telaffuzu zor, inkârı kolay

AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ
MART 2014 | YIL 20 | NR./SAYI 229
“Bir insanın diğer etnik
gruplara karşı düşmanca bakışını durup
dururken aşma şansı
çok az. Belki ancak
kendisi maruz kaldığında mesajı fark
edebilir.”
s. 38
ETNOSENTRIZM
TELAFFUZU ZOR, İNKÂRI KOLAY
ENAR Direktörü Michael
Privot ile Avrupa’da etnosentrizm üzerine
s. 24
Roni Margulies ile etnisite,
ulus, ırk kavramları
üzerine
s. 34
Dünya Uygur
Kongresi Başkanı Rabiya Kader ile söyleşi
s. 46
Gönüllerin Yolculuğu
Umre 2014
Mart/Nis
an
Mayıs/H
aziran
Ramaza
n
Yaz
• Üniversitelilere ve 25 yaş altı gençlere özel fiyatlar...
• 55 yaş üstü emeklilere özel fiyatlar...
• Çocuklu ailelere eğitmenler eşliğinde kreş hizmetleri...
• Almanca rehberlik eşliğinde müstakil kafile...
IGMG Hadsch-Umra Reisen GmbH
Boschstraße 61-65
D-50171 Kerpen
T +49 2237 9746-0
F +49 2237 656-319
[email protected]
igmgreisen
www.igmgreisen.com
Türkiye Temsilciliği | Hennes Tour
T +90 332 3515055 (Konya)
T +90 212 6355593 (İstanbul)
[email protected]
Selamların
en güzeli ile
E
Etnosentrizm ve Biz
tnosentrizm, bir kişinin diğerlerini,
kendi etnik grubunu veya kültürünü merkeze alarak değerlendirmesi
olarak tanımlanır. Mezkur tanım,
bu biçimiyle birçoğumuza normal
görünebilir, zira hayata tek bir yerden, sadece bulunduğumuz yerden bakabiliriz. Öyleyse, hayat
tarzımızı ve değer yargılarımızı bu bakışa göre şekillendirmekten daha doğal ne olabilir? Etnosentrizmi bir sorun hâline getiren, hayata ve diğer insanlara yalnız bulunduğumuz yerden bakabiliyor
olmak değildir kuşkusuz. Sorun, tek doğrunun
bizimki olduğu vehmine kapılmak ve bizden farklı
olana değiştirilmesi güç ön yargılarla yaklaşarak,
onları garip, tuhaf, yalnış, hatta zaman zaman çirkin ve “iğrenç” bulmamızdır.
Azınlık olarak yaşanan toplumlarda, bahsedilen ön yargılarla kuşatılmış olanların ekseriyetle
çoğunluk toplumu olduğu düşünülür. Farklı olana
kapalı olan, değişik kültür ve yaşam biçimleriyle
tanışmak ve yüzleşmek istemeyen “onlar”dır. Bizler ise, farklılıkların zenginlik olduğunu yakinen
bilen, değişik bakış açılarına empati ile yaklaşan,
onları anlamaya çalışıp takdir edebilen olanlarızdır(!). Bu ise, sahip olduğumuz ön yargıların
belki de başlıcasıdır. Azınlık olarak yaşadığımız
toplumlarda, bizden farklı olanı yabancı belleyip,
kendi içine kapanma tehlikesine sahip olanlar, toplumun çoğunluğundan çok, belki de biz azınlıklarızdır. Zira hep onların bizi tanımasını bekleriz.
Ön yargılarından kurtulup, aslında bizim de onlar
gibi olduğumuzu farketmelerini isteriz. Evlerimizi, ibadethanelerimizi onlara açar, “yabancı”dan
korkacak bir şey olmadığını bizzat görmelerini
arzu ederiz. Ancak kaçımız “onlar”ın yaşamlarını yakından görmek istemiştir, kaçımız “onlar”ın
ibadethanelerini ziyaret etmiştir? Bizi biraz daha
yakından tanıdıklarında, farklı olandan korkacak
bir şey olmadığını anlayacaklarından eminken, biz
neden “onlar” gibi olmaktan bu denli korkarız, çoluk çocuğumuzun “onlar”a benzemesinden endişe
ederiz?
Kanaatimizce, sorunun temelinde -her iki taraf
için de- aynı şey bulunuyor; yabancı olana kuşku ile
yaklaşmak. Bunun üstesinden gelmenin tek yolu ise,
kendinden ve sahip olunan değerlerden emin bir biçimde, farklı olanı tanımaya ve anlamaya çalışmak.
Bu nedenle, bu sayımızda etnosentrizmi dosya konusu olarak belirledik. Herkül Millas, farkında olmadan, hayata ne denli ön yargılı bakabileceğimizi
özetleyerek dosyamıza giriş yaptı. Şinasi Gündüz,
İslam’ın etnik milliyetçiliğe bakışını kaleme aldı.
Kien Nghi Ha, ulus, etnik köken ve kültürel kimlik
tanımlarına dair analiziyle dosyamıza katkıda bulundu. Yine Roni Margulies ve Etyen Mahçupyan
ile etnosentrizmin yakın (ve sinsi) tarihini konuşurken, ENAR Direktörü Michael Privot ile Avrupa’daki etnosentrizm hakkında verimli bir söyleşi yaptık.
Gündem kategorimizde, Fatma Çamur NSU cinayetlerinin ne kadar gündemimizde olduğuna dair
Soleen Yusef ile kısa bir söyleşi gerçekleştirdi. Hisham Maizar, başörtüsü yasağı ve göçmen sayısının
sınırlandırılmasına dair referandumun ardından,
İsviçre’deki Müslümanların genel durumunu kaleme alırken, Andreas Tunger-Zanetti ülkedeki Müslüman gençleri değerlendirdi. Dünya kategorimizde
Irak’taki son durumu genç analist Emrah Usta yorumladı. Dikkat çekmek istediğimiz diğer bir konu
Uygurlu Türklerin on yıllardır maruz kaldığı kültürel soykırım oldu.
Bir dahaki sayımızda görüşmek üzere.
Kalbî selamlarımla,
» MUSTAFA YENEROĞLU
İçindekiler
14
GÜNDEM/YORUM
Avrupa Birliğinin
İsviçre ile İmtihanı
GÜNDEM/SÖYLEŞİ
8 NSU Protokolleri
Dile Geldi
GÜNDEM
10 İsviçre’deki
Müslümanlar
İsviçre’deki İslam; çeşitliliği benimseyen, toplumsal gelişmeleri
destekleyen ve bunları yaparken
de kendi kişiliğini muhafaza eden bir orta yoldur. Bu
yol, tehdit olarak değil, herkes
için bir kazanım ve şans olarak
algılanmalıdır.
GÜNDEM/SÖYLEŞİ
12 “Müslümanlar Kendilerini Tekrar Tekrar İfade
Etmeli.”
“Genç, Müslüman, İsviçreli...”
Luzern Üniversitesi’nde
gerçekleştirilen ve bu ismi
taşıyan araştırmada İsviçreli
Müslüman gençlerin ülkedeki hâkim diskuru İslamofobik
bulmalarından, dernek ve camilerin kimlik kazandırıcı etkilerine
kadar pek çok konuda şaşırtıcı
sonuçlar ortaya koyuluyor.
Araştırma ekibinden Andreas
Tunger-Zanetti ile İsviçre’deki
Müslüman gençleri konuştuk.
Avrupa Birliği yine tarihinin
en zor sınavlarından birini
veriyor. Zira Avrupa’nın en
güçlü ekonomilerinden biri
olan İsviçre, kısa bir süre önce
gerçekleştirdiği referandumla
Avrupa Birliğinin temel prensiplerinden biri olan serbest
dolaşım hakkına ülkesinde
kısıtlama getirme kararı aldı.
Avrupa Birliği yetkilileri ise
yasanın yürürlüğe girmesi
hâlinde İsviçre’nin de taraf
olduğu AB istihdam politikaları
ile ilgili sorunlar yaşanacağı
görüşünde.
16
GÜNDEM/YORUM
Cinsel Çeşitlilik
ve Müslümanlar
Almanya ve Fransa’daki okullarda cinsel çeşitlilikle alakalı
derslerin verileceğinin gündeme
gelmesi, Müslümanlar açısından
cevaplandırılması gereken
soruları daha da görünür yapıyor.
18
D O S YA
Bilemediğimiz
Etnosentrizm
22
D O S YA
İslam’ın
Etnosentrizme Bakışı
24
D O S YA / S Ö Y L E Ş İ
“Eşitlik Evi” İçin
Bir Tuğla Koymak
Boschstr. 61-65, 50171 Kerpen, Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656-555
www.igmg.org | E-Mail: [email protected] | Herausgeber / Yayıncı: IGMG-Islamische Gemeinschaft
İSLAM TOPLUMU MILLÎ GÖRÜŞ
AYLIK HABER-YORUM DERGISI
MART 2014
MÄRZ 2014
YIL / JG.: 20 NR. / SAYI: 229
Millî Görüş e. V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) adına Kurumsal İletişim Başkanlığı | Vertreten durch den
Vorstand: Kemal Ergün, Vorsitzender; Oğuz Üçüncü, Generalsekretär; Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender |
Chefredakteur / Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa Yeneroğlu (V. i. S. d. P.) | Editor / Editör: Ahmet Faruk
Çağlar, Elif Zehra Kandemir | Redaktion / Redaksiyon: Fatma Çamur, İlknur Küçük, Meltem Kural, Ali
Mete, Rahime Söylemez | Design / Tasarım, Druck / Baskı: 99names communication GmbH | Im Auftrag
30
D O S YA
Kendini Yeniden
Düşünmek:
Ulus, Etnik Köken ve
Kültürel Kimlik Tahlili
D Ü N YA
50 Irak Krizi ve İşgal
Sonrası Siyasi Boşluk
2014 Ocak ayında Irak Ordusu
Anbar eyaletindeki Müslüman-Sünni kesimin protesto
gösterilerini dağıtırken sivil
kayıplar yaşanmış, protestolara
destek veren Iraklı bir milletvekili tutuklanmış ve ardından 44
Sünni-Iraklı milletvekili istifa
etmişti.
34
D O S YA / S Ö Y L E Ş İ
“İnsanı İçinde Yaşadığı
Kültür Oluşturur,
Genetik Özelliği Değil.”
TA R İ H
38
D O S YA / S Ö Y L E Ş İ
52 17. ve 18. Yüzyıllarda
Türk Vaftizi
Toplumlar Kendilerine
Yenik Düştüklerinde...
TA R İ H
54 Köklü İslam Algısı ve
Martin Luther Örneği
Avrupa’da İslam ve Müslümanlara dair çoğu algı oldukça
eskilere uzanır. Bu nedenle
sürekli olarak dile getirilen ön
yargılı düşüncelerin daha iyi
kavranabilmesi için ön yargıların
arka plan ve bağlamlarını
tetkik edebilecek bir anlayış
geliştirilmesi gerekir.
42
D Ü N YA
Flickr.com/ United States Mission Geneva
Doğu Türkistan’da
Kültürel Soykırım
Durdurulmalı
46
D Ü N YA / S Ö Y L E Ş İ
©
“Uygurlara Yapılan
Baskı Dayanılamayacak
Hâlde!”
3
4
6
56
58
Önsöz
İçindekiler, Künye
Gündemden Kısa Kısa
Portre
Kitap Tanıtımı
der IGMG durch 99names communication GmbH erstellt. IGMG adına, 99names communication GmbH tarafından hazırlanmıştır. Merheimer Str. 229,
D-50733 Köln • T +49 221 942240-20 | Die Verantwortung für die Artikel liegt bei den ­Autoren. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir.
| Auflage / Tiraj: 12.500 | Anzeigenservice / İlan Servisi: T +49 221 942240-0 | F 0221 942240-119 • E-Mail: [email protected] | Abonnement /
Abonelik: IGMG Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Mitgliederbetreung: Boschstr. 61-65, 50171 Kerpen, Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49
2237 656 555 • E-Mail: [email protected] | Jahresabonnement / Yıllık abone ücreti: 40,- EURO | Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im
Mitgliedsbeitrag enthalten. / IGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir. | Perspektif dergisi T.C. Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar
Başkanlığı tarafından desteklenmektedir.
Gündem
GÜNDEMDEN KISA KISA
6
İsviçre
Mahkemesinden
Akıl Almaz Karar
İsviçre’de
Başörtüsü
Referandumu
 Lozan’da bulunan İsviçre Federal Mahkemesi,
2007 yılında bir polis memurunun Cezayirli bir mülteciye “yabancı domuz” ve “pis mülteci” gibi hakaretlerinin, ırkçılık olmadığına hükmetti.
2007 yılında İsviçre’nin Basel şehrinde hırsızlık
yaptığı gerekçesiyle yakalanan mülteci, herkesin
gözü önünde polisin ırkçı hakaretlerine maruz kalmış ve bunun ardından olay mahkemeye taşınmıştı.
Mahkeme polisin ırkçılık yaptığına karar vererek para
cezası vermişti. Fakat Federal Mahkeme bu kararı
bozdu. Bahsi geçen polisin sözlerinde herhangi bir
ırktan ya da etnik gruptan bahsedilmediğini gerekçe
gösteren mahkeme, polisin suçsuz olduğuna karar
verdi. Mahkeme, polis memurunun, ancak “kara domuz” ya da “pis Yugo/Yugoslav” gibi sözler sarf ettiği
takdirde ırkçı ayrımcılık yapmış olacağını belirterek
akıl almaz bir karara imza atmış oldu.
 St. Gallen Kantonuna bağlı Au-Heerbrugg’da
okullarda öğrencilerin başörtüsü takmalarını yasaklamak için bir referandum yapıldı. Referandumun
düzenlenmesindeki temel sebep, başörtülü iki Somalili öğrenciydi. Kantonda bulunan bir ilkokula
giden iki öğrenci, başörtüsü taktıkları gerekçesiyle
okuldan uzaklaştırılmışlardı. Fakat okul yönetimi,
gelen tepkiler üzerine geri adım atmış ve başörtüsü yasağına dair herhangi bir hukuki düzenlemenin
bulunmadığını belirtmişti. Bunun üzerine İslam
düşmanı söylemleriyle öne çıkan İsviçre Halk Partisi (SVP) referandum düzenleyerek okullarda başörtüsünün yasaklanmasına dair bir öneriyi halkın
oylamasına sundu. Oylamaya katılanların üçte ikisi,
SVP’nin önerisini destekledi. Buna karşın Somalili
öğrencilerin ailesi, Federal Mahkeme’de haklarını
arayacağını belirtti. Bu durumda yasağın yürürlüğe
girmesi mümkün gözükmüyor.
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
Flickr.com/ Pete Birkinshaw
©
“Müslümanlar
Anlaşma
İmzalamalı”
Danimarka’da
Helal Kesim
Yasağı
 İngiltere’de, Avrupa’nın önde gelen aşırı sağcı
ve popülist partilerinden Birleşik Krallık Bağımsızlık
Partisi (UKIP)’nin Uyum Politikaları Sözcüsü Gerard
Batten, Müslümanların şiddeti bırakıp, Kur’an’ın
bazı kısımlarını reddetmeleri gerektiğini söyledi.
Müslümanların bir anlaşma imzalayarak anayasa ve
ülkenin düzenine sadakatlarını ifade etmeleri gerektiğini söyleyen Batten, “normal ve güvenilir her
insanın” bu tarz bir anlaşmayı imzalayacağını belirterek tepki topladı. Yaklaşan Avrupa Parlamentosu
Seçimleri için Londra’nın en üst sıradaki adaylarından biri olan Batten’in bu tutumu, Avrupa’daki aşırı
sağcı akımların Müslümanlara bakışını göstermesi
açısından da örnek teşkil ediyor. Uzmanlar özellikle
seçimler sonrasında Avrupa Parlamentosu’nda güç
kazanabilecek olan aşırı sağcı partilerin Avrupa çapında yeni bir ittifak kurmalarından endişe ediyor.
 Danimarka’da yürürlüğe giren helal kesim yasağı,
ülkedeki Müslüman ve Yahudiler tarafından tepkiyle
karşılandı. Kesim öncesinde bütün hayvanların uyuşturulmasının zorunlu olduğunun belirtildiği düzenlemeye imza atan Tarım ve Gıda Bakanı Dan Jörgensen, hayvanların korunmasının dinî kurallardan daha
önemli olduğunu belirtti. Jörgensen, Müslüman ve
Yahudi ritüellerine göre kesimin etik olmadığını ve
hayvanların acı çektiğini belirtirken AB Sağlık Sorunları Komiseri Tonio Borg, Danimarka’da yürürlüğe
giren düzenlemenin Avrupa kanunlarına aykırı olduğunu ifade etti.
Böylece Danimarka, daha önce benzer yasaklara
imza atan Polonya, Norveç, İsveç ve İsviçre ile birlikte helal kesimin yasaklandığı ülkeler arasına girdi.
Öte yandan Müslüman din adamlarının hayvanların
uyuşturularak kesilmesi ile alakalı farklı fetvaları bulunuyor.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
7
©
Youtube.de /watch?v=49EpcfdZApU
Gündem
Gündem/Söyleşi
NSU Prokolleri Dile Geldi
FATMA ÇAMUR
» [email protected]
6 Mayıs 2013’te Almanya’nın en büyük yargılama süreci başladı. Nasyonal Sosyalist
Yeraltı (NSU) terör örgütüne üye oldukları sebebiyle yargılanan zanlıların verdikleri
ifadeler ve duruşmada sergiledikleri tavırlar nedeniyle çoğu zaman ciddiyetsiz bir
atmosferin hâkim olduğu dava, basında da yer aldı. Peki kaçımız davanın içeriği, sanıkların ifadeleri ya da hâkimin sorularından haberdarız? Mahkeme protokollerinin
seslendirildiği filmiyle bu eksikliği tamamlamaya çalışan Soleen Yusef ile NSU cinayetleri, davaya gösterilen ilgi ve Almanya’daki ırkçılık üzerine konuştuk.
Bu filmi çekmenizin amacı neydi?
Bu sürecin dışındaki bir vatandaş olarak filmi siyasi sebeplerle çektim diyebilirim. Olayların aydınlatılması, şeffaflık ve adaletin sağlanması yegâne arzumdu; ben de medyanın NSU
sürecine olan dikkatini sadece dijital ya da matbu yayınlarla değil, aynı zamanda işitsel-görsel
bir iletişim metodu aracılığıyla çekebilmek için
kendimi sorumlu hissettim. İnsanların akıllı
telefonlarıyla artık her şeye ulaşabildikleri bir
çağda haberleri sahih, dürüst ve yenilikçi bir
tarzda, bu yeni teknolojilerle aktarabilmek gerekiyor. Ben de bu imkânı kaçırmak istemedim
ve NSU cinayetlerine medyanın ilgisini çekebilmek için bu yolu kullandım.
Peki neden protokollerin okunması şeklinde
bir ifade metodu seçtiniz?
Gerçek mahkeme protokollerine sadık kal-
8
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
mak istediğim için bana göre en uygun olanı
belgeselin bu şekilde olmasıydı. Olayı sanatsal olarak değiştirebilecek her türlü filmsel
anlatım subjektif olacaktı. Fakat ben, mahkeme protokollerine dair şahsi bir görüşüm olmasına rağmen, bu protokolleri olduğu gibi
ve her türlü kişisel yorumdan uzak tutarak
yansıtmak istedim. Bu nedenle de bu anlatım
metodunda karar kıldım. Bu ifade tarzı belki
yoğun ve duygusal; ama diğer yandan herhangi
bir ithamda bulunulmadığı için izleyiciye kendi
yargısını oluşturma olanağı sunuyor.
Toplumun NSU sürecine olan ilgisini nasıl buluyorsunuz?
Bana göre sürece aslında bir ilgisizlik söz
konusu. NSU konusuyla yakından ilgilenen çok
az sayıda insan siyasi, hukuki ya da sanatsal
bir bakış açısına sahipler; böylece olaya daha
düzgün bakabiliyorlar. Ama bunun dışında ka-
lan diğer insanlar çok ilgisiz. Hepimiz kendi
küçük, güvenli dünyamızda yaşıyor ve toplum
ile siyasetin trajik yanlarıyla pek ilgilenmiyoruz. Bu belki de bilginin çokluğuyla alakalı.
Herkes Facebook, Twitter, bloglar ya da diğer
sosyal platformlar aracılığıyla önemli bilgilere
erişebiliyor. Bu bilgilerden önemli görülenler
belki diğerleriyle paylaşılıyor. Ama hiçbirimiz
sokaklara dökülmüyor, bu gayriinsani durumlar
için herhangi bir şey yapmıyoruz. Dizüstü bilgisayarlarımızın arkasına saklanıyor, toplum ve
siyasetin doğurduğu zulümleri internet üzerinden paylaşıyoruz. Fakat en azından bu bilgiler
bir yerlerde muhafaza edilip arşivleniyor. Ben
de bu filmi bunun için yaptım. Bütün toplumsal
gruplara ulaşır mı bilmiyorum; fakat en azından insanlık tarihinde yaşanmış bir trajediyi
belgeleyip insanlara ulaştırıyorum. Çünkü bu
sürecin ya da yargılamanın
içeriğini insanlara ulaşılabilir hâle getirmek en büyük isteğimdi.
direnler için çok ağır bir iş olduğunu söyleyebilirim.
Almanya’daki ırkçılık ve NSU süreci ile alakalı
sizin şahsi görüşünüz nedir?
Ben ırkçılığın, eğitim ve fırsat eşitliğinin eksik olduğu her yerde bulunduğuna inanıyorum.
Irkçı insanların çoğu, küçük ve nefret dolu dünyalarında yaşıyor ve geri kalan dünyaya bakma
ihtiyacı duymuyorlar. Ben bu insanların kendilerini özel hissedebilmek için bu küçük dünyaya hapsolmayı seçtiklerini düşünüyorum. Korktukları için kendilerini hapsediyorlar; bu korku
ruhlarını silip süpürmüş. Bir insan ruhunu kaybederse, bütün insanlığını ve böylece dünyayla
bağını kaybeder. Bunun sonucunda kendilerini
diğerlerinden izole eden insanlar dünyaya karşı gerçekle ilişkisi olmayan
bir bakış geliştirirler. Irkçılık
böyledir; bu bakış benim için
anlaşılmaz ve gerçek dışı.
NSU sürecine dair ise sadece şunu söyleyebilirim:
Filme tepkiler nasıl oldu?
NSU ve onun üyelerinin suçTepkiler genelde olumlu oldukları ve yargılanmaları
lu oldu. Ama en büyük bagerektiği açık. Zira kanıtlar ve
şarı filmin paylaşılması,
şahitlere dair neredeyse hiç
geniş kitlelere ulaşması ve
şüphe bulunmuyor. Açık oltavsiye edilmesi oldu. Bu
mayan şey ise Anayasayı Koda insanların konuya olan
ruma Dairesi’nin rolü ve ben
ilgisini uyandırdığımız anbunun açıklığa kavuşturullamına geliyordu. Beni en
masını istiyorum. Ben, Anaçok etkileyen ve kalbimi NSU protokollerinin seslendirildiği filme yasayı Koruma Dairesi’nin
titreten ise kurbanların yönetmenlik yapan Soleen Yusef, 9 yaşın- NSU üyelerinin 15 sene süren
dayken Irak’tan ailesiyle birlikte Almanya’ya
ailelerinin avukatları ara- iltica etti. Yusef, Baden-Württemberg Film eylemlerinin ne kadarından
cılığıyla bana belgesel için Akademisi’nde yönetmenlik eğitimi görüyor. haberdar olduğunu ve bunca
cinayetin neden gerçekleştiteşekkür etmeleri ve bu filmi oluşturduğumuz için çok mutlu olduklarını
rildiğini öğrenmek istiyorum. İçimdeki kötü bir
iletmeleriydi. Bence aileler de sürecin bu filmle
his, hukuk devletinin bilgileri benden gizlediğidaha fazla anlam kazanabileceğine inandılar
ni ve beni böylece kafa karışıklığına ittiğini söyve mutlu oldular. NSU süreci belgesel ile tekrar
lüyor. Bunun açıklığa kavuşmasını istiyorum.
tartışılmaya başlandı.
Aksi takdirde Alman yargısına ve aynı zamanda
bunca zaman, burada sürdürülen gazeteciliğe
Filmi seslendirenler, seslendirme esnasında
olan inancımı kaybedeceğim.
ne hissettiklerini sizinle paylaştılar mı?
Hepimiz çok etkilendik. Birçok defa ara vererek okuduklarımıza dikkat kesildik. O an ne
hissettiğimizi tartıştık ve birbirimize anlattık.
Özellikle yaptığımız işe verdiğimiz değer, olayların vahameti ve insanlara karşı tarafsız davranmak konusunda okunulan içeriğin getirdiği
zorluklar göz önüne alındığında bunun, seslen-
NSU davasının protokollerini www.nsu-watch.info
sitesinden takip edebilirsiniz.
Soleen Yusuf’un yönetmenliğini yaptığı “NSU Protokolle als Film” izlemek için:
http://www.youtube.com/watch?v=49EpcfdZApU
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
9
Gündem
İsviçre’deki Müslümanlar
DR. HISHAM MAIZAR*
» [email protected]
İsviçre’deki İslam; çeşitliliği benimseyen, toplumsal gelişmeleri destekleyen ve
bunları yaparken de kendi kişiliğini muhafaza eden bir orta yoldur. Bu yol, tehdit olarak değil, herkes için bir kazanım ve şans olarak algılanmalıdır.
