemez | Design / Tasarım, Druck / Baskı: 99names communication GmbH | Im Auftrag 30 D O S YA Kendini Yeniden Düşünmek: Ulus, Etnik Köken ve Kültürel Kimlik Tahlili D Ü N YA 50 Irak Krizi ve İşgal Sonrası Siyasi Boşluk 2014 Ocak ayında Irak Ordusu Anbar eyaletindeki Müslüman-Sünni kesimin protesto gösterilerini dağıtırken sivil kayıplar yaşanmış, protestolara destek veren Iraklı bir milletvekili tutuklanmış ve ardından 44 Sünni-Iraklı milletvekili istifa etmişti. 34 D O S YA / S Ö Y L E Ş İ “İnsanı İçinde Yaşadığı Kültür Oluşturur, Genetik Özelliği Değil.” TA R İ H 38 D O S YA / S Ö Y L E Ş İ 52 17. ve 18. Yüzyıllarda Türk Vaftizi Toplumlar Kendilerine Yenik Düştüklerinde... TA R İ H 54 Köklü İslam Algısı ve Martin Luther Örneği Avrupa’da İslam ve Müslümanlara dair çoğu algı oldukça eskilere uzanır. Bu nedenle sürekli olarak dile getirilen ön yargılı düşüncelerin daha iyi kavranabilmesi için ön yargıların arka plan ve bağlamlarını tetkik edebilecek bir anlayış geliştirilmesi gerekir. 42 D Ü N YA Flickr.com/ United States Mission Geneva Doğu Türkistan’da Kültürel Soykırım Durdurulmalı 46 D Ü N YA / S Ö Y L E Ş İ © “Uygurlara Yapılan Baskı Dayanılamayacak Hâlde!” 3 4 6 56 58 Önsöz İçindekiler, Künye Gündemden Kısa Kısa Portre Kitap Tanıtımı der IGMG durch 99names communication GmbH erstellt. IGMG adına, 99names communication GmbH tarafından hazırlanmıştır. Merheimer Str. 229, D-50733 Köln • T +49 221 942240-20 | Die Verantwortung für die Artikel liegt bei den Autoren. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. | Auflage / Tiraj: 12.500 | Anzeigenservice / İlan Servisi: T +49 221 942240-0 | F 0221 942240-119 • E-Mail: [email protected] | Abonnement / Abonelik: IGMG Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Mitgliederbetreung: Boschstr. 61-65, 50171 Kerpen, Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656 555 • E-Mail: [email protected] | Jahresabonnement / Yıllık abone ücreti: 40,- EURO | Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten. / IGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir. | Perspektif dergisi T.C. Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı tarafından desteklenmektedir. Gündem GÜNDEMDEN KISA KISA 6 İsviçre Mahkemesinden Akıl Almaz Karar İsviçre’de Başörtüsü Referandumu Lozan’da bulunan İsviçre Federal Mahkemesi, 2007 yılında bir polis memurunun Cezayirli bir mülteciye “yabancı domuz” ve “pis mülteci” gibi hakaretlerinin, ırkçılık olmadığına hükmetti. 2007 yılında İsviçre’nin Basel şehrinde hırsızlık yaptığı gerekçesiyle yakalanan mülteci, herkesin gözü önünde polisin ırkçı hakaretlerine maruz kalmış ve bunun ardından olay mahkemeye taşınmıştı. Mahkeme polisin ırkçılık yaptığına karar vererek para cezası vermişti. Fakat Federal Mahkeme bu kararı bozdu. Bahsi geçen polisin sözlerinde herhangi bir ırktan ya da etnik gruptan bahsedilmediğini gerekçe gösteren mahkeme, polisin suçsuz olduğuna karar verdi. Mahkeme, polis memurunun, ancak “kara domuz” ya da “pis Yugo/Yugoslav” gibi sözler sarf ettiği takdirde ırkçı ayrımcılık yapmış olacağını belirterek akıl almaz bir karara imza atmış oldu. St. Gallen Kantonuna bağlı Au-Heerbrugg’da okullarda öğrencilerin başörtüsü takmalarını yasaklamak için bir referandum yapıldı. Referandumun düzenlenmesindeki temel sebep, başörtülü iki Somalili öğrenciydi. Kantonda bulunan bir ilkokula giden iki öğrenci, başörtüsü taktıkları gerekçesiyle okuldan uzaklaştırılmışlardı. Fakat okul yönetimi, gelen tepkiler üzerine geri adım atmış ve başörtüsü yasağına dair herhangi bir hukuki düzenlemenin bulunmadığını belirtmişti. Bunun üzerine İslam düşmanı söylemleriyle öne çıkan İsviçre Halk Partisi (SVP) referandum düzenleyerek okullarda başörtüsünün yasaklanmasına dair bir öneriyi halkın oylamasına sundu. Oylamaya katılanların üçte ikisi, SVP’nin önerisini destekledi. Buna karşın Somalili öğrencilerin ailesi, Federal Mahkeme’de haklarını arayacağını belirtti. Bu durumda yasağın yürürlüğe girmesi mümkün gözükmüyor. P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 Flickr.com/ Pete Birkinshaw © “Müslümanlar Anlaşma İmzalamalı” Danimarka’da Helal Kesim Yasağı İngiltere’de, Avrupa’nın önde gelen aşırı sağcı ve popülist partilerinden Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP)’nin Uyum Politikaları Sözcüsü Gerard Batten, Müslümanların şiddeti bırakıp, Kur’an’ın bazı kısımlarını reddetmeleri gerektiğini söyledi. Müslümanların bir anlaşma imzalayarak anayasa ve ülkenin düzenine sadakatlarını ifade etmeleri gerektiğini söyleyen Batten, “normal ve güvenilir her insanın” bu tarz bir anlaşmayı imzalayacağını belirterek tepki topladı. Yaklaşan Avrupa Parlamentosu Seçimleri için Londra’nın en üst sıradaki adaylarından biri olan Batten’in bu tutumu, Avrupa’daki aşırı sağcı akımların Müslümanlara bakışını göstermesi açısından da örnek teşkil ediyor. Uzmanlar özellikle seçimler sonrasında Avrupa Parlamentosu’nda güç kazanabilecek olan aşırı sağcı partilerin Avrupa çapında yeni bir ittifak kurmalarından endişe ediyor. Danimarka’da yürürlüğe giren helal kesim yasağı, ülkedeki Müslüman ve Yahudiler tarafından tepkiyle karşılandı. Kesim öncesinde bütün hayvanların uyuşturulmasının zorunlu olduğunun belirtildiği düzenlemeye imza atan Tarım ve Gıda Bakanı Dan Jörgensen, hayvanların korunmasının dinî kurallardan daha önemli olduğunu belirtti. Jörgensen, Müslüman ve Yahudi ritüellerine göre kesimin etik olmadığını ve hayvanların acı çektiğini belirtirken AB Sağlık Sorunları Komiseri Tonio Borg, Danimarka’da yürürlüğe giren düzenlemenin Avrupa kanunlarına aykırı olduğunu ifade etti. Böylece Danimarka, daha önce benzer yasaklara imza atan Polonya, Norveç, İsveç ve İsviçre ile birlikte helal kesimin yasaklandığı ülkeler arasına girdi. Öte yandan Müslüman din adamlarının hayvanların uyuşturularak kesilmesi ile alakalı farklı fetvaları bulunuyor. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 7 © Youtube.de /watch?v=49EpcfdZApU Gündem Gündem/Söyleşi NSU Prokolleri Dile Geldi FATMA ÇAMUR » [email protected] 6 Mayıs 2013’te Almanya’nın en büyük yargılama süreci başladı. Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) terör örgütüne üye oldukları sebebiyle yargılanan zanlıların verdikleri ifadeler ve duruşmada sergiledikleri tavırlar nedeniyle çoğu zaman ciddiyetsiz bir atmosferin hâkim olduğu dava, basında da yer aldı. Peki kaçımız davanın içeriği, sanıkların ifadeleri ya da hâkimin sorularından haberdarız? Mahkeme protokollerinin seslendirildiği filmiyle bu eksikliği tamamlamaya çalışan Soleen Yusef ile NSU cinayetleri, davaya gösterilen ilgi ve Almanya’daki ırkçılık üzerine konuştuk. Bu filmi çekmenizin amacı neydi? Bu sürecin dışındaki bir vatandaş olarak filmi siyasi sebeplerle çektim diyebilirim. Olayların aydınlatılması, şeffaflık ve adaletin sağlanması yegâne arzumdu; ben de medyanın NSU sürecine olan dikkatini sadece dijital ya da matbu yayınlarla değil, aynı zamanda işitsel-görsel bir iletişim metodu aracılığıyla çekebilmek için kendimi sorumlu hissettim. İnsanların akıllı telefonlarıyla artık her şeye ulaşabildikleri bir çağda haberleri sahih, dürüst ve yenilikçi bir tarzda, bu yeni teknolojilerle aktarabilmek gerekiyor. Ben de bu imkânı kaçırmak istemedim ve NSU cinayetlerine medyanın ilgisini çekebilmek için bu yolu kullandım. Peki neden protokollerin okunması şeklinde bir ifade metodu seçtiniz? Gerçek mahkeme protokollerine sadık kal- 8 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 mak istediğim için bana göre en uygun olanı belgeselin bu şekilde olmasıydı. Olayı sanatsal olarak değiştirebilecek her türlü filmsel anlatım subjektif olacaktı. Fakat ben, mahkeme protokollerine dair şahsi bir görüşüm olmasına rağmen, bu protokolleri olduğu gibi ve her türlü kişisel yorumdan uzak tutarak yansıtmak istedim. Bu nedenle de bu anlatım metodunda karar kıldım. Bu ifade tarzı belki yoğun ve duygusal; ama diğer yandan herhangi bir ithamda bulunulmadığı için izleyiciye kendi yargısını oluşturma olanağı sunuyor. Toplumun NSU sürecine olan ilgisini nasıl buluyorsunuz? Bana göre sürece aslında bir ilgisizlik söz konusu. NSU konusuyla yakından ilgilenen çok az sayıda insan siyasi, hukuki ya da sanatsal bir bakış açısına sahipler; böylece olaya daha düzgün bakabiliyorlar. Ama bunun dışında ka- lan diğer insanlar çok ilgisiz. Hepimiz kendi küçük, güvenli dünyamızda yaşıyor ve toplum ile siyasetin trajik yanlarıyla pek ilgilenmiyoruz. Bu belki de bilginin çokluğuyla alakalı. Herkes Facebook, Twitter, bloglar ya da diğer sosyal platformlar aracılığıyla önemli bilgilere erişebiliyor. Bu bilgilerden önemli görülenler belki diğerleriyle paylaşılıyor. Ama hiçbirimiz sokaklara dökülmüyor, bu gayriinsani durumlar için herhangi bir şey yapmıyoruz. Dizüstü bilgisayarlarımızın arkasına saklanıyor, toplum ve siyasetin doğurduğu zulümleri internet üzerinden paylaşıyoruz. Fakat en azından bu bilgiler bir yerlerde muhafaza edilip arşivleniyor. Ben de bu filmi bunun için yaptım. Bütün toplumsal gruplara ulaşır mı bilmiyorum; fakat en azından insanlık tarihinde yaşanmış bir trajediyi belgeleyip insanlara ulaştırıyorum. Çünkü bu sürecin ya da yargılamanın içeriğini insanlara ulaşılabilir hâle getirmek en büyük isteğimdi. direnler için çok ağır bir iş olduğunu söyleyebilirim. Almanya’daki ırkçılık ve NSU süreci ile alakalı sizin şahsi görüşünüz nedir? Ben ırkçılığın, eğitim ve fırsat eşitliğinin eksik olduğu her yerde bulunduğuna inanıyorum. Irkçı insanların çoğu, küçük ve nefret dolu dünyalarında yaşıyor ve geri kalan dünyaya bakma ihtiyacı duymuyorlar. Ben bu insanların kendilerini özel hissedebilmek için bu küçük dünyaya hapsolmayı seçtiklerini düşünüyorum. Korktukları için kendilerini hapsediyorlar; bu korku ruhlarını silip süpürmüş. Bir insan ruhunu kaybederse, bütün insanlığını ve böylece dünyayla bağını kaybeder. Bunun sonucunda kendilerini diğerlerinden izole eden insanlar dünyaya karşı gerçekle ilişkisi olmayan bir bakış geliştirirler. Irkçılık böyledir; bu bakış benim için anlaşılmaz ve gerçek dışı. NSU sürecine dair ise sadece şunu söyleyebilirim: Filme tepkiler nasıl oldu? NSU ve onun üyelerinin suçTepkiler genelde olumlu oldukları ve yargılanmaları lu oldu. Ama en büyük bagerektiği açık. Zira kanıtlar ve şarı filmin paylaşılması, şahitlere dair neredeyse hiç geniş kitlelere ulaşması ve şüphe bulunmuyor. Açık oltavsiye edilmesi oldu. Bu mayan şey ise Anayasayı Koda insanların konuya olan ruma Dairesi’nin rolü ve ben ilgisini uyandırdığımız anbunun açıklığa kavuşturullamına geliyordu. Beni en masını istiyorum. Ben, Anaçok etkileyen ve kalbimi NSU protokollerinin seslendirildiği filme yasayı Koruma Dairesi’nin titreten ise kurbanların yönetmenlik yapan Soleen Yusef, 9 yaşın- NSU üyelerinin 15 sene süren dayken Irak’tan ailesiyle birlikte Almanya’ya ailelerinin avukatları ara- iltica etti. Yusef, Baden-Württemberg Film eylemlerinin ne kadarından cılığıyla bana belgesel için Akademisi’nde yönetmenlik eğitimi görüyor. haberdar olduğunu ve bunca cinayetin neden gerçekleştiteşekkür etmeleri ve bu filmi oluşturduğumuz için çok mutlu olduklarını rildiğini öğrenmek istiyorum. İçimdeki kötü bir iletmeleriydi. Bence aileler de sürecin bu filmle his, hukuk devletinin bilgileri benden gizlediğidaha fazla anlam kazanabileceğine inandılar ni ve beni böylece kafa karışıklığına ittiğini söyve mutlu oldular. NSU süreci belgesel ile tekrar lüyor. Bunun açıklığa kavuşmasını istiyorum. tartışılmaya başlandı. Aksi takdirde Alman yargısına ve aynı zamanda bunca zaman, burada sürdürülen gazeteciliğe Filmi seslendirenler, seslendirme esnasında olan inancımı kaybedeceğim. ne hissettiklerini sizinle paylaştılar mı? Hepimiz çok etkilendik. Birçok defa ara vererek okuduklarımıza dikkat kesildik. O an ne hissettiğimizi tartıştık ve birbirimize anlattık. Özellikle yaptığımız işe verdiğimiz değer, olayların vahameti ve insanlara karşı tarafsız davranmak konusunda okunulan içeriğin getirdiği zorluklar göz önüne alındığında bunun, seslen- NSU davasının protokollerini www.nsu-watch.info sitesinden takip edebilirsiniz. Soleen Yusuf’un yönetmenliğini yaptığı “NSU Protokolle als Film” izlemek için: http://www.youtube.com/watch?v=49EpcfdZApU M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 9 Gündem İsviçre’deki Müslümanlar DR. HISHAM MAIZAR* » [email protected] İsviçre’deki İslam; çeşitliliği benimseyen, toplumsal gelişmeleri destekleyen ve bunları yaparken de kendi kişiliğini muhafaza eden bir orta yoldur. Bu yol, tehdit olarak değil, herkes için bir kazanım ve şans olarak algılanmalıdır. İ sviçre tarihine baktığımızda, miladi 906 yılında, Kuzey Afrika üzerinden bugünkü İsviçre’nin güneybatısına kadar ilerlemiş ve hatta bir dönem bölgede yerleşmiş olan Müslüman bir Arap kavmine rastlarız. Bu kavmin mensuplarına, “Müslüman” anlamına gelen “Sarazenler” denilmektedir. Bundan, İslam’ın bu beldedeki tarihî geçmişinin, İsviçre Konfederasyonu’nun miladi 1292 yılındaki kuruluş tarihinden çok daha öncesine dayandığını çıkarabiliriz. Bugün itibariyle baktığımızda İslam’ın İsviçre’de çoğunlukla bir göçmenler dini olduğunu tespit edebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi ve iktisadi kalkınmanın başlaması, bölgede Müslümanların durumunu belirleyen gelişmelerdir. Bu dönemde Türkiye’den, sonra Balkanlar ve eski Yugoslavya’dan, çoğunlukla iş gücü sıfatıyla yabancı veya misafir işçi gelmiştir. Hatta meşhur İsviçreli yazar Max Frisch 1965 yılında, “Biz iş gücü istedik, insanlar geldi.” ifadesinde bulunmuştur. Bu birinci kuşak işçiler çoğunlukla kırsal bölgelerden gelmekteydi ve geçici bir süre için burada kalabileceklerini düşünüyorlardı. Müslüman derneklerde ve kültür merkezlerinde bir 10 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 parça “vatan” hissi bulabiliyorlardı. Bu derneklerde toplumdan uzak bir şekilde buluşabiliyor, sevinç ve dertlerini paylaşabiliyor, birlikte ibadetlerini yapıyorlardı. Bu yaşam göze çarpmıyor ve dolayısıyla İslam ve Müslümanlar toplumda konu olmuyordu. Ancak ikinci kuşak yetiştiğinde, dinî kimliklerine ilişkin bir şuur ve bununla birlikte ihtiyaçlar gelişti. Zamanla İslam, toplumda görünür ve fark edilir hâle gelerek devlet, toplum ve kiliseler için ilgi gerektiren bir mesele olmaya başladı. Bununla beraber 11 Eylül’ün tarihî bir dönüm noktası teşkil etmesinin ardından Müslümanlar bütün dünyada şüpheli konuma düştüler. Bu durum, Almanya’daki heterojen yapıya sahip İslami cemiyetlerin, dışarıya yönelik daha açık bir tutum sunmalarına neden olmuş, İsviçre’de de buna bağlı bazı gelişmeler meydana gelmiştir. Doğu İsviçre’de 2003 yılında Doğu İsviçre ve Liechtenstein Prensliği İslami Cemaatler Çatı Kuruluşu (DIGO) kurulmuştur. 2006 yılının Nisan ayında ülke çapında İsviçre İslam Kuruluşları Federasyonu (FIDS) kurulmuştur. Bu kuruluşla İsviçre’nin on iki kantonunda yerleşik olan İslami kuruluşlar birleşmiştir. FIDS, 170’ten fazla merkeziyle tüm İsviçre çapında faaliyet gösteren en büyük İslami kuruluştur. Bunun yanında İsviçre’de yaklaşık 50 merkezden oluşan İslam Teşkilatları Koordinasyonu (KIOS) adı altında bir küçük kuruluş daha bulunmaktadır. 2006 yılının Mayıs ayında, bir yaratıcıya inanan bütün dinî cemaatlerin temsilcilerinin yer aldığı İsviçre Dinler Konseyi (SCR) kurulmuştur. Tüm İsviçre çapında önem taşıyan bu kurula, FIDS ve KIOS başkanları Müslümanları temsilen üyedirler. 2010 yılının sonundan beri FIDS ve KIOS kuruluşları sıkı bir iş birliği içerisindedirler. Bu omuz omuza vermenin hedefi ise, siyasal ve toplumsal alanda ortak hareket etmek ve İslam’ın İsviçre’de yasal olarak tanınmasını sağlamaktır. Buna bağlı olarak dinî ve din odaklı olmayan cemiyetlerle, İsviçre’nin sivil toplumuyla ve devletin kendisiyle yapıcı bir diyaloğun teşvik edilmesi de bu iş birliğinin hedeflerindendir. İsviçre’de yaşayan Müslümanların belirgin çoğunluğunu temsilen orta yolu temsil eden, yani her türlü aşırılıktan uzak olan, müzakere eden ve İsviçre’nin hukuk ve demokratik yapısına saygı gösteren bir İslam teşvik edilmektedir. Böylece “İsviçreli olmak” ile Müslüman olmanın bir çelişki ifade etmediği ortaya konulmaktadır. Diğer amaç ise, geleneklerin yaşatılması ve seküler toplumdaki bireyselleşme temayülleri arasında meydana gelen yeni sorunlarla baş edebilmektir. Gelecek yıllarda bu diyaloğun devamına ilişkin bir endişenin oluşmasına gerek yoktur. Çünkü İslami kuruluşların giderek profesyonelleşmesi ve yeni nesillerin topluma daha fazla entegre edilmesiyle diyaloğun devamı sağlanabilecektir. İsviçre, Avrupa’da özel bir konuma sahiptir. Avrupa Birliği’ne dâhil değildir ve doğrudan demokrasisi ile İsviçre halkı yasama üzerinde bir egemenliğe sahiptir. Başka bir deyişle, halkın bir kesimi veya siyasal bir parti, örneğin 2009 yılındaki minare inşası gibi bir talebi doğru bulmadığında buna karşı bir inisiyatifle beraber muhalefet etme hakkına sahiptir. Halkın veya kantonun çoğunluğu bu görüşteyse, devlet, halkın iradesini kabul etmek ve hemen uygulamaya koymak durumundadır; ortaya çıkan durum hükûmet tarafından benimsenmiyor olsa dahi durum değişmez. Bu şekil bir doğrudan demokrasi uygulaması her ne kadar takdire şayan ise de bunun bazı kesimler için bir engel teşkil ettiğini göz ardı etmemek gerekir. İsviçre’deki Müslümanlar olarak, Avrupa’nın diğer kesimlerinde olduğu gibi, problemlerimiz mevcut. Kamuya ait okullarda başörtüsü takılması, bazı Müslüman öğrencilerin okul gezilerine katılmamaları gibi sürekli ısıtılarak gündemde tutulan tartışmaların yanı sıra, yerel halkta kendini gösteren toplumun sözde İslamlaşması gibi endişeler bu problemlere örnek olarak verilebilir. Bunun yanında İslam dinî cemaatlerinin henüz eyalet kiliselerinde olduğu gibi devlet tarafından tanınmaması da vardır. Mücadelesini verdiğimiz bu tanınma, bize örneğin kamuya ait okullarda İslam din dersi eğitimi verilmesinin kapılarını aralayacaktır. Helal ürünlere ve helal kesime dair sorular, çözülmeyen sorunlar arasında yer alırken, Müslümanlara ait mezarlıklarla ilgili sorunların çözülmesinde olumlu bir ivme yakalandığı söylenebilir. Müslüman cemaatler, İslam’ın buradaki yerleşik durumunu diğer dinlerle yakın ilişkiler kurmak ve beraber çalışmak açısından tarihî bir şans olarak görmektedir. İsviçre’deki İslam; çeşitliliği benimseyen, toplumsal gelişmeleri destekleyen ve bunları yaparken de kendi kişiliğini muhafaza eden bir orta yoldur. Bu yol, tehdit olarak değil, herkes için bir kazanım ve şans olarak algılanmalıdır. *İsviçre Dinler Konseyi (SCR) ve İsviçre İslam Kuruluşları Federasyonu (FIDS) başkanı. Gündem “Müslümanlar Kendilerini Tekrar Tekrar İfade Etmeli.” “Genç, Müslüman, İsviçreli...” Luzern Üniversitesi’nde gerçekleştirilen ve bu ismi taşıyan araştırmada İsviçreli Müslüman gençlerin ülkedeki hâkim diskuru İslamofobik