İ
sviçre tarihine baktığımızda, miladi
906 yılında, Kuzey Afrika üzerinden
bugünkü İsviçre’nin güneybatısına
kadar ilerlemiş ve hatta bir dönem
bölgede yerleşmiş olan Müslüman bir
Arap kavmine rastlarız. Bu kavmin mensuplarına, “Müslüman” anlamına gelen “Sarazenler”
denilmektedir. Bundan, İslam’ın bu beldedeki
tarihî geçmişinin, İsviçre Konfederasyonu’nun
miladi 1292 yılındaki kuruluş tarihinden çok
daha öncesine dayandığını çıkarabiliriz.
Bugün itibariyle baktığımızda İslam’ın
İsviçre’de çoğunlukla bir göçmenler dini olduğunu tespit edebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’nın
bitmesi ve iktisadi kalkınmanın başlaması,
bölgede Müslümanların durumunu belirleyen
gelişmelerdir. Bu dönemde Türkiye’den, sonra
Balkanlar ve eski Yugoslavya’dan, çoğunlukla
iş gücü sıfatıyla yabancı veya misafir işçi gelmiştir. Hatta meşhur İsviçreli yazar Max Frisch
1965 yılında, “Biz iş gücü istedik, insanlar geldi.” ifadesinde bulunmuştur.
Bu birinci kuşak işçiler çoğunlukla kırsal
bölgelerden gelmekteydi ve geçici bir süre için
burada kalabileceklerini düşünüyorlardı. Müslüman derneklerde ve kültür merkezlerinde bir
10
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
parça “vatan” hissi bulabiliyorlardı. Bu derneklerde toplumdan uzak bir şekilde buluşabiliyor,
sevinç ve dertlerini paylaşabiliyor, birlikte ibadetlerini yapıyorlardı. Bu yaşam göze çarpmıyor ve dolayısıyla İslam ve Müslümanlar toplumda konu olmuyordu.
Ancak ikinci kuşak yetiştiğinde, dinî kimliklerine ilişkin bir şuur ve bununla birlikte ihtiyaçlar gelişti. Zamanla İslam, toplumda görünür ve fark edilir hâle gelerek devlet, toplum ve
kiliseler için ilgi gerektiren bir mesele olmaya
başladı. Bununla beraber 11 Eylül’ün tarihî bir
dönüm noktası teşkil etmesinin ardından Müslümanlar bütün dünyada şüpheli konuma düştüler. Bu durum, Almanya’daki heterojen yapıya sahip İslami cemiyetlerin, dışarıya yönelik
daha açık bir tutum sunmalarına neden olmuş,
İsviçre’de de buna bağlı bazı gelişmeler meydana gelmiştir. Doğu İsviçre’de 2003 yılında Doğu
İsviçre ve Liechtenstein Prensliği İslami Cemaatler Çatı Kuruluşu (DIGO) kurulmuştur. 2006
yılının Nisan ayında ülke çapında İsviçre İslam
Kuruluşları Federasyonu (FIDS) kurulmuştur.
Bu kuruluşla İsviçre’nin on iki kantonunda yerleşik olan İslami kuruluşlar birleşmiştir. FIDS,
170’ten fazla merkeziyle tüm İsviçre çapında
faaliyet gösteren en büyük İslami kuruluştur.
Bunun yanında İsviçre’de yaklaşık 50 merkezden oluşan İslam Teşkilatları Koordinasyonu
(KIOS) adı altında bir küçük kuruluş daha bulunmaktadır.
2006 yılının Mayıs ayında, bir yaratıcıya
inanan bütün dinî cemaatlerin temsilcilerinin
yer aldığı İsviçre Dinler Konseyi (SCR) kurulmuştur. Tüm İsviçre çapında önem taşıyan bu
kurula, FIDS ve KIOS başkanları Müslümanları
temsilen üyedirler. 2010 yılının sonundan beri
FIDS ve KIOS kuruluşları sıkı bir iş birliği içerisindedirler. Bu omuz omuza vermenin hedefi
ise, siyasal ve toplumsal alanda ortak hareket
etmek ve İslam’ın İsviçre’de yasal olarak tanınmasını sağlamaktır. Buna bağlı olarak dinî
ve din odaklı olmayan cemiyetlerle, İsviçre’nin
sivil toplumuyla ve devletin kendisiyle yapıcı
bir diyaloğun teşvik edilmesi de bu iş birliğinin
hedeflerindendir. İsviçre’de yaşayan Müslümanların belirgin çoğunluğunu temsilen orta
yolu temsil eden, yani her türlü aşırılıktan uzak
olan, müzakere eden ve İsviçre’nin hukuk ve
demokratik yapısına saygı gösteren bir İslam
teşvik edilmektedir. Böylece “İsviçreli olmak”
ile Müslüman olmanın bir çelişki ifade etmediği ortaya konulmaktadır. Diğer amaç ise, geleneklerin yaşatılması ve seküler toplumdaki
bireyselleşme temayülleri arasında meydana
gelen yeni sorunlarla baş edebilmektir. Gelecek
yıllarda bu diyaloğun devamına ilişkin bir endişenin oluşmasına gerek yoktur. Çünkü İslami kuruluşların giderek profesyonelleşmesi ve
yeni nesillerin topluma daha fazla entegre edilmesiyle diyaloğun devamı sağlanabilecektir.
İsviçre, Avrupa’da özel bir konuma sahiptir.
Avrupa Birliği’ne dâhil değildir ve doğrudan
demokrasisi ile İsviçre halkı yasama üzerinde
bir egemenliğe sahiptir. Başka bir deyişle, halkın bir kesimi veya siyasal bir
parti, örneğin 2009 yılındaki minare
inşası gibi bir talebi doğru bulmadığında buna karşı bir inisiyatifle beraber muhalefet etme hakkına
sahiptir. Halkın veya kantonun çoğunluğu bu görüşteyse, devlet, halkın iradesini kabul etmek ve
hemen uygulamaya
koymak durumundadır; ortaya çıkan
durum hükûmet
tarafından benimsenmiyor olsa dahi durum değişmez. Bu şekil bir doğrudan demokrasi uygulaması her ne kadar takdire şayan ise de bunun
bazı kesimler için bir engel teşkil ettiğini göz
ardı etmemek gerekir.
İsviçre’deki Müslümanlar olarak, Avrupa’nın
diğer kesimlerinde olduğu gibi, problemlerimiz mevcut. Kamuya ait okullarda başörtüsü
takılması, bazı Müslüman öğrencilerin okul
gezilerine katılmamaları gibi sürekli ısıtılarak
gündemde tutulan tartışmaların yanı sıra, yerel halkta kendini gösteren toplumun sözde İslamlaşması gibi endişeler bu problemlere örnek
olarak verilebilir. Bunun yanında İslam dinî cemaatlerinin henüz eyalet kiliselerinde olduğu
gibi devlet tarafından tanınmaması da vardır.
Mücadelesini verdiğimiz bu tanınma, bize örneğin kamuya ait okullarda İslam din dersi eğitimi verilmesinin kapılarını aralayacaktır. Helal
ürünlere ve helal kesime dair sorular, çözülmeyen sorunlar arasında yer alırken, Müslümanlara ait mezarlıklarla ilgili sorunların çözülmesinde olumlu bir ivme yakalandığı söylenebilir.
Müslüman cemaatler, İslam’ın buradaki yerleşik durumunu diğer dinlerle yakın ilişkiler
kurmak ve beraber çalışmak açısından tarihî
bir şans olarak görmektedir. İsviçre’deki İslam;
çeşitliliği benimseyen, toplumsal gelişmeleri
destekleyen ve bunları yaparken de kendi kişiliğini muhafaza eden bir orta yoldur. Bu yol,
tehdit olarak değil, herkes için bir kazanım ve
şans olarak algılanmalıdır.
*İsviçre Dinler Konseyi (SCR) ve İsviçre İslam Kuruluşları Federasyonu (FIDS) başkanı.
Gündem
“Müslümanlar
Kendilerini Tekrar
Tekrar İfade Etmeli.”
“Genç, Müslüman, İsviçreli...” Luzern Üniversitesi’nde gerçekleştirilen ve bu ismi
taşıyan araştırmada İsviçreli Müslüman gençlerin ülkedeki hâkim diskuru
İslamofobik bulmalarından, dernek ve camilerin kimlik kazandırıcı etkilerine
kadar pek çok konuda şaşırtıcı sonuçlar ortaya koyuluyor. Araştırma ekibinden
Andreas Tunger-Zanetti* ile İsviçre’deki Müslüman gençleri konuştuk.
RÜMEYSA AYDIN
» [email protected]
“Genç, Müslüman ve İsviçreli” ismini taşıyan
araştırmanızın sonucunda, temel beklentilerinizden farklı olan hangi sonuçlara ulaştınız?
Araştırma sonunda bizi gençlerin yürüttüğü aktivitelerin çeşitliliği şaşırttı: En güzel
ezanı okuyanın seçildiği yarışmalardan kan
bağışı kampanyalarına, iş başvuruları ile ilgili eğitimlerden Slam şiir yarışmalarına kadar; Paintball maçlarının yapıldığı, Çikolata
Müzesi’nin ziyaret edildiği geniş bir aktivite yelpazesi... İkinci olarak dikkat çeken şey,
gençlerin sahip oldukları Müslüman kimliklerini, “İsviçre’de yaşayan bir genç olmak” gerçekliği ile bir araya getirme çabalarıydı. Yine
beklemediğimiz üçüncü şey, gençler için İslam hakkındaki olumsuz söylemlerin ne kadar
önemli olduğu, bunların onları ne kadar incittiği ve topluma İslam’ın değişik bir yüzünü
göstermek için gösterdikleri çabaydı.
Çalışmanızdan hareketle İsviçreli Müslüman
gençleri nasıl tanımlarsınız? Bu toplumsal grubun özellikleri nelerdir?
Çok basit bir ifade olacak belki ama: Onlar da gayet normal gençler. Birçoğu küçüklüğünden itibaren burada yetişmiş ve dolayı-
12
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
sıyla kendilerini İsviçre toplumunun tabii bir
parçası olarak görüyorlar. Tıpkı Müslüman
olmayan gençlerde olduğu gibi, ailelerinden
bağımsız yaşayabiliyorlar; “cool” buldukları
idolleri, sevdikleri oyun ve spor dalları aracılığıyla yaşıtlarının arasında bir çevre arıyorlar.
Müslüman olmayan gençler arasında olduğu
gibi, bu kesimin de küçük bir bölümü dinine
bağlı gençlerden oluşuyor; büyük çoğunluğu
dinî vecibelerini kısmen yerine getiriyor. Müslümanlar için farklı olan tek durum, gençlerin,
dinlerini görünür bir biçimde yaşadıklarında
çoğunlukla İslam’a karşı esen toplumsal bir
rüzgârla karşılaşmaları oluyor.
Müslüman gençler İsviçre toplumuna ne tür
bir katkı sağlıyor?
Araştırmamızda cami çevresindeki ve herhangi bir yere bağlı olmayan gençleri ele aldık. Gençlerin cami çevresine takılmalarında
yatan sebep, bu çevrenin hoşlarına gitmesi
ve kendilerine bir şeyler kazandırıyor olması.
Dinleriyle yakından alakadar olabildikleri bu
grup içinde, dünyadaki konumlarına ve günümüz İsviçre’sinde dinin önemine dair kişisel
bir pozisyon geliştiriyorlar. Bu durum, toplumun gelişmesine dolaylı bir katkı sağlıyor;
fakat bence bu, en az, Müslüman
gençlerin de katıldığı hayır çalışmaları kadar önemli.
Müslüman gençler arasında
yaygın olan organizasyon yapıları
sizce uyumun mu, yoksa paralel
toplumun mu göstergesi? Gençlerin organize olmasının ardındaki
fırsat ve tehlikeler nelerdir?
Organizasyon, diğer genç gruplarda olduğu gibi Müslüman gençler arasında da oldukça zayıf. Gerçi gençler çabucak kaynaşıp bir
şeyler oluşturabiliyorlar: Bir dernek, internet
sayfaları ya da bir buluşma gibi... Ama süreklilikte sorunlar meydana geliyor. Bir cami cemaatinden etkin bir yönetici ya da bir-iki faal üye
evlenecek olsa ya da eğitim ve iş gibi sebeplerden ötürü başka bir yere taşınsa, bütün çalışmalar sekteye uğrayabiliyor. Bunun yanında
Müslüman gençlerin katıldığı gruplar yalnızca Müslümanlara yönelik olsa da herhangi bir
dışlanma yaşanmıyor. Okul ve iş yerlerindeki
günlük hayatlarında Müslüman gençler, Müslüman olmayan çevreleriyle normal bir ilişki
içinde oluyor. Bir şeyler başarmak istiyorlar;
ama bu, toplumda ancak işbirliğiyle mümkün,
kendi kabuğuna çekilmek çözüm değil.
İsviçre Müslümanları herhangi bir devlet
yardımı veya toplumsal bir destek alıyorlar mı?
Ya da şöyle soralım: İsviçre’de Müslümanlar kabul görüyor mu?
Devlet ya da toplum “Müslümanları” desteklemiyor. Böyle bir görevleri de yok. Devlet
makamları, genel anlamda hangi dine mensup olursa olsun ayrımcılığa maruz kalanları
destekler; sıkça ayrımcılıkla karşılaşan Müslümanları desteklemek de bunun içindedir.
Müslüman dernekler ile kilise gibi gayrimüslim organizasyonlar bazen ortak çalışıyor. Kabul ve tanınma ise toplumsal çalışmayla elde
edilir. Anlaşılmaz, kötü, ayrımcı ya da bir şekilde problemli de olsa oy hakkı olan insan-
ların kendilerinin karar verebildiği doğrudan
demokrasilerde, azınlıklar, halkın bir gün doğru karar verebileceğini bekleyemeyeceklerine
göre, kabul görmek için daha fazla çaba göstermelidirler.
İsviçre’deki güncel siyasî gelişmeler; mesela
minare yasağının halk oyuyla kabul edilmesi ve
göçmenlere getirilen kısıtlamalar, toplumda İslam karşıtı eğilimlerin var olduğunu gösteriyor.
Bunun nedeni nedir ve Müslümanlar buna karşı
ne yapabilirler?
İslam,
batı
Avrupa
toplumlarının
“diğerleri”ne ve aynı zamanda genel olarak
dine yaklaşımını yansıtan; bu toplumların
“kendi”lerini ve “Avrupa”yı tanımlamaya çalıştıkları bir zemin. Bu tartışmanın aktörleri,
Müslümanlarla ya da Müslümanların düşünceleriyle hiç mi hiç ilgilenmiyor. Müslümanlar bu durumda ne yapabilir? Bence, Müslümanların kendilerini mağdur hissetmeleri ve
böyle lanse etmelerinin herhangi bir getirisi
yok. Sabırla, tekrar tekrar kendi bakış açılarını
ifade etmeleri ve toplumda -bu bir itfaiye bile
olsa- aktif olarak yer almalarının getirisi bana
kalırsa daha fazla.
“Genç, Müslüman, İsviçreli” (“Jung, muslimisch,
schweizerisch”) isimli çalışmaya http://www.unilu.
ch/deu/publikation_1168660.html adresinden ulaşabilirsiniz.
*İslam Bilimcisi, Doğu Dilleri ve Genel Tarih uzmanı olan
Dr. Andreas Tunger-Zanetti, Luzern Üniversitesi’ndeki Din
Araştırmaları Merkezi’nin koordinatörlüğünü yapmaktadır.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
13
Gündem Yorum
Gündem/
Avrupa Birliğinin İsviçre
Avrupa Birliği yine tarihinin en zor
sınavlarından birini veriyor. Zira
Avrupa’nın en güçlü ekonomilerinden biri olan İsviçre, kısa bir süre önce
gerçekleştirdiği referandumla Avrupa
Birliğinin temel prensiplerinden biri
olan serbest dolaşım hakkına ülkesinde kısıtlama getirme kararı aldı.
Avrupa Birliği yetkilileri ise yasanın
yürürlüğe girmesi hâlinde İsviçre’nin
de taraf olduğu AB istihdam politikaları ile ilgili sorunlar yaşanacağı
görüşünde.
ENES BİLGİLİ
» [email protected]
14
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
İ
sviçre’de Avrupa Birliği (AB) ülkelerinden gelecek göçmen sayısını sınırlayan yasal düzenlemenin 9 Şubat’ta
halk oyuna sunularak kabul edilmesi
AB ülkelerini derinden sarstı. Aşırı sağcı popülist İsviçre Halk Partisi
(SVP)’nin girişimiyle düzenlenen referanduma katılan İsviçrelilerin yüzde 50,4’ü ülkeye
her yıl giren göçmen sayısının belli bir kota
dahilinde düzenlenmesi lehine oy kullandı.
Her yıl yaklaşık 80 bin göçmenin giriş yaptığı İsviçre’de, 1960’lardan bu yana en büyük
nüfus artışının yaşandığını belirten İsviçreli yetkililer, ülkeye giren yabancı sayısını
kontrol etme uygulamasının Amerika Birleşik Devletleri ve Avusturalya gibi gelişmiş
ülkeler tarafından çoktandır uygulanan bir
pratik olduğunu söyleyerek yasayı savunurken, kimi İsviçreliler ise çıkan sonucun İsviçre açısından sıkıntı yaratacağı ve göçmen
işçilere kapısını kapatan İsviçre’nin iş gücü
sıkıntısı çekeceği görüşünü savunuyor.
İsviçre, AB üyesi olmamasına rağmen imzalanan pek çok anlaşma ile birliğe sıkı sıkıya
bağlı. Nüfusunun yüzde 23’ünü yabancıların
teşkil ettiği İsviçre ile AB arasında 1999 yılında imzalanan Serbest Dolaşım Anlaşması, AB
ile imtihanı
vatandaşlarının İsviçre’ye herhangi bir engelle
karşılaşmadan seyahat etmelerini ve yerleşmelerini mümkün kılıyor. Fakat referandumdan
çıkan kararla İsviçre’nin, AB ile imzalanmış
olan ikili anlaşmaları tehlikeye attığı ve bunun
var olan tüm diğer anlaşmaların da yeniden
sorgulanmasına yol açacağı ifade ediliyor.
Karara tepki gösteren Almanya Dışişleri
Bakanı Frank-Walter Steinmeier, alınan kararı
eleştirerek, Avrupa’nın en özgürlükçü ülkelerinden biri olan İsviçre’nin son yıllardaki ekonomik başarılarında göçmenlerin büyük payı
olduğunu, dolayısıyla bu kararla ülkenin kendi
çıkarları aleyhine bir adım atıldığını ileri sürdü.
Öte yandan, sadece AB’de değil, İsviçre’de de
endişe ve belirsizliğe yol açan referandumun
sonucu, Heinz Christian Strache, Geert Wilders
ve Marine Le Pen liderliğindeki Avrupa’nın popülist sağcı partileri tarafından ise memnuniyetle karşılandı.
Bilhassa Avrupa’nın en zengin ülkelerinden
biri olan İsviçre’nin kendini AB’den uzaklaştırmak istemesi Avrupa’nın içine düştüğü çıkmazın boyutlarını gün ışığına çıkarıyor. Avrupa
Komisyonu Başkanı José Manuel Barosso, referandumdan çıkan karara dair yaptığı açıklamada serbest dolaşım prensibinin pazarlığa açık
olmadığının altını çizdi. Avrupa Parlamentosu
Başkanı Martin Schulz ise meselelerin mantık
çerçevesinde tartışılmak yerine insanların iç
güdülerine başvurularak çözümlenme yoluna
gidilmesinin doğru olmadığını ve İsviçre’nin bir
yandan AB serbest pazarından yararlanırken diğer yandan serbest dolaşımı engelleyici bir karar alarak sorumluluktan kaçan bir tutum sergilemesinin kabul edilemez olduğunu belirtti.
Brüksel’i asıl kaygılandıran, İsviçre’nin bu
tutumunun bir Meksika dalgasına dönüşüp birliğin ekonomi politikaları ve kriz yönetiminden
memnun olmayan diğer üye ülkelere de sıçrayarak AB’de daha büyük bir krize kapı aralaması. İsviçre’nin bu talebinde yalnız olmadığı,
aynı şekilde İngiltere, İtalya ve Fransa’nın da
AB’den gelebilecek göçe benzer bir sınırlama
getirmeyi düşündükleri uzun süredir biliniyor. Brüksel, İsviçre’deki bu gelişmelerin bilhassa göç kotası uygulamasına sıcak bakan
İngiltere’ye sıçramasından endişe ediyor. Zira
İngiltere, uzun süredir AB ile yapılan anlaşmaların ve ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesini yüksek sesle dile getiriyor. Birkaç ay önce İngiltere Maliye Bakanı George Osborn bir basın
toplantısında AB’nin kendini değiştirmemesi
hâlinde İngiltere’nin birliği terk edebileceği
mesajını vermişti.
Bu tartışmaların üzerine söz konusu referandumla yeniden gündeme gelen serbest
dolaşım meselesi, “Avrupa Birliği çatırdıyor.”
yorumlarına neden oldu. Bu durumda Avrupa
Birliği’ne iki seçenek kalıyor: Birincisi, İsviçre’deki referandum sonucunu sineye çekerek,
böylece diğer Avrupa ülkelerinin de benzer
adımlar atmalarına zemin sunmak ve temel
prensiplerinden birini tartışmaya açmak; ikincisi ise, kuruluş prensiplerinin arkasında durarak İsviçre ve benzer adımlar atan Avrupa
ülkeleri ile var olan ikili anlaşmaları yeniden
gözden geçirmek. Her iki ihtimalde de bu çıkmazın, ekonomik krizi atlatamamış Avrupalıları son senelerde Avrupa’da varlıkları hissedilen
sağcı popülist partilerin politika ve propagandalarına yönlendireceği aşikâr.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
15
Gündem Yorum
Gündem/
“Cinsel Çeşitlilik”
ve Müslümanlar
İLKNUR KÜÇÜK
» [email protected]
“Çocuklarımız eşcinsellik hakkında ders mi görecekler?” Almanya ve Fransa’daki Müslüman velilerin son birkaç ayda baş etmek zorunda kaldıkları sorulardan bir tanesi de bu. Okullarda cinsel çeşitlilikle alakalı derslerin gündeme
gelmesi, Müslümanlar açısından cevaplandırılması gereken soruları daha da
görünür kılıyor.
Lezbiyen, gey, biseksüel ve transgender
(LGBT)... Müslümanlar olarak bu tarz kavramlardan ve bu kavramların kullanıldığı
tartışmalardan bilinçli bir şekilde kaçtığımız
düşünülür. Bu kaçınma, belki farklı cinsel yönelimlerin toplumsal alanlarda görünür olmadığı ülkelerdeki Müslümanlar için sürdürülebilirdi. Fakat Avrupa’da yaşayan Müslümanlar
olarak bu tartışmalardan kaçınmamızı engelleyen başka gelişmeler oldu: “Gender Mainstreaming” tartışmalı birtakım siyasi girişimlerle de olsa gündemimize girdi; hatta 1995’te
Birleşmiş Milletler’in Pekin’de düzenlediği
Dünya Kadınlar Konferansı’nda resmî siyasi
programa dahil edilirken, 1999’da Amsterdam
Anlaşması ile tüm Avrupa Birliği ülkelerinde
hukuki bağlayıcılığa kavuştu. Öte yandan “homofobik” olarak damgalanmanın karaborsaya
düşmediği, bilakis mümkün olan her ortamda
muhatabın savunduğu fikri geçersizleştirmek
için kullanıldığı Avrupa’da, bu kavramlara
Müslümanların bakışı zaten sıkça dile getiriliyordu. Yani gıyaben de olsa İslam’ın farklı cinsel yönelimlere bakışı Müslümanların dahil
olmadığı tartışmalarda da seslendiriliyordu.
16
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
Durum böyleyken, Almanya’da “Cinsel Çeşitliliğin Kabulü” isimli ders müfredatının,
Fransa’da ise “Eşitliğin ABCD’si” isimli dersin
okullarda işlenmesi meselesi yıllardır kaçınıp
durduğumuz bu tartışmayı kucağımıza bırakıverdi. Şimdi Müslüman ebeveynler olarak, çocuklarımızın, “Bugün okulumuzda bir homoseksüel bize kendi yaşamını anlattı.” şeklinde
başlayan cümleleriyle yüzleşme ihtimaliyle
karşı karşıyayız.
“Gender Mainstreaming” Nedir?
Cinsiyetler arasındaki eşitsizliklerin her
türlü toplumsal alanda giderilmesi anlamına
gelen “Gender Mainstreaming”, Avrupa politikalarında, dolayısıyla Avrupa Birliği’ne üye
tüm ulus devletlerde siyasi politika hâline getirilen bir kavram. Kavram ilk etapta, “kadın
ile erkek arasındaki eşitsizliğin giderilmesi”
olarak algılansa da, aslında cinsiyet teorisyenlerinin, herkesin mutabık kalabileceği bu amacı aşan bazı ön kabulleri var. Örneğin hâkim
tartışmada, cinsel kimliğin seçilebilir bir kavram olduğu, dolayısıyla kadın ya da erkeğin
biyolojik ya da sosyal cinsiyetlerinin kişinin
kendi yönelimine/tercihine göre şekillenebileceği belirtiliyor. Elbette cinsiyetin, biyolojik
ve sosyal olarak ayrı değerlendirildiğini yinelemekte fayda var: Buna göre insanların doğuştan edindikleri ve yetişme tarzıyla toplum
içerisinde kazandıkları olmak üzere iki cinsiyeti bulunuyor. Cinsiyet teorisyenleri kadın ya
da erkek olmanın her hâlükârda kişinin kendi
yönelimlerine kaldığını iddia ediyor.