bulmalarından, dernek ve camilerin kimlik kazandırıcı etkilerine kadar pek çok konuda şaşırtıcı sonuçlar ortaya koyuluyor. Araştırma ekibinden Andreas Tunger-Zanetti* ile İsviçre’deki Müslüman gençleri konuştuk. RÜMEYSA AYDIN » [email protected] “Genç, Müslüman ve İsviçreli” ismini taşıyan araştırmanızın sonucunda, temel beklentilerinizden farklı olan hangi sonuçlara ulaştınız? Araştırma sonunda bizi gençlerin yürüttüğü aktivitelerin çeşitliliği şaşırttı: En güzel ezanı okuyanın seçildiği yarışmalardan kan bağışı kampanyalarına, iş başvuruları ile ilgili eğitimlerden Slam şiir yarışmalarına kadar; Paintball maçlarının yapıldığı, Çikolata Müzesi’nin ziyaret edildiği geniş bir aktivite yelpazesi... İkinci olarak dikkat çeken şey, gençlerin sahip oldukları Müslüman kimliklerini, “İsviçre’de yaşayan bir genç olmak” gerçekliği ile bir araya getirme çabalarıydı. Yine beklemediğimiz üçüncü şey, gençler için İslam hakkındaki olumsuz söylemlerin ne kadar önemli olduğu, bunların onları ne kadar incittiği ve topluma İslam’ın değişik bir yüzünü göstermek için gösterdikleri çabaydı. Çalışmanızdan hareketle İsviçreli Müslüman gençleri nasıl tanımlarsınız? Bu toplumsal grubun özellikleri nelerdir? Çok basit bir ifade olacak belki ama: Onlar da gayet normal gençler. Birçoğu küçüklüğünden itibaren burada yetişmiş ve dolayı- 12 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 sıyla kendilerini İsviçre toplumunun tabii bir parçası olarak görüyorlar. Tıpkı Müslüman olmayan gençlerde olduğu gibi, ailelerinden bağımsız yaşayabiliyorlar; “cool” buldukları idolleri, sevdikleri oyun ve spor dalları aracılığıyla yaşıtlarının arasında bir çevre arıyorlar. Müslüman olmayan gençler arasında olduğu gibi, bu kesimin de küçük bir bölümü dinine bağlı gençlerden oluşuyor; büyük çoğunluğu dinî vecibelerini kısmen yerine getiriyor. Müslümanlar için farklı olan tek durum, gençlerin, dinlerini görünür bir biçimde yaşadıklarında çoğunlukla İslam’a karşı esen toplumsal bir rüzgârla karşılaşmaları oluyor. Müslüman gençler İsviçre toplumuna ne tür bir katkı sağlıyor? Araştırmamızda cami çevresindeki ve herhangi bir yere bağlı olmayan gençleri ele aldık. Gençlerin cami çevresine takılmalarında yatan sebep, bu çevrenin hoşlarına gitmesi ve kendilerine bir şeyler kazandırıyor olması. Dinleriyle yakından alakadar olabildikleri bu grup içinde, dünyadaki konumlarına ve günümüz İsviçre’sinde dinin önemine dair kişisel bir pozisyon geliştiriyorlar. Bu durum, toplumun gelişmesine dolaylı bir katkı sağlıyor; fakat bence bu, en az, Müslüman gençlerin de katıldığı hayır çalışmaları kadar önemli. Müslüman gençler arasında yaygın olan organizasyon yapıları sizce uyumun mu, yoksa paralel toplumun mu göstergesi? Gençlerin organize olmasının ardındaki fırsat ve tehlikeler nelerdir? Organizasyon, diğer genç gruplarda olduğu gibi Müslüman gençler arasında da oldukça zayıf. Gerçi gençler çabucak kaynaşıp bir şeyler oluşturabiliyorlar: Bir dernek, internet sayfaları ya da bir buluşma gibi... Ama süreklilikte sorunlar meydana geliyor. Bir cami cemaatinden etkin bir yönetici ya da bir-iki faal üye evlenecek olsa ya da eğitim ve iş gibi sebeplerden ötürü başka bir yere taşınsa, bütün çalışmalar sekteye uğrayabiliyor. Bunun yanında Müslüman gençlerin katıldığı gruplar yalnızca Müslümanlara yönelik olsa da herhangi bir dışlanma yaşanmıyor. Okul ve iş yerlerindeki günlük hayatlarında Müslüman gençler, Müslüman olmayan çevreleriyle normal bir ilişki içinde oluyor. Bir şeyler başarmak istiyorlar; ama bu, toplumda ancak işbirliğiyle mümkün, kendi kabuğuna çekilmek çözüm değil. İsviçre Müslümanları herhangi bir devlet yardımı veya toplumsal bir destek alıyorlar mı? Ya da şöyle soralım: İsviçre’de Müslümanlar kabul görüyor mu? Devlet ya da toplum “Müslümanları” desteklemiyor. Böyle bir görevleri de yok. Devlet makamları, genel anlamda hangi dine mensup olursa olsun ayrımcılığa maruz kalanları destekler; sıkça ayrımcılıkla karşılaşan Müslümanları desteklemek de bunun içindedir. Müslüman dernekler ile kilise gibi gayrimüslim organizasyonlar bazen ortak çalışıyor. Kabul ve tanınma ise toplumsal çalışmayla elde edilir. Anlaşılmaz, kötü, ayrımcı ya da bir şekilde problemli de olsa oy hakkı olan insan- ların kendilerinin karar verebildiği doğrudan demokrasilerde, azınlıklar, halkın bir gün doğru karar verebileceğini bekleyemeyeceklerine göre, kabul görmek için daha fazla çaba göstermelidirler. İsviçre’deki güncel siyasî gelişmeler; mesela minare yasağının halk oyuyla kabul edilmesi ve göçmenlere getirilen kısıtlamalar, toplumda İslam karşıtı eğilimlerin var olduğunu gösteriyor. Bunun nedeni nedir ve Müslümanlar buna karşı ne yapabilirler? İslam, batı Avrupa toplumlarının “diğerleri”ne ve aynı zamanda genel olarak dine yaklaşımını yansıtan; bu toplumların “kendi”lerini ve “Avrupa”yı tanımlamaya çalıştıkları bir zemin. Bu tartışmanın aktörleri, Müslümanlarla ya da Müslümanların düşünceleriyle hiç mi hiç ilgilenmiyor. Müslümanlar bu durumda ne yapabilir? Bence, Müslümanların kendilerini mağdur hissetmeleri ve böyle lanse etmelerinin herhangi bir getirisi yok. Sabırla, tekrar tekrar kendi bakış açılarını ifade etmeleri ve toplumda -bu bir itfaiye bile olsa- aktif olarak yer almalarının getirisi bana kalırsa daha fazla. “Genç, Müslüman, İsviçreli” (“Jung, muslimisch, schweizerisch”) isimli çalışmaya http://www.unilu. ch/deu/publikation_1168660.html adresinden ulaşabilirsiniz. *İslam Bilimcisi, Doğu Dilleri ve Genel Tarih uzmanı olan Dr. Andreas Tunger-Zanetti, Luzern Üniversitesi’ndeki Din Araştırmaları Merkezi’nin koordinatörlüğünü yapmaktadır. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 13 Gündem Yorum Gündem/ Avrupa Birliğinin İsviçre Avrupa Birliği yine tarihinin en zor sınavlarından birini veriyor. Zira Avrupa’nın en güçlü ekonomilerinden biri olan İsviçre, kısa bir süre önce gerçekleştirdiği referandumla Avrupa Birliğinin temel prensiplerinden biri olan serbest dolaşım hakkına ülkesinde kısıtlama getirme kararı aldı. Avrupa Birliği yetkilileri ise yasanın yürürlüğe girmesi hâlinde İsviçre’nin de taraf olduğu AB istihdam politikaları ile ilgili sorunlar yaşanacağı görüşünde. ENES BİLGİLİ » [email protected] 14 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 İ sviçre’de Avrupa Birliği (AB) ülkelerinden gelecek göçmen sayısını sınırlayan yasal düzenlemenin 9 Şubat’ta halk oyuna sunularak kabul edilmesi AB ülkelerini derinden sarstı. Aşırı sağcı popülist İsviçre Halk Partisi (SVP)’nin girişimiyle düzenlenen referanduma katılan İsviçrelilerin yüzde 50,4’ü ülkeye her yıl giren göçmen sayısının belli bir kota dahilinde düzenlenmesi lehine oy kullandı. Her yıl yaklaşık 80 bin göçmenin giriş yaptığı İsviçre’de, 1960’lardan bu yana en büyük nüfus artışının yaşandığını belirten İsviçreli yetkililer, ülkeye giren yabancı sayısını kontrol etme uygulamasının Amerika Birleşik Devletleri ve Avusturalya gibi gelişmiş ülkeler tarafından çoktandır uygulanan bir pratik olduğunu söyleyerek yasayı savunurken, kimi İsviçreliler ise çıkan sonucun İsviçre açısından sıkıntı yaratacağı ve göçmen işçilere kapısını kapatan İsviçre’nin iş gücü sıkıntısı çekeceği görüşünü savunuyor. İsviçre, AB üyesi olmamasına rağmen imzalanan pek çok anlaşma ile birliğe sıkı sıkıya bağlı. Nüfusunun yüzde 23’ünü yabancıların teşkil ettiği İsviçre ile AB arasında 1999 yılında imzalanan Serbest Dolaşım Anlaşması, AB ile imtihanı vatandaşlarının İsviçre’ye herhangi bir engelle karşılaşmadan seyahat etmelerini ve yerleşmelerini mümkün kılıyor. Fakat referandumdan çıkan kararla İsviçre’nin, AB ile imzalanmış olan ikili anlaşmaları tehlikeye attığı ve bunun var olan tüm diğer anlaşmaların da yeniden sorgulanmasına yol açacağı ifade ediliyor. Karara tepki gösteren Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier, alınan kararı eleştirerek, Avrupa’nın en özgürlükçü ülkelerinden biri olan İsviçre’nin son yıllardaki ekonomik başarılarında göçmenlerin büyük payı olduğunu, dolayısıyla bu kararla ülkenin kendi çıkarları aleyhine bir adım atıldığını ileri sürdü. Öte yandan, sadece AB’de değil, İsviçre’de de endişe ve belirsizliğe yol açan referandumun sonucu, Heinz Christian Strache, Geert Wilders ve Marine Le Pen liderliğindeki Avrupa’nın popülist sağcı partileri tarafından ise memnuniyetle karşılandı. Bilhassa Avrupa’nın en zengin ülkelerinden biri olan İsviçre’nin kendini AB’den uzaklaştırmak istemesi Avrupa’nın içine düştüğü çıkmazın boyutlarını gün ışığına çıkarıyor. Avrupa Komisyonu Başkanı José Manuel Barosso, referandumdan çıkan karara dair yaptığı açıklamada serbest dolaşım prensibinin pazarlığa açık olmadığının altını çizdi. Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz ise meselelerin mantık çerçevesinde tartışılmak yerine insanların iç güdülerine başvurularak çözümlenme yoluna gidilmesinin doğru olmadığını ve İsviçre’nin bir yandan AB serbest pazarından yararlanırken diğer yandan serbest dolaşımı engelleyici bir karar alarak sorumluluktan kaçan bir tutum sergilemesinin kabul edilemez olduğunu belirtti. Brüksel’i asıl kaygılandıran, İsviçre’nin bu tutumunun bir Meksika dalgasına dönüşüp birliğin ekonomi politikaları ve kriz yönetiminden memnun olmayan diğer üye ülkelere de sıçrayarak AB’de daha büyük bir krize kapı aralaması. İsviçre’nin bu talebinde yalnız olmadığı, aynı şekilde İngiltere, İtalya ve Fransa’nın da AB’den gelebilecek göçe benzer bir sınırlama getirmeyi düşündükleri uzun süredir biliniyor. Brüksel, İsviçre’deki bu gelişmelerin bilhassa göç kotası uygulamasına sıcak bakan İngiltere’ye sıçramasından endişe ediyor. Zira İngiltere, uzun süredir AB ile yapılan anlaşmaların ve ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesini yüksek sesle dile getiriyor. Birkaç ay önce İngiltere Maliye Bakanı George Osborn bir basın toplantısında AB’nin kendini değiştirmemesi hâlinde İngiltere’nin birliği terk edebileceği mesajını vermişti. Bu tartışmaların üzerine söz konusu referandumla yeniden gündeme gelen serbest dolaşım meselesi, “Avrupa Birliği çatırdıyor.” yorumlarına neden oldu. Bu durumda Avrupa Birliği’ne iki seçenek kalıyor: Birincisi, İsviçre’deki referandum sonucunu sineye çekerek, böylece diğer Avrupa ülkelerinin de benzer adımlar atmalarına zemin sunmak ve temel prensiplerinden birini tartışmaya açmak; ikincisi ise, kuruluş prensiplerinin arkasında durarak İsviçre ve benzer adımlar atan Avrupa ülkeleri ile var olan ikili anlaşmaları yeniden gözden geçirmek. Her iki ihtimalde de bu çıkmazın, ekonomik krizi atlatamamış Avrupalıları son senelerde Avrupa’da varlıkları hissedilen sağcı popülist partilerin politika ve propagandalarına yönlendireceği aşikâr. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 15 Gündem Yorum Gündem/ “Cinsel Çeşitlilik” ve Müslümanlar İLKNUR KÜÇÜK » [email protected] “Çocuklarımız eşcinsellik hakkında ders mi görecekler?” Almanya ve Fransa’daki Müslüman velilerin son birkaç ayda baş etmek zorunda kaldıkları sorulardan bir tanesi de bu. Okullarda cinsel çeşitlilikle alakalı derslerin gündeme gelmesi, Müslümanlar açısından cevaplandırılması gereken soruları daha da görünür kılıyor. Lezbiyen, gey, biseksüel ve transgender (LGBT)... Müslümanlar olarak bu tarz kavramlardan ve bu kavramların kullanıldığı tartışmalardan bilinçli bir şekilde kaçtığımız düşünülür. Bu kaçınma, belki farklı cinsel yönelimlerin toplumsal alanlarda görünür olmadığı ülkelerdeki Müslümanlar için sürdürülebilirdi. Fakat Avrupa’da yaşayan Müslümanlar olarak bu tartışmalardan kaçınmamızı engelleyen başka gelişmeler oldu: “Gender Mainstreaming” tartışmalı birtakım siyasi girişimlerle de olsa gündemimize girdi; hatta 1995’te Birleşmiş Milletler’in Pekin’de düzenlediği Dünya Kadınlar Konferansı’nda resmî siyasi programa dahil edilirken, 1999’da Amsterdam Anlaşması ile tüm Avrupa Birliği ülkelerinde hukuki bağlayıcılığa kavuştu. Öte yandan “homofobik” olarak damgalanmanın karaborsaya düşmediği, bilakis mümkün olan her ortamda muhatabın savunduğu fikri geçersizleştirmek için kullanıldığı Avrupa’da, bu kavramlara Müslümanların bakışı zaten sıkça dile getiriliyordu. Yani gıyaben de olsa İslam’ın farklı cinsel yönelimlere bakışı Müslümanların dahil olmadığı tartışmalarda da seslendiriliyordu. 16 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 Durum böyleyken, Almanya’da “Cinsel Çeşitliliğin Kabulü” isimli ders müfredatının, Fransa’da ise “Eşitliğin ABCD’si” isimli dersin okullarda işlenmesi meselesi yıllardır kaçınıp durduğumuz bu tartışmayı kucağımıza bırakıverdi. Şimdi Müslüman ebeveynler olarak, çocuklarımızın, “Bugün okulumuzda bir homoseksüel bize kendi yaşamını anlattı.” şeklinde başlayan cümleleriyle yüzleşme ihtimaliyle karşı karşıyayız. “Gender Mainstreaming” Nedir? Cinsiyetler arasındaki eşitsizliklerin her türlü toplumsal alanda giderilmesi anlamına gelen “Gender Mainstreaming”, Avrupa politikalarında, dolayısıyla Avrupa Birliği’ne üye tüm ulus devletlerde siyasi politika hâline getirilen bir kavram. Kavram ilk etapta, “kadın ile erkek arasındaki eşitsizliğin giderilmesi” olarak algılansa da, aslında cinsiyet teorisyenlerinin, herkesin mutabık kalabileceği bu amacı aşan bazı ön kabulleri var. Örneğin hâkim tartışmada, cinsel kimliğin seçilebilir bir kavram olduğu, dolayısıyla kadın ya da erkeğin biyolojik ya da sosyal cinsiyetlerinin kişinin kendi yönelimine/tercihine göre şekillenebileceği belirtiliyor. Elbette cinsiyetin, biyolojik ve sosyal olarak ayrı değerlendirildiğini yinelemekte fayda var: Buna göre insanların doğuştan edindikleri ve yetişme tarzıyla toplum içerisinde kazandıkları olmak üzere iki cinsiyeti bulunuyor. Cinsiyet teorisyenleri kadın ya da erkek olmanın her hâlükârda kişinin kendi yönelimlerine kaldığını iddia ediyor. Almanya’da Baden Württemberg Eyaletinde patlak veren tartışma tam da bu anlayışın muğlaklığı üzerine ortaya çıktı. Eyalette “Cinsel Çeşitliliğin Kabulü”nün 2015 eğitim müfredatında ağırlıklı tema olacağının ilan edilmesi üzerine düzenlenen imza kampanyasında müfredata karşı 192 bin imza toplandı. Eyalet Hükümetinin koalisyon ortağı olan Yeşiller Partisi, farklı cinsel yönelimlerin normal kabul edilmesinin doktrin hâline getirilmesine karşı imza atanların homofobik olduğunu iddia etse de imza kampanyasında dile getirilenlere yakından bakmakta fayda var: LGBT bireylerinin ayrımcılığa maruz kalmasının engellenmesi isteğinin haklı bulunduğu kampanyada, farklı cinsel tercih ve pratiklerin okullarda normal olarak yansıtılmasının pedagojik, ahlaki ve ideolojik bir “yeniden yetiştirme” tarzı doğuracağı ifade ediliyor. Fransa’da ise “Eşitliğin ABCD’si” dersi adı altında cinsiyet farklılıklarının tamamen göz ardı edileceği ve -ensest ve çok eşlilik hariç- her türlü cinsel yönelimin “normal” olarak sunulacağı iddiaları velilerin tepkisini çekti. Ocak ayında sosyal medya ve SMS’ler üzerinden örgütlenen veliler, dersin uygulandığı pilot okullarda okuyan çocuklarını okula göndermediler. Millî Eğitim Bakanlığı, okullarda cinsiyet teorisinin değil, cinsiyet eşitsizliğinin anlatılacağını ifade etse de, ülkede tepkiler devam ediyor. Her iki ülkedeki Hristiyan cemaatler, çocukların cinsel kimliklerini aradıkları bir dönemde etkilenmemesi gerektiğini söyleyerek ders müfredatına karşı çıkıyorlar; fakat onlar da “homofobik” olarak damgalanmaktan kurtulamıyorlar. Müslümanlar olarak tartışmaya bir şekilde dahil olmadan önce cevaplandırmamız gereken çok soru var: “Cinsel Çeşitliliğin Kabulü” Müslümanlar için ne ifade ediyor? Baden Württemberg’te ders müfredatının kabul edilmesi durumunda Müslüman öğrenciler, kendi inançlarının “yasak” addettiği bir “yönelim”e karşı hangi bakış açısını geliştirmek zorunda kalacaklar? İnançları ile sosyal gerçeklik arasında kalan Müslümanlar, kendi inançlarını siyasi programlarla belirlenmiş bir “üst kültüre” göre yeniden düşünmek zorunda mı kalacaklar? Her şeyden önce farklı cinsel yönelimleri olan insanların bu yönelimlerinin “normal” olduğunun vurgulanmasının ardından Müslümanlar İslam’ın temel prensipleri ile evrensel hukukun sunduğu “eşitlik” ilkesi arasında nasıl bir denge kurabilecekler? Farklı cinsel yönelimlere sahip bireylerin temel haklarını savunmak ile bu hayat tarzlarını teşvik etmek arasında çok mu ince bir çizgi var? Bu sorular, Almanya ve Fransa’daki tartışmadan bağımsız olarak da cevaplandırılması gereken sorular iken, mevcut tartışma, bu sorulara cevabı biraz daha hızlı bir şekilde vermeyi gerektiriyor. Fakat Müslümanların, inançlarından referanslarla katıldıkları tartışmalarda “Avrupa değerlerine aykırı” olmakla itham edilmeleri geleneği, bu tartışmalara Müslümanların katılımını daha da zorlaştırıyor. M A R T 2014 • S AY I 229 Almanya ve Fransa’da okullarda verilmesi planlanan “cinsel çeşitlilik” dersleri yeni bir tartışmanın da fitilini • PERSPEKTİF 17 ateşledi. Dosya Bilemediğimiz Etnosentrizm HERKÜL MILLAS* » [email protected] Bazı eksikliklerimizi görür ve biliriz. Örneğin, miyop olduğumuzu, topalladığımızı, topluluk önünde konuşmaktan utandığımızı biliriz. Ama öyle eksiklikler vardır ki hemen hemen hiçbirimiz göremeyiz; ön yargılarımızı, ikiyüzlülüğümüzü, akılsızlığımızı, çifte standartlarımızı, kalıp yargılarımızı, fobili ve paranoyak olduğumuzu göremeyiz. Ön yargıları bilgi gibi algılarız; çifte standardı, “O durum farklı.” mantığı ile geçiştiririz; hastalıklı fobi ve paranoyalarımızı gerçek tehdit olarak görürüz. Kusurlarımızın bir kısmını “işimize gelmediği” için görmeyiz; çünkü kusurumuzu kabul etmek bizi mutsuz kılar. Herhalde insanlık tarihi boyunca, “Ben içten pazarlıklı, ikiyüzlü biriyim.” cümlesi hiç dile getirilmemiştir. Ama bunun yerine, “Sen ikiyüzlü birisin.” cümlesi bolca duyulur. Yani bazı kusurları yalnız “ötekilerde” görürüz. Bu konuda en güzel sözü bundan iki bin altı yüz yıl önce yaşamış olan Ezop söylemiştir: “İnsanlar iki heybe taşır. Öndekine ötekinin kusurlarını koymuşlardır, arkalarına astıkları heybeye de kendi kusurlarını.” Görmek istemediğimiz kusurlar işte bu arkamızda kalanlardır. Bir de “göremediğimiz” için var olan kusurlarımız vardır; bunları gördüğümüzde yok olurlar. Eğer biri ön yargılı olduğumuzu bize anlatır ve bizi bu alanda ikna ederse –ki bu hiç de kolay bir iş değildir– o an biz ön yargıyı aşmış olaca- ğımızdan ön yargı da yok olmuş demektir. Biz bir şeyleri “bildiğimize” inanırız; oysa başkaları bizim bu konuda “ön yargılı” olduğumuzu görür. Kısacası her birimizin göremediği, bilemediği, kuşkusunu bile duymadığı ön yargıları var demek istiyorum. Etnosentrizm (ulusmerkezcilik) de ön yargı gibidir; yalnızca karşı tarafta görülür, “kendimizde” görülmez. Ulusmerkezciliği öğrencilerime anlatırken empati kavramını da birlikte ele alırdım. Bu iki kavram birbirlerinin tersi gibidir. Etnosentrizm, karşı tarafa, karşı taraftaki insan ve toplumlara “bizim”, yani ailemizin, çevremizin, cemaatimizin, köyümüzün, yurdumuzun gözüyle bakmak ve onları, yani “ötekileri” ona göre algılamak ve değerlendirmektir. Empati ise tersine, kendimizi karşı tarafın yerine koymaya çalışmak ve dünyaya onun gözüyle bakmaktır. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 19 Flickr.com/nSeika © Dosya İnsanlara Empati ile Değil, Etnosentrizm ile Yaklaşırsak Ne Olur? Farklı olan bize tuhaf, anlaşılmaz, normalin dışında görünür. Bunun yanında, “öteki” giderek bize olumsuz da görünmeye başlar; davranışları acayip, hatta kaba ve çirkin görünebilir. Giyimi zevksiz sayılır. Aile içi tutumu bize ahlaksız görünür. Yedikleri yemekler tatsızdır –“Nerede bizim güzel yemeklerimiz!” Para harcama biçimi cimrilik gibi algılanır. Dobra konuşması yüzsüzlük, terbiyeli konuşması yapmacık gibidir. “Öteki”nin sporu bile aptalca gelir bize. Biz kendi bildiğimizi normal ve güzel görürüz. “Ötekini”, son yıllarda moda olan terimle söylersek “ötekileştiririz.” Fakat bunları düşünürken “ötekine” haksızlık etmekle kalmıyoruz, aslında kendimize de kötülük ediyoruz. Farkında olmadan en başta kendimizi uzaklaştırıyor, yalnızlaşıyoruz. Dostlarımız azalıyor; hasım ve hatta düşmanlar çoğalıyor. Bu düşmanları biz kendimiz, etnosentrizmimiz yaratıyor. İçimize kapanıyoruz; çevremizden uzaklaşıyoruz. Zamanla bu yalnızlık bizi aşağılara çekiyor: Yabancı düşmanı, kuşkulu, güvensiz bir kişilik ediniyoruz. Ve etnosentrizmin ikinci kötü ayağı devreye giriyor: “Bizden” olmayan insanları aşağı görmeye, “bizim” olan her şeyi göklere çıkarmaya başlıyoruz: Bizim yaşam biçimimiz, görgümüz, geleneklerimiz, ahlakımız övülmeye başlanıyor. Kendini beğenmişlik gelip insanın içine yerleşiyor: “Bizim gibisi yoktur!” Artık düzelmemize, iyileşmemize, ileriye doğru yol almamıza da gerek kalmamıştır; nasıl olsa “biz” en iyi olanız. İşte etnosentrizm böyle bir dünya yaratır: Kibirli ve hasmane. Bu dünya hoşgörüsüz, güvensiz, kavgalı ve mutsuz bir dünyadır. Bu dünyayı seçmiş kimseler zenginliklerden yararlanamaz. Yaşam biçimlerinin güzelliklerine yabancı kalırlar ve kendi dar dünyalarının yoksulluğunda yaşarlar. Farklı renkleri hiç yaşamadan biter ömürleri. Etnosentrizmin bedeli de bu olur. Bunları anlatmakla da pek mesafe kat edilmez. Çünkü hiçbirimiz ulusmerkezci olduğumuzu göremeyiz. Örneğin, karşı tarafı haksız bir biçimde “pis” saydığımızı görmeyiz; karşı tarafın gerçekten pis olduğunu görürüz. Bu çıkmazı aşmak, hatta bunu insanlara göstermek bile zordur. 20 © P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 © Flickr.com/abbilder Flickr.com/collection of old photos Flickr.com/ean-Louis POTIER © E © Flickr.com/Gusjer tnosentrizm, bir kişinin diğerlerini, kendi etnik grubunu veya kültürünü merkeze alarak değerlendirme tutumu şeklinde tanımlanabilir. Pek çok ön yargı ve stereotipin kaynağını oluşturan bu değerlendirme, genellikle, diğerlerinin olumsuz bir tarzda nitelendirilmesiyle sonuçlanmaktadır. Etnosentrik kişi, başka gruptan olanları, kendi grubunun kültürel kabullerinden ve değerlerinden hareketle, dolayısıyla tarafgir bir şekilde yargılar. Bunun altında kendi doğrularının herkes için geçerli olduğu fikri vardır ve bununla tutarlı olarak, bu doğrulara sahip olmayanların ya da uymayanların geri veya aşağı oldukları sonucuna varır. (Nuri Bilgin, Sosyalpsikoloji Sözlüğü) Sınıfta öğrencilerime, on yıl yaşamak fırsatını bulduğum Arabistan’da pek çok insanın çatal bıçakla değil, elle yemek yediğini anlatırdım. Kasıtlı olarak bu yemek biçimini tiksindirici göstermeye çalışırdım. Örneğin derdim ki, “Çölde yaşayan Araplar pilavı avuçlarına alırlar, bastırırlar, lokma yapıp yutarlar. Bu arada pilavın yağları bileklerinden dirseklerine akar. Terbiyeli olmaya çalışan bu bedeviler avuçlarında lokmaya çevirdikleri pilavı benim tabağıma bırakırlardı, yemem için.” Öğrencilerimin içlerinin iyice kalkmasını sağladıktan sonra, “Şimdi de aynı durumu onların gözünden görelim, bakalım onlar sizi nasıl görüyor?” derdim ve şunları anlatırdım: “Batı dünyasının yemek adabına göre çatal bıçak kullanılır, ama ekmek mutlaka elle yenir. Şimdi o beğenmediğiniz Arapların ne gördüğünü düşünün. Bizler bütün gün otobüste ellerimizi her yana değdiririz, yüzlerce elin değdiği paraları alıp veririz, bütün kapı tokmaklarına el atarız, bir sürü insanla el sıkıştıktan sonra da masaya oturur ekmeği elimize alırız. Bu tür bir yemek yeme biçimi Araplar için iğrençtir. Çünkü onlar yemekten hemen önce ve sonra mutlaka ellerini yıkarlar. Yani aslında ‘onlar’ temiz elle yerler, siz pis ellerinizle yersiniz ekmeği. Şimdi kimin için bulanmalı içimiz?” Kendi gerçeğimizi tek gerçek olarak görmektir etnosentrizm. Hoşgörüsüz bir körlüktür. Oysa “gerçekler” pek çoktur. Herkesin kendine ait bir gerçeği olduğunu otoriter kimselerin kabul etmesi kolay değildir; onlar doğru bildiklerini herkese kabul ettirmeye çalışırlar. Bundan dolayı bu okuduklarınız hoşunuza gitmediyse, unutun gitsin! Yok, etnosentrizmden kurtulmak istiyor, ama görünmeyen etrosentrizminizi tespit edemiyorsanız, beğenmediğiniz, kuşku ile baktığınız kişilere karşı dikkatli olun; bir ihtimal ön yargılarınız devrededir! Bu durumda “öteki” ile diyalog kurun, kuşkularınızı ve beğenmediklerinizi açık sözlülükle dile getirin, derdinizi “öteki”ne anlatın, ona sorular sorun. Ondan kaçmayın. Göreceksiniz, bambaşka bir dünya ile karşılaşacaksınız. Beğenmediğiniz “öteki”nin dünyası da sizinki gibi zengin ve güzeldir. *Ankara Üniversitesi Yunan Dili ve Edebiyatı bölümünün kurulmasına öncülük eden Herkül Millas, “öteki” ve ulusal kimlikler üzerine çalışmalar yapmakta, Türk-Yunan ilişkileri ve Türkiye gündemiyle alakalı makaleler yayımlamaktadır. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 21 Dosya İslam’ın Etnosentrizme Bakışı PROF. DR. ŞINASI GÜNDÜZ* » [email protected] Etnik kimlik siyasetinin giderek yaygınlaştığı ve belirli bir etnik kimliği merkeze alarak diğerlerine yönelik ırkçı, dışlayıcı tutumları benimseyen politik yapıların güç kazandığı günümüzde, İslam’ın etnosentrist düşünceye karşı öğretileri büyük önem taşıyor. Etnosentrizm (ya da etnosentrisizm); insanın hayat felsefesini etnik kimlik merkezli olarak inşa etmesidir. Düşünce ve davranışların belirlenmesinde belirli bir etnik kimliğin ya da yapının belirleyici bir değer olarak kişi veya toplum yaşamında ön plana çıkması, etnik kimlik temel alınarak sosyal çevreyle ilişkilerin düzenlenmesi temayülüdür. Etnosentrik dindarlık ise kişinin din ve dinî yaşam algısının etnik temele dayalı olarak şekillenmesidir. Etnosentrik dindarlığın temellerini, etnik kimliğe yönelik bir ilahi seçilmişlik ya da diğerlerinden üstünlük fikrinde aramak gerekir. Hangi inanç sistemine bağlı olursa olsun dünya genelinde birçok kişi ya da sosyal grup, mensup olduğu etnik aidiyeti düşünce ve davranışlarında belirleyici olarak görmekte ve etnosentrik dindarlık anlayışını gerektiğinde kendi dinî kaynaklarından ve değerlerinden hareketle -bu kaynaklar ve değerler gerçekte buna imkân vermiyor olsa bile- temellendirme/meşrulaştırma yoluna gitmektedir. “Allah’ın dini” olarak İslam, insandan Allah’ın mutlak birliğini ve O’nun iradesini yaşamının merkezine almasını ister. Bu bağlamda İslam inancında “tevhid” olarak adlandırılan öğreti, hayata Allah merkezli olarak bakmayı, Allah’ın iradesinin beyanı olarak Kitabullah’ı her inanç, düşünce ve davranışın temel referansı olarak kabullenmeyi ifade eder. İslami öğreti, inananların tabi oldukları etnik kimlikler de dahil her durumu dinin temelini oluşturan tevhid öğretisi doğrultusunda açıklar. Bu bağlamda İslam, etnik kimlikleri insanın var oluşuna yönelik bir gerçeklik 22 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 olarak kabul etmekle birlikte, bunu insanın sosyal ilişkilerinde belirleyici bir farklılık olarak görmez; etnik ve soy farklıklarının yalnızca insanlar arasında bir “tanışma” aracı olduğunun altını çizer. Allah katında üstünlüğün ise, ancak Allah’a itaat yoluyla yakınlaşmanın ifadesi olan takva ile olduğunu vurgular: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurât suresi, 49:13) Burada Kur’an’ın kullandığı “taarruf”, yani birbirini anlama ve tanıma kavramı oldukça önemlidir. Bu kavram insanların etnik ve soy farklılıklarının yok edilmesi gereken hususlar değil, birbirini anlamaya ve tanımaya yönelik bir zenginlik olduğuna işaret etmektedir. İslam etnosentrizme ve yol açtığı kabilecilik, kavmiyetçilik, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi hastalıklara karşı olanca gücüyle mücadele etmektedir. Bu bağlamda İslami kaynaklar Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap’a herhangi bir üstünlüğünün olmadığını vurgulamakta; ırk, renk ve cinsiyet ayrımının insanlar arası ilişkilerde belirleyiciliğini reddetmektedir. İslam’ın bu temel yaklaşımına rağmen günümüzde etnik kimlik siyasetiyle sosyal tutum ve davranışlarda etnosentrik yaklaşımların çeşitli İslam toplumlarını da bir virüs gibi istila ettiğini görmek gerçekten üzücüdür. Müslüman halkların tevhid merkezlilikten etnosentrizme nasıl ve neden evrildiği sorusu, üzerinde durulması gereken ciddi bir problem olarak karşımızdadır. İslami kaynakların kavmiyetçiliği ve ırkçılığı mücadele edilmesi gereken hastalıklar olarak tanımlamasına rağmen etnosentrik yaklaşımlar, kimi dinî argümanlarla âdeta meşrulaştırılmaya çalışılmakta ve etnosentrizmi esas alan bir dindarlık tipolojisi üretilmektedir. Hatta belirli bir etnik kimliğin yüceltilmesine yönelik dinî referansların üretilmesinde bir beis görülmemektedir. Bu konuda Araplar, Türkler ve benzeri etnik unsurların faziletlerini belirtmek üzere üretilmiş birçok literatürün tarihte ortaya çıktığını hatırlamak yeterli olacaktır. Etnosentrik dindarlık anlayışının gündelik hayatta sosyal davranışlara yansıması, en basit örneğiyle, farklı etnik aidiyete sahip olanları dışlama şeklinde tebarüz etmektedir. Bu ötekileştirme bağlamında gündelik yaşamda kişi, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerinden akrabalık tesisine ve sosyal-siyasal birlikteliklere kadar, farklı etnik kimliklere karşı dışlayıcı bir tutum izlemektedir. Öyle ki özellikle çok kültürlülüğün daha görünür olduğu toplumlarda farklı Müslüman toplulukların her biri âdeta kendi gettosunu oluştururak birbirinden uzaklaşmaktadır. Hatta Müslümanların azınlık olarak yaşadıkları toplumlarda bile Müslüman cemaatlerin, sahip oldukları camileri, mescitleri, sivil toplum kuruluşlarını ve benzeri sosyal yapıları yalnızca ait oldukları mezhep ve dinî meşrep bağlamında değil, etnik temelle de birbirinden ayrıştırdıkları, daha da kötüsü birbirlerini âdeta rakip olarak gördükleri bilinmektedir. Etnosentrik dindarlık anlayışı, Müslümanlar arası ilişkilerde ümmet bilincinden ziyade ulus/ kavim merkezli bir anlayışı ön plana çıkarmaktadır. Bu anlayış, ulusal aidiyeti vurgulayan bir din yorumunu üretmekte ve dolayısıyla “Arap İslam’ı”, “Türk İslam’ı” gibi İslam’ın evrenselliğine aykırı din algılarının oluşmasına imkân sağlamaktadır. Bu algılar doğrultusunda kişi, dinin anlaşılmasında ve yaşanılmasında kendi etnik kimliğini merkeze alıp, ait olduğu etnik kimlik mensuplarını, “en rafine Müslümanlar” olarak tanımlarken diğer Müslümanları ötekileştirmektedir. Bu ötekileştirmede farklı etnik kimliklere yönelik ön yargılar önemli rol oynamaktadır. Etnik aidiyeti hayatın merkezine alan bu zihniyetten kurtuluş, dini, yani İslam’ı doğru anlamakla; sahih kaynaklarından, Allah’ın kitabı Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in Sünnetinden hareketle İslami değerleri kavramakla mümkündür. İslam’ın bize öğrettiği; rengi, milliyeti ve cinsiyeti ne olursa olsun insanın “eşrefi mahlukat” olarak ve “en güzel surette” yaratıldığı gerçeğini ve “yeryüzünde bir halife” olarak yaratılan insanın kendi rengini, milliyetini ve cinsiyetini seçme özgürlüğü olmamakla birlikte doğru ve yanlışı seçme konusunda bir özgürlüğe sahip olduğu ve bu seçim özgürlüğü konusunda da sorumluluk taşıdığı vurgusunu hatırda tutmak bizleri hastalıklı etnosentrik din ve dindarlık anlayışından kurtaracaktır. *Dinler Tarihi alanında öğretim üyesi olan Şinasi Gündüz, Uluslararası Balkan Üniversitesi’nin rektörüdür. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 23 Dosya/Söyleşi “Eşitlik Evi” İçin Bir Tuğla Koymak HÜMEYRA FILIZ » [email protected] Irkçılığa Karşı Avrupa Ağı (ENAR), Avrupa’da alanında yaptığı çalışmalarla ses getiren en büyük organizasyonlardan birisi. ENAR Direktörü Michael Privot’la Avrupa’daki etnosentrizm hakkında konuştuk. Etnosentrizm hakkında konuşmaya başlamadan önce, kavramları açıklığa kavuşturmamız sanırım daha iyi olacaktır. Etnosentrizm, zenofobi ya da ırkçılık arasındaki fark nedir? Bu kavramlar, birbirleri ile ne türden bir ilişki içerisindedirler? Etnosentrizm, farkında olunsun ya da olunmasın kültürel ya da etnik ön yargıdır. Bu kavramın içeriğine göre birey, dünyaya sadece kendi ait olduğu topluluğun perspektifinden bakar. Diğer bütün toplulukları da kendi “ideal” cemiyeti uyarınca değerlendirir. Zenofobi’de birey, diğer ülke vatandaşlarına karşı mantıksız bir şekilde nefret ya da korku duyar. Zenofobi daha çok göçmenlere ya da ulus dışından gelenlere karşı yöneltilir. Irkçılık ise bazı ırksal grupların temelsiz şekilde biyolojik olarak diğer gruplardan daha aşağı olduğunu yansıtan, derin tarihî köklere sahip olan politik bir kavramdır. Irkçılık kavramı örneğin sömürgecilik, zenci korkusu ve Güney Afrika’daki ırk ayrımına dayanan sistemlerle bağlantılıdır. Ayrıca bu kavram, kölelik sistemini, tarih içerisinde süre giden siyah-beyaz eşitsizliğini savunmak için de kullanılır. Geleneksel ırkçılık algısı, 24 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 “değersiz” ve “başka” kimlik olarak görülen “öteki”nin, ırk, ten rengi, kültür, inanç ya da kimlik sebebiyle aşağılanmasının da dahil olduğu şahsi ve kolektif tavırlarla gelişir. Bu ırkçılık sosyal hiyerarşi ve ayrımcılığın doğru olduğunu iddia eden “biyolojik ırk” temeliyle oluşur. Bu yüzden ırkçılık, doğal olarak herhangi bir toplumda azınlık ve çoğunluk arasındaki güç ilişkisiyle ilgilidir. Irkçılık, genellikle hem ferdî uygulamalarla hem de kurumsal politikalarla dışa vurulur. Irkçılığın pratik hayattaki karşılıkları, bazı insanların “birincil” vatandaşlara nazaran daha fazla zarar görmesi ve ayrımcılığa uğramalarıyla sonuçlanır. Irkçılıkta insanların ten rengi, kültürü ya da etnik aidiyeti gibi unsurların sonucu olarak daha kötü iş şartları elde etmeleri, sağlık, ikamet ve eğitim tabanlı engellerle daha çok yüz yüze gelmeleri söz konusu olur. Tabii bu kavramlar birbirleriyle yakından irtibatlıdır. Etnosentrizm kendisini ön yargı, yapısal ayrımcılık, zenofobi ve ırkçılık gibi sonuçlarda gösterebilir. Etnosentrizm, ırkçılık ve zenofobiye göre ölçülmesi daha güç olan bir kavram. Etnosentrik düşünce ne vakit ölçülebilir/cezalandırılabilir bir hâle gelir? Şayet etnosentrik düşünce ayrımcılık, ırkçı söylem ya da şiddetle sonuçlanıyorsa ölçülebi- lir ve cezalandırılabilir bir kavram hâline gelir. Irkçılık ve zenofobi için şunu söyleyebiliriz: Düşünce ve vicdan hürriyeti, her insanoğlu tarafından kabul edilebilecek yegâne mutlak hürriyettir. Bu yüzden bir kimse ırkçı, zenofobik ya da etnosentrik düşünceye sahip olma hürriyetine sahiptir; ancak bu kişi toplum önünde alenen ırkçı ya da zenofobik söylemlerde bulunamaz. Aynı şekilde insanları küçük düşürmek, ırkçı davranışlarda ve tacizde bulunmak da hoş görülemez. ENAR’ın araştırmalarına ve raporlarına istinaden Avrupa’daki etnosentrik bakışın boyutları hakkında bilgi verebilir misiniz? Biraz önce tanımladığım gibi etnosentrizm, her fert tarafından “doğal olarak” paylaşılır. Bazı antropolojik boyutlara sahiptir: Her fert özel bir çevrede, cemiyette büyümüştür. Kimileri bu durumu, ileride karşılaşacağı diğer bütün kültür ve sistemleri değerlendirmek için kullanmak eğilimindedir. Eğer bu referans noktası mutlaklaştırılırsa ve “iyi”, “güzel”, “hakikat” ya da “adalet” gibi hususlarda tek evrensel kaide olarak görülürse bir sorun hâline gelmeye başlar. Eğer bir kimse kendi sabitelerini diğerleriyle ilişkilendirebilirse ve diğer kültürleri, etnik grupları ve cemiyetleri kendisininkinden aşağıda görmez, onlara karşı bir ayrımcılıkta bulunmazsa; bu durum, gelecekte ortaya çıkabilecek muhtemel bir ırkçılığı ve ona bağımlı olarak gelişen ayrımcılığı da engelleyecektir. Avrupa’da pek çok üye ülke ekonomik ve finansal darboğazlarla mücadele etmektedir ve çoğu politikacı, göçmenlere ve etnik azınlıklara karşı aşırı duygusal bir tavır alma eğilimine yönelmiştir. Böylece karar mercileri, etnosentrik bir bakış açısıyla günah keçileri oluşturmaktadır. Ayrıca, üye ülkeler içerisindeki göçmenlere, etnik ve dinî azınlıklara dair gelişen politik söylemler, giderek güvenlik problemi temelli bir söyleme kaymıştır. Bu söylem içerisinde göçmenler ve etnik azınlıklar ekonomik, güvenlik ve kültürel açıdan toplumu tehdit edenler olarak resmedilmektedir. Örneğin Yunanistan’daki aşırı sağcı Golden Dawn isimli parti, “ekonomik krizden daha önemli olan göçmen problemini durdurmak ve ülkeyi her türlü beklenmedik istiladan korumak” konusunda söz vermiştir. Hırvatistan’ın sağcı politikacılarından ve aynı zamanda şu an Avrupa Parlamentosu üyelerinden olan Ruža Tomašić, “Hırvatistan Hırvatlar içindir; diğer herkes ancak misafirdir.” sözlerinde bulunmuştur. Göçmenlere ve azınlıklara yönelik güvenlik merkezli yaklaşım, Avrupa’daki sosyoekonomik durumun bir parçası olarak ilişkilendirilebilir. Muhtelif ülkelerde, göçmenler ve azınlık gruplar, global ekonomik krizin günah keçisi olarak yaygın bir şekilde itham edilmeye başlamıştır. Böylesi bir bağlamda, tetikleyici bir etki olan korku hissi, iş pazarında göçmenlere ve azınlıklara karşı gösterilen haksız muamele- Irkçılığa Karşı Avrupa Ağı (ENAR) Direktörü Michael Privot, Avrupa’daki etnosentrizmin boyutları ile ilgili sorularımızı yanıtladı. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 25 Dosya/Söyleşi nin mazereti olarak kullanılabilmektedir. Yine Yunanistan’dan örnek vermek gerekirse, Galaxis isimli süpermarketin reklamlarında, ürünlerin “Yunan ellerinden çıktığı” vurgulanmaktadır. Bunu, göçe karşı katı kural ve limitlerin konulmasına dair politik imalar izlemektedir. Diğer bir popüler çözüm de, iş pazarını korumak için millî kıstasların konulmasıdır ki bu durumda yerli halkın “tercih edilir” kılınması için düzenlemeler yapılır. İşte tam da bu yüzden Avrupa’da yaşamayı ve çalışmayı arzulayan göçmenler, bir başkasının işini elinden almayacaklarını göstermek zorundadırlar ya da yerli halkın tercih etmeyeceği işlerde çalışmakla kendilerini sınırlayacaklardır. Etnosentrizm ile mücadele adına hangi faaliyetleri yürütüyorsunuz ve bu alanda şimdiye dek ne tür kazanımlar elde ettiniz? Dediğim gibi, etnosentrizm daha sosyolojik bir bağlam. Bu nedenle ENAR’ın faaliyetlerinin daha ziyade ırkçılık ve etnik ayrımcılığa odaklandığını söyleyebiliriz. Ancak bütün bunlar etnosentrizm ile yakında ilişkilidir. Bizim ana maksadımız, ırkçılıktan arınmış bir Avrupa’da olumlu ve ilerici bir dilin geliştirilmesi ve yaşam gücünü eşitlik ve çeşitlilikten alan, canlı, enerjik bir Avrupa toplumu ve ekonomisinin oluşmasının teşvik edilmesidir. Yapmaya çalıştığımız şey, ırkçılık ve zenofobinin arkasında mantıklı argümanların yattığını ifade eden söylemlere karşı bir dil geliştirmek; çeşitlilik ve farklılığın Avrupa toplumu için kötü olduğunu dile getiren fikirlerin yanıltmacadan başka bir şey olmadığını ortaya çıkarmak. Avrupa toplumuna, göçmen ve etnik grupların hayatın her alanına aslında olumlu katkılarda bulunduğunu gösteren veriler sunarak alternatif bakış açılarını işaret ediyoruz. Göçmenlerin, etnik ve dinî azınlıkların Avrupa’ya kattıkları oldukça geniş alana yayılmış ve hâlihazırda devam eden olumlu gelişmeler, umuyoruz ki insanların zihninde mantıklı bir yer edinecek ve duygusal anlamda bir farkındalığın oluşma- sına vesile olacaktır. Yakın zamandaki projelerimizden biri olan “Saklı Yetenekler, Heba Edilmiş Yetenekler” (Hidden Talents, Wasted Talents) isimli yayınımız, göçmenlerin ve azınlıkların toplumumuza olan katkılarını göstermiştir. Bu yayınımız pek çok politik makamın, medyanın ve komisyon üyeleri gibi bazı Avrupa kurumlarının dikkatini çekmeyi başarmıştır; böylece göçmenlerin pozitif katkıları dikkate alınmaya başlamıştır. Başka bir boyutta da, ENAR’ın 2012 yılında Avrupa’da İslamofobi hakkında hazırladığı Gölge Raporu ve buna ilişkin davalar, bu alanda yeni bir tartışmanın oluşmasına katkı sağlamıştır. İslamofobi konusu, Temel Haklar ve Vatandaşlık’tan sorumlu olan komisyon üyesi Viviane Reding tarafından temel bir endişe olarak dillendirilmeye başlamıştır. Şayet etnosentrik düşünce ayrımcılık, ırkçı söylem ya da şiddetle sonuçlanıyorsa ölçülebilir ve cezalandırılabilir bir kavram hâline gelir. 26 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 Size göre, Müslümanlara, örneğin Türklere ya da Araplara karşı etnosentrik bakışın sebebi nedir? Müslümanların “mükemmel bir öteki” olarak inşa edildiğini söyleyebiliriz: Öteki din, (fark edilen) öteki değerler, (fark edilen) öteki etikler, öteki renk, öteki diller, öteki kültürler, tarihler ve “evrenselci” bir paradigma. Bütün bu özelliklerin olduğu kutucuklar işaretlenerek Müslümanların farklı, karşıt ve iletişim kurulması zor insanlar olduğu gösterilmektedir. Gerçek hayatta insanlar, muhatap oldukları Müslümanların bu tür damgalayıcı tanımlamalarla alakalarının olmadığını anlarlar; fakat yine de Müslümanlar ve İslam hakkında bilgi edindikleri çerçeveyi medya, iş yerindeki ya da yemek başındaki diyaloglarla oluştururlar. Bu, Avrupa’nın hemen hemen her yerinde, hatta üzerinde hiç Müslüman’ın yaşamadığı topraklarda bile gördüğümüz İslamofobi’yi büyütmektedir. Bu, Avrupa’ya özel Kamuoyu Yoklaması* *Perspektif’in internet üzerinden gerçekleştirdiği anket sonuçları bir kimlik aidiyetinin temelini oluşturmaktadır. Etnosentrizm ile mücadelede hükûmetlerin uyguladığı politikaların yeterli olduğunu düşünüyor musunuz? Aslında evet. Ama maalesef bazı politik liderler, eşitliği tesis etmek için, göçmenlere ve etnik azınlıklara dair olumsuz söylemlerin üstüne gitmek için gerekli olan cesaret ve liderlik vasıflarından yoksunlar. Etnik ve dinî azınlıkları günah keçisi olarak göstermek, Avrupa toplumunu daha da iyiye götürmek gibi “gerçek” vazifelerini yerine getiremeyen pek çok politikacı tarafından, bu eksikliklerini örtbas etmek maksadıyla kullanılmaktadır. Bugün, Avrupa’nın tümünde insan haklarını korumak, eşitliği tesis etmek, ırkçılığı durdurmak için gerekli olan siyasi sorumluluğa her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Politikacılar dinamik, sağlıklı ve birbirine kenetlenmiş bir toplumun inşası için eğitim, iş ve ikamet gibi hususlarda herkesin eşit haklara sahip olması gerektiği mesajını iletmekle mükellefler. Avrupa’nın sosyal, politik, kültürel ve ekonomik refahı için göçmenlerin üstlendiği katkıları ve faydaları desteklemeliler ve Avrupa’daki göçmen, etnik ve dinî azınlıkların birikimlerinin “heba olmuş yeteneklere” dönüşmemesi için ellerinden geleni yapmalılar. Avrupa hükûmetlerinin, ekonominin yeniden canlanmasının önündeki engelleri ortadan kaldırmak adına katı önlemler almak yerine, “gerçek” büyüme için öneriler teklif etmeleri; eşitlik ve ayrımcılık karşıtlığının son derece büyük bir değer olduğu sosyal politikada ciddi yatırımlar yapmaları gerekmektedir. Avrupa’da medyanın etnosentrizm konusundaki tutumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu anlamda medyada bir hassasiyetin geliştirildiğini söylemek mümkün mü? Göçmenlere, etnik ve dinî azınlıklara dair genel bir algının oluşmasında ve kamuoyu oluşturulmasında medyanın son derece önemli bir etkisi var. Ancak Gölge Raporu’ndan edindiğimiz bilgilere göre, etnik azınlıklara dair haberler genelde olumsuz ve çarpıtılmış. Genel olarak baktığımızda, işsizlikte ve suç oranlarının yüksek oluşunda göçmenleri suçlamak cinsinden bir eğilim bulunduğuna şahit oluyoruz. Ayrıca “Benim kültürüme benzemeye çalışan insanları severim.” 60% Katılıyorum Katılmıyorum Kararsızım 27% 13% “Dünyanın başka yerlerinde yaşayan insanların giyim tarzlarındaki farklılıklar hoşuma gidiyor.” 75% Katılıyorum Katılmıyorum Kararsızım 17% 9% “Bazı etnik kökene mensup insanlar suça diğerlerine oranla daha meyilli. “ 26% Katılıyorum Katılmıyorum Kararsızım 63% 12% “Etnik kökeni farklı olan iki insanın evlenmesi ileride sorun çıkaracaktır.” 45% Katılıyorum Katılmıyorum Kararsızım 34% 21% “Bir Türk dünyaya bedeldir.” Katılıyorum Katılmıyorum Kararsızım 10% 88% 2% “Aynı ırka mensup olduğum insanlara, diğer insanlardan daha fazla güvenirim.” 18% Katılıyorum Katılmıyorum Kararsızım 71% 11% “Farklı etnik kökene sahip bir komşumun olması benim için sorun olmaz.” Katılıyorum Katılmıyorum Kararsızım 93% 1% 6% “Kendi dilimin başka dillerden daha zengin olduğunu düşünüyorum.” Katılıyorum Katılmıyorum Kararsızım 38% 50% 12% “Farklı yerlerdeki (Örneğin; Asya, Afrika, Uzak Doğu) yemek kültürü zaman zaman iğrenç olabiliyor.” 61% Katılıyorum Katılmıyorum Kararsızım 26% 13% “Çocuklarımın farklı kültürden çocuklarla da arkadaşlık yapmalarını isterim.” Katılıyorum Katılmıyorum Kararsızım 81% 9% 10% “Yaşadığım ülkeye yabancı ülkelerden insanların göç etmesi benim için sorun değil.” Katılıyorum Katılmıyorum Kararsızım 77% 10% 13% “Türk tarihi, diğer milletlerinkine kıyasla daha şanlı bir tarihtir.” Katılıyorum Katılmıyorum Kararsızım 65% 27% 8% “Türk Millî Takımı’nda yabancı bir futbolcunun oynamaması gerekir.” Katılıyorum Katılmıyorum Kararsızım 41% M A R T 2014 • S AY I 229 44%• P E R S P E K T İ F 15% 27 Dosya/Söyleşi sosyal medya ve ağların, zenofobi, ırkçılık ve İslamofobinin yayılmasında son derece geniş bir rol üstlendiğini görmekteyiz. Hem geleneksel yayınlara, (matbu yayınlar ya da radyo/televizyon) hem de sosyal medyaya dair düzenleme eksikliklerine dair bir mutabakat var. Söz gelimi Kıbrıs’ta, medyada pek çok sıkı kural ve düzenleme olmasına rağmen ırkçı ve zenofobik söylemler devam ediyor. İrlanda Basın Şikayetleri Komisyonu ve Basın Denetim Kurumu, 2011’deki şikayetlerin yüzde 23,5’inin ön yargı merkezli olduğunu bulgulamıştır; bu oranda 2010’a kıyasla yüzde 9,6’lık bir artış görülmektedir. Bununla birlikte sivil toplum, medya ajansları ve hükûmet tarafından, medyanın daha iyi bir habercilik yapması ve etnik azınlıkların medyada daha iyi yer alabilmelerini teşvik etmek için çeşitli uygulamalar geliştirilmiştir. Avusturya Yayın Ortaklığı, Türkçe ve Almanca dillerinde ortak yayın yapan yerel haber programları düzenlemektedir. BVM Medya da, Avusturya Göçmen Medya Ajansı’nı kurmuştur. Almanya’da, farklı kültürlerden gelen gazetecilerin deneyimlerinin paylaşılması için Berlin-Brandenburg’da Kültürlerarası Gazeteciler Derneği Ağı kurulmuştur. İngiltere’de yer alan “Yaratıcı Çeşitlilik Ağı”, medyadaki çeşitliliği teşvik eden önemli bir forumdur. Yunan medyası da bir yönetmelik benimsemiştir ve buna göre, Ulusal Radyo ve Televizyon Konseyi ırkçı içerikli yayınlara karşı önleyici yaptırımlarda bulunabilecektir. Slovenya’nın sekiz büyük internet medyası, nefret içerikli söylemleri düzenleyen bir yönetmelik teklifini kabul etmiştir. Yaklaşan Avrupa seçimlerinde azınlıkların yer almaları son derece önemli bir husus. Etnik ve dinî azınlıklara dâhil olan AB vatandaşları yaklaşan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, partilerin ırkçı ve yabancı karşıtı söylemlerine karşı, dönüştürücü ya da en azından sınırlayıcı bir rol üstlenebilirler. Bu seçimler, Avrupa Birliği’nin insan hakları ve eşitlik sözünü tutmasını garantiye almak ve oy kullanmak adına önemli bir fırsattır. Sadece adaylarla yakın ilişki kurarak ve oy kullanarak kendi endişelerimizi duyurabilir, ilgilerimizi temsil edebilir ve haklarımızı koruma altına alabiliriz. Avrupa’daki etnik ve dinî azınlıklar, onları ötekileştiren etnosentrik paradigmadan nasıl kurtulabilirler? Etnosentrist bakış sonucu ayrımcılığa maruz kalan insanlar neler yapabilirler? Müslümanların “mükemmel bir öteki” olarak inşa edildiğini söyleyebiliriz: Öteki din, (fark edilen) öteki değerler, (fark edilen) öteki etikler, öteki renk, öteki diller, öteki kültürler, tarihler ve “evrenselci” bir paradigma. Etnosentrist düşüncenin aşılması konusunda Avrupa’daki etnik azınlıklar mevcut çalışmalara nasıl dahil edilebilir? 28 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 Mağduriyet kurbanlarının yapabilecekleri ilk iş, maruz kaldıkları olayı rapor etmektir. Bu da ancak ülkelerdeki eşitliği sağlayıcı kurumlar, polis ve STK’lar aracılığıyla gerçekleşebilir. Eşitlik için mücadele eden organlar, mağdurlara bağımsız danışmanlık yapan ve onları bilgilendiren resmî organlardır. Ancak bazı durumlarda bu organlar kısıtlı resmî statüleri ya da kaynak azlığı sebebiyle yardımcı olamayabiliyorlar. Bu yüzden STK’lar bilgi sağlamada, yasal tavsiyelerde bulunmada, danışma ve aracılıkta kilit role sahipler. Sorunuzun ilk kısmına ilişkin olarak şunu söyleyebilirim: Biz kimseyi tam manasıyla “tedavi” edebileceğimizi düşünmüyoruz ve etnosentrik paradigmayı antropolojik bir faktör olarak değerlendiriyoruz. Bu yüzden farklı temayüllerle hareket etmek zorundayız: Etnosentrik paradigmanın tahliline odaklanmış, çeşitlilik arz eden ve erken yaşta başlayan bir eğitim ve toplum içerisinde herkesin her şeyi söyleyebile- ceğini ve yapabileceğini insanlara hatırlatan ayrımcılık karşıtı güçlü bir söylem. Irkçılık ve ona bağlı olarak ortaya çıkan mağduriyet karşısında alınan kısa vadeli önlemler yeterli olmayacaktır; uzun vadede tamamen ortadan kalkmasını sağlayacak yollar üzerinde çalışmak gerekmektedir. Avrupalı, ulusal, bölgesel ya da yerel karar mercilerini, ayrımcılığın her türlü boyutunu ortadan kaldıracak bütüncül planları hayata geçirmeleri için hep birlikte göreve davet ediyoruz. Bunun için son derece titiz stratejilerin yanında yeterli kaynak da gerekmektedir. Avrupa denilen kavram, tamamıyla “Avrupa” ve “diğerleri” üzerine kurulu. Bu anlamda aslında Avrupalı olmayan gruplarla Avrupa arasında otomatik bir ötekileştirme ya da etnosentrizm ortaya çıkmıyor mu? Aslında evet. Nitekim, Avrupa kimliği “diğerleri” karşısına inşa edilmiş “biz” temeli üzerine kurulmuştur. Bu, Avrupa’nın geçmiş uzun tarihi içerisinden de okunabilir: Tarihin pek çok döneminde Avrupa toplumları, çeşitliliği ve toplumsal karmaşıklığı idare etmek için muhtelif zorluklarla karşı karşıya kalmışlardır. Yahudiler, Katharlar, Protestanlar, Müslümanlar, Basklar ve Romenler... Bütün bu toplumlar için sunulan alternatifler asimilasyon ya da yok olmaya rızadan ibarettir; bir orta yol mümkün değildir. Avrupa’da çeşitliliğe yaklaşım, Türkiye ve Endonezya’da olduğu gibi farklılıkları bütünlemek ve onları kucaklamak yerine, onları dışlayıcı bir seyir takip etmektedir. Bu mantık neredeyse son bin yıldır Avrupa toplum modelinin temelini oluşturmaktadır. Her ne kadar bu durum geceden sabaha değişecek bir şey değilse de; özlemini kurduğumuz toplumsal yapıyı tam olarak karşılamamakla birlikte, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan gelişmeleri ve değişmeleri etkileyici olarak değerlendirebiliriz. Evet, ilerleme yaşanmıştır; ancak geçmişin zehirli atıklarından muaf olduğumuz söylenemez. Azınlıklar adına ciddi mücadeleler yapılmış ve yol kat edilmiştir. Bizler, 2 ya da 3 kuşak sonrası için mücadele ediyoruz. Bu gayretlerimizin semeresini ölmeden önce görememe ihtimalimizin bulunduğunu da biliyoruz. Fakat bu işin bazı güzellikleri de var: Farklılık ve çeşitlilik için olan mücadelemiz sivil hak hareketleri olan Rönesans, Fransız ve Amerikan devrimleriyle derinden ilişkiye sahip. Bizim yaptığımız “Eşitlik Evi”nin duvarına sadece yeni bir tuğla koymak; tabii aynı zamanda dışarıdan gelenlerin rahat girebilmesi için kilide bir de anahtar yerleştirmek. Dosya Kendini Yeniden Düşünmek: Ulus, Etnik Köken ve Kültürel Kimlik Tahlili KIEN NGHI HA* » [email protected] Kültür ve kimliğin arkasında yatan kavramlar, birbirleriyle, duruma göre değişen ilişkiler içerisinde olduklarından, onları net bir şekilde açıklamak güçtür. Bu yüzden bu kavramları tarihî tecrübelerin ışığında incelemek gerekir. 30 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 Avrupa’nın global yayılma faaliyetleri neticesinde modern sömürgeciliğin ortaya çıkmasıyla birlikte ırkçı ve ulusçu ideolojiler sıradan bir hâl almıştır. Irkçılık gibi ırk kavramı da, kendi mekanizmasının teşekkülü için diğerlerini dışlamayı gereksinir; en kötü ihtimalle düşman ve kurban gibi kavramlar ortaya çıkar. Fakat “ırk” kavramının diğerlerine karşı toptancı bir bakışla bakmaya olan gereksinimi kendisini sadece ırkçı özne ve kurumlarda göstermez. Bunun yanında biyolojik ve kültürel “ırk teşekkülü” vasıtasıyla göçmen gruplara etnikleştirici damgalar da vurulur. Örneğin batı Almanya göç toplumu içinde ırkçılık, özellikle Türk kökenli göçmenlere karşı düşmanca tavırda kendisini gösterir. Bu göçmen grup, biyolojik ve kültürel tek tipleştirme faaliyetleri vasıtasıyla “Avrupa dışı etnik grup” olarak resmedilmiş ve toplumca dışlanmıştır. Almanya’nın yeniden birleşmesiyle birlikte, bu dışlama, Müslüman karşıtı ve İslamofobi şeklinde tezahür eden düşman imgesini beslemiştir. Böylece göçmenler “kültürel yabancı halk” olmalarından ziyade bir de İslam’a aidiyetleri sebebiyle, kati suretle dışlanmışlardır. Göçmen toplumlar içerisinde karşıt ulusal kimliklerin var olduğu iddiası, özellikle sosyopolitik güç dengesi bağlamında kendisini göstermektedir. Mağdurlar, etnik ya da ulus kökenleri sebebiyle ne denli etnikleştirilir ve dışlanırlarsa, kendini ve yabancıyı etnikleştirme durumu da o derece güç kazanır. Örneğin baskın Alman toplumunda, kültürel ve kişisel değer kaybını telafi etmek ve kendini, düşman olarak kabul edilen sosyal çevreye karşı güçlendirmek için Alman kültürel kimliği, sorgulanamaz etnik-ulusal aidiyet olarak idealize edilmiştir. Bunun yanında kendini ve yabancıyı etnikleştirme arasındaki bağ da kuvvetlenmektedir. Almanya’daki çok kültürlülük (Alm. Multikulturalismus) tartışmasında da kültür, etnik-ulusal bir cemiyetin üyelerinin birbirleriyle paylaştıkları birleştirici bir kavram olarak algılanmaktadır. Bu bağlamda kimlik, tekdüze ve değişmez olarak düşünülür. Bunun arkasında, belirleyici, ikili bir kültürel kimlik tasavvuru bulunmaktadır ki bu, “biz”i “diğeri”nden, “kendi”ni “yabancı”dan ayırır ve böylece kişiyi imtiyazlı bir pozisyona yerleştirmiş olur. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 31 30,5% Dosya Almanya 34,6% Birleşik Krallık 38,5% Fransa Hollanda 32,4% 18,7% İtalya 45,1% Portekiz Türk topluluğu içerisindeki sosyal farklılaşma, Polonya tıpkı politik ve dinî sahalardaki ayrışma gibi 41,8% Hırvatistan Etnik topluluk, sosyal ilişkilerin ve ihtiyaçsürekli artmaktadır. Bağımsız küçük işletmeler ların karşılandığı, etnik ekonominin mekânı ve sayesinde bir orta sınıfın oluşması, usta işçilerin, memurların ve üniversiteye gidenlerin sayıgurbet içindeki vatan olarak düşünülür. Etnik larındaki artış, eğitimli ve küçük bir burjuvazide kimliğin böyle bir algıya dayalı modelinde etnik “Bazı kültürler diğerlerinden daha üstündür.” sosyal bir hareketliliğin başladığının göstergesi aidiyet, göç sürecinde kökenin bulunduğu toplu61,3% mun bir uzantısı olarak da anlaşılmaktadır. olmuştur. Bu ayrışmalar özellikle nesiller ara49,4% sında belirginleşmektedir. “Geleneksel Türklük” Türkler hakkında genelleştirilmiş yaygın kanaatlere rağmen, yakın perspektiften bakıldığın41,6% ile “modern Batı değerleri” arasındaki bölgesel 38,5% 37,9% da, bu etnik topluluğun sosyal, politik ve kültürel ve sosyal kökene dayalı diğer farklılıklar, yerleşimin zamanla açılardan ziyadesiyle çeşitli ve çelişkili bir yapı 29,4% ilerlemesiyle 28,6% değerlerini yitirirler. Yeni farklılaşma süreci boyunca varlıkları gidearz ettiği görülecektir. Göçmenlerin hayatında 20,1% rek belirsizleşir ve neticede ortadan kalkarlar. merkezî bir noktayı temsil eden göç, önemli farklılıklarla donanmış, ortak bir tecrübedir. Göç olAlmanya’da doğan çocuklar için, tarihsel olarak gusu, farklı sosyokültürel bağlamlar içerisindeki aktarılan Türk sembolleri/âdetleri bu yeni neslin Almanya’daki gündelik hayatında herhangi farklı tarihsel yerleşimler sayesinde göçmenler bir rol oynamaz. Bunun yerine yeni keşfedilen için başka anlamlar kazanır. Örneğin “Almanya’daki Türk göçü” üst kavramı altında, bir kısmı âdetler ve yeni kültürel tarzlar daha fazla anlam kazanır. iç içe geçmiş, bir kısmı birbirinden net şekilde ayrılmış, altıdan fazla göç süreci tespit edilmektedir. Söz konusu çeşitlilik, belli politik ve etnik Melez Kimlikler kökenlere sahip farklı gruplardan gelen insan “Topluluklar”, sınırsız homojenliğin yeri detopluluklarını, cinsiyetleri, yaşları ve eğitim seviyelerini ihtiva eder. Göçmenler bu farklılıkları seğildir ve olamazlar. Filistin asıllı Amerikan vabebiyle göç ülkesi olan Almanya’da, kendi hukukî tandaşı olan edebiyat bilimci Edward Said, kendi kültürünü “öteki” kültür olarak düşünmüştü: ya da sosyal pozisyonlarına yerleştirilirler. Örneğin siyaset bilimci Nermin Abdan-Unat, 1961’e “Kültürler, birleştirici ya da yekpare otonom şeyler olmaktan öte aslında ‘yabancı’ unsurları, dekadarki geçici işçi göçünü, devlet tarafından ğişiklikleri ve farklılıkları hariçte tutmak yerine desteklenip 1973’te durdurulan kitle göçünden bilinçli bir şekilde bünyelerine katar.” ayırmaktadır. Bu durumu, 1980’lerin başına kadar turist vizeleriyle izinsiz ikametler ile Türk ve Türkler gibi diğer ulus kültürler