Almanya’da Baden Württemberg Eyaletinde patlak veren tartışma tam da bu anlayışın muğlaklığı üzerine ortaya çıktı. Eyalette
“Cinsel Çeşitliliğin Kabulü”nün 2015 eğitim
müfredatında ağırlıklı tema olacağının ilan
edilmesi üzerine düzenlenen imza kampanyasında müfredata karşı 192 bin imza toplandı. Eyalet Hükümetinin koalisyon ortağı olan
Yeşiller Partisi, farklı cinsel yönelimlerin normal kabul edilmesinin doktrin hâline getirilmesine karşı imza atanların homofobik olduğunu iddia etse de imza kampanyasında dile
getirilenlere yakından bakmakta fayda var:
LGBT bireylerinin ayrımcılığa maruz kalmasının engellenmesi isteğinin haklı bulunduğu
kampanyada, farklı cinsel tercih ve pratiklerin
okullarda normal olarak yansıtılmasının pedagojik, ahlaki ve ideolojik bir “yeniden yetiştirme” tarzı doğuracağı ifade ediliyor.
Fransa’da ise “Eşitliğin ABCD’si” dersi adı
altında cinsiyet farklılıklarının tamamen göz
ardı edileceği ve -ensest ve çok eşlilik hariç- her türlü cinsel yönelimin “normal”
olarak sunulacağı iddiaları velilerin tepkisini çekti. Ocak ayında sosyal medya
ve SMS’ler üzerinden örgütlenen veliler, dersin uygulandığı pilot okullarda
okuyan çocuklarını okula göndermediler.
Millî Eğitim Bakanlığı, okullarda cinsiyet
teorisinin değil, cinsiyet eşitsizliğinin
anlatılacağını ifade etse de, ülkede
tepkiler devam ediyor.
Her iki ülkedeki Hristiyan cemaatler, çocukların cinsel kimliklerini aradıkları bir dönemde etkilenmemesi gerektiğini söyleyerek
ders müfredatına karşı çıkıyorlar;
fakat onlar da “homofobik” olarak damgalanmaktan kurtulamıyorlar.
Müslümanlar olarak tartışmaya bir şekilde dahil olmadan önce
cevaplandırmamız gereken çok soru var:
“Cinsel Çeşitliliğin Kabulü” Müslümanlar
için ne ifade ediyor? Baden Württemberg’te
ders müfredatının kabul edilmesi durumunda
Müslüman öğrenciler, kendi inançlarının “yasak” addettiği bir “yönelim”e karşı hangi bakış
açısını geliştirmek zorunda kalacaklar? İnançları ile sosyal gerçeklik arasında kalan Müslümanlar, kendi inançlarını siyasi programlarla belirlenmiş bir “üst kültüre” göre yeniden
düşünmek zorunda mı kalacaklar? Her şeyden
önce farklı cinsel yönelimleri olan insanların
bu yönelimlerinin “normal” olduğunun vurgulanmasının ardından Müslümanlar İslam’ın
temel prensipleri ile evrensel hukukun sunduğu “eşitlik” ilkesi arasında nasıl bir denge
kurabilecekler? Farklı cinsel yönelimlere sahip bireylerin temel haklarını savunmak ile
bu hayat tarzlarını teşvik etmek arasında çok
mu ince bir çizgi var? Bu sorular, Almanya ve
Fransa’daki tartışmadan bağımsız olarak da
cevaplandırılması gereken sorular iken, mevcut tartışma, bu sorulara cevabı biraz daha
hızlı bir şekilde vermeyi gerektiriyor. Fakat
Müslümanların, inançlarından referanslarla
katıldıkları tartışmalarda “Avrupa değerlerine
aykırı” olmakla itham edilmeleri geleneği, bu
tartışmalara Müslümanların katılımını daha
da zorlaştırıyor.
M A R T 2014 • S AY I 229
Almanya ve Fransa’da
okullarda verilmesi
planlanan “cinsel çeşitlilik” dersleri yeni bir
tartışmanın da fitilini
• PERSPEKTİF
17
ateşledi.
Dosya
Bilemediğimiz
Etnosentrizm
HERKÜL MILLAS*
» [email protected]
Bazı eksikliklerimizi görür ve biliriz. Örneğin, miyop olduğumuzu, topalladığımızı, topluluk önünde konuşmaktan utandığımızı biliriz. Ama öyle eksiklikler
vardır ki hemen hemen hiçbirimiz göremeyiz; ön yargılarımızı, ikiyüzlülüğümüzü, akılsızlığımızı, çifte standartlarımızı, kalıp yargılarımızı, fobili ve paranoyak
olduğumuzu göremeyiz. Ön yargıları bilgi gibi algılarız; çifte standardı, “O
durum farklı.” mantığı ile geçiştiririz; hastalıklı fobi ve paranoyalarımızı gerçek
tehdit olarak görürüz.
Kusurlarımızın bir kısmını “işimize gelmediği” için görmeyiz; çünkü kusurumuzu kabul
etmek bizi mutsuz kılar. Herhalde insanlık tarihi
boyunca, “Ben içten pazarlıklı, ikiyüzlü biriyim.”
cümlesi hiç dile getirilmemiştir. Ama bunun yerine, “Sen ikiyüzlü birisin.” cümlesi bolca duyulur. Yani bazı kusurları yalnız “ötekilerde” görürüz. Bu konuda en güzel sözü bundan iki bin altı
yüz yıl önce yaşamış olan Ezop söylemiştir: “İnsanlar iki heybe taşır. Öndekine ötekinin kusurlarını koymuşlardır, arkalarına astıkları heybeye
de kendi kusurlarını.” Görmek istemediğimiz
kusurlar işte bu arkamızda kalanlardır.
Bir de “göremediğimiz” için var olan kusurlarımız vardır; bunları gördüğümüzde yok olurlar.
Eğer biri ön yargılı olduğumuzu bize anlatır ve
bizi bu alanda ikna ederse –ki bu hiç de kolay
bir iş değildir– o an biz ön yargıyı aşmış olaca-
ğımızdan ön yargı da yok olmuş demektir. Biz
bir şeyleri “bildiğimize” inanırız; oysa başkaları
bizim bu konuda “ön yargılı” olduğumuzu görür.
Kısacası her birimizin göremediği, bilemediği,
kuşkusunu bile duymadığı ön yargıları var demek istiyorum.
Etnosentrizm (ulusmerkezcilik) de ön yargı
gibidir; yalnızca karşı tarafta görülür, “kendimizde” görülmez. Ulusmerkezciliği öğrencilerime anlatırken empati kavramını da birlikte ele
alırdım. Bu iki kavram birbirlerinin tersi gibidir.
Etnosentrizm, karşı tarafa, karşı taraftaki insan
ve toplumlara “bizim”, yani ailemizin, çevremizin, cemaatimizin, köyümüzün, yurdumuzun
gözüyle bakmak ve onları, yani “ötekileri” ona
göre algılamak ve değerlendirmektir. Empati ise
tersine, kendimizi karşı tarafın yerine koymaya
çalışmak ve dünyaya onun gözüyle bakmaktır.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
19
Flickr.com/nSeika
©
Dosya
İnsanlara Empati ile Değil, Etnosentrizm ile
Yaklaşırsak Ne Olur?
Farklı olan bize tuhaf, anlaşılmaz, normalin
dışında görünür. Bunun yanında, “öteki” giderek
bize olumsuz da görünmeye başlar; davranışları acayip, hatta kaba ve çirkin görünebilir. Giyimi zevksiz sayılır. Aile içi tutumu bize ahlaksız
görünür. Yedikleri yemekler tatsızdır –“Nerede
bizim güzel yemeklerimiz!” Para harcama biçimi cimrilik gibi algılanır. Dobra konuşması
yüzsüzlük, terbiyeli konuşması yapmacık gibidir. “Öteki”nin sporu bile aptalca gelir bize. Biz
kendi bildiğimizi normal ve güzel görürüz. “Ötekini”, son yıllarda moda olan terimle söylersek
“ötekileştiririz.”
Fakat bunları düşünürken “ötekine” haksızlık
etmekle kalmıyoruz, aslında kendimize de kötülük ediyoruz. Farkında olmadan en başta kendimizi uzaklaştırıyor, yalnızlaşıyoruz. Dostlarımız
azalıyor; hasım ve hatta düşmanlar çoğalıyor.
Bu düşmanları biz kendimiz, etnosentrizmimiz
yaratıyor. İçimize kapanıyoruz; çevremizden
uzaklaşıyoruz. Zamanla bu yalnızlık bizi aşağılara çekiyor: Yabancı düşmanı, kuşkulu, güvensiz bir kişilik ediniyoruz.
Ve etnosentrizmin ikinci kötü ayağı devreye
giriyor: “Bizden” olmayan insanları aşağı görmeye, “bizim” olan her şeyi göklere çıkarmaya
başlıyoruz: Bizim yaşam biçimimiz, görgümüz,
geleneklerimiz, ahlakımız övülmeye başlanıyor.
Kendini beğenmişlik gelip insanın içine yerleşiyor: “Bizim gibisi yoktur!” Artık düzelmemize, iyileşmemize, ileriye doğru yol almamıza da
gerek kalmamıştır; nasıl olsa “biz” en iyi olanız.
İşte etnosentrizm böyle bir dünya yaratır: Kibirli ve hasmane. Bu dünya hoşgörüsüz, güvensiz,
kavgalı ve mutsuz bir dünyadır. Bu dünyayı seçmiş kimseler zenginliklerden yararlanamaz. Yaşam biçimlerinin güzelliklerine yabancı kalırlar
ve kendi dar dünyalarının yoksulluğunda yaşarlar. Farklı renkleri hiç yaşamadan biter ömürleri.
Etnosentrizmin bedeli de bu olur.
Bunları anlatmakla da pek mesafe kat edilmez. Çünkü hiçbirimiz ulusmerkezci olduğumuzu göremeyiz. Örneğin, karşı tarafı haksız
bir biçimde “pis” saydığımızı görmeyiz; karşı
tarafın gerçekten pis olduğunu görürüz. Bu çıkmazı aşmak, hatta bunu insanlara göstermek
bile zordur.
20
©
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
©
Flickr.com/abbilder
Flickr.com/collection of old photos
Flickr.com/ean-Louis POTIER
©
E
©
Flickr.com/Gusjer
tnosentrizm, bir kişinin diğerlerini, kendi etnik grubunu veya kültürünü merkeze
alarak değerlendirme tutumu
şeklinde tanımlanabilir. Pek çok ön
yargı ve stereotipin kaynağını oluşturan bu değerlendirme, genellikle,
diğerlerinin olumsuz bir tarzda nitelendirilmesiyle sonuçlanmaktadır.
Etnosentrik kişi, başka gruptan olanları, kendi grubunun kültürel kabullerinden ve değerlerinden hareketle,
dolayısıyla tarafgir bir şekilde yargılar. Bunun altında kendi doğrularının
herkes için geçerli olduğu fikri vardır
ve bununla tutarlı olarak, bu doğrulara sahip olmayanların ya da uymayanların geri veya aşağı oldukları
sonucuna varır. (Nuri Bilgin, Sosyalpsikoloji Sözlüğü)
Sınıfta öğrencilerime, on yıl yaşamak fırsatını bulduğum Arabistan’da pek çok insanın çatal bıçakla değil, elle yemek yediğini anlatırdım.
Kasıtlı olarak bu yemek biçimini tiksindirici
göstermeye çalışırdım. Örneğin derdim ki, “Çölde yaşayan Araplar pilavı avuçlarına alırlar, bastırırlar, lokma yapıp yutarlar. Bu arada pilavın
yağları bileklerinden dirseklerine akar. Terbiyeli
olmaya çalışan bu bedeviler avuçlarında lokmaya çevirdikleri pilavı benim tabağıma bırakırlardı, yemem için.” Öğrencilerimin içlerinin iyice
kalkmasını sağladıktan sonra, “Şimdi de aynı
durumu onların gözünden görelim, bakalım
onlar sizi nasıl görüyor?” derdim ve şunları anlatırdım: “Batı dünyasının yemek adabına göre
çatal bıçak kullanılır, ama ekmek mutlaka elle
yenir. Şimdi o beğenmediğiniz Arapların ne gördüğünü düşünün. Bizler bütün gün otobüste ellerimizi her yana değdiririz, yüzlerce elin değdiği paraları alıp veririz, bütün kapı tokmaklarına
el atarız, bir sürü insanla el sıkıştıktan sonra da
masaya oturur ekmeği elimize alırız. Bu tür bir
yemek yeme biçimi Araplar için iğrençtir. Çünkü
onlar yemekten hemen önce ve sonra mutlaka
ellerini yıkarlar. Yani aslında ‘onlar’ temiz elle
yerler, siz pis ellerinizle yersiniz ekmeği. Şimdi
kimin için bulanmalı içimiz?”
Kendi gerçeğimizi tek gerçek olarak görmektir etnosentrizm. Hoşgörüsüz bir körlüktür.
Oysa “gerçekler” pek çoktur. Herkesin kendine
ait bir gerçeği olduğunu otoriter kimselerin kabul etmesi kolay değildir; onlar doğru bildiklerini herkese kabul ettirmeye çalışırlar. Bundan
dolayı bu okuduklarınız hoşunuza gitmediyse,
unutun gitsin! Yok, etnosentrizmden kurtulmak
istiyor, ama görünmeyen etrosentrizminizi tespit edemiyorsanız, beğenmediğiniz, kuşku ile
baktığınız kişilere karşı dikkatli olun; bir ihtimal
ön yargılarınız devrededir! Bu durumda “öteki”
ile diyalog kurun, kuşkularınızı ve beğenmediklerinizi açık sözlülükle dile getirin, derdinizi “öteki”ne anlatın, ona sorular sorun. Ondan
kaçmayın. Göreceksiniz, bambaşka bir dünya ile
karşılaşacaksınız. Beğenmediğiniz “öteki”nin
dünyası da sizinki gibi zengin ve güzeldir.
*Ankara Üniversitesi Yunan Dili ve Edebiyatı bölümünün
kurulmasına öncülük eden Herkül Millas, “öteki” ve ulusal
kimlikler üzerine çalışmalar yapmakta, Türk-Yunan ilişkileri
ve Türkiye gündemiyle alakalı makaleler yayımlamaktadır.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
21
Dosya
İslam’ın
Etnosentrizme Bakışı
PROF. DR. ŞINASI GÜNDÜZ*
» [email protected]
Etnik kimlik siyasetinin giderek yaygınlaştığı ve belirli bir etnik kimliği merkeze alarak
diğerlerine yönelik ırkçı, dışlayıcı tutumları benimseyen politik yapıların güç kazandığı günümüzde, İslam’ın etnosentrist düşünceye karşı öğretileri büyük önem taşıyor.
Etnosentrizm (ya da etnosentrisizm); insanın hayat felsefesini etnik kimlik merkezli olarak
inşa etmesidir. Düşünce ve davranışların belirlenmesinde belirli bir etnik kimliğin ya da yapının belirleyici bir değer olarak kişi veya toplum
yaşamında ön plana çıkması, etnik kimlik temel
alınarak sosyal çevreyle ilişkilerin düzenlenmesi temayülüdür. Etnosentrik dindarlık ise kişinin
din ve dinî yaşam algısının etnik temele dayalı
olarak şekillenmesidir.
Etnosentrik dindarlığın temellerini, etnik
kimliğe yönelik bir ilahi seçilmişlik ya da diğerlerinden üstünlük fikrinde aramak gerekir. Hangi
inanç sistemine bağlı olursa olsun dünya genelinde birçok kişi ya da sosyal grup, mensup olduğu etnik aidiyeti düşünce ve davranışlarında belirleyici olarak görmekte ve etnosentrik dindarlık
anlayışını gerektiğinde kendi dinî kaynaklarından ve değerlerinden hareketle -bu kaynaklar
ve değerler gerçekte buna imkân vermiyor olsa
bile- temellendirme/meşrulaştırma yoluna gitmektedir.
“Allah’ın dini” olarak İslam, insandan Allah’ın
mutlak birliğini ve O’nun iradesini yaşamının
merkezine almasını ister. Bu bağlamda İslam
inancında “tevhid” olarak adlandırılan öğreti,
hayata Allah merkezli olarak bakmayı, Allah’ın
iradesinin beyanı olarak Kitabullah’ı her inanç,
düşünce ve davranışın temel referansı olarak kabullenmeyi ifade eder. İslami öğreti, inananların
tabi oldukları etnik kimlikler de dahil her durumu
dinin temelini oluşturan tevhid öğretisi doğrultusunda açıklar. Bu bağlamda İslam, etnik kimlikleri insanın var oluşuna yönelik bir gerçeklik
22
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
olarak kabul etmekle birlikte, bunu insanın sosyal ilişkilerinde belirleyici bir farklılık olarak görmez; etnik ve soy farklıklarının yalnızca insanlar
arasında bir “tanışma” aracı olduğunun altını çizer. Allah katında üstünlüğün ise, ancak Allah’a
itaat yoluyla yakınlaşmanın ifadesi olan takva ile
olduğunu vurgular: “Ey insanlar! Şüphe yok ki,
biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı
gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah
hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.”
(Hucurât suresi, 49:13) Burada Kur’an’ın kullandığı “taarruf”, yani birbirini anlama ve tanıma
kavramı oldukça önemlidir. Bu kavram insanların
etnik ve soy farklılıklarının yok edilmesi gereken
hususlar değil, birbirini anlamaya ve tanımaya
yönelik bir zenginlik olduğuna işaret etmektedir. İslam etnosentrizme ve yol açtığı kabilecilik,
kavmiyetçilik, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi
hastalıklara karşı olanca gücüyle mücadele etmektedir. Bu bağlamda İslami kaynaklar Arap’ın
Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap’a herhangi bir üstünlüğünün olmadığını vurgulamakta; ırk, renk ve cinsiyet ayrımının insanlar arası
ilişkilerde belirleyiciliğini reddetmektedir.
İslam’ın bu temel yaklaşımına rağmen günümüzde etnik kimlik siyasetiyle sosyal tutum ve
davranışlarda etnosentrik yaklaşımların çeşitli
İslam toplumlarını da bir virüs gibi istila ettiğini görmek gerçekten üzücüdür. Müslüman halkların tevhid merkezlilikten etnosentrizme nasıl
ve neden evrildiği sorusu, üzerinde durulması
gereken ciddi bir problem olarak karşımızdadır.
İslami kaynakların kavmiyetçiliği ve ırkçılığı
mücadele edilmesi gereken hastalıklar olarak
tanımlamasına rağmen etnosentrik yaklaşımlar,
kimi dinî argümanlarla âdeta meşrulaştırılmaya
çalışılmakta ve etnosentrizmi esas alan bir dindarlık tipolojisi üretilmektedir. Hatta belirli bir
etnik kimliğin yüceltilmesine yönelik dinî referansların üretilmesinde bir beis görülmemektedir. Bu konuda Araplar, Türkler ve benzeri etnik
unsurların faziletlerini belirtmek üzere üretilmiş
birçok literatürün tarihte ortaya çıktığını hatırlamak yeterli olacaktır.
Etnosentrik dindarlık anlayışının gündelik
hayatta sosyal davranışlara yansıması, en basit
örneğiyle, farklı etnik aidiyete sahip olanları dışlama şeklinde tebarüz etmektedir. Bu ötekileştirme bağlamında gündelik yaşamda kişi, komşuluk
ve arkadaşlık ilişkilerinden akrabalık tesisine ve
sosyal-siyasal birlikteliklere kadar, farklı etnik
kimliklere karşı dışlayıcı bir tutum izlemektedir.
Öyle ki özellikle çok kültürlülüğün daha görünür
olduğu toplumlarda farklı Müslüman toplulukların her biri âdeta kendi gettosunu oluştururak
birbirinden uzaklaşmaktadır. Hatta Müslümanların azınlık olarak yaşadıkları toplumlarda bile
Müslüman cemaatlerin, sahip oldukları camileri,
mescitleri, sivil toplum kuruluşlarını ve benzeri
sosyal yapıları yalnızca ait oldukları mezhep ve
dinî meşrep bağlamında değil, etnik temelle de
birbirinden ayrıştırdıkları, daha da kötüsü birbirlerini âdeta rakip olarak gördükleri bilinmektedir.
Etnosentrik dindarlık anlayışı, Müslümanlar
arası ilişkilerde ümmet bilincinden ziyade ulus/
kavim merkezli bir anlayışı ön plana çıkarmaktadır. Bu anlayış, ulusal aidiyeti vurgulayan bir
din yorumunu üretmekte ve dolayısıyla “Arap
İslam’ı”, “Türk İslam’ı” gibi İslam’ın evrenselliğine aykırı din algılarının oluşmasına imkân sağlamaktadır. Bu algılar doğrultusunda kişi, dinin
anlaşılmasında ve yaşanılmasında kendi etnik
kimliğini merkeze alıp, ait olduğu etnik kimlik
mensuplarını, “en rafine Müslümanlar” olarak
tanımlarken diğer Müslümanları ötekileştirmektedir. Bu ötekileştirmede farklı etnik kimliklere
yönelik ön yargılar önemli rol oynamaktadır.
Etnik aidiyeti hayatın merkezine alan bu zihniyetten kurtuluş, dini, yani İslam’ı doğru anlamakla; sahih kaynaklarından, Allah’ın kitabı
Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in Sünnetinden
hareketle İslami değerleri kavramakla mümkündür. İslam’ın bize öğrettiği; rengi, milliyeti
ve cinsiyeti ne olursa olsun insanın “eşrefi mahlukat” olarak ve “en güzel surette” yaratıldığı
gerçeğini ve “yeryüzünde bir halife” olarak yaratılan insanın kendi rengini, milliyetini ve cinsiyetini seçme özgürlüğü olmamakla birlikte doğru ve
yanlışı seçme konusunda bir özgürlüğe
sahip olduğu ve bu seçim özgürlüğü
konusunda da sorumluluk taşıdığı vurgusunu hatırda tutmak
bizleri hastalıklı etnosentrik din ve dindarlık anlayışından kurtaracaktır.
*Dinler Tarihi alanında öğretim üyesi olan Şinasi Gündüz,
Uluslararası Balkan Üniversitesi’nin rektörüdür.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
23
Dosya/Söyleşi
“Eşitlik Evi” İçin
Bir Tuğla Koymak
HÜMEYRA FILIZ
» [email protected]
Irkçılığa Karşı Avrupa Ağı (ENAR), Avrupa’da alanında yaptığı çalışmalarla ses getiren en büyük organizasyonlardan birisi. ENAR Direktörü Michael Privot’la Avrupa’daki etnosentrizm hakkında konuştuk.
Etnosentrizm hakkında konuşmaya başlamadan önce, kavramları açıklığa kavuşturmamız sanırım daha iyi olacaktır. Etnosentrizm, zenofobi
ya da ırkçılık arasındaki fark nedir? Bu kavramlar,
birbirleri ile ne türden bir ilişki içerisindedirler?
Etnosentrizm, farkında olunsun ya da olunmasın kültürel ya da etnik ön yargıdır. Bu kavramın içeriğine göre birey, dünyaya sadece kendi
ait olduğu topluluğun perspektifinden bakar.
Diğer bütün toplulukları da kendi “ideal” cemiyeti uyarınca değerlendirir.
Zenofobi’de birey, diğer ülke vatandaşlarına
karşı mantıksız bir şekilde nefret ya da korku
duyar. Zenofobi daha çok göçmenlere ya da ulus
dışından gelenlere karşı yöneltilir.
Irkçılık ise bazı ırksal grupların temelsiz
şekilde biyolojik olarak diğer gruplardan daha
aşağı olduğunu yansıtan, derin tarihî köklere
sahip olan politik bir kavramdır. Irkçılık kavramı
örneğin sömürgecilik, zenci korkusu ve Güney
Afrika’daki ırk ayrımına dayanan sistemlerle bağlantılıdır. Ayrıca bu kavram,
kölelik sistemini, tarih içerisinde süre giden siyah-beyaz
eşitsizliğini savunmak için de
kullanılır. Geleneksel ırkçılık algısı,
24
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
“değersiz” ve “başka” kimlik olarak görülen
“öteki”nin, ırk, ten rengi, kültür, inanç ya da
kimlik sebebiyle aşağılanmasının da dahil olduğu şahsi ve kolektif tavırlarla gelişir. Bu ırkçılık
sosyal hiyerarşi ve ayrımcılığın doğru olduğunu
iddia eden “biyolojik ırk” temeliyle oluşur. Bu
yüzden ırkçılık, doğal olarak herhangi bir toplumda azınlık ve çoğunluk arasındaki güç ilişkisiyle ilgilidir.
Irkçılık, genellikle hem ferdî uygulamalarla hem de kurumsal politikalarla dışa vurulur.
Irkçılığın pratik hayattaki karşılıkları, bazı insanların “birincil” vatandaşlara nazaran daha
fazla zarar görmesi ve ayrımcılığa uğramalarıyla
sonuçlanır. Irkçılıkta insanların ten rengi, kültürü ya da etnik aidiyeti gibi unsurların sonucu
olarak daha kötü iş şartları elde etmeleri, sağlık,
ikamet ve eğitim tabanlı engellerle daha çok yüz
yüze gelmeleri söz konusu olur.
Tabii bu kavramlar birbirleriyle yakından irtibatlıdır. Etnosentrizm kendisini ön yargı, yapısal ayrımcılık, zenofobi ve ırkçılık gibi sonuçlarda gösterebilir.
Etnosentrizm, ırkçılık ve zenofobiye göre ölçülmesi daha güç olan bir kavram. Etnosentrik
düşünce ne vakit ölçülebilir/cezalandırılabilir bir
hâle gelir?
Şayet etnosentrik düşünce ayrımcılık, ırkçı
söylem ya da şiddetle sonuçlanıyorsa ölçülebi-
lir ve cezalandırılabilir bir kavram hâline gelir.
Irkçılık ve zenofobi için şunu söyleyebiliriz: Düşünce ve vicdan hürriyeti, her insanoğlu tarafından kabul edilebilecek yegâne mutlak hürriyettir. Bu yüzden bir kimse ırkçı, zenofobik ya da
etnosentrik düşünceye sahip olma hürriyetine
sahiptir; ancak bu kişi toplum önünde alenen
ırkçı ya da zenofobik söylemlerde bulunamaz.
Aynı şekilde insanları küçük düşürmek, ırkçı
davranışlarda ve tacizde bulunmak da hoş görülemez.
ENAR’ın araştırmalarına ve raporlarına istinaden Avrupa’daki etnosentrik bakışın boyutları
hakkında bilgi verebilir misiniz?
Biraz önce tanımladığım gibi etnosentrizm,
her fert tarafından “doğal olarak” paylaşılır. Bazı
antropolojik boyutlara sahiptir: Her fert özel bir
çevrede, cemiyette büyümüştür. Kimileri bu durumu, ileride karşılaşacağı diğer bütün kültür ve
sistemleri değerlendirmek için kullanmak eğilimindedir. Eğer bu referans noktası mutlaklaştırılırsa ve “iyi”, “güzel”, “hakikat” ya da “adalet”
gibi hususlarda tek evrensel kaide olarak görülürse bir sorun hâline gelmeye başlar. Eğer bir
kimse kendi sabitelerini diğerleriyle ilişkilendirebilirse ve diğer kültürleri, etnik grupları ve
cemiyetleri kendisininkinden aşağıda görmez,
onlara karşı bir ayrımcılıkta bulunmazsa; bu
durum, gelecekte ortaya çıkabilecek muhtemel
bir ırkçılığı ve ona bağımlı olarak gelişen ayrımcılığı da engelleyecektir.
Avrupa’da pek çok üye ülke ekonomik ve finansal darboğazlarla mücadele etmektedir ve
çoğu politikacı, göçmenlere ve etnik azınlıklara karşı aşırı duygusal bir tavır alma eğilimine yönelmiştir. Böylece karar mercileri,
etnosentrik bir bakış açısıyla günah keçileri oluşturmaktadır. Ayrıca, üye ülkeler
içerisindeki göçmenlere, etnik ve dinî
azınlıklara dair gelişen politik söylemler, giderek güvenlik problemi temelli bir
söyleme kaymıştır. Bu söylem içerisinde
göçmenler ve etnik azınlıklar ekonomik,
güvenlik ve kültürel açıdan toplumu tehdit edenler olarak resmedilmektedir.
Örneğin Yunanistan’daki aşırı sağcı
Golden Dawn isimli parti, “ekonomik krizden daha önemli olan göçmen problemini
durdurmak ve ülkeyi her türlü beklenmedik
istiladan korumak” konusunda söz vermiştir.
Hırvatistan’ın sağcı politikacılarından ve aynı
zamanda şu an Avrupa Parlamentosu üyelerinden olan Ruža Tomašić, “Hırvatistan Hırvatlar
içindir; diğer herkes ancak misafirdir.” sözlerinde bulunmuştur.
Göçmenlere ve azınlıklara yönelik güvenlik
merkezli yaklaşım, Avrupa’daki sosyoekonomik durumun bir parçası olarak ilişkilendirilebilir. Muhtelif ülkelerde, göçmenler ve azınlık
gruplar, global ekonomik krizin günah keçisi
olarak yaygın bir şekilde itham edilmeye başlamıştır. Böylesi bir bağlamda, tetikleyici bir
etki olan korku hissi, iş pazarında göçmenlere
ve azınlıklara karşı gösterilen haksız muamele-
Irkçılığa Karşı Avrupa
Ağı (ENAR) Direktörü
Michael Privot, Avrupa’daki etnosentrizmin
boyutları ile ilgili sorularımızı yanıtladı.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
25
Dosya/Söyleşi
nin mazereti olarak kullanılabilmektedir. Yine
Yunanistan’dan örnek vermek gerekirse, Galaxis
isimli süpermarketin reklamlarında, ürünlerin
“Yunan ellerinden çıktığı” vurgulanmaktadır.
Bunu, göçe karşı katı kural ve limitlerin konulmasına dair politik imalar izlemektedir. Diğer
bir popüler çözüm de, iş pazarını korumak için
millî kıstasların konulmasıdır ki bu durumda
yerli halkın “tercih edilir” kılınması için düzenlemeler yapılır. İşte tam da bu yüzden Avrupa’da
yaşamayı ve çalışmayı arzulayan göçmenler, bir
başkasının işini elinden almayacaklarını göstermek zorundadırlar ya da yerli halkın tercih
etmeyeceği işlerde çalışmakla kendilerini sınırlayacaklardır.
Etnosentrizm ile mücadele adına hangi faaliyetleri yürütüyorsunuz ve bu alanda şimdiye dek
ne tür kazanımlar elde ettiniz?
Dediğim gibi, etnosentrizm daha sosyolojik bir bağlam. Bu
nedenle ENAR’ın faaliyetlerinin daha ziyade
ırkçılık ve etnik ayrımcılığa odaklandığını söyleyebiliriz. Ancak bütün
bunlar etnosentrizm ile
yakında ilişkilidir.
Bizim ana maksadımız, ırkçılıktan arınmış
bir Avrupa’da olumlu ve
ilerici bir dilin geliştirilmesi ve yaşam gücünü
eşitlik ve çeşitlilikten alan, canlı, enerjik bir Avrupa toplumu ve ekonomisinin oluşmasının teşvik edilmesidir.
Yapmaya çalıştığımız şey, ırkçılık ve zenofobinin arkasında mantıklı argümanların yattığını
ifade eden söylemlere karşı bir dil geliştirmek;
çeşitlilik ve farklılığın Avrupa toplumu için kötü
olduğunu dile getiren fikirlerin yanıltmacadan başka bir şey olmadığını ortaya çıkarmak.
Avrupa toplumuna, göçmen ve etnik grupların
hayatın her alanına aslında olumlu katkılarda
bulunduğunu gösteren veriler sunarak alternatif bakış açılarını işaret ediyoruz. Göçmenlerin,
etnik ve dinî azınlıkların Avrupa’ya kattıkları oldukça geniş alana yayılmış ve hâlihazırda
devam eden olumlu gelişmeler, umuyoruz ki
insanların zihninde mantıklı bir yer edinecek
ve duygusal anlamda bir farkındalığın oluşma-
sına vesile olacaktır.
Yakın
zamandaki
projelerimizden biri
olan “Saklı Yetenekler, Heba Edilmiş
Yetenekler”
(Hidden Talents, Wasted
Talents) isimli yayınımız, göçmenlerin ve
azınlıkların toplumumuza
olan katkılarını göstermiştir.
Bu yayınımız pek çok politik makamın, medyanın ve komisyon üyeleri gibi bazı
Avrupa kurumlarının dikkatini çekmeyi başarmıştır; böylece göçmenlerin pozitif katkıları
dikkate alınmaya başlamıştır.
Başka bir boyutta da, ENAR’ın 2012 yılında Avrupa’da İslamofobi hakkında hazırladığı
Gölge Raporu ve buna ilişkin davalar, bu alanda yeni bir tartışmanın
oluşmasına katkı sağlamıştır. İslamofobi konusu, Temel Haklar ve
Vatandaşlık’tan sorumlu olan komisyon üyesi
Viviane Reding tarafından temel bir endişe
olarak dillendirilmeye
başlamıştır.
Şayet etnosentrik düşünce ayrımcılık, ırkçı söylem ya da şiddetle sonuçlanıyorsa ölçülebilir
ve cezalandırılabilir bir
kavram hâline gelir.
26
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
Size göre, Müslümanlara, örneğin Türklere ya
da Araplara karşı etnosentrik bakışın sebebi nedir?
Müslümanların “mükemmel bir öteki” olarak
inşa edildiğini söyleyebiliriz: Öteki din, (fark
edilen) öteki değerler, (fark edilen) öteki etikler,
öteki renk, öteki diller, öteki kültürler, tarihler ve
“evrenselci” bir paradigma. Bütün bu özelliklerin olduğu kutucuklar işaretlenerek Müslümanların farklı, karşıt ve iletişim kurulması zor insanlar olduğu gösterilmektedir. Gerçek hayatta
insanlar, muhatap oldukları Müslümanların bu
tür damgalayıcı tanımlamalarla alakalarının olmadığını anlarlar; fakat yine de Müslümanlar ve
İslam hakkında bilgi edindikleri çerçeveyi medya, iş yerindeki ya da yemek başındaki diyaloglarla oluştururlar. Bu, Avrupa’nın hemen hemen
her yerinde, hatta üzerinde hiç Müslüman’ın
yaşamadığı topraklarda bile gördüğümüz
İslamofobi’yi büyütmektedir. Bu, Avrupa’ya özel
Kamuoyu Yoklaması*
*Perspektif’in internet üzerinden gerçekleştirdiği anket sonuçları
bir kimlik aidiyetinin temelini oluşturmaktadır.
Etnosentrizm ile mücadelede hükûmetlerin
uyguladığı politikaların yeterli olduğunu düşünüyor musunuz?
Aslında evet. Ama maalesef bazı politik liderler, eşitliği tesis etmek için, göçmenlere ve
etnik azınlıklara dair olumsuz söylemlerin üstüne gitmek için gerekli olan cesaret ve liderlik
vasıflarından yoksunlar. Etnik ve dinî azınlıkları
günah keçisi olarak göstermek, Avrupa toplumunu daha da iyiye götürmek gibi “gerçek” vazifelerini yerine getiremeyen pek çok politikacı
tarafından, bu eksikliklerini örtbas etmek maksadıyla kullanılmaktadır.
Bugün, Avrupa’nın tümünde insan haklarını
korumak, eşitliği tesis etmek, ırkçılığı durdurmak için gerekli olan siyasi sorumluluğa her
zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Politikacılar dinamik, sağlıklı ve birbirine kenetlenmiş bir toplumun inşası için eğitim, iş ve ikamet gibi hususlarda herkesin eşit haklara sahip
olması gerektiği mesajını iletmekle mükellefler.
Avrupa’nın sosyal, politik, kültürel ve ekonomik
refahı için göçmenlerin üstlendiği katkıları ve
faydaları desteklemeliler ve Avrupa’daki göçmen, etnik ve dinî azınlıkların birikimlerinin
“heba olmuş yeteneklere” dönüşmemesi için ellerinden geleni yapmalılar.
Avrupa hükûmetlerinin, ekonominin yeniden canlanmasının önündeki engelleri ortadan
kaldırmak adına katı önlemler almak yerine,
“gerçek” büyüme için öneriler teklif etmeleri; eşitlik ve ayrımcılık karşıtlığının son derece
büyük bir değer olduğu sosyal politikada ciddi
yatırımlar yapmaları gerekmektedir.
Avrupa’da medyanın etnosentrizm konusundaki tutumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu
anlamda medyada bir hassasiyetin geliştirildiğini
söylemek mümkün mü?
Göçmenlere, etnik ve dinî azınlıklara dair
genel bir algının oluşmasında ve kamuoyu oluşturulmasında medyanın son derece önemli bir
etkisi var. Ancak Gölge Raporu’ndan edindiğimiz bilgilere göre, etnik azınlıklara dair haberler genelde olumsuz ve çarpıtılmış. Genel olarak
baktığımızda, işsizlikte ve suç oranlarının yüksek oluşunda göçmenleri suçlamak cinsinden
bir eğilim bulunduğuna şahit oluyoruz. Ayrıca
“Benim kültürüme benzemeye çalışan insanları severim.”
60%
Katılıyorum
Katılmıyorum
Kararsızım
27%
13%
“Dünyanın başka yerlerinde yaşayan insanların giyim tarzlarındaki farklılıklar
hoşuma gidiyor.”
75%
Katılıyorum
Katılmıyorum
Kararsızım
17%
9%
“Bazı etnik kökene mensup insanlar suça diğerlerine oranla daha meyilli. “
26%
Katılıyorum
Katılmıyorum
Kararsızım
63%
12%
“Etnik kökeni farklı olan iki insanın evlenmesi ileride sorun çıkaracaktır.”
45%
Katılıyorum
Katılmıyorum
Kararsızım
34%
21%
“Bir Türk dünyaya bedeldir.”
Katılıyorum
Katılmıyorum
Kararsızım
10%
88%
2%
“Aynı ırka mensup olduğum insanlara, diğer insanlardan daha fazla güvenirim.”
18%
Katılıyorum
Katılmıyorum
Kararsızım
71%
11%
“Farklı etnik kökene sahip bir komşumun olması benim için sorun olmaz.”
Katılıyorum
Katılmıyorum
Kararsızım
93%
1%
6%
“Kendi dilimin başka dillerden daha zengin olduğunu düşünüyorum.”
Katılıyorum
Katılmıyorum
Kararsızım
38%
50%
12%
“Farklı yerlerdeki (Örneğin; Asya, Afrika, Uzak Doğu) yemek kültürü zaman
zaman iğrenç olabiliyor.”
61%
Katılıyorum
Katılmıyorum
Kararsızım
26%
13%
“Çocuklarımın farklı kültürden çocuklarla da arkadaşlık yapmalarını isterim.”
Katılıyorum
Katılmıyorum
Kararsızım
81%
9%
10%
“Yaşadığım ülkeye yabancı ülkelerden insanların göç etmesi benim için sorun
değil.”
Katılıyorum
Katılmıyorum
Kararsızım
77%
10%
13%
“Türk tarihi, diğer milletlerinkine kıyasla daha şanlı bir tarihtir.”
Katılıyorum
Katılmıyorum
Kararsızım
65%
27%
8%
“Türk Millî Takımı’nda yabancı bir futbolcunun oynamaması gerekir.”
Katılıyorum
Katılmıyorum
Kararsızım
41%
M A R T 2014 • S AY I 229
44%• P E R S P E K T İ F
15%
27
Dosya/Söyleşi
sosyal medya ve ağların, zenofobi, ırkçılık ve İslamofobinin yayılmasında son derece geniş bir
rol üstlendiğini görmekteyiz.
Hem geleneksel yayınlara, (matbu yayınlar
ya da radyo/televizyon) hem de sosyal medyaya
dair düzenleme eksikliklerine dair bir mutabakat var. Söz gelimi Kıbrıs’ta, medyada pek çok
sıkı kural ve düzenleme olmasına rağmen ırkçı
ve zenofobik söylemler devam ediyor. İrlanda
Basın Şikayetleri Komisyonu ve Basın Denetim
Kurumu, 2011’deki şikayetlerin yüzde 23,5’inin
ön yargı merkezli olduğunu bulgulamıştır; bu
oranda 2010’a kıyasla yüzde 9,6’lık bir artış görülmektedir.
Bununla birlikte sivil toplum, medya ajansları ve hükûmet tarafından, medyanın
daha iyi bir habercilik
yapması ve etnik azınlıkların medyada daha
iyi yer alabilmelerini teşvik etmek için
çeşitli
uygulamalar
geliştirilmiştir. Avusturya Yayın Ortaklığı,
Türkçe ve Almanca
dillerinde ortak yayın yapan yerel haber
programları düzenlemektedir. BVM Medya
da, Avusturya Göçmen
Medya Ajansı’nı kurmuştur. Almanya’da,
farklı kültürlerden gelen gazetecilerin deneyimlerinin paylaşılması için Berlin-Brandenburg’da
Kültürlerarası Gazeteciler Derneği Ağı kurulmuştur. İngiltere’de yer alan “Yaratıcı Çeşitlilik
Ağı”, medyadaki çeşitliliği teşvik eden önemli
bir forumdur. Yunan medyası da bir yönetmelik benimsemiştir ve buna göre, Ulusal Radyo
ve Televizyon Konseyi ırkçı içerikli yayınlara
karşı önleyici yaptırımlarda bulunabilecektir.
Slovenya’nın sekiz büyük internet medyası, nefret içerikli söylemleri düzenleyen bir yönetmelik teklifini kabul etmiştir.
Yaklaşan Avrupa seçimlerinde azınlıkların
yer almaları son derece önemli bir husus. Etnik
ve dinî azınlıklara dâhil olan AB vatandaşları
yaklaşan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde,
partilerin ırkçı ve yabancı karşıtı söylemlerine
karşı, dönüştürücü ya da en azından sınırlayıcı bir rol üstlenebilirler. Bu seçimler, Avrupa
Birliği’nin insan hakları ve eşitlik sözünü tutmasını garantiye almak ve oy kullanmak adına
önemli bir fırsattır. Sadece adaylarla yakın ilişki
kurarak ve oy kullanarak kendi endişelerimizi
duyurabilir, ilgilerimizi temsil edebilir ve haklarımızı koruma altına alabiliriz.
Avrupa’daki etnik ve dinî azınlıklar, onları ötekileştiren
etnosentrik
paradigmadan nasıl kurtulabilirler? Etnosentrist
bakış sonucu ayrımcılığa
maruz kalan insanlar neler yapabilirler?
Müslümanların “mükemmel bir öteki” olarak inşa
edildiğini söyleyebiliriz:
Öteki din, (fark edilen)
öteki değerler, (fark edilen) öteki etikler, öteki
renk, öteki diller, öteki
kültürler, tarihler ve “evrenselci” bir paradigma.
Etnosentrist düşüncenin aşılması konusunda
Avrupa’daki etnik azınlıklar mevcut çalışmalara
nasıl dahil edilebilir?
28
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
Mağduriyet kurbanlarının yapabilecekleri
ilk iş, maruz kaldıkları olayı rapor etmektir.
Bu da ancak ülkelerdeki eşitliği sağlayıcı kurumlar, polis ve STK’lar
aracılığıyla
gerçekleşebilir. Eşitlik için mücadele eden organlar,
mağdurlara
bağımsız
danışmanlık yapan ve onları bilgilendiren resmî
organlardır. Ancak bazı durumlarda bu organlar
kısıtlı resmî statüleri ya da kaynak azlığı sebebiyle yardımcı olamayabiliyorlar. Bu yüzden
STK’lar bilgi sağlamada, yasal tavsiyelerde bulunmada, danışma ve aracılıkta kilit role sahipler.
Sorunuzun ilk kısmına ilişkin olarak şunu
söyleyebilirim: Biz kimseyi tam manasıyla
“tedavi” edebileceğimizi düşünmüyoruz ve
etnosentrik paradigmayı antropolojik bir faktör
olarak değerlendiriyoruz. Bu yüzden farklı temayüllerle hareket etmek zorundayız: Etnosentrik
paradigmanın tahliline odaklanmış, çeşitlilik
arz eden ve erken yaşta başlayan bir eğitim ve
toplum içerisinde herkesin her şeyi söyleyebile-
ceğini ve yapabileceğini insanlara hatırlatan ayrımcılık karşıtı güçlü bir söylem. Irkçılık ve ona
bağlı olarak ortaya çıkan mağduriyet karşısında
alınan kısa vadeli önlemler yeterli olmayacaktır; uzun vadede tamamen ortadan kalkmasını
sağlayacak yollar üzerinde çalışmak gerekmektedir. Avrupalı, ulusal, bölgesel ya da yerel karar
mercilerini, ayrımcılığın her türlü boyutunu ortadan kaldıracak bütüncül planları hayata geçirmeleri için hep birlikte göreve davet ediyoruz.
Bunun için son derece titiz stratejilerin yanında
yeterli kaynak da gerekmektedir.
Avrupa denilen kavram, tamamıyla “Avrupa”
ve “diğerleri” üzerine kurulu. Bu anlamda aslında
Avrupalı olmayan gruplarla Avrupa arasında otomatik bir ötekileştirme ya da etnosentrizm ortaya
çıkmıyor mu?
Aslında evet. Nitekim, Avrupa kimliği “diğerleri” karşısına inşa edilmiş “biz” temeli
üzerine kurulmuştur. Bu, Avrupa’nın geçmiş
uzun tarihi içerisinden de okunabilir: Tarihin
pek çok döneminde Avrupa toplumları, çeşitliliği ve toplumsal karmaşıklığı idare etmek
için muhtelif zorluklarla karşı karşıya kalmışlardır. Yahudiler, Katharlar, Protestanlar,
Müslümanlar, Basklar ve Romenler... Bütün
bu toplumlar için sunulan alternatifler asimilasyon ya da yok olmaya rızadan ibarettir; bir
orta yol mümkün değildir. Avrupa’da çeşitliliğe
yaklaşım, Türkiye ve Endonezya’da olduğu gibi
farklılıkları bütünlemek ve onları kucaklamak
yerine, onları dışlayıcı bir seyir takip etmektedir. Bu mantık neredeyse son bin yıldır Avrupa
toplum modelinin temelini oluşturmaktadır.
Her ne kadar bu durum geceden sabaha değişecek bir şey değilse de; özlemini
kurduğumuz toplumsal yapıyı
tam olarak karşılamamakla birlikte, İkinci Dünya
Savaşı’ndan bu yana
yaşanan gelişmeleri ve değişmeleri
etkileyici olarak
değerlendirebiliriz. Evet,
ilerleme yaşanmıştır;
ancak geçmişin zehirli atıklarından muaf olduğumuz söylenemez. Azınlıklar adına ciddi mücadeleler yapılmış ve yol kat edilmiştir. Bizler,
2 ya da 3 kuşak sonrası için mücadele ediyoruz.
Bu gayretlerimizin semeresini ölmeden önce
görememe ihtimalimizin bulunduğunu da biliyoruz. Fakat bu işin bazı güzellikleri de var:
Farklılık ve çeşitlilik için olan mücadelemiz sivil
hak hareketleri olan Rönesans, Fransız ve Amerikan devrimleriyle derinden ilişkiye sahip. Bizim yaptığımız “Eşitlik Evi”nin duvarına sadece
yeni bir tuğla koymak; tabii aynı zamanda dışarıdan gelenlerin rahat girebilmesi için kilide bir
de anahtar yerleştirmek.
Dosya
Kendini
Yeniden
Düşünmek:
Ulus, Etnik
Köken ve
Kültürel
Kimlik Tahlili
KIEN NGHI HA*
» [email protected]
Kültür ve kimliğin arkasında yatan kavramlar,
birbirleriyle, duruma
göre değişen ilişkiler
içerisinde olduklarından, onları net bir
şekilde açıklamak
güçtür. Bu yüzden
bu kavramları tarihî
tecrübelerin ışığında
incelemek gerekir.
30
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
Avrupa’nın global yayılma faaliyetleri neticesinde modern sömürgeciliğin ortaya çıkmasıyla
birlikte ırkçı ve ulusçu ideolojiler sıradan bir hâl
almıştır. Irkçılık gibi ırk kavramı da, kendi mekanizmasının teşekkülü için diğerlerini dışlamayı
gereksinir; en kötü ihtimalle düşman ve kurban
gibi kavramlar ortaya çıkar.
Fakat “ırk” kavramının diğerlerine karşı toptancı bir bakışla bakmaya olan gereksinimi kendisini sadece ırkçı özne ve kurumlarda göstermez. Bunun yanında biyolojik ve kültürel “ırk
teşekkülü” vasıtasıyla göçmen gruplara etnikleştirici damgalar da vurulur. Örneğin batı Almanya
göç toplumu içinde ırkçılık, özellikle Türk kökenli göçmenlere karşı düşmanca tavırda kendisini
gösterir. Bu göçmen grup, biyolojik ve kültürel
tek tipleştirme faaliyetleri vasıtasıyla “Avrupa
dışı etnik grup” olarak resmedilmiş ve toplumca
dışlanmıştır. Almanya’nın yeniden birleşmesiyle
birlikte, bu dışlama, Müslüman karşıtı ve İslamofobi şeklinde tezahür eden düşman imgesini
beslemiştir. Böylece göçmenler “kültürel yabancı
halk” olmalarından ziyade bir de İslam’a aidiyetleri sebebiyle, kati suretle dışlanmışlardır.
Göçmen toplumlar içerisinde karşıt ulusal
kimliklerin var olduğu iddiası, özellikle sosyopolitik güç dengesi bağlamında kendisini göstermektedir. Mağdurlar, etnik ya da ulus kökenleri
sebebiyle ne denli etnikleştirilir ve dışlanırlarsa,
kendini ve yabancıyı etnikleştirme durumu da o
derece güç kazanır. Örneğin baskın Alman toplumunda, kültürel ve kişisel değer kaybını telafi
etmek ve kendini, düşman olarak kabul edilen
sosyal çevreye karşı güçlendirmek için Alman
kültürel kimliği, sorgulanamaz etnik-ulusal aidiyet olarak idealize edilmiştir.
Bunun yanında kendini ve yabancıyı etnikleştirme arasındaki bağ da kuvvetlenmektedir.
Almanya’daki çok kültürlülük (Alm. Multikulturalismus) tartışmasında da kültür, etnik-ulusal
bir cemiyetin üyelerinin birbirleriyle paylaştıkları birleştirici bir kavram olarak algılanmaktadır.
Bu bağlamda kimlik, tekdüze ve değişmez olarak
düşünülür. Bunun arkasında, belirleyici, ikili bir
kültürel kimlik tasavvuru bulunmaktadır ki bu,
“biz”i “diğeri”nden, “kendi”ni “yabancı”dan ayırır ve böylece kişiyi imtiyazlı bir pozisyona yerleştirmiş olur.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
31
30,5%
Dosya
Almanya
34,6%
Birleşik Krallık
38,5%
Fransa
Hollanda
32,4%
18,7%
İtalya
45,1%
Portekiz
Türk topluluğu içerisindeki
sosyal farklılaşma,
Polonya
tıpkı politik ve dinî sahalardaki ayrışma gibi
41,8%
Hırvatistan
Etnik topluluk, sosyal ilişkilerin ve ihtiyaçsürekli artmaktadır.