de zorla homojenleştirilmiş ve modernliğin erklerine maruz Kürt mülteciler tarafından aile birleşimi yoluyla kalmış olmalarına rağmen asla tek tipleştirilmesürekli devam eden göçler takip etmiştir. miştir. Zira Türk kimliği de, susturulmuş ama Etnik topluluk içerisindeki sosyal farklılıkların ve göçmenlerin yanlarında getirdikleri farklı buna rağmen yaşayan Kürt, Ermeni, Yunan, Suriyeli, Yezidi ve sayısız başka bölgesel görünümü hikâyelerin bugün bile ne denli güçlü bir gerçeklik olduğunu, batı Berlin’de yaşayan nüfusun kendi içinde barındırmaktadır. Bu noktada farklılık içeren boyutlarından hiçbirini reddetmeyen; Alman-Türk olarak mekânsal dağılımı açıkça bilakis onları kendi varlığının özü olarak kabul göstermektedir. Bu nüfus, bölgesel köken ve sosyal sınıfa göre ciddi şekilde birbirinden ayrılmış eden bir kültür kavramına atıfta bulunmak zaruridir. Buna göre kültür, saf olmayanı, belirsiz ve olarak ikamet etmektedir. Taşra kökenli ve eğitezat olanı üreten bir karışım kültürüdür. tim altyapıları itibariyle kenara itilmiş aileler, geleneksel olarak proleter olan şehrin iç mahallelerinde konuşlanırken; Batı eğitimi ve kültürü *Kültür ve Siyaset Bilimci olan Nghi Ha’nın, “Asyalı Algörmüş orta sınıf, zamanla güneybatı Berlin’deki man: Vietnam Diasporası ve Ötesi (Asiatische Deutsche. soylu mahallelere yerleşmiştir. Vietnamesische Diaspora and Beyond) isimli bir kitabı Yapısal mağduriyet devam ederken, Almanbulunmaktadır. P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 n ta rv at is Hı on ya Po l iz te k Po r lya İta a nd lla Ho Fr an lık Kr al şik Bi rle Al m 32 sa 41,6% an ya Cemiyette Farklılıklarla Yaşamak Hırvatistan 53,8% Avrupa’daki 8 Ülkede Etnosentrik Bakış Portekiz 57,1% İtalya 31,2% Almanya Fransa 45,0% Andreas Zick, Beate Küpper ve Andreas Hövermann tarafından gerBu veriler, Friedrich Ebert Stiftung’un desteğiyle 25% Birleşik Krallık çekleştirilen “Die Abwertung der Anderen. Eine europäische Zustandsbechreibung zu Intoleranz, Vorurteilen und 27,5% Diskriminierung.” (“Diğerlerinin Değersizleştirilmesi. Avrupa’da Toleranssızlık, Ön Yargı ve Ayrımcılığın Durumuna Polonya 50,4% Dair.”) isimli çalışmadan alınmıştır. Hollanda 43,6% “Bazı halklar diğerlerinden daha yeteneklidir.” “Çok fazla göçmen olduğu için, kendimi bazen kendi vatanımda yabancı gibi hissediyorum.” ve siyah halklar arasında doğal bir hiyerarşi vardır.” “Bazı halklar diğerlerinden daha yetene Almanya “Beyaz ve siyah halklar arasında doğal bir hiyerarşi vardır.” Portekiz Hollanda 38,5% İtalya İtalya 32,4% 19,1% Birleşik Krallık 45,8% Fransa Fransa 25% Hollanda 27% Hollanda Polonya 50,4% 37,7% Portekiz Hırvatistan 41,6% Hırvatistan İtalya 53,8% 31,2% Portekiz Almanya 57,1% 45,0% İtalya 31,2% Birleşik Krallık 27,5% 31% Polonya 45,1% Portekiz 57,1% Almanya Fransa Portekiz İtalya 18,7% Hırvatistan 53,8% 37,6% Birleşik Krallık 44,6% 30,5% Almanya Hırvatistan Fransa 19,4% Polonya 34,6% Birleşik Krallık Alm 45, Fransa 25% Hollanda 43,6% Polonya 50,4% Birleşik Krallık 27,5% Polonya 41,8% kültürler diğerlerinden daha üstündür.” Hollanda 43,6% Hırvatistan 61,3% “Çok fazla göçmen için, kendimi bazendoğal kendibir vatanımda “Beyazolduğu ve siyah halklar arasında hiyerarşi yabancı vardır.” gib “Bazı kültürler diğerlerinden daha üstündür.” 49,4% 6% 61,3% 38,5% 37,9% 29,4% 41,6% 30,5% “Çok fazla göçmenAlmanya olduğu için, kendimi bazen kendi vata 49,4% 34,6% 28,6% 20,1% 29,4% Birleşik Krallık 37,6% 44,6% 38,5% 37,9% Hırvatistan 28,6% Polonya 20,1% Portekiz İtalya 38,5% Fransa 19,4% 32,4% Hırvatistan 19,1% İtalya 18,7% Polonya n ta 19,4% 19,1% 37,7% 31% 45 Portekiz Polonya 27% 31% n ta rv at is Hı on ya Po l iz Hı te k Po r lya İta a nd lla Ho sa Fr an lık Kr al şik rle 37,6% Hırvatistan37,7% 41,8% rv at is on ya Po l iz te k lya Po r lla Ho İta a nd sa Fr an 44,6% 45,8% “Bazı kültürler diğerlerinden daha üstündür.” Bi Al m an ya Bi rle şik Kr al lık a 27% 45,1% Portekiz İtalya 41,6% Hollanda 61,3% 41,6% 37,9% 29,4% M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F28,6% 20,1% 33 Dosya/Söyleşi “İnsanı İçinde Yaşadığı Kültür Oluşturur, Genetik Özelliği Değil.” RAHIME SÖYLEMEZ » [email protected] Roni Margulies, ırkçılıkla mücadele anlamında akla gelen ilk isimlerden bir tanesi. Fakat Margulies’in kimliğini tamamlayan başka unsurlar da var: Margulies sosyalist, devrimci, şair, yazar, siyonizm karşıtı ve belki en son olarak da Yahudi. Margulies ile ırk, ulus ve etnik kökenler ve tüm bu ayrışmaların doğurduğu sorunlar üzerine konuştuk. 34 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 Avrupa’da göçmenlere karşı olumsuz bakış, “Göçmenler işimizi kapıyorlar” gibi “akılcı” bahanelerin arkasına saklanabiliyor. Bu anlamda, Yahudilere karşı etnosentrik bakış kendisini hangi “makul” bahanelerin arkasında göstermiştir? Yahudilere karşı Avrupa’daki ırkçılığın da Müslümanlara yönelik ırkçılıkla benzer bir temeli var. Örneğin 1900’lerin başlarında doğu Londra, doğu Avrupa’dan gelen göçmen Yahudilerin bölgesi ve hepsi işçi ve yoksul olan bu Yahudilere karşı o zaman bugünküne çok benzer bir dil kullanılıyor; yani, “İşimizi çalıyorlar, konutlarımızı dolduruyorlar.” gibi ekonomik temelli bir ırkçılık var. Bugün Avrupa’da antisemitizm, Müslümanlara karşı dile getirilen ırkçılıktan çok da farklı değil bence, ama çok daha köklü. Zira Avrupa’nın geçmişte İslam’la doğrudan bir teması yok. İslam’a karşı ırkçılığın kökeni, İslam’ın ortaya çıkmasıyla başlıyor, Haçlı Seferleri, Osmanlı’nın İstanbul’u alması, Viyana Kuşatması ya da Balkanları Osmanlı’nın ele geçirmesiyle pekişiyor. Bütün bunlar Avrupa’da travmatik etkiler yapıyor. Ama Balkanlar dışında batı Avrupalı birisi, İslam’la birebir karşılaşmıyor. Karşılaşmaya başlaması bizim göçümüzle başlıyor. Öncelikle bunu böyle düşünmek ve tarihsel kökenleri unutmamak gerek. Yahudilerin tarihsel olarak Müslümanlardan farklı olarak karşılaştıkları bir ırkçılık var. Örneğin onların toprakla uğraşmalarının, sanayide yer edinmelerinin engellenmesi Müslümanlar için geçerli değil. Bir diğer fark, Yahudiler 19. yüzyılda, doğu Avrupa’da göçmen değil, yerli halk. Dolayısıyla kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla feodal yapılar sallandıkça ortaya çıkan krizlerde hep suçlu olarak zaten ayrı duran bu cemaat gösterilmiş. Etnosentrist düşüncede, “öteki”nin kabul edilebileceği çok dar çerçevelerin çizildiğini görüyoruz. “Makbul etnik azınlık” çerçevesi ile ilgili neler söylersiniz? Bence “makbul Yahudi” veya “makbul Müslüman” diye bir şey yok. Türkiye’de dönem dönem gayrimüslimlerin Türkleştirildiğini görüyoruz. Bazı gayrimüslimler de zokayı yutarak diyorlar ki: “Madem Türklerin çoğunlukta olduğu bu topraklarda yaşıyorum, ben de Türk olayım.” Böylece çocuğuna Türk ismi takıyor, Türkleşme çabası içinde oluyor. Ancak, “Benim gibi olursan, Türk- leşirsen seni kabul ederim” gibi bir anlayış yok. Bence makbul Müslüman da yok. Sanki varmış gibi konuşulur, devlet öyleymiş gibi davranır; ama makbul Müslüman, Müslüman değilmiş gibi yaşayan kişidir. Yine de fişlenir; devlet onun şu an makbul davrandığını, ama aslında çok da makbul olmadığını düşünür. II. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin biyolojik olarak ikinci sınıf vatandaş sayıldığını görüyoruz. Bazı ırk ya da etnik grupların doğuştan eksik olduğunu “kanıtlamak” için sarf edilen çabanın ardında ne yatıyor? Irk, millet, ulus, bütün bu kavramlar kapitalizmin yükselmesiyle yaratılmış kavramlar. Mesela Türklük anlatılır durur bize; Osmanlı’nın efsanevi kahramanları Köse Mihal, Gazi Evrenos Bey gibi isimler Bizanslı Hristiyanlar. Atilla Avrupa’yı işgal ettiğinde önde gelen danışmanlarından bazıları Avrupalı Hristiyanlar. “Sen Bizanslısın, ben Türk’üm” gibi bir algı yok o zamanlar. Bunlar daha sonra ulus devletlerin kurulmasıyla ortaya çıkıyor. Irkçılığa gelirsek, Batı’daki en temel, en eski ırkçılık siyahlara karşı ırkçılık. Bunun maddi temeli çok açık bir şekilde emperyalizmle başlıyor. Afrika’yı hallaç pamuğu gibi atıp insanları köle olarak pamuk tarlalarında çalıştıranlar, bu davranışlarını bir şekilde meşrulaştırmaya ihtiyaç duyuyorlar. İngiliz, İspanyol veya Hollandalı bir köle taciri ve o taciri ordusuyla destekleyen devlet bunu niye yaptığını, bir başka insanı niye köleleştirdiğini kendi halkına anlatmak zorunda kalmış, bu sömürüyü, “Bunlar aslında insan değil.” diye meşrulaştırmaya çalışmıştır. Beyaz olmayan insanların köleleştirilmesi, ekonominin temel unsuru hâline geldiği zaman, “Bir başka insanı hangi hakla tüm haklarından mahrum edersin?” sorusuna kapitalizm şu cevabı vermiştir: “Bunlar tam da insan değil, bunlar maymunla insan arası bir şey.” Bugün böyle bir şeyi duymak bizim tüylerimizi diken diken ediyor. Ama 18. ve 19. yüzyılda emperyalizmin, köle ticaretinin şanlı döneminde bunu anlatıyorlar. Bu anlatıyı bilimsel temellere dayandırmaya çalışan sözde bilim adamları çıkıyor; kafatası ölçmeye başlıyorlar ve siyahların aslında tam insan olmadıklarını söylüyorlar. Böylece bugünkü siyahlara karşı ırkçılığın bütün temel ögeleri o dönemde ortaya çıkıyor. Ondan sonra bu ırkçılık, bütün dünyadaki insanları da ırklarına göre sıralama ve bir hiyerarşiye dökme şeklini alıyor. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 35 Dosya/Söyleşi Yani etnik olarak “diğerleri” dediğimiz gruplar, aslında ekonomik temelli olarak ortaya çıkıyorlar. Peki toplumda hâkim olan etnik temelli ayrışmaları nereye koyacağız? demek ırkçılıktır. Bu özelliğin değerli ya da değersiz olması fark etmez, çünkü ırklar insanlara ortak özellikler vermez. İnsanı içinde yaşadığı kültür oluşturur, genetik özelliği ya da ırkı değil. Tabii ki halk arasında ötekileştirme var. Örneğin Batı’da halk arasında siyahlar hakkında ön yargılar vardır. Kişi belki siyahlara karşı değildir, ama yine de siyahların beyazlar kadar “gelişkin” veya “akıllı” veya “üstün” olduğunu düşünmüyordur. Bu bence bugün de yaygındır Batı’da. Neden böyle düşündüğünü sorsanız birisine, cevap vermekte zorlanır. Çünkü bu, üzerinde düşünmeden, kafasının çok derinlerinde beslediği bir ön yargıdır. Batı kültüründe 200 yıldır, “Siyahlar geri” diye anlatılmasının bir sonucu olarak, bu kültürün içinde doğan, büyüyen insanın kafasında bu düşünce farkına bile varmadan yer eder. Aynı şey Avrupa’da Müslümanlara bakış için de geçerli. Irkçı değilse bir Batılı, İslamofobi’yi yanlış bulur. Ama yanlış bulanların bile kafalarının bir yerinde, Muhammed’in ortaya çıktığı günden beri Hristiyan kültüründe var olan “Müslüman’ı kötü gösterme çabası”nın izleri vardır. Peki ırk, ulus, millet kavramlarıyla alakalı bu düşüncelere sahipken birisi size, “Sen Yahudisin.” dediği zaman ne hissediyorsunuz? Kitabınızın “yabancı şairler” raflarında bulunduğundan ya da “Ne kadar güzel Türkçe konuşuyorsunuz!” gibi tepkilerle karşılaştığınızdan bahsediyorsunuz. İnsanların sizi “öteki” olarak nitelemesi nasıl bir duygu? En yaygın ırkçılık, ırkçılık olduğunun bilincinde bile olmayan ırkçılıktır. Türkiye’de bir kamuoyu yoklaması yapsak ve sorsak, “Yahudiler dünyayı kontrol ediyor mu?” Ezici bir çoğunluk çıkar, “Evet” diyen. Veya desek ki, “Yahudiler birbirini kollar mı? Yahudiler kendi çıkarları için her şeyi yapar mı?” Ezici çoğunlukla “Evet” cevabı alacağınızdan emin olabilirsiniz. Bu ırkçılıktır. Çünkü “Yahudiler” diye bir şey zaten yok. Ukrayna’da köylü bir Yahudi, New York’ta zengin banker bir Yahudi, Türkiye’de, Balat’ta bakkal bir Yahudi var. Bunların kültürleri bile aynı değilken, niye yanındaki 70 yıllık arkadaşı olan Müslüman bakkalı değil de birbirini kollasın? Ayrıca “Yahudiler” diye bir grup düşünüp, sırf Yahudi olduğu için bu grubun her bir üyesine ortak bir özellik atfetmek, “Irk nedeniyle şu özelliğe sahiptir.” 36 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 Bunun bir yelpazesi var. Ben ırkçılığın ya da Yahudiliğin sosyolojik, tarihsel kökenlerini bildiğim için benim yaklaşımım farklı oluyor. Daha akılcı yaklaşıyorum. Eğer karşımdaki ikna edilebilecek biriyse, “Bu adamla konuşmak gerek. Yanlış düşünüyor, ama farkında değil.” deyip, oturup konuşuyorum. Yelpazenin bir ucu bu. Ama öbür ucu da şu: 70 küsür milyonluk bir ülkede, gayrimüslim azınlıkların eziyet gördüğü bir tarihin sonrasında Yahudi bir ev kadını, yaşlı bir Yahudi bakkal, Ermeni bir marangoz böyle bir şeyle karşılaştığı zaman korku duyar. “Acaba bize yine bir şey olur mu?” diye düşünür. Kendisini çaresiz hisseder. Olaya daha siyasi bakıp, “Bununla nasıl mücadele edebilirim?” diye düşünmekten, gariban bakkalın yaşlı karısının duyduğu korkuya kadar bir geniş yelpaze var. Bunların hiçbiri olumlu değil. Benimki bence en olumlusu, çünkü ırkçılığın kaçınılmaz bir şey olduğunu düşünmediğim için, “Bunu değiştirmek gerekir.” diye mücadele ediyorum. Peki hiç mi duygusal yaklaşmıyorsunuz? Ben hayal kırıklığı ve küskünlük hissederdim herhalde. Küskünlük tabii ki oluyor. Bakın, bir gösteri, bir siyasi yürüyüş sırasında kaldırımdan küfür eden birisi öfke uyandırır; küskünlük değil. Ama tanıdığınız birisinin “ağzından laf kaçırması” çok büyük bir kırgınlık yaratıyor. Bir sohbette ağzından bir şey kaçıyor Yahudilerle ilgili mesela. O an anlıyorum ki var aslında bütün bunlar kafasında. Etnosentrist düşünceye sahip kişiye göre kendi grubu “dünyanın en güzel değerleri”ne sahiptir. Bu, insana kendisini huzurlu hissedebileceği bir ortam sunuyor aslında. Böyle bir durumda kişi, içinde bulunduğu grubun hatasız olduğu düşüncesinden uzaklaşıp kendisini sürekli yargılamak zorunda kalacağı bir bakış açısına neden geçiş yapsın ki? O yüzden bırakmıyor zaten çoğu zaman bu düşünceyi. Bu dediğiniz Türkiye’de kendisini şöyle gösterdi. Özellikle Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra “Hepimiz Ermeniyiz” pankartları taşınarak yürüyüşler yapıldı. Soykırım konusu çok gündeme gelir oldu. Bunların sonucunda birileri, “Türk’üm demeye korkar olduk.” gibi bir tepki gösterdi. Burada şunu belirtmek lazım: Zaten 70 milyonun, 69 milyon 950 bini sensin. Burada senin korkun söz konusu değil, sen niye korkuyorsun? Etnosentrist düşüncede “diğerleri”nin pek de “iyi” olmadıkları algısını göz önüne alarak sormak istiyorum: İstanbul Yahudilerini, İstanbul’da yaşayan diğer gruplardan ayıran neler vardı? Bazı farklar olduğu kesin. Ama o farklar bence dinî nedenlerden kaynaklanmıyor. Mesela Yahudi şehirlidir. Osmanlı’da bu biliniyordu. Osmanlı devşirme sisteminde kentli çocuğun alınıp istenilen şekilde eğitilmesi zor olduğu için Yahudilerden çocuk alınmıyordu. Kentlilik, ezici çoğunluğu çok yakın geçmişe kadar köylü olan bir toplumda farklılık yaratan bir şey. Ama İzmirli, İstanbullu veya Edirneli bir Yahudi ailesinin günlük yaşamı, aynı şehirlerde yaşayan ama köyden yeni gelmemiş olan bir Müslüman ailesinin yaşamından çok az farklıdır. Şöyle örnek vereyim kendi hayatımdan: Ben çok tipik İstanbullu orta sınıf bir ailenin çocuğuyum. Gittiğim okullar, bu sınıftan insanların gittiği okullar idi. Örneğin ben liseyi Robert Koleji’nde okudum. Bu okullarda benim arkadaşlarımın çoğunluğu Müslüman ailelerin çocuklarıydı ve benden hiçbir farkları yoktu. Aynı şeyleri yapar, aynı oyunları oynar, aynı filmlere gider, aynı kitapları okurduk. Çünkü sınıfsal durumumuz aynıydı ve aynı kentte yaşıyorduk. Tek fark onların evinde Kurban Bayramı kutlanırdı. Ama bunlar da Kemalist ailelerin çocukları olduğu için bayram da öyle abartılarak kutlanmazdı. Bizim evde de başka bir bayramda annem özel bir yemek yapardı. Ama benim ailem de dindar bir aile olmadığı için o da çok abartılı olmazdı. Yani sınıfsal farklılıklar, dinî farklılıklara oranla bence daha belirgin. Tarihsel olarak, Yahudilerle Müslümanlar arasında bir düşmanlık değil, sıkı toplumsal ilişkiler olduğunu gözlemliyoruz. İki grup içindeki bugünkü etnosentrist, hatta düşmanca bakış nasıl aşılır? Ben de eski bir düşmanlığın olmadığını düşünüyorum. Bir kere Müslümanlar için ırkçılık yapmak yasaktır. Kitap’ta kavmiyetçilik yasaktır, çok net. Ayrıca Müslümanlığın da, Yahudiliğin de ortaya çıkışından çok daha önce aynı coğrafyada beraber yaşayan insanlar bunlar; niye düşmanlık olsun aralarında? İslam dünyasında o ya da bu şekilde kendisini gösteren antisemitizmin temelinde 1948, yani İsrail devletinin kuruluşu yatar ve bugün İslam coğrafyasında kullanılan antisemitist motiflerin hepsi Hristiyan antisemitizminden gelir; İslam’da böyle bir köken yok ki. “Siyon Liderlerinin Protokolleri” kitabı, düzinelerce yayımlanmıştır Türkiye’de. Hâlbuki bu Rusya’daki antisemitist bir adamın uydurması. “İğneli fıçı” ya da Yahudilerin Pesah Bayramı’nda Hristiyan çocuk kesip kanını içtiği gibi iddialar Türkiye’de bilinir; ama bunlar Avrupa’da Hristiyanların ürettiği ırkçılığın ürünüdür. İşin ironik yanı da budur zaten, İslam’da yok ırkçılık, Hristiyanlık’ta ise çok eskiden beri var. Roni Margulies söyleşisinin tamamı için Facebook sayfamızı ziyaret edebilirsiniz. perspektifeu M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 37 Dosya/Söyleşi Toplumlar Kendilerine Yenik Düştüklerinde... ELIF ZEHRA KANDEMIR » [email protected] Meselelere tabii bir mesafeyle yaklaşımı ve yaptığı analizlerle dikkat çeken Etyen Mahçupyan ile etnosentrik bakışın nedenleri, çıkış yolları, Türkiye’de yaşayan Ermeniler ve Hrant Dink üzerine konuştuk. Sizce etnosentrizm özellikle hangi gruplar arasında kendisini belirgin bir şekilde gösteriyor? Etnosentrizm kelimesi “etnisite” çağrışımı yapıyor, ama bugün postmodern oluşumların da cemaatleştiğini ve giderek etnik değil mezhepsel bir ayrımın kendisini daha yoğun bir şekilde gösterdiğini görüyoruz. Hangi gruplar arasında bu tür aşağılama, reddetme ya da dışlama var diye baktığımız zaman, işin özünde bu, bütün gruplar arasında var. Yani bunun dışında kalan hiç kimse yok. Fakat bu bakış, cemaatler arasında kamusal bir alan, yani karşılaşma, birbirini tanıma, birbirini muhatap alma alanının olmadığı yerlerde kendisini daha çok gösteriyor. Avrupa’da ya da dünyanın başka yerlerinde mecburen oluşmuş olan kamusal alanlar vardı; bu kamusal alanlar bir biçimde modern dünyayı da üretti. Fakat bu karşılaşmaların olmadığı, herkesin kendi içine kapandığı ve tamamen kendi dünyası içinde bir yaşam biçimi kurduğu durumlarda “öteki”ne ihtiyaç duymayan bir cemaatleşme oluşuyor. Öteki hakkında bilgi az ve ön yargılar çok olduğunda dışlama otomatik bir refleks hâlini alıyor. Kişi ötekini dışlarken kendisini “dışlayan bir kişi” olarak da algılamıyor üstelik; kendisini koruyan, kendi sınırlarını çizen birisi olarak algılıyor. Hatta kendisini çok liberal ve özgürlükçü olarak da algılayabiliyor. Çünkü diyor ki, “Ben kendime sınırımı çizdim. Ötesi de ona ait, o da istediği gibi yaşasın.” Ama kaçınılmaz olan Bu yapının arkasında, aslında ötekinin zaten tanınmayı hak etmediğini söyleyen bir tavır var. Bu Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Müslim-gayrimüslim arasında çift taraflı olarak yaşanıyor. 