Bağımsız küçük işletmeler
ların karşılandığı, etnik ekonominin mekânı ve
sayesinde bir orta sınıfın oluşması, usta işçilerin, memurların ve üniversiteye gidenlerin sayıgurbet içindeki vatan olarak düşünülür. Etnik
larındaki
artış,
eğitimli
ve küçük bir burjuvazide
kimliğin böyle bir algıya dayalı modelinde etnik
“Bazı kültürler
diğerlerinden
daha
üstündür.”
sosyal bir hareketliliğin başladığının
göstergesi
aidiyet, göç sürecinde kökenin bulunduğu toplu61,3%
mun bir uzantısı olarak da anlaşılmaktadır.
olmuştur. Bu ayrışmalar özellikle nesiller ara49,4%
sında belirginleşmektedir. “Geleneksel
Türklük”
Türkler hakkında genelleştirilmiş yaygın kanaatlere rağmen, yakın perspektiften bakıldığın41,6% ile “modern Batı değerleri” arasındaki bölgesel
38,5%
37,9%
da, bu etnik topluluğun sosyal, politik ve kültürel
ve sosyal kökene
dayalı diğer farklılıklar, yerleşimin zamanla
açılardan ziyadesiyle çeşitli ve çelişkili bir yapı
29,4% ilerlemesiyle
28,6% değerlerini yitirirler.
Yeni farklılaşma süreci boyunca varlıkları gidearz ettiği görülecektir. Göçmenlerin hayatında
20,1%
rek belirsizleşir ve neticede ortadan kalkarlar.
merkezî bir noktayı temsil eden göç, önemli farklılıklarla donanmış, ortak bir tecrübedir. Göç olAlmanya’da doğan çocuklar için, tarihsel olarak
gusu, farklı sosyokültürel bağlamlar içerisindeki
aktarılan Türk sembolleri/âdetleri bu yeni neslin Almanya’daki gündelik hayatında herhangi
farklı tarihsel yerleşimler sayesinde göçmenler
bir rol oynamaz. Bunun yerine yeni keşfedilen
için başka anlamlar kazanır. Örneğin “Almanya’daki Türk göçü” üst kavramı altında, bir kısmı
âdetler ve yeni kültürel tarzlar daha fazla anlam
kazanır.
iç içe geçmiş, bir kısmı birbirinden net şekilde
ayrılmış, altıdan fazla göç süreci tespit edilmektedir. Söz konusu çeşitlilik, belli politik ve etnik
Melez Kimlikler
kökenlere sahip farklı gruplardan gelen insan
“Topluluklar”, sınırsız homojenliğin yeri detopluluklarını, cinsiyetleri, yaşları ve eğitim seviyelerini ihtiva eder. Göçmenler bu farklılıkları seğildir ve olamazlar. Filistin asıllı Amerikan vabebiyle göç ülkesi olan Almanya’da, kendi hukukî
tandaşı olan edebiyat bilimci Edward Said, kendi kültürünü “öteki” kültür olarak düşünmüştü:
ya da sosyal pozisyonlarına yerleştirilirler. Örneğin siyaset bilimci Nermin Abdan-Unat, 1961’e
“Kültürler, birleştirici ya da yekpare otonom şeyler olmaktan öte aslında ‘yabancı’ unsurları, dekadarki geçici işçi göçünü, devlet tarafından
ğişiklikleri ve farklılıkları hariçte tutmak yerine
desteklenip 1973’te durdurulan kitle göçünden
bilinçli bir şekilde bünyelerine katar.”
ayırmaktadır. Bu durumu, 1980’lerin başına kadar turist vizeleriyle izinsiz ikametler ile Türk ve
Türkler gibi diğer ulus kültürler de zorla homojenleştirilmiş ve modernliğin erklerine maruz
Kürt mülteciler tarafından aile birleşimi yoluyla
kalmış olmalarına rağmen asla tek tipleştirilmesürekli devam eden göçler takip etmiştir.
miştir. Zira Türk kimliği de, susturulmuş ama
Etnik topluluk içerisindeki sosyal farklılıkların ve göçmenlerin yanlarında getirdikleri farklı
buna rağmen yaşayan Kürt, Ermeni, Yunan, Suriyeli, Yezidi ve sayısız başka bölgesel görünümü
hikâyelerin bugün bile ne denli güçlü bir gerçeklik olduğunu, batı Berlin’de yaşayan nüfusun
kendi içinde barındırmaktadır. Bu noktada farklılık içeren boyutlarından hiçbirini reddetmeyen;
Alman-Türk olarak mekânsal dağılımı açıkça
bilakis onları kendi varlığının özü olarak kabul
göstermektedir. Bu nüfus, bölgesel köken ve sosyal sınıfa göre ciddi şekilde birbirinden ayrılmış
eden bir kültür kavramına atıfta bulunmak zaruridir. Buna göre kültür, saf olmayanı, belirsiz ve
olarak ikamet etmektedir. Taşra kökenli ve eğitezat olanı üreten bir karışım kültürüdür.
tim altyapıları itibariyle kenara itilmiş aileler,
geleneksel olarak proleter olan şehrin iç mahallelerinde konuşlanırken; Batı eğitimi ve kültürü
*Kültür ve Siyaset Bilimci olan Nghi Ha’nın, “Asyalı Algörmüş orta sınıf, zamanla güneybatı Berlin’deki
man: Vietnam Diasporası ve Ötesi (Asiatische Deutsche.
soylu mahallelere yerleşmiştir.
Vietnamesische Diaspora and Beyond) isimli bir kitabı
Yapısal mağduriyet devam ederken, Almanbulunmaktadır.
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
n
ta
rv
at
is
Hı
on
ya
Po
l
iz
te
k
Po
r
lya
İta
a
nd
lla
Ho
Fr
an
lık
Kr
al
şik
Bi
rle
Al
m
32
sa
41,6%
an
ya
Cemiyette Farklılıklarla Yaşamak
Hırvatistan
53,8%
Avrupa’daki 8 Ülkede Etnosentrik Bakış
Portekiz
57,1%
İtalya
31,2%
Almanya
Fransa
45,0% Andreas Zick, Beate Küpper ve Andreas Hövermann tarafından gerBu veriler, Friedrich Ebert Stiftung’un
desteğiyle
25%
Birleşik Krallık
çekleştirilen “Die Abwertung der Anderen.
Eine europäische Zustandsbechreibung zu Intoleranz, Vorurteilen und
27,5%
Diskriminierung.” (“Diğerlerinin
Değersizleştirilmesi. Avrupa’da Toleranssızlık, Ön Yargı ve Ayrımcılığın Durumuna
Polonya
50,4%
Dair.”) isimli çalışmadan alınmıştır.
Hollanda
43,6%
“Bazı halklar diğerlerinden daha yeteneklidir.”
“Çok fazla göçmen olduğu için, kendimi bazen kendi vatanımda yabancı gibi hissediyorum.”
ve siyah halklar arasında doğal bir hiyerarşi vardır.”
“Bazı halklar diğerlerinden daha yetene
Almanya
“Beyaz
ve siyah halklar arasında doğal bir hiyerarşi vardır.”
Portekiz Hollanda
38,5%
İtalya
İtalya
32,4%
19,1%
Birleşik Krallık
45,8%
Fransa
Fransa
25%
Hollanda
27%
Hollanda
Polonya
50,4%
37,7%
Portekiz
Hırvatistan
41,6%
Hırvatistan
İtalya
53,8%
31,2%
Portekiz
Almanya
57,1%
45,0% İtalya
31,2%
Birleşik Krallık
27,5%
31%
Polonya
45,1%
Portekiz
57,1%
Almanya
Fransa
Portekiz
İtalya
18,7%
Hırvatistan
53,8%
37,6%
Birleşik Krallık
44,6%
30,5%
Almanya
Hırvatistan
Fransa
19,4%
Polonya
34,6%
Birleşik Krallık
Alm
45,
Fransa
25%
Hollanda
43,6%
Polonya
50,4%
Birleşik Krallık
27,5%
Polonya
41,8%
kültürler diğerlerinden daha üstündür.”
Hollanda
43,6%
Hırvatistan
61,3%
“Çok fazla göçmen
için,
kendimi
bazendoğal
kendibir
vatanımda
“Beyazolduğu
ve siyah
halklar
arasında
hiyerarşi yabancı
vardır.” gib
“Bazı kültürler diğerlerinden daha üstündür.”
49,4%
6%
61,3%
38,5%
37,9%
29,4%
41,6%
30,5%
“Çok fazla göçmenAlmanya
olduğu için, kendimi bazen kendi vata
49,4%
34,6%
28,6%
20,1%
29,4%
Birleşik Krallık
37,6%
44,6%
38,5%
37,9%
Hırvatistan
28,6%
Polonya
20,1%
Portekiz
İtalya
38,5%
Fransa
19,4%
32,4%
Hırvatistan
19,1%
İtalya
18,7% Polonya
n
ta
19,4%
19,1%
37,7%
31%
45
Portekiz
Polonya
27%
31%
n
ta
rv
at
is
Hı
on
ya
Po
l
iz
Hı
te
k
Po
r
lya
İta
a
nd
lla
Ho
sa
Fr
an
lık
Kr
al
şik
rle
37,6%
Hırvatistan37,7%
41,8%
rv
at
is
on
ya
Po
l
iz
te
k
lya
Po
r
lla
Ho
İta
a
nd
sa
Fr
an
44,6%
45,8%
“Bazı kültürler diğerlerinden daha üstündür.”
Bi
Al
m
an
ya
Bi
rle
şik
Kr
al
lık
a
27%
45,1% Portekiz
İtalya
41,6%
Hollanda
61,3%
41,6%
37,9%
29,4%
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F28,6%
20,1%
33
Dosya/Söyleşi
“İnsanı İçinde Yaşadığı
Kültür Oluşturur,
Genetik Özelliği Değil.”
RAHIME SÖYLEMEZ
» [email protected]
Roni Margulies, ırkçılıkla mücadele anlamında akla gelen ilk isimlerden bir tanesi. Fakat
Margulies’in kimliğini tamamlayan başka unsurlar da var: Margulies sosyalist, devrimci, şair, yazar, siyonizm karşıtı ve belki en son olarak da Yahudi. Margulies ile ırk, ulus ve
etnik kökenler ve tüm bu ayrışmaların doğurduğu sorunlar üzerine konuştuk.
34
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
Avrupa’da göçmenlere karşı olumsuz bakış,
“Göçmenler işimizi kapıyorlar” gibi “akılcı” bahanelerin arkasına saklanabiliyor. Bu anlamda,
Yahudilere karşı etnosentrik bakış kendisini hangi “makul” bahanelerin arkasında göstermiştir?
Yahudilere karşı Avrupa’daki ırkçılığın da
Müslümanlara yönelik ırkçılıkla benzer bir temeli var. Örneğin 1900’lerin başlarında doğu Londra, doğu Avrupa’dan gelen göçmen Yahudilerin
bölgesi ve hepsi işçi ve yoksul olan bu Yahudilere
karşı o zaman bugünküne çok benzer bir dil kullanılıyor; yani, “İşimizi çalıyorlar, konutlarımızı
dolduruyorlar.” gibi ekonomik temelli bir ırkçılık
var. Bugün Avrupa’da antisemitizm, Müslümanlara karşı dile getirilen ırkçılıktan çok da farklı
değil bence, ama çok daha köklü. Zira Avrupa’nın
geçmişte İslam’la doğrudan bir teması yok.
İslam’a karşı ırkçılığın kökeni, İslam’ın ortaya
çıkmasıyla başlıyor, Haçlı Seferleri, Osmanlı’nın
İstanbul’u alması, Viyana Kuşatması ya da Balkanları Osmanlı’nın ele geçirmesiyle pekişiyor.
Bütün bunlar Avrupa’da travmatik etkiler yapıyor. Ama Balkanlar dışında batı Avrupalı birisi,
İslam’la birebir karşılaşmıyor. Karşılaşmaya başlaması bizim göçümüzle başlıyor. Öncelikle bunu
böyle düşünmek ve tarihsel kökenleri unutmamak gerek.
Yahudilerin tarihsel olarak Müslümanlardan
farklı olarak karşılaştıkları bir ırkçılık var. Örneğin onların toprakla uğraşmalarının, sanayide yer
edinmelerinin engellenmesi Müslümanlar için
geçerli değil. Bir diğer fark, Yahudiler 19. yüzyılda, doğu Avrupa’da göçmen değil, yerli halk.
Dolayısıyla kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla
feodal yapılar sallandıkça ortaya çıkan krizlerde
hep suçlu olarak zaten ayrı duran bu cemaat gösterilmiş.
Etnosentrist düşüncede, “öteki”nin kabul edilebileceği çok dar çerçevelerin çizildiğini görüyoruz. “Makbul etnik azınlık” çerçevesi ile ilgili neler
söylersiniz?
Bence “makbul Yahudi” veya “makbul Müslüman” diye bir şey yok. Türkiye’de dönem dönem
gayrimüslimlerin Türkleştirildiğini görüyoruz.
Bazı gayrimüslimler de zokayı yutarak diyorlar
ki: “Madem Türklerin çoğunlukta olduğu bu topraklarda yaşıyorum, ben de Türk olayım.” Böylece çocuğuna Türk ismi takıyor, Türkleşme çabası
içinde oluyor. Ancak, “Benim gibi olursan, Türk-
leşirsen seni kabul ederim” gibi bir anlayış yok.
Bence makbul Müslüman da yok. Sanki varmış
gibi konuşulur, devlet öyleymiş gibi davranır; ama
makbul Müslüman, Müslüman değilmiş gibi yaşayan kişidir. Yine de fişlenir; devlet onun şu an
makbul davrandığını, ama aslında çok da makbul
olmadığını düşünür.
II. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin biyolojik olarak
ikinci sınıf vatandaş sayıldığını görüyoruz. Bazı ırk ya
da etnik grupların doğuştan eksik olduğunu “kanıtlamak” için sarf edilen çabanın ardında ne yatıyor?
Irk, millet, ulus, bütün bu kavramlar kapitalizmin yükselmesiyle yaratılmış kavramlar. Mesela
Türklük anlatılır durur bize; Osmanlı’nın efsanevi kahramanları Köse Mihal, Gazi Evrenos Bey
gibi isimler Bizanslı Hristiyanlar. Atilla Avrupa’yı
işgal ettiğinde önde gelen danışmanlarından bazıları Avrupalı Hristiyanlar. “Sen Bizanslısın, ben
Türk’üm” gibi bir algı yok o zamanlar. Bunlar
daha sonra ulus devletlerin kurulmasıyla ortaya
çıkıyor.
Irkçılığa gelirsek, Batı’daki en temel, en eski
ırkçılık siyahlara karşı ırkçılık. Bunun maddi temeli çok açık bir şekilde emperyalizmle başlıyor. Afrika’yı hallaç pamuğu gibi atıp insanları
köle olarak pamuk tarlalarında çalıştıranlar, bu
davranışlarını bir şekilde meşrulaştırmaya ihtiyaç duyuyorlar. İngiliz, İspanyol veya Hollandalı
bir köle taciri ve o taciri ordusuyla destekleyen
devlet bunu niye yaptığını, bir başka insanı niye
köleleştirdiğini kendi halkına anlatmak zorunda kalmış, bu sömürüyü, “Bunlar aslında insan
değil.” diye meşrulaştırmaya çalışmıştır. Beyaz
olmayan insanların köleleştirilmesi, ekonominin temel unsuru hâline geldiği zaman, “Bir başka insanı hangi hakla tüm haklarından mahrum
edersin?” sorusuna kapitalizm şu cevabı vermiştir: “Bunlar tam da insan değil, bunlar maymunla insan arası bir şey.” Bugün böyle bir şeyi
duymak bizim tüylerimizi diken diken ediyor.
Ama 18. ve 19. yüzyılda emperyalizmin, köle ticaretinin şanlı döneminde bunu anlatıyorlar.
Bu anlatıyı bilimsel temellere dayandırmaya
çalışan sözde bilim adamları çıkıyor; kafatası
ölçmeye başlıyorlar ve siyahların aslında tam insan olmadıklarını söylüyorlar. Böylece bugünkü
siyahlara karşı ırkçılığın bütün temel ögeleri o
dönemde ortaya çıkıyor. Ondan sonra bu ırkçılık,
bütün dünyadaki insanları da ırklarına göre sıralama ve bir hiyerarşiye dökme şeklini alıyor.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
35
Dosya/Söyleşi
Yani etnik olarak “diğerleri” dediğimiz gruplar,
aslında ekonomik temelli olarak ortaya çıkıyorlar.
Peki toplumda hâkim olan etnik temelli ayrışmaları nereye koyacağız?
demek ırkçılıktır. Bu özelliğin değerli ya da değersiz olması fark etmez, çünkü ırklar insanlara ortak
özellikler vermez. İnsanı içinde yaşadığı kültür
oluşturur, genetik özelliği ya da ırkı değil.
Tabii ki halk arasında ötekileştirme var. Örneğin Batı’da halk arasında siyahlar hakkında
ön yargılar vardır. Kişi belki siyahlara karşı değildir, ama yine de siyahların beyazlar kadar
“gelişkin” veya “akıllı” veya “üstün” olduğunu
düşünmüyordur. Bu bence bugün de yaygındır
Batı’da. Neden böyle düşündüğünü sorsanız birisine, cevap vermekte zorlanır. Çünkü bu, üzerinde düşünmeden, kafasının çok derinlerinde
beslediği bir ön yargıdır. Batı kültüründe 200
yıldır, “Siyahlar geri” diye anlatılmasının bir sonucu olarak, bu kültürün içinde doğan, büyüyen
insanın kafasında bu düşünce farkına bile varmadan yer eder. Aynı şey Avrupa’da Müslümanlara
bakış için de geçerli. Irkçı değilse bir Batılı,
İslamofobi’yi yanlış bulur. Ama yanlış bulanların
bile kafalarının bir yerinde, Muhammed’in ortaya
çıktığı günden beri Hristiyan kültüründe var olan
“Müslüman’ı kötü gösterme çabası”nın izleri
vardır.
Peki ırk, ulus, millet kavramlarıyla alakalı bu düşüncelere sahipken birisi size, “Sen Yahudisin.” dediği zaman ne hissediyorsunuz?
Kitabınızın “yabancı şairler” raflarında bulunduğundan ya da “Ne kadar güzel Türkçe konuşuyorsunuz!” gibi tepkilerle karşılaştığınızdan bahsediyorsunuz. İnsanların sizi “öteki” olarak nitelemesi nasıl
bir duygu?
En yaygın ırkçılık, ırkçılık olduğunun bilincinde bile olmayan ırkçılıktır. Türkiye’de bir kamuoyu yoklaması yapsak ve sorsak, “Yahudiler
dünyayı kontrol ediyor mu?” Ezici bir çoğunluk
çıkar, “Evet” diyen. Veya desek ki, “Yahudiler birbirini kollar mı? Yahudiler kendi çıkarları için
her şeyi yapar mı?” Ezici çoğunlukla “Evet” cevabı alacağınızdan emin olabilirsiniz. Bu ırkçılıktır. Çünkü “Yahudiler” diye bir şey zaten yok.
Ukrayna’da köylü bir Yahudi, New York’ta zengin
banker bir Yahudi, Türkiye’de, Balat’ta bakkal bir
Yahudi var. Bunların kültürleri bile aynı değilken,
niye yanındaki 70 yıllık arkadaşı olan Müslüman
bakkalı değil de birbirini kollasın? Ayrıca “Yahudiler” diye bir grup düşünüp, sırf Yahudi olduğu
için bu grubun her bir üyesine ortak bir özellik
atfetmek, “Irk nedeniyle şu özelliğe sahiptir.”
36
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
Bunun bir yelpazesi var. Ben ırkçılığın ya da
Yahudiliğin sosyolojik, tarihsel kökenlerini bildiğim için benim yaklaşımım farklı oluyor. Daha
akılcı yaklaşıyorum. Eğer karşımdaki ikna edilebilecek biriyse, “Bu adamla konuşmak gerek. Yanlış
düşünüyor, ama farkında değil.” deyip, oturup konuşuyorum. Yelpazenin bir ucu bu. Ama öbür ucu
da şu: 70 küsür milyonluk bir ülkede, gayrimüslim
azınlıkların eziyet gördüğü bir tarihin sonrasında
Yahudi bir ev kadını, yaşlı bir Yahudi bakkal, Ermeni bir marangoz böyle bir şeyle karşılaştığı zaman
korku duyar. “Acaba bize yine bir şey olur mu?”
diye düşünür. Kendisini çaresiz hisseder. Olaya
daha siyasi bakıp, “Bununla nasıl mücadele edebilirim?” diye düşünmekten, gariban bakkalın yaşlı
karısının duyduğu korkuya kadar bir geniş yelpaze var. Bunların hiçbiri olumlu değil. Benimki
bence en olumlusu, çünkü ırkçılığın kaçınılmaz bir şey
olduğunu düşünmediğim
için, “Bunu değiştirmek
gerekir.” diye mücadele
ediyorum.
Peki hiç mi duygusal
yaklaşmıyorsunuz? Ben
hayal kırıklığı ve küskünlük
hissederdim herhalde.
Küskünlük tabii ki oluyor. Bakın, bir
gösteri,
bir siyasi yürüyüş sırasında kaldırımdan küfür
eden birisi öfke uyandırır; küskünlük değil. Ama
tanıdığınız birisinin “ağzından laf kaçırması” çok
büyük bir kırgınlık yaratıyor. Bir sohbette ağzından bir şey kaçıyor Yahudilerle ilgili mesela. O an
anlıyorum ki var aslında bütün bunlar kafasında.
Etnosentrist düşünceye sahip kişiye göre kendi
grubu “dünyanın en güzel değerleri”ne sahiptir. Bu,
insana kendisini huzurlu hissedebileceği bir ortam
sunuyor aslında. Böyle bir durumda kişi, içinde bulunduğu grubun hatasız olduğu düşüncesinden
uzaklaşıp kendisini sürekli yargılamak zorunda kalacağı bir bakış açısına neden geçiş yapsın ki?
O yüzden bırakmıyor zaten çoğu zaman bu
düşünceyi. Bu dediğiniz Türkiye’de kendisini şöyle gösterdi. Özellikle Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra “Hepimiz Ermeniyiz” pankartları taşınarak yürüyüşler yapıldı. Soykırım konusu çok
gündeme gelir oldu. Bunların sonucunda birileri,
“Türk’üm demeye korkar olduk.” gibi bir tepki
gösterdi. Burada şunu belirtmek lazım: Zaten 70
milyonun, 69 milyon 950 bini sensin. Burada senin korkun söz konusu değil, sen niye korkuyorsun?
Etnosentrist düşüncede “diğerleri”nin pek de
“iyi” olmadıkları algısını göz önüne alarak sormak
istiyorum: İstanbul Yahudilerini, İstanbul’da yaşayan diğer gruplardan ayıran neler vardı?
Bazı farklar olduğu kesin. Ama o farklar bence
dinî nedenlerden kaynaklanmıyor. Mesela Yahudi şehirlidir. Osmanlı’da bu biliniyordu. Osmanlı
devşirme sisteminde kentli çocuğun alınıp istenilen şekilde eğitilmesi zor olduğu için Yahudilerden çocuk alınmıyordu. Kentlilik, ezici çoğunluğu
çok yakın geçmişe kadar köylü olan bir toplumda
farklılık yaratan bir şey. Ama İzmirli, İstanbullu
veya Edirneli bir Yahudi ailesinin günlük yaşamı, aynı şehirlerde yaşayan ama köyden yeni
gelmemiş olan bir Müslüman ailesinin yaşamından çok az farklıdır. Şöyle örnek vereyim kendi hayatımdan: Ben çok tipik İstanbullu orta sınıf bir ailenin çocuğuyum.
Gittiğim okullar, bu sınıftan insanların
gittiği okullar idi. Örneğin ben liseyi Robert Koleji’nde okudum. Bu okullarda
benim arkadaşlarımın çoğunluğu Müslüman ailelerin çocuklarıydı ve benden hiçbir farkları yoktu.
Aynı şeyleri yapar, aynı oyunları oynar, aynı filmlere gider, aynı kitapları okurduk. Çünkü sınıfsal
durumumuz aynıydı ve aynı kentte yaşıyorduk.
Tek fark onların evinde Kurban Bayramı kutlanırdı. Ama bunlar da Kemalist ailelerin çocukları olduğu için bayram da öyle abartılarak kutlanmazdı. Bizim evde de başka bir bayramda annem özel
bir yemek yapardı. Ama benim ailem de dindar bir
aile olmadığı için o da çok abartılı olmazdı. Yani
sınıfsal farklılıklar, dinî farklılıklara oranla bence
daha belirgin.
Tarihsel olarak, Yahudilerle Müslümanlar arasında bir düşmanlık değil, sıkı toplumsal ilişkiler
olduğunu gözlemliyoruz. İki grup içindeki bugünkü etnosentrist, hatta düşmanca bakış nasıl aşılır?
Ben de eski bir düşmanlığın olmadığını düşünüyorum. Bir kere Müslümanlar için ırkçılık
yapmak yasaktır. Kitap’ta kavmiyetçilik yasaktır,
çok net. Ayrıca Müslümanlığın da, Yahudiliğin de
ortaya çıkışından çok daha önce aynı coğrafyada
beraber yaşayan insanlar bunlar; niye düşmanlık
olsun aralarında?
İslam dünyasında o ya da bu şekilde kendisini gösteren antisemitizmin temelinde 1948,
yani İsrail devletinin kuruluşu yatar ve bugün
İslam coğrafyasında kullanılan antisemitist motiflerin hepsi Hristiyan antisemitizminden gelir;
İslam’da böyle bir köken yok ki. “Siyon Liderlerinin Protokolleri” kitabı, düzinelerce yayımlanmıştır Türkiye’de. Hâlbuki bu Rusya’daki antisemitist bir adamın uydurması. “İğneli fıçı” ya da
Yahudilerin Pesah Bayramı’nda Hristiyan çocuk
kesip kanını içtiği gibi iddialar Türkiye’de bilinir;
ama bunlar Avrupa’da Hristiyanların ürettiği ırkçılığın ürünüdür. İşin ironik yanı da budur zaten,
İslam’da yok ırkçılık, Hristiyanlık’ta ise çok eskiden beri var.
Roni Margulies söyleşisinin
tamamı için Facebook sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.
perspektifeu
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
37
Dosya/Söyleşi
Toplumlar Kendilerine
Yenik Düştüklerinde...
ELIF ZEHRA KANDEMIR
» [email protected]
Meselelere tabii bir mesafeyle yaklaşımı ve yaptığı analizlerle dikkat çeken Etyen Mahçupyan ile etnosentrik bakışın nedenleri, çıkış yolları, Türkiye’de yaşayan Ermeniler ve Hrant Dink üzerine konuştuk.
Sizce etnosentrizm özellikle hangi gruplar
arasında kendisini belirgin bir şekilde gösteriyor?
Etnosentrizm kelimesi “etnisite” çağrışımı
yapıyor, ama bugün postmodern oluşumların da
cemaatleştiğini ve giderek etnik değil mezhepsel bir ayrımın kendisini
daha yoğun bir şekilde
gösterdiğini görüyoruz.
Hangi gruplar arasında bu tür aşağılama,
reddetme ya da dışlama var diye baktığımız
zaman, işin özünde bu,
bütün gruplar arasında
var. Yani bunun dışında kalan hiç kimse yok.
Fakat bu bakış, cemaatler arasında kamusal
bir alan, yani karşılaşma, birbirini tanıma,
birbirini muhatap alma
alanının olmadığı yerlerde kendisini daha çok
gösteriyor. Avrupa’da ya da dünyanın başka
yerlerinde mecburen oluşmuş olan kamusal
alanlar vardı; bu kamusal alanlar bir biçimde
modern dünyayı da üretti. Fakat bu karşılaşmaların olmadığı, herkesin kendi içine kapandığı
ve tamamen kendi dünyası içinde bir yaşam
biçimi kurduğu durumlarda “öteki”ne ihtiyaç
duymayan bir cemaatleşme oluşuyor. Öteki
hakkında bilgi az ve ön
yargılar çok olduğunda
dışlama otomatik bir
refleks hâlini alıyor. Kişi
ötekini dışlarken kendisini “dışlayan bir kişi”
olarak da algılamıyor
üstelik; kendisini koruyan, kendi sınırlarını
çizen birisi olarak algılıyor. Hatta kendisini
çok liberal ve özgürlükçü olarak da algılayabiliyor. Çünkü diyor ki,
“Ben kendime sınırımı çizdim. Ötesi de ona ait,
o da istediği gibi yaşasın.” Ama kaçınılmaz olan
Bu yapının arkasında,
aslında ötekinin zaten
tanınmayı hak etmediğini söyleyen bir tavır var.
Bu Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Müslim-gayrimüslim
arasında çift taraflı olarak yaşanıyor.
38
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
sürtüşmelerin geldiği noktada birdenbire birbirini hiç tanımayan, bunun ötesinde tanımak da
istemeyen bir yapı görmeye başlıyoruz. Bu yapının arkasında, aslında ötekinin zaten tanınmayı
hak etmediğini söyleyen bir tavır var. Bu TürkKürt, Sünni-Alevi, Müslim-gayrimüslim arasında çift taraflı olarak yaşanıyor. Tabii daha güçlü olanın aşağılaması daha güçlü oluyor; ama
öteki de aslında kendi içinde bu dili oluşturmuş
durumda. Diyelim ki İslami camia Ermeni cemaati hakkında bir tür dışlayıcı, ırkçı, reddedici
kelimelerle konuşuyor ve kendisinin öyle konuştuğunun farkında değil. Ama gayrimüslim
dünyaya dönüyorsunuz; Yahudiler, Ermeniler
de kendileri için “diğerleri” olanlar hakkında
böyle konuşuyorlar.
Cemaatler küçüldükçe bu bir korumaya dönüşüyor; o yüzden de kimse kendisini kötü
hissetmiyor. Büyük cemaatte ise herkes öyle
davrandığı için yine kimse kendisini kötü hissetmiyor, herkes bu “doğallaşmış” bakışı benimseyebiliyor.
“Ermeni dölü” ibaresinin hakaret olarak kullanılabildiği ve bu“hakareti”duyan kişinin de,“Hayır,
ben Ermeni değilim. İşte bu da kanıtı.”gibi cevaplar
verebildiği günümüzde, “ırkçılık, etnosentrizm,
belli gruplara yönelik düşmanlık” gibi kavramların yeterli düzeyde bilinmemesinin ve bu tarz ithamların ırkçılık olarak algılanmamasının nedeni
nedir?
Kavramlar toplumların önüne konulup, onların, “Bu ne kadar güzel bir kavrammış, biz de
bundan sonra böyle olalım.” dedikleri şeyler
değildir. Mesela toplumlara demokratlığı anlattığınızda, “Bu güzelmiş.” deyip demokrat olmazlar. Bu, ihtiyaçla ortaya çıkan bir durumdur.
İhtiyaçlar da toplumların burunlarını sürttüğü
dönemlerde ortaya çıkar. Örneğin toplumlar
kendi kendilerine, kendi idealleri karşısında
yenik düşerler. Mesela kendilerini ahlaksız bulmaya başlarlar ya da uyum zorluğu yaşarlar. Bu
zorluklarla mücadele ederlerken de kendilerine
yeni kriterler ve kavramlarla yeniden bakarlar.
Bu Avrupa’da büyük çatışmalarla olmuştur. Son
birkaç yüzyıldır modernleşmeye çalışan, ama
belirli açılardan hiç de modernleşmek istemeyen bir gelenekten gelen Türkiye’de ise bu süreç şu macerayı izledi: Kendimizden memnun
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
39
Dosya/Söyleşi
olmadık. “Peki doğrusu nedir?” diye baktığımız
zaman doğrusu ya Asr-ı saâdet gibi hayali bir
doğru olarak çıktı ya da gerçekçi doğrular modernlik gibi bize ait olmayan doğrulardı. Bize
ait olmayan doğrular hoşumuza gitti, ama onun
arkasında farklı bir kültür var, o kültüre de bulaşmak istemiyoruz; çünkü kendimizi korumak
istiyoruz. Bu sıkıntı bir tür reddiye, bir tür direniş de yaratıyor ve bizdeki problemin esas nedenlerinden birisi bence bu.
Bunun bir de şöyle bir tezahürü var: Gerektiği kadar modern olmaktan ya da bugünün
evrensel ahlakına kendimizi bırakmaktan kaçındığımız ölçüde eskiye, var olanlara yapışıyoruz; bu cemaatçi bir yapı. Orada kendimizi
daha rahat hissediyoruz. O zaman da “Ermeni
dölü” dediğimiz zaman bu bizi çok rahatsız etmiyor. Çünkü Ermeni bir iltifat değil, belirli bir
camianın içinden bakıldığı zaman “Ermeni” kelimesi doğallaşmış bir hakaret kelimesi. Böylece
kişi kendini daha alt seviyedeki ahlaki kültürel
bir dünyada rahat hissediyor. Tersinden bakalım. Mesela Ermeni cemaati içerisinde Türkler
için kullanılan “dacik” diye bir kelime vardır.
Bu “dacik” kelimesinin aslında nötr bir kelime
olması lazım. Fakat iki Ermeni konuşurken, “Ya
bırak onu, o dacik.” dendiği zaman, “Onla iş
yapılmaz. Çok da güvenilir bir adam değildir.”
imasını karşı taraf alır. Aslında adama sadece
Türk demektedir, ama zaman içinde bu tür kavramların içine o kadar başka şeyler yedirilmiş
ki, bunlar kendiliğinden olumsuz nitelemelere
dönüşmüştür.
40
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
Etnosentrik düşüncenin doğurduğu küçümseme, sanki sadece “bize” yöneltilince kötü oluyor.
İnsanlara, “diğerini değersiz olarak niteleme”nin
sadece bize yapıldığında değil, bizim tarafımızdan
yapıldığında da kötü olduğu nasıl anlatılabilir?
Örnekler gördükçe insanlarda kendiliğinden
geçişler oluyor, birdenbire farklı bakmaya doğru
yönelebiliyorlar. Sonuçta her insanda bir vicdan
ve ahlaki zemin var; herkes kendini ahlaklı davranıyor olarak görmek ister kendine baktığı zaman. Kişi diğer etnik grupları küçümserken, bir
gün kendisinin de küçümsenebileceği örneğini
gördüğü zaman belki şaşırıyor, belki kendisiyle
hesaplaşmakta zorlanıyor; ama kendisiyle uğraşmaya devam eden karakterler yavaş yavaş bu
bakıştan ayrılıyorlar.
Şöyle bir mükafatı da var bunun: Bunu becerebilen, etnosentrik düşünceden kurtulabilen
kişi kendisinden çok daha memnun oluyor. Hatta, “Eskiden şöyle bakan bir insandım, artık öyle
değilim.” diye bunu anlatma ihtiyacı da hissediyor.
Fakat şunu belirtmeliyim: Bir insanın diğer
etnik gruplara karşı düşmanca bakışını durup
dururken aşma şansı çok az. Bir dürtüyle oluyor
bu. Belki ancak kendisi maruz kaldığında mesajı
fark edebiliyor.
1915 olaylarından sonra Türkiye’de kalan Ermeniler arasında dinî ve millî kimliklerini tamamen
yitiren insanların olduğunu biliyoruz. Bu insanları
kimliklerinden vazgeçmeye zorlayan şey neydi?
İhtida çok köklü bir gelenek. Özellikle Selçuklu ve sonradan Osmanlı genişlemesiyle beraber bir sürü Rum ve Ermeni kendiliğinden
Müslümanlaşmış. Zaten Anadolu’ya dışarıdan
gelenlerin sayısı o kadar az ki, bu kadar geniş bir
Müslüman çoğunluk üretmeniz mümkün değil
demografik olarak. Şu anda Türkiye’de yaşayan
Müslüman Türklerin büyük kısmı kök olarak ya
Rum ya Ermeni, bir kere böyle bir durum var.
Ama bu normal, çünkü o dönemde din değiştirme çok doğal karşılanıyor.
1915’e yaklaştığımız zaman en önemli dürtü kendini koruma. Çünkü Ermenilerin başına
bir sürü şey geliyor veya geleceği anlaşılıyor.
Dolayısıyla köyler, kasabalar bir bütün hâlinde
kendilerini korumak için ihtida ediyorlar. Hatta
o kadar çok köy ve kasaba ihtida ediyor ki Talat
Paşa, “Bundan sonra ihtida etseler dahi onlara
Ermeni muamelesi yapılacak.” diye bir emir çıkarmak zorunda kalıyor.
Bir de tabii büyük kısmı kız çocukları olmak
üzere insanların tek tek ailelere alınarak Müslümanlaştırılması var. Tehcir edilenlerin başlarına ne geleceği anlaşılınca herkes çocuğunu
komşusuna bırakıyor veya etraftaki komşular
korumak için alıyorlar. Bu şekilde 100 ile 200
bin arası kız çocuğunun olduğu tahmin ediliyor.
Bunun dışında bazen bir bütün olarak aileler
saklanıyorlar. O aileler sonradan Ermeni olarak
çıkamıyorlar dışarıya; “Akrabalar geldi.” gibi
ifadelerle Müslümanlaşarak yaşıyorlar.
Bunların bir bölümü hakikaten Müslüman
oluyor. Şu anda da hâlâ hakikaten Müslümanlar
ve Müslüman Türk gibi yaşıyorlar. Bir bölümü
Müslümanlar, ama artık Ermeni olmak istiyorlar; Müslüman-Ermeni olmak gibi bir talepleri
var. Bazıları sahte Müslüman, yani kendilerini
korumak için Müslümanlar; onlar şimdi Hristiyan olmaya doğru yaklaşıyorlar. Böyle değişik
gruplar var.
Hrant Dink, etnosentrizmin en güzel özetini şu şekilde belirtmiş: “Kendi kimliğini ötekinin
varlığına göre konumlandırmak hastalıktır. Kimliğini yaşatman için sana bir düşman gerekiyorsa,
senin kimliğin hastalıklıdır.” Kendimiz olabilmek
için bir düşman aramaktan ne zaman vazgeçeriz?
Adam olduğumuz zaman.
Bunu şunun için soruyorum: “Öteki” diye kurguladığımız daire bazen o kadar geniş ki geriye
“biz” diye kala kala bir ülkedeki bir şehrin bir köyünde yaşayan insanlar kalıyor.
Öyle örnekler var evet. Ama artık bu tür
örnekler mizahi olmaya başladı.
Bu genel olarak dünyaya adaptasyonla çok
bağlantılı. 90’lardan sonra yaşanmış olan değişim sınırları kaldırdı. Bu da farklılıkları görmek, hatta bu çeşitlilikten memnun olmak durumunu ortaya çıkardı. Mesela bunun şu anda
ilginç tezahürlerinden bir tanesi kendi ailesinde
Ermeni olan Müslüman Türkler. Bu eskiden hiç
konuşulmayan bir şeydi. Şimdi insanlar bundan
neredeyse gurur duyarak bahsediyorlar. İnsanların çoğulcu, melez hâlleri artık olumlu olarak
algıladıklarını, dolayısıyla burada hızlı bir değişim olduğunu görmek lazım. Bu değişimin birdenbire genel bir kültürel yapı hâline dönmesi
mümkün değil. Bu birkaç nesil demek. Belki iki
üç nesil sonra gerçek anlamda böyle bir değişim
olacak, yani farklı cemaatlerden ve kimliklerden
gelmelerine rağmen, “Sen kimsin?” sorusunu
sormayı akletmeyen insanların karşılaşması yaşanacak.
Vefatının 7. yılında, Hrant Dink’i nasıl tanımlarsınız? Onun vefatıyla neler kaybedildi?
Hrant kendine özgü bir sesti ve Türkiye’nin
unuttuğu bir şeyi hatırlattı. Anadolu’nun toprağından gelen, içten ve sahici bir adamdı. Bence
bunu özlemişti toplum. Çünkü çok fazla riya,
menfaat veya kendini koruma üzerine yaşanmış
on yıllar var. Hrant rehabilite edici, sağaltıcı
bir ses olarak ortaya çıktı. Ne hissediyorsa, ne
düşünüyorsa bütün samimiyetiyle anlatan birisiydi. İnsanlar anlattığı şeyden çok o samimiyeti gördüler. Bu biraz sirayet eden bir şey. Böyle
birini gördüğünüz zaman onun karşısında siz
de öyle olmak istersiniz. O yüzden de Hrant,
kendisini hiç tanımayan insanlar üzerinde bile
etkili olabildi. Onu izleyen insanların kendi küçük dünyalarındaki bakışları, birbirlerine davranışları, Ermeni meselesi hakkındaki düşünceleri
değişme ihtiyacı duydu. Bu hatırlamayı sağlama
açısından Hrant’ın çok kritik bir işlev gördüğünü düşünüyorum. Hrant’tan önce insanlar hatırlama ihtiyacı duymuyorlar, hatta neyle karşılaşacaklarını bilmedikleri için hatırlamaktan
korkuyorlardı. Hrant’la ve o tartışmalarla beraber aslında hatırlamayarak kendilerine kötülük
ettiklerini hissetmeye başladılar.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
41
Dünya
Doğu Türkistan’da
Kültürel Soykırım
Durdurulmalı
PETER NAVARRO*
» [email protected]
©
Flickr.com/Dmitry Perstin
1949’da Çin Halk Cumhuriyeti Doğu Türkistan’ı işgal ettiğinde Doğu Türkistanlı liderler öldürüldü ve eyaletin kontrolü ele geçirildi. O günden beri bölgenin yerlilerine, özellikle de Uygur
ve Kazaklara karşı amansız bir kültürel soykırım uygulanmaktadır.
Doğu Türkistan bugün Çin’in Sincan Eyaleti
olarak tanınmaktadır. Çin’in Tibet’te uyguladığına benzer şekilde gerçekleştirdiği kültürel
soykırımda temel süreç “Hanlılaştırma” olarak
bilinmektedir; bu sözcük, Çin’de yaygın etnik
grup olan “Han” sözcüğünden türetilmiştir.
Hanlılaştırma uygulamasıyla çok miktarda
Han Çinlisi grup Sincan’a gönderilmekte, evli
çiftler de Çin nüfusunun parçası hâline gelerek
bölgede Çinlilerin çoğunluk hâline gelmesine
yardım etmektedir. Ayrıca, erkek Han Çinlilerinin, saf Uygur soyunun kaybolması amacıyla
Uygur kadınlarla evlenmesi beklenmektedir.
Güvenlik politikası gereği, çocuk doğuracak
yaştaki Uygur kadınları, genellikle Han Çinlileriyle evlenmeleri için veya en basitinden çocuk
sahibi olmasınlar diye başka eyaletlere işçi olarak gönderilmektedir.
Bütün bunlara ilaveten, Doğu Türkistan’da
yaşayan Uygurlar din özgürlüğünden yoksundurlar. Yine kendilerine eğitim sisteminde zorla
Çin kültürü müfredatı okutulmakta ve ana dilde
eğitime dair herhangi bir girişim bulunmamaktadır. Bütün bunlar, Çin’in Tibet’te kullandığı
yöntemlerin tıpatıp aynılarıdır. Ancak en kötüsü de Çin’in ticari çıkarlarının ülke topraklarındaki bütün ekonomik alanı hâkimiyet altına
42
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
©
alması ve bunun sonucu olarak Uygurların işsizlik ve yoksulluğa itilmesidir.
Bütün bu anlatılanlar, bu gezegen üzerinde
yaşayan bir halka uygulanan en barbar ve küçük düşürücü muameleleri ortaya koymaktadır. Tek arzu ettikleri, kültürlerine ve dinlerine
saygı gösterilmesi ve gerçek bir özerklik olmasına rağmen Uygurlar sürekli olarak “terörist”
ve “bölücü” olmakla suçlanmaktadır. Bununla
birlikte, hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde,
hem Sincan hem de Tibet’te yerli halk, kelimenin gerçek anlamıyla yaşamları için mücadele
ederken büyük kargaşalar özellikle bu bölgelerde kendisini göstermektedir.
Ne yazık ki dünya bütün bu olanlara sırtını
dönmüştür. Uygurlara karşı uygulanan bu küçük düşürücü muamelenin gerçekleşmesine
sadece izin vermekle kalmamış; Uygurlara ve
Tibetlilere kötü muamelesinden dolayı Çin’e
yok denecek kadar az sayıda eleştiri ve yaptırımda bulunmuştur. Dolayısıyla ticaret ve
hırsın, uluslararası arenada da insan haklarını
gölgede bıraktığı ortaya çıkmıştır. Çok açıktır ki Çin’de mağaza açan ve üstü kapalı bir
biçimde Çin’in otoriter rejimini destekleyen
her yabancı şirketin elleri kana bulanmıştır.
Çin’in Uygurlara neden bu şekilde davrandığını da irdelemek gerekir: Sincan, Çinlilerin
iki nedenden dolayı hâkim olmak istediği çok
Flickr.com/Dmitry Perstin
önemli bir toprak parçasıdır. Birincisi, Sincan,
tarih boyunca Çin’in rakibi ve zaman zaman
da düşmanı olan Rusya ve Hindistan’a karşı
önemli, stratejik bir tampon bölgedir. İkincisi ise Sincan enerji ve maden açısından inanılmaz ölçüde zengindir. Bölgedeki petrol ve
doğal gaz rezervleri Çin rezervlerinin dörtte
birinden daha fazla, kömür rezervleriyse üçte
birinden fazladır. Ayrıca, Çin’in tüm eyaletleri
arasında en geniş demir cevheri yatakları, en
yoğun berilyum ve tuz rezervleri de bölgede
bulunmaktadır.
Bu dinamiklerden dolayı Sincan halkı, kültürel ve dinî yok oluş tehlikesi altındadır ve
pek çok durumda da iktidardaki Çin Komünist
Partisi’nin ellerinde ölmekte ya da hapse atılmaktadır. Bu insanlık trajedisi tüm dünyanın
dikkatini çekmeli ve Çin’in Sincan’da yaptığı,
gündeme getirilmeyen kültürel soykırım durdurulmalıdır.
Death By China (Çin Eliyle Ölüm)
http://www.youtube.com/watch?v=73jzUu6REUw
*California-Irvine Üniversitesi’nde profesör olan Navarro,
kendi kitabından aynı isimle sinemaya uyarlanan “Death By
China” (Çin Eliyle Ölüm) belgesel filmin de yönetmenidir.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
43
Dünya
Despotizm ve Kültürel Soykırım
Sincan Özerk Bölgesinde yaşayan 22 milyon kişinin yarıdan
fazlası Müslüman azınlık olan
Uygur Türkleri.
Ülkedeki baskılara, dil, din ve kimliklerini özgürce yaşayamamalarına
baş kaldıran Uygur Türkleri kanlı
müdahalelerle bastırılmış, çıkan isyanlardan Amerika’daki Rabiya Kader
sorumlu tutulmuştu.
Uygurların doğal kaynaklar açısından zengin olan vatanlarına Han
Çinlileri yerleştirilerek bölgenin
Çinlileştirilmesi sağlanıyor.
44
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
11 Eylül’ün ardından
Uygur Türklerine karşı
“terörle mücadele”
stratejisi uygulanıyor.
Böylece Uygur Türklerinin teröristlerle işbirliği yaptığı iddia edilerek
devletin asimilasyon
politikasına meşruiyet
kazandırılmaya çalışılıyor.
Azınlıkların hakları anayasa ile
güvence altında olmasına rağmen
Uygurlar senelerdir baskı altında
yaşıyor.
2009
Uygurlu iki işçinin ölümünün açıklığa kavuşturulması için protesto
gösterisi düzenleyen gruba şiddetli bir müdahale gerçekleştirildi.
Günler süren olaylarda 197 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Çatışmalarda silahlı Han Çinlileri
camilere saldırı esnasında “Uygurları öldürün!” sloganları attı.
1953-2000
Bölgede yaşayan Uygur nüfusunun oranı %75’ten %45’e
düştü. 1947 yılında bölgede sadece %4’lük nüfusa sahip
olan Han Çinlilerinin oranı ise bugün bölgedeki toplam
nüfusun yaklaşık yarısına tekabül ediyor.
Arasında: Doğu Türkistan
Temel özgürlükleri kısıtlanan Uygur Türkleri, Çin
Devleti tarafından hâlâ “ayrılıkçı”, “terörist” ya da
“köktendinci” olarak nitelendiriliyor.
Hükümetlerin insan hakları
ya da azınlık haklarını ihlal
eden uygulamaları uluslararası
toplum tarafından ekonomik
yaptırımlarla karşılaşır. Fakat
Çin için bu tarz yaptırımlar söz
konusu olamıyor.
Çinliler arasında yaygın
olan etnosentrik düşünce, Uygurlara uygulanan
baskıyı artıran faktörler
arasında. Birçok Çinli, “Uygurlara çok bile müsamaha
gösteriliyor.” şeklinde
düşünüyor.
Bugün dünyada en büyük ikinci ekonomik güç
olan ve etkin bir rol oynayan Çin’le hiçbir devlet Uygur Türkleri ya da diğer azınlıklar sebebiyle siyasi ihtilafa düşmek istemiyor.
Dünyada birçok ülkenin kendi azınlıkları ile münasebetlerinde
sorunlu ilişkiler geliştirmeleri, bu ülkelerin, Çin’in Uygurlara
yönelik politikalarını eleştirmelerini engelliyor. Örneğin soydaşlık bağını ileri sürerek tepki gösterebilecek konumda olan
Türkiye, Kürt sorununa yaklaşımının yine güvenlik paradigmaları çerçevesinde olması sebebiyle konuya temkinli yaklaşıyor.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
45
Dünya/Söyleşi
“Uygurlara Yapılan Baskı
Dayanılamayacak Hâlde!”
2005’ten beri Amerika’da sürgün hayatı yaşayan ve Dünya Uygur Kongresinin
başkanlığını yapan Kader, Doğu Türkistan’da yaşanan insan hakları ihlallerini
ve Uygurların meselesini dünyaya duyurmak için uluslararası arenada pek çok
çalışma yürütüyor. Kader’le Uygurların sorunları, Çin’in bütün dünyanın gözünü yumduğu haksız uygulamaları ve kendi hikâyesi üzerine konuştuk.
MELTEM KURAL
» [email protected]
Bir zamanlar başarılı bir iş kadını olmanız sebebiyle Çin devleti tarafından “azınlıkların içinden
çıkan örnek kadın” olarak lanse ediliyordunuz.
Şimdi ise Çin yetkilileri, Uygur Türklerini “kışkırttığınızı” düşünüyor. Sizi bu noktaya getiren süreçten bahseder misiniz?
Ben sadece bir iş kadını değildim Çin’de, aynı
zamanda bir siyasi figür, bir politikacıydım. Hem
Eyalet Parlemantosunun, hem de Çin Millî Parlamentosunun üyesiydim. İki dönem üst üste
seçilerek toplam on sene görev yaptım. Ondan
sonra yine on sene Doğu Türkistan Sincan Özerk
Bölgesi Ticaret Odası başkanlığı yaptım. Bunun
dışında Doğu Türkistan Sincan Özerk Bölgesi İş
Kadınları Derneği’nin de başkanlığını yaptım.
1995 senesinde Pekin’de yapılan Dünya Kadınlar
Kongresine Çin heyetinin üyesi olarak katıldım.