38 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 sürtüşmelerin geldiği noktada birdenbire birbirini hiç tanımayan, bunun ötesinde tanımak da istemeyen bir yapı görmeye başlıyoruz. Bu yapının arkasında, aslında ötekinin zaten tanınmayı hak etmediğini söyleyen bir tavır var. Bu TürkKürt, Sünni-Alevi, Müslim-gayrimüslim arasında çift taraflı olarak yaşanıyor. Tabii daha güçlü olanın aşağılaması daha güçlü oluyor; ama öteki de aslında kendi içinde bu dili oluşturmuş durumda. Diyelim ki İslami camia Ermeni cemaati hakkında bir tür dışlayıcı, ırkçı, reddedici kelimelerle konuşuyor ve kendisinin öyle konuştuğunun farkında değil. Ama gayrimüslim dünyaya dönüyorsunuz; Yahudiler, Ermeniler de kendileri için “diğerleri” olanlar hakkında böyle konuşuyorlar. Cemaatler küçüldükçe bu bir korumaya dönüşüyor; o yüzden de kimse kendisini kötü hissetmiyor. Büyük cemaatte ise herkes öyle davrandığı için yine kimse kendisini kötü hissetmiyor, herkes bu “doğallaşmış” bakışı benimseyebiliyor. “Ermeni dölü” ibaresinin hakaret olarak kullanılabildiği ve bu“hakareti”duyan kişinin de,“Hayır, ben Ermeni değilim. İşte bu da kanıtı.”gibi cevaplar verebildiği günümüzde, “ırkçılık, etnosentrizm, belli gruplara yönelik düşmanlık” gibi kavramların yeterli düzeyde bilinmemesinin ve bu tarz ithamların ırkçılık olarak algılanmamasının nedeni nedir? Kavramlar toplumların önüne konulup, onların, “Bu ne kadar güzel bir kavrammış, biz de bundan sonra böyle olalım.” dedikleri şeyler değildir. Mesela toplumlara demokratlığı anlattığınızda, “Bu güzelmiş.” deyip demokrat olmazlar. Bu, ihtiyaçla ortaya çıkan bir durumdur. İhtiyaçlar da toplumların burunlarını sürttüğü dönemlerde ortaya çıkar. Örneğin toplumlar kendi kendilerine, kendi idealleri karşısında yenik düşerler. Mesela kendilerini ahlaksız bulmaya başlarlar ya da uyum zorluğu yaşarlar. Bu zorluklarla mücadele ederlerken de kendilerine yeni kriterler ve kavramlarla yeniden bakarlar. Bu Avrupa’da büyük çatışmalarla olmuştur. Son birkaç yüzyıldır modernleşmeye çalışan, ama belirli açılardan hiç de modernleşmek istemeyen bir gelenekten gelen Türkiye’de ise bu süreç şu macerayı izledi: Kendimizden memnun M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 39 Dosya/Söyleşi olmadık. “Peki doğrusu nedir?” diye baktığımız zaman doğrusu ya Asr-ı saâdet gibi hayali bir doğru olarak çıktı ya da gerçekçi doğrular modernlik gibi bize ait olmayan doğrulardı. Bize ait olmayan doğrular hoşumuza gitti, ama onun arkasında farklı bir kültür var, o kültüre de bulaşmak istemiyoruz; çünkü kendimizi korumak istiyoruz. Bu sıkıntı bir tür reddiye, bir tür direniş de yaratıyor ve bizdeki problemin esas nedenlerinden birisi bence bu. Bunun bir de şöyle bir tezahürü var: Gerektiği kadar modern olmaktan ya da bugünün evrensel ahlakına kendimizi bırakmaktan kaçındığımız ölçüde eskiye, var olanlara yapışıyoruz; bu cemaatçi bir yapı. Orada kendimizi daha rahat hissediyoruz. O zaman da “Ermeni dölü” dediğimiz zaman bu bizi çok rahatsız etmiyor. Çünkü Ermeni bir iltifat değil, belirli bir camianın içinden bakıldığı zaman “Ermeni” kelimesi doğallaşmış bir hakaret kelimesi. Böylece kişi kendini daha alt seviyedeki ahlaki kültürel bir dünyada rahat hissediyor. Tersinden bakalım. Mesela Ermeni cemaati içerisinde Türkler için kullanılan “dacik” diye bir kelime vardır. Bu “dacik” kelimesinin aslında nötr bir kelime olması lazım. Fakat iki Ermeni konuşurken, “Ya bırak onu, o dacik.” dendiği zaman, “Onla iş yapılmaz. Çok da güvenilir bir adam değildir.” imasını karşı taraf alır. Aslında adama sadece Türk demektedir, ama zaman içinde bu tür kavramların içine o kadar başka şeyler yedirilmiş ki, bunlar kendiliğinden olumsuz nitelemelere dönüşmüştür. 40 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 Etnosentrik düşüncenin doğurduğu küçümseme, sanki sadece “bize” yöneltilince kötü oluyor. İnsanlara, “diğerini değersiz olarak niteleme”nin sadece bize yapıldığında değil, bizim tarafımızdan yapıldığında da kötü olduğu nasıl anlatılabilir? Örnekler gördükçe insanlarda kendiliğinden geçişler oluyor, birdenbire farklı bakmaya doğru yönelebiliyorlar. Sonuçta her insanda bir vicdan ve ahlaki zemin var; herkes kendini ahlaklı davranıyor olarak görmek ister kendine baktığı zaman. Kişi diğer etnik grupları küçümserken, bir gün kendisinin de küçümsenebileceği örneğini gördüğü zaman belki şaşırıyor, belki kendisiyle hesaplaşmakta zorlanıyor; ama kendisiyle uğraşmaya devam eden karakterler yavaş yavaş bu bakıştan ayrılıyorlar. Şöyle bir mükafatı da var bunun: Bunu becerebilen, etnosentrik düşünceden kurtulabilen kişi kendisinden çok daha memnun oluyor. Hatta, “Eskiden şöyle bakan bir insandım, artık öyle değilim.” diye bunu anlatma ihtiyacı da hissediyor. Fakat şunu belirtmeliyim: Bir insanın diğer etnik gruplara karşı düşmanca bakışını durup dururken aşma şansı çok az. Bir dürtüyle oluyor bu. Belki ancak kendisi maruz kaldığında mesajı fark edebiliyor. 1915 olaylarından sonra Türkiye’de kalan Ermeniler arasında dinî ve millî kimliklerini tamamen yitiren insanların olduğunu biliyoruz. Bu insanları kimliklerinden vazgeçmeye zorlayan şey neydi? İhtida çok köklü bir gelenek. Özellikle Selçuklu ve sonradan Osmanlı genişlemesiyle beraber bir sürü Rum ve Ermeni kendiliğinden Müslümanlaşmış. Zaten Anadolu’ya dışarıdan gelenlerin sayısı o kadar az ki, bu kadar geniş bir Müslüman çoğunluk üretmeniz mümkün değil demografik olarak. Şu anda Türkiye’de yaşayan Müslüman Türklerin büyük kısmı kök olarak ya Rum ya Ermeni, bir kere böyle bir durum var. Ama bu normal, çünkü o dönemde din değiştirme çok doğal karşılanıyor. 1915’e yaklaştığımız zaman en önemli dürtü kendini koruma. Çünkü Ermenilerin başına bir sürü şey geliyor veya geleceği anlaşılıyor. Dolayısıyla köyler, kasabalar bir bütün hâlinde kendilerini korumak için ihtida ediyorlar. Hatta o kadar çok köy ve kasaba ihtida ediyor ki Talat Paşa, “Bundan sonra ihtida etseler dahi onlara Ermeni muamelesi yapılacak.” diye bir emir çıkarmak zorunda kalıyor. Bir de tabii büyük kısmı kız çocukları olmak üzere insanların tek tek ailelere alınarak Müslümanlaştırılması var. Tehcir edilenlerin başlarına ne geleceği anlaşılınca herkes çocuğunu komşusuna bırakıyor veya etraftaki komşular korumak için alıyorlar. Bu şekilde 100 ile 200 bin arası kız çocuğunun olduğu tahmin ediliyor. Bunun dışında bazen bir bütün olarak aileler saklanıyorlar. O aileler sonradan Ermeni olarak çıkamıyorlar dışarıya; “Akrabalar geldi.” gibi ifadelerle Müslümanlaşarak yaşıyorlar. Bunların bir bölümü hakikaten Müslüman oluyor. Şu anda da hâlâ hakikaten Müslümanlar ve Müslüman Türk gibi yaşıyorlar. Bir bölümü Müslümanlar, ama artık Ermeni olmak istiyorlar; Müslüman-Ermeni olmak gibi bir talepleri var. Bazıları sahte Müslüman, yani kendilerini korumak için Müslümanlar; onlar şimdi Hristiyan olmaya doğru yaklaşıyorlar. Böyle değişik gruplar var. Hrant Dink, etnosentrizmin en güzel özetini şu şekilde belirtmiş: “Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlandırmak hastalıktır. Kimliğini yaşatman için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıklıdır.” Kendimiz olabilmek için bir düşman aramaktan ne zaman vazgeçeriz? Adam olduğumuz zaman. Bunu şunun için soruyorum: “Öteki” diye kurguladığımız daire bazen o kadar geniş ki geriye “biz” diye kala kala bir ülkedeki bir şehrin bir köyünde yaşayan insanlar kalıyor. Öyle örnekler var evet. Ama artık bu tür örnekler mizahi olmaya başladı. Bu genel olarak dünyaya adaptasyonla çok bağlantılı. 90’lardan sonra yaşanmış olan değişim sınırları kaldırdı. Bu da farklılıkları görmek, hatta bu çeşitlilikten memnun olmak durumunu ortaya çıkardı. Mesela bunun şu anda ilginç tezahürlerinden bir tanesi kendi ailesinde Ermeni olan Müslüman Türkler. Bu eskiden hiç konuşulmayan bir şeydi. Şimdi insanlar bundan neredeyse gurur duyarak bahsediyorlar. İnsanların çoğulcu, melez hâlleri artık olumlu olarak algıladıklarını, dolayısıyla burada hızlı bir değişim olduğunu görmek lazım. Bu değişimin birdenbire genel bir kültürel yapı hâline dönmesi mümkün değil. Bu birkaç nesil demek. Belki iki üç nesil sonra gerçek anlamda böyle bir değişim olacak, yani farklı cemaatlerden ve kimliklerden gelmelerine rağmen, “Sen kimsin?” sorusunu sormayı akletmeyen insanların karşılaşması yaşanacak. Vefatının 7. yılında, Hrant Dink’i nasıl tanımlarsınız? Onun vefatıyla neler kaybedildi? Hrant kendine özgü bir sesti ve Türkiye’nin unuttuğu bir şeyi hatırlattı. Anadolu’nun toprağından gelen, içten ve sahici bir adamdı. Bence bunu özlemişti toplum. Çünkü çok fazla riya, menfaat veya kendini koruma üzerine yaşanmış on yıllar var. Hrant rehabilite edici, sağaltıcı bir ses olarak ortaya çıktı. Ne hissediyorsa, ne düşünüyorsa bütün samimiyetiyle anlatan birisiydi. İnsanlar anlattığı şeyden çok o samimiyeti gördüler. Bu biraz sirayet eden bir şey. Böyle birini gördüğünüz zaman onun karşısında siz de öyle olmak istersiniz. O yüzden de Hrant, kendisini hiç tanımayan insanlar üzerinde bile etkili olabildi. Onu izleyen insanların kendi küçük dünyalarındaki bakışları, birbirlerine davranışları, Ermeni meselesi hakkındaki düşünceleri değişme ihtiyacı duydu. Bu hatırlamayı sağlama açısından Hrant’ın çok kritik bir işlev gördüğünü düşünüyorum. Hrant’tan önce insanlar hatırlama ihtiyacı duymuyorlar, hatta neyle karşılaşacaklarını bilmedikleri için hatırlamaktan korkuyorlardı. Hrant’la ve o tartışmalarla beraber aslında hatırlamayarak kendilerine kötülük ettiklerini hissetmeye başladılar. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 41 Dünya Doğu Türkistan’da Kültürel Soykırım Durdurulmalı PETER NAVARRO* » [email protected] © Flickr.com/Dmitry Perstin 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti Doğu Türkistan’ı işgal ettiğinde Doğu Türkistanlı liderler öldürüldü ve eyaletin kontrolü ele geçirildi. O günden beri bölgenin yerlilerine, özellikle de Uygur ve Kazaklara karşı amansız bir kültürel soykırım uygulanmaktadır. Doğu Türkistan bugün Çin’in Sincan Eyaleti olarak tanınmaktadır. Çin’in Tibet’te uyguladığına benzer şekilde gerçekleştirdiği kültürel soykırımda temel süreç “Hanlılaştırma” olarak bilinmektedir; bu sözcük, Çin’de yaygın etnik grup olan “Han” sözcüğünden türetilmiştir. Hanlılaştırma uygulamasıyla çok miktarda Han Çinlisi grup Sincan’a gönderilmekte, evli çiftler de Çin nüfusunun parçası hâline gelerek bölgede Çinlilerin çoğunluk hâline gelmesine yardım etmektedir. Ayrıca, erkek Han Çinlilerinin, saf Uygur soyunun kaybolması amacıyla Uygur kadınlarla evlenmesi beklenmektedir. Güvenlik politikası gereği, çocuk doğuracak yaştaki Uygur kadınları, genellikle Han Çinlileriyle evlenmeleri için veya en basitinden çocuk sahibi olmasınlar diye başka eyaletlere işçi olarak gönderilmektedir. Bütün bunlara ilaveten, Doğu Türkistan’da yaşayan Uygurlar din özgürlüğünden yoksundurlar. Yine kendilerine eğitim sisteminde zorla Çin kültürü müfredatı okutulmakta ve ana dilde eğitime dair herhangi bir girişim bulunmamaktadır. Bütün bunlar, Çin’in Tibet’te kullandığı yöntemlerin tıpatıp aynılarıdır. Ancak en kötüsü de Çin’in ticari çıkarlarının ülke topraklarındaki bütün ekonomik alanı hâkimiyet altına 42 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 © alması ve bunun sonucu olarak Uygurların işsizlik ve yoksulluğa itilmesidir. Bütün bu anlatılanlar, bu gezegen üzerinde yaşayan bir halka uygulanan en barbar ve küçük düşürücü muameleleri ortaya koymaktadır. Tek arzu ettikleri, kültürlerine ve dinlerine saygı gösterilmesi ve gerçek bir özerklik olmasına rağmen Uygurlar sürekli olarak “terörist” ve “bölücü” olmakla suçlanmaktadır. Bununla birlikte, hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, hem Sincan hem de Tibet’te yerli halk, kelimenin gerçek anlamıyla yaşamları için mücadele ederken büyük kargaşalar özellikle bu bölgelerde kendisini göstermektedir. Ne yazık ki dünya bütün bu olanlara sırtını dönmüştür. Uygurlara karşı uygulanan bu küçük düşürücü muamelenin gerçekleşmesine sadece izin vermekle kalmamış; Uygurlara ve Tibetlilere kötü muamelesinden dolayı Çin’e yok denecek kadar az sayıda eleştiri ve yaptırımda bulunmuştur. Dolayısıyla ticaret ve hırsın, uluslararası arenada da insan haklarını gölgede bıraktığı ortaya çıkmıştır. Çok açıktır ki Çin’de mağaza açan ve üstü kapalı bir biçimde Çin’in otoriter rejimini destekleyen her yabancı şirketin elleri kana bulanmıştır. Çin’in Uygurlara neden bu şekilde davrandığını da irdelemek gerekir: Sincan, Çinlilerin iki nedenden dolayı hâkim olmak istediği çok Flickr.com/Dmitry Perstin önemli bir toprak parçasıdır. Birincisi, Sincan, tarih boyunca Çin’in rakibi ve zaman zaman da düşmanı olan Rusya ve Hindistan’a karşı önemli, stratejik bir tampon bölgedir. İkincisi ise Sincan enerji ve maden açısından inanılmaz ölçüde zengindir. Bölgedeki petrol ve doğal gaz rezervleri Çin rezervlerinin dörtte birinden daha fazla, kömür rezervleriyse üçte birinden fazladır. Ayrıca, Çin’in tüm eyaletleri arasında en geniş demir cevheri yatakları, en yoğun berilyum ve tuz rezervleri de bölgede bulunmaktadır. Bu dinamiklerden dolayı Sincan halkı, kültürel ve dinî yok oluş tehlikesi altındadır ve pek çok durumda da iktidardaki Çin Komünist Partisi’nin ellerinde ölmekte ya da hapse atılmaktadır. Bu insanlık trajedisi tüm dünyanın dikkatini çekmeli ve Çin’in Sincan’da yaptığı, gündeme getirilmeyen kültürel soykırım durdurulmalıdır. Death By China (Çin Eliyle Ölüm) http://www.youtube.com/watch?v=73jzUu6REUw *California-Irvine Üniversitesi’nde profesör olan Navarro, kendi kitabından aynı isimle sinemaya uyarlanan “Death By China” (Çin Eliyle Ölüm) belgesel filmin de yönetmenidir. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 43 Dünya Despotizm ve Kültürel Soykırım Sincan Özerk Bölgesinde yaşayan 22 milyon kişinin yarıdan fazlası Müslüman azınlık olan Uygur Türkleri. Ülkedeki baskılara, dil, din ve kimliklerini özgürce yaşayamamalarına baş kaldıran Uygur Türkleri kanlı müdahalelerle bastırılmış, çıkan isyanlardan Amerika’daki Rabiya Kader sorumlu tutulmuştu. Uygurların doğal kaynaklar açısından zengin olan vatanlarına Han Çinlileri yerleştirilerek bölgenin Çinlileştirilmesi sağlanıyor. 44 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 11 Eylül’ün ardından Uygur Türklerine karşı “terörle mücadele” stratejisi uygulanıyor. Böylece Uygur Türklerinin teröristlerle işbirliği yaptığı iddia edilerek devletin asimilasyon politikasına meşruiyet kazandırılmaya çalışılıyor. Azınlıkların hakları anayasa ile güvence altında olmasına rağmen Uygurlar senelerdir baskı altında yaşıyor. 2009 Uygurlu iki işçinin ölümünün açıklığa kavuşturulması için protesto gösterisi düzenleyen gruba şiddetli bir müdahale gerçekleştirildi. Günler süren olaylarda 197 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Çatışmalarda silahlı Han Çinlileri camilere saldırı esnasında “Uygurları öldürün!” sloganları attı. 1953-2000 Bölgede yaşayan Uygur nüfusunun oranı %75’ten %45’e düştü. 1947 yılında bölgede sadece %4’lük nüfusa sahip olan Han Çinlilerinin oranı ise bugün bölgedeki toplam nüfusun yaklaşık yarısına tekabül ediyor. Arasında: Doğu Türkistan Temel özgürlükleri kısıtlanan Uygur Türkleri, Çin Devleti tarafından hâlâ “ayrılıkçı”, “terörist” ya da “köktendinci” olarak nitelendiriliyor. Hükümetlerin insan hakları ya da azınlık haklarını ihlal eden uygulamaları uluslararası toplum tarafından ekonomik yaptırımlarla karşılaşır. Fakat Çin için bu tarz yaptırımlar söz konusu olamıyor. Çinliler arasında yaygın olan etnosentrik düşünce, Uygurlara uygulanan baskıyı artıran faktörler arasında. Birçok Çinli, “Uygurlara çok bile müsamaha gösteriliyor.” şeklinde düşünüyor. Bugün dünyada en büyük ikinci ekonomik güç olan ve etkin bir rol oynayan Çin’le hiçbir devlet Uygur Türkleri ya da diğer azınlıklar sebebiyle siyasi ihtilafa düşmek istemiyor. Dünyada birçok ülkenin kendi azınlıkları ile münasebetlerinde sorunlu ilişkiler geliştirmeleri, bu ülkelerin, Çin’in Uygurlara yönelik politikalarını eleştirmelerini engelliyor. Örneğin soydaşlık bağını ileri sürerek tepki gösterebilecek konumda olan Türkiye, Kürt sorununa yaklaşımının yine güvenlik paradigmaları çerçevesinde olması sebebiyle konuya temkinli yaklaşıyor. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 45 Dünya/Söyleşi “Uygurlara Yapılan Baskı Dayanılamayacak Hâlde!” 2005’ten beri Amerika’da sürgün hayatı yaşayan ve Dünya Uygur Kongresinin başkanlığını yapan Kader, Doğu Türkistan’da yaşanan insan hakları ihlallerini ve Uygurların meselesini dünyaya duyurmak için uluslararası arenada pek çok çalışma yürütüyor. Kader’le Uygurların sorunları, Çin’in bütün dünyanın gözünü yumduğu haksız uygulamaları ve kendi hikâyesi üzerine konuştuk. MELTEM KURAL » [email protected] Bir zamanlar başarılı bir iş kadını olmanız sebebiyle Çin devleti tarafından “azınlıkların içinden çıkan örnek kadın” olarak lanse ediliyordunuz. Şimdi ise Çin yetkilileri, Uygur Türklerini “kışkırttığınızı” düşünüyor. Sizi bu noktaya getiren süreçten bahseder misiniz? Ben sadece bir iş kadını değildim Çin’de, aynı zamanda bir siyasi figür, bir politikacıydım. Hem Eyalet Parlemantosunun, hem de Çin Millî Parlamentosunun üyesiydim. İki dönem üst üste seçilerek toplam on sene görev yaptım. Ondan sonra yine on sene Doğu Türkistan Sincan Özerk Bölgesi Ticaret Odası başkanlığı yaptım. Bunun dışında Doğu Türkistan Sincan Özerk Bölgesi İş Kadınları Derneği’nin de başkanlığını yaptım. 