Çin hükümeti beni Çin’in örnek kadını seçti. Fakat bu vazifeleri ifa ederken hiçbir zaman Uygur
meselesini unutmadım ve hükümetin tepkisini
çekmeden problemlerine çözüm üretmeye çalıştım. Bir hadise meydana geldiğinde olayı araştırıp belgeleriyle Çin hükümetine sundum. Elbette
Çin hükümetine bu konularda nüfuz edebilecek
bir gücüm yoktu, dolayısıyla onlara var olan sıkıntıları aktarma ve bu şekilde bir çözüm arama
yoluna gidiyordum. Çünkü o zamanlar Çinli yetkililerin gerçek vaziyeti bilmediklerine inanıyor,
46
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
dolayısıyla kendilerine olan biteni aktardığım
zaman hem Çin’in, hem de kendi halkımın yararına bir şeylerin değiştirilebileceğine inanıyordum. Elbette beni, “Bunları dile getirme! Senden
önce de söyleyen Uygurlar oldu, fakat sonunda
ya hapse atıldılar ya da öldürüldüler.” diye uyaranlar çok oldu. Ancak bunu yapamazdım, çünkü iş kadını olmam hasebiyle Doğu Türkistan’ın
bütün şehirlerine ve köylerine gidiyor; oradaki
duruma şahit oluyordum. Oralardaki durumu
ve Çin’in uyguladığı baskıyı gündeme getirmeye
devam ettim. Uygurlar da bunu bildiği için gittiğim her yerde etrafımı çevirip bana sıkıntılarını
aktarıyorlardı. Onların bana aktardıklarını Çin
yetkili makamlarına iletmek benim için bir sorumluluktu.
Vaziyet buyken, 5 Şubat 1997’de Doğu
Türkistan’ın Gulca şehrinde Uygurlara büyük
bir katliam yapıldı. O zaman parlamento üyesi
olarak çeşitli yetkilere sahiptim; bütün hükümet
dairelerine girebilir, devlet başkanı ile bile görüşebilirdim. Bu kanlı olaylardan sonra Doğu Türkistan’daki başka liderler bu meselenin örtbas
edilmesi gerektiğini ifade ettiler. Fakat bu üstü
örtülemeyecek kadar kanlı bir olaydı: Bir annenin 5 evladı gözlerinin önünde Çin güvenlik güçleri tarafından öldürülmüştü. Güvenlik güçleri
tarafından o kadar büyük bir zulüm uygulandı ki,
tutuklanan Uygur çocukları mahkemeye çıkarılıp
da haklarında ölüm cezası verildiğinde anne babaları, kardeşleri ve aile üyeleri bu kararı alkışlamaya zorlandı. Hatta bazı yerlerde sanıklara
verilen ölüm cezasını onaylamayan, karşı çıkan,
hatta alkışlamayan bazı insanlar da öldürüldü.
Bu olaylar olurken ben 3 kişiyle birlikte vaziyeti
bizzat gözlemlemek için Gulca’ya gittim. Oradaki olayları araştırdıkça hadisenin ne kadar korkunç boyutlara vardığına şahit oldum. Merkezî
hükümete ulaştırmak için olayın iç yüzüne dair
ulaşabildiğim belge ve bilgilerin hepsini topladım. Fakat güvenlik güçleri katliama dair topladığım bütün filmleri ve diğer materyalleri elimden aldı. Bu hadiseden sonra artık ben de takibe
alındım ve gözetlenmeye başladım.
Doğu Türkistan halkı hangi sorunları yaşıyor
peki?
İlk olarak Doğu Türkistan kültürel ve dinî
olarak bir baskı altında. Uygurların günlük örf
ve âdetlerini yerine getirmeleri bile yasak. Uygur
Türklerinin yüzde 86’sı çiftçidir ve dolayısıyla
halkın büyük bir kısmını bunlar oluşturur. Doğu
Türkistan’ın kültür ve medeniyetini muhafaza
eden tabaka da bu çiftçi tabakasıdır. Bu sebeple
Çin hükümeti bunları dağıtmak için Uygur çiftçilerinin arazilerini ellerinden alıp, onları Çinli
göçmenlere vererek Uygur çiftçilerini göç etmeye
Flickr.com/ United States Mission Geneva
©
Tutuklanan Uygur çocukları mahkemeye çıkarılıp
da haklarında ölüm cezası
verildiğinde anne babaları, kardeşleri ve aile üyeleri bu kararı alkışlamaya
zorlandı.
mecbur bırakıyor. Yine bu asimilasyon politikasının bir parçası olarak Çin hükümeti, Doğu
Türkistan’dan 14-26 yaş arası Uygur kızlarını
Çin’in iç bölgelerine göçe zorluyor. Ekonomik
açıdan da Doğu Türkistan halkı iktisadi gelişmelerden mahrum bırakılıyor; günden güne yoksullaşıyor. Aynı zamanda eğitim olanaklarından da
mahrumlar.
Çin hükümetinin yıllardan beri sistemli olarak
yaptığı bir uygulama da Çin’in iç bölgelerinden
Doğu Türkistan’a Çinli yerleşimci taşınması ve
oradaki Uygur nüfusunun bu yöntemle azınlık durumuna düşürülmeye çalışılması. İşte bu haksızlıklara karşı çıkan herkes bugün hapiste. Çinliler
için Uygurları tutuklamak ve hapse atmak çok
kolay. O yüzden Doğu Türkistan’daki siyasi suçluların sayısı onbinleri geçiyor. Çin’de 1989’dan
bu yana siyasi sebepten idam edilen kimse olmamasına rağmen, bu uygulama Uygur siyasi suçluları için hâlâ devam ediyor. Birkaç sene içinde
binlerce Uygur ölüm cezasına çarptırıldı veya
Çin güvenlik güçleri tarafından keyfî bir şekilde öldürüldü. 2009’daki 5 Temmuz olaylarından
önce de Doğu Türkistan şehirlerinin sokaklarında polis vardı; ancak 5 Temmuz’dan sonra “güvenlik tedbirleri” daha da arttırıldı ve artık polisle birlikte Çin askerleri de Doğu Türkistan’ın
sokaklarında dolaşmaya başladılar. Şimdi Doğu
Türkistan’da durum o kadar kötü ki; bir savaş
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
47
Dünya/Söyleşi
bölgesi gibi sokaklarında tanklar, panzerler ve
silahlı askerler bütün köşe başlarını tutmuş durumda.
2013’ten sonra çok başka bir baskı daha yaşanmaya başlandı. Artık Uygurlar bir araya gelemiyorlar. 20-30 Uygur toplandığı zaman Çin
askerleri gelip sorgusuz sualsiz öldürüyor onları.
Ayrıca binlerce Uygur genci, özellikle genç erkekler kayboluyorlar. Çin güvenlik güçleri akşamları gelip gençleri tutukluyor ve “Sorguya çekip
geri getireceğiz.” diyerek ailelerinin ellerinden
alıyor. Böylece binlerce kişi kayboluyor. Aileler
karakola gidip çocuklarını soruşturduklarında,
“Haberimiz yok.” deniliyor onlara. Çocuklarını
bulma konusunda ısrarcı olanların kendileri de
tutuklanıyor. Uygurlara olan bu baskı dayanılmayacak bir duruma gelmiş hâlde.
Çin hükümeti Uygurlara karşı bu baskıcı tutumunu mazur göstermek için çok kolay bir bahaneye sığınıyor: Müslüman Uygurlara, “Bunlar
teröristtir!” diyor ve işin içinden çıkıyor. Uygurlar -ki Çin hükümeti bile bunu diyordu- barışçıl
bir halktır. Ancak Çin hükümetinin yürüttüğü
bu politikalar onları aşırılığa zorluyor. Çünkü bu
zulme ailesinden kurban vermeyen kimse yok.
Her ailenin en az bir ferdi ya öldürülmüş, ya tutuklanmış ya da kaybolmuş. Doğu Türkistan halkının da sabrı taşmış durumda.
Peki bu zulmün gerekçesi ne? Örneğin siz 1999
yılında tutuklandığınızda ne ile suçlanıyordunuz?
Ocak ayında Ekonomi Profesörü İlham Tohti,
Çin hükümeti tarafından tutuklandı. Çin hükümeti Tohti’yi hangi nedenlerle tutukladıysa beni
de aynı gerekçeyle tutukladı: Şahit olduğum
haksızlıklar karşısında susmadığım için. Hatta
tutuklanmadan önce Çin hükümeti beni birkaç
defa uyardı: “Hükümette yüksek bir makamın
var, siyasi anlamda yetkin var. Sen bu nimetlerden yararlan. Karşılaştığın durumları anlatmaya çalışma.” Baktım ki Çin hükümeti beni ve
Uygurların sorunlarını dinleme niyetinde değil;
ben de, “Uygurların durumunu dış dünyaya anlatmalıyım.” dedim. Halkıma yapılan cinayetler,
tutuklamalar, haksız ve keyfî uygulamalar karşısında elbette susamazdım, bir şey yapmak zorundaydım.
Aslında benim yaptığım hiçbir yanlış yoktu,
kanunsuz bir harekette bulunmadım. Dolayısıy-
48
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
la bana yapılan muamelenin de kanuni bir yanı
yoktu. Beni tutukladıkları zaman Çin’in beni
suçladığı şey devlet sırlarını dışarıya vermekti.
“Devlet sırrı” olarak niteledikleri şey ise olaylarla alakalı Çin gazetelerinde çıkan haberlerdi.
Ben de o haberleri Amerika’daki kocama göndermek istiyordum. Bu haberlerde tutuklanan,
ölüm cezasına çarptırılan ve idam edilen Uygur
çocuklarının isimleri geçiyordu. Bundan dolayı
Çin hükümeti beni tutukladı, çıkarıldığım mahkeme de beni sekiz 8 buçuk sene hapse mahkum
etti. Oğlum Abdulhekim’i de her şeyden habersiz olmasına rağmen sırf benimle birlikte olduğu
için tutuklayıp 3 sene hapis cezasına çarptırdılar. Ben Amerika’ya gittikten sonra onu tekrar
tutukladı Çin hükümeti ve hiçbir sebep göstermeden 9 sene hapse mahkum etti. Şu an oğlum
hâlâ hapiste.
Esasında benim yapmak istediğim şey aynı
zamanda Çin hükümetinin ve dolayısıyla Çin
devleti sınırları içerisinde yaşayan tüm insanların menfaatine olan bir şeydi. Doğu Türkistan’a
barışın hâkim olması demek, orada yaşayan tüm
milletlerin birlikte yaşamaları demektir. Doğu
Türkistan’ın barış içinde olması ve Uygurların
meşru ve tabi hak ve taleplerinin yerine getirilmesi lazım. Bizim orada verdiğimiz mücadele
Çin Anayasası sınırları içerisinde bir mücadeleydi. İllegal veya kanunlarda yer almayan herhangi
bir talebimiz olmadı. Doğu Türkistan Uygurların
ana yurdu, Uygur Türkleri de Doğu Türkistan’ın
yerli halkıdır; dolayısıyla onlara mahsus hakların verilmesi lazımdır.
Ailenizin geri kalanı Doğu Türkistan’da. Onların hayatlarından endişe ediyor musunuz?
Elbette. Çin hükümeti bütün mal varlığımı
dondurdu. Akrabalarım, çocuklarım ve torunlarım
olan 23 kişi baskı ve gözetim altında yaşıyor.
Doğu Türkistan’da 5 çocuğum var. Şu an Çin’in
insafına kalmış durumdalar. Güvenlik kuvvetleri
istedikleri zaman onları karakola götürüp sorguya çekiyor ve dövüp, işkence yapıp bırakıyorlar.
Ben yurt dışına çıktıktan sonra iki çocuğumu
hapse atmıştı Çin yönetimi. Birini 7 sene hapse mahkum etmişlerdi, Alim ismi... Alim hapis
cezasını tamamladı ve hapisten çıktı, ama gözetim altında yaşıyor. Ben 6 sene hapiste yattım.
Kocam 9 sene hapiste yattı. Oğlum Abdulhekim
Doğu Türkistan halkının üzerinde senelerdir
dolaşan bu kara bulutun kalkması için sizin çözüm
öneriniz nedir?
İlk olarak Çin hükümetinin Doğu Türkistan’a
yerleştirdiği ve Uygurlara yönelik saldırılar düzenleyen askerî birliklerini geri çekmesi lazım.
Ondan sonra da Doğu Türkistan’daki bütün siyasi suçluları serbest bırakması lazım. Nihai
anlamda tek çözüm yolu ise Doğu Türkistan’ın
kaderini belirleme hakkının Doğu Türkistanlılara verilmesi ve siyasi geleceklerini kendilerinin tayin etmeleri için imkân sağlanması.
Ancak ondan sonra biz Çinlilerle başka şeyleri
konuşabiliriz. Yine ancak bu şekilde Çin’e, Doğu
Türkistan’a ve bölgeye kalıcı bir barış ve istikrar
ortamı hâkim olabilir.
Çin hükümetinin yıllardan beri sürdürdüğü
bir propaganda var. Bu propaganda neticesinde
bazı Çinlilerin beyni yıkanmış; Uygurların yok
edilmesi gerektiği düşüncesindeler. Uygurlara
karşı bir nefret havası hâkim, hatta sırf Uygur oldukları gerekçesiyle küçük çocukları bile öldüren
Rabiya Kader söyleşisinin
Çinliler var. Fakat bu zulümden haberdar olan
tamamı için Facebook sayve Çin hükümetinin propagandalarına kanmafamızı ziyaret edebilirsiniz.
yan Çinliler de var. Çin hükümetinin Uygurların
haklarına saygı gösterip baskıların kaldırılması
ve Çin Anayasası’nda
vadedilen temel hakların onlara da verilmesi gerektiğini dile
Uygurlara yönelik salgetiriyorlar.
Uygurların
hakdırıların durdurulmalarını
savunanlar
sını, keyfî öldürmelerin
ekseriyetle Çin’in iç
sonlandırılmasını talep
bölgelerinde
yaşaettiğim için düşman ilan
yan Çinliler. Doğu
Türkistan’a yerleştiriedildim. Aslında bu talen Çinliler arasında
leplerimiz Çin’in millî
Uygurların tümüyle
menfaatlerine de uygun
yok edilmesini savunan Çinlilerin sayısı
taleplerdi.
oldukça fazla. Zira
perspektifeu
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
49
Flickr.com/ Dmitry Perstin
Çin halkının Uygurlara bakış açısı nasıl?
Çin’in iç bölgelerinden Doğu Türkistan’a yerleştirilen bu Çinlilere orada yaşayan Uygurlara istediklerini yapabilecekleri ve oranın aslında Çin’in
kendi toprağı olup Uygurlar tarafından sonradan
işgal edildiği söylenerek beyinleri yıkanıyor. Onlar da Doğu Türkistan’a Uygurlara ilişkin peşin
bir hükümle gelmiş oluyorlar. Dolayısıyla Çin
halkı arasında meseleye farklı şekilde bakan iki
grup var.
©
toplamda 12 sene hapis cezasına çarptırıldı ve
dediğim gibi şu an hâlâ hapiste. Ailece toplam
37 senemiz hapiste geçti. Kısa süre önce oğlum
Abdulhekim’in normal hapishaneden daha üst
düzey güvenlikli bir hapishaneye transfer edildiğini öğrendim. Hapishane gardiyanları tarafından dövülmüş ve iki ay hastanede yatmak mecburiyetinde kalmış gördüğü şiddetin ardından...
Çocuklarımın tutuklanmalarına gerekçe
olacak herhangi bir suç unsuru yok. Uygurların
davasını tüm dünyaya duyurma çabalarımız karşılığında Çin hükümeti ailemden bu şekilde intikam alıyor. Ne zaman Uygurların davasını duyurmak adına büyük bir faaliyete katılacak veya
bir devlet adamıyla görüşecek olsam oradaki çocuklarımdan öç alınıyor.
Uygurlara yönelik saldırıların durdurulmasını, keyfî öldürmelerin sonlandırılmasını talep
ettiğim için düşman ilan edildim. Aslında bu taleplerimiz Çin’in millî menfaatlerine de uygun
taleplerdi.
©
Flickr.com/ The U.S. Army
Dünya
Irak Krizi ve
İşgal Sonrası
Siyasi Boşluk
EMRAH USTA
» [email protected]
2014 Ocak ayında Irak Ordusu Anbar
eyaletindeki Müslüman-Sünni kesimin protesto gösterilerini dağıtırken
sivil kayıplar yaşanmış, protestolara
destek veren Iraklı bir milletvekili tutuklanmış ve ardından 44 Sünni-Iraklı
milletvekili istifa etmişti.
50
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
Irak Meclis Başkanı Usame Nuceyfi’ye yapılan
suikast girişimi ve Maliki’nin merkezî yönetimde uygulamaya koyduğu Şii ağırlıklı politikalar
Irak’ta mezhepsel gerilimi artırmıştı. Irak’ın batısındaki Anbar eyaletine bağlı Felluce ve Ramadi
kentlerindeki çatışmalar hız kesmeden sürerken,
bu iki kentin Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) tarafından ele geçirildiği söylenmişti. Anbar’daki
olaylar, Başbakan Maliki’ye karşı düzenlenen
gösterilerin önemli isimlerinden muhalif vekil
Ahmed El Alvani’nin liderliğinde sürdürülüyordu. Alvani’nin tutuklanması, ardından 5 koruması ve kardeşinin ölümü Irak’ta gerilimi yükseltti.
Irak’ta artan şiddet eylemlerinin ardında elbette farklı grup ve mehzepler arasındaki gerilim
yatıyor. Sünni topluluğun Maliki hükümetine
muhalif tavırlarının nedeni, 2003 yılından sonra
oluşan mezhepsel gerilimin yanı sıra Sünni siyasi
oluşumların tam olarak güçlenememiş olmaları.
Bütün bunları anlayabilmek için ise Irak siyasetine yakından bakmak gerekiyor.
Irak Siyasetine Bakış
Amerikan işgali sonrasında dört bir yana
savrulan Iraklı Müslümanların, oluşan boşlukta
siyasi gücü kendi lehlerine çevirebilmek için kısa
bir dönem Bölgesel Kürt Yönetiminin politikalarını izledikleri söylenebilir. Bunun yanında oluşan siyasi boşlukta İran ve Kürtleri destekleyen
partilerin avantajlı olacağını ifade eden birçok
isim bulunurken, şu anda Nuri El Maliki ve Dava
Partisinin de güçlü olduğu görülüyor. Irak Kürdistan İttifakı Partisi Milletvekili Şuruş Mustafa,
Irak’taki bu siyasi durumu, “ABD’nin çekilmesinin ardından herhangi bir gücün siyasi haritada
egemen olmasına olanak sağlayacak bir güvenlik
boşluğu oluşmayacak.” şeklinde değerlendiriyor.
Irak’taki siyasi merkezin, Amerikan işgali
sonrasında İran ve Kürtleri destekler pozisyonda
dağıtıldığı aşikâr. Maliki hükümetinin mezhepsel
gerilimli bu krizin bir parçası olduğu da biliniyor.
Ama Irak hükümeti bu gerilimin kutuplarından
sadece biri. Bölgesel beklentiler, sosyoekonomik
alt yapının daha da gelişmesi ve Irak halkının federal yapı içerisinde kimliğinin yeniden tanımlanması, bu gerilimin ortasında gözetilmesi gereken faktörler arasında yer alıyor. Bu durum ancak
merkezî yönetimin tarafsız-eşitlikçi tavırlarıyla
mümkün olacaktır. Irak’ta zayıflık ve siyasi gruplaşmalar arasındaki bu çekişmeler devam ettikçe,
oluşan boşlukları ulusal güvenliği tehdit eden El
Kaide gibi unsurlar doldurmaktadır.
Irak’ı Afganistan’dan ayıran ve ilişkilerin bu
denli gergin olmasını sağlayan unsur işgal sırasında sadece binaların değil, aynı zamanda sosyoekonomik tabanın da bombalanmış olmasıdır.
Bu sebeple Irak’ın toplanması, Afganistan ve Libya gibi ülkelere nazaran zaman alıyor. Yeni dönemdeki Irak’ta mezhepçi ve milliyetçi tabanda
siyaset üreten partiler muhtemelen uzun vadede
ülkede barınamayacaktır. Bu sebeple merkezî hükümetin daha torelanslı politikalar üretip Iraklı
kimliğini yeniden tanımlaması ve ulusal güvenliği tam anlamıyla sağlaması gerekir. Irak’ın geleceğiyle ilgili kararların merkezî yönetim olan
Bağdat’tan alınacağı unutulmamalıdır. Kürdistan
Bölgesel Yönetimi ile petrol gelirleri bakımından
her ne kadar ters politikalar yürütseler de ülkede yaşayan Sünni ve Şii grupların güvenliğinden
Maliki hükümetinin sorumlu olduğu da açıktır.
Küresel Aktörler
Irak’la ilgili ilginç bir gelişme ise, Obama ve
Ruhani yönetimlerinin ilk defa bir konu üzerinde
anlaşmaları oldu. Irak’ın işgali sonrasında mevcut boşluğun İran ya da El Kaide tarafından doldurulmasından ciddi ölçüde rahatsız olan Beyaz
Saray, İran ile El Kaide konusunda anlaşmaya yöneldi. Peki İran tarafı bu anlaşmaya neden yaklaştı? Tahran yönetimi de El Kaide’nin gücünden
rahatsız mı? Tüm bu sorular İran’da da tartışılıyor. Simetrik gücü elinde bulunduran İran, Hizbullah ile Orta Doğu’nun farklı coğrafyalarında
bunu kullanırken, El Kaide’nin kendi bölgesine
yaklaşmasını istemiyor. Bu sebeple El Kaide’yi
Hizbullah karşısında bir düşman olarak görüp
her türlü iş birliğine açık bulunuyor. ABD ise
daha önce izlemiş olduğu politikaları esneterek
Afganistan’dan çıkışını da Irak provasıyla gerçekleştiriyor. Örneğin ABD, Kürdistan Bölgesel
Yönetimi Başkanı Mesut Barzani liderliğindeki
Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani liderliğinde Kürdistan
Yurtsever Birliği’ni (KYB) kendi terör listesinden
çıkarıyor. Yani Irak’ta siyasi kriz arkasında yaşanan gelişmeler bunlar iken, küresel çapta ilişkiler
de gelişmeler gösteriyor.
Yerelden küreselliğe doğru yeni Iraklı kimliğinin tanımlanması, ekonomik istikrar programının düzenlenmesi ve güvenliğin üst düzeyde
tüm gruplar nezdinde sağlanması Irak’ın kalkınmasına katkı sağlayacaktır. IŞİD’in saldırıları
sonrasında kimliklerini yeniden tanımlama bakımından Iraklıların eline güzel bir fırsat geçti. Bu
saldırılar sonrasında Felluceliler Kerküklü ailelerin yanlarına sığındı. Böylece Kerkük’ün güneyinde yer alan Türkmenlerin yoğunlukta yaşadığı
yerlere Felluceliler geliyor ve köylülerle birlikte
yaşıyorlar. Sünni-Şii ayrımının olmadığı bu bölgede Iraklıların aynı çatı altında, beraberce kendi
ülkelerini nasıl kalkındırabileceklerinin de örneği sergileniyor. Türkmen, Şii ve Sünnilerin iç içe
olduğu, demografik yapının değiştiği Kerkük’te
halkın bu tavrı ülkenin geneli için de bir örnek
niteliğinde.
Irak’ta istikrarı engelleyen bir diğer durum ise
Saddam döneminde güçlü olan, ancak son Amerikan işgaliyle zayıflayan Irak milliyetçiliğidir. Bu
nedenle “Iraklı kimliği”nin yeniden ele alınarak,
farklı gruplar nezdinde tanımlanması ve bütünü
içine alan politikaların yürütülmesi Iraklılar için
yerinde bir tutum olacaktır. Ekonomik kalkınma
paketleri ve ticaretin gelişimi ile dışarıya açılmaya çalışan Irak, içinde bulunduğu durumdan ancak bu şekilde kurtulabilir.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
51
Tarih
17. ve 18.
Yüzyıllarda
Türk Vaftizi
STEPHAN THEILIG*
» [email protected]
“Türk vaftizi” (Türkentaufen) olarak adlandırılan Türklerin vaftiz edilmesi Barok
dönemin, yani 17. ve 18. yüzyılların önemli olaylarındandı. Savaşın galipleri
“ganimetlerini” yanlarında getirmişlerdi ve onları vaftiz ederek “kâfirler üzerindeki zaferlerini” herkesin önünde yeniden ilan edeceklerdi.
T
ürklerin vaftiz edilmesi meselesi
şimdiye kadar genler, halklar ya
da anayurt konusunda araştırma
yapan akademisyenler tarafından
ilgi görmüş, fakat çok az sayıda
tarihçi bu konu ile meşgul olmuştur. Bunun bir
nedeni konuyla ilgili bilgiye ulaşmanın zorluğudur. Zira bu tür bilgilere kilise defterlerinde ve
buna benzer kaynaklarda çok nadir rastlayabiliyoruz. Vaftiz olup Hristiyan ismi alan bir Türk
hakkında kaynaklarda araştırma yapmak son
derece zor bir iştir. Zira Hasan ismi Christian olmuş, Züleyha ismi Susanne olmuş, Ali ismi ise
Friedrich olmuştur. Bu insanların çoğu Osmanlı
İmparatorluğu’na karşı yapılan savaşlardan, savaş esiri veya bir nevi “insan ganimeti” olarak
gelmişlerdir. Kendi memleketleri ve çevrelerin-
52
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
den koparılarak hızlı bir şekilde aşina olmadıkları bir çevreye uyum sağlamak zorunda bırakılmışlardır.
Savaş Esirliğinden Vaftize
Türklerin savaş esiri olarak karşılaştıkları
yeni hayat şartları Osmanlı İmparatorluğu’ndaki aynı sıkıntıyı yaşayan Hristiyanlardan çok da
farklı değildi. İslam hukukuna göre Hristiyan savaş esirleri tutuklandıkları anda esir oluyorlardı. Bu, Roma hukukunda da böyleydi. Tek fark,
Roma hukukunda hukuk terminolojisine göre
tutuklular “köle” olarak isimlendiriliyorlardı.
Savaş esirlerine “uyum süreçleri”nde Almanca ve belli görgü kuralları hakkında yardımcı
olanlar genellikle papazlardı ve bu yardımcılar
çoğu çocuk, genç, kadın ve erkeklerden oluşan
esirleri vaftiz için de hazırlıyorlardı. Bu insanların kaderi, yeni bir çevreye, dile ve kültüre uyum
sağlamak zorunda olmalarıyla belirlenmişti.
Şimdiye kadar Brandenburg-Prusya’da esir
alınıp vaftiz edilen 68 isim tespit edilmiştir.
Bu sayı ilk bakışta az gibi görünebilir. Fakat
Türklerle yapılan savaşlara daha fazla asker
gönderen bölgelerdeki vaftiz sayıları ile karşılaştırıldığında, bu rakam tahmin edilen toplam
rakam içinde dikkat çekicidir. Türklerin vaftiz
edilmelerine özellikle 1683 Viyana Kuşatması,
1686’da Budapeşte ve sonra 1699 yılında Karlofça Antlaşması’na kadarki savaş dönemlerinde rastlıyoruz.
olmak zorundaydılar; bunu bugünkü “vatandaşlık testi”ne benzetebiliriz. Merak, korku, bilinçsizlik, yabancılık, heyecan, hoşgörü... Brandenburg-Prusya’daki Müslümanların çok yönlü bir
tarihi var ve büyük kısmı bugüne kadar aydınlatılmış değil. Buraya savaş esiri olarak gelip çoğu
vaftiz edilerek yeni bir hayata başlayan ilk Müslümanların ilginç ve büyük ölçüde bilinmeyen
tarihi ile karşı karşıyayız: Düşman ve yabancı,
fakat sonradan vaftiz olarak Prusya yurttaşı olabilmiş insanlar...
*Tarih alanında araştırmalar yapan Stephan Theilig,
Almanya’nın Wustrau şehrinde bulunan BrandenburgPrusya Müzesi yöneticisidir.
Askerî Gösterilerde Türkler
Türklerin vaftiz edilmesi 18. yüzyılın ortalarında sayı olarak gerilerken, BrandenburgPrusya’daki askerî seremonilerde Türk unsurların arttığı görülmüştür. O zamanlar yabancı
unsurlar bilinçli bir şekilde bir gösteriş unsuru
olarak kullanılırdı, bu da kendini örneğin yüksek rütbelilerin zenci ve Türk hizmetkârlarının
olması şeklinde gösterdi. Diğer taraftan “doğulu
yabancı” artık dehşet verici bir tehdit olarak algılanmıyordu. August dem Strake olarak da adlandırılan, I. Friedrich August’un 1730 Ağustos
ayında düzenlediği büyük gösteriyi (Zeithain
Lager) örnek alan I. Friedrich Wilhelm, Potsdam
şehrinde bir yeniçeri taburunu gösterilerde yürüyüş yapmaları için hazırlamıştı. Bunun yanında Potsdam’da Müslüman askerler Hristiyanlığa
geçmeden Prusya askerî birliğine hizmet ediyorlardı.
Bu durumun herkesin hoşuna gitmediğini Johann Heinrich Callenberg ve onun 1728 yılında
Halle’de kurduğu “Institutum Judaicum et Muhammedicum” isimli enstitü kanıtlar. Aynı kişi
1739 yılında Potsdam’daki Müslüman askerlerin din değiştirmelerini sağlamak için Hristiyan
içerikli kitapların Türkçe ve Arapça’ya çevrilmesine de ön ayak olmuştur. Hatta II. Friedrich ile
1741’den itibaren Müslüman-Hristiyan süvari
birliği uygulaması başlatılmıştır. Bu gelişme
1795 yılında Yeni Doğu Prusya’da, tamamen
Müslümanlardan müteşekkil bir Prusya Tatar
Birliği kurulmasıyla bir adım öteye taşınmıştır.
Bugün ilgi çekici olan Brandenburg-Prusya’daki
Müslümanların bu tarihi ve onlarla olan ilişkilerdir. İlk başta vaftiz edilerek topluma entegre
Brandenburg-Prusya Müzesi
(Brandenburg-Preußen Museum) 23 Mart-5
Ekim 2014 tarihleri arasında farklı bir sergiye ev
sahipliği yapacak.
“Brandenburg-Prusya’da Müslümanlar: Türkler,
Zenciler ve Tatarlar” (Türcken, Mohren und
Tartaren. Muslime in Brandenburg-Preußen)
ismini taşıyan sergide 1731 senesinden
Saksonyalı yeniçerilerin kaskları, Kağan’ın Kırım
Tatarlarına yazdığı mektuplar, bakır işlemeleri,
oryantalist ressam Wilhelm Gentz’in resimleri
ve seyahatnameler sergilenecek.
Müze, pazartesi hariç haftaiçi her gün
10.00-18.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir.
Detaylı bilgi için:
www.brandenburg-preussen-museum.de
sitesini ziyaret edebilirsiniz.
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
53
Tarih
Köklü İslam Algısı
Martin Luther Örneği
ALI METE
» [email protected]
Avrupa’da İslam ve Müslümanlara dair çoğu algı oldukça eskilere uzanır. Bu nedenle
sürekli olarak dile getirilen ön yargılı düşüncelerin daha iyi kavranabilmesi için ön
yargıların arka plan ve bağlamlarını tetkik edebilecek bir anlayış geliştirilmesi gerekir.
“De Haerisibus” (Zındıkların Kitabı) isimli kitabında
ilk kez Hz. Muhammed (s.a.v.)’den bahseden Ortodoks Hristiyan Şamlı Yahya (öl. 749) günümüz İslam
algısının da temellerini oluşturan şu ifadelerde bulunuyordu:
“Onlar (Araplar), (Bizans Kralı) Heraclius’un
hükümdarlık zamanına kadar (610-641) putlara
tapıyorlardı. Ama aralarında, Eski ve Yeni Ahitlerden derlediği bilgilerle ve Aryan bir keşiş ile
bir arada bulunması sonrasında kendi sapkın
inançlarını yayan, ‘Mamed‘ adında, sahte bir peygamber çıktı. Yaptığı hilelerle daha sonra kendisini halkına Tanrı’dan sakınan biri olarak tanıtıp
inandırmış, gökten de kendine kitap indirildiği
dedikodusunu yaymıştı. Kitabındaki gülünç
öğretileri ile Tanrı’ya nasıl ibadet edileceğini
anlatmıştı.”
Yahya bu ifadeleriyle kısmen günümüze kadar gelen bazı ön yargıları formüle etmiş oldu.
M
artin Luther ismiyle karşılaşıldığında, insanın aklına ilk
olarak onun kiliseye yönelik
eleştirileri ve dindarlığı ile
reform hareketinin sembol
figürü olduğu gelir. Daha az bilinen bir şey ise
Luther’in İslam, daha doğrusu Hz. Muhammed
(s.a.v.) ve Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki düşünceleridir. Luther iki güncel ifade ile söylenecek olursa “İslam eleştirisi”nden “İslam düşmanlığı”na
kadar düşüncelerini sürekli bir biçimde dile getirmiştir.
Luther’in Yaşadığı Dönem
Luther’in çoğunlukla tarihten gelen, sosyopolitik ve teolojik temelli düşüncelerini kavrayabilmek için, her şeyden evvel iki gelişme
54
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
dikkate alınmalıdır: Reform ve “Türk tehlikesi”.
Zira ancak bu arka plandan bakıldığında döneminin İslam ve Hz. Muhammed (s.a.v.) tasavvurları sağlıklı bir şekilde incelenebilir. Bunlar
yine çağdaş tartışmalara hizmet eden bir projeksiyon perdesi gibi, geç Antik Çağ ve Orta
Çağ tasvirlerinin bir devamı olarak anlaşılabilir.
İslam’a, daha doğrusu Hz. Peygamber’e yönelik
isnatları bugünden bakıldığında açık bir şekilde kabalık olarak görülebilmesine rağmen, bu
isnatlar sadece Luther’e ait kötü niyetli uydurmalar değildir.
Luther tüm hayatı boyunca İslam ve Müslümanlarla, dolayısıyla Türklerle ilgilendi. Onları
düşman, Tanrı’nın istediği düzeni yakıp yıkan
ve tanrıtanımaz sapkın kimseler olarak gördü.
Luther’e göre Kur’an –haşa- “yalanlarla dolu bir
kitap” ve Hz. Muhammed (s.a.v.) ise –yine haşa-
“eşi bulunmaz bir sahtekâr”dı. Bu ve benzeri isnatların kökleri geç Antik Çağ ve Orta Çağ’dan
Luther’in zamanına dek gelen İslam dini ve
peygamberi hakkındaki düşüncelere dayanmaktadır. Böylece peygamber, Hristiyanlık içerisindeki tartışmanın bir aracı olarak kullanılmış;
Protestanlar “Müslüman” olarak aşağılanmış
ve Muhammed “Doğu’nun deccali” iken, Papa
“Batı’nın deccali” olarak nitelendirilmiştir.
Fark edilebileceği gibi, peygamber ile ilgilenmenin merak ve bilim aşkından başka neden ve
amaçları bulunmaktadır. Peygamber hakkında
çizilen çağdaş resim, çok güçlü bir şekilde bu
amaçlardan ve elbette tarihin ruhundan besleniyor. Bu durum “Türk tehlikesi” ve reform çabaları ile gündemini oluşturan Martin Luther ve
yaşadığı dönem için de aynen geçerlidir.
“Türk Tehlikesi”
Luther zamanındaki sosyopolitik gelişmelerin başında özellikle “Türk tehlikesi” denilen mesele ve buna bağlı olarak “Türk korkusu” gelmektedir. Bu tehlike ve korkunun
kökleri İstanbul’un 29 Mayıs 1453’te Fatih Sultan Mehmed tarafından fethi ve Hristiyan Bizans İmparatorluğu’nun sona ermesine kadar
uzanmaktadır. Kuzey Avrupa’da o zaman hissedilen tehdidin gücünü, 1454 yılında Jonannes
Gutenberg’in bastığı “Eyn manung der cristenheit widder die durken” (Hristiyan âleminin
Türklere karşı uyarılması) başlığını taşıyan el
ilanından tespit etmek pekâlâ mümkündür.
Madalyonun öbür yüzünde ise Osmanlı
İmparatorluğu’nun barındırdığı çekim gücü ile
feodal düzen açısından arz ettiği tehlike vardı.
Luther de bunun bilincindeydi: “Alman halkı
kaba ve vahşi bir halk, tabiri caizse yarı şeytan,
yarı insan olduğundan, bazıları Türklerle bir gelecek ve onların hükümranlığını arzu ediyorlar.
Yine Alman topraklarında kral ve prenslerdense Türkleri ve onların hâkimiyetini isteyenler
bulunuyor. Bu insanlarla Türklerin aleyhinde
epeyce tartışılmalı.”1
Ezeli düşman fikrini hem Luther hem de Katolik kilisesi destekliyordu. Kilise içi çatlaklar
ve zayıflayan Papalığın arka planında özellikle
Katolik kilisesi, Hristiyanlığı ortak düşman karşısında birleştirme düşüncesindeydi. “Her dinî
ayinde gözü korkmuş insanların başına kakılan
Türk algısı, merhametsiz ve tehlike içeren bir
algıydı. Türkler tüm tanrısal nizamı yakıp yıkan
kişiler ve tüm Hristiyanların düşmanı olarak görülüyordu.”2
Teolojik ama aynı zamanda siyasi nedenlerle
Türkler “Tanrı’nın sopası” olarak tasvir ediliyordu. Teolog Luther’e göre Türkler Tanrı tarafından gönderilmişlerdi: “Zira Türk, sana aslında
günlerini nasıl müreffeh geçirdiğini, Tanrı’ya ve
onun hizmetçilerine karşı utandırıcı bir şekilde
kötü ve şükürden uzak olduğunu, çevrendekilere merhameti unuttuğunu öğretecek kişidir.”3
Katolik Kilisesi ile anlaşmazlık
Tarihî açıdan değerlendirildiğinde Protestanlığın iç içe geçen ve birbiriyle bağlantılı olan
iki düşman algısı olduğu söylenebilir: Papalık ve
Türkler. Türkler her ne kadar Katolik kilisesinin
ve Luther’in ortak düşmanı olsalar da, Luther’in
gözünde Papalık ve Türkler iki eşit düşman gibiydiler.
Bu düşmanlık kilise ilahilerine dahi girmişti. Bugünkü Protestan kilisesi ilahi kitabının
bir yerinde şu ifadeler geçmektedir: “Tanrım
bizi sözüne sadık olanlardan eyle/düşmanlarını
ölümle cezalandır/oğlun olan Îsâ’yı/senin tahtından indirmek istiyorlar.”
Fakat bu satırlar önceden farklıydı. “Hristiyanların ve kutsal kilisenin ezeli düşmanları olan Papalık ve Türklere karşı söylemek için
bir çocuk şarkısı” başlıklı, 1451 tarihli orijinal
metnin ilk dörtlüğü şu şekildedir: “Tanrım bizi
sözüne sadık olanlardan eyle/Papa ve Türkleri
ölümle cezalandır/oğlun olan Îsâ’yı/senin tahtından indirmek istiyorlar.”
O zamanlarda bu metinler toplum içerisinde
problem teşkil etmiyordu. Zira çevrede bu problemin yönelebileceği Müslümanlar pek yoktu.
Bu daha çok Türkler ve İslam hakkındaki halkın
görüşünü büyük ölçüde etkileyen kilise içi bir
meseleydi. Günümüzde kamuoyunda karşılık
bulan hangi düşüncelerin gerçekten somut bir
şekilde bunlarla ilişkilendirilebileceği incelenmesi gereken bir mesele olsa da, Luther’in söz
konusu düşüncelerinin bugünkü İslam algısı
üzerinde önemli bir etkisi vardır.
Spohn, Margret: Alles getürkt. 500 Jahre (Vor)Urteile der
Deutschen über die Türken, Bibliotheks- und Informationssystem der Universität Oldenburg, 1993. S. 21.
2
Spohn, 1993. S. 46.
3
Lind, Richard: Luthers Stellung zum Kreuz- und Türkenkrieg, Gießen, 1940, 40:57.
1
M A R T 2014 • S AY I 229 • P E R S P E K T İ F
55
Portre
“Kuzeyin Nuru
”:
Ivan Aguéli
Ivan Aguéli, 19
. yüzyılın sonla
rında Batı Avru
de sufiliğin, ge
pa’da özelnelde ise İslam
’ın
y
a
ygınlaştırılması
çalışmalarda b
ulunmuş İsveç
için
li
bir Sufi. Fakat
yanında o, yaşa
b
u
özelliğinin
mını Doğu ile
Batı arasında g
geçirmiş bir se
idiş gelişlerle
yyah, ünlü bir
ressam ve yaz
ardı.
» AYŞE MİMARO
amimaroglu@pe
56
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
ĞLU
rspektif.eu
24 Mayıs 1869
’da İsviçre’nin
şehri olan Sa
küçük bir öt
la’da doğan
eden beri mis
Aguéli, İslam
kabul edişinin
tisizm ve ezot
’ı ğu ilgisin
eriğe duyduardından Şeyh
i bir üst boyu
Aqhili ismini
Abdülhadi
ta taşımış oldu
almıştır. 20’l
G
el
en
.
ekselci ekolü
i yaşlarına ge
diğinde özel
n en önde
l- isimlerin
likle metafiz
ge
len
den olan Ren
ik ve ezoterik
alakalı okum
é Guénon’un
le vufa ve
alarını yoğun
tasavİslam’a ilgi
laştıran Aguél
1879 ve 1889
duymasının
i, Aguéli ile
yılları arasın
ardında
olan temasın
da Gotland ve
Stockholm’da
ın olduğu sö
çalışmalarına
mektedir. Nit
ylenekim Aguéli,
devam etmiş
tir. Bu esnad
- yılında “A
P
a 18. yüzyılın
ar
is
’t
e,
19
11
l Akbariy ya” is
ünlü mistiklerinden Eman
imli, İbn Arabi
uel Swedenbo
öğretilerinin
’n
in
rg’un eserleri
ok
den ve metaf
u
n
u
p tartışıldığı
n- luk kurd
izikle alakalı
bir topluu. Bu toplulu
görüşlerinden
etkilenmiştir.
ğun ilk üyesi
Swedenborg,
Guénon idi.
de René
Hristiyanlıktaki ilah inancı
na daha yakı
19
04
-1
913 yılları aras
n fikirler orta
koysa da bu
ında Mısır’da
ya yan gaze
fikirlerin Agu
İtalteci Enrico In
éli’nin İslam
girişini etkile
abato ile Il C
’a (An-Nad
diği söylenmek
on
vi
i)
to
isimli bir gaze
tedir. Nitekim
Swedenborg’u
teyi sufi gele
n çalışmaların
yaymak için
neği
çıkarttı. Gazet
daki bu ilişki
1995 yılında
, İngiltere
e 1913 yılında
Henry Corbin
sömürge güçl
tarafından ya
yınlanan “Sw
eri tarafında
- saklandı ve
edenborg ve
n yakapatıldı.
Ezoterik İsla
isimli kitapta
m”
işlenmiştir.
Aguéli, İslam
inancının ideo
Aguéli, 1890
mesine karşıy
yılını Paris’te
lojileştirildı. 20. yüzyıl
ünlü ressam
Émile Bernar
ın ilk yılların
d’ın öğrencisi
Osmanlı İmpa
da
olarak geçird
ratorluğu yıkı
İslam’la tanış
i. deyken,
lma arefesin
ması da İsve
İstanbul’daki
çce’ye tercüm
edilmiş bir
sultanın otor
e ni destek
Kur’an edinm
itesileyici görüşl
esi vesilesiyl
gerçekleşti. A
ere sahipti.
e yanında
guéli, 11 Mar
Bunun
Aguéli’nin İn
t 1892’de elin
geçen bu Ku
giliz sömürg
e ne karşı
r’an üzerinde
eciliğio
kadar şiddetli
, ihtida eden
kadar çalıştı.
fikirleri vardı
e 1916’da K
Örneğin 1892
ahire’den “Osm
ki,
yılında anarşi
nin yoğun oldu
anlı ajanı oldu
- gerekçesiy
ğu Paris’e geri
ğu”
le İspanya’ya
döndüğünde
bazı anarşist
sürgün edildi
lere olan yakı
arzu etmesin
. Çok
nlığı sebebiyl
e rağmen para
tutuklandığın
e
sı
da hapiste ge
kı
bi
n
yl
tı
e
sı
İs
se
ve
beç’e geçemedi.
çirdiği zaman
nı Kur’an ve
Bazı kaynakla
ı- İsveç’teki
doğu dillerin
rd
a,
arkadaşlarında
i öğrenmek iç
değerlendirdi.
in fakat M
n para istedi
Aguéli’nin, K
üslüman oldu
ği
,
ur’an ve doğu
dillerinin yan
ğu gerekçesiy
ında ilgi duyd
dım göremed
le yaruğu en önem
iği rivayet ed
alan ise İbn A
li
ilmektedir.
rabi’nin eserle
Aguéli, 1917
riydi.
yılında, bir
1895’te Mısır
arkadaşının
gönderdiği
’a giden Agu
para kendisi
éli, aynı yıl
Paris’e geri dö
ne ulaşmad
ndü. 1898 yılı
tren raylarının
an,
nda ise uzun
üstünden geçe
okumaları
ve mütalaal
rk
ta
en
ra
fı
bi
n
r
da
tr
en
n
ezilerek vefa
arı neticesin
de Paris’te
t etmiştir. C
- zesi Barce
İslam’ı kabu
enalona’dan Sala
l ederek Abd
hadi ismini
’ya gönderilm
ül- Kristina
aldı. Ertesi yı
iş
ve
K
ilisesi’nin ya
l Sri Lanka
Hindistan’a
kınlarında İs
ve usullere
gitti; Kolom
la
gö
m
i
re defnedilmiş
biya’ya gide
orada Malay
rek
tir.
halkların aras
Post-Empresyo
ında kaldı ve
“İslam’ın Ara
n
iz
m ekolünde
plar dışındaki
kilenerek ya
n etptığı resimle
halklara etki
si” konulu bi
- Müzesi’nde
r İsveç Mil
r araştırma ya
lî
, Stockholm’d
ptı. Daha son
1900’de Paris
a ve New York
ra sergilen
’e geri döndü
m
’t
ek
a
.
tedir. 2006 yı
Bundan iki se
lında İsveç K
lı Carl XVI
ne sonra, 1902
ra
Gustaf ’ın him
Ezher Üniver
yılında, El
sitesi’nden ka
ayesi altında
Aguéli’nin es
,
bul alan ilk B
er
le
Avrupalı öğre
ri
n
in
sergilendiği bi
atı gi açılm
nci olarak M
r serış, burada ay
ısır’a Arapça
İslam Felsefes
n
ı zamanda on
ve Müslüm
i okumaya ge
un bir
an olarak insa
ldi. Burada bi
Arap gibi giyi
nlığa kazandı
r rı da anıl
nen, edindiği
rd
ıklam
ış
Arap arkadaşl
tır.
rıyla dil bilgis
aini geliştiren
A
gu
él
i,
Aguéli, aynı yı
ölümünden
Şâzeliyye Tar
l Avrupa’ya
sonra
ikatı’na girere
Batı
sufizmi getire
k “Avrupa’nın
Mukaddimi”
n
il
k
olarak isimle
iç
sufi olduğu
in “Kuzeyin N
ndirildi. Böyle
uru” (Nur-u
ce isimlen
Şimal) olarak
dirilmiştir.
57
Kitap Tanıtımı
Irk Ulus Sınıf
Bugün Pazar,Yahudiler Azar
Baibar - Wallerstein
Metis Yayıncılık
Irk, Ulus, Sınıf ’ta Fransız filozof Etienne Balibar ve Amerikalı tarihçi
ve sosyolog Immanuel
Wallerstein, verimli bir
tartışma içinde bu sorulara yanıt arıyorlar. Her
ikisi de ırkçılığı, geçmiş
toplumlardan bize miras
kalan akıl dışı bir kalıntı olarak değil, modern
toplumun temel özellikleri olan ulusal devlet, iş
bölümü ve dünya ekonomisindeki uluslararası
hiyerarşi ile yakından ilişkili, son derece çağdaş
bir olgu olarak ele alıyorlar.
Roni Margulies
Kanat Kitap
Roni Marguiles’in “Bugün Pazar, Yahudiler
Azar” adlı denemesi,
özellikle de 1950’lerden 70’lere, oradan
günümüze uzanan bir
süre içinde İstanbul
Yahudilerine ilişkin gözlemlerinden oluşuyor.
Margulies, çocukluk yıllarını, o yılların İstanbul’unu anlatırken, daha eskilere de uzanıyor.
Yazar, bir “azınlık kimliği” üzerinden kurmaya
çalışmıyor eski İstanbul’u, Yahudiliğin günümüz
Türkiye’sindeki problemli yanları üzerinde de
duruyor.
Ulusal Kimlik ve Etnik Açılım
Vasıf Eranus
Sarmal Yayınevi
Bugün dünyamızda
devletler, sınırlarının
içinde ve dışındaki bir
dizi ırkçı ve etnik milliyetçiliklerle uğraşmaktadır. Bu kitap Etniliğin
Yükselişi, Küreselleşme,
Modernite ve Ulusal
Kimlik, Uluslararası
Hukukta Azınlıkların ve Halkların Hakları,
Devletsiz Uluslar - Ulussuz Devletler, Yitik Ülke
Masalları: Filistin Kimliği ve Ulusal Bilincin
Oluşması, Ötekinin Tanımları, Sınıf İlişkileri ve
Milletlerin Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı üzerine yazılardan oluşmaktadır.
Gazâlî Bursları
‘Müslümanlar ve kimlik bağlamında
Avrupa araştırmaları’
Sosyoloji, Pedagoji, Din Bilimleri, Siyaset Bilimleri, Felsefe, Tarih, Medya, Edebiyat ve
Hukuk dallarında yüksek lisans ve doktora tezi yazacak öğrenciler tercih edilecektir.
58
P E R S P E K T İ F • S AY I 229 • M A R T 2014
Gazali Burslarına başvuru şartları ve evraklar ile ilgili geniş bilgiye www.igmg.org
adresinden ulaşabilirsiniz.
igmgstudents | [email protected]
“ Her nef is
mutlaka ölümü
tadacaktır ”
Jede Seele
”wird den Tod
erfahren “
Sure Anbiyâ, 21:35
En acılı
gününüzde
sizinleyiz.
Beistand,
wenn er am
nötigsten ist.
IGMG Cenaze Yardımlașma Derneği
IGMG Bestattungshilfeverein e. V.
Boschstr. 61-65 · D-50171 Kerpen
T +49 2237 97930-22 /-33 · F +49 2237 97930-30
www.igmgukba.org · [email protected]
Protez ProjeS
“El ver eli olsun, destek ol yürüsün”
Yardım
*
50 €
* Protez projesine katkı için belirlenen 50 € en düşük miktar olup üstü bağışlar da kabul edilmektedir.
Bir ayağa takılan protez için gerekli olan ortalama miktar 1.500 €‘dur.
Mazlum ve Mağdurlar İçin El Ele
IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V.
IGMG Sosyal Yardım Derneği
—
Banka: Kreissparkasse Köln
IBAN: DE75 3705 0299 0184 2731 64
BIC: COKSDE 33
Amaç: Protez SAFA14
—
hasene.org | [email protected] |
haseneorg