1995 senesinde Pekin’de yapılan Dünya Kadınlar Kongresine Çin heyetinin üyesi olarak katıldım. Çin hükümeti beni Çin’in örnek kadını seçti. Fakat bu vazifeleri ifa ederken hiçbir zaman Uygur meselesini unutmadım ve hükümetin tepkisini çekmeden problemlerine çözüm üretmeye çalıştım. Bir hadise meydana geldiğinde olayı araştırıp belgeleriyle Çin hükümetine sundum. Elbette Çin hükümetine bu konularda nüfuz edebilecek bir gücüm yoktu, dolayısıyla onlara var olan sıkıntıları aktarma ve bu şekilde bir çözüm arama yoluna gidiyordum. Çünkü o zamanlar Çinli yetkililerin gerçek vaziyeti bilmediklerine inanıyor, 46 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 dolayısıyla kendilerine olan biteni aktardığım zaman hem Çin’in, hem de kendi halkımın yararına bir şeylerin değiştirilebileceğine inanıyordum. Elbette beni, “Bunları dile getirme! Senden önce de söyleyen Uygurlar oldu, fakat sonunda ya hapse atıldılar ya da öldürüldüler.” diye uyaranlar çok oldu. Ancak bunu yapamazdım, çünkü iş kadını olmam hasebiyle Doğu Türkistan’ın bütün şehirlerine ve köylerine gidiyor; oradaki duruma şahit oluyordum. Oralardaki durumu ve Çin’in uyguladığı baskıyı gündeme getirmeye devam ettim. Uygurlar da bunu bildiği için gittiğim her yerde etrafımı çevirip bana sıkıntılarını aktarıyorlardı. Onların bana aktardıklarını Çin yetkili makamlarına iletmek benim için bir sorumluluktu. Vaziyet buyken, 5 Şubat 1997’de Doğu Türkistan’ın Gulca şehrinde Uygurlara büyük bir katliam yapıldı. O zaman parlamento üyesi olarak çeşitli yetkilere sahiptim; bütün hükümet dairelerine girebilir, devlet başkanı ile bile görüşebilirdim. Bu kanlı olaylardan sonra Doğu Türkistan’daki başka liderler bu meselenin örtbas edilmesi gerektiğini ifade ettiler. Fakat bu üstü örtülemeyecek kadar kanlı bir olaydı: Bir annenin 5 evladı gözlerinin önünde Çin güvenlik güçleri tarafından öldürülmüştü. Güvenlik güçleri tarafından o kadar büyük bir zulüm uygulandı ki, tutuklanan Uygur çocukları mahkemeye çıkarılıp da haklarında ölüm cezası verildiğinde anne babaları, kardeşleri ve aile üyeleri bu kararı alkışlamaya zorlandı. Hatta bazı yerlerde sanıklara verilen ölüm cezasını onaylamayan, karşı çıkan, hatta alkışlamayan bazı insanlar da öldürüldü. Bu olaylar olurken ben 3 kişiyle birlikte vaziyeti bizzat gözlemlemek için Gulca’ya gittim. Oradaki olayları araştırdıkça hadisenin ne kadar korkunç boyutlara vardığına şahit oldum. Merkezî hükümete ulaştırmak için olayın iç yüzüne dair ulaşabildiğim belge ve bilgilerin hepsini topladım. Fakat güvenlik güçleri katliama dair topladığım bütün filmleri ve diğer materyalleri elimden aldı. Bu hadiseden sonra artık ben de takibe alındım ve gözetlenmeye başladım. Doğu Türkistan halkı hangi sorunları yaşıyor peki? İlk olarak Doğu Türkistan kültürel ve dinî olarak bir baskı altında. Uygurların günlük örf ve âdetlerini yerine getirmeleri bile yasak. Uygur Türklerinin yüzde 86’sı çiftçidir ve dolayısıyla halkın büyük bir kısmını bunlar oluşturur. Doğu Türkistan’ın kültür ve medeniyetini muhafaza eden tabaka da bu çiftçi tabakasıdır. Bu sebeple Çin hükümeti bunları dağıtmak için Uygur çiftçilerinin arazilerini ellerinden alıp, onları Çinli göçmenlere vererek Uygur çiftçilerini göç etmeye Flickr.com/ United States Mission Geneva © Tutuklanan Uygur çocukları mahkemeye çıkarılıp da haklarında ölüm cezası verildiğinde anne babaları, kardeşleri ve aile üyeleri bu kararı alkışlamaya zorlandı. mecbur bırakıyor. Yine bu asimilasyon politikasının bir parçası olarak Çin hükümeti, Doğu Türkistan’dan 14-26 yaş arası Uygur kızlarını Çin’in iç bölgelerine göçe zorluyor. Ekonomik açıdan da Doğu Türkistan halkı iktisadi gelişmelerden mahrum bırakılıyor; günden güne yoksullaşıyor. Aynı zamanda eğitim olanaklarından da mahrumlar. Çin hükümetinin yıllardan beri sistemli olarak yaptığı bir uygulama da Çin’in iç bölgelerinden Doğu Türkistan’a Çinli yerleşimci taşınması ve oradaki Uygur nüfusunun bu yöntemle azınlık durumuna düşürülmeye çalışılması. İşte bu haksızlıklara karşı çıkan herkes bugün hapiste. Çinliler için Uygurları tutuklamak ve hapse atmak çok kolay. O yüzden Doğu Türkistan’daki siyasi suçluların sayısı onbinleri geçiyor. Çin’de 1989’dan bu yana siyasi sebepten idam edilen kimse olmamasına rağmen, bu uygulama Uygur siyasi suçluları için hâlâ devam ediyor. Birkaç sene içinde binlerce Uygur ölüm cezasına çarptırıldı veya Çin güvenlik güçleri tarafından keyfî bir şekilde öldürüldü. 2009’daki 5 Temmuz olaylarından önce de Doğu Türkistan şehirlerinin sokaklarında polis vardı; ancak 5 Temmuz’dan sonra “güvenlik tedbirleri” daha da arttırıldı ve artık polisle birlikte Çin askerleri de Doğu Türkistan’ın sokaklarında dolaşmaya başladılar. Şimdi Doğu Türkistan’da durum o kadar kötü ki; bir savaş M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 47 Dünya/Söyleşi bölgesi gibi sokaklarında tanklar, panzerler ve silahlı askerler bütün köşe başlarını tutmuş durumda. 2013’ten sonra çok başka bir baskı daha yaşanmaya başlandı. Artık Uygurlar bir araya gelemiyorlar. 20-30 Uygur toplandığı zaman Çin askerleri gelip sorgusuz sualsiz öldürüyor onları. Ayrıca binlerce Uygur genci, özellikle genç erkekler kayboluyorlar. Çin güvenlik güçleri akşamları gelip gençleri tutukluyor ve “Sorguya çekip geri getireceğiz.” diyerek ailelerinin ellerinden alıyor. Böylece binlerce kişi kayboluyor. Aileler karakola gidip çocuklarını soruşturduklarında, “Haberimiz yok.” deniliyor onlara. Çocuklarını bulma konusunda ısrarcı olanların kendileri de tutuklanıyor. Uygurlara olan bu baskı dayanılmayacak bir duruma gelmiş hâlde. Çin hükümeti Uygurlara karşı bu baskıcı tutumunu mazur göstermek için çok kolay bir bahaneye sığınıyor: Müslüman Uygurlara, “Bunlar teröristtir!” diyor ve işin içinden çıkıyor. Uygurlar -ki Çin hükümeti bile bunu diyordu- barışçıl bir halktır. Ancak Çin hükümetinin yürüttüğü bu politikalar onları aşırılığa zorluyor. Çünkü bu zulme ailesinden kurban vermeyen kimse yok. Her ailenin en az bir ferdi ya öldürülmüş, ya tutuklanmış ya da kaybolmuş. Doğu Türkistan halkının da sabrı taşmış durumda. Peki bu zulmün gerekçesi ne? Örneğin siz 1999 yılında tutuklandığınızda ne ile suçlanıyordunuz? Ocak ayında Ekonomi Profesörü İlham Tohti, Çin hükümeti tarafından tutuklandı. Çin hükümeti Tohti’yi hangi nedenlerle tutukladıysa beni de aynı gerekçeyle tutukladı: Şahit olduğum haksızlıklar karşısında susmadığım için. Hatta tutuklanmadan önce Çin hükümeti beni birkaç defa uyardı: “Hükümette yüksek bir makamın var, siyasi anlamda yetkin var. Sen bu nimetlerden yararlan. Karşılaştığın durumları anlatmaya çalışma.” Baktım ki Çin hükümeti beni ve Uygurların sorunlarını dinleme niyetinde değil; ben de, “Uygurların durumunu dış dünyaya anlatmalıyım.” dedim. Halkıma yapılan cinayetler, tutuklamalar, haksız ve keyfî uygulamalar karşısında elbette susamazdım, bir şey yapmak zorundaydım. Aslında benim yaptığım hiçbir yanlış yoktu, kanunsuz bir harekette bulunmadım. Dolayısıy- 48 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 la bana yapılan muamelenin de kanuni bir yanı yoktu. Beni tutukladıkları zaman Çin’in beni suçladığı şey devlet sırlarını dışarıya vermekti. “Devlet sırrı” olarak niteledikleri şey ise olaylarla alakalı Çin gazetelerinde çıkan haberlerdi. Ben de o haberleri Amerika’daki kocama göndermek istiyordum. Bu haberlerde tutuklanan, ölüm cezasına çarptırılan ve idam edilen Uygur çocuklarının isimleri geçiyordu. Bundan dolayı Çin hükümeti beni tutukladı, çıkarıldığım mahkeme de beni sekiz 8 buçuk sene hapse mahkum etti. Oğlum Abdulhekim’i de her şeyden habersiz olmasına rağmen sırf benimle birlikte olduğu için tutuklayıp 3 sene hapis cezasına çarptırdılar. Ben Amerika’ya gittikten sonra onu tekrar tutukladı Çin hükümeti ve hiçbir sebep göstermeden 9 sene hapse mahkum etti. Şu an oğlum hâlâ hapiste. Esasında benim yapmak istediğim şey aynı zamanda Çin hükümetinin ve dolayısıyla Çin devleti sınırları içerisinde yaşayan tüm insanların menfaatine olan bir şeydi. Doğu Türkistan’a barışın hâkim olması demek, orada yaşayan tüm milletlerin birlikte yaşamaları demektir. Doğu Türkistan’ın barış içinde olması ve Uygurların meşru ve tabi hak ve taleplerinin yerine getirilmesi lazım. Bizim orada verdiğimiz mücadele Çin Anayasası sınırları içerisinde bir mücadeleydi. İllegal veya kanunlarda yer almayan herhangi bir talebimiz olmadı. Doğu Türkistan Uygurların ana yurdu, Uygur Türkleri de Doğu Türkistan’ın yerli halkıdır; dolayısıyla onlara mahsus hakların verilmesi lazımdır. Ailenizin geri kalanı Doğu Türkistan’da. Onların hayatlarından endişe ediyor musunuz? Elbette. Çin hükümeti bütün mal varlığımı dondurdu. Akrabalarım, çocuklarım ve torunlarım olan 23 kişi baskı ve gözetim altında yaşıyor. Doğu Türkistan’da 5 çocuğum var. Şu an Çin’in insafına kalmış durumdalar. Güvenlik kuvvetleri istedikleri zaman onları karakola götürüp sorguya çekiyor ve dövüp, işkence yapıp bırakıyorlar. Ben yurt dışına çıktıktan sonra iki çocuğumu hapse atmıştı Çin yönetimi. Birini 7 sene hapse mahkum etmişlerdi, Alim ismi... Alim hapis cezasını tamamladı ve hapisten çıktı, ama gözetim altında yaşıyor. Ben 6 sene hapiste yattım. Kocam 9 sene hapiste yattı. Oğlum Abdulhekim Doğu Türkistan halkının üzerinde senelerdir dolaşan bu kara bulutun kalkması için sizin çözüm öneriniz nedir? İlk olarak Çin hükümetinin Doğu Türkistan’a yerleştirdiği ve Uygurlara yönelik saldırılar düzenleyen askerî birliklerini geri çekmesi lazım. Ondan sonra da Doğu Türkistan’daki bütün siyasi suçluları serbest bırakması lazım. Nihai anlamda tek çözüm yolu ise Doğu Türkistan’ın kaderini belirleme hakkının Doğu Türkistanlılara verilmesi ve siyasi geleceklerini kendilerinin tayin etmeleri için imkân sağlanması. Ancak ondan sonra biz Çinlilerle başka şeyleri konuşabiliriz. Yine ancak bu şekilde Çin’e, Doğu Türkistan’a ve bölgeye kalıcı bir barış ve istikrar ortamı hâkim olabilir. Çin hükümetinin yıllardan beri sürdürdüğü bir propaganda var. Bu propaganda neticesinde bazı Çinlilerin beyni yıkanmış; Uygurların yok edilmesi gerektiği düşüncesindeler. Uygurlara karşı bir nefret havası hâkim, hatta sırf Uygur oldukları gerekçesiyle küçük çocukları bile öldüren Rabiya Kader söyleşisinin Çinliler var. Fakat bu zulümden haberdar olan tamamı için Facebook sayve Çin hükümetinin propagandalarına kanmafamızı ziyaret edebilirsiniz. yan Çinliler de var. Çin hükümetinin Uygurların haklarına saygı gösterip baskıların kaldırılması ve Çin Anayasası’nda vadedilen temel hakların onlara da verilmesi gerektiğini dile Uygurlara yönelik salgetiriyorlar. Uygurların hakdırıların durdurulmalarını savunanlar sını, keyfî öldürmelerin ekseriyetle Çin’in iç sonlandırılmasını talep bölgelerinde yaşaettiğim için düşman ilan yan Çinliler. Doğu Türkistan’a yerleştiriedildim. Aslında bu talen Çinliler arasında leplerimiz Çin’in millî Uygurların tümüyle menfaatlerine de uygun yok edilmesini savunan Çinlilerin sayısı taleplerdi. oldukça fazla. Zira perspektifeu M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 49 Flickr.com/ Dmitry Perstin Çin halkının Uygurlara bakış açısı nasıl? Çin’in iç bölgelerinden Doğu Türkistan’a yerleştirilen bu Çinlilere orada yaşayan Uygurlara istediklerini yapabilecekleri ve oranın aslında Çin’in kendi toprağı olup Uygurlar tarafından sonradan işgal edildiği söylenerek beyinleri yıkanıyor. Onlar da Doğu Türkistan’a Uygurlara ilişkin peşin bir hükümle gelmiş oluyorlar. Dolayısıyla Çin halkı arasında meseleye farklı şekilde bakan iki grup var. © toplamda 12 sene hapis cezasına çarptırıldı ve dediğim gibi şu an hâlâ hapiste. Ailece toplam 37 senemiz hapiste geçti. Kısa süre önce oğlum Abdulhekim’in normal hapishaneden daha üst düzey güvenlikli bir hapishaneye transfer edildiğini öğrendim. Hapishane gardiyanları tarafından dövülmüş ve iki ay hastanede yatmak mecburiyetinde kalmış gördüğü şiddetin ardından... Çocuklarımın tutuklanmalarına gerekçe olacak herhangi bir suç unsuru yok. Uygurların davasını tüm dünyaya duyurma çabalarımız karşılığında Çin hükümeti ailemden bu şekilde intikam alıyor. Ne zaman Uygurların davasını duyurmak adına büyük bir faaliyete katılacak veya bir devlet adamıyla görüşecek olsam oradaki çocuklarımdan öç alınıyor. Uygurlara yönelik saldırıların durdurulmasını, keyfî öldürmelerin sonlandırılmasını talep ettiğim için düşman ilan edildim. Aslında bu taleplerimiz Çin’in millî menfaatlerine de uygun taleplerdi. © Flickr.com/ The U.S. Army Dünya Irak Krizi ve İşgal Sonrası Siyasi Boşluk EMRAH USTA » [email protected] 2014 Ocak ayında Irak Ordusu Anbar eyaletindeki Müslüman-Sünni kesimin protesto gösterilerini dağıtırken sivil kayıplar yaşanmış, protestolara destek veren Iraklı bir milletvekili tutuklanmış ve ardından 44 Sünni-Iraklı milletvekili istifa etmişti. 50 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 Irak Meclis Başkanı Usame Nuceyfi’ye yapılan suikast girişimi ve Maliki’nin merkezî yönetimde uygulamaya koyduğu Şii ağırlıklı politikalar Irak’ta mezhepsel gerilimi artırmıştı. Irak’ın batısındaki Anbar eyaletine bağlı Felluce ve Ramadi kentlerindeki çatışmalar hız kesmeden sürerken, bu iki kentin Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) tarafından ele geçirildiği söylenmişti. Anbar’daki olaylar, Başbakan Maliki’ye karşı düzenlenen gösterilerin önemli isimlerinden muhalif vekil Ahmed El Alvani’nin liderliğinde sürdürülüyordu. Alvani’nin tutuklanması, ardından 5 koruması ve kardeşinin ölümü Irak’ta gerilimi yükseltti. Irak’ta artan şiddet eylemlerinin ardında elbette farklı grup ve mehzepler arasındaki gerilim yatıyor. Sünni topluluğun Maliki hükümetine muhalif tavırlarının nedeni, 2003 yılından sonra oluşan mezhepsel gerilimin yanı sıra Sünni siyasi oluşumların tam olarak güçlenememiş olmaları. Bütün bunları anlayabilmek için ise Irak siyasetine yakından bakmak gerekiyor. Irak Siyasetine Bakış Amerikan işgali sonrasında dört bir yana savrulan Iraklı Müslümanların, oluşan boşlukta siyasi gücü kendi lehlerine çevirebilmek için kısa bir dönem Bölgesel Kürt Yönetiminin politikalarını izledikleri söylenebilir. Bunun yanında oluşan siyasi boşlukta İran ve Kürtleri destekleyen partilerin avantajlı olacağını ifade eden birçok isim bulunurken, şu anda Nuri El Maliki ve Dava Partisinin de güçlü olduğu görülüyor. Irak Kürdistan İttifakı Partisi Milletvekili Şuruş Mustafa, Irak’taki bu siyasi durumu, “ABD’nin çekilmesinin ardından herhangi bir gücün siyasi haritada egemen olmasına olanak sağlayacak bir güvenlik boşluğu oluşmayacak.” şeklinde değerlendiriyor. Irak’taki siyasi merkezin, Amerikan işgali sonrasında İran ve Kürtleri destekler pozisyonda dağıtıldığı aşikâr. Maliki hükümetinin mezhepsel gerilimli bu krizin bir parçası olduğu da biliniyor. Ama Irak hükümeti bu gerilimin kutuplarından sadece biri. Bölgesel beklentiler, sosyoekonomik alt yapının daha da gelişmesi ve Irak halkının federal yapı içerisinde kimliğinin yeniden tanımlanması, bu gerilimin ortasında gözetilmesi gereken faktörler arasında yer alıyor. Bu durum ancak merkezî yönetimin tarafsız-eşitlikçi tavırlarıyla mümkün olacaktır. Irak’ta zayıflık ve siyasi gruplaşmalar arasındaki bu çekişmeler devam ettikçe, oluşan boşlukları ulusal güvenliği tehdit eden El Kaide gibi unsurlar doldurmaktadır. Irak’ı Afganistan’dan ayıran ve ilişkilerin bu denli gergin olmasını sağlayan unsur işgal sırasında sadece binaların değil, aynı zamanda sosyoekonomik tabanın da bombalanmış olmasıdır. Bu sebeple Irak’ın toplanması, Afganistan ve Libya gibi ülkelere nazaran zaman alıyor. Yeni dönemdeki Irak’ta mezhepçi ve milliyetçi tabanda siyaset üreten partiler muhtemelen uzun vadede ülkede barınamayacaktır. Bu sebeple merkezî hükümetin daha torelanslı politikalar üretip Iraklı kimliğini yeniden tanımlaması ve ulusal güvenliği tam anlamıyla sağlaması gerekir. Irak’ın geleceğiyle ilgili kararların merkezî yönetim olan Bağdat’tan alınacağı unutulmamalıdır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile petrol gelirleri bakımından her ne kadar ters politikalar yürütseler de ülkede yaşayan Sünni ve Şii grupların güvenliğinden Maliki hükümetinin sorumlu olduğu da açıktır. Küresel Aktörler Irak’la ilgili ilginç bir gelişme ise, Obama ve Ruhani yönetimlerinin ilk defa bir konu üzerinde anlaşmaları oldu. Irak’ın işgali sonrasında mevcut boşluğun İran ya da El Kaide tarafından doldurulmasından ciddi ölçüde rahatsız olan Beyaz Saray, İran ile El Kaide konusunda anlaşmaya yöneldi. Peki İran tarafı bu anlaşmaya neden yaklaştı? Tahran yönetimi de El Kaide’nin gücünden rahatsız mı? Tüm bu sorular İran’da da tartışılıyor. Simetrik gücü elinde bulunduran İran, Hizbullah ile Orta Doğu’nun farklı coğrafyalarında bunu kullanırken, El Kaide’nin kendi bölgesine yaklaşmasını istemiyor. Bu sebeple El Kaide’yi Hizbullah karşısında bir düşman olarak görüp her türlü iş birliğine açık bulunuyor. ABD ise daha önce izlemiş olduğu politikaları esneterek Afganistan’dan çıkışını da Irak provasıyla gerçekleştiriyor. Örneğin ABD, Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani liderliğinde Kürdistan Yurtsever Birliği’ni (KYB) kendi terör listesinden çıkarıyor. Yani Irak’ta siyasi kriz arkasında yaşanan gelişmeler bunlar iken, küresel çapta ilişkiler de gelişmeler gösteriyor. Yerelden küreselliğe doğru yeni Iraklı kimliğinin tanımlanması, ekonomik istikrar programının düzenlenmesi ve güvenliğin üst düzeyde tüm gruplar nezdinde sağlanması Irak’ın kalkınmasına katkı sağlayacaktır. IŞİD’in saldırıları sonrasında kimliklerini yeniden tanımlama bakımından Iraklıların eline güzel bir fırsat geçti. Bu saldırılar sonrasında Felluceliler Kerküklü ailelerin yanlarına sığındı. Böylece Kerkük’ün güneyinde yer alan Türkmenlerin yoğunlukta yaşadığı yerlere Felluceliler geliyor ve köylülerle birlikte yaşıyorlar. Sünni-Şii ayrımının olmadığı bu bölgede Iraklıların aynı çatı altında, beraberce kendi ülkelerini nasıl kalkındırabileceklerinin de örneği sergileniyor. Türkmen, Şii ve Sünnilerin iç içe olduğu, demografik yapının değiştiği Kerkük’te halkın bu tavrı ülkenin geneli için de bir örnek niteliğinde. Irak’ta istikrarı engelleyen bir diğer durum ise Saddam döneminde güçlü olan, ancak son Amerikan işgaliyle zayıflayan Irak milliyetçiliğidir. Bu nedenle “Iraklı kimliği”nin yeniden ele alınarak, farklı gruplar nezdinde tanımlanması ve bütünü içine alan politikaların yürütülmesi Iraklılar için yerinde bir tutum olacaktır. Ekonomik kalkınma paketleri ve ticaretin gelişimi ile dışarıya açılmaya çalışan Irak, içinde bulunduğu durumdan ancak bu şekilde kurtulabilir. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 51 Tarih 17. ve 18. Yüzyıllarda Türk Vaftizi STEPHAN THEILIG* » [email protected] “Türk vaftizi” (Türkentaufen) olarak adlandırılan Türklerin vaftiz edilmesi Barok dönemin, yani 17. ve 18. yüzyılların önemli olaylarındandı. Savaşın galipleri “ganimetlerini” yanlarında getirmişlerdi ve onları vaftiz ederek “kâfirler üzerindeki zaferlerini” herkesin önünde yeniden ilan edeceklerdi. T ürklerin vaftiz edilmesi meselesi şimdiye kadar genler, halklar ya da anayurt konusunda araştırma yapan akademisyenler tarafından ilgi görmüş, fakat çok az sayıda tarihçi bu konu ile meşgul olmuştur. Bunun bir nedeni konuyla ilgili bilgiye ulaşmanın zorluğudur. Zira bu tür bilgilere kilise defterlerinde ve buna benzer kaynaklarda çok nadir rastlayabiliyoruz. Vaftiz olup Hristiyan ismi alan bir Türk hakkında kaynaklarda araştırma yapmak son derece zor bir iştir. Zira Hasan ismi Christian olmuş, Züleyha ismi Susanne olmuş, Ali ismi ise Friedrich olmuştur. Bu insanların çoğu Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yapılan savaşlardan, savaş esiri veya bir nevi “insan ganimeti” olarak gelmişlerdir. Kendi memleketleri ve çevrelerin- 52 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 den koparılarak hızlı bir şekilde aşina olmadıkları bir çevreye uyum sağlamak zorunda bırakılmışlardır. Savaş Esirliğinden Vaftize Türklerin savaş esiri olarak karşılaştıkları yeni hayat şartları Osmanlı İmparatorluğu’ndaki aynı sıkıntıyı yaşayan Hristiyanlardan çok da farklı değildi. İslam hukukuna göre Hristiyan savaş esirleri tutuklandıkları anda esir oluyorlardı. Bu, Roma hukukunda da böyleydi. Tek fark, Roma hukukunda hukuk terminolojisine göre tutuklular “köle” olarak isimlendiriliyorlardı. Savaş esirlerine “uyum süreçleri”nde Almanca ve belli görgü kuralları hakkında yardımcı olanlar genellikle papazlardı ve bu yardımcılar çoğu çocuk, genç, kadın ve erkeklerden oluşan esirleri vaftiz için de hazırlıyorlardı. Bu insanların kaderi, yeni bir çevreye, dile ve kültüre uyum sağlamak zorunda olmalarıyla belirlenmişti. Şimdiye kadar Brandenburg-Prusya’da esir alınıp vaftiz edilen 68 isim tespit edilmiştir. Bu sayı ilk bakışta az gibi görünebilir. Fakat Türklerle yapılan savaşlara daha fazla asker gönderen bölgelerdeki vaftiz sayıları ile karşılaştırıldığında, bu rakam tahmin edilen toplam rakam içinde dikkat çekicidir. Türklerin vaftiz edilmelerine özellikle 1683 Viyana Kuşatması, 1686’da Budapeşte ve sonra 1699 yılında Karlofça Antlaşması’na kadarki savaş dönemlerinde rastlıyoruz. olmak zorundaydılar; bunu bugünkü “vatandaşlık testi”ne benzetebiliriz. Merak, korku, bilinçsizlik, yabancılık, heyecan, hoşgörü... Brandenburg-Prusya’daki Müslümanların çok yönlü bir tarihi var ve büyük kısmı bugüne kadar aydınlatılmış değil. Buraya savaş esiri olarak gelip çoğu vaftiz edilerek yeni bir hayata başlayan ilk Müslümanların ilginç ve büyük ölçüde bilinmeyen tarihi ile karşı karşıyayız: Düşman ve yabancı, fakat sonradan vaftiz olarak Prusya yurttaşı olabilmiş insanlar... *Tarih alanında araştırmalar yapan Stephan Theilig, Almanya’nın Wustrau şehrinde bulunan BrandenburgPrusya Müzesi yöneticisidir. Askerî Gösterilerde Türkler Türklerin vaftiz edilmesi 18. yüzyılın ortalarında sayı olarak gerilerken, BrandenburgPrusya’daki askerî seremonilerde Türk unsurların arttığı görülmüştür. O zamanlar yabancı unsurlar bilinçli bir şekilde bir gösteriş unsuru olarak kullanılırdı, bu da kendini örneğin yüksek rütbelilerin zenci ve Türk hizmetkârlarının olması şeklinde gösterdi. Diğer taraftan “doğulu yabancı” artık dehşet verici bir tehdit olarak algılanmıyordu. August dem Strake olarak da adlandırılan, I. Friedrich August’un 1730 Ağustos ayında düzenlediği büyük gösteriyi (Zeithain Lager) örnek alan I. Friedrich Wilhelm, Potsdam şehrinde bir yeniçeri taburunu gösterilerde yürüyüş yapmaları için hazırlamıştı. Bunun yanında Potsdam’da Müslüman askerler Hristiyanlığa geçmeden Prusya askerî birliğine hizmet ediyorlardı. Bu durumun herkesin hoşuna gitmediğini Johann Heinrich Callenberg ve onun 1728 yılında Halle’de kurduğu “Institutum Judaicum et Muhammedicum” isimli enstitü kanıtlar. Aynı kişi 1739 yılında Potsdam’daki Müslüman askerlerin din değiştirmelerini sağlamak için Hristiyan içerikli kitapların Türkçe ve Arapça’ya çevrilmesine de ön ayak olmuştur. Hatta II. Friedrich ile 1741’den itibaren Müslüman-Hristiyan süvari birliği uygulaması başlatılmıştır. Bu gelişme 1795 yılında Yeni Doğu Prusya’da, tamamen Müslümanlardan müteşekkil bir Prusya Tatar Birliği kurulmasıyla bir adım öteye taşınmıştır. Bugün ilgi çekici olan Brandenburg-Prusya’daki Müslümanların bu tarihi ve onlarla olan ilişkilerdir. İlk başta vaftiz edilerek topluma entegre Brandenburg-Prusya Müzesi (Brandenburg-Preußen Museum) 23 Mart-5 Ekim 2014 tarihleri arasında farklı bir sergiye ev sahipliği yapacak. “Brandenburg-Prusya’da Müslümanlar: Türkler, Zenciler ve Tatarlar” (Türcken, Mohren und Tartaren. Muslime in Brandenburg-Preußen) ismini taşıyan sergide 1731 senesinden Saksonyalı yeniçerilerin kaskları, Kağan’ın Kırım Tatarlarına yazdığı mektuplar, bakır işlemeleri, oryantalist ressam Wilhelm Gentz’in resimleri ve seyahatnameler sergilenecek. Müze, pazartesi hariç haftaiçi her gün 10.00-18.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Detaylı bilgi için: www.brandenburg-preussen-museum.de sitesini ziyaret edebilirsiniz. M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 53 Tarih Köklü İslam Algısı Martin Luther Örneği ALI METE » [email protected] Avrupa’da İslam ve Müslümanlara dair çoğu algı oldukça eskilere uzanır. Bu nedenle sürekli olarak dile getirilen ön yargılı düşüncelerin daha iyi kavranabilmesi için ön yargıların arka plan ve bağlamlarını tetkik edebilecek bir anlayış geliştirilmesi gerekir. “De Haerisibus” (Zındıkların Kitabı) isimli kitabında ilk kez Hz. Muhammed (s.a.v.)’den bahseden Ortodoks Hristiyan Şamlı Yahya (öl. 749) günümüz İslam algısının da temellerini oluşturan şu ifadelerde bulunuyordu: “Onlar (Araplar), (Bizans Kralı) Heraclius’un hükümdarlık zamanına kadar (610-641) putlara tapıyorlardı. Ama aralarında, Eski ve Yeni Ahitlerden derlediği bilgilerle ve Aryan bir keşiş ile bir arada bulunması sonrasında kendi sapkın inançlarını yayan, ‘Mamed‘ adında, sahte bir peygamber çıktı. Yaptığı hilelerle daha sonra kendisini halkına Tanrı’dan sakınan biri olarak tanıtıp inandırmış, gökten de kendine kitap indirildiği dedikodusunu yaymıştı. Kitabındaki gülünç öğretileri ile Tanrı’ya nasıl ibadet edileceğini anlatmıştı.” Yahya bu ifadeleriyle kısmen günümüze kadar gelen bazı ön yargıları formüle etmiş oldu. M artin Luther ismiyle karşılaşıldığında, insanın aklına ilk olarak onun kiliseye yönelik eleştirileri ve dindarlığı ile reform hareketinin sembol figürü olduğu gelir. Daha az bilinen bir şey ise Luther’in İslam, daha doğrusu Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki düşünceleridir. Luther iki güncel ifade ile söylenecek olursa “İslam eleştirisi”nden “İslam düşmanlığı”na kadar düşüncelerini sürekli bir biçimde dile getirmiştir. Luther’in Yaşadığı Dönem Luther’in çoğunlukla tarihten gelen, sosyopolitik ve teolojik temelli düşüncelerini kavrayabilmek için, her şeyden evvel iki gelişme 54 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 dikkate alınmalıdır: Reform ve “Türk tehlikesi”. Zira ancak bu arka plandan bakıldığında döneminin İslam ve Hz. Muhammed (s.a.v.) tasavvurları sağlıklı bir şekilde incelenebilir. Bunlar yine çağdaş tartışmalara hizmet eden bir projeksiyon perdesi gibi, geç Antik Çağ ve Orta Çağ tasvirlerinin bir devamı olarak anlaşılabilir. İslam’a, daha doğrusu Hz. Peygamber’e yönelik isnatları bugünden bakıldığında açık bir şekilde kabalık olarak görülebilmesine rağmen, bu isnatlar sadece Luther’e ait kötü niyetli uydurmalar değildir. Luther tüm hayatı boyunca İslam ve Müslümanlarla, dolayısıyla Türklerle ilgilendi. Onları düşman, Tanrı’nın istediği düzeni yakıp yıkan ve tanrıtanımaz sapkın kimseler olarak gördü. Luther’e göre Kur’an –haşa- “yalanlarla dolu bir kitap” ve Hz. Muhammed (s.a.v.) ise –yine haşa- “eşi bulunmaz bir sahtekâr”dı. Bu ve benzeri isnatların kökleri geç Antik Çağ ve Orta Çağ’dan Luther’in zamanına dek gelen İslam dini ve peygamberi hakkındaki düşüncelere dayanmaktadır. Böylece peygamber, Hristiyanlık içerisindeki tartışmanın bir aracı olarak kullanılmış; Protestanlar “Müslüman” olarak aşağılanmış ve Muhammed “Doğu’nun deccali” iken, Papa “Batı’nın deccali” olarak nitelendirilmiştir. Fark edilebileceği gibi, peygamber ile ilgilenmenin merak ve bilim aşkından başka neden ve amaçları bulunmaktadır. Peygamber hakkında çizilen çağdaş resim, çok güçlü bir şekilde bu amaçlardan ve elbette tarihin ruhundan besleniyor. Bu durum “Türk tehlikesi” ve reform çabaları ile gündemini oluşturan Martin Luther ve yaşadığı dönem için de aynen geçerlidir. “Türk Tehlikesi” Luther zamanındaki sosyopolitik gelişmelerin başında özellikle “Türk tehlikesi” denilen mesele ve buna bağlı olarak “Türk korkusu” gelmektedir. Bu tehlike ve korkunun kökleri İstanbul’un 29 Mayıs 1453’te Fatih Sultan Mehmed tarafından fethi ve Hristiyan Bizans İmparatorluğu’nun sona ermesine kadar uzanmaktadır. Kuzey Avrupa’da o zaman hissedilen tehdidin gücünü, 1454 yılında Jonannes Gutenberg’in bastığı “Eyn manung der cristenheit widder die durken” (Hristiyan âleminin Türklere karşı uyarılması) başlığını taşıyan el ilanından tespit etmek pekâlâ mümkündür. Madalyonun öbür yüzünde ise Osmanlı İmparatorluğu’nun barındırdığı çekim gücü ile feodal düzen açısından arz ettiği tehlike vardı. Luther de bunun bilincindeydi: “Alman halkı kaba ve vahşi bir halk, tabiri caizse yarı şeytan, yarı insan olduğundan, bazıları Türklerle bir gelecek ve onların hükümranlığını arzu ediyorlar. Yine Alman topraklarında kral ve prenslerdense Türkleri ve onların hâkimiyetini isteyenler bulunuyor. Bu insanlarla Türklerin aleyhinde epeyce tartışılmalı.”1 Ezeli düşman fikrini hem Luther hem de Katolik kilisesi destekliyordu. Kilise içi çatlaklar ve zayıflayan Papalığın arka planında özellikle Katolik kilisesi, Hristiyanlığı ortak düşman karşısında birleştirme düşüncesindeydi. “Her dinî ayinde gözü korkmuş insanların başına kakılan Türk algısı, merhametsiz ve tehlike içeren bir algıydı. Türkler tüm tanrısal nizamı yakıp yıkan kişiler ve tüm Hristiyanların düşmanı olarak görülüyordu.”2 Teolojik ama aynı zamanda siyasi nedenlerle Türkler “Tanrı’nın sopası” olarak tasvir ediliyordu. Teolog Luther’e göre Türkler Tanrı tarafından gönderilmişlerdi: “Zira Türk, sana aslında günlerini nasıl müreffeh geçirdiğini, Tanrı’ya ve onun hizmetçilerine karşı utandırıcı bir şekilde kötü ve şükürden uzak olduğunu, çevrendekilere merhameti unuttuğunu öğretecek kişidir.”3 Katolik Kilisesi ile anlaşmazlık Tarihî açıdan değerlendirildiğinde Protestanlığın iç içe geçen ve birbiriyle bağlantılı olan iki düşman algısı olduğu söylenebilir: Papalık ve Türkler. Türkler her ne kadar Katolik kilisesinin ve Luther’in ortak düşmanı olsalar da, Luther’in gözünde Papalık ve Türkler iki eşit düşman gibiydiler. Bu düşmanlık kilise ilahilerine dahi girmişti. Bugünkü Protestan kilisesi ilahi kitabının bir yerinde şu ifadeler geçmektedir: “Tanrım bizi sözüne sadık olanlardan eyle/düşmanlarını ölümle cezalandır/oğlun olan Îsâ’yı/senin tahtından indirmek istiyorlar.” Fakat bu satırlar önceden farklıydı. “Hristiyanların ve kutsal kilisenin ezeli düşmanları olan Papalık ve Türklere karşı söylemek için bir çocuk şarkısı” başlıklı, 1451 tarihli orijinal metnin ilk dörtlüğü şu şekildedir: “Tanrım bizi sözüne sadık olanlardan eyle/Papa ve Türkleri ölümle cezalandır/oğlun olan Îsâ’yı/senin tahtından indirmek istiyorlar.” O zamanlarda bu metinler toplum içerisinde problem teşkil etmiyordu. Zira çevrede bu problemin yönelebileceği Müslümanlar pek yoktu. Bu daha çok Türkler ve İslam hakkındaki halkın görüşünü büyük ölçüde etkileyen kilise içi bir meseleydi. Günümüzde kamuoyunda karşılık bulan hangi düşüncelerin gerçekten somut bir şekilde bunlarla ilişkilendirilebileceği incelenmesi gereken bir mesele olsa da, Luther’in söz konusu düşüncelerinin bugünkü İslam algısı üzerinde önemli bir etkisi vardır. Spohn, Margret: Alles getürkt. 500 Jahre (Vor)Urteile der Deutschen über die Türken, Bibliotheks- und Informationssystem der Universität Oldenburg, 1993. S. 21. 2 Spohn, 1993. S. 46. 3 Lind, Richard: Luthers Stellung zum Kreuz- und Türkenkrieg, Gießen, 1940, 40:57. 1 M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F 55 Portre “Kuzeyin Nuru ”: Ivan Aguéli Ivan Aguéli, 19 . yüzyılın sonla rında Batı Avru de sufiliğin, ge pa’da özelnelde ise İslam ’ın y a ygınlaştırılması çalışmalarda b ulunmuş İsveç için li bir Sufi. Fakat yanında o, yaşa b u özelliğinin mını Doğu ile Batı arasında g geçirmiş bir se idiş gelişlerle yyah, ünlü bir ressam ve yaz ardı. » AYŞE MİMARO amimaroglu@pe 56 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 ĞLU rspektif.eu 24 Mayıs 1869 ’da İsviçre’nin şehri olan Sa küçük bir öt la’da doğan eden beri mis Aguéli, İslam kabul edişinin tisizm ve ezot ’ı ğu ilgisin eriğe duyduardından Şeyh i bir üst boyu Aqhili ismini Abdülhadi ta taşımış oldu almıştır. 20’l G el en . ekselci ekolü i yaşlarına ge diğinde özel n en önde l- isimlerin likle metafiz ge len den olan Ren ik ve ezoterik alakalı okum é Guénon’un le vufa ve alarını yoğun tasavİslam’a ilgi laştıran Aguél 1879 ve 1889 duymasının i, Aguéli ile yılları arasın ardında olan temasın da Gotland ve Stockholm’da ın olduğu sö çalışmalarına mektedir. Nit ylenekim Aguéli, devam etmiş tir. Bu esnad - yılında “A P a 18. yüzyılın ar is ’t e, 19 11 l Akbariy ya” is ünlü mistiklerinden Eman imli, İbn Arabi uel Swedenbo öğretilerinin ’n in rg’un eserleri ok den ve metaf u n u p tartışıldığı n- luk kurd izikle alakalı bir topluu. Bu toplulu görüşlerinden etkilenmiştir. ğun ilk üyesi Swedenborg, Guénon idi. de René Hristiyanlıktaki ilah inancı na daha yakı 19 04 -1 913 yılları aras n fikirler orta koysa da bu ında Mısır’da ya yan gaze fikirlerin Agu İtalteci Enrico In éli’nin İslam girişini etkile abato ile Il C ’a (An-Nad diği söylenmek on vi i) to isimli bir gaze tedir. Nitekim Swedenborg’u teyi sufi gele n çalışmaların yaymak için neği çıkarttı. Gazet daki bu ilişki 1995 yılında , İngiltere e 1913 yılında Henry Corbin sömürge güçl tarafından ya yınlanan “Sw eri tarafında - saklandı ve edenborg ve n yakapatıldı. Ezoterik İsla isimli kitapta m” işlenmiştir. Aguéli, İslam inancının ideo Aguéli, 1890 mesine karşıy yılını Paris’te lojileştirildı. 20. yüzyıl ünlü ressam Émile Bernar ın ilk yılların d’ın öğrencisi Osmanlı İmpa da olarak geçird ratorluğu yıkı İslam’la tanış i. deyken, lma arefesin ması da İsve İstanbul’daki çce’ye tercüm edilmiş bir sultanın otor e ni destek Kur’an edinm itesileyici görüşl esi vesilesiyl gerçekleşti. A ere sahipti. e yanında guéli, 11 Mar Bunun Aguéli’nin İn t 1892’de elin geçen bu Ku giliz sömürg e ne karşı r’an üzerinde eciliğio kadar şiddetli , ihtida eden kadar çalıştı. fikirleri vardı e 1916’da K Örneğin 1892 ahire’den “Osm ki, yılında anarşi nin yoğun oldu anlı ajanı oldu - gerekçesiy ğu Paris’e geri ğu” le İspanya’ya döndüğünde bazı anarşist sürgün edildi lere olan yakı arzu etmesin . Çok nlığı sebebiyl e rağmen para tutuklandığın e sı da hapiste ge kı bi n yl tı e sı İs se ve beç’e geçemedi. çirdiği zaman nı Kur’an ve Bazı kaynakla ı- İsveç’teki doğu dillerin rd a, arkadaşlarında i öğrenmek iç değerlendirdi. in fakat M n para istedi Aguéli’nin, K üslüman oldu ği , ur’an ve doğu dillerinin yan ğu gerekçesiy ında ilgi duyd dım göremed le yaruğu en önem iği rivayet ed alan ise İbn A li ilmektedir. rabi’nin eserle Aguéli, 1917 riydi. yılında, bir 1895’te Mısır arkadaşının gönderdiği ’a giden Agu para kendisi éli, aynı yıl Paris’e geri dö ne ulaşmad ndü. 1898 yılı tren raylarının an, nda ise uzun üstünden geçe okumaları ve mütalaal rk ta en ra fı bi n r da tr en n ezilerek vefa arı neticesin de Paris’te t etmiştir. C - zesi Barce İslam’ı kabu enalona’dan Sala l ederek Abd hadi ismini ’ya gönderilm ül- Kristina aldı. Ertesi yı iş ve K ilisesi’nin ya l Sri Lanka Hindistan’a kınlarında İs ve usullere gitti; Kolom la gö m i re defnedilmiş biya’ya gide orada Malay rek tir. halkların aras Post-Empresyo ında kaldı ve “İslam’ın Ara n iz m ekolünde plar dışındaki kilenerek ya n etptığı resimle halklara etki si” konulu bi - Müzesi’nde r İsveç Mil r araştırma ya lî , Stockholm’d ptı. Daha son 1900’de Paris a ve New York ra sergilen ’e geri döndü m ’t ek a . tedir. 2006 yı Bundan iki se lında İsveç K lı Carl XVI ne sonra, 1902 ra Gustaf ’ın him Ezher Üniver yılında, El sitesi’nden ka ayesi altında Aguéli’nin es , bul alan ilk B er le Avrupalı öğre ri n in sergilendiği bi atı gi açılm nci olarak M r serış, burada ay ısır’a Arapça İslam Felsefes n ı zamanda on ve Müslüm i okumaya ge un bir an olarak insa ldi. Burada bi Arap gibi giyi nlığa kazandı r rı da anıl nen, edindiği rd ıklam ış Arap arkadaşl tır. rıyla dil bilgis aini geliştiren A gu él i, Aguéli, aynı yı ölümünden Şâzeliyye Tar l Avrupa’ya sonra ikatı’na girere Batı sufizmi getire k “Avrupa’nın Mukaddimi” n il k olarak isimle iç sufi olduğu in “Kuzeyin N ndirildi. Böyle uru” (Nur-u ce isimlen Şimal) olarak dirilmiştir. 57 Kitap Tanıtımı Irk Ulus Sınıf Bugün Pazar,Yahudiler Azar Baibar - Wallerstein Metis Yayıncılık Irk, Ulus, Sınıf ’ta Fransız filozof Etienne Balibar ve Amerikalı tarihçi ve sosyolog Immanuel Wallerstein, verimli bir tartışma içinde bu sorulara yanıt arıyorlar. Her ikisi de ırkçılığı, geçmiş toplumlardan bize miras kalan akıl dışı bir kalıntı olarak değil, modern toplumun temel özellikleri olan ulusal devlet, iş bölümü ve dünya ekonomisindeki uluslararası hiyerarşi ile yakından ilişkili, son derece çağdaş bir olgu olarak ele alıyorlar. Roni Margulies Kanat Kitap Roni Marguiles’in “Bugün Pazar, Yahudiler Azar” adlı denemesi, özellikle de 1950’lerden 70’lere, oradan günümüze uzanan bir süre içinde İstanbul Yahudilerine ilişkin gözlemlerinden oluşuyor. Margulies, çocukluk yıllarını, o yılların İstanbul’unu anlatırken, daha eskilere de uzanıyor. Yazar, bir “azınlık kimliği” üzerinden kurmaya çalışmıyor eski İstanbul’u, Yahudiliğin günümüz Türkiye’sindeki problemli yanları üzerinde de duruyor. Ulusal Kimlik ve Etnik Açılım Vasıf Eranus Sarmal Yayınevi Bugün dünyamızda devletler, sınırlarının içinde ve dışındaki bir dizi ırkçı ve etnik milliyetçiliklerle uğraşmaktadır. Bu kitap Etniliğin Yükselişi, Küreselleşme, Modernite ve Ulusal Kimlik, Uluslararası Hukukta Azınlıkların ve Halkların Hakları, Devletsiz Uluslar - Ulussuz Devletler, Yitik Ülke Masalları: Filistin Kimliği ve Ulusal Bilincin Oluşması, Ötekinin Tanımları, Sınıf İlişkileri ve Milletlerin Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı üzerine yazılardan oluşmaktadır. Gazâlî Bursları ‘Müslümanlar ve kimlik bağlamında Avrupa araştırmaları’ Sosyoloji, Pedagoji, Din Bilimleri, Siyaset Bilimleri, Felsefe, Tarih, Medya, Edebiyat ve Hukuk dallarında yüksek lisans ve doktora tezi yazacak öğrenciler tercih edilecektir. 58 P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014 Gazali Burslarına başvuru şartları ve evraklar ile ilgili geniş bilgiye www.igmg.org adresinden ulaşabilirsiniz. igmgstudents | [email protected] “ Her nef is mutlaka ölümü tadacaktır ” Jede Seele ”wird den Tod erfahren “ Sure Anbiyâ, 21:35 En acılı gününüzde sizinleyiz. Beistand, wenn er am nötigsten ist. IGMG Cenaze Yardımlașma Derneği IGMG Bestattungshilfeverein e. V. Boschstr. 61-65 · D-50171 Kerpen T +49 2237 97930-22 /-33 · F +49 2237 97930-30 www.igmgukba.org · [email protected] Protez ProjeS “El ver eli olsun, destek ol yürüsün” Yardım * 50 € * Protez projesine katkı için belirlenen 50 € en düşük miktar olup üstü bağışlar da kabul edilmektedir. Bir ayağa takılan protez için gerekli olan ortalama miktar 1.500 €‘dur. Mazlum ve Mağdurlar İçin El Ele IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V. IGMG Sosyal Yardım Derneği — Banka: Kreissparkasse Köln IBAN: DE75 3705 0299 0184 2731 64 BIC: COKSDE 33 Amaç: Protez SAFA14 — hasene.org | [email protected] | haseneorg
© Copyright 2024 